ASLI GÖN - Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
RADYO TELEVİZYON VE SİNEMA ANABİLİM DALI
PERFORMATİF TOPLUMSAL CİNSİYET VE ERKEKLİK:
KÜF, YOZGAT BLUES ve BEN O DEĞİLİM
Yüksek Lisans Tezi
Aslı Gön
Ankara-2015
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
RADYO TELEVİZYON VE SİNEMA ANABİLİM DALI
PERFORMATİF TOPLUMSAL CİNSİYET VE ERKEKLİK:
KÜF, YOZGAT BLUES ve BEN O DEĞİLİM
Yüksek Lisans Tezi
Aslı Gön
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Semire Ruken Öztürk
Ankara-2015
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
RADYO TELEVİZYON VE SİNEMA ANABİLİM DALI
PERFORMATİF TOPLUMSAL CİNSİYET VE ERKEKLİK:
KÜF, YOZGAT BLUES ve BEN O DEĞİLİM
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Semire Ruken Öztürk
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı
İmzası
............................................................
.............................
............................................................
..............................
............................................................
..............................
Tez Sınavı Tarihi..................................
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış
ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin
gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı
ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim. (..../..../20...)
Tezi Hazırlayan Öğrencinin
Adı Soyadı
.............................
İmzası
..............................
GİRİŞ............................................................................................................................1
1.BÖLÜM JUDITH BUTLER VE PERFORMATİF (TOPLUMSAL) CİNSİYET
KURAMI....................................................................................................................26
a.Kimlik, Öznellik ve Siyasi Faillik............……………...........…………………….30
b.Heteroseksüel Matris…....................................…………………………………...36
c.Heteroseksüel Öznenin Kuruluşu.…………………………………………………42
d.Performatif/Performativite ve Beden…….......……………………………………44
e.Drag Performans...…………………...……………………………………………51
2.BÖLÜM ELEŞTİREL ERKEKLİK ÇALIŞMALARI
a.Alanın Gelişimi…....………………………………………………………………54
b.Toplumsal Cinsiyet ve Erkeklik......………………………………………………57
c.Farklı/Çoğul Erkeklikler ve Hegemonik Erkeklik……………………...…………59
d.Post-yapısalcılık, Eril Özne/Kimlik ve Erkeklik Krizi…………..………………..65
e.Erkeklik ve Performatif Toplumsal Cinsiyet………..…………………………….69
3.BÖLÜM SİNEMA VE ERKEKLİK: SINIRLI PERFORMANS ÖRNEĞİ
a.Erkekleri Perdede İzlemek ..………………………..……………………………..74
b.Tür Sineması ve Erkeklik……………………...…………………………………..77
c.Sinemada Performans, Performatif Toplumsal Cinsiyet ve Erkeklik Krizi…..…...79
d.Sinemada Performans İşaretleri, Aşırı ve Sınırlı Erkeklik Performansı…......…....83
e.Türkiye Sineması ve Erkeklik: Genel Bir Bakış….…..…………………………...88
f.Performatif Toplumsal Cinsiyet ve Erkek Karakterler: Küf, Yozgat Blues ve Ben O
Değilim........................................................................................................................91
SONUÇ.....................................................................................................................118
KAYNAKÇA............................................................................................................130
ÖZ.............................................................................................................................140
ABSTRACT..............................................................................................................141
GİRİŞ
Eleştirel erkeklik çalışmaları ile birlikte erkeklik olgusunun tartışılır hale
gelmesi, erkekliğin farklı disiplinlerde farklı açılardan araştırılmasını mümkün kılar.
Feminizmin etkisi ile cinsiyet ve toplumsal cinsiyet tartışmaları bağlamında
erkekliğin değişmez ve sabit bir norm olarak varsayılması, yerini toplumsal cinsiyet
olarak erkekliğin görünürlüğüne ve dolayısıyla da sorgulanmasına bırakır. Böylece
erkeklik olgusu farklı alanlarda incelenerek ayrı bir çalışma alanına konu olduğu gibi
erkeklik ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili diğer tüm alanlarla da etkileşim
halindedir. Bu çalışmalara temel sağlayan cinsiyet – toplumsal cinsiyet tartışmaları
önemli bir arkaplan oluşturur. Ayrıca bu kavramlara dair farklı yaklaşımlar hem
kavramlara getirilen farklı tanımları hem de erkeklik çalışmalarına temel sağlayan
akademik kanonu göstermesi açısından önemlidir.
Disiplinlerarası pek çok çalışmada yer alan cinsiyet (sex) ve toplumsal
cinsiyet (gender) kavramları, tarihsel gelişimleri içinde hem birbirinden farklı veya
birbirine karşıt hem de birbirinin yerine geçecek şekilde anlamlandırıldı. Yıllar
içinde bu iki kavram kadın, erkek, kadınlık, erkeklik, dişi, eril, eşcinsellik,
heteroseksüellik, interseksüellik ve transgender gibi kavramların da tartışılmasıyla,
yer aldığı bağlama göre değişen ya da benzerlik gösteren açıklamalarla karşılık
buldu. Hooper’ın da işaret ettiği üzere cinsiyet/toplumsal cinsiyet kimliği üzerine
yapılan bir tartışma her zaman karmaşık ve geniş kapsamlı olmuştur (2001: 37) ve
cinsiyet/toplumsal cinsiyet üzerine yapılan çalışmalar kesin bir fikir birliğine ya da
genel bir kurama varmamış olsa da, birbirinden tamamen farklı disiplinlerin katkıları
ile çeşitlilik gösteren ilgi alanları ve yöntemlerin sonucunda çok geniş bir alanı
kapsar (2001: 20). Hooper tartışmaların farklılığına ve karmaşıklığına rağmen ortaya
1
çıkan kuramların genellikle üç boyutu ele alma eğiliminde olduğunu söyler: beden ve
üremeyi sağlayan biyolojinin rolünü içeren fiziksel somut hal; kurumlar ve aile,
ekonomi ve devleti kapsayan (toplumsal) cinsiyetli sosyal süreçler ile dilin
(toplumsal) cinsiyetli inşasının söylemsel boyutu ve toplumsal cinsiyet düzenindeki
belirleyici rolü (2001: 20). Toplumsal cinsiyet kimliği, onu sabitleştirecek tek bir
nedenin ya da etkenin sonucu değildir; hayat boyu gerçekleştirilen müzakerelerle
sürdürülür (Hooper, 2001: 21).
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları, tanımlayıcı genel bir
yaklaşımla ele alındığında farklılık gösterir. Wood’a göre, her ne kadar pek çok
insan cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarını birbirinin yerine geçecek şekilde
kullanıyor olsa da bu iki kavram farklı anlamlara işaret etmektedir. Wood, cinsiyetin
biyoloji ile belirlenirken, toplumsal cinsiyetin sosyal olarak inşa ve ifade edildiğini
söyler ve cinsiyetin, kromozomlar ve cinsel organlar gibi cinsiyet işaretleri (sex
markers) ile bireyleri eril ve dişi olarak ayırarak genetik ve biyolojik etkenlere dayalı
bir sınıflandırma olduğunu belirtir. Diğer yandan toplumsal cinsiyet doğuştan ve
sabit değildir, bireylerin sosyal olarak etkileşimleri sonucunda toplum tarafından
tanımlanır, bu nedenle de toplumsal cinsiyetin değişken bir yapısı vardır (Wood,
2013: 19-21). Wood ayrıca eril ve dişil (male/female) cinsiyetlerle doğan bireylerin
toplumsal cinsiyet yoluyla maskülen ve feminen davranışları öğrendiğini vurgular ve
toplumsal cinsiyetin zaman, kültür, bireylerin farklı yaşamsal döngüleri bağlamında
çeşitlilik gösterdiğini söyler (2013: 21). Biyolojik bir sınıflandırma olan cinsiyete
önem atfeden toplumsal cinsiyet, kadınlık ve erkekliği (femininity/masculinity)
birbirine karşı ya da yan yana konumlandırarak ilişkisel bir nitelik de kazanır (Wood,
2013: 36).
2
Var olan toplumsal cinsiyet yapılarının içine doğduğumuzu dile getiren
Woodward ise toplumsal cinsiyetin en belirli tanımının, türün üremesinde farklı
rolleri olan iki farklı cinsiyetin varlığına ve bir takım kültürel pratiklere
dayandırıldığını söyler (2011: 3). Bununla birlikte toplumsal cinsiyet, farklı
zamanlarda farklı toplumların insanlar arasında somutlaşmış farklarla başa çıkma
yollarını içerir; sadece kadın ve erkek arasında oluşan ikiliği değil, çok çeşitli farkları
kapsar; cinsellik, üreme süreçleri, üretim ve tüketim, ücretli ve ücret dışı iş, iktidar
ilişkileri ve siyaset gibi toplumun farklı yönlerini destekler; toplumsal pratiklerin bir
parçasıdır ve bu nedenle sadece biyolojiye indirgenemez; çünkü toplumsal cinsiyet
somutlaşmıştır ve gündelik hayatın etkileşimleriyle deneyimlenen değişken bir
yapıya sahiptir (Woodward, 2011: 4).
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarını açıklamak, çözümlemek ve
anlamlandırmak için sayısız çalışma farklı yaklaşımlarla farklı kuramsallaştırma
yöntemlerine yönelir. Çalışmaların artan sayısı ve farklı disiplinlerin katkısı bu
kavramların önemini vurgulamaktadır. Kimmel ve Messner’a göre hem kadın
çalışmaları alanında hem de geleneksel disiplinlerde feminist akademisyenlerin
yaptığı öncü çalışmalar ve feminist kadınların politik alandaki varlığı, toplumsal
cinsiyetin hayatımızdaki merkezi konumunun farkına varılmasını sağlar; çünkü
akademisyenler toplumsal cinsiyetin, sosyal hayatın temel özelliği ve hayatımızı
şekillendiren asıl düzenleyici ilkelerden biri olduğunu göstermiştir (2001: ix). Başka
bir deyişle toplumsal cinsiyet kavramı ortaya çıkışı ve gelişimi bağlamında feminist
çalışmalara çok şey borçludur. Farklı disiplinlerin bir arada ya da ayrı alanlarında
araştırma konusu olarak seçilen toplumsal cinsiyet kavramı Woodward’a göre
feminist ve toplumsal cinsiyet çalışmalarının kuram ve pratiklerinin içinde
3
konumlanır; çünkü toplumsal cinsiyete dair eleştirel düşünce, oy kullanma hakkı için
yapılan yürüyüşlerden, ikinci dalga feminizm ve bugün queer kurama kadar pek çok
politik kampanya ve feminist kuramdan ilham almıştır ve toplumsal cinsiyetin
gündemde kalmasını sağlamaya yönelik en önemli katkıları, eşitsizlikleri ortaya
çıkararak ve eril iktidarı eleştirerek feministler ve çalışmaları gerçekleştirmiştir
(2011: 11-12).
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin belirli ve seçili bir boyutunu ele
almayı hedefleyen kuramların mutlaka birbiriyle çatışma halinde olmasının
gerekmediğini söyleyen Wood, toplumsal cinsiyet kuramlarını dört genel başlık
altında ele alır (2013: 39-41). Yazara göre biyolojik kuramlar, biyolojik özelliklerin
toplumsal cinsiyet farklarının temelini oluşturduğu görüşüne dayanır ve cinsiyet
kromozomlarını, genetik kanıtları, hormonal faaliyetleri (estrojen/testosteron) ve
beynin yapısını inceleyerek cinsiyeti, toplumsal cinsiyeti ve aralarındaki ilişkileri
açıklamaya çalışır (2013: 41-45). Bununla birlikte yazar, biyolojik yaklaşımların
kadınlar ve erkeklerin fizyolojik ve genetik özelliklerini göstermesine rağmen birer
birey olarak kadınları ve erkekleri özellikle tasvir etmediğini vurgular (2013: 46).
Wood’a göre üç alt başlığa ayrılabilecek ikinci kuramsal yaklaşım bireyler arası
kuramlardır. Psikodinamik kuram, çocuğun özellikle toplumsal cinsiyetini ve kimlik
duygusunu etkileyen aile içindeki kişiler arası ilişkileri temel alırken, sosyal öğrenme
ve bilişsel gelişim kuramları çeşitli bireyler ve çocuklar arasındaki rol modeli ve
öğrenme kavramlarını vurgular (2013: 47). Kültürel kuramlar olarak adlandırılan
üçüncü yaklaşımı, farklı toplumların ve kültürlerin kadınlık ve erkeklik kavramlarını
nasıl ele aldığını inceleyen antropoloji ve belirli bir kültürün değerlerinin anlaşılması
için gerekli toplumsallaşmada önemli role sahip iletişimi vurgulayan sembolik
4
etkileşimsellik (symbolic interactionism) oluşturur (Wood, 2013: 53-58). Son olarak
bakış açısı (standpoint) ve queer performatif kuramlarına yer verdiği eleştirel
toplumsal cinsiyet kuramları Wood’a göre, kuramların standard yaklaşımlarını aşarak
dikkatimizi yapılara ve pratiklere yönelterek toplumların insanları sınıflandırma
biçimlerini ve baskın gruplarla daha az ayrıcalıklı olan grupların ilişkilerini politik
bir zeminde çözümlemeyi amaçlar (2013: 58).1
Biyoloji veya biyolojiyi temel alan yaklaşım, cinsiyet ve toplumsal
cinsiyet tartışmalarında kavramları açıklamak veya kanıtlamak için bir başlangıç ya
da itiraz noktası biçiminde yer almayı sürdürmüştür. Bununla birlikte biyolojinin
bilimle doğrudan kurduğu ilişki de tartışmalar açısından önemlidir. Örneğin erkeklik
ve erkeklere dair tartışmalara yön veren temel bakış açılarından
2
biri olan
muhafazakar bakış açısı erkekliği, eril davranış ve tutumları erkek doğasının
tezahürü olarak görür; erkeğin politik ve sosyal olarak egemenliğini doğal varsayar
ve özellikle biyolojik muhafazakarlara göre tüm sosyal davranışlar erkeklerin,
evrimsel süreçle biçimlenen doğal eğilimlerinin sonucudur (Clatterbaugh, 1990: 9).
Bu yaklaşım benzer bir şekilde kadınları erkeklerin karşısında ikincil bir konuma
yerleştirerek, kadınlara yönelik her alanda ortaya çıkan eşitsizliği meşru kılmak üzere
de kullanılmıştır. Bu nedenle biyolojik yaklaşımı temel alarak biyolojik determinizmi
1
Risman (2004) ise toplumsal cinsiyeti açıklamak için dört farklı sosyal, bilimsel ve kuramsal
geleneğin olduğunu dile getirir. Temeli biyolojik veya sosyal olsun, ilk yaklaşım bireysel cinsiyet
farklarının nasıl meydana geldiğine odaklanır. İkinci gelenek, ilkine bir tepki olarak ortaya çıkar ve
bireysel öğrenme veya biyolojinin aksine, sosyal yapının toplumsal cinsiyetli davranışı nasıl yarattığı
üzerinde durur. Üçüncü yaklaşım, sosyal etkileşime ve beklentilere yönelik sorumluluğu vurgulayan
toplumsal cinsiyet yaratmaktır (doing gender). Dördüncü yaklaşım ise, bütünleyici bir bakış açısı ile
toplumsal cinsiyeti sosyal olarak inşa edilmiş bir tabakalaşma sistemi olarak ele alır. Bununla birlikte
Risman ve Davis (2013) bazı kuramların çatışma halinde olmasına rağmen, kesişimselliğin ve
bütünleyici veya birleştirici bir yaklaşımın önemine dikkat çeker.
2
Clatterbaugh erkeklik ve erkeklere dair tartışmalara altı temel bakış açısının yön verdiğini söyler ve
bu bakış açılarını şu şekilde sıralar: muhafazakar, profeminist, erkek hakları, ruhani/mythopoetik,
sosyalist ve gruba özgü (1990: 2).
5
ve birbirine karşı konumlandırılmış ikilikleri haklı gösterecek kuramlar, feministler
tarafından mevcut durumun muhafazakar ve indirgemeci gerekçelendirilmesi olarak
görülür ve biyolojik indirgemeci tartışmaların, doruk noktasını artık gözden düşmüş
19. yy. sosyal Darwinizmi’nin oluşturduğu
Batı kültüründe geriye doğru izi
sürülebilecek bir soy kütüğü olduğu öne sürülür (Hooper, 2001: 22).3
Biyolojiyi temel alan yaklaşımlar ve onlara karşı geliştirilen eleştiriler
beraberinde özcülük (essentialism) tartışmalarını da getirir; çünkü cinsiyeti ve/veya
toplumsal cinsiyeti değişmez bilimsel ve biyolojik açıklamalara bağlı kılmak belirli
davranış ve tutumların değişmez bir özü olduğunu öne sürmektir. Özcülük kavramı
feministler için temel sorunlardan biri olmuştur ve özellikle cinsiyet/toplumsal
cinsiyet, kadınlar/erkekler, eril/dişi ve feminen/maskülen gibi ikili kategorilere dair
tartışmalarla bu kavramın karanlıkta kalan yanlarına ayrıntılı açıklamalar öneren
feministler olmuştur (Petersen, 1998: 4). Fuss’ın post yapısalcı feminist görüşüne
göre özcülük, klasik anlamda kişiyi ya da şeyi belirleyici, değişmeyen ve
indirgenemez gerçek bir öze inanışla tanımlanır (aktaran Petersen, 1998: 4). Bununla
birlikte Petersen’a göre anti-özcü hareketi her ne kadar post yapısalcı kuram resmi
olarak başlatmış görünse de özcü kategorilerin yapısökümüne dair temeli aslında
ikinci dalga feministler atmıştır. Çünkü kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal
farkların biyolojik ve doğal farklarda temellendiği, başka deyişle biyoloji kaderdir
varsayımını özcülük terimini
kullanmamalarına rağmen sorgulamışlardır. Bu
3
Biyolojik açıklamalara özellikle düşmanca yaklaşan sosyalist feministlerin bu şekilde
düşünmelerinin nedeni biyolojik açıklamaların ya muhafazakar ya da faşist olmalarına dayandırılan
yargıdır; çünkü eğer yaygın toplumsal cinsiyet farkları sosyal değil de biyolojik bir temele dayanırsa,
bu kadınların ya kendi biyolojisi ya da erkeklerin biyolojisi nedeniyle baskı altına alındığı anlamına
gelecektir (Hooper, 2001: 23).
6
bağlamda cinsel farkların doğallaştırılmasına yönelik itirazlarında sosyal bilimlerden
toplumsal cinsiyet kavramını alarak benimsemişlerdir (Petersen, 1998: 4).
Toplumsal cinsiyet kavramı cinsiyet rolleri (sex roles) kavramından
geliştirilmiştir (Delphy, 1996: 30).
4
1970’lerin başlarında, toplumsal cinsiyet
kavramının cinsiyet rolleri teriminden doğrudan türetilmesine kadar cinsiyet rolleri
terimi uzunca bir süre kullanılır ve toplumsal cinsiyet üzerine doğrudan yazılan ilk
çalışmalardan biri olan Ann Oakley’in Sex, Gender and Society adlı kitabı 1972
yılında yayımlanır (Delphy, 1996: 32). 5 Oakley, cinsiyetin anatomik ve maddi
olabileceğini; oysa toplumsal cinsiyetin, kadınlık ve erkekliğin, kültürel ve akışkan
olduğunu, bu nedenle de değişebileceğini ve yeniden inşa edilebileceğini öne sürer
(aktaran Woodward, 2011: 13).
Kessler ve McKenna’ya göre ise toplumsal cinsiyet kimliği, benzer bir
kavram gibi görünen toplumsal cinsiyet rol kimliği (gender-role identity) ile
karıştırılmamalıdır. Cinsiyet rol kimliği (sex-role identity) olarak da kullanılan bu
kavram, bireyin kendi toplumsal cinsiyeti ile uyumlu davranış ve duygulara ne kadar
katıldığı ve onları ne kadar uyguladığı ile ilgilidir. Rol, belirli bir sosyal bağlamda,
belirli bir konumu bulunan birey için hangi davranışların uygun olduğuna dair
birtakım beklentiler, talimatlar veya yasaklar bütünüdür. Bu bağlamda yazarlara göre
toplumsal cinsiyet rolü, bireyler için uygun davranışları hedefleyen beklentiler
toplamıdır ve bu roller toplumda verili olarak algılanır. Birey, geleneksel bakış
4
Bu kavramın fikir annesi Margaret Mead pek çok toplumun insan özelliklerini kadınlar ve erkekler
olmak üzere ikiye ayırdığını, bu ayrımın keyfi ama toplum, kültür ve uygarlık için pek çok avantajı
bulunduğunu, kadınlar ve erkekler arasındaki fiziksel güce ve üremeye dair farklılıklardan dolayı da iş
bölümünün doğal olduğunu söyler (Delphy, 1996: 30-31).
5
Oakley’a göre cinsiyet, eril ve dişi arasındaki biyolojik farklara işaret eder: cinsel organların görünür
farkı ve bu bağlamda üreme işlevindeki fark. Toplumsal cinsiyet ise kültür sorunudur, kadınlık ve
erkeklik bağlamında toplumsal sınıflandırmaya işaret eder (Delphy, 1996: 32).
7
açısına göre, kadın ya da erkek kategorilerinden birine doğar ve o kategorinin
dayattığı rolü icra etmek zorunda kalır. Toplumsal cinsiyet rolünün bu zorunlu
doğası, kadın ve erkeği tanımlarken, aslında toplumsal cinsiyet rolü ile uzlaşan
davranışları listeler. Toplumsal cinsiyeti verili bir rol olarak algılamak ve
gruplandırmak ise kalıp yargılara (stereotype) ve toplumsal cinsiyete dair
beklentilerin, toplumsal cinsiyetin biyolojik temelinin ifadesi olarak görülmesine yol
açar (Kessler&McKenna, 1978: 10-12).6
Woodward herhangi bir toplumsal cinsiyet çalışmasının Simone de
Beauvoir’a çok şey borçlu olduğunu söyler; çünkü de Beauvoir ataerkil kültürde
kadınların nasıl psikanalitik olarak ötekileştirildiğini ve kadınlığın toplumsal
sistemler yoluyla tarihsel olarak nasıl kurulduğunu açığa çıkarır ve cinsiyetli
bedenlerin gerçekliğini inkar etmese de, bedenlerin toplumsal anlama ve sosyal
yaşam bağlamına tabi olduğunu gösterir (2011: 12). De Beauvoir, kadının geleneksel
yazgısı dediği çocukluk veya genç kızlık gibi yaşam evrelerine geçmeden önce
kadınların biyoloji, psikanaliz, tarihsel maddecilik, tarih ve efsaneler içindeki
konumunu ve erkekler tarafından nasıl bir anlamlandırmaya tabi tutulduklarını ele
alır. Bunu yaparken de varoluşçu bakış açısını benimser ve her öznenin kurduğu
tasarılar aracılığıyla kendini bir aşkınlık biçiminde, somut olarak ortaya koyduğunu,
özgürlüğünü kendini aşarak tamamladığını dile getirir (de Beauvoir, 1993: 31). De
6
Rol kavramının toplumsal cinsiyete iki şekilde uygulanabileceğini ifade eden Connell’a göre, ilk
olarak roller kesin durum ya da konumlar için özgül kabul edilir; ikinci olarak ise bir kadın ya da
erkek olarak cinsiyet rolüne veya kişinin cinsiyetine bağlı bir takım genel beklentilerin yerine
getirilmesi söz konusudur ve bu yaklaşımda, sosyalizasyonun ve sosyal öğrenmenin sonucunda
içselleştirilmiş cinsiyet rolleri olarak yorumlanabilecek kadın ve erkek olmak üzere daima iki cinsiyet
vardır (1995: 22). Öte yandan cinsiyet rolleri, toplumsal cinsiyetin kurumsal boyutlarını, iktidar ve
farkları açıklamakta yetersiz kalır (Kimmel, 2004: 95). Connell’a göre cinsiyet rolü analizi iki rolün
karşılıklı olduğunu varsayarak kadınların ve erkeklerin konumlarının birbirini tamamladığına dair
temel bir eğilime sahiptir; rolleri normlar ve beklentiler şekillendirdiği için cinsiyet rol sisteminde
rolün benliğe uyguladığı kısıtlayıcı bir baskı vardır (1995: 25).
8
Beauvoir, biyolojik verilerin kadınların öyküsünde önemli rol oynadığını, ama neden
kadının ötekileştirildiğini açıklamadığını ve kader olarak algılanamayacağını (1993:
44); Freud’un erkek yazgısını temel aldığını, yaptığı tanımlamaları erkek örneği
üzerine
oturttuğunu,
babanın
üstünlüğünün
toplumsal
bir
olgu
olduğunu
anlayamadığını ve beden ile cinsellik varlığın somut anlatımları ise anlamının
varoluştan edinilebileceğini, ama psikanalizin açıklanamayan olguları temel veri
saydığını ileri sürer (1993: 45-51). Ayrıca de Beauvoir, tarihsel maddeciliğin de
açıklama gerektiren bazı olguları kanıtlanmış veriler olarak aldığını ve insanları
mülkiyete bağlayan çıkarı, tartışmadan kabul ettiğini söyler (1993: 59).
De Beauvoir, tarihin incelendiğinde bütün somut güçleri erkeklerin
elinde bulundurduğunu, ataerkilliğin başlangıcından bu yana kadınların bağımlı
kılınmasının erkeklerin çıkarına hizmet ettiğini, yasaların da bu yönde hazırlandığını
söyler. Böylelikle yaratılış efsanesinin, edebiyatın ve mitlerin de desteği ile kadın
erkekten farklı, ona benzemeyen öteki varlık haline getirilir (1993: 153). Böylece de
Beauvoir “insan kadın doğmaz: sonradan olur. İnsan dişisinin toplum içersindeki
görünüşünü belirleyen biyolojik, ruhsal ve iktisadi bir yazgı yoktur” ve “ancak
başkasının araya girişi bir bireyi Öteki varlık haline getirebilir” der (1993: 231).7
Toplumsal cinsiyet üzerine yapılan, feminist çalışmalar da dahil, pek çok
çalışmanın cinsiyetin toplumsal cinsiyeti öncelediği varsayımına dayandığını
söyleyen Delphy, bu yaklaşımın tarihsel olarak açıklanabilirliğine rağmen kuramsal
7
De Beauvoir’ın feminist kuram açısından önemi “kadının kültürel ve politik statüsünü açıklamak
için varoluşçu vizyonu kullanmış olmasıdır; çünkü de Beauvoir, bir diyalektiğin bir kültür içinde
olduğu kadar birey içinde de baskın olduğunu kavramıştı: ataerkil bir kültürde, erkek ya da eril olan
olumlu ya da norm olarak kurulurken, kadın ya da dişilik olumsuz, esas olmayan, norm dışı, yani
kısaca Öteki olarak kurulur” (Donovan, 1997: 232).
9
olarak bir gerekçesi bulunmadığını öne sürer (1996: 30). 8 Bununla birlikte bu
varsayımın süreklilik gösteren varlığı toplumsal cinsiyet üzerine önyargısız ve açık
bir şekilde düşünmeyi engeller (Delphy, 1996: 30).
Delphy’ye (1996) göre
toplumsal cinsiyet kavramının ortaya çıkışı ile birlikte üç şey tam olarak
gerçekleşmese de, mümkün hale gelir: cinsiyetler arasındaki değişime elverişli keyfi
ve sosyal farklar, tek bir kavramda birleşir; sözcüğün tekil kullanımı dikkati
birbirinden ayrılmış iki parçaya değil, bölünmenin kendisine çeker, bölünmenin
kendisi vurgulanır; hiyerarşi fikri kavrama sıkı sıkıya bağlıdır. Problemli yanı ise,
toplumsal cinsiyetin, cinsiyetin terimleri ile düşünülmeye devam edilmesidir. Başka
bir deyişle toplumsal cinsiyet, doğal dikotomi ile belirlenen sosyal bir dikotomi
olarak görülmeye devam edilir. Yazar, cinsiyetin kap (container), toplumsal
cinsiyetin ise içerik (content) olarak algılandığını, içerik değişse bile kabın değişmez
olarak görüldüğünü söyler; bu bir şekilde kabın doğanın bir parçası olduğunu
dolayısıyla da doğanın değişmezliğini vurgulamak demektir (Delphy, 1996: 33). 9
Etnometodolojik10 bakış açısıyla toplumsal cinsiyeti ele alan Kessler ve
McKenna’ya (1978) göre cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerine yapılan çalışmalara
8
Örneğin Nicole-Claude Mathieu ve Monique Wittig gibi bazı feministler toplumsal cinsiyet terimini
kullanmaya karşıdır (Delphy, 1996: 36). Mathieu (1996) kadınlar ve erkekler arası ilişkilerden söz
edildiğinde ne tür bir sorunsalın içinde konumlanıldığının farkında olunması gerektiğini söyler (1996:
42) ve cinsiyeti kavramsallaştırmak için üç bölümden oluşan bir şema önerir: biyolojik cinsiyetin
verili olarak kabul edildiği cinsel kimlik (sexual identity), cinsiyetin ve toplumsal cinsiyetin birbirine
analojik olarak bağlı olduğu, birbirini temsil ettiği cinsiyetlendirilmiş kimlik (sexed identity) ve
cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin birbirine sosyolojik olarak bağlı olduğu, toplumsal cinsiyetin cinsiyeti
inşa ettiği cinsiyet-sınıf kimliği (sex-class identity) (1996: 44-65). Wittig’e (2012) göre ise toplumsal
cinsiyet kavramı muğlaktır. Baskının cinsiyeti yarattığını söyleyen Wittig (2012) cinsiyet
kategorisinin toplumdan önce a priori olarak var olmadığını, cinsiyetin toplumu heteroseksüel olarak
kuran politik bir kategori olduğu için varlıkla değil ilişkilerle ilgili olduğunu söyler.
9
Petersen’a göre cinsiyet farklarının doğallaştırılmasına yönelik itirazları sürecinde ikinci dalga
feministler, cinsiyeti doğa, toplumsal cinsiyeti ise kültür ile ilişkilendirerek, cinsiyet/toplumsal
cinsiyet ayırımı ile özcü varsayımları çalışmalarına taşımışlardır (1998: 4-5).
10
Harold Garfinkel öncülüğünde dilin araştırma konusu olması etnometodoloji ile başlar;
etnometodoloji insanların içinde bulundukları kültürde gündelik yaşamlarını anlamlandırırken belirli
usullere sahip olduğunu varsayar (Punch, 2005: 213). Etnometodolojinin genel ilgi alanını insanların
10
temel sağlayan, gündelik hayatın içindeki toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet
sosyal bir inşadır; çünkü gerçeği inşa ederken insanlar, verili kabul ettikleri ve
toplumsal olarak paylaştıkları yöntemleri kullanırlar (1978: vii). Kessler ve
McKenna bireyleri kadın ve erkek olarak sınıflandırma sürecini, toplumsal cinsiyete
atıfta bulunma süreci (gender attribution process) olarak tanımlar. Toplumsal
cinsiyete atıfta bulunma toplumsal cinsiyetin, toplumsal cinsiyet rolü veya kimliği
gibi diğer bileşenlerini anlamak için temel oluşturur (1978: 2).11 Bu nedenle erkek ya
da kadın olmak ne demektir sorusu, kişinin bir başkasının kadın mı erkek mi
olduğuna nasıl karar verdiği sorusundan farklı değildir. 12 Toplumsal cinsiyete atıfta
bulunmanın karmaşık bir süreç olduğunu, etkileşimsel olarak atıfta bulunan ve atıfta
bulunulan iki tarafın varlığının gerekliliğini vurgulayan Kessler ve McKenna, bir
grubun toplumsallaşmış üyesi olmanın, bireyin kategorileşmeye dair kabul edilebilir
kanıtları bildiği anlamına geldiğini söyler (1978: 6).13
toplumsal dünyaya gündelik katılımlarını, toplumsal dünyada sıradan bir şekilde, düzenli olarak
etkinliklerini ve bu dünyayı kendileri de dâhil olmak üzere yorumlamaları oluşturur (Deacon,
Pickering, Golding & Murdock, 2007: 310).
11
Kessler ve McKenna’nın (1978) değindiği başka bir kavram cinsiyet belirlemedir (gender
assignment). Toplumsal cinsiyet belirleme bir kere, doğum sırasında, yerine getirilir; bu belirlemeyi
yapan kişi (doktor veya ebe) cinsel organları inceler, sınıflandırır ve incelemenin sonucunda cinsiyeti
açıklar. Toplumsal cinsiyet kimliği (gender identity) ise bireyin kadın veya erkek olduğuna dair
kendine yönelik duygularıdır ve bu nedenle de kendi toplumsal cinsiyetine atıfta bulunmadır (selfattribution of gender) (1978: 8).
12
Öte yandan Kessler ve McKenna’ya (1978) göre bireye bu bağlamda yöneltilen soru (Kadın mı?
Erkek mi?) sorunludur; çünkü sorunun kendisi, cevabın doğasını kararlaştırır. Başka bir deyişle soru,
dolaylı olarak kişinin iki kategoriden birine dahil olduğunu ve fiziksel kanıtlarla uyumlu olması
gerektiğini varsayar (1978: 9). Toplumsal cinsiyete bir kere atıfta bulunulduğunda ikili gruplandırma
süreci başlar (1978: 161). Bu tutum bilim insanlarınca toplumsal cinsiyet özelliklerini araştırmak için
laboratuarlara taşınır ve devamlılığı olan bir çift biçimcilik (dimorphism) inşa edilir. Böylece bilimsel
bilgi de zaten var olan bilgiyi meşrulaştırır (1978: 162-163).
13
Kessler ve McKenna (1978) farklı gerçekliklerde farklı fiziksel özelliklerin nedensellik olarak
kullanıldığını söyler. Örneğin bir gerçeklikte “sakalı olduğu için erkektir” geçerliyken, diğer bir
gerçeklikte “ok ve yay taşıdığı için erkektir” de anlamlı olabilir (1978: 6). Bununla birlikte insanları
kadın ve erkek olarak sınıflandırmak aldatıcı bir biçimde kolaydır. Kadınları ve erkekleri nasıl ayırt
ettikleri sorulduğunda insanların verdiği cevapların çoğu cinsel organları içerir; oysa atıfta bulunma
çoğunlukla cinsel organlara dair bir bilginin yokluğunda gerçekleşir (1978: 17). Lorber ise kıyafetin
paradoksal bir şekilde genellikle cinsiyeti saklarken, toplumsal cinsiyeti görünür kıldığını söyler
(1994: 22).
11
Toplumsal cinsiyetin sosyal inşasını aydınlatabilmek için Kessler ve
McKenna transeksüelliği inceler. Transeksüeller, her şeyden önce, herkesin ürettiği
gibi sosyal ilişkilerde toplumsal cinsiyete dair bir gerçeklik üretir ve transeksüel
olmayanların doğal olarak yarattığı veya başardığı inşayı görünür kılar (1978: 114).
Garfinkel’in öne sürdüğü varsayımdan hareket eden Kessler ve McKenna, normal
sayılan vakalarda doğal karşılanan ve kanıksanan bir şeyin, ihlallerin araştırılması ile
öğrenilebileceğini söyler (1978: 114). Bu nedenle toplumsal cinsiyeti başarmak
(accomplish) ve yerine getirmek (do) transeksüellerde, transeksüel olmayanlara göre
daha kolay fark edilir (1978: 114). Bununla birlikte transeksüellerin ileri sürdükleri
toplumsal cinsiyetleri ile uyum sağlamayan cinsel organlarının bir hata olduğu
düşünülerek düzeltilmesi, cinsel organların toplumsal cinsiyetin esas ve gerekli
işareti olduğu yanılgısını yaratmaya yardımcı olur (1978: 121). Toplumsal cinsiyetin
arka planını oluşturacak gündelik eylemleri sıradanlaştırmanın sürekliliği gerektiren
bir uğraş olduğunu dile getiren Kessler ve McKenna’ya göre toplumsal cinsiyetin
sergilenişinde tüm yük sergileyende (displayer) değildir; işin büyük bir kısmını
aslında algılayan (perceiver) yerine getirir; çünkü toplumsal cinsiyeti sergileyen
konuşması ya da dış görünüşü ile başlangıçta toplumsal cinsiyete atıfta bulunmanın
şartlarını oluşturur. Oysa o andan itibaren toplumsal cinsiyete atıfta bulunma iki
özellikle belirlenir: sergileyenin her eylemi, algılayanın başlangıçta atıfta bulunduğu
toplumsal cinsiyet kategorisi süzgecinden geçirilir ve algılayan toplumsal cinsiyetin
değişmez değerini belirleyen, doğal tutuma 14 sahip olan taraftır (1978: 136-137).
Tüm bireyler için toplumsal cinsiyetin gündelik sosyal inşasını aydınlatabilecek olan
14
Doğal tutum (natural attitude) Husserl tarafından önerilmiş fenomenolojik yapıdır ve belirli
algılamalardan ve inşalardan bağımsız var oluyor görünen bir dünya hakkında, o dünyanın üyelerinin
tartışmasız, kendiliğinden kabul gören önermelerine işaret eder. Ayrıca bu doğal tutum içinde,
toplumsal cinsiyet herhangi belirli bir kadınlık veya erkeklik örneğinden bağımsız bir özellik olarak
var olur (McKenna & Kessler, 2006: 342-343).
12
transeksüellerin
sadece
belirli
davranışları
bu
sosyal
inşayı
sergilemez;
transeksüelliğin varlığı, toplumsal cinsiyet inşası için sahip olduğumuz kuralları
vurgular (Kessler & McKenna, 1978: 112-113).
Garfinkel, Goffman, Kessler ve McKenna’nın görüşlerinden ve
etnometodolojik bir yaklaşımdan yararlanan, toplumsal cinsiyet yaratmak (doing
gender) kavramı 15 ile toplumsal cinsiyeti rutin, düzenli ve tekrarlanan bir başarı
olarak anlamlandırmayı öneren West ve Zimmerman (1987) toplumsal cinsiyeti
başarı veya yerleşik bir davranışın başarılmış özelliği olarak ele almanın, odak
noktasını bireylerden etkileşimsel ve kurumsal alanlara
yönlendirdiğini söyler
(1987: 126). West ve Zimmerman’a göre cinsiyet, bireyleri dişi ve erkek olarak
sınıflandırabilmek için sosyal olarak kabul edilmiş biyolojik kriterlere göre yapılan
saptamadır. Cinsiyet kriterlerinin uygulanması ile bir cinsiyet kategorisine yerleşmek
mümkün hale gelir. Yazarlara göre cinsiyet kategorisi bireyin hangi cinsiyette
olduğuna dair bir varsayımda bulunmak için onun adına vekaleten hareket eder. Öte
yandan cinsiyet ve cinsiyet kategorisi birbirinden bağımsız bir şekilde çeşitlilik
gösterebilir. Toplumsal cinsiyet ise bireyin cinsiyet kategorisine uygun tutumların ve
eylemlerin normatif anlayışı altında yerleşik davranışın başarıldığı eylemdir.
Toplumsal cinsiyet eylemleri, bir cinsiyet kategorisine üyeliğe dair taleplerden ortaya
çıkar ve o taleplerle desteklenir (West&Zimmerman, 1987: 127). Başka bir deyişle
toplumsal cinsiyet Deutsch’un da dile getirdiği gibi olduğumuz değil, yaptığımız
15
Risman ve Davis (2013), bireylerin toplumsal cinsiyeti nasıl içselleştirdiğinin sorunsallaştırılma
sürecinde, toplumsal cinsiyet analizini bireylere odaklanan yaklaşımların ötesine taşıyan iki farklı
kuramsal alternatif geliştiğini söyler. İlki, daha çok eşitsizlik tartışmaları üzerinde duran yeni
yapısalcılardır. Diğeri ise sembolik etkileşimselliğin önemini vurgulayan, etkileşimci gelenek içinde
yer alan toplumsal cinsiyet yaratmadır (doing gender). Risman ve Davis’e göre (2013), West ve
Zimmerman’ın temelini attığı toplumsal cinsiyet yaratma paradigması, çağdaş sosyolojik
araştırmalarda en yaygın kullanımı olan sistemdir.
13
veya yarattığımız bir şeydir ve kadınların ve erkeklerin normatif algılayışı karşısında,
sosyal olarak sürekli yeniden inşa edilmelidir (2007: 106).
West ve Zimmerman’a göre (1987) toplumsal cinsiyet, ne bir rol ya da
değişken ne de birtakım özelliklerdir; toplumsal cinsiyet bir çeşit sosyal eylemlerin
ürünüdür ve kendisini etkileşim yolu ile oluşturur (1987: 129). Bununla birlikte
toplumsal cinsiyeti yaratmak, her zaman kadınlık veya erkekliğe dair normatif
algılamanın beklentilerine göre hareket etmek demek değildir; toplumsal cinsiyetin
değerlendirilmesi riskini16 taşıyan davranışlarda bulunmaktır (1987: 136). Yazarlara
göre toplumsal cinsiyeti bireyler yaratır; ama bu aynı zamanda etkileşimsel ve
kurumsal bir girişimdir. Toplumsal cinsiyeti yaratmadığımız bir durumun olup
olmadığı sorusuna West ve Zimmerman’ın (1987) verdiği yanıt, kadınlar ve erkekler
arasındaki özcü farklarla toplum bölündüğü ve cinsiyet kategorisi uygulandığı için,
toplumsal cinsiyeti yaratmanın kaçınılmaz olduğudur (1987: 136-137).
Deutsch’a göre (2007) toplumsal cinsiyet yaratmak kavramı, bu alanda
yapılan çalışmalarda dört önemli değişikliğe neden olur. Bu kavram öncelikle,
kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal cinsiyetli farkların temeli olarak görülen
sosyalizasyonun
önemini
azaltır;
model
alınan
birtakım
davranışların
içselleştirilmesinden çok, kadınlar ve erkekler toplumsal ilişkiler içinde toplumsal
cinsiyeti yaratır. Bu yaklaşımla toplumsal cinsiyet dinamiktir ve zaman içinde
değişikliğe uğrayabilir. İkinci olarak bu kavram, psikoloji temelinde sosyalizasyon
kuramlarını çürütürken, aynı zamanda toplumsal cinsiyete dair determinist yapısal
değerlendirmelerin zayıf yanlarını da ortaya çıkarır. Örneğin kadınların ve erkeklerin
16
“Toplumsal cinsiyeti yaratmak, bireyin ait olduğu cinsiyet kategorisine uygulanan normatif
standartlara göre yargılanabileceği olasılığı ile o cinsiyet kategorisine karşı sorumlu olarak hareket
etmesidir” (Deutsch, 2007: 109).
14
farklı kaynaklara ve imkanlara sahip olmaları sonucunda ortaya çıkan eşitsizlik,
kadınların bazı olanakları elde etmeleri durumunda bile devam edebilir. Bu kavramın
üçüncü önemli yanı, doğal görünen farklara dair sorgulamadan, verili olarak kabul
edilen ifadelere dikkat çekmesidir. Cinsiyetler arasındaki farklar, doğallık
görüntüsünü sürdürebilmek için, devamlı olarak yeniden inşa edilmelidir. Son olarak
bu kavram toplumsal cinsiyetin inşa edildiğini, inşa edildiyse yapısökümün mümkün
olduğunu ima eder. Toplumsal cinsiyetli kurumlar ve onları destekleyen sosyal
ilişkiler değişebilir (2007: 107-108). Bununla birlikte Deutsch, “yaratmak/yerine
getirmek” (do) sözcüğünün, toplumsal cinsiyetin aynı zamanda her yerde süregiden
sosyal ilişkilerde yaratıldığını (create) vurgulamak adına iyi bir seçim olduğunu
söyler; çünkü sözcük, eylemi çağrıştıran diğer anlamları da beraberinde getirir:
uygulamak/yerine
getirmek
(perform),
gerçekleştirmek
(execute),
başarmak
(accomplish), tamamlamak (complete), çabalamak (exert) (2007: 122).
Öte yandan toplumsal cinsiyet yaratmak, kavram olarak eleştirilerin
ortaya çıkmasına da neden olur. Deutsch, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan
kaldırılabileceği anlamını çıkarmanın zor olduğunu dile getirerek, “yaratmak/yerine
getirmek” sözcüğünün, “başarılmış” veya “gerçekleştirilmiş” anlamına işaret ettiği
durumlarda, toplumsal cinsiyet farklarını dağıtmak veya yok etmek yerine, bu
farkların yerine getirilme başarısını çağrıştırabileceğini söyler ve böyle bir durumda
“uygunluk” (conformity) çağrışımı yaratan
toplumsal cinsiyeti yaratmak yerine,
direnişi çağrıştıran toplumsal cinsiyet yaratmamak
(undoing gender) kavramını
önerir (2007: 122). West ve Fenstermaker (1995) fark kavramı üzerinde durarak,
toplumsal cinsiyet yaratmak yaklaşımına atıfla, daha önceki formülleştirmenin sınıfı
ve ırkı göz ardı ettiğini, böyle bir yaklaşımın sosyal eşitsizliği anlamak adına yetersiz
15
bir çerçeve oluşturduğunu söyler (1995: 9). Risman ve Davis’in (2013) değindiği
kesişimsellik kavramını hatırlatacak şekilde, West ve Fenstermaker’a göre (1995)
bireylerin sosyal farkları düzenleyen kategoriler olarak deneyimledikleri toplumsal
cinsiyet, ırk ve sınıf, farklı özellikler ve sonuçlar sergilerken, sosyal eşitsizliğin
üretiminde kıyaslanabilir mekanizmalardır ve bireyler toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf
deneyimlerini eş zamanlı olarak yaşarlar (1995: 9-11).
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarını açıklamak veya
anlamlandırmak üzere sürdürülen tartışmalarda beden ve cinsellik kavramlarının
önemli bir yeri vardır. Sancar’ın da dile getirdiği gibi bu tartışmaların dönüm
noktalarından birini Foucault’nun Cinselliğin Tarihi kitabı oluşturur; çünkü Foucault
cinsiyetin işleyişini, toplumsalın örgütlenişinde bir iktidar stratejisi olarak gösterir ve
yeni bir yaklaşımın öncülüğünü yapar (2009: 177). Beden, cinsellik, delilik,
hapishane ve iktidar üzerine yazdıklarıyla ve disiplin, soyağacı, biyopolitika ve
söylem gibi önemli kavramlarla Foucault evrensel ve tarih dışı olarak kabul edilmiş
biyolojik özelliklerin, erkeklik ve kadınlık psikolojilerinin, cinsel normallik ve
sapkınlık tariflerinin tarihsel ve kültürel olarak oluştuğunu ve sabit olmayıp
değişken davranışlar olduğunu gösterir (Sancar, 2009: 177). Foucault’nun
düşünceleri ile feminist kuramın kesiştiği noktanın Hapishanenin Doğuşu
(1975/2006) ve Cinselliğin Tarihi (1976/2003) çalışmaları olduğunu söyleyen
McNay’e göre Foucault beden ve iktidar kuramı arasında kurduğu ilişki
ile
feministlerin kadınlara yönelik baskının bazı yönlerini açıklayabilmelerine olanak
tanır; çünkü Foucault’nun cinsellik anlayışı doğuştan gelen veya bedenin doğal bir
özelliği değil, tarihselliğin etkisinde belirli iktidar ilişkilerinin sonucunda olduğudur.
Bu ise feministlere kadınların cinselliğinin, kültürel olarak belirlenmiş imgelerle
16
nasıl kontrol edildiğini ve güçsüzleştirildiğini açıklamak için kullanışlı analitik bir
çerçeve sunar ve özcülüğün eleştirisine katkıda bulunur (1992: 2-3). Beden düşüncesi
sadece Foucault’nun çalışmalarının değil aynı zamanda post-yapısalcı yaklaşımın da
temel kavramıdır (McNay, 1992: 12).
Çağdaş sosyal araştırmalarda, politik olana dikkat çekerek, öne çıkan
önemli iki yaklaşımın feminizm ve postmodernizim olduğunu söyleyen Punch’a göre
postmodernizm Batı uygarlığının büyük anlatılarına kuşkuyla yaklaşır ve bilginin
değişken, parçalı ve yerel olduğunu, farklı kaynak ve biçimlerde ortaya
çıkabileceğini göstererek belirsizliği, dünyanın
çoğulcu ve birçok egemen veya
otorite alanına bölünmüş yapısını vurgular (2005: 133-141). Bu nedenle yöntemleri
reddetmek yerine postmodernizim, bütün yöntemleri sorgulamayı hedefleyerek
onlara kuşku ile yaklaşır ve yeni sorulara, yeni ve farklı bilme biçimlerine açık
olmayı gerektirir (Punch, 2005: 139). Post-yapısalcılık ise sistemleri, onları kontrol
eden otorite ve iktidar yapılarından bağımsız olarak ölçerek yapısöküme uğratır
(Humm, 2002: 194). Ayrıca post-yapısalcılık, öznelliği kuramlaştırması ve edebi
veya sosyal metinlerin sadece birer betimleme olmadıklarını, aynı zamanda belirli
ideolojileri gizlediklerini ortaya çıkarması nedeniyle feminizm açısından önemlidir
(Humm, 2002: 196).
İktidarın günlük hayatın içinde karşılıklı ilişkilerle işleyişi fikri toplumsal
cinsiyetin nasıl işlediğini araştırmak adına yararlı olduğu için, Foucault’nun iktidar
analizi postmodernist eleştirilerde etkili bir rol oynar (Woodward, 2011: 105).
Donovan’a göre postmodernistler, özellikle Foucault, üst anlatılara hücum etmenin
yanı sıra, Batı uygarlığının hakimiyet kurucu disiplin pratiklerinin somut biçimleri
olarak düşünülen okul, hapishane, ordu gibi büyük kurumları eleştirir; çünkü hakikati
17
ortaya çıkarmak, üst anlatılar tarafından bastırılmış veya kıyıya itilmiş meşruiyete
yeni temeller sağlar (1997: 381).
Woodward
ise
postmodernist
kuramların,
toplumsal
cinsiyetin
karmaşıklığına dikkat çektiğini, eşitsizlik tartışmalarında cinselliğin önemini
vurguladığını ve çeşitlilik gösteren toplumsal cinsiyet kimliklerini ve erkeklikleri
kapsamak açısından, örneğin ikinci dalga feminizme göre, daha avantajlı olduğunu
söyler (2011: 106). Öte yandan karmaşık kuramsal yaklaşımlar, iktidar analizini
fazlasıyla karmaşıklaştırabilir ve yerleşmiş sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri göz ardı
ederek cinsellik bağlamında bireyselliğe öncelik verebilir (Woodward, 2011: 106).
Ayrıca postmodernizim kuramlara kuşku ile yaklaştığı ve politik olarak çoğulculuğu
önerdiği için, kuramlar arasından yapılabilecek bir seçimde yol göstermez ve
kadınlar gibi bir grup kimliğine bağlılığı gerektiren kapsamlı bir politik kimlik
imkanını kapattığı için, politik eylem imkanını kısıtlar veya engeller (Donovan,
1997: 382).
Önceleri homofobik bir karalama olan queer terimi, 1990’larda genç
eşcinsel ve lezbiyen aktivistler tarafından benimsenir ve queer kuram olarak
adlandırılan kültürel çözümlemelerin içinde entelektüel söylemin bir parçası haline
gelir (McKenna&Kessler, 2006: 348). Queer kuram’ın eşcinsel ve lezbiyen
kimliklerin sorgulanmasına yönelik tartışmaları şekillendiren belirli kültürel ve
kuramsal baskıların bir ürünü olduğunu dile getiren Jagose’ye göre, bu bağlamda
önemli olan post-yapısalcılığın iktidar ilişkilerini ve kimliği sorunsallaştırmasıdır
(1996: 76); çünkü hem lezbiyen hem eşcinsel hareketi, etkili politik müdahale için
gerekli bir öncül olarak, özünde kimlik politikaları mefhumuna bağlıdır (1996: 77).
Queer kuram, Duruel Erkılıç’ın da belirttiği gibi, cinsiyet/toplumsal cinsiyet/cinsel
18
yönelim kimliklerinin doğal olmadığını, bu kimliklerin tarihsel, kültürel ve toplumsal
olarak kurulduğunu ve bu nedenle de iktidar ilişkilerinden bağımsız olamayacağını
ileri sürer; çünkü bu kimliklerin tanımlanması baskıcı bir tutumun sonucudur ve
sınırları kimlik politikaları tarafından belirlenir (2013: 226).
Toplumsal cinsiyetin sınırlarını bulanıklaştırarak, merkeze değil uçlara
odaklanan queer kuram, alanın en önemli teorisyenlerinden Judith Butler’ın
çalışmalarından yola çıkarak toplumsal cinsiyet ve cinsellik arasındaki ilişkilere dair
daha karmaşık bir değerlendirme sunar; iki toplumsal cinsiyet kategorisinin
değişmezliğine müdahale eder; toplumsal cinsiyet ve cinsellik arasındaki ayrımı
önemser ve toplumsal cinsiyetten çok cinselliğe yoğunlaşır fakat akademinin
dışındaki insanlarla arasında mesafe yaratan karmaşık bir dil kullandığı ve sosyal
alanlara daha az odaklandığı için eleştirilir (Woodward, 2011: 89-91). Ancak queer
kuram, heteroseksüelliğin aynı zamanda her yerde mevcut egemen konumunu,
normlarını ve düzenleyici pratiklerini sorguladığı ve Judith Butler’ın, ileride
görüleceği gibi, sözünü ettiği heteroseksüel matrisi oluşturan politikalar, pratikler ve
gündelik hayattaki karşılaşmalarla
heteroseksüelliğin toplumun yapısında nasıl
yerleşik bir hal aldığını gösterdiği (Woodward, 2011: 57) için güncel ve önemli bir
kuramdır.
Butler’a göre performatifliğin yinelenebilirliği bir faillik kuramıdır
(2010:
29).
Kişiler
toplumsal
cinsiyet
normlarına
uygun
bir
şekilde
cinsiyetlendiklerinde ve bu doğrultuda davrandıklarında idrak edilebilir hale gelir.
Bu bağlamda kimlik istikrarlı kılınır; kültürel olarak anlaşılır ve tutarlı bulunur
(2010: 65-66). Failliğin ontolojik bir önceliği olmadığını söyleyen Butler’a göre
yapan veya eyleyen yapılanın aracılığıyla değişken bir şekilde inşa edilir (2010:
19
233). Bireyin anlaşılabilirlik veya idrak edilebilirlik kazanması için özne, failliğin
önkoşulu olarak iktidarla ikircikli ve tabiyete dayalı bir ilişki içindedir (2005: 9-10).
Bir yapma edimi olarak performatif toplumsal cinsiyet kimliği, yinelemeler ve
göndergesel bir pratikle performatif olarak kurulur (2010: 77). Performatiflik bir
tekrar süreci içinde oluşur; normların düzenlenen ve sınırlandıran tekrarı ile
anlaşılabilir (2004: 48). Butler’a göre toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını
görünür kılan drag performans ise toplumsal cinsiyeti hakikat ve sahtelik
söyleminden çıkarır (2010: 226-227). Öte yandan drag performans toplumsal
cinsiyete
dair
bir
idealleştirme
olasılığına
sahip
olduğu
kadar
yeniden
bağlamsallaştırmaya dair bir alt üst ediş potansiyeline de sahiptir (Butler, 2014a:
178-179).
Özetle performatif toplumsal cinsiyet erkekliği standartların belirlendiği
normatif bir imlemden çıkarıp yeniden imleme olasılığı sağlayarak erkeklik
konumlarını sorunsallaştırma olanağı yaratır. Performatif toplumsal cinsiyet
kuramının önemli bir parçası olarak drag performans toplumsal cinsiyetin orijinali
olmayan bir taklit oluşunu ve sürekli bir uğraşı gerektirdiğini ortaya koyar ve altüst
etme imkanı kadar idealleştirme riskini de içinde barındırır. Bu bağlamda erkekliği
tartışmak onu, sabit ve öze dayalı bir konumun yanılsamasından kurtararak çoklu
kimliklerin/erkekliklerin değişim ve yeniden imleme ile mümkün olabileceğini
gösterir.
Cinsiyet – toplumsal cinsiyet tartışmaları ile “feminizm erkekler ve
erkeklikleri eleştirel bir alana taşır” (Whitehead & Barrett, 2004: 3). Aynı şekilde
queer çalışmalar da erkekliklerin eleştirel bir yaklaşımla ele alınmasını sağlar
(Hearn, 2004: 50). Bu şekilde erkekliğe dair var olan geleneksel kabulün değişmesi
20
gerekliliği ortaya konur (Kimmel, 1987: 9). Erkekliğin eleştirel bakış açısıyla ele
alınması ise erkeklerin de bir toplumsal cinsiyeti olduğunun farkına varılmasını
sağlayarak (Whitehead & Barrett, 2004: 3) toplumsal cinsiyetin dinamiklerini ortaya
çıkarır ve erkeklerin konumunu sorunsallaştırır (Connell, Hearn & Kimmel, 2005: 1).
Böylece erkekliği standartları belirleyen normatif bir imlem olarak ele almak yerine
sorunsallaştırmak ise erkeklerin temel ölçüt sayılmalarını sorunlu hale getirir
(Kimmel, 1987: 10-11).
Bununla birlikte erkekliği post-yapısalcı bakış açısıyla ele almak da
erkek kimliğinin sorgulanabilir olduğunu ortaya koyar (Sancar, 2009: 25). Çünkü
post-yapısalcılık erkeklik çalışmaları için uygun bir dil ve zemin hazırlayarak
erkekliğin doğal ve verili bir anlamı olmadığını öne sürer; erkekliğin gerçek
deneyimlerini daha iyi yansıtarak toplumsal cinsiyeti tüm karmaşıklığı içinde
görünür kılar (Reeser, 2010: 10-15). Bunun sonucunda ise erkekliğin akışkan,
değişken ve istikrarsız olduğunu düşünmek, belirli erkeklik kalıplarının bir cevap
oluşturmadığını ortaya çıkarır (Reeser, 2010: 15). Bu bağlamda Butler’ın performatif
kavramı, erkekliklerin biyolojik bir öz değil, iktidar ilişkileri içinde ve normların
etkileri olarak ortaya çıktığını öne sürmesi açısından yararlıdır (Brickell, 2005: 29).
Performatifin sağlayacağı altüst etme olanağı ise erkekliğin anlamlandırılmasına
yönelik yeni imkanların ortaya çıkmasını sağlayabilir (Brickell, 2005: 37). Ayrıca
erkekliği performatif olarak ele almak doğrudan atıfta bulunulabilecek orijinal bir
erkekliğin olmadığına, tekrarların doğallık yanılsaması yarattığına işaret ettiği için
erkekliğin değişime açık yapısını ortaya çıkarır (Reeser, 2010: 81-87).
Disiplinlerarası çalışmalara imkan sağlayan ve politik, ekonomik,
kültürel ve sosyal değişimlerden etkilenen sinema ve film çalışmaları da erkekliğin
21
ve erkeklerin temsilini geniş bir çeşitlilik içinde sunar. Sinemada izleyici ile buluşan
farklı erkeklik temsilleri, filmlerin yapıldığı dönemlere ve ülkelere, ideolojik
altyapılarına, türlerine, anlatı yapılarına ve oyuncuların performanslarına bağlı olarak
değişiklik gösterir. Örneğin, bir aksiyon filminin anlatı yapısı erkek kahramanı,
melodramdan veya komediden farklı uylaşımlar içinde sunar; farklı ülke
sinemalarında erkeklik sunumu değişiklik gösterebileceği gibi aynı ülkenin farklı
tarihsel dönemlerinde değişen erkeklik temsilleri filmlerde yer alır veya anaakım
sinemanın ideolojik çerçevesi erkeklikleri
bağımsız filmlerden ya da sanat
filmlerinden farklı biçimlerde izleyiciyle buluşturur.
Bu çalışmada Ercan Kesal’ın başrolde olduğu Küf (Ali Aydın, 2012),
Yozgat Blues (Mahmut Fazıl Coşkun, 2013) ve Ben O Değilim (Tayfun Pirselimoğlu,
2013) filmleri örneklem olarak seçilmiştir. Çalışma örneklem olarak seçilen
filmlerde Ercan Kesal’ın sınırlı performansla canlandırdığı erkek karakterleri Judith
Butler’ın performatif toplumsal cinsiyet kuramı ile çözümleyerek, bu karakterlerin
performatifi bir strateji olarak kullandıklarını, başarı ve başarısızlıkla sonuçlanan
eylemlerin ise yeni bir imleme ve anlamlandırma olanağı yarattığını ortaya koymayı
hedeflemektedir. Sanat sineması içinde yer aldığı söylenebilecek bu filmlerde
incelenecek erkek karakterler benzer davranışlar sergiler. Karakterler genellikle
sessizdir, yavaş hareket ederler, düşündükleri sessiz anlar çoğunluktadır. Bu
doğrultuda çalışmada, performans ve performatif kavramlarının farkı gözetilerek,
karakterler ve oyuncu sınırlı bir performans sergilemeleri açısından ele alınacaktır;
çünkü örneğin aksiyon filmlerinde sunulan aşırı erkeklik performanslarının aksine
sınırlı erkeklik performansı, erkekliğin performatif kuruluşunu gizlemektedir. Başka
bir deyişle erkekliğin performatif özelliğinin görünür olmaması için performansın
22
sınırlanması gerekir (Reeser, 2010: 89). Bu bağlamda karakterleri canlandıran ve
sınırlı performans sergileyen Kesal’ın oyunculuğu da
önemli hale gelmektedir.
Aşırılıktan uzak ve minimal bir oyunculukla Kesal’ın performans ve performatif
farkını görünmez hale getirdiği, tekrarlarla karakterlere dönüştüğü söylenebilir.
Çalışmada incelenecek olan filmlerde karakterlerin sürdürdükleri
sıradan hayat içinde peşine düştükleri arzuları veya yerine getirmek istedikleri
hedefleri vardır. Küf’te Basri oğlunu aramaktadır; Yozgat Blues’da Yavuz’un amacı
büyük bir titizlikle sergilediği performansını sürdürmektedir ve Ben O Değilim’de
Nihat başka biri olmaya çalışmaktadır. Peşinde oldukları arzu veya hedefleri
karakterlerin öznelliğini ve değişimlerini mümkün kılmaktadır. Böylece arzuladıkları
veya hedefledikleri şey, peşinde olma süreçleri ile birlikte karakterler üzerinde
özneleştirici bir etkiye sahiptir: Basri için oğlunu aramak onu bir özneye
dönüştürmüştür, ama oğlunu bulmak onun başka bir erkeklik sergileme olasılığının
yolunu açar. Yavuz peruğunu takarak doğru ve başarılı olduğuna inandığı bir
performansı sürdürür ve biri olduğuna inanır, ama peruğunu çıkardığında artık başka
bir erkeklik biçimi söz konusu olacaktır. Nihat ise yavaş yavaş Necip’in yerine
geçerek başka bir hayatı kendine mümkün hale getirir, ama bu değişimin aslında
sürekliliğini vurgulayan film, onu bir çıkmaza sokarak bu iki erkeklik biçiminden
farklı bir olasılığın gelecekte ortaya çıkabileceğini gösterir. Karakterlerin yaşadıkları
dönüşüm, başarı ve başarısızlık anlarında ortaya çıkar. Bu anlar ise performansın
parçalanarak veya bozularak tutarsızlığın yaşandığı anlardır.
İncelenecek
erkek
karakterlerin
aynı
oyuncu
tarafından
canlandırılması filmlere dair hedeflenen bir çözümleme sırası da sağlamaktadır. Küf
ile erkekliğin yasa ve iktidar ile tabiyet ve maduniyet ilişkisine odaklanarak
23
erkekliğin performatif kuruluşu ve değişimi ele alınacaktır. Yozgat Blues ile
performansla toplumsal cinsiyetin dolayısıyla da erkekliğin taklide dayalı yapısı, bir
erkeğin başka bir erkeği, drag performansla kurulacak paralellik doğrultusunda,
tekrarlarla nasıl canlandırdığı veya farklı bir erkekliği nasıl oluşturduğu üzerinde
durulacaktır. Yasa, maduniyet, performans ve performatif kavramlarını bir araya
getiren Ben O Değilim ile erkekliğin performatif kuruluşu sonu olmayan,
tamamlanmayan bir yineleme ve döngü olarak ele alınacaktır.
Küf ve Yozgat Blues’un sonunda karakterler, filmlerin başından itibaren
tekrarladıkları erkeklik biçimlerinden vazgeçmek zorunda kalarak farklı erkeklik
biçimlerinin olasılığını ortaya çıkarır. Böylece filmler açık uçlu sonlanarak veya
kapanmayarak izleyiciyi, filmlerin başından itibaren sergilenen erkeklik biçiminden
farklı bir erkeklik biçimine dair bir olasılıkla baş başa bırakır. Filmlerin başından
itibaren karakterlerin kurmaya çalıştığı idrak edilebilirlik, filmlerin sonunda içinde
kaldıkları belirsizlik ile sekteye uğrar veya alt üst olur. Filmlerde karakterleri ilk ve
son kez gördüğümüz mekanlar da belirsizlik ve geçişi çağrıştırır. Küf’te Basri’nin ilk
kez göründüğü sahne tren raylarıdır; son sahnede ise iki oda arasında kısa bir
duraklama anı ardından karanlık olanı seçer ve karanlıkta kaybolur. Yozgat Blues’da
ise Yavuz ilk olarak bir alışveriş merkezinde görünür; son kez göründüğü sahne ise
otobüs terminalindedir. Yavuz otobüse binmek yerine oturmaya devam eder. Ben O
Değilim ise bir duvarın önünde başlar, hapishanede biter. Nihat ilk kez duvarın
önündeki yatakta görülür; filmin sonunda ise Necip hapishanedir. Ben O Değilim
anlatı ilerledikçe karakter(ler)in idrak edilebilirliğini izleyici açısından muğlaklaştırır
ve değişen erkeklik biçimlerini bir döngüye veya çıkmaza hapseder.
24
Bu hedefler doğrultusunda çalışmanın birinci bölümde Judith Butler’ın
performatif toplumsal cinsiyet kuramı siyasi faillik, heteroseksüel matris, beden ve
drag performans bağlamında ele alınmaktadır. İkinci bölümde cinsiyet ve toplumsal
cinsiyet tartışmalarının ve performatif toplumsal cinsiyet kuramının eleştirel erkeklik
çalışmaları kapsamındaki yeri ortaya konmaya çalışılmaktadır. Üçüncü bölümde
temel olarak erkekleri perdede izlemek, film türleri, performans ve performatiflik
arasındaki ayırım ile sinema ve erkeklik olgusu arasındaki ilişkiye odaklanılmakta ve
oyunculuk ile performans ilişkisi üzerinde durulmaktadır. Filmlerin çözümlemesine
geçmeden önce ise bir geçiş sağlaması amacıyla Türkiye sinemasında erkeklik ve
sinema ilişkisi genel hatlarıyla ele alınmaktadır.
25
1.BÖLÜM
JUDITH BUTLER VE PERFORMATİF (TOPLUMSAL) CİNSİYET
Cinsiyet – toplumsal cinsiyet tartışmalarında gelinen noktada Judith
Butler’ın performatif toplumsal cinsiyet kuramının hangi bağlamda yer aldığı kuramı
anlamak açısından önemli ve gereklidir.
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet
tartışmalarına getirilen farklı kuramsal yaklaşımlar içinde yapısöküm, toplumsal
cinsiyet kavramını cinsiyetin biyolojik kökenli kavramsallaştırılmasını bir kenara
atarak ve bütünleşik gerçekliğe (corporeality) atıfta bulunarak kullanır (Sancar,
2009: 181). Bu bağlamda bedenler önemli hale gelir; çünkü Sancar’ın da dile
getirdiği gibi “bu tarz kuramsal yaklaşımlar toplumsal cinsiyet özelliklerini
belirlediği öne sürülen maddi temel ve onun tarafından belirlenen kültürel/ideolojik
ilişkiler ayrımı ya da söylemsel olan içinde dilsel ya da materyal olan ayrımını
ortadan kaldırmaya çalışır” (2009: 181). Böylece bedenlerin maddi varlığı ile birlikte
“toplumsal ilişkiler ve mekanlar içinde-arasında hareket etmesi” de önem kazanır;
çünkü “bedenlerin öznelliği aynı zamanda maddi pratiklerdir” (Sancar, 2009: 181).
Toplumsal cinsiyeti bir toplumsal performans türü olarak biyolojik bir öze
atıfta bulunmaksızın açıklamaya çalışan Judith Butler’ın öncülük ettiği bütünleşik
gerçekliğe dayalı inşa yaklaşımı, ikili ayrımları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir
kavramsallaştırmayı dener; biyolojik bedenin bir söylem nesnesi olarak cinsiyet
söylemi tarafından kurulduğunu, anatomik bedenin kültürel olarak üretilmiş bir
söylem nesnesi olduğunu öne sürer ve böylece bir anlamda bu yapısökümcü
yaklaşım biyolojik determinizm veya özcülük eğilimlerine karşı çıkar (Sancar, 2009:
26
182-183). Toplumsal cinsiyetin karmaşıklığının disiplinlerarası ve postdisipliner bir
dizi söylemi gerektirdiğini dile getiren Butler, toplumsal cinsiyete dair söylenenlerin
yanlış bir şekilde “doğal olgu” adı verilen şeyleri nasıl düzenlendiğinin ve dolaşıma
dahil ettiğinin izini sürer ve bedensel kategorileri doğallıktan çıkarmaya ve yeniden
imlemeye yönelik bir stratejiyi hedefler (2010: 37-38). Bununla birlikte Cinsiyet
Belası kitabına yazdığı ikinci önsözde belirttiği gibi, Butler “ait olduğu düşünsel
hareketin temel kelime dağarcığına yönelik eleştirel yaklaşımı kışkırtmayı
hedefleyen bir geleneğin”, içkin eleştiri (immanent critique) geleneğinin içinden
yazdığını dile getirir (2010: 11) ve farklı teorisyenleri “bağdaştırmacı (senkretik) bir
tavırla” yeniden ve birlikte okur (2010: 14). Başka bir deyişle Butler, farklı kuram ve
kuramcıları eleştirel bir yaklaşımla ele alarak farklı yaklaşımları bir araya getirir ve
cinsiyet – toplumsal cinsiyet tartışmalarında önemli bir yer edinir.
Butler’ın tanımladığı şekliyle öznellik ve siyasi faillik kavramlarına
geçmeden önce, bu kavramların Butler’ın çalışmalarını önceleyen ve ona temel
oluşturan hangi yaklaşımlar çerçevesinde ele alındığı önemlidir. İçinde yaşanan ve
inkar edilemez bir gerçeklik olarak algılanan en doğallaştırılmış kültürel
kategorilerden biri olarak kimliğe yönelik iddialar, 20. yy.’ın ikinci yarısında,
Foucault, Lacan, Saussure, Freud ve Althusser gibi teorisyenlerce farklı açılardan
sorunsallaştırılmıştır (Jagose, 1996: 78). Kimliğin oluşumu öznelliğe ve siyasi
failliğe dair tartışmaları da beraberinde getirir. Mansfield’ın tanımladığı şekilde
öznellik (subjectivity), farklı benliklere bölünmeye karşı koyan ve iç dünyamızın,
başka insanları ve arzulanan nesneleri neden içerdiğini anlamaya yardımcı olan genel
ve soyut bir ilkeye işaret eder; bu bağlamda özne daima kendisi dışındaki bir şeye
bağlıdır; ayrı veya yalıtılmış bir kendilik/öz yerine, genel doğruların ve paylaşılan
27
ilkelerin kesişiminde işler ve kuramlara veya tartışmalara hakim olansa bu doğruların
ve ilkelerin doğasıdır (2000: 3). Öznenin bulunduğu bağlama göre değişen farklı
türleri vardır: Dilbilgisi öznesi/ben yanıltıcıdır; dili kullanan herkesle paylaşılır ve
çok geniş, sonsuz ve tarih-ötesi bir anlam oluşumunun karmaşıklığına düşülür.
Hukuki-politik özne, kanunların ve kurumların bireyin sosyal etkileşiminin
sınırlandırılmasıyla belirlenir ve sabit kodlar ve iktidar içinde alıcı ve fail olarak
algılanır. Felsefi özne/ben ise hem çözümlemenin nesnesidir hem de hakikat ve
bilginin temelidir (Mansfield, 2000: 3-4).
Mansfield’e göre 20. yy.’ın ikinci yarısına hakim olan öznellik kuramları
genel anlamda iki kategoriye ayrılır. İlki, Freud ve psikanaliz ile Lacan’ın
çalışmalarında olduğu gibi, öznenin doğasını veya yapısını tanımlamayı amaçlar.
İkincisi ise Nietzsche ve Foucault örneğinde olduğu gibi, herhangi bir öznellik
tanımını kültür ve iktidarın bir ürünü olarak ele alır. Her iki yaklaşım da özgür ve
özerk bir birey olarak özne modeline karşı koyar ve özneyi bir inşa olarak görür.
Mansfield’ın da dile getirdiği gibi psikanaliz cinsellik ve toplumsal cinsiyet
üzerinden tanımlanan aile ilişkileri, bilinçaltı ve Oedipus karmaşası, Foucault ise tüm
toplumlarda mevcut bulunan iktidar ve tabiyet ilişkileri ile öznelliğin kurulumunu bir
öze dayandırmadan açıklamayı amaçlar ve böylece sabit, bilinebilir ve özerk bir
öznellik, iktidar tarafından bireysellik çerçevesinde tecrit ve kontrol edilen bir sanrı
olarak algılanır. Bununla birlikte Mansfield’a göre her iki yaklaşım için dil de
önemlidir: Lacan bilinçaltının bir dil gibi yapılandığını söylerken, Foucault hakikat
ve bilgi söylemlerinin davranışları türettiğini söyler. Öte yandan psikanalize göre
Foucault’nun yaklaşımı, öznenin doğasına dair tam anlamıyla bir tanım getirmez.
28
Foucault’ya göre ise psikanaliz, totaliter yaklaşımı ve öznenin doğasını eksiksiz
anlama çabası ile iktidar ile işbirliği içindedir (Mansfield, 2000: 25-52).
19. yy’ın sonu ile 20. yy’ın başında Freud’un yazdıkları hali hazırda
ortaya çıkmayı bekleyen yeni bir benlik anlayışıyla, bölünmüş özne (the split
subject) fikri ile örtüşür 17 ve çok çeşitli konularda yazan Freud’un çalışmaları ve
özne anlayışı bir dönüm noktasını oluşturur (Mansfield, 2000: 25-26). Freud’un özne
anlayışı bilincin kültürel ve sosyal süreçleri ile tehditkar bilinçaltı arasında bölünmüş
bir içsel yaşamla ilgilidir (Mansfield, 2000: 30). Bu nedenle rüyalar, dil sürçmeleri
ve şakalar bilinçaltıyla bağlantılı olarak önemlidir (Mansfield, 2000: 28-30).
Freud’un kuramında öznelliğin ortaya çıkışına dair açıklama, Mansfield’ın da dile
getirdiği gibi, iki nedenle önemlidir: İlk olarak, özne toplumda öne çıkan bir takım
ailevi ve sosyal ilişkilerin kesişiminde üretilir ve böylece öznelliğin kaçınılmaz veya
doğuştan olmadığı ortaya çıkar. İkinci olarak, Oedipus modeli toplumsal cinsiyet
ilişkilerini öznelliğin üretilmesinde esas faktör olarak ele alır (Mansfield, 2000: 31).
Freud kendi toplumunun toplumsal cinsiyet politikalarına bağlı kalmıştır ve bu
nedenle onun öznellik kuramı öncelikle erkeklik kuramı olarak ele alınabilir
(Mansfield, 2000: 31).
Lacan’a göre ise öznellik, bilinçaltı ve dil birbiriyle ilişkilidir; çünkü
bilinçaltı dil gibi yapılandığı için özneye benzer şekilde dil ile üretilir (Hayward,
2000: 276). Özneler veya bireyler önce dünyada var olup sonra dili kullanmazlar;
çünkü dil bireylerin doğumundan önce vardır ve bireyler kendilerini dilin alanında
konumlandırır (Mansfield, 2000: 39). Bununla birlikte Lacan’a göre özne
17
Shelley, Stevenson ve Dostoyevski gibi yazarlar çalışmalarında parçalanmış iç yaşamların
imgelerini üretir ve modern çağın ilerlemesiyle akıldışı itkilerin tehdidinde yeni bir öznellik söz
konusudur (Mansfiled, 2000: 25).
29
bölünmüştür; bilinçaltına itilenler öznenin bütünlükten yoksun oluşuna işaret eder ve
bu nedenle bilinçaltı öznenin bütünlük anlayışını tehdit eder (Hayward, 2000: 377).
Hayward’a göre Freud’un öznellik kuramını yeniden ele alan ve geliştiren Lacan’ın
dilbilimsel bir model kullanması üç nedenle önemlidir: İlk neden Lacan’ın, Freud’un
cinsel dürtülere yaptığı atıfsal çerçeveyi, öznenin ve öznelliğin yapılandığı alan olan
dili ön plana çıkararak değiştirmesidir. İkinci neden Lacan’ın bir dilbilimsel modelle,
çocuğun ayna evresi (the mirror stage) sayesinde İmgesel’den (the Imaginary)
Simgesel’e (the Symbolic) geçisi üzerinde durmasıdır. Son neden ise öznenin ve dilin
benzer bir göstergeler sistemini kullanmasıdır; çünkü ne öznenin ne de kelimelerin
önceden kararlaştırılmış doğal anlamları vardır (Hayward, 2000: 291-293).
Sonuç olarak Freud, toplumsal konumun tanımlanmasında ve aile
ilişkilerinin etkilenmesinde toplumsal cinsiyetin rolünü ve konumunu vurgulayan bir
öznellik modeli sunar (Mansfield, 2000: 48). Lacan’a göre ise öznenin gelişiminde
aile önemlidir, ama benliğin veya öznenin gelişiminde asıl etkili olan biçimlenmemiş
ve aynı anda her yerde bulunan dilin alanıdır; çünkü Lacan’a göre tüm toplumsal
süreçler aslında sembolik süreçlerdir (Mansfield, 2000: 49). Kısacası öznelliği farklı
açılardan ele alan bu yaklaşımlar öznenin bir inşa sonucu ortaya çıktığını, cinsellik
ve toplumsal cinsiyet ile iktidar ilişkilerinin önemli olduğunu vurgular.
a.Kimlik, Öznellik ve Siyasi Faillik
Öznellik ve siyasi faillik kavramları, Judith Butler’ın tüm çalışmalarında
göz ardı edilemez derecede önemli bir yere sahiptir; çünkü Butler’a göre
performatifliğin yinelenebilirliği bir faillik kuramıdır ve onu mümkün kılan bir koşul
olarak iktidarı hesaba katmak bir zorunluluktur (2010: 29). Özne kavramının siyaset
30
için, özellikle feminist siyaset için önemli olduğunu söyleyen Butler’a göre dışlayıcı
pratiklerle üretilen hukuki öznelerin “siyasi inşası kimi meşrulaştırıcı ve dışlayıcı
hedeflerle birlikte ilerler ve bu siyasi işlemler, hukuki yapıları
onların temeli
addeden bir siyasi analiz sayesinde gizlenip doğallaştırılır” ve böylece “hukuki
iktidar, sadece temsil ettiğini öne sürdüğü şeyi kaçınılmaz olarak ‘üretir’” (2010: 45).
18
Başka bir deyişle yasa, yasa önündeki özne mefhumunu üretir; ardından da gizler;
kendi hegemonyasını doğallaştırılmış bir öncül olarak kullanarak meşrulaştırır ve
böylece yasa önündeki öznenin ontolojik bütünlüğüne dair bir varsayımla tarihsel
olmayan bir önündeliğe veya önceliğe yapılan performatif atıfla toplumsallık öncesi
bir ontolojiyi güvenceye alan bir temel öncül oluşur (Butler, 2010: 45-46). 19
Butler için toplumsal cinsiyet kavramı, kimlik veya öznellik kavramları
ile birlikte ilerler. Bu nedenle Butler’a göre “‘kimlik’ üzerinden tartışmanın
toplumsal cinsiyet kimliği üzerine bir tartışmadan önce gerçekleşmesi gerektiğini
düşünmek yanlış olur; çünkü ‘kişiler’ ancak toplumsal cinsiyetin idrak edilebilirlik
standartlarına uygun bir şekilde cinsiyetlendiklerinde idrak edilebilir hale gelirler”
18
Butler’a göre “Foucault, hukuki iktidar sistemlerinin, sonrasında temsil ettikleri özneleri
ürettiklerine işaret eder” (2010: 44, vurgu Butler’a aittir). Foucault Cinselliğin Tarihi’nde yer alan
“Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar” bölümünde, hükümdarın uyrukları üzerinde
doğrudan ve dolaylı olarak iktidar sahibi olmasından egemen iktidarın yaşam ve ölüm üzerindeki
hakkına geçişten söz eder. Foucault’ya göre hükümdarın bir zamanlar sahip olduğu ölüm hakkı
zamanla değişerek, yaşam üzerinde olumlu biçimde etki gösteren yaşamı yönetmeyi, çoğaltmayı ve
yaşam üzerinde denetimler ve düzenlemeler yapmayı hedefleyen bir iktidarın tamamlayıcısına
dönüşür. Bu durumda halkın biyolojik varlığı ön plandadır ve iktidar yaşam üzerinde iki yönde
gelişim gösterir. İnsan bedeninin anatomo-politikası ile beden disiplinleri ve nüfusun biyo-politikası
ile nüfus düzenlemeleri sonucunda iktidar öldürme gücü yerine bedenlerin yönetimini esas alır.
Böylece bedenlerin boyun eğdiği, nüfusların denetiminin sağlandığı tekniklerle biyo-iktidar çağı ve
biyolojik olanın siyasal alanda yansıma bulması söz konusudur. Böyle bir iktidar ise, öldürmek yerine,
nitelemek, ölçmek, değerlendirmek, hiyerarşiye sokmak durumundadır (2003: 99-118).
19
Butler “kanun önündeki özne” ve toplumsal cinsiyetin performatifliğine dair nasıl bir okuma
yapması gerektiği konusunda Derrida’nın “Kanun Önünde” başlıklı Kafka okumasından
yararlandığını dile getirir ve yasanın kapısında oturan ve yasayı bekleyen kişinin, beklediği yasaya
belli bir kuvvet atfettiğini, yetkili merciin görünmeyen anlamı açıklayacağına dair bu beklentinin
otoritenin atfedilmesini ve kurulmasını sağladığını söyler; böylece beklenti nesnesini çağırır. Buradan
hareketle Butler toplumsal cinsiyet konusunda da benzer bir beklentinin, toplumsal cinsiyetin ifşa
edilebilecek bir öz olduğu fikrine dayanan ve kendini üreten bir beklentinin, olup olmadığı fikrini
sorgular (2010: 19-20).
31
(2010: 65). Sosyolojik tartışmalarda kişi mefhumunun faillik üzerinden anlaşılmaya
çalışıldığını ve bu failliğe ontolojik bir öncelik atfedildiğini dile getiren Butler, bir
kişinin tutarlılığının veya sürekliliğinin, onun mantıksal ve analitik özellikleri
olmadığını, daha çok toplumsal olarak tesis edilen ve sürdürülen idrak edilebilirlik
(intelligibility) normları olduğunu söyler (2010: 65-66). Böylece cinsiyet, toplumsal
cinsiyet ve cinsellik üzerinden istikrarlı kılınan kimlik güvenceye alınır; öte yandan
kültürel olarak anlaşılmayı sağlayan toplumsal cinsiyet normlarına uymayan, bir
anlamda tutarsız veya sürekliliği olmayan kişiler, kişi mefhumunu şüpheli hale getirir
(2010: 66).
Kimlik politikaları üzerine sürdürülen akıl yürütmenin, siyasi bir
eyleme geçilebilmesi için öncelikle bir kimliğin mevcudiyetini gerektirdiği
varsayımına katılmayan Butler, “yapanın ardında bir yapan” olmasının şart
olmadığını, daha çok “yapanın” yapılan içinde ve yapılan aracılığıyla değişken bir
biçimde inşa olduğunu söyler; bu “kendiliğin ve edimlerinin birbirlerinin içerisinde
ve birbirleri aracılığıyla söylemsel olarak değişken inşasıdır” (2010: 233).20 Böylece
Butler, öznenin kültürel bir alandan önce istikrarlı bir varlığı olduğu düşüncesine
katılmaz; failliğin, öznenin olabilirliği ile ilişkilendirildiğini, oysa failliğin kendi
üzerine düşünce yetisi olarak algılandığı için, yerleşikliğine rağmen dokunulmadan
kaldığının varsayıldığını söyler ve de Beauvoir’ı örnek göstererek “Beauvoir’da
toplumsal cinsiyetini icra eden, toplumsal cinsiyeti haline gelen bir ‘ben’ vardır,
20
Bu nedenle Butler, kimliğin değişken inşasının, hem metodolojik hem de normatif bir önkoşul
olduğu ve bunu siyasi bir hedef olarak görecek yeni bir feminist siyaset biçiminin önemli olduğunu
vurgular (2010: 49). Bununla birlikte Butler’a göre politikanın sabit veya değişmez bir özne
gerektirdiğini iddia etmek, bu iddiaya karşı politik bir muhalefetin olamayacağını iddia etmektir
(1992: 4) ve öznenin eleştirisi, öznenin inkarı veya olumsuzlaması değil; daha çok verili veya temelci
olarak yapısını sorgulamanın bir yoludur (1992: 9).
32
fakat daima toplumsal cinsiyetiyle bağlantılı olan bu ‘ben’ yine de tümüyle toplumsal
cinsiyetiyle özdeşleştirilemeyecek bir faillik noktasıdır” der (2010: 234).
Butler’a göre dil ve siyasete özgü hukuki yapılar günümüzdeki iktidar
alanını kurar ve bu alanın dışında yer alan herhangi bir konum yoktur; bu nedenle
meşrulaştırıcı pratiklerin eleştirel bir soykütüğü çıkarılabilir ve hukuki yapıların
doğurduğu, doğallaştırdığı ve hareketsizleştirdiği kimlik kategorilerinin, yaratılan bu
alanda, bir eleştirisi gerçekleştirilebilir (2010: 48). Cinsiyetin toplumsal biçimlerini
baskıcı kılan şeyin, ürettikleri ruhsal zorluklar olduğunu düşünen Butler, iktidar
kuramı ile psişe kuramını, başka bir deyişle, Foucault ve psikanalizi İktidarın Psişik
Yaşamı’nda bir arada ele alır (2010: 30). Butler’a göre
Eğer Foucault’yu takip ederek iktidarı öznenin kurucusu, varoluş koşulu ve onun arzusunun yörüngesi olarak anlarsak,o zaman iktidar yalnızca karşı koyduğumuz değil,aynı
zamanda varoluşumuz için güçlü bir şekilde bağlı olduğumuz, varlığımızın içinde barındırdığımız ve sakladığımız bir şey olacaktır (Butler, 2005: 9-10, vurgu Butler’a aittir).
Bir iktidar biçimi olarak tabiyetin (subjection) 21 paradoksal olduğunu
dile getiren Butler, iktidarı özneye dışarıdan baskı kuran ve özneyi madun eden
(subordinate) yaygın görüşün aksine, iktidar ve özne arasındaki tabiyete ve
bağımlılığa dayalı ilişkiye odaklanır ve tabiyetin sadece bir madun edilme süreci
değil, aynı zamanda bir özne olma süreci de olduğunu öne sürer; çünkü tabiyet, bir
21
“Subject” kelimesinin ikili anlamı hem öznellik hem de tabiyet bağlamında önemlidir. Somay’a
göre “subject/sujet” kavramının “özne” olarak Türkçeye çevrilmesi, kavramın ikili anlamını göz ardı
eder; çünkü “subject” İngilizcede hem teba hem de özne anlamındadır. Bu nedenle Türkçede taşıdığı
felsefi “ben” olma durumu ve gramatik eyleyen/fail anlamının ötesinde, bu anlama ters bir anlam da
taşır. “Subject”, “özne” anlamına gelmeden önce “teba” demektir ve Latince “sub-” önekinin işaret
ettiği üzere bir ast-üst ilişkisini, tabiyet ve bağımlılık ilişkisini gösterir (Somay, 2004: 123).
33
seçim değildir, ama failliği açığa çıkarıp sürdüren bir söyleme bağımlılıkla oluşur
(2005: 9-10).
Butler, öznenin maduniyetini kendi isteğiyle kabul ettiği ve
sürdürdüğü görüşünün aksine, iktidarın işleyişi sonucu tabi kılınmaya bir bağlılık
oluştuğunu, iktidarın bu şekildeki işleyişinin bu psişik etkide ortaya çıktığını ve aynı
zamanda iktidarın bunu sinsice gerçekleştirdiğini ileri sürerek öznenin “geri tepen
iktidarın sonucu” olduğunu söyler. Bununla birlikte Butler, kendi maduniyet
koşullarını arzulamanın, kişiye kendisi olarak devamlılık sağladığını dile getirir ve
önemli bir soru sorar: kişi kendi varlığının devamlılığı için onu yok etmekle tehdit
eden bir iktidara, o iktidarın getirdiği düzenleme ve yasaklara neden sarılır? Butler’a
göre bu durum basitçe bir ötekiye muhtaç olma durumu değildir; çünkü burada
kendini oluşturan iktidara bağımlı olmak söz konusudur ve bağımlılık olmaksızın bu
oluşumun kendisi imkansızdır. Üstelik yetişkin özne bu bağımlılığı hem inkar eder
hem de kabullenir ve “ben” varlık koşullarının reddedildiği bir ortama doğar.
Öznenin aynı anda hem kurulan hem de madun olan ikircikli (ambivalence)
durumuna rağmen, özne bireyin anlaşılabilirlik kazanması için varlığının ve
failliğinin ön koşuludur. Butler’a göre birey tabi olmadan veya özneleşme sürecini
yaşamadan özne olamaz (2005: 14-18).
Öte yandan, Butler’ın da dile getirdiği gibi, hem özne üzerinde
kullanılan hem de onun tarafından kabul edilen ve öznenin oluşumunda araç olan
iktidar, önce özneyi hayata geçirip onun failliğinin koşulu olur; sonra ise öznenin
kendi failliği olmaya geçtiğinde değişime uğrar. Burada üretken bir tersine çevirme
söz konusudur. Başka bir deyişle öznenin varlık koşulu olan iktidar ile öznenin
eylemi olmaya dönüşen iktidar aynı değildir. Butler, öznenin varoluşu için bağımlı
34
olduğu ve yinelemek zorunda kaldığı iktidarın, bu yineleme (reiteration) sırasında
nasıl kendisine karşı döndüğünü sorar ve direnmeyi, yinelemenin kavramları içinde
düşünmek ister. Burada söz konusu olan failliğin bağını oluşturan ikircikliliktir.
İktidarın el değiştirmesi bir başkalaşmayı içerebilir. Maduniyet sonucunda el
değiştiren iktidar belirli koşullara bağlı kalmaya devam edebilir; ama bu bağlılığı
ikircikli bir yolla gerçekleştirir. Böylece elde edilen iktidar hem madun olmayı hem
de direnmeyi kapsayabilir (2005: 19-20).
Butler’ın sözünü ettiği öznenin faaliyet koşullarının yarattığı ikirciklik
durumu bir özne kuramında mutlaka göz önüne alınmalıdır; çünkü iktidarın ve
öznenin birbirine göre önceselliğinin olup olmadığı tartışması önemlidir ve öznenin
failliğin koşulu mu yoksa çıkmazı mı olduğu konusunda sorun yaratabilir. Bu
nedenle Butler öznenin ikircikli durumunu önemser. İktidarın özneye dışsal olduğu
kadar onun mekanı da olduğunu dile getiren Butler’a göre, bu durum basit anlamda
iktidarın özneyi öncelediği ya da onunla özdeşleştirildiği anlamına gelmez. Burada
önemli olan devam ettikleri sürece, iktidar koşullarının sürekli yinelenmek zorunda
oluşudur. Özne ise bu yineleme alanı ve mekanik olmayan tekrardır (2005: 21-23);
çünkü iktidar kabul edildiğinde mekanik olarak yeniden üretilmez ve bunun
sonucunda ise iktidarın farklı bir biçimde ve yönde kabul edilme riski ortaya çıkar
(2005: 27). Başka bir deyişle Butler, öznenin kendisini üreten normları tekrar
etmekte zorlandığında bir risk alanı kurduğunu ve yaşamı riske sokan bu tekrar ile
örgütlenmenin olumsallığının hayal edilebileceğini ve bir yaşamı oluşturan ana
hatların performatif olarak tasarlanabileceğini söyler (2005: 34-35). Kısacası iktidar
koşullarının yinelenme zorunluluğu öznenin de tekrarlarla oluşmasını sağlar.
35
b.Heteroseksüel Matris
Feminist kuramın en önemli tartışmalarından biri olan cinsiyettoplumsal cinsiyet ayırımı biyolojik ve kültürel bir karşıtlık üzerinden ilerler. Bu
ayrımın hem biyolojinin kader olduğu görüşüne itiraz etmek hem de toplumsal
cinsiyetin kültürel olarak inşa edildiğini ileri sürerek, cinsiyetin nedensel sonucu
olmadığını ileri sürmek amacıyla kullanıldığını söyleyen Butler, böyle bir ayrım
nedeniyle feminist öznenin bölünmeye uğradığını, toplumsal cinsiyet ile cinsiyete
getirilen çoklu açıklamaların ise öznenin birliğini tartışmalı kıldığını söyler; çünkü
cinsiyetleri sorunsuz bir ikili olarak görmek, toplumsal cinsiyetin de ikiyle sınırlı
kalmasını varsaymak için bir neden değildir. 22 Butler’a göre ikili bir toplumsal
cinsiyet sistemini varsaymak, cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasında birbirini
aynalayan, bir yanılsama ilişkisi olduğu fikrini sürdürmektir. Öte yandan toplumsal
cinsiyet, cinsiyetten tamamen bağımsız olarak kuramsallaştırılırsa beden ve imleyen
arasında bir nedenselliğin ortadan kalkacağını, dolayısıyla da “erkek ve eril”in dişi
bedeni, “kadın ve dişil”in ise erkek bedenini imleyebileceğini söyleyen Butler,
cinsiyetin değişmezliğine yöneltilecek bir itirazın, cinsiyetin de en az toplumsal
cinsiyet kadar kültürel bir inşa olduğunu ve hatta başından beri cinsiyetin aslında
toplumsal cinsiyet olduğunu ortaya çıkardığını ileri sürer (2010: 50-52).
22
Butler, “berdache, transeksüeller ve toplumsal cinsiyet ikiliği üzerine siyaseten duyarlı ve kışkırtıcı
bir analiz için” (2010: 51) Kessler ve McKenna’nın (1978) çalışmasına işaret eder. Kessler ve
McKenna, toplumsal cinsiyete özgü görevleri yerine getirmenin toplumsal cinsiyet olmakla aynı şey
olmadığını, toplumsal cinsiyet rolü araştırmalarının iki toplumsal cinsiyet olduğu varsayımına
dayandığını dile getirir. Çalışmalarının bir bölümünü Kuzey Amerika yerli toplumlarında var olan ve
kendilerine ilk olarak atfedilen toplumsal cinsiyetin tam tersi bir rolü benimseyen berdache üzerine
yapılmış antropolojik araştırmaları incelemeye ayıran Kessler ve McKenna, toplumsal cinsiyet
ikiliğini pekiştiren transseksüelliğin aksine berdache’in kategorileri aşan özel bir kadın veya erkek tipi
olmak yerine üçüncü bir tür kişi olabileceğini ve terimin kişinin erilliğini veya dişilliğini
nitelendirmediğini, bir isim olarak kullanıldığını söyler (1978: 24-27).
36
Bununla birlikte cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ikiliği ile doğa ve kültür
arasında yaratılan ayrımın, söylemsellik veya kültür öncesi tarafsız bir doğa
anlayışına ve doğanın kültürün üzerinde etki gösterdiği bir yüzeymiş gibi
algılanmasına neden olduğunu dile getiren Butler’a göre, toplumsal cinsiyeti inşa
eden kültür, bir yasa olarak düşünüldüğünde, “biyoloji kaderdir” yaklaşımı yerini
“kültür kaderdir” yaklaşımına bırakır (2010: 52-53). Bu nedenle Butler, de Beauvoir
ile aynı görüşte değildir. Butler’a göre de Beauvoir, “kişi kadın doğmaz, kadın olur”
görüşü ile “kadın” ve “dişi” arasındaki ayrımı vurgulayarak, “kadın”ın doğal bir
gerçeklik değil, tarihsel bir düşünce ve kültürel bir yorum olduğunu söyleyerek
“dişi”nin, bu ayrıma göre anlamı olmayan bir doğruluk veya gerçeklik olduğunu ileri
sürer. “Olmak” eylemi ile beden, tarihsel “kadın” düşüncesine uyum sağlamak ve
kültürel bir işaret olmak için zorlanır (Butler, 1988: 522). Kültürel bir mecburiyet
sonucunda “kadın olunduğu” görüşü ile de Beauvoir’ın toplumsal cinsiyeti bir inşa
olarak ele aldığını söyleyen Butler, bu şekilde ifade ederek de Beauvoir’ın toplumsal
cinsiyeti üstlenen veya kendine mal eden, başka bir toplumsal cinsiyeti de üstlenme
ihtimali olan bir faile işaret eder (2010: 54).23
Bireyin bir özne olarak tutarlılığını veya sürekliliğini sağlayan idrak
edilebilirlik, toplumsal cinsiyetli özne için de söz konusudur. Butler egemen
heteroseksüel çerçevede bireyin kadın işlevi ve erkek işlevi gördüğü ölçüde kadın
veya erkek olduğunu, bu çerçevenin sorgulanmasının ise belli bir yere sahip olma
hissinin zayıflamasına neden olduğunu söyler ve normatif cinselliğin normatif
23
Butler, de Beauvoir’ın doğa-kültür ikiliği ve eril Özne ile dişil Öteki ayrımıyla zihin-beden
ikiciliğini sürdürdüğünü ve zihin-beden ayrımının eleştirilmeden yeniden üretildiğini söyler ve ruh ile
beden arasındaki ontolojik ayrımın daima siyasi ve ruhsal tabi kılma ve hiyerarşi ilişkilerini
desteklediğini dile getirir (2010: 59-60).
37
toplumsal cinsiyeti24 güçlendirdiğini göstermeye çalışır (2010: 15). Bu bağlamda ise
“‘idrak edilebilen’ toplumsal cinsiyetler cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel pratik ve
arzu arasında tutarlılık ve süreklilik ilişkileri kurup sürdüren
toplumsal
cinsiyetlerdir” (2010: 66). İdrak edilebilirliğin sınırlarını ise Butler’ın heteroseksüel
matris olarak ifade ettiği zorunlu heteroseksüellik sistemi oluşturur.25 Butler’a göre
heteroseksüel
matris,
bedenlerin,
toplumsal
cinsiyetlerin
ve
arzuların
doğallaştırılmasını sağlayan kültürel idrak çerçevesidir ve toplumsal cinsiyetin idrak
edilebilirliğini belirleyen hegemonik söylemsel ve epistemik modeli niteler (2010:
49).26
Eylemin toplumsal idrak edilebilirliğini yöneten norm, Butler’ın da
dikkat çektiği üzere yasa veya kural ile aynı şey değildir; norm normalizasyonun
gizli standardı olarak toplumsal pratikler içinde işler ve Butler’a göre norm idrak
edilebilirliği yönetirken, tanınmaya dair belli bazı pratiklere ve eylemlere izin verir,
toplumsal alanın içinde neyin görünüp neyin görünmeyeceğini tanımlar. Normun
dışında olmak paradoksaldır. Norm toplumsal alanı idrak edilebilir kılar ve o alanı
24
Butler “normatif” sözcüğünü genellikle “toplumsal cinsiyeti idare eden normlara özgü” anlamında
kullandığını söyler ve toplumsal cinsiyetin bir şekilde görünüm kazandığını, ardından görünene
dayanarak, bu görünümlere dair normatif bir yargıya varıldığını ve bu normatif yargı veya
değerlendirme ile hangi toplumsal cinsiyetin makul hangisinin olmadığı sorusunu cevaplamaya
çalıştığını dile getirir. Böylece toplumsal alanın betimlenmesi normatif işleyişten önce ve ayrı değildir
(2010: 26-27). Bu durum bir anlamda Kessler ve McKenna’nın (1978) sorunun, cevabın doğasını
kararlaştırdığına dair söyledikleri ile paraleldir. Bkz. 12.dipnot.
25
Butler “heteroseksüel matris”in bir çeşit bütünleştirici sembolik haline geldiğini, bu nedenle Bela
Bedenler’de (Bodies That Matter On the Discursive Limits of “Sex”) bu terimi “heteroseksüel
hegemonya” olarak değiştirdiğini, bu şekilde değişebilirliği olan, yeniden ifadelendirmeye açık bir
matris olasılığını ortaya çıkardığını dile getirir (Osborne&Segal, 1996: 119). Bu nedenle Butler, Bela
Bedenler’de yaşanabilir bir bedeni niteleyen düzenlemede, heteroseksüel hegemonyanın işleyişini
ortaya çıkarmak adına düzenleyici normlar tarafından yönetilen bir tür maddeselleşme olarak bedenler
meselesini düşünmeyi önerir (1993: 16).
26
Butler bu terim için Monique Wittig’in “heteroseksüel sözleşme” ve Adrienne Rich’in “zorunlu
heteroseksüellik” mefhumlarından yararlandığını söyler (2010: 49). Wittig, Rousseau’dan yola
çıkarak açık bir şekilde belirtilmemiş de olsa temel anlaşmaların toplamı olan toplumsal bir bağı ve
sözleşmeyi “heteroseksüel” kelimesinin özetlediğini ve toplumda yaşamanın heteroseksüellikte
yaşamak olduğunu öne sürer (2012: 69). Rich’e göre ise heteroseksüellik dayatılır, yönetilir ve
örgütlenir; propaganda ile yaygınlaştırılır ve güç ile sürdürülür (Turcotte, 2012: 17).
38
birey için normalleştirir. Öte yandan normun dışında olmak da bir anlamda normla
ilişkisel bir tanım gerektirir. Yeterince eril veya yeterince dişi olmamak, yeterince
eril veya dişi olmak ile anlaşılır. Butler’a göre kişi ne bir toplumsal cinsiyettir ne de
ona sahiptir. Toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyetin varsaydığı hormonal,
kromozomonal, psişik ve performatif olarak, eril ve dişilin normalleştirildiği ve
üretildiği bir vasıta veya bir mekanizmadır. Bununla birlikte Butler, toplumsal
cinsiyetin pekala bu tür terimlerin yapısöküme uğrayabileceği, doğallıktan
uzaklaştırılabileceği bir vasıta da olabileceğini söyler (2004: 41-42); çünkü eğer
toplumsal cinsiyet bir norm ise bu bireylerin benzemeye çalıştığı bir model demek
değildir. Aksine norm, öznelerin idrak edilebilir alanını üreten toplumsal iktidarın bir
formudur ve toplumsal cinsiyet ikiliğinin kurumsallaştırıldığı bir vasıtadır ve
toplumsal pratikler içinde canlandırıldığı, bedensel yaşamın toplumsal ritüellerince
yeniden idealize edildiği ve yeniden kurumsallaştırıldığı sürece devamlılık gösterir.
Başka bir deyişle Butler’a göre normun bağımsız ontolojik bir statüsü yoktur ve
dolayısıyla da basitçe örneklere indirgenemez (2004: 48).
Toplumsal
cinsiyet
normlarını
oluşturarak
ve
normatif
değerlendirmenin araçsallığını kullanarak, heteroseksüel matris idrak edilebilirliğin
de matrisi veya ana yapısı olur. Butler toplumsal cinsiyet kimliğini idrak edilebilir
kılan bu kültürel matrisin, idrak edilebilirlikle örtüşmedikleri için başka bazı
kimliklerin var olmamasını gerektirdiğini, ama özellikle bu kimliklerin varlıklarını
sürdürmesi idrak edilebilirlik alanının sınırlarını ve düzenleyici hedeflerini altüst
edebilmek adına önemli bir fırsat sunduğunu ifade eder (2010: 66-67). Oysa idrak
edilebilirlik bir deneyim birliği ile ortak hareket eder. Butler’a göre toplumsal
cinsiyetin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve arzunun birliğinden oluşan bir deneyim
39
birliğini ifade edebilmesi için, cinsiyetin toplumsal cinsiyet ve arzuyu zorunlu kıldığı
düşünülür; dolayısıyla da bu zorunluluk toplumsal cinsiyet bağlamında iç tutarlılık,
istikrar ve heteroseksüelliği gerektirir (2010: 73). Böylece cinsiyet, toplumsal
cinsiyet ve arzu arasında bir nedensellik varsayılır; kurumsal heteroseksüellik ile ikili
toplumsal cinsiyet ayrımı bir sistem olarak işler ve hem nedensel süreklilik hem de
kurum doğallaştırılır (2010: 73-74).
Heteroseksüelliğe dayalı evlilik sistemi sınırları içinde, üreme ve
akrabalık ilişkileri ile sabit toplumsal cinsiyetli bireylerin yeniden üretilmesini
garantiye alan zorunlu heteroseksüellik Butler’a göre, bedenlerin doğallaştırılan
heteroseksüel eğilimleri ve görünümleri ile sistemi hem görünmez kılar hem de
tekrar üretir (1988: 524). Lévi-Strauss’un “akrabalık ve egzogami”, Freud’un “ensest
tabusu” ve Lacan’ın “Baba’nın Adı” kavramları ile Yasa’yı ele alan Butler, böyle
kurucu yapısalcı bir çerçevede, hem heteroseksüelliğin hem de eril cinsel failliğin
doğallaştırılmasının, hiçbir yerde gerekçelendirilmeyen ama her yerde varsayılan
söylemsel inşalar olduğunu ileri sürer (2010: 102).
27
Bununla birlikte Butler,
eşcinsellik tabusuna da değinir ve eşcinsellik tabusunun, ensest tabusundan önce
gelmesinin mantıklı olduğunu, çünkü eşcinsellik tabusunun Oedipal kompleksi
mümkün kılarak heteroseksüel eğilimleri yarattığını söyler; bu eğilimler ise,
içselleştirildiğinde ayrı veya farklı toplumsal cinsiyet kimliği ve heteroseksüelliği
27
Rubin, Freud ve Lévi-Strauss arasındaki benzerlikleri şu şekilde sıralar: Akrabalık sistemleri
cinsiyetler ayrılığını gerektirir; cinselliği yöneten belirli kuralları içerir ve zorunlu heteroseksüelliği
üretir. Benzer bir şekilde Oedipal evre cinsiyetleri ayırır; Oedipal kriz ile kurallar ve tabu asimile
edilir/içselleştirilir ve heteroseksüel arzu bu evrede oluşur/kurulur (2011: 57). Butler’a göre Rubin’in
yaklaşımında Lacancı biçimiyle psikanaliz ile Lévi-Strauss’un akrabalık ilişkileri tanımı birbirini
tamamlar ve ikili cinsiyet ayrımlarını hiyerarşik toplumsal cinsiyetlere dönüştüren kültürel
mekanizma, hem kültürel kurumlar tarafından emredilir hem de bireyin ruhsal gelişimini yapılandıran
yasalar tarafından aşılanır ve heteroseksüel yatkınlıkla sonuçlanır (2010: 143).
40
üretip düzenleyen bir yasanın etkileridir (2010: 130-131). Böylece yasa, eğilimleri
ürettiği gibi, onları akrabalık ilişkileri içinde doğallaştırır.28
Baskıcı bir emir olan ensest ve eşcinsel tabusunun ve yaratılan
heteroseksüel yatkınlıkların orijinal bir arzuyu varsaydığını söyleyen Butler’a göre
“bu arzu başlangıçta eşcinsel olan libidinal yöneliminin bastırılmasıyla, yön
değiştirmiş bir fenomen olan heteroseksüel arzuyu üretiyordur” ve kültürel alana
giren arzu orijinal anlamından saptığında “baskıcı yasa etkili bir biçimde
heteroseksüelliği üretir ve yalnızca olumsuz ya da dışlayıcı bir kod olarak değil, aynı
zamanda bir onay ve en önemlisi bir söylem yasası olarak işler” (2010: 132).
Bununla birlikte Butler, yasadan önce bir cinsellik bulup onu birincil biseksüellik
olarak tanımlama çabasının, yasanın cinselliği önceleyişini ima ettiğini, yasanın ceza
öncesi bazı cinsel imkanları yasaklayıp bazılarını ise uygun bulduğunu söyler ve
Foucault’nun yaklaşımı ile yasanın izin verilen heteroseksüelliği ürettiği gibi,
yasaklanan eşcinselliği de ürettiğini ve her ikisinin de birer sonuç olduğunu ifade
eder. Çünkü Butler’a göre bu iki sonuç da zamansal ve ontolojik olarak yasadan
sonra gelir; yasadan önce bir cinsellik olabileceği fikri ise yasanın yarattığı bir
yanılsamadır. Başka bir deyişle “önce”nin tanımlanması “sonra”nın terimleriyle
gerçekleşir (2010: 144). Bu anlamda Butler cinsiyet ve toplumsal cinsiyeti
birbirinden farklı kavramlar olarak ele almaz ve özcülüğü temel alan yaklaşımların
karşısında yer alır.
28
“Yasaklayıcı yasayı anlatının kurucu anı olarak kabul eden bakış açısından anlatıldığında yasa hem
cinselliği ‘yatkınlıklar’ biçiminde üretiyor, hem de, dahiyane bir şekilde, ileriki bir zaman diliminde
yeniden ortaya çıkıp ‘doğal’ görünen bu yatkınlıkları kültürel olarak kabul görebilecek egzogamik
akrabalık yapılarına dönüştürüyordur. Sonradan yalnızca kanalize ettiğini ya da bastırdığını iddia
ettiği fenomeni aslında kendisinin ürettiğini gösteren soykütüğünü gizlemek için yasa üçüncü bir işlev
görür: Kendini, ruhsal olgulardan yola çıkan bir nedensel ilişkiler anlatısında mantıksal sürekliliği
sağlayan ilke olarak tesis eder” (Butler, 2010: 131).
41
c.Heteroseksüel Öznenin Kuruluşu
Bireylerin idrak edilebilen toplumsal cinsiyetleri ile heteroseksüellik
sistemi içinde yer alması onların öncesinde heteroseksüel özne olarak kurulmalarını
gerektirir. Butler (2005) “Melankoli: toplumsal cinsiyet/Reddedilen özdeşleşme” adlı
makalesinde, Freud’un bitmemiş bir hüzünlenme süreci olarak melankolinin “ben”i
meydana getiren özdeşleşmelerin oluşumunda esas olduğu fikrinden yola çıkarak
toplumsal cinsiyet özdeşleşmelerinin melankolik özdeşleşme yoluyla nasıl üretildiği
sorusuna cevap arar. Bitmemiş hüzünle oluşan özdeşleşmelerde nesne kaybının
fantazmatik olarak “ben” biçiminde korunduğunu, bedensel “ben”in toplumsal
cinsiyete dair bir morfoloji kazanması ile “ben”in de toplumsal cinsiyete dayanan bir
“ben” olduğunu aktaran Butler, Freud’un yaklaşımında eril ve dişil konumların bazı
cinsel bağlılıkların kaybedilmesini talep eden yasaklarla inşa edildiğini, aynı
zamanda bu kayıpların ortaya çıkmasının ve onlar için
hüzünlenilmesinin de
yasaklandığını söyler (Butler, 2005: 126-129).
Bu
nedenle
Butler’ın
dile
getirdiği
gibi,
erillik
ve
dişillik
heteroseksüelliğin icra edilmesi ile ilerler görünür; eşcinsel bağlılıkların dışarıda
bırakılmasını,
hüzünlenilmeden
terk
edilmesini
gerektirir.
Böylece
aslında
heteroseksüellik yalnızca ensestin yasaklanmasıyla değil; ondan önce eşcinselliğin
yasaklanmasıyla üretilir. Oedipal çatışma heteroseksüelliğin zaten elde edildiğini var
sayar ve arzu da heteroseksüel olarak kabul edilir.29 Bunun sonucunda ise erillik ve
dişillik yaradılıştan gelen özellikler değil, heteroseksüelliğin gerçekleşmesi ile ortaya
29
Butler’a göre kültürün bir parçası olmak, toplumsal cinsiyet farklılığı yaratan Oedipalleşme
sürecinden geçmeyi, hem normatif heteroseksüelliğin hem de ayrı toplumsal cinsiyet kimliğinin bir an
önce gerçekleştirilmesini gerektirir; çünkü çocuk sembolik bir konumun varsayılma süreciyle kültüre
girer ve bu konum ancak Oedipalleşme ile farklılaştırıldığı anda çocuk için toplumsal cinsiyetli bir
konumu söz konusudur; erkek çocuk annesine sahip olamayacağını, onun yerine ikame bir kadını
heteroseksüel arzu çerçevesinde bulması gerektiğini anladığı sürece erkek olacaktır (2004: 120).
42
çıkan icraatlardır. Butler’a göre toplumsal cinsiyetin kuruluşundaki heteroseksüel
matrisin geçerliliği, sadece Freud’un metinlerinde değil, toplumsal cinsiyet kaygısı
ile birlikte bu matrisi içine alan yaşamın kültürel biçimlerinde de bulunur (Butler,
2005: 129).
Butler
heteroseksüelliğin
yasaklamalarla
gerçekleşmesi
nedeniyle
eşcinsel bağlılıkların kaybını zorladığını ve herhangi bir bağlılık ihtimalinin de
inkarını gerektirdiğini söyler. Böylece erkek, bir önkoşul olarak dişil olanı inkar
ederek erkek oluyorsa, dişile duyulan arzu bu inkarın etkisi altındadır. Başka bir
deyişle Butler’a göre erkek asla olamayacağı kadını ister; o kadına dönüşmek utanç
verici olacağı için arzusunu ona yöneltir ve arzunun en kaygılı amaçlarından biri
olarak kadın ile arasındaki ayrımı açıklamaya çalışarak farklılığın kanıtlarını
bulmaya yönelir veya onları inşa etmeye çabalar (Butler, 2005: 130-131).
Butler’a göre heteroseksüelliği konusunda ısrar eden erkek, başka bir
erkeği asla sevmediğini ve dolayısıyla da onu asla kaybetmediğini iddia eder. Burada
ortaya çıkan çifte inkar durumu veya asla-asla inkarı ise heteroseksüel özneyi kurar.
Butler’ın dile getirdiği gibi kimlik hem bu bağlılığı kabullenmeyi hem de kayba dair
hüznü reddeder. Bir anlamda inkar devam ettiği sürece toplumsal cinsiyet bu tekrar
ile oluşur. Başka bir deyişle heteroseksüel matris içinde erillik ve dişillik icra ettikleri
inkarlar yoluyla güçlenir (Butler, 2005: 133). Böylece ensest yasağından önce
eşcinselliğin yasaklanması sonucu bireyin sürdürmek zorunda olduğu inkarlar
heteroseksüel özneyi kurar.
43
d.Performatif/Performativite ve Beden
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramının anahtar kavramını
performatif veya performativite oluşturur. “Performatif” sözcüğünü türeten
(Schechner, 2003: 110) ve bir terim olarak ilk kez kullanan (Chinn, 2010: 106)
Austin’e göre sözcelem (utterence) ikiye ayrılır: saptayıcı (constative) ve
performatif/edimsel (performative). Saptayıcı cümlelerin aksine performatif bir
cümle, herhangi bir şeyi aktarmaz, betimlemez, saptamaz; doğru veya yanlış değildir.
Bu tür cümlelerde bir cümleyi sözcelemek veya söylemek eylemde bulunmak
demektir.30 Performatif bir sözcelemde amaç edimin yerine getirilmesidir. Başka bir
deyişle yapılacak olan değil zaten yapılıyor olan ifade edilir. Bununla birlikte Austin,
performatif cümleler için başka eylemlerde de bulunulduğunu, diğer kişilerce de
durumun kabul edilmiş olduğunu; çünkü kabul görmüş uylaşımsal (conventional) bir
işlem gerektiğini söyler (2009: 39-51).31 Öte yandan Austin performatif dilin neden
değil nasıl bu şekilde işlediğine odaklanır; oysa farkına varılmadan bireylerin neden
hemfikir oldukları önemli bir sorudur (Chinn, 2010: 107).
Chinn bu önemli soruyu Derrida’nın cevapladığını söyler: Derrida
performatiflerin apaçık ve özgönderimsel, bir anlamda kendine işaret eder
olduklarını; çünkü doğası gereği edimsözlerin yineleyici olduğunu, anlam
kazanabilmek için önceden var olan bir modele atıfta bulunmak zorunda olduklarını
söyler (2010: 107). Derrida’ya göre bu yinelenebilir göndergesellik (iterable
30
Austin, performatif cümleler için şu örnekleri verir: “X’i karım olarak kabul ediyorum”, “Bu
gemiye ‘Queen Elizabeth’ adını veriyorum”, “Saatimi kardeşime miras bırakıyorum” ve “Seninle beş
lirasına bahse girerim, yarın yağmur yağacak” (2009: 43).
31
Öte yandan Austin, derslerinin sonunda tüm dilin hem betimlediğini hem de eylediğini söyleyerek
yarattığı karşıtlığı bozar (Chinn, 2010: 122) ve edimsel/performatif sözcelemeleri, saptayıcı
sözcelemelerle karşılaştırması sonucunda ortaya çıkardığı ayrımların gerçekten sağlıklı olup
olmadığını sorar; bir şey söylendiği her durumda hem düzsöz ediminde (locutionary act) hem de
edimsöz ediminde (illocutionary act) bulunulduğu sonucuna varır (Austin, 2009: 148).
44
citation) tüm dillerin tamamlayıcı özelliğidir ve her şeyden önemlisi sözü edilen
uylaşımların kendileri dışında bir kökeni yoktur; çünkü performatif ifadenin
göndergeselliği,
ifadelerin
anlamlandırılmasının
bir
sonucu
olmak
yerine
anlamlandırmayı üretir; böylece sözcelemlerin göndergeselliği ile bir bağlam inşa
edilir (Chinn, 2010: 107). Derrida edimsöz edimlerinde bulunulmasını mümkün
kılanın, sözleri ciddi bir şekilde söylemenin değil, bir şiirin okunması veya sahnede
bir oyunun oynanması gibi, önceden kodlanmış birtakım sözlerin tekrar edilmesi
olduğunu söyler (Aysever, 2009: 31-32).32
Butler, Derrida’nın bir yapının ancak yapısallığını tekrar ederek yapı
olabildiği
görüşüne
katılır
ve
yinelenebilirliğin,
yapının
pekiştirilme
ve
sağlamlaştırılma yolu olduğunu, ama aynı zamanda sonlandırılabileceğinin
olasılığını da ima ettiğini söyler (Osborne&Segal, 1996: 118).33 Bu nedenle Butler’a
göre toplumsal cinsiyet performatif ise toplumsal cinsiyetin gerçekliğinin kendisi
performansın etkisi olarak üretilir demektir. Neyin gerçek neyin değil, neyin idrak
edilebilir neyin olmadığını yöneten normlar olmasına rağmen, performatif
göndergesel pratiğine başladığı anda bu normlar tekrar eder ve sorgulanır. Zaten var
olan normlara atıfta bulunulduğu açıktır, ama bu normlar atıfsallık aracılığıyla
yerinden edilir. Aynı zamanda doğal olmayan gerçeklilik dışı olarak ifşa edilebilir.
Performatif toplumsal cinsiyet pratiği ile sadece gerçekliği yöneten normlara nasıl
32
Derrida, Austin ve Searle’ün ciddi olmadıkları gerekçesiyle yazınsal ve kurgusal söylemi dışlayan
edimsellik anlayışına karşıdır (Aysever, 2009: 31). Başka bir deyişle Austin aktörün göndergesel
pratiklerini sıradan söz edim performanslarından ayırma niyetindeyken, Derrida her ikisinin de
genelleşmiş bir yinelenebilirlik, hem dünyaya hem de sahneye özgü yaygın bir teatrallik ile
yapılandığını sayar (Parker&Sedgwick, 1995: 4).
33
Derrida’ya göre performatifin etkisi, bağlamdan ayrı değerlendirilebilmesinden, bir önceki
bağlamdan ayrılışından ve yeni bağlamlar üstlenme kapasitesinden kaynaklanır; performatif
uylaşımsaldır ve işleyişi tekrarına bağlıdır (Butler, 1997: 147). Böylece bağlamların
sınırlandırılamazlığı ile icra edilen bağlamın betimlenmesi daha ilerideki bir bağlamsallaştırmaya
tabidir (Butler, 1997: 147-148).
45
atıfta bulunulduğu görülmez, aynı zamanda gerçekliğin tekrar üretildiği ve yeniden
üretim esnasında değiştirildiği mekanizmalardan biri kavranır (2004: 218).
Butler’a göre Austin performativitenin öznesini hakim bir özne olarak
ele alır; konuşan ve konuştuğunu yerine getiren, örneğin bir yargıç gibi yasanın
temsilcisi bir özne söz konusudur. Bu nedenle Butler performatifi etkileyici
konuşanın, kabul edilmiş bir iktidar uyarınca hareket ettiği şeklinde anlaşıldığını
söyler. Örneğin yeni doğan bir bebeğin bir doktor tarafından, “Bu bir kız” denilerek
ilan edilmesi, onu belirli aşamalarla bir kız çocuğuna dönüştürecek bir dizi çağırmayı
başlatır (1997: 48-49). Butler, Althusser’den hareketle çağırma (interpellation)
teorisinin özneye seslenilen, öznenin arkasına dönerek kendisine atfedilen kavramları
kabul ettiği toplumsal bir sahne sunar (2005: 102). Althusser’e göre devletin baskı
aygıtından farklı olarak Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA)34 ideoloji kullanarak işler
(1994: 33-35). İdeoloji ise özne kategorisi ile mümkün kılınır; başka bir deyişle
ideoloji öznenin kurucu kategorisi ile özneler için vardır ve bu kategoriyi “apaçıklık”
(obviousness) olarak tanımlayan Althusser, özne olmanın bu açık halinin, ideolojik
etki olduğunu söyler. Böylece özne kategorisi işler, ideoloji DİA aracılığıyla somut
bireyleri somut özneler olarak çağırır ve onları adlandırır (1994: 60-63).
35
Althusser’in dile getirdiği üzere birey özgür özne olarak çağrılır, ama sese doğru
kendiliğinden yürür (1994: 71-72).36
34
Althusser DİA’yı dini, öğretimsel (özel ve devlet okulları), hukuki, siyasal, sendikal, kültürel DİA
ile aile ve haberleşme DİA’sı olarak sıralar (1994: 33-34).
35
Althusser, polisin veya başka birinin “Hey, sen!” seslenişinin bireyleri öznelere dönüştürdüğünü,
bireylerin bunu fiziksel bir dönüş ile gerçekleştirdiğini söyler (1994: 63-64). Bu durumda “ideolojinin
varoluşu ile bireylerin özneler olarak çağrılmaları veya adlandırılmaları bir ve aynı şeydir” (1994: 64).
36
Chinn aralarındaki farklara rağmen Althusser’e göre ideolojinin, Derrida’nın göndergesellik
sürecini ve performatif söz edimlerinin tekrarlanabilirliğini tanımladığı şekliyle, bir etki olarak
kendisini üreten performans şeklinde işlediğini söyler (2010: 109).
46
Butler ise yasaya doğru dönmenin seslenme tarafından zorunlu
kılınmadığını hatırlatır ve bu dönüşün, bir kimlik vaat ettiği için yine de zorunlu
olduğunu söyler. Öte yandan Butler’a göre Athusser öznenin kurulması konusunda
ideolojinin iktidarını göstermek için ilahi sese başvurur; böylece adlandırmanın ilahi
iktidarı, çağırma kuramını yapılandırır. Butler bu yaklaşımın öznenin doğuşundan
önce bir özne varsaydığını dile getirir. Başka bir deyişle seslenişten önce bir hazır
bulunuş söz konusudur (2005: 105-107).
Buna karşılık Butler dinsel otoritenin
sesinin performatif gücünün çağırma kuramına örnek teşkil ettiğini dile getirir, bu
ilahi adlandırmanın gücü ile öznenin toplumsal varlığına seslenen toplumsal
otoritelere kadar ilerlenebilir (2005: 110).37
Öznelerin toplumsallığa çağrılmasının güçlü ve gizli yollarından biri
olarak gördüğü performatif Butler’a göre sadece öznenin oluşumunda değil, politik
mücadelede ve öznenin yeniden ifade edilmesinde çok önemli bir rol oynar; çünkü
performatif öznelerin oluşturulduğu ve yeniden ifadelendirildiği etkili ritüellerden
biridir (1997: 160). Bu nedenle toplumsal cinsiyet ve performatif bir arada
düşünüldüğünde, toplumsal cinsiyetin performatif olduğunu söylemek basitçe hoşa
giden ve altüst eden bir görüntü üretmek adına bir hak iddia etmek değildir; gerçeğin
tartışıldığı ve yeniden üretildiği görülmeye değer ve sonucu olan yolları alegorik bir
biçimde yorumlamaktır (Butler, 2004: 30).
Öte
yandan
Butler,
performans
ve
performatif/performativite
arasındaki ayrımı önemle vurgular: Performans bir özneyi varsayar, oysa
performativite tam da bu özne mefhumuna itiraz eder. Performativite ve performatif
37
Seslenme veya çağırma performatiftir; çünkü bir gerçeği ortaya çıkarıyormuş gibi görünürken, o
gerçeğin imkanı için gereken koşulları da kurar veya oluşturur (Direk, 2009: 76).
47
söz edimleri adlandırdıklarını meydana getirirler. Böyle bir anda söylem, özgül bir
yöntemle üretken hale gelir. Butler performativite’yi adlandırdığını üretme
kapasitesine sahip bir söylemin boyutu olarak düşündüğünü ve Austin’i yeniden ele
alan Derrida’dan yola çıkarak bu üretimin bir tür tekrar (repetition) ve aktarma
(recitation),
ontolojik
etkilerin
kurulduğu
bir
araç
olduğunu
ileri
sürer
(Osborne&Segal, 1996: 112). Bununla birlikte Butler’a göre performativite,
eylemlerin zamanı dışsallaştıran basitçe tekrarı olarak anlaşılmamalıdır; eylemler el
değmemiş veya yinelendikçe kendileriyle özdeş kalmazlar. Aksine eylemin kendisi
bir tekrar, tortullaşma ve eylem benzeri statüsünde engellenen geçmişin donup
kalmasıdır (1993: 244).
Butler, toplumsal cinsiyet normlarının bedenlerin meşru ifade
kazanabilecekleri ontolojik alanı oluşturduğunu ve bu nedenle toplumsal cinsiyete
dair doğallaştırılmış bilginin, önleyici ve şiddet içeren şekilde gerçekliğin sınırlarını
belirlediğini göstermeyi amaçladığını söyler (2010: 29) ve kanun önündeki bir özne
gibi, toplumsal cinsiyetli öz beklentisinin kendisinin dışında konumlandırdığı şeyi
ürettiğini, toplumsal cinsiyetin tekrar ve ritüelden oluşan performatiflik ile beden
bağlamında doğallaştırılmış ve zamansal bir süreç olarak
kavranacak etkilerle
görünür olduğunu dile getirir (2010: 20). Butler, toplumsal cinsiyet edimlerine dair
bir kuram ile bedensel kategorileri doğallıktan çıkarmayı ve yeniden imlemeyi
sağlayabilecek bir stratejiyi ve parodik pratikleri hedefleyerek beden, cinsiyet,
toplumsal cinsiyet ve cinsellik kategorilerini sekteye uğratmayı/altüst etmeyi ve ikili
çerçevenin ötesine geçmeyi amaçlar (2010: 37).
Butler’a göre toplumsal cinsiyetin performatif oluşu, oymuş gibi yaptığı
kimliği kurmasıdır; bu bakımdan toplumsal cinsiyet her zaman bir yapma edimidir;
48
ama yapılandan önce var olduğu söylenebilecek bir özneye ait değildir. Başka bir
deyişle toplumsal cinsiyet ifadelerinin ardında bir toplumsal cinsiyet kimliği yoktur;
bu kimlik performatif olarak kurulur (2010: 77). Daha önce de ifade edildiği üzere
Butler, “yapanın ardında bir yapan” şartı aramaz; hatta edimi yerine getirenin yapılan
içinde ve onun aracılığıyla değişkenlik dahilinde kurulduğunu ileri sürer.
38
Aynı
yaklaşım cinsellik ve beden için de söz konusudur. Butler, Foucault’nun bedenin
söylem sonrasında cinsiyetli hale geldiği görüşünden39 yola çıkarak, yasanın ötesinde
hakiki bir bedenin varlığı yanılgısından kurtulmak gerektiğini, yasayı altüst
edebilecek imkanın ve olasılığın, doğal varsayılan bir geçmiş veya orijinal hazlarda
değil, ancak yasanın içinde, yasa kendine karşı geldiğinde ortaya çıkabilecek
değişimlerde elde edilebileceğini söyler (2010: 168). 40
Toplumsal cinsiyetin bir oluş süreci veya etkinlik oluşu, Butler’a göre,
onu dilbilgisindeki karşılığıyla isim değil, bir eylem yapar ve nedensel olarak
cinsiyetle var olduğu ileri sürülen bağ koparıldığında toplumsal cinsiyet, ikili
38
Butler, deneyim birliği ve cinsiyetlerin karşılıklı konumlandırılmasıyla bir iç tutarlılığının
varsayıldığını, böylece bir önkabul ile hareket edildiğini ve toplumsal cinsiyetli bir ruhsal mizacın
veya kültürel kimliğin başarı sayıldığını söyler (2010: 73). West ve Zimmerman (1987) da başarı
kavramına değinir ve toplumsal cinsiyetin bireyin cinsiyet kategorisine uygun tutumları ve eylemleri,
normatif anlayışa bağlı olarak başardığı eylem olduğunu dile getirir (1987: 127).
39
Foucault’ya göre “cinsellik, iktidarın bedenler ve onların maddesellikleri, güçleri, enerjileri,
duyumları ve hazları üzerindeki etkileri çerçevesinde düzene soktuğu en spekülatif, en ideal ve en
içsel öğedir” (2003: 114). Ayrıca Foucault’ya göre cinsellik, iktidara göre dışta yer almaz; onun
dayatmasına maruz kalır; düzenlemelerinin sonucu ve aracıdır. Foucault, kadınların
histerikleştirilmesi, çocukluğun cinselleştirilmesi, sapkınlıkların psikiyatrikleştirilmesi ve üreme
davranışlarının toplumsallaştırılması ile bir cinsellik tertibatından söz eder ve cinselliğin, bilimin
ayrıcalığı ile normallik ilkesi kazandığını, iktidarla temel ve pozitif bağlantısın uzaklaşarak özgül ve
indirgenemez bir düzleme kök salmış gibi göründüğünü söyler. Foucault’nun sorduğu önemli soru
şudur: Cinsiyet, cinselliğin dışavurumlarının var olduğu bir kök salma noktası mıdır yoksa tarihsel
olarak cinsellik tertibatının içinde oluşan karmaşık bir düşünce midir? (2003: 112-114). Butler
Foucault’nun cinsiyeti köken değil bir sonuç olarak ele alan bir tersine söylem geliştirdiğini ve birincil
imleyen ve nedensellik olarak öne sürülen cinsiyetin yerine, bir iktidar ve söylem sistemi olarak
cinselliği koymayı önerdiğini söyler; çünkü cinselliğin analizi çöküntüye uğrayarak cinsiyetin
analizine dönüşmüştür ve buradaki yanıltıcı tersine nedensellik cinsiyet kategorisinin tarihsel
üretimine dair bir araştırmayı önler (2010: 170-171).
40
Butler iktidarın ne geri çekilebileceğini ne de reddedilebileceğini vurgular; çünkü iktidarı tamamen
aşmak gibi bir fantezi yerine, onu altüst edecek bir parodi ile yeniden konuşlandırmak gerekir (2010:
208).
49
sınırların ötesinde çoğalabilecek kültürel ve bedensel bir eylemdir (2010: 191-192).
Bu nedenle Butler “eğer ‘cinsiyet’ kategorisi tekrarlanan edimler üzerinden tesis
ediliyorsa bu aksinin de geçerli olduğunu, yani bedenlerin kültürel sahadaki
toplumsal eylemlerinin, kategoriye kendi verdikleri gerçeklik iktidarını geri
çekebilecekleri anlamına gelir” (2010: 208, vurgu Butler’a aittir) der. Butler eğer
yerine getirme eylemi olmadan kişi var olamıyorsa, bu yerine getirme eyleminin
varlığın şartlarını oluşturduğunu söyler; böylece “ben” normlar tarafından oluşturulur
ve onlara bağlı kalırken, onlarla eleştirel ve dönüşümsel bir ilişkiyi sürdürebilecek
şekilde de yaşamaya çalışır (2004: 3).
Butler’ın yaklaşımına göre eylemler ve edimler, tutarlılık ve istikrar
dolayısıyla da tutarsızlık ve istikrarsızlık ile bağlantılıdır; çünkü
Edimler, bedensel hareketler ve arzu bir iç nüve veya töz etkisi üretir, ama bunu bedenin
yüzeyinde, kimliğin düzenleyici ilkesine işaret etse de onu asla açıktan göstermeyen imleyici yoklukların oyunu vasıyasıyla üretir. Bu tür edim, bedensel hareket ve icralar genellikle performatiftirler, yani dışa vuruyormuş gibi yaptıkları öz veya kimliği aslında
bedensel işaretler ve diğer söylemsel yollarla üretilen ve sürdürülen üretimlerdir. Toplumsal cinsiyetli bedenin performatif olması demek, gerçekliğini teşkil eden çeşitli edimlerden ayrı bir ontolojik statüsü olmaması demektir (Butler, 2010: 224, vurgu Butler’a
aittir).
Butler’ın vurguladığı gibi burada söz konusu olan tekil ve kasti bir
edim değil, yineleyici ve atıfsal bir pratiktir; böylece bir söylem etkilerini üretir ve
bedenin cinsiyeti maddeleşir. Öte yandan yinelemenin kaçınılmazlığı veya mecburi
yineleme ile cinsiyet, zaman boyunca maddeleşmesi zorunlu kılınmış ideal bir yapı
50
olur (2014a: 8). 41 Dolayısıyla performatiflik bir sürekliliği ve cinsiyet normlarını
oluşturarak tutarlılığı ve istikrarı vurgular.42
e.Drag Performans
Sürekliliği yaratan edimler ve bedensel hareketlerin toplumsal
cinsiyetin bir özü veya bir iç hakikati olduğu yanılsaması yarattığını öne süren
Butler, bu yanılsamayı açığa çıkaran drag performansın 43 , toplumsal cinsiyet
kimliğini altüst eden, onu hakikat ve sahtelik söyleminden çıkaran bir yapısı
olduğunu söyler (2010: 224-225).
44
Drag performansın taklit-orijinal ilişkisine
getirdiği eleştiriden daha fazlası olduğunu vurgulayan Butler’a göre, drag toplumsal
cinsiyeti taklit eder, ama daha önemlisi onun taklide dayalı yapısını ortaya çıkarır;
cinsiyet ve toplumsal cinsiyet’in doğallıktan çıkarılmalarını görünür kılar ve orijinal
kavramını parodileştirir. Bununla birlikte toplumsal cinsiyet parodisi, benzemeye
çalışılan orijinal bir kimliği varsaymaz; kökeni olmayan bir taklit veya taklitmiş gibi
yapan bir üretimdir. Böylece ortaya çıkan orijinal olarak adlandırılan toplumsal
cinsiyetin de en başından beri bir türev oluşudur (2010: 226-227). Başka bir deyişle
41
“Maddeselleşme, toplumsal cinsiyet normlarını yinelemek suretiyle maddeleşmeyi düzenleyen
iktidarın bir sonucudur. Düzenleyici iktidar bedeni maddeselleştirir, maddeselleşmeyi üretir” (Direk,
2009: 80).
42
Performatifliğin bir “rol” olmadığının altı çizilmelidir. Butler toplumsal cinsiyetin bir rol olarak
anlaşılmaması gerektiğini, çünkü rol olarak algılanmasının sanki cinsiyetli veya cinsiyetsiz, bir iç
benliğin o rolün altında gizlendiği fikrine yol açacağını söyler (1988: 528). Bu nedenle Butler, Erving
Goffman ile hemfikir değildir; çünkü Goffman bir kimsenin bir rolü canlandırdığından söz eder ve
“performans” kavramını kişinin belli bir gözlemci kümesi önünde bulunduğu süre boyunca
gerçekleştirdiği ve gözlemciler üzerinde etkili olmayı hedefleyen, dolayısıyla da inandırıcılığa dayalı
tüm faaliyetleri için kullanarak yaş, ırksal özellikler, konuşma kalıpları gibi diğer özelliklerle birlikte
cinsiyeti, “kişisel vitrinin” bir parçası sayar (2012: 29-35).
43
“Transvestit (drag), toplumsal cinsiyetlerin sahiplenildiği, teatralleştirildiği, giyildiği ve
uydurulduğu bayağı hali oluşturur; her türlü toplumsal cinsiyet kurgusunun bir tür kişiliğe bürünme ve
yakıştırma olduğunu ima eder” (Butler, 2007: 25). Ayrıca “drag performansı performansçının
anatomisi ile performansı yapılan toplumsal cinsiyet arasındaki ayrım üzerinde oynar. Aslında
bedensel imlemin üç olumsal boyutuyla karşı karşıyayız: anatomik cinsiyet, toplumsal cinsiyet kimliği
ve toplumsal cinsiyet performansı” (Butler, 2010: 226).
44
Butler, Esther Newton’ın Mother Camp: Female Impersonators in America (1972) kitabına değinir
ve Newton’ın “taklitçiliğin yapısının toplumsal cinsiyetin inşasındaki temel üretici mekanizmalardan
birini gözler önüne serdiği” görüşüne katıldığını dile getirir (2010: 225).
51
drag’in taklit edebileceği asıl veya esas bir toplumsal cinsiyetin olmaması, toplumsal
cinsiyeti esas hali bulunmayan bir öykünme kılar (Butler, 2007: 25). 45
Hegemonik heteroseksüelliğin idealleştirdiklerini bir taklit çabası olarak
drag, heteroseksüelliğin tam anlamıyla başa çıkamayacağı bir endişe ile kuşatıldığını
gösterir (Direk, 2009: 82). Taklitmiş gibi yapan bir üretim Butler’a göre, daimi bir
yer değiştirme ile kimlikleri akışkan kılar; böylece yeniden imleme veya
bağlamsallaştırılma için bir açıklık oluşur ve parodik çoğalma ile doğallaştırılmış
veya özcü toplumsal cinsiyet kimliği iddialarını sekteye uğratır (2010: 227). Ayrıca
heteroseksüel yapıları, heteroseksüel olmayan bağlamlarda tekrar eder ve varsayılan
heteroseksüel orijinalin önceliğine veya üstünlüğüne meydan okur (Chinn, 2010:
113).
Heteroseksüelliğin
kaçınılmaz
şekilde
bir
komedi
olması
ve
performansın tekrarına rağmen başarısızlığın ortaya çıkışı durumunda Butler, endişe
ve tekrar arasındaki ilişkinin vurgulanması gerektiğini söyler; çünkü heteroseksüellik
kendini ritüelistik şekilde yeniden üretmek için, incelikle yeniden işlenmeli,
kırılganlığını teşkil eden anlamı aşmalıdır. Bu şekilde performatif, performansın
ritüelistik yeniden üretimidir. Butler’a göre bu kırılganlık tüm cinsel konumlar için
geçerlidir. Aynı zamanda tüm cinsel konumların esasen komik veya gülünç olduğunu
söyleyen Butler, “Sadece X’i arzuluyorum” diyerek, başka bir deyişle arzuyu
ayrıcalıklı hale getirerek, bireyin kimliği konumunda imkansız kabul edilen birtakım
konumların yaratıldığını dile getirir. Butler’a göre komedinin önemli özelliklerinden
45
Butler’a göre “öykünme/taklit önce olanı kopya etmez, fakat önce olmak ve türev olmak terimlerini
üretir ve tersine çevirir” (2007: 28, vurgu Butler’a aittir) Butler, taklit etmenin metinsel etkisini ele
alan Derrida’dan yola çıkar; Derrida ise taklidin bir önsel fenomeni, fikri veya figürü
kopyalamadığını, asıl olanın fantazmını oluşturduğunu ileri sürer (2007: 23).
52
biri, kişinin az önce imkansız olduğunda ilan ettiği bir konumu işgal eder hale
geldiğinde ortaya çıkar; burada kendi kendine bir altüst ediş vardır (Osborne&Segal,
1996: 114).
Öte yandan Butler, Cinsiyet Belası kitabında drag performans ile
çoğalmayı, egemen cinsiyet normlarını altüst etmenin bir yolu olarak tartıştığının
düşünüldüğünü, oysa drag ile altüst etme veya yıkmanın doğrudan bağlantılı
olmadığını, drag’in toplumsal cinsiyet normlarını doğallıktan çıkarabileceği gibi,
onları idealleştirebileceğini de söyler ve drag’in hem kendini kuran hem de karşı
olduğu iktidarı içeren belirli bir ikirciklik alanı olduğunu önemle belirtir (2014a:
178-179). Bununla birlikte Butler, drag ile ilgili probleme değinir ve drag’i
performatifin bir örneği olarak önerdiğini, ama performatifin paradigması olarak
algılandığını söyler. Öte yandan kavramın bu şekilde algılanması ilginçtir; çünkü
böylece kamusal alanda iradeye dayalı bir yorumlamanın ve fantasmatik bir
başkalaşmaya karşı bir isteğin hali hazırda bulunduğu açıktır. Butler drag’i altüst
edişin bir paradigması olarak görmediğini, drag’in de sınırlamaları olduğunu
vurgular (Osborne&Segal, 1996: 111). Özetle drag performans toplumsal cinsiyeti
orijinal-sahte söyleminden ve yanılsamasından çıkarır ve onun taklide dayalı yapısını
görünür kılar. İdealleştirme olasılığı olmasına rağmen, drag performans cinsiyeti bir
öykünmeye dönüştürdüğü için yeniden imleme olanağını yaratması açısından
önemlidir.
53
2.BÖLÜM
ELEŞTİREL ERKEKLİK ÇALIŞMALARI
a.Alanın Gelişimi
Eleştirel erkeklik çalışmaları, akademik bir araştırma alanı olarak
feminist kurama ve kadın hareketine çok şey borçludur; çünkü “feminizm erkekler ve
erkeklikleri eleştirel bir alana taşır” (Whitehead & Barrett, 2004: 3). Hearn ve
Morgan’ın da belirttiği gibi feminist yazın kadınların ve kadınlığın tarihsel ve
toplumsal olarak inşa edildiğini ve tartışmaya açık olduğunu kanıtlarken, erkeklerin
ve erkekliğin de benzer şekilde tartışmalı olduğunu gösterir (1990: 4). Çünkü
erkekler ve erkeklikler pornografi, cinsel taciz, kadına yönelik şiddet, ataerkillik,
cinsiyetçilik ve üreme gibi başlıklar altında uzun süredir feminist düşüncenin
konusunu oluşturur ve bu nedenle feminist çalışmaların sağladığı miras göz ardı
edilemez (Hearn & Morgan, 1990: 7). Bununla birlikte sadece feminizm değil, aynı
zamanda eşcinsel ve queer çalışmalar da erkekliklerin eleştirel bir yaklaşımla ele
alınmasını sağlar (Hearn, 2004: 50) ve erkekliğin geleneksel kabulünün değişmesi
gerektiğini ortaya koyar (Kimmel, 1987: 9). 46
Öte yandan eleştirel erkeklik çalışmaları Brod’un da dile getirdiği gibi,
geleneksel olarak eril bir önyargının hakim olduğu akademik çalışmaların bir tekrarı
46
Kuramsal alanda olduğu kadar, politik alanda da “erkek hareketi” olarak adlandırılabilecek
gelişmelerin gözlendiğini dile getiren Sancar’a göre Joseph Pleck, Marc Fasteau ve Jack Sawyer gibi
öncü araştırmacılarla profeminist bir eleştiri alanı yaratılır ve bu çalışmalarla kişisel ve politik değişim
hedeflenerek ataerkil iktidar alanlarının geriletilebileceği öne sürülür (2009: 28). Bununla birlikte
feminizme koşut veya karşı olan farklı politik oluşumlar da söz konusudur: NOMAS (The National
Organization for Men Against Sexism), The White Ribbon kampanyası gibi şiddet karşıtı erkek
grupları ve Erkek Hakları hareketi, Babalık Hakları grupları, Robert Bly’ın öncülüğünde erkekleri
içlerinde gizlenen erkekliği ortaya çıkarmaya çağıran Mitopoetik (Mythpoetic) erkek hareketi ve
Hıristiyanlığı temel alan Promise Keepers (Wood, 2013: 97-117). Ayrıca erkekler ve erkeklikler
arasındaki çeşitlilik, gelişmiş ülkelerde erkek hareketlerinin çeşitliliğinde yankı bulur ve erkekler için
tek bir birleşik politik konum yoktur (Connell, 2005: 1814).
54
olarak görülmemelidir; çünkü bu şekilde düşünmek alanın, çözümün değil problemin
bir parçası olarak algılanmasına neden olur; oysa kadın çalışmalarında olduğu gibi,
erkeklik çalışmaları da ataerkil ideolojinin maskesini düşürmeyi hedefler (1987:
264). Bu nedenle eleştirel erkeklik çalışmalarının amacı kadın çalışmalarının yerini
almak değil, toplumsal cinsiyet portresine dair çalışmaları desteklemek ve sayıca
arttırmaktır (Kimmel, 1987: 10-11). Kadın çalışmaları ile benzer soruları soran
erkeklik çalışmaları için, kadın çalışmalarının gözden geçirdiği akademik kanon
erkekler ve erkekliğin araştırılmasında altyapı işlevi görür (Kimmel, 1987: 10) ve
erkekleri, cinsiyetli iktidar ilişkileri bağlamında eleştirel olarak ele almayı (Hearn,
2004: 50) sağlar.
Toplumsal cinsiyet çalışmalarının hızla yayılması ile erkekler ve
erkeklikler üzerine yapılan çalışmalarda (Connell, Hearn & Kimmel, 2005: 1) ve
erkek kimliğinin incelenmesinde (Brod, 1987: 266) artış olur. Erkeklik çalışmaları
akademide görünür bir şekilde yer alır ve makaleler, akademik dergiler, popüler
kitaplar ve antolojiler alanın sınırlarını çizer (Kimmel, 1987: 10).47 Genel tanımlarla
ifade edildiğinde erkeklik çalışmalarının ana fikrini, kendi içinde özgül ve çeşitlilik
gösteren toplumsal, kültürel ve tarihsel oluşumlar olarak erkekliğin ve erkek
deneyimlerinin incelenmesi oluşturur (Brod, 1987: 264). Öte yandan alanın
adlandırılması konusunda tartışmalar vardır: Kadın çalışmalarına benzer bir şekilde
veya tepki olarak erkek çalışmaları (men’s studies) alanın kökenine işaret eder, ama
bu yaklaşımın yanlış yönlendirdiği de düşünülür (Connell vd., 2005: 2). Örneğin
Hearn, erkek çalışmalarından söz etmenin muğlak olduğunu, erkekler üzerine yapılan
47
Men and Masculinities, International Journal of Men’s Health, Journal of Men’s Studies, Psycology
of Men and Masculinity ve Working With Men akademik dergilere örnek verilebilir (Connell vd.,
2005: 1).
55
çalışmalara mı yoksa erkekler tarafından yapılan çalışmalara mı işaret ettiğinin
belirsiz olduğunu söyler (2004: 49-50). Bu nedenle alanı erkek ve erkeklik
araştırmaları (studies of men and masculinities) veya eleştirel erkeklik çalışmaları
(critical studies on men) olarak adlandırmak daha doğrudur; çünkü kadın
çalışmalarından ilham almakla beraber o alana paralel değildir (Connell vd., 2005:
3). Bununla birlikte alan, sosyal ve davranışsal bilimler kadar insan bilimleri ve
pozitif bilimlerin araştırma olanaklarını kullanarak, gittikçe artan ölçülerde
disiplinlerarasıdır ve bu disiplinlerarası özellik, diğer disiplinlerin toplumsal cinsiyet
temelli ideolojiler olarak geleneksel bilimleri yeniden incelemeye başladıklarında
artacaktır (Kimmel, 1987: 11).48
“Bugüne kadar, hakkında konuşulan, ama politik, ideolojik ve
akademik olarak fazla irdelenmemiş bir konu” (Sancar, 2009: 23) olan erkekliğin
eleştirel olarak ele alınması önemlidir. Erkeklerin, erkek egemen yapıdaki
(malestream) sosyolojide görünmez oluşu (Hearn & Morgan, 1990: 7), erkeklerin de
bir toplumsal cinsiyeti olduğunun farkına varılması (Whitehead & Barrett, 2004: 3)
ile değişir; çünkü toplumsal cinsiyetin dinamiklerini ortaya çıkarmak erkekliği
görünür kılar ve erkeklerin konumunu sorunsallaştırır (Connell vd., 2005: 1).
Böylece erkeklik çalışmaları, toplumsal cinsiyet çalışmalarında yer alan toplumsal ve
entelektüel bağlamın değişiminden etkilenerek, erkekliği standartların belirlendiği
normatif bir imlem olarak değil, toplumsal cinsiyet inşasında bir sorunsal olarak ele
alma girişiminde bulunur ve erkeklerin çalışmaların nesnesi haline gelmesi ise
48
Connell, Hearn ve Kimmel’a göre erkeklik çalışmaları alanı disiplin, kuramsal yaklaşım, yöntem,
kavramsallaştırma ve konumlandırma bağlamında çeşitlilik gösterir: Erkekliği araştırma konusu
olarak ele alan sosyoloji, sosyal psikoloji, siyaset bilimi, kültürel çalışmalar, eğitim, kadın çalışmaları,
sömürgecilik sonrası çalışmalar gibi disiplinler veya aile, şiddet, etnisite, ırk ve askerlik üzerine
yapılan çalışmalar ve kriminoloji gibi alt disiplinler, pozitivist, psikanalitik, feminist, Marksist, postyapısalcı, postmodern ve sömürgecilik sonrası kuramsal yaklaşımlarla erkekler ve erkeklikleri ele alır
(2005: 3-4).
56
normatif toplumsal cinsiyet olarak algılanmalarını veya temel ölçüt sayılmalarını
sorunlu hale getirir (Kimmel, 1987: 10-11). Başka bir deyişle erkekliği eleştirel
olarak ele almak, onu tartışabilir bir konuma yerleştirir ve erkekliğin sabit ve
değişmez olduğu yanılgısını yıkar.
b.Toplumsal Cinsiyet ve Erkeklik
Erkekliği toplumsal cinsiyet ve bir inşa süreci olarak açıklama çabaları
farklı bakış açılarıyla farklı modelleri beraberinde getirir. Kimmel ve Messner’a göre
uzun bir süredir araştırılan erkeklik, tarihsel açıdan genel olarak, toplumsal cinsiyetin
işleyişine sınırlı açıklamalar getiren üç model üzerinden ele alınır: Biyolojik
modeller erkekler ve kadınlar arasındaki doğuştan gelen ayrımların farklı toplumsal
davranışlara neden olduğu üzerinde durur. Antropolojik modeller erkeklerle
ilişkilendirilen davranışlar ve tutumların çeşitliliğini vurgulayarak erkekliği
kültürlerarası olarak inceler. Sosyolojik modeller ise kız çocukları ve oğlan
çocuklarının biyolojik cinsiyetlerine özgü cinsiyet rolüne toplumsallaşma ile nasıl
uyum sağladığını vurgular (2001: xi). Connell, Hearn ve Kimmel’a göre ise
erkekliğin modern çözümlemelerinin ilk adımları Freud ve Adler’in çalışmaları ve
psikanaliz ile atılır; antropologların kültürel farklar üzerinde durdukları çalışmaları
ile sosyal yapıların ve normların önemi vurgulanır ve ardından cinsiyet rolleri
kavramı netleşerek erkeklik içselleştirilmiş bir kimlik olarak ele alınır (2005: 5).
Öte yandan kadın çalışmalarının ortaya koyduğu bakış açısı ile cinsiyet
rolü modeli, kadınlık ve erkeklik olgularını kalıpyargılarla ilişkilendirdiği için
eleştirilir; işlevsizliği ortaya konur (Kimmel, 1987: 12-13). Özellikle biyolojik
kökenli cinsiyet tanımı, erkekliğin doğal bir hal olduğu vurgusuyla sosyal bilimlerde
57
egemen erkeklik tarzlarını üreten iktidar ilişkilerine eleştirel yaklaşımı uzun süre
engeller, ama erkekliğin toplumsal bağlamda şekillendiği görüşü feminist kuramların
kazandırdığı bakış açısıyla gelişir (Sancar, 2009: 24). “Biyolojik açıklamaların
çekiciliği” (Whitehead & Barrett, 2004: 11) nedeniyle “normatif olan normale
dönüşür ve bu dönüşümün mekanizmaları biyolojik zorunluluk olarak varsayılır”
(Kimmel & Messner, 2001: xi) ve erkekliğin normatif tanımı doğru olan tanım
olmasa da baskın olan tanımdır (2001: xv). Öte yandan feminist kuramın cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet tartışmaları ve erkekliğin eleştirel bir yaklaşımla ele alınması
sonucunda, “eril cinsiyet rolü kavramı hükmünü yitirir” ve “yerine toplumsal
yapısalcı bir bakış açısı gelişir” (Connell vd., 2005: 5). Bu yaklaşım erkekliğin tarih
ötesi ve evrensel olmadığını; kültürden kültüre ve farklı zaman dilimlerine göre
değiştiğini vurgulayarak erkekliğin tarihsel ve göreceli olduğunu öne sürer ve aynı
zamanda erkeklerin aynı kültürde veya farklı kültürlerde deneyimlerinin birbirinden
farklı olabileceğini, hatta tek bir erkeğe yaşam seyri boyunca atfedilecek erkeklik
tanımlarının değişiklik göstereceğini ortaya koyar (Kimmel & Messner, 2001: xvi).49
Bununla
olmalarının
birlikte
anlaşılması
erkeklerin
kadar,
ve
sadece
erkekliklerin
toplumsal
toplumsal
cinsiyet
cinsiyetli
tarafından
biçimlenmediklerinin anlaşılması da önemlidir; çünkü erkekler ve erkeklikler yaş,
sınıf, etnik köken ve ırk gibi farklılıklarla da biçimlenir ve erkeklerin toplumsal
cinsiyetlendirilmesi bu toplumsal farklılıkların kesişimselliğinde var olur (Connell
49
Connell, Hearn ve Kimmel kavramsallaştırmanın temel meselelerden biri olduğunu, erkeklikler
(masculinities) kavramının “eril cinsiyet rolü” kavramını takip ettiğini ve “manhood” veya
“manliness” yerine tercih edildiğini söyler (2005: 4). Brittan’a göre hem politik hem de gündelik
söylemde erkeklik (masculinity), maskülinizm (masculinism) ve ataerkillik kavramlarının karıştırılma
eğilimi vardır: Erkeklik erkeklerin zaman içinde düzensizlik gösteren davranış özellikleridir ve
değişkendir; maskülinizm ise eril tahakkümü meşrulaştıran ve doğallaştıran ideolojidir ve ataerkilliğin
ideolojisi olarak değişime ayak direme eğilimindedir; toplumsal cinsiyetin müzakere edilemez
olduğunu öne sürer (2004: 53).
58
vd., 2005: 3). Eleştirel erkeklik çalışmaları da özellikle belirli bir ulus ve etnik grup
veya kimlik politikaları ile sınırlandırılamaz (Whitehead & Barrett, 2004: 2).
Sömürgecilik sonrası çalışmalar, erkekliğin araştırılmasında coğrafyanın önemi
ortaya koyar; çünkü erkeklerin çözümlemelerinin örneğin Batı veya Orta Doğu
kaynaklı olması farklı sonuçlar yaratır (Connell vd., 2005: 4). 50 Bu nedenle
toplumsal cinsiyet kimliği toplumsallaşmanın sonucunda sahip olunan, karşılıklı
etkileşimlerle devreye giren psikolojik niteliklerden fazlasıdır; sürekliliği olan bir
süreçtir; mikro veya makro bir ortamda yeniden şekillenerek başka bir şekilde ifade
edilir ve toplumsal cinsiyetli etkileşimlerin kodlanmış bir birikimi olarak toplumsal
cinsiyet kimliği hareket halinde ve değişkendir (Connell vd., 2005: 7). Kısacası
erkekliği sadece toplumsal cinsiyet bağlamında ele almak sınırlı bir açıklama alanı
yaratır. Toplumsal cinsiyetin yanı sıra diğer değişkenlerin de göz önüne alınması
gereklidir.
c.Farklı/Çoğul Erkeklikler ve Hegemonik Erkeklik
Erkekliği tek ve sabit bir tanıma hapsetmek yerine farklı veya çoğul
erkekliklerin var olduğu gerçeğinden yola çıkmak, erkeklikler arası ilişkileri ve
değişen anlamları da hesaba katmayı gerektirir. Erkeklik üzerine yapılan ilk
çalışmalar, erkeklik denilince ne anlaşıldığını ve hangi özelliklere işaret edildiğini
inceleyerek tek ve tutarlı bir erkeklik tanımı olmadığını ortaya çıkarır; böylece
erkeklikler arasındaki farkları araştırmak önem kazanır (Sancar, 2009: 26-27). Farklı
erkekliklerden söz etmek, erkeklikler arasındaki ilişkilere odaklanarak hegemonik
erkeklik kavramını gündeme getirir. Toplumsal cinsiyet ile toplumsal hiyerarşi
50
Ouzgane Batı’da erkeklik çalışmalarında muazzam bir artış yaşanırken, İslami kültürlerde bu
konunun, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da kadınlar ve kadınlık üzerine yapılan çalışmalar kadar
yeterince işlenmediğini söyler (2006: 1).
59
üzerine düşünmeyi etkileyen ve yaygın kullanım alanı bulan tartışmalı bu kavram, ilk
olarak Avustralya’daki liselerde toplumsal eşitsizliğe dair yapılan bir alan
çalışmasında ortaya çıkar ve Connell’ın Toplumsal Cinsiyet ve İktidar (1987) kitabı,
yer verdiği “hegemonik erkeklik” ve “öne çıkan kadınlık” kavramları ile sıkça
kaynak gösterilir (Connell & Messerschmidt, 2005: 829-831). 51 Kavramı genişleten
Connell’a göre hegemonik erkeklik, bir toplumsal cinsiyet pratiği düzenlemesidir ve
erkeklerin baskın, kadınların ikincil konumunu garantileyerek patriarkanın
meşruiyeti sorununa mevcut durumda kabul görmüş bir cevabı içinde barındırır;
bununla birlikte sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısı değil aynı zamanda
erkek grupları arasında tahakküm ve tabiyet temelinde belirli toplumsal cinsiyet
ilişkileri de söz konusudur: eşcinsel erkeklik ile bazı heteroseksüel erkekler ve erkek
çocukları meşruiyet alanının dışına itilerek tabi kılınırken, ataerkil paydan
(patriarchal dividend) yararlanabilen işbirlikçi erkeklikler (complicity) ve ırk ile
etnik köken nedeniyle marjinalleştirilen erkeklikler de söz konusudur (1995, s. 7781).52
Öte yandan ilgi çeken yaygın kullanımına rağmen hegemonik erkeklik
aynı zamanda çeşitli açılardan eleştirilen bir kavramdır. Connell ve Messerschmidt
kavrama yöneltilen eleştirileri ve yapılan çalışmaları gözden geçirirler. İlk eleştiri,
51
Gramsci’nin “hegemonya” terimini ödünç alarak Connell, 1987 tarihli kitabında, erkeklerin kadınlar
üzerindeki küresel egemenliği ile toplumda hegemonik bir erkeklik biçiminin tanımlanarak
erkeklerarası ilişkilerinin temelini oluşturduğunu; hegemonik erkekliğin daima kadınlarla ilgili olduğu
kadar ikincil konuma itilmiş erkekliklerle de ilgili olduğunu söyler ve kadınların, erkeklere küresel
düzeyde tabi kılınmasıyla erkeklerin çıkarlarına hizmet etmeye yönlendirildiğini, boyun eğme ve
hizmet ile bu grupta yer alan kadınları “ön plana çıkarılmış kadınlık” olarak tanımladığını dile getirir
(1998: 245-246).
52
Bird’e göre heteroseksüel erkekler arasında homososyal etkileşim, hegemonik olmayan kimliklerle
ilişkilendirilen anlamları bastırırken, hegemonik ideallere uyan kimliklerle ilişkilendirilen anlamları
destekleyerek, hegemonik erkeklik normlarının devamlılığına katkıda bulunur (1996: 121). Meuser’a
göre ise “homososyal grup, hegemonik erkekliğin ve farkın inşasında ‘kolektif fail’ (collective actor)
olarak görülür” (2004, s. 397). Bununla birlikte Meuser, erkek egemenliğinin özellikle daha fazla
sorgulandığı bir dönemde, erkeklere kimliklerini doğrulayabilecekleri bir sığınma işlevi sağlayarak,
erkek homososyalliğinin, eril hegemonyanın güçlenmesine yardımcı olduğunu söyler (2004, s. 397).
60
hegemonik erkekliğin temelinde yatan erkeklik tanımının sorunlu olmasıdır;
erkekliğin tanımı ve anlamı belirsizdir ve iktidar ile tahakküm gibi konuların önemini
azaltır. 53 Ayrıca hegemonik erkeklik, kadın ve erkek arasındaki farklarla özcülük
temelinde
heteronormatif
bir
toplumsal
cinsiyet
kavramsallaştırmasıyla
sınırlandırıldığı için eleştirilir. İkinci eleştiri hegemonik erkekliği gerçekten kimin
temsil ettiği ile ilgilidir. Söz konusu olan anlamların muğlaklığı ve çakışması ile
ideal, sabit ve tarihötesi bir erkeklik tanımı toplumsal cinsiyetin tarihselliği ve
tanımların değişkenliği ile çelişir. Üçüncü eleştiri somutlaştırma problemine dairdir.
Hegemonik erkekliğin iktidarın somutlaştırılmasına indirgenmesi sorunludur;
ataerkillik ve toplumsal cinsiyet kavramlarının birbirinden ayrılması gerekir.
Dördüncü eleştiri hegemonik erkekliğin tatmin edici olmayan bir özne kuramına
dayandırılması ve özneyi aşırı basitleştirmesidir. Örneğin psikanalitik yaklaşıma göre
hegemonik erkeklik bölünmez bir özneyi varsayar. Connell ve Messerschmidt’in
değindiği son eleştiri ise toplumsal cinsiyet ilişkileri örüntüsüdür; çünkü toplumsal
cinsiyetin tarihselliğinin göz ardı edilerek işlevselliğe yönelmek toplumsal cinsiyet
ilişkilerini bağımsız ve kendiliğinden olan sistemler olarak görme eğilimi kavramın
anlaşılmasında sorun yaratabilir (2005: 836-845).
Demetriou hegemonik erkeklik kavramına alternatif bir yaklaşım öne
sürerek Gramsci’nin tarihsel blok ve Bhabha’nın hibrid/melez kavramlarını kullanır
ve hegemonik erkekliğin sadece beyaz ve heteroseksüel bir gruplaşma olmadığını,
çeşitli erkekliklerin patriarkanın üretimini garantilemek için melez bir blok
53
Hearn hegemonya mefhumunun gereksiz veya yararsız olmadığını, ama çok katı bir şekilde
kullanılarak erkeklik üzerindeki vurgunun kapsamının dar olduğunu söyleyerek erkeklik yerine
erkekler denilmesini önerir ve “erkeklerin hegemonyası” kullanımıyla çifte karmaşıklığı açıklamayı
amaçlar; çünkü erkekler toplumsal cinsiyet sistemi tarafından biçimlenen toplumsal bir kategoridir ve
toplumsal pratiklerin baskın bireysel ve kolektif failleridir (2004: 59).
61
oluşturduğunu söyler (2001: 337).
54
Bununla birlikte Demetriou hegemonya
kavramını dışsal ve içsel (external/internal hegemony) olmak üzere ikiye ayırır;
dışsal hegemonya erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümünün kurumsallaşmasına
bağlıdır, içsel hegemonya ise bir grup erkeğin diğer erkekler karşısındaki toplumsal
üstünlüğüne işaret eder (2001: 341).55 Bu bağlamda Demetriou, Connell’ın işbirlikçi
erkeklik
kavramının
önemini
vurgular
ve
hegemonik
pratiğin
erkeklerin
çoğunluğunun gerçek etkinlikleri ile örtüşmediğini; çünkü hegemonik erkekliğin,
film yıldızları gibi, örnek teşkil eden erkeklikler aracılığıyla kültürel bir ideal olarak
işlediğini vurgulayarak örnek teşkil eden erkekliklerin de stratejinin etkili olması için
değişebileceğini ve uyum sağlayabileceğini söyler (2001: 342). Demetriou’ya göre
Connell’ın yaklaşımı özgündür; çünkü toplumsal cinsiyetlerin kendi içindeki
ilişkilerinin, toplumsal cinsiyetler arasındaki ilişkilerde toplandığını ve onlar
vasıtasıyla açıklanabileceğini gösterirken (2001: 343) hegemonik erkekliğin
oluşumsal sürecinin karşılıklı olduğu konusunda yetersizdir (2001: 346).
54
56
Gramsci, hâkimiyet ve liderlik kavramlarının farklı stratejiler kullandığını ve hâkimiyetin düşmana
karşı silahlı kuvvetlerle gerçekleştirilirken, liderliğin benzer/akraba ve müttefik gruplara yönelik
olduğunu dile getirir (1991: 57-58). Bu kavramlardan yola çıkan Demetriou’ya göre, liderliğin hedefi
tüm müttefik grupları hegemonya arayışında olan bir grubun şemsiyesi altında birleştiren bir tarihsel
bloğun kurulmasıdır; bu, müttefik grupların dünya görüşlerini, önderlik edilen grupların bazı
çıkarlarını ikincil konumda bırakarak, hâkimiyet projesi ile homojen ve tutarlı kılarak gerçekleştirilir
(2001: 344-345). Makalesinde bu tartışmaya yer veren Arxer ise, hegemonik olmayan gruplardaki
öğelerin, kendiliğinden ikincil konumda olmadığını ya da hegemonik gruplarca tamamen yok
edilmediğini söyler (2011: 397) Patriarkanın çıkarı söz konusu olduğunda, hegemonik olmayan
erkekliklere ait özellikler hegemonik eril kimliğin belirleyici öğelerine dönüşür ve bu nedenle Arxer’a
göre Demetriou, hegemonik erkekliğin potansiyel “melez” olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürer
(2011: 398).
55
Demetriou’ya göre Connell ve Gramsci, liderlik-tahakküm, tabi erkeklikler ve kadınlar üzerindeki
hegemonya ayrımları ile üstü kapalı olarak dışsal ve içsel hegemonyadan bahsederek ortak noktada
buluşur; fakat içsel hegemonya konusunda ayrılırlar: Gramsci için önderlik eden sınıf ile yönlendirilen
gruplar arasında karşılıklı etkileşimin olduğu diyalektik bir süreçken, Connell için tabi ve marjinal
erkekliklerin hegemonik modelin inşasında hiçbir etkisi yoktur (2001: 345).
56
Demetriou hegemonik erkeklik ile hegemonik olmayan erkeklikler arasında ikili bir ayrım
olduğunu, hegemonik erkekliğin kadınları tabi kılma yeteneğinden çok, tabi edici unsurların (siyah,
Batılı olmayan, efemine gibi) olumsuzlanması ile tanımlandığını söyler ve bu nedenle Connell’ın ikili
ayrım yaratan tanımına karşılık çeşitli pratikleri, patriarkanın üretimini garantilemek için bir araya
getiren “ eril melez blok” kavramını öne sürer; hegemonik bloğun biçimlenmesi içinse Bhabha’nın
melezlik ve pazarlık mefhumları merkezi önemdedir (2001: 347-349).
62
Demetriou’nun melezliği hegemonik olarak tanımlamasını yerelin ötesinde ikna edici
bulmayan Connell ve Messerschmidt ise, bölgesel ve küresel düzeyde melezliğin
hegemonik olduğuna dair yeterince neden olmadığını söyler (2005: 845).
Hegemonik erkeklik kavramını yeniden gözden geçiren Connell ve
Messerschmidt kavramın şu temel özelliklerinin korunması gerektiğini düşünür:
Çoğul erkeklikler, erkekliklerin hiyerarşisi, hegemonik olmayan erkekliklerin
tabiyeti, hegemonik erkekliğin, örnek teşkil eden erkekliklerin üretimi ile işleyişi ve
hegemonik erkekliğin sorgulamaya ve değişime açık oluşu (2005: 846). Connell ve
Messerschmidt’e göre kavramdan kesinlikle çıkarılması gereken iki özellik ise
erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü gibi genelleyici ve tekil bir iktidar
biçimiyle toplumsal ilişkiler modelinin fazlasıyla basitleştirilmesi ve erkeklik
mefhumunu tanımlayan özellikler toplamının, hegemonik erkekliği sabit bir karakter
tiplemesine dönüştürmesidir (2005: 846-847). Bununla birlikte Connell ve
Messerschmidt kavramda yeniden düzenlenmesi gereken dört alan belirler: İlki
toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin doğasıdır. Bu bağlamda farklı erkeklik inşaları
arasındaki ilişkilerin karmaşıklığı göz önüne alınarak holistik bir yaklaşım
benimsenmelidir. İkinci alan eril düzenlemelerin coğrafyasıdır; hegemonik
erkekliklerin yerel, bölgesel ve küresel düzeyde incelenmesi gerekir. 57 Üçüncüsü
toplumsal somutlaşma sürecidir ve sosyal süreçlere etkin şekilde dahil olan erkek
bedenlerine dair bir farkındalığın önemini ortaya koyar. Son olarak erkekliklerin
57
Connell ve Messerschmidt’e göre yerel düzey ailelerin, kurumların, bir aracının olmadığı
toplulukların yüz yüze etkileşim alanlarında; bölgesel düzey kültürel ve ulus-devlet alanında ve
küresel düzey dünya politikası, iş ve medya dünyası gibi ulus-ötesi alanda kurulur ve hegemonik
erkekliğin yerel ve bölgesel inşaları, küresel süreçleri olan toplumsal cinsiyet sistemlerinin
eklemlenmesi ile şekillenir (2005: 849). Bununla birlikte Connell, yerel toplumsal cinsiyet
düzenlerinin, sadece diğer yerel toplumların toplumsal cinsiyet düzenleri ile etkileşim halinde
olmadığını, aynı zamanda küresel arenanın toplumsal cinsiyet düzeni ile de etkileşim halinde
olduğunu söyler (2005: 1804).
63
dinamikleri yeniden düzenlenmelidir; çünkü erkeklikleri inşa eden tüm pratiklerin iç
çelişkilerinin ve farklı katmanlarının farkında olmak önemlidir (2005: 847-853).
Çoğul erkekliklerin betimleyici araştırmalarla etraflıca belgelendiğini ve
farklı kültürlerle tarihsel dönemlerin toplumsal cinsiyeti farklı inşa ettiğini söyleyen
Connell’a göre çoğul erkeklikler dışlama ve hiyerarşi ilişkileri ile var olur ve hem
belirli bir bağlamda talep gören, saygı duyulan bir hegemonik erkeklik formu hem de
toplumsal cinsiyet pratiklerini sürdüren grupların ve kurumların yarattığı kolektif
erkeklikler söz konusudur (2001: 57). Çoğul erkeklikler bir arada ele alındığında
yerel erkeklikleri anlayabilmek için kürsel terimlerle düşünülmesi gerektiğini öne
süren Connell, erkeklikleri dünya çapında anlayabilmek içinse öncelikle toplumsal
cinsiyetin küreselleşmesi kavramına ihtiyaç olduğunu söyleyerek küresel toplumsal
cinsiyet düzeninin varlığına işaret eder; terim, yerel toplumların toplumsal cinsiyet
düzenlerini ve kurumların toplumsal cinsiyet rejimlerini dünya çapında birbirine
bağlayan ilişkiler yapısıdır (2001: 58-59). Böylece toplumsal cinsiyet ilişkilerinde bir
değişim, aynı hızda ve aynı yönde olmasa da, dünya çapında gelişir; emperyalizm ve
küreselleşme, toplumsal cinsiyet düzenlerinin varlığına özgü şartları değiştirir; melez
toplumsal cinsiyet kimlikleri ve cinsellikleri sömürgecilik sonrası toplumlarda
gündemi oluşturur; küresel ölçekte yeni toplumsal ilişki alanlarının ortaya çıkması
yeni toplumsal cinsiyet örüntüleri yaratır (Connell, 2005: 1804). 58
Connell, ulus-ötesi iş dünyası erkekliğini (transnational business
masculinity) var olan küresel toplumsal cinsiyet düzenindeki erkekliğin hegemonik
biçimi olarak önerir; çünkü bu düzen içinde yer alan erkeklik, örneğin küresel
58
Öte yandan erkeklerin ve küreselleşmenin birlikte değerlendirilebildiği tek bir formül yoktur; hatta
dünya çapında erkekler arasında artan şekilde bir kutuplaşma da vardır (Connell, 2005: 1805).
64
pazarlardaki üst düzey iş adamları ve onlarla etkileşim halinde olan politikacılar gibi,
egemen kurumların kontrolünü elinde tutanlarla ilişkilendirilir (2001: 65).
Modernliğin içinde yer alan erkekliğin hegemonik biçimleri, tarihsel olarak
endüstriyel
kapitalizmin
ve
emperyalizmin
gelişmesinden
kaynaklanır
(Connell&Wood, 2005: 348) ve küresel pazarlar ve ulus-ötesi şirketler, küresel
toplumsal cinsiyet ilişkilerinde hegemonik bir konumu elde eden iş dünyasındaki
erkekliğin, değişen özellikleri için bir ortam sağlar (Connell&Wood, 2005: 362).59
Böylece küresel toplumsal cinsiyet düzeni, yerel toplumsal cinsiyet düzenine göre
daha fazla çoğul toplumsal cinsiyet biçimlerini içerir ve bu durum erkekliğin sabit
veya verili olmadığı bilincini destekleyebilir (Connell, 2001: 67).60 Başka bir deyişle
toplumsal cinsiyet düzenini yerelden küresele taşımak, erkeklik biçimlerinin
sayısında yaratacağı artışla erkeklikleri karşılaştırmak ve tartışmak açısından
önemlidir.
d.Post-Yapısalcılık, Eril Özne/Kimlik ve Erkeklik Krizi
Erkekliği tartışılabilir ve sorgulanabilir kılmak için post-yapısalcı
kimlik anlayışı yararlı bir zemin oluşturur. Post-yapısalcı bakış açısı ile yapılan
tartışmalar, bütüncül bir kimlik olarak kadın kategorisinin reddedilmesi talebi ile
59
Bu süreçler tarafından üretilen burjuva erkeklikler pek çok yerel değişiklik gösterse de bazı temel
özellikleri vardır: otorite ile özdeşleşme, toplumsal muhafazakarlık, zorunlu heteroseksüellik, ailevi
işbölümü ile uyum, kesin çizgilerle ayrılmış sembolik toplumsal cinsiyet farkları ve kadınlarla
erkekler arsındaki duygusal uzaklık (Connell&Wood, 2005: 348).
60
Connell’a göre erkekler ve erkeklikleri küresel ölçekte sorunsallaştırmak şaşırtıcı görünebilir; çünkü
pek çok açıdan erkeklerin konumlarında büyük değişiklikler olmamıştır; bununla birlikte, örneğin bir
yanda üst düzey yönetici konumundaki erkekler sayıca fazlayken, tehlikeli işlerde çalışan ve iş
kazalarına maruz kalan erkekler de sayıca fazladır. Connell’a göre bu durumda söz konusu olan
dezavantajların, avantajların koşullarını oluşturmasıdır; bedel ödeyen ve çıkar sağlayan erkekler
birbirinden farklı gruplarda yer alır ve ırk, sınıf, ulus, din ve nesil gibi farklarla çıkarlar ve bedeller
erkekler arasında eşit olmayan bir şekilde dağılır (2005: 1808-1809). Bununla birlikte küresel ölçekte
erkeklerin sorunlarını politik gündeme taşımanın toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında önemli bir
yanı vardır; bu durum kadınların politik alanda bugüne kadar oluşturdukları otoriteyi zayıflatabilir
(Connell, 2005: 1806-1807) ve erkeklere odaklanmak kadınların yeniden dışlanmasına yönelik bir
tehlike yaratabilir (Hearn, 2004: 50).
65
benzer bir şekilde ortak çıkarlara sahip olduğu öne sürülen bir erkek kimliğinin de
sorgulanabilir olduğunu ortaya koyar (Sancar, 2009: 25). Reeser’ın ifade ettiği gibi
post-yapısalcılık, eleştirel erkeklik çalışmaları için uygun bir dil ve entelektüel zemin
sağlar; çünkü söylem, iktidar, istikrarsızlık ve temsil gibi ele aldığı kavramlar
toplumsal cinsiyet çalışmalarına doğrudan uygulanabilir (2010: 10). Ayrıca anlamın
sürekli bir hareket içinde şekillendiğini, ontolojik bir temel veya öze dayanmadığını
varsayarak, erkekliğin doğal, içsel ve verili bir anlamı olmadığını öne sürer;
erkekliğin sabit ve pürüzsüzce işler görünme eğilimi ile yorumlamaya direnen
yapısını çözümlemeye çalışır; yapısalcılığı eleştirerek lineer bir harekete karşıdır61 ve
bu yaklaşım erkekliğin gerçek deneyimlerini daha iyi yansıtarak, tüm karmaşıklığı
ile toplumsal cinsiyeti ortaya çıkarır (Reeser, 2010: 10-15).
Gutterman Aydınlanma’ya özgü, toplumsal alanın öncesinde ve
ötesinde var olan yüce bir özne kavramının, öznenin kültürel olarak oluşturulduğunu
düşünen kuramcılar tarafından eleştirildiğini söyler (2004: 56). Son otuz yıla egemen
olan öznellik kuramları, Aydınlanma ile özdeşleştirilen öznellik imgesini eleştirir;
çünkü bireyin kendinde olan eşsiz tözün dışavurumu olan bir dünyada oluşan,
tamamen bağımsız bir varlık olarak özne fikrine karşıdırlar (Mansfield, 2000: 13).
Bununla birlikte, postmodernizmin istikrarsızlığa, çoğulluğa, durumsallığa ve
farklılıklara odaklanması nedeniyle postmodern öznellik, kimlik ve faillik kuramları,
hükmeden kültürel değerleri yeniden düşünmek için olduğu kadar toplumsal değişim
61
Örneğin erkekliğe geçiş ritüellerinde, erkek çocuklarının bazı süreçlerin ardından erkek olduğu
(become) düşünülür ve bu lineer harekette bir kimlikten diğerine, erkek çocuğundan erkeğe geçiş postyapısalcılık tarafından eleştirilir; çünkü öznellik bir erkek olmak için fazlasıyla değişkendir; kişi,
erkek haline gelip (become) ardından erkek olmayı (be) sürdürmez; hayatının farklı aşamalarında
erkek haline gelişi tekrar ederek sürdürmek zorundadır (Reeser, 2010: 13-14).
66
için de etkin bir çerçeve sağlar (Gutterman, 2004: 61).62 Böylece erkeklik doğrudan
hormonların bir sonucu olmak yerine birtakım akışkan toplumsal ve kültürel
performanslardır (Whitehead&Barret, 2004: 16).
Post-yapısalcı bir yaklaşımda kimlik, hiçbir zaman başarıyla
tamamlanmadığı veya sonuçlanmadığı için, daima bir süreç içinde anlaşılır
(Whitehead&Barret, 2004: 20). Erkekliğin bireyin sahip olduğu değil yaptığı bir şey
olması nedeniyle de erkekler, mevcut kaynaklar dahilinde, farklı ortamlarda ve çeşitli
yollarla erkekliği yerine getirir (Whitehead&Barret, 2004: 18). Başka bir deyişle
erkeklik, “olma” (being) lüksüne sahip değildir; çünkü daima dikkatli bir
incelemeye, kusurlara ve başarısız performanslara tabi olması ve normu sürekli
tekrarlama ihtiyacı nedeniyle tartışmalı bir durumdadır (Forth&Taithe, 2007: 4).
Biyolojik veya özcü eğilimlerin aksine, toplumsal cinsiyet tartışmalarının gelindiği
noktada, kendi içinde tutarsız bir oluşum ve özne olarak beden, toplumsal ritüeller,
edimler ve ezberlenmiş davranışların pratik edilmesiyle, toplumsal ilişkilerin ve
toplumsal mekanların bir uzantısına dönüşür; onlarla birlikte şekillenerek değişken
bir yapıda ele alınır (Sancar, 2009: 183). Bu nedenle erkekliğin akışkan, değişken ve
istikrarsız olduğunu düşünmek, kültürel olarak onaylanmış kalıpların erkekliğin
karmaşıklığına bir cevap oluşturmadığını da ortaya koyar (Reeser, 2010: 15). 63
Erkekliklerin değişkenlik ve istikrarsızlık bağlamında ele alınması,
erkeklik çalışmalarında bir araştırma konusu haline gelen erkeklik krizi (crisis of
62
Öte yandan Aydınlanma’ya özgü özne, failliği önceleyen bir temel olarak algılandığı için,
postmodern özne istikrarı ve birliği feda ederek failliği de feda ettiği yönünde eleştirilir (Gutterman,
2004: 60).
63
Bununla birlikte erkeklikleri tartışırken, bağlam ve yaklaşım açısından hangi kavramların
kullanılacağı da önemlidir. Reeser’a göre erkeklik (masculinity) ve eril öznellik (male subjectivity)
istikrarsızlık ile gerilim ve karmaşa yığını ima ederken, erkekler/erkeklik (manhood), eril kimlik (male
identity), maskülen kimlik (masculine identity) ve eril toplumsal cinsiyet kimliği (male gender role)
toplumsal cinsiyete dair daha sabit ve istikrarlı bir yaklaşımı çağrıştırır (2010: 13).
67
masculinity/male crisis) kavramını gündeme getirir. Whitehead ve Barrett’a göre
yaygınlaşan tüketim, erkek ayrıcalıklarına savaş açan feminizm ve erkekliğin
geleneksel görünümüne karşı duyulan toplumsal ve kültürel hoşnutsuzluk, erkekleri
kafası karışık, işlevsiz ve güvensiz bir hale getiren üç toplumsal belirleyicidir (2004:
6).
64
Erkek
üstünlüğünü
biyoloji
ve
yaratılışa
dayandıran
açıklamaların
yetersizliğinden kaynaklanan yeni stratejilerin inşa edilme gerekliliği, cinsiyet
konumlarını istikrarsız ve kırılgan, cinsiyet kimliklerini değişken kılar ve hiçbir
stratejinin kalıcı olmaması nedeniyle erkeklere özgü ayrıcalıkların aktarılamaması
veya yok olması korkuya ve endişeye yol açar (Sancar, 2009: 115). Ayrıca erkeklerin
belirli bir bağlamda, o bağlama hükmeden ideolojilerle arasında oluşan gerginlik de
erkeklik krizine neden olur (Reeser, 2010: 27).
Bununla birlikte erkekliklerin zamana, mekana ve yaşamlarının farklı
dönemlerine göre değişiklik gösterdiği, istikrarlı ve sabit olmadığı öncülünden
hareket edilerek erkeklik krizinden söz etmek, tek bir erkekliğin olduğu varsayımını
gerektirir ve tanımı itibariyle tek bir erkekliğin var olabileceği fikri, erkekliğin bir
özü olduğu fikrine ve doğal olduğunun düşünülmesine yol açar (Whitehead&Barrett,
2004: 8). Kimmel’a göre mütemadiyen değişen anlamlar toplamı olarak erkeklik
(manhood) eski tanımların artık işe yaramadığı ve yeni tanımların da henüz kesin
olarak yerleşmediği kriz anlarında ebedi bir tanım arama eğilimi gösterir (2005: 2526). Öte yandan erkeklerin deneyimlerine ve olanaklarına dair her değişimi erkeklik
krizi ile ilişkilendirmemek, erkeklerin uyum sağlayabilmeleri nedeniyle önemlidir
64
Whitehead ve Barrett’ın belirttiği üzere toplumsal olaylar farklı bağlamlarda ve koşullarda farklı
sonuçlara yol açar. Bu nedenle erkeklik krizinin ortaya çıkışını etkileyen bu toplumsal belirleyicilerin
Batı toplumlarına görüldüğü söylenebilir ve geniş çapta erkeklik krizinin kanıtı olarak ele alınamaz
(2004: 6).
68
(Whitehead&Barret, 2004: 9). 65 Ayrıca erkekliğin toplumsal inşasını ve tarihsel
değişimini erkeklerin kaybı olarak ele almak yerine, bu durumun erkeklere hareket
edebilme kapasitesi ve faillik sağladığını düşünmek gerekir; başka bir deyişle tarihsel
olasılıkların farkında olmak krizin umutsuzluğunun yerine yeni olasılıkları
koyabilmeyi sağlar (Kimmel, 2005: 26). Kısacası erkekliği değişken ve istikrarsız
kılan erkeklik krizi iki yönlü işler. Bir yandan tek bir erkeklik tanımını gerektirir
görünürken diğer yandan uyum ve değişimin mümkün olabileceğini gösterir.
e.Erkeklik ve Performatif Toplumsal Cinsiyet
Butler’ın performatif toplumsal cinsiyet kuramı, erkeklik olgusunu
değişken veya akışkan kimlikler dahilinde ele alma imkanı sağlar. Daha önce
bahsedildiği üzere performatifliğin yinelenebilirliğini bir faillik kuramı olarak ele
alan Butler’a göre failliğin ontolojik bir önceliği yoktur (2010: 45-46). Kimliğin,
toplumsal cinsiyet kimliğinden önce tartışılması gerektiği fikrinin aksine kişiler
toplumsal cinsiyet normlarına uygun bir şekilde cinsiyetlendiklerinde idrak
edilebilirlik standartlarına da uyarlar (Butler, 2010: 65). Böylece cinsiyet, toplumsal
cinsiyet ve cinsellik bağlamında istikrarlı kılınan ve kültürel olarak anlaşılan, tutarlı
ve dışlanmayan bir kimlik güvence altına alınır (Butler, 2010: 66). Butler’a göre
eylemi yerine getirenin ardında bir yapan veya eyleyen olması şartı yerine, yapan
veya eyleyen yapılanın aracılığıyla değişken bir biçimde inşa edilir (2010: 233).
Bireyin anlaşılabilirlik kazanması için varlığının ve failliğinin ön koşulu olarak özne,
iktidarla ikircikli, tabiyete ve bağımlılığa dayalı bir ilişki içindedir (Butler, 2005: 1418).
65
Coleman her davranışın veya işin doğrudan erkeklikle ilişkilendirilmemesi gerektiğini söyleyerek
durum veya ortamdan bahseder ve erkeklerin, erkekliklerinin duruma bağlı bir mesele (occasioned
matter) olduğunu öne sürer (1990: 196).
69
Butler’a göre kişi bir toplumsal cinsiyet olmadığı gibi ona sahip de
değildir (2004: 42). Toplumsal iktidarın bir biçimi olarak norm, toplumsal cinsiyet
ikiliğini kurumsallaştırır ve cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve arzu arasında bir
nedensellik varsayılarak kurumsal ve hegemonik heteroseksüellik ile cinsiyet
ayrımları doğallaştırılır ve bir sistem olarak işler (Butler, 2010: 73-74). Butler’a göre
bir yapma edimi olarak performatif toplumsal cinsiyet, onu önceleyen bir özneye ait
değildir (2010: 77); aksine kimliği, yinelemeler ve göndergesel bir pratikle
performatif olarak kurar (2010: 224; 2014a: 8). İç hakikat ve öz yanılsamasını ortaya
çıkaran drag performans ise toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını görünür
kılarak onu hakikat ve sahtelik söyleminden çıkarır (Butler, 2010: 224-225).
Toplumsal cinsiyet normlarını doğallıktan çıkarabileceği gibi idealleştirebilme
olasılığı da olan drag performans, bu ikircikli yapısıyla yeniden imleme ve
bağlamsallaştırmaya dair altüst etme olanağı bulunan bir açıklık oluşturur (Butler,
2014a: 178-179).
Butler’ın toplumsal cinsiyet, performativite ve altüst ediş üzerine
yazdıklarının erkeklik çalışmaları da dahil,
66
sosyal bilimlerde geniş bir
disiplinlerarası yelpazede kabul gördüğünü söyleyen Brickell’a göre altüst etme
erkekliğin hegemonik biçimleri ile mücadeleye yönelik potansiyele sahip olmasına
rağmen
yeterince
kavramsallaştırılmamıştır
ve
erkekliğin
sosyolojik
kavramsallaştırılmasında önemli olan faillik, etkileşimsellik ve toplumsal yapı
bağlamında bazı zorlukları beraberinde getirir (2005: 24-25). Butler’a göre toplumsal
cinsiyet kategorilerinin performatif olarak kurulduğunu, performativitenin ontolojik
66
Brickell, Butler’ın kuramının toplumsal etkileşim içinde erkekliğin sürekli ve etkili üretiminin
neden olduğu endişenin araştırılması, kırsal alanlarda erkekliğin inşasında alkol tüketimi, genç
erkeklerin dil kullanımı ve sohbet biçimleri, kültürel üretimde erkeklik ve maçoluk gibi çalışmalarda
incelendiğini söyler (2005: 24).
70
etkilerin yaratıldığı söylemselliği sağladığını söyleyen Brickell, performativitenin
söylemsel süreçlerle üretilen ve toplumsal olarak konumlandırılmış özne için ne
söyleyebileceğini sorar ve Butler’ın bu soruya cevabının net, yazdıklarınınsa tutarlı
olmadığını öne sürer; çünkü özne bazı durumlarda geçici ve ağırlıklı olarak da bir
söylem ve düzenleyici kurgu şeklinde var olurken, başka durumlarda ise özneler
ortaya çıkar ve toplumsal eylem için kısıtlı bir kapasiteyle gerçek bir varoluşa sahip
çıkar (2005: 26).
Brickell’a göre performativite kavramı erkekliklerin, toplum öncesi
biyolojik bir öz değil, iktidar ilişkileri ve normların etkileri olarak dil ve toplum
içinde ortaya çıktığını öne sürdüğü için yararlıdır (2005: 29) ve altüst etme,
erkekliğin hem bireysel hem de kolektif olarak anlamlandırılmasına yönelik yeni
imkanların ortaya çıkmasını sağlayabilir (2005: 37), özel ve kamusal alanları yeniden
düzenleyerek, birbirine zıt bilgileri sunarak ve geçmişteki toplumsal cinsiyet
performansı biçimleriyle mücadele ederek potansiyel bir üretici etkiye dönüşebilir
(2005: 39); ama Butler’ın parodi, yineleme, yeniden anlamlandırma, yerinden etme
ve istikrarsızlaştırma içeren altüst etme açıklaması izlenimseldir;67 toplumsal eylem
ve yapıya dair bir açıklamanın eksikliği, bağlamların ve altüst etmenin gerçekleştiği
kısıtlamaların etkin bir şekilde anlaşılmasını engeller (2005: 40).
Brickell, Butler’da eksik olduğunu düşündüğü yanı Goffman’ın daha
tutarlı bulduğu çalışmalarıyla birlikte değerlendirerek, erkekliğin hem etkileşimsel
hem de icra edilebilir, performansa dayalı bir açıklamasını ortaya çıkarmayı hedefler
ve Goffman’ın öznellik, faillik ve toplumsal yapılar arasındaki dönüşlü bağları
67
Altüst etme makro düzeyde daha fazla zorlukla karşı karşıyadır; çünkü hegemonik erkeklikler, eril
tahakküm ve onların yerinden edilme olasılıkları sadece kültürel kaynakların mevcudiyetine bağlı
değildir, aynı zamanda iktidara ve toplumsal yapılara da bağlıdır (Brickell, 2005: 38).
71
birleştiren çerçeveler (frames) ve toplumsal cinsiyet düzenleri/planları (gender
schedules) kavramlarının altüst etmeyi daha anlaşılır kılacağını söyler (2005: 25).68
Brickell’a göre Goffman’ın çerçeve kavramı belirli bir bağlamda bir durumun
tanımlanışını etkiler ve etkileşimselliğin öncesinde var olan çerçeveler toplumsal
kurumlar değildir. Birey bir çerçeve ile toplumsal bir örgütlenmenin sınırları içinde
hareket eder ve tanımlanır; performanslar, çerçeveler şeklindeki kısıtlamalarla
meydana gelir. Toplumsal cinsiyet için ise bir plan/düzen vardır ve bu planın
işlevselliği etkileşimsellikle,69 sürekli bir göndergesellikle sağlanır. Birey toplumsal
cinsiyetin sergilenişinde belirli bir plana uydukça cinsiyetli bir kategorinin üyesi
olarak tanımlanmaya devam eder (2005: 30-31).
70
Brickell bu karşılaştırma ile
erkeklik çalışmalarına dair çıkarılacak sonuçları şu şekilde sıralar: Eril benlik
performanslar dahilinde dönüşlü olarak inşa edilir; performanslar erkekliğin önsel
varoluşuna atıfta bulunmak yerine onu inşa eder; toplumsal olarak kurulan eril
benlikler sosyal dünyada hareket eder ve eşzamanlı olarak etkilenirler; araştırmacılar
ise erkekliklerin nasıl icra edildiğini, performansların toplumsal etkileşim içinde
nasıl alımlandığını, çerçevelerin, planların, tarih ve kültür özelliklerinin eril
performansları
ve
alımlanmalarını
68
nasıl
şartlandırdığını
ve
eril
Butler ve Goffman’ı birlikte değerlendiren Brickell, toplumsal cinsiyetin inşa sürecinde nedensonuç ilişkilerinin yönü konusunda aynı görüşte olduklarını, özcülüğü reddederek doğal farklılıkların,
toplumsal farklılıkları öncelemediği, aksine doğal farklılıkların, toplumsal ayrımların etkileri olduğu
konusunda benzer şekilde düşündüklerini söyler (2005: 31).
69
“Etkileşim (yani yüz yüze etkileşim) kabaca fiziksel olarak aynı ortamda bulunan bireylerin
karşılıklı olarak birbirlerinin eylemleri üzerindeki etkileri olarak tanımlanabilir” (Goffman, 2012: 28).
70
Brickell, Butler’da eksik olan toplumsal etkileşimi Goffman’ın sağladığını söyler ve Goffman’ın
özcülüğe veya liberalizmin ve hümanizmin otonom eril öznesine dönmeden hareket eden/eyleyen
dönüşsel bir özneyi ortaya çıkardığı için önemli olduğunu dile getirir (2005: 29). Öte yandan Goffman
ise cinselliğe dair güncel bir kuramsallaştırmadan yoksundur (Brickell, 2005: 32).
72
otantikliğin/gerçekliğin yanılsamalarının nasıl üretildiğini ve istikrar kazandığını
araştırabilir (2005: 32).71
Bununla birlikte erkekliği performatif olarak ele almanın toplumsal
cinsiyetin cinsiyeti oluşturduğuna ve doğrudan atıfta bulunulabilecek esas veya
orijinal bir erkeklik olmadığına işaret ettiğini, erkekliğin icra edilirken özgün ve
kültürel bir senaryo kullanılmadığını, aksine bir pratikler yığınına göndergesel olarak
atıfta bulunulduğunu söyleyen Reeser’a göre Butler’ın bedensel/bütünleşik
(corporeal) tarzda ele aldığı toplumsal
cinsiyet kavramı, toplumsal cinsiyetli
performans bağlamında yararlıdır; çünkü sürdürdüğü ve tekrar ettiği performansla
doğal görünen ve bir esası olduğu yanılsamasını yaratan erkeklik bir çeşit stil olarak
ele alınabilir. Reeser erkekliği bir stil olarak ele almanın, erkekliğin dil ve söylem ile
olan ilişkisini ve belirli bir dönemle sınırlı kalmayıp değişime açık yapısını ortaya
çıkardığını söyler; böylece eski ve yeni biçimler bir arada yer alabilir; kalıpyargıların
ötesine
geçilerek
bireysel
çeşitlilikler
ve
performansın
belirli
anlarda
parçalanması/bozulması sonucu tutarsızlık görünür kılınabilir (2010: 81-87). Başka
bir deyişle tutarsızlık anları, erkekliği doğal ve sabit olarak tanımlamak yerine onun
istikrarsızlığına işaret eder.
71
Coleman, erkekliğin nasıl sürdürüldüğü sorusuna iki cevap öne sürer: Bir yanda erkekliği, bir yanı
toplumsal olan gelişimsel süreçlerin bir sonucu olan bir birey olarak ele alan yapıya dayalı biçim
vardır. Diğer yanda birey eyleyen/fail olarak, erkeklik ise sürekliliği olan bir iş, bir sunum yönetimi
olarak ele alınır. Coleman’ın dramacı model (dramaturgical model) dediği ikinci yaklaşıma göre
erkeklik bireylere etki eden, yapılmış veya bitmiş bir şey değildir; bireyler erkekliği yerine getirirken
görünür durumdadır ve erkeklik üzerinde çalışılması, başarılması gereken bir şeydir. Coleman
dramacı modele Goffman’ı örnek gösterir ve benzer bir toplumsal cinsiyet açıklamasının Garfinkel’ın
Agnes’in yaşamını aktarımında da olduğunu söyler (1990: 186-191). Agnes için bkz:
Kessler&McKenna (1978: 112-141).
73
3.BÖLÜM
SİNEMA VE ERKEKLİK: SINIRLI PERFORMANS ÖRNEĞİ
a.Erkekleri Perdede İzlemek
Farklı
disiplinlerde
araştırma
konusu
olan
erkeklik
olgusu,
disiplinlerarası çalışmalara imkan veren film çalışmaları ve sinema ile birlikte ele
alındığında izleme ve bakış üzerine ortaya konan tartışmaları beraberinde getirir.
Birbirinden farklı pek çok bağlamda erkeklerin izlendiğini veya erkeklere
bakıldığını, ama erkeklerin ve erkekliğin sinemaya özgü imgelerinin, erkekleri
izlemeye yönelik uğraşının belki de en bilinçli ve en göze çarpan biçimleri olduğunu
söyleyen Edwards’a göre sinema ve film çalışmalarında erkeklerin ve erkekliğin
temsilini içeren geniş bir yazın olduğu gibi, izleme sürecinin içerdiği toplumsal
cinsiyet ilişkilerine ve bakışın mekanizmalarına ilişkin verimli bir akademik ilgi
vardır ve bakış ve izleme kavramlarının etrafında döndüğü temel taşı toplumsal
cinsiyet oluşturur (2006: 116). Metz’in ayna evresi ve sinemaya özgü algılama
arasında bir bağ kurmasına rağmen, cinsiyet farklarının sinemadaki düzenlenişinin
ortaya çıkardığı sonuçları anlaşılır bir şekilde açıklayan Laura Mulvey’in çığır açan
çözümlemesidir (Chaudhuri, 2006: 35). Bu konuda en etkili feminist çalışmalardan
biri olarak bütün bir çalışma alanının sınırlarını belirleyen Laura Mulvey’nin ilk kez
1975 yılında yayımlanan “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” başlıklı makalesidir
(Edwards, 2006: 117).72
72
Mulvey (1997) psikanalitik kuramı politik bir amaçla kullanarak ataerkil toplumun bilinçdışının
film biçimini nasıl yapılandırdığını ortaya koymayı amaçlar. Mulvey’e göre (1997) sinema gelişkin
bir temsil sistemidir ve egemen düzence belirlenmiş bilinçdışının, görme biçimleri ve bakıştaki hazzı
inşa ediş yollarına yönelik soruları ortaya çıkarır. Özellikle anaakım filmlerde görsel haz ustalıkla
yönlendirilerek ataerkil düzenin diline kodlanır. Bununla birlikte anaakım filmler ve uylaşımları,
74
Mulvey’nin
çalışmasını
erkekliğin
ve
sinemadaki
temsilinin
çözümlenmesi adına bir başlangıç olarak ele alan (Edwards, 2006: 118) Neale
toplumsal cinsiyet, cinsellik, temsil ve sinema bağlamında yapılan tartışmaların
büyük bir çoğunlukla Mulvey’nin makalesinden hareketle kadınların temsiline
odaklandığını söyler (1993: 9).
73
Özdeşleşme, bakış ve görüntü bağlamında
erkeklerin temsiline ve erkek izleyiciye dair bir çözümleme için Mulvey’nin
çalışmasını temel almakla birlikte Neale, özdeşleşme konusunda Ellis’in görüşlerine
de başvurur. Sinemaya özgü özdeşleşmenin, bireyin inşasında çoğul ve birbiriyle
çelişen eğilimleri içeren hayal kurma ve fantezi ile öteki olarak algılanan insan
imgesi ile kurulan narsistik özdeşleşme olmak üzere iki farklı eğilimi olduğunu
söyleyen Ellis’e göre izleyici sadece erkek veya kadın kahramanla özdeşleşmez;
durum erkeklerin erkek kahramanla, kadınların kadın kahramanla özdeşleşmesinden
daha karmaşıktır; çünkü özdeşleşme hem perdedeki imgede “ben”in fark edilmesi ile
narsistik özdeşleşmeyi hem de benliğin anlatıda yer alan çeşitli konumlarla
özdeşleşmesini içerir. Bu nedenle Ellis özdeşleşmenin çoğul ve parçalı olduğunu;
gerek narsisizm gerekse fanteziler yoluyla gerçekleşen özdeşleşme biçimlerinin her
bireyde farklı olabileceğini dile getirir (2000: 43).
Narsistik özdeşleşmeyi özellikle önemli bulan Neale narsisizm ve
narsistik özdeşleşmenin iktidar, ustalık, hakimiyet ve mutlak güç fantezilerini
içerdiğini, bu fantezilere sıkça rastlanan süper kahraman, aksiyon ve western
filmlerinin kahramanlarının sıra dışı denebilecek güçte olduğunu, ama sessizliğin ve
gözetlemecilik ve dikizcilik fantezilerinden yararlanarak izleyicinin bastırılmış arzusunu oyuncuya
yansıtmasına yol açar. Mulvey (1997) bakmadaki hazzın etkin olan erkek ve edilgen olan kadın
arasında bölündüğünü, belirleyici olan erkek bakışının fantezisini dişi figüre aktardığını, böylece
anlatının gerçekmişgibiliği bozulmadan kadının hem bakılan hem de teşhir edilen konumundayken,
erkeğin film fantezisini denetleyerek iktidarın temsilcisi olarak bakışın taşıyıcısı olduğunu söyler.
73
Başlangıcı 70’li yıllara dayanan feminist film kuramı ve eleştirisinin aksine sinemada erkeklik
çalışmaları 90’lı yıllara kadar sınırlı sayıdadır (Shary, 2013: 5).
75
duygusal suskunluğun (emotional reticence) karakterlerin bir parçası haline gelerek
beraberinde mazoşizmi getirdiğini söyleyerek
74
heteroseksüel ve ataerkil bir
toplumda erkek bedeninin başka bir erkeğin bakışında erotik bir nesneye
dönüştürülemeyeceğini, bunun sonucunda ise bakışın farklı bir yönde harekete
geçirilerek içerdiği erotik öğenin bastırıldığını ve inkar edildiğini dile getirir (1993:
11-14). 75 Erkekliğin ilk dönem sinema örneklerine de konu olduğunu, örneğin
Thomas Edison’a ait birkaç filmde berber dükkanı, horoz dövüşü, kart oyunları gibi,
eril homososyal alanlara yer verildiğini söyleyen Benshoff ve Griffin’e göre bu
filmlerde mekanlar ve o mekanlarda bulunan erkeklerin görüntüleri sunulur, fakat
erkeklere
özgü
mekanların
aktarılması
görüntülerin
anlamlandırılmasındaki
muğlaklık 76 nedeniyle ataerkil kültür için sorunlu hale gelir. Bu nedenle anlatı
filmlerine geçiş, erkek figürleri görüntüden öte öykünün içine yerleştirerek, erkek
karakterlere birer nesne olarak hayranlık duymak yerine onlarla özdeşleşme imkanı
sağlar (2004: 253).
Cohan & Hark’a göre film kuramı erkekliği genellikle etkinlik
veya eylem, dikizcilik, sadizm, fetişizm ve öykü ile kadınlığı ise edilgenlik,
teşhircilik, mazoşizm, narsisizm ve görüntü ile bir tutmuştur (1993: 2). Oysa sinema
perdesindeki erkek imgesi, temsil bağlamında en az kadın imgesi kadar tehlikededir;
74
Rodowick otorite ve iktidar imgesi olarak narsistik eril imgenin, izleyici ve imge arasında
mazoşizme bağlı ilişkileri gerektirdiğini, ayrıca eril imgenin erotizm içerebileceğini söyler (aktaran
Neale, 1993: 13). Neale ise bu nedenle erkeklere özgü film türlerinde sado-mazoşist temaların,
sahnelerin ve fantezilerin varlığının ve erkek kahramanların erotik bakışın nesnesi olmasının şaşırtıcı
olmadığını dile getirir (1993: 13).
75
Willemen’a göre izleyici deneyimi erkek figürün hareket ederek (yürümek, ata binmek, kavga
etmek gibi) var oluşunun izlenmesiyle ve erkeklerin vahşice parçalanması veya sakatlanmasının
seyredilmesiyle yaratılan hazza dayandırılır (aktaran Neale, 1993: 13). Bu nedenle Neale, sadizm ve
bedenlerin parçalanışı ile yaralanışının erkek bedenlerinin erotik bir arzu nesnesi olmasına engel
olduğunu söyler (1993: 14).
76
“İki erkeğin dans ettiği Edison filmi homososyalliği mi yoksa eşcinselliği mi ifade eder?”
(Benshoff&Griffin, 2004: 253).
76
çünkü sinema aygıtı erkeği perdeye yerleştirir, onu perdenin ardına gizler, ideolojik
gündem için perde olarak kullanır ve erkekliğin toplumsal olarak kabul görmeyen ve
heterojen kültürel inşalarının uygunluğunu denetler (Cohan&Hark, 1993: 3). Öte
yandan günümüzde sayıca artan çalışmalar erkeklik ve sinema ilişkisini farklı
açılardan ele alır. Edwards’ın da dile getirdiği gibi erkekliğin sinemaya özgü
temsilini konu edinen çalışmalar, temsil çözümlemelerini ve kimlik politikaları
bağlamında temsilin politik boyutunu ele almayı; temsil ve gerçekliği, metin ve
bağlamı sorgulamayı; anaakım sinemada erkekliğin temsilinin çelişkili ve inşa edilen
özelliklerini ortaya çıkarmayı; toplumsal cinsiyet ve tür ilişkisi üzerinden sinema
tipolojileri ile (epik filmler ile western, savaş, korku ve aksiyon filmleri gibi) belirli
erkeklik biçimleri arasındaki ilişkiye odaklanmayı
amaçlar (2006: 122-125).
Böylece erkeklik ve sinema ilişkisini farklı açılardan ele almak, erkeklerin ve
erkekliklerin çeşitli temsillerini ve bu temsillerle öne sürülen anlamları ortaya çıkarır.
b.Tür Sineması ve Erkeklik
Farklı erkeklik temsilleri sunmaları açısından tür filmleri ile erkeklik
olgusu arasındaki ilişki önemlidir. Günümüzde hiçbir türün kesin bir şekilde
tanımlanamamasına rağmen, türlere ortak bir kimlik kazandıran şey, yönetmenler,
yorumcular ve izleyiciler arasında olduğu düşünülen bir anlaşmaya dayanan tür
uylaşımlarıdır
(Bordwell&Thompson,
2008:
319-320).
77
Öte
yandan
sınıflandırılmalarına veya tanımlanmalarına rağmen türler sadece bir grup yapıt veya
filmden ibaret değildir; izleyicinin sinemaya taşıdığı ve izleme sürecinde
77
Bordwell ve Thompson’a göre türler, tematik ortak noktaları ve uylaşımsal ikonografi ile süreklilik
gösteren simgesel görüntüleri, nesneleri ve dekorları paylaşabilir; benzer film tekniklerini kullanabilir;
farklı türlerle birleşerek alt-türler oluşturabilir; toplumsal süreçleri yansıtabilir; kültürel değerleri
yeniden onaylayabilir ve popülerlik nedeniyle bazı evrelerde ön plana çıkarken bazı evrelerde ise
gözden düşebilir (2008: 319-327).
77
etkileşimsellik içinde olduğu belirli beklenti sistemleri ve varsayımları içererek
izleyiciye farkındalık ve anlam aracı sağlar ve filmlerle birlikte onları oluşturan
unsurların ifade edilişini ve idrak edilebilirliğini kolaylaştırır (Neale, 2000: 158). Bir
türü anlamanın esası akla yatkınlık, meşrulaştırma, güdüleme, inandırıcılık ve inanç
gibi çeşitli sistemleri olan ve türden türe farklılık gösteren gerçekmişgibiliktir (Neale,
2000: 157-158).
Belirli film türlerinin anlatılarında erkekler ve onların öyküleri
merkezde yer alır. Benshoff ve Griffin’in de dile getirdiği gibi western filmleri, üst
düzeyde kahramanlıkla ata binen, sınırların ötesine adalet ve medeniyet getiren
yalnız bir kovboyun etrafında şekillenirken, gangster filmleri başarı elde etmek ve
şiddet içeren suça yönelik eylemleri ile kahramanlıklarını kanıtlamak isteyen
erkeklere odaklanır. Aksiyon ve macera filmleri hayret ve hayranlık uyandıran
yolculuklar ve arayışlar yoluyla efsanevi kahramanlara dönüşen erkek karakterleri
temel alır. Savaş filmleri ise savaşın zorlukları karşısında nasıl doğru niteliklere
sahip bir erkek olunacağının bilinçli bir provasıdır (2004: 251).78 Bununla birlikte tür
ve toplumsal cinsiyet kavramları uzun zamandır bir arada ele alınır; çünkü türler
genellikle toplumsal cinsiyet stereotiplerine dayanır veya western filmlerinde sert
kovboylar, spor filmlerinde kendini işine adamış atletler, kara filmlerde baştan
çıkaran kadınlar örneğinde olduğu gibi toplumsal cinsiyet performanslarının aşırı
örneklerini destekler (Shary, 2013: 8).
78
Bununla birlikte Benshoff ve Griffin’e göre erkekleri temel alan filmler, “kadın filmleri” gibi özel
bir başlık altında toplanmaz; neredeyse başlangıcından bu yana Amerikan filmleri erkeklerin
öykülerine öncelik tanır ve Hollywood’da üretilmiş olan pek çok filmin doğrudan erkeklere ait olduğu
varsayılır; çünkü türe bakılmaksızın eril ideale yönelik imgeler esas kabul edilir (2004: 251).
78
Öte yandan Benshoff ve Griffin’in dile getirdiği gibi eril ideal zaman
içinde değişime uğrar ve bir yanda toplumsal cinsiyetin hegemonik standartları
gelişip değişirken, doğru veya hakiki varsayılan niteliklere sahip olan erkek imgeleri
de film tarihi boyunca çeşitlilik gösterir;79 ayrıca ülkenin politik, sosyal ve ekonomik
gündemi sineması üzerinde etkilidir ve sinemanın farklı evrelerinde farklı erkeklik
temsilleri ortaya çıkar: klasik Hollywood stüdyo sistemi ve satış politikası etkisinde
yıldız oyuncular ile onlarla anılan karakter tiplemeleri; bunalım yıllarında erkekliğin
içine düştüğü kriz ile beraber daha güçlü erkeklik imgelerinin yaratılması; 2. Dünya
Savaşı veya Vietnam Savaşı’nın askerlik, liderlik, askeri eğitim ve gaziler gibi
konuları gündeme getirmesi; feminizmin etkisi ile duygusal erkek karakterlerin film
anlatılarında yer alması veya feminizme bir tepki olarak hiper-maskülen ve sert
aksiyon erkeklerinin ortaya çıkması (2004: 252-278). Kısacası erkeklik olgusuna
atfedilen anlamlar değiştikçe, erkeklik temsillerinin sinemadaki karşılıkları da
değişime uğrar.
c.Sinemada Performans, Performatif Toplumsal Cinsiyet ve Erkeklik Krizi
Toplumsal cinsiyetin normların tekrarı ile performatif olarak oluştuğunu
ve ortaya çıkan etkiler toplamının bireye toplumsal cinsiyet bağlamında idrak
edilebilirlik
sağladığını
söyleyen
Butler
performatifliğin
performans
ile
karıştırılmaması gerektiğini özellikle belirtir: performatiflik ne bir oyundur, ne teatral
bir öz-sunumdur, ne de basitçe performans ile bir tutulabilir. Performatiflik bir tekrar
süreci içinde, normların düzenlenen ve sınırlandırılan tekrarı ile anlaşılabilir (2014a:
79
Johnston, Panofsky’den hareketle, sabit ikonografi ve stereotip ile seyircinin anlatıyı kolayca
çözümlemesinin hedeflendiğini söyler. Ne var ki cinsiyetçi ideoloji nedeniyle erkek rollerindeki
çeşitlilik kadın rollerinden fazladır. Ayrıca Johnston’a göre sinemanın gelişmesi ile erkek
stereotiplerin “karakter” nosyonunu bozduğu düşünülür; ama ideolojik olarak kadınları ebedi ve
değişmez olarak sunmak için, aynı durum kadın stereotiplerde farklı işler (2006: 78).
79
139). Bu icra edenin öncesinde duran ve onu sınırlayan normların tekrarıdır; icra
edenin iradesinin veya seçiminin bir ürünü değildir (Butler, 2014a: 330). Başka bir
deyişle performatiflik ve performans arasındaki fark önemlidir; çünkü Butler
performatifliğin bir rol olmadığını söyleyerek, özcü bir yaklaşımın aksine yapılanın
ardında bir yapan olmadığını, eylemlerin bireyleri oluşturduğunu söyler.
Butler’a göre toplumsal cinsiyetin performatif olması, toplumsal
cinsiyete dair içsel bir öz bulunduğu yanılsamasını ve öz veya özellik etkilerini
geriye dönük olarak üretir; bunu ritüelleşen tekrarlarla ve heteroseksüelliğin
toplumsal olarak dayatılmasıyla gerçekleştirir. Öte yandan Butler toplumsal
cinsiyetin performe edildiğini veya toplumsal cinsiyete dair anlamın onun
performansından çıkartılabileceğini söylemenin yeterli olmadığını vurgular; çünkü
toplumsal cinsiyetin psişik işleyişlerini, toplumsal cinsiyetin somut performansına
indirgemek hata olur; performe edilen, performe edilemeyene veya performansı
engellenene referansla anlaşılabilir (Butler, 2005: 136-137).
Böylece Peberdy’nin de dile getirdiği gibi performans eyleyenin
kontrolüne ve manipülasyonuna bağlıyken performatiflik eyleyenin dışında başlar ve
biter ve bu nedenle toplumsal cinsiyet sosyal bir inşadır, doğal olarak algılanana
kadar sürekli icra edilen tekrarlayıcı eylemler dizisidir (2013: 54). Peberdy’ye göre
performans, icra edilen kimliğin veya rolün ardında bir öz veya bir ben olduğuna
işaret eder. Bu durumda gündelik hayatta toplumsal cinsiyetli bireylerin performatif
olarak kurulan ve doğallaştırılmış toplumsal cinsiyet performansları failliklerinin
veya kimliklerinin kendisini oluşturur. Performans ise hem oyunculuk hem de ekran
dışı performanslar açısından film çalışmalarının merkezinde yer alır (Peberdy, 2011:
80
21). Bu nedenle performansın aktörlere, 80 performatif toplumsal cinsiyetin ise
canlandırma ile varlık kazanan film karakterlerine işaret ettiği söylenebilir.
Öte yandan performatifliğin ideolojik temelli pratikler, performansın ise
toplumsal cinsiyetin sahnelenmesi olduğunu söyleyen Reeser’a göre performans
terimi toplumsal cinsiyetin ardında sabit ve orijinal bir biçim olmadığını gösterir;
hatta performatif eylem toplumsal cinsiyet normlarını yinelerken, performans onlara
direniş gösterebilir; çünkü başka bir erkeği canlandıran erkek oyuncu, erkeklikleri
değiştirerek erkekliğin keyfi doğasını görünür kılabilir; kelimenin tam anlamıyla
erkekliğin performatif olduğunu gösterebilir. Burada söz konusu olan uyum sağlama
yeteneği, toplumsal cinsiyet öznelliğinin bir parçasıdır (Reeser, 2010: 88).
Peberdy ise perdede sosyal rollerin performansının, performans ve
performatiflik arasında kolay bir ayrımı güçleştirdiğini söyler; çünkü film
performansı eylemlerin temsilini içerir, belirli jestler ve tutumlardan oluşur; ama aynı
zamanda kültürel beklentilerle oluşturulan sosyal rollerin ve kimliğin temsilini de
içerir (2013: 54). Bununla birlikte Peberdy’ye göre hakiki bir toplumsal cinsiyetin
olmaması, erkekliği bir performans olarak anlamlandırmada temel öneme sahiptir;
çünkü hakiki veya normatif olduğu öne sürülen toplumsal cinsiyet imgeleri, medya
aracılığıyla inşa edilir; yaygınlaştırılır ve “geleneksel” ya da “doğal” gibi kelimelere
yansıtılarak inşa süreci maskelenir. Öte yandan yazara göre erkeklik inşasını gözler
önüne seren performanslar ile onları maskeleyerek hakiki bir erkeklik olduğu
80
Peberdy’ye göre erkekliğin performansı sadece perdedeki canlandırmalar değil, aynı zamanda
sosyal bir performanstır; bu ise yıldız oyuncu kavramını ve film-dışı metinleri gündeme getirir (2011:
9).
81
varsayımını yayan erkeklik performansları arasındaki ayırım dikkate alınmalıdır
(2011: 28-29).81
Performatif toplumsal cinsiyetin erkekliği oluşturması ile erkek
karakterlerin toplumsal cinsiyetli performanslarını film çalışmalarında bir araya
getiren ortak noktalardan biri erkeklik krizidir. Shary’nin de belirttiği gibi 90’lı
yıllardan bu yana kriz teması oldukça popülerdir (2013: 7). Sıklıkla tekrarlanan bir
kavram haline gelmiş erkeklik krizi erkeklik tanımının sınandığı, tartışıldığı ve
görünür kılındığı her an ortaya çıkar (Peberdy, 2011: 4-5). Performatif toplumsal
cinsiyet taklit edilebilirliği ve faillik kuramı olarak iktidar ve normlarla olan ilişkisi
ile toplumsal cinsiyetin sabit veya verili olmadığını; aksine akışkan olduğunu,
değişim ve dönüşüm potansiyeli taşıdığını ortaya koyar. Böylece değişimin
sonucunda kriz, Kimmel’ın da belirttiği gibi, eylemde bulunma kapasitesi olan
failliği beraberinde getirerek, bir erkeklik tanımının güncelliğini yitirip yenisinin ise
henüz yerleşmediği anlara işaret eder (2005: 26).82
Kriz kavramını kaslı aksiyon kahramanlarının bedenleri bağlamında ele
alan Tasker, toplumsal cinsiyet kimliğine yönelik birtakım endişelerin beyaz erkek
bedeninin işkence çeken figürüne kazınmış olduğunu söyler (1993: 3) ve aksiyon
kahramanının kaslı bedenine yönelik eleştirilerin krizdeki erkek bedeni (the male
body in crisis) ve zafer kazanmış beden (the body triumphant) olmak üzere genelde
iki yönde olduğunu belirtir; çünkü bu kaslı bedenlerin görselliği birbiriyle çelişen iki
81
Peberdy performans terimini üç açıdan ele alır: 1. Performans filmlerle birlikte çeşitli bağlamlarda
eylemlerin temsilini tanımlar, 2. Anlam yaratmak ve bir karakteri tanıtmak için performans belirli
canlandırmalara atıfta bulunur ve 3. Performans toplumsal cinsiyetli bir canlandırmadır; kültürel
beklentilerle bilgilendirilen sosyal bir roldür (2011: 169-170).
82
Peberdy’ye göre “kriz” terimi genellikle eril güvensizlik, istikrarsızlık ve belirsizlik anlarına işaret
ederken, “endişe” erkekliğin özgül tezahürlerine, performanslarına ve temsillerine atıfta bulunur.
Ayrıca kriz stereotip bir anlam taşır; endişe ise daha yapıcı bir terimdir ve sadece kavramı tartışmak
yerine performansın ince ayrıntılarını (örneğin yüz ifadesi) araştırmayı mümkün kılar (2011: 8-9).
82
terimi beraberinde getirir: kısıtlama ve aşırılık. Bir yanda kahraman ve düşmanları
aşırı fiziksel gücü deneyimlerken, diğer yanda erkek kahraman gücünün sınandığı bir
kısıtlama ile tanımlanır (Tasker, 1993: 9).83
Peberdy ve Tasker kriz ve endişeyi farklı erkek bedenleri üzerinden
inceler. Tasker aksiyon sineması ve kaslı erkek kahramanın hiper-erkekliği ile kriz
kavramını ele alırken Peberdy, Michael Douglas örneğinde olduğu üzere, endişeyi
esas alarak ve ayrıntılara odaklanarak erkek kahramanın sıradanlığı nasıl sunduğunu
ele alır ve onu Davies’ten ödünç aldığı “hiper-normallik” terimi ile tanımlar (2011:
49). Bu aşırı ama birbirine zıt iki ucu ortak noktada buluşturan ise erkeklik
performansıdır. Erkeklik performansı Peberdy’ye göre erkekliğin kodlarını icra eden
erkeklere işaret eder ve bunu gerçekleştirirken bir yanda normatif erkekliğin
performatif doğasını gösterir; diğer yanda normatif erkekliği inandırıcı bir şekilde
sunma konusundaki yetersizliği ortaya çıkarır (2011: 9). Başka bir deyişle erkekliğin
kodlarını icra etmek erkekliğin performatif kuruluşunu ortaya çıkarır ve toplumsal
cinsiyetin başarı ve başarısızlık bağlamında ele alınabileceğini gösterir.
d.Sinemada Performans İşaretleri, Aşırı ve Sınırlı Erkeklik Performansı
Performansı sinema bağlamında ele almak oyuncuları, bedenlerini,
konuşma biçimlerini, oyunculuğu da ön plana çıkarır. Oyuncuların kişisel ve fiziksel
özelliklerine özgü oyunculuklar olabileceği gibi film türlerine veya filmlerin
yapıldığı dönemlere özgü oyunculuklardan da söz etmek mümkündür. Rol
83
Bu tür imgelerin eril iktidarın kaybına işaret edip etmediğinin temel bir soru olduğunu söyleyen
Tasker’a göre erkeklik imgelerini tartışırken “ya/ya da” karşıtlığını kullanma eğilimi vardır; bu
nedenle Tasker anlamın istikrarsızlığını ve çoğulluğunu tartışmaya daha elverişli olan “hem/hem”
yaklaşımını önerir. Tasker kaslı aksiyon kahramanını ya erkekliğin yeniden iddiası ya da eril
değerlerin parodik bir canlandırması olarak algılamak yerine her ikisini de aynı anda nasıl temsil
ettiğini araştırmak gerektiğini söyler (Tasker, 1993: 109).
83
yapmayı/oyunculuğu (acting) anlamak için performans yaratma yöntemlerinin
incelenmesi gerektiğini söyleyen Butler, performansı doğalcı bir yaklaşımla ele
alanlara Stanislavski, Pudovkin ve Strasberg’i örnek gösterir (1991: 9). Butler’a göre
doğalcı yaklaşıma, başka bir deyişle metot oyunculuğuna göre karakterlerin
temsilinin inandırıcılığı ön plandadır; izleyici karakteri benimser, hatta onunla
özdeşlik kurar. Bir anlamda rolün yaşanması söz konusudur. Oyuncu duygu
hafızasını ve bilinçaltını kullanarak hakikati elde eder (Butler, 1991: 9).
Butler metot oyunculuğuna/doğalcılığa karşı görüşte olanlar arasında
Kuleshov, Brecht ve Bresson’un adlarını sayar (1991:10). Örneğin Brecht’e göre
izleyicinin özdeşlik kurabileceği sahici bir oyunculuk yerine izleyiciyi karaktere
yabancılaştırmak önemlidir (Butler, 1991: 10). Butler’a göre bu organik bir
gelişmenin aksine devamlılıkta boşluklar, kesintiler ve atlamalara yol açar ve
böylelikle izleyicinin daha aktif bir izleme sürecine teşvik edilmesi amaçlanır.
Bresson’un model olarak adlandırdığı oyuncuların ise minimalist konuşma ve
eylemleriyle “görünmek veya benzemek” (seem) yerine “olmak” (be) hedeftir
(Butler, 1991: 10).
Sinemada
izleyici
ile
buluşan
erkek
karakterlerin
erkeklik
performansları, daha önce dile getirildiği üzere filmin türüne, ideolojik altyapısına,
tarihsel döneme ve oyuncuya göre çeşitlilik gösterir. Örneğin aksiyon filmlerinde
veya komedi filmlerinde erkek karakterlerin farklı erkeklik performansları
sergilemeleri beklenir. Peberdy, herhangi bir performansta anlamın icra edene göre
84
değiştiğini söyler (2013: 61).84 Bu durumda erkeklik performansı izlenen oyuncunun,
yıldız oyuncu olup olmaması anlamı değiştirebileceği için önemlidir. Dyer’a göre
John Wayne, Paul Newman, Robert Redford gibi oyuncular erkek aksiyon kahramanı
imgesini, Western türü filmlerde veya erkeği doğrudan fiziksel olarak maddi güçlerin
karşısında konumlandıran aksiyon sahnelerinin olduğu savaş filmleri ve takip
filmlerinde yer alarak oluşturur (Dyer, 1986: 12).85
Dyer’a göre performans, oyuncunun anlatıda yer alan eylemleri yerine
getirmesi ve replikleri söylemesi olduğu kadar, bu eylemlerin nasıl yerine getirildiği
ve repliklerin nasıl söylendiği ile ilgilidir; çünkü yüz ifadesi, ses, el ve kol hareketleri
gibi jestler, bedenin duruşu ve tüm bedenin hareketinden oluşan performans
işaretlerinin okunuşu önemlidir; bu işaretlerin önemi kültürel ve tarihsel kodlarla
belirlenir. Örneğin Bette Davis’in göz hareketi veya John Wayne’nin yürüyüşü,
genel ve evrensel bir söz dağarcığına değil, belirli bir kültürün veya tarihsel dönemin
söz dağarcığına atıfta bulunarak okunabilir (Dyer, 1998: 134-135).
Bu durumda belirli yıldız oyuncuların veya belirli film karakterlerinin
içinde bulundukları kültür ve tarihsel döneme göre farklı erkeklikleri temsil ederken
farklı erkeklik performanslarını sergiledikleri söylenebilir. Örneğin Peberdy North
By Northwest (Alfred Hitchcock, 1959) ve Lost In Translation (Sofia Coppola, 2003)
filmlerinin
afişlerini
karşılaştırarak
erkeklerin
eril
endişe
imgesini
farklı
yansıttıklarını dile getirir: Cary Grant eril istikrarsızlığı abartılı ve dramatik bir
biçimde sunarken, Bill Murray cansız ve pasiftir (2011: 62-64). İki afişte yıldız
84
Peberdy performansın aktöre veya yıldız oyuncuya göre farklı okunduğunu, metinsel veya metindışı olmak üzere aktör hakkında ne kadar çok şey bilinirse performansın yorumlanışının bu bilgi ile
gerçekleştiğini söyler (2013: 61).
85
Dyer’a göre yıldız oyuncuların imgeleri filmlerini aşar, tarihin bir parçası olur; bu imgeler ve yıldız
oyuncular medya endüstrisi tarafından üretilir ve izleyici imgeler arasından seçim yaparak, onları
anlamlandırarak bu üretime katkıda bulunur (1986: 2-5).
85
oyuncu ve eril endişe kavramları ortak olmasına rağmen farklı tarihsel dönemlere
işaret eden filmlerde farklı erkeklik performansı söz konusudur.
Reeser erkeklik tekniklerinin veya yöntemlerinin (mechanisms), aşırı bir
belirlenimle (overdetermination) ortaya çıkması durumunda toplumsal cinsiyetin
performatif olarak ifşa edildiğini söyler. Başka bir deyişle yazara göre eğer bir erkek
aşırı derecede eril davranıyorsa veya erkekliği çok fazla ya da çok iyi sergiliyorsa,
toplumsal cinsiyetini icra edişi kendisine ve izleyiciye açık hale gelir. Bununla
birlikte Reeser erkekliğin aşırı tekrarının, çok sık hiper-maskülen bir şekilde
davranmanın aslında erkekliğin icra edilişine dikkat çektiğini ve erkekliğin aşırı
derecede mevcut olmasının gülünç görünebileceğini söyler (Reeser, 2010: 89).
Tasker’a göre ise kaslı erkek kahramanlar birer eril figür olarak somutlaştırdıkları
özellikleri hem canlandırırlar hem de doğruluğunu sorgulanır hale getirirler; böylece
erkekliğin parodik bir performansını sunduklarını öne sürmek mümkündür (Tasker,
1993: 111).
Bir
performansın
normatif
olup
olmadığının
bağlama
göre
değişebileceğini söyleyen Reeser, James Bond örneğini vererek aynı performansın
hem erkeklik performansının hiper-maskülen parodisi hem de tutarlı eril normu öne
süren toplumsal cinsiyet performansı olarak yorumlanabileceğini dile getirir. Öte
yandan yazara göre erkekliğin performatifliğini gizlemek için bir erkek
performansını sınırlamak (limit) ve aşırılığı kontrol altına almak zorunda kalabilir;
çünkü eril performansın parodisi ideal bir erkekliğin icra edilmesi açısından zorluk
ve endişe yaratabilir. Bununla birlikte Reeser’ın da dile getirdiği gibi eğer ideal ve
ideal olmayan performans arasındaki ayrım veya fark, tutarlılık sunan yeni bir
performansa dönüşürse, bu yeni erkeklik tipinin erkekliğin doğallaştırılmış bir biçimi
86
olarak konumlandırılması için performativite kontrol altına alınmaya çalışılır
(Reeser, 2010: 89).
Aşırı erkeklik performansının sergilenmesinin tersi yönde bir erkeklik
performansından da söz etmek mümkündür. Peberdy, Michael Douglas’ın Falling
Down (Joel Schumacher, 1993) ve Wonder Boys (Curtis Hanson, 2000) filmlerinde
sıradanlığı aktarırken minimal bir oyunculuk sergilediğini söyler (2011: 51). Andrew
Higson ister stilize isterse doğal oyunculukla sergilensin, karakterlerin minimalist bir
oyunculuk biçimi ile “hiçbir şey yapmadığı” (doing nothing) anların olduğunu,
karakterlerin beklediği, izlediği, düşündüğü veya hayal kurduğu bu anlarda sahnenin
başarısının eylemin veya ifadenin yokluğuna dayandığını dile getirir (aktaran
Peberdy, 2011: 53).86
Minimalist oyunculuk ve eylem veya ifade yokluğu Avrupa sanat
sinemasında
öne
çıkan
bir
özelliktir.
Bordwell’e
göre
abartma
veya
dramatizasyondan uzak bir anlatım (dedramatisation), İkinci Dünya Savaşı sonunda
Avrupa
sinemasında
ortaya
çıkar.
Yönetmenler,
Hollywood
sinemasının
sunduğundan daha ciddi ve gerçekçi bir temsile dikkat çekerek hem olay örgüsünü
hem de stili sessizleştirmenin yollarını arar. 1950’lerde Rosellini, Dreyer, Bresson ve
Antonioni gibi yönetmenler bu yaklaşımın gelişiminde önemli rol oynar (Bordwell,
1997: 13). Bordwell Antonioni’nin ve Angelopoulos’un filmlerindeki benzer
özelliklere dikkat çekerek “oldukça sessizleştirilmiş/sınırlandırılmış bir performans
biçiminden” (a fairly muted performance style) söz eder; bu filmlerde manzara veya
geniş iç mekanlarda uzun çekimler, karakterlerin sırtlarını kameraya dönüşleri,
86
Peberdy’ye göre hiçbir şey yapmamak film performansında tezatlık yaratır; çünkü eylemin olmadığı
etkisini aktarabilmek ve “yapmak” yerine “olmak” belirli bir yetenek ve uğraşı gerektirir (2011: 5354).
87
sessizliğe ve ölü zamanlara indirgenen sahneler ve cansızlaştırılan oyunculuklar söz
konusudur (Bordwell, 1997: 14). 87 Böylece sanat sinemasına özgü bu yaklaşım daha
minimal ve sınırlı oyunculuk ve performanslara imkan sağlar.
e.Türkiye Sineması ve Erkeklik: Genel Bir Bakış
Başlangıcından günümüze ekonomik, politik, sosyal ve teknolojik
değişimlerin ve gelişmelerin etkisinde kalarak Türkiye sinemasında da perdede
izleyici ile buluşan erkeklik temsilleri farklı türlere ve dönemlere göre değişiklik
gösterir. “Türkiye’deki hakim erkeklik anlayışı ile Batı’daki arasında benzerlikler
bulunduğu, ancak bu coğrafyanın kendine özgü tarihsel, siyasal ve kültürel
özellikleri nedeniyle farklı erkeklik durumlarının var olduğu söylenebilir” ve bu
nedenle “Türk sinemasında da tek bir erkeklikten değil, belli filmsel türlere ve çeşitli
dönemlere özgü farklı erkeklik hallerinden söz etmek gerek(ir)” (Ulusay, 2004: 147).
Özgüven (1985) Yeşilçam sinemasında yer alan jönleri sınıflandırarak bir anlamda
döneme özgü filmlerdeki erkek karakterleri de sınıflandırır; bir üslup olarak
delikanlılık ile topluma uymak arasında bocalayan erkek karakterlerden ve kanun
kaçağından casusluğa, bıçkın şoför delikanlılardan gangster karikatürlerine veya
çilekeş lümpenlere; sosyete jönlerinden, iyi aile çocuğu jönlerine ve halk çocukları
ile alacakaranlıkta kalmış kötü adam rollerine uzanan bir çeşitlilikten söz eder. 88
Sinemada erkeklik temsilini temel alan çalışmasında Kılıçbay (1999) ise yıldız
87
Kovacs da benzer şekilde Antonioni’nin filmlerinde oyuncuların, çeşitli duygusal durumları temsil
etmedikleri için ifadesiz olduğunu söyler (2010: 162).
88
Özgüç’ün (2005) ise türlere göre sınıflandırdığı filmleri sıralayarak erkek karakterleri gruplandırdığı
söylenebilir. Örneğin Türkiye sinemasının bir dönemine, Osmanlıların kahramanlaştırıldığı ve
Bizans’a karşı savaştığı tarihsel filmlerde Malkoçoğlu, Kara Murat veya Battal Gazi gibi erkek
kahramanlar damgasını vururken başka bir dönemde şarkılı filmlerde arabesk şarkıcıları hem
büründükleri karakterlerle hem de şarkıcı kimlikleriyle ön plandadır.
88
sisteminin mekanizmalarına dair tartışmalarla birlikte Türk sinemasında erkekliğin
nasıl sunulduğunu Cüneyt Arkın örneği ile inceler.
Ulusay’ın da dile getirdiği gibi erkek karakterler melodrama özgü
uylaşımları yerine getirirken bir “salon erkeğine” dönüşür ya da kavga sahnelerinin
yoğun olduğu filmlerde veya kostüme filmlerde inandırıcılıktan uzak ve abartılı
erkeklik temsillerini sunar; 70’lerin suç ve suçluluğu temel alan filmlerinde ise
erkekler büyük kentlerde güçlüklerle karşı karşıyadır (2004: 147). 70’li yıllarda
çekilmiş erkek filmlerini inceleyen ve Yeşilçam’ın anadili olmuş melodramın neden
bu yıllarda yerini eril bir sese bıraktığını soran Arslan’a göre 70’li yıllarda birlik ve
bütünlük fantezisi dağılır; baba figürü bir çatışma unsuru olarak ortaya çıkar ve
melodramların sorunlu kadın-erkek ilişkilerini temel alan anlatılarının aksine erkek
filmleri erkek olmayı, baba-oğul çatışmaları dahilinde ele alır (2005: 10-56).
Genel hatlarıyla ele alındığında 60’lı yıllarda melodramlarda kendi
içinde farklılık gösteren jönlerden, 70’li yıllarda erkekler arası çatışmaları konu alan
erkek filmlerinden, 80’li yıllarda sosyal ve ekonomik değişimlerle birlikte artış
gösteren arabesk filmler ve erkek şarkıcılardan söz edilebilir. 1980 sonrasında Türk
filmlerinde erkekliğin bir anlamda iktidarını kaybettiği, başkaldıran kadın karakterler
ve eşcinsel karakterlerin ortaya çıktığı görülür (Ulusay, 2004: 148). 90’lı yılların
ortasından itibaren ise erkekler arasında var olan dostlukları aktaran ve erkek
anlatılarını merkeze alan filmler artarak erkek kimliğine dair bir toplumsal cinsiyet
krizine işaret eder (Ulusay, 2004: 144). 89 Bu durumda ise erkeklik temsillerinin
89
Ulusay (2004) 90’lı yılların ortasından itibaren erkeklerin anlatıların merkezinde yer aldığı filmlerle
birlikte yeni bir türsel eğilimin ortaya çıktığını dile getirir ve bu filmlerde erkekler arası ilişkilerin
genellikle sorunlu baba-oğul ilişkileri olduğunu vurgular; oğullar gerçek babalarla sorunlar yaşar,
idealize edilmiş simgesel babalara sığınırlar ve babalığın veya babalık figürünün eksikliği ise erkeklik
krizi bağlamında önemli hale gelir. Yüksel (2013) ise 2000’li yıllarda yapılmış filmlerde baba-oğul
89
stereotiplerden veya tiplemelerden, “zamansız kimliklerden” (Baker&Vitullo, 2011:
213) 90 ve Özgüven’in sosyete jönlerine dair söylediği gibi “tarihsiz, coğrafyası
müphem, geçmişsiz, geleceksiz bir sinema uzayında” (1985: 31) var olmaktan farklı
bir yöne doğru ilerlediği söylenebilir.
Günümüzde geçmiş yıllara kıyasla filmlerde değişen ve farklılık
gösteren erkekliklerin varlığı söz konusu olsa da, Türkiye sinemasını, Suner’in de
dile getirdiği gibi “popüler” ve “sanat” filmleri olmak üzere iki farklı açıdan ele
almanın mümkün (2006a: 33) olması, popüler sinemanın 91 yaslandığı komedi,
aksiyon veya korku türündeki filmlerde erkekliğin ifade edilişinin türlere özgü
uylaşımlara bağlı kalma ve bir türün özelliklerine dayanarak, filmlerde erkekliklerin
kalıplar ve belirli ideolojik çerçevelerde tanımlanma olasılığını görünür kılar;
dolayısıyla da bu erkekliklerin performansında aşırılık söz konusudur. Örneğin
Kurtlar Vadisi: Irak (Serdar Akar, 2006) gibi bir film gişe başarısı hedefleyen
popüler anlatısıyla aşırı erkeklik performansları sunar.
Öte yandan Suner’in de belirttiği gibi Eşkıya filminin yarattığı
değişikliğin yanı sıra aynı yıl Tabuta Rövaşata (Derviş Zaim, 1996) filmi, daha önce
yapılmış filmlere benzemeyen, yalın ve gösterişsiz ama etkileyici üslubuyla başka bir
ilişkilerini ve erkeklik krizini ele alır; babalar ve oğullar arasındaki iktidar ilişkilerinin sorunlaştırıldığı
filmlerde erkeklik krizi performansları erkeklerin hegemonyasını idealleştirerek yeniden üretebildiği
gibi, erkeklerin travmatik deneyimlerine göndermede bulunarak hakim toplumsal cinsiyet ilişkilerinin
sorgulanmasını da sağlayabilir; böylece erkeklik tutarlı ve sabit bir cinsiyet olmak yerine öğrenilen ve
denetlenmesi gereken bir toplumsal cinsiyet pratiğidir ve kriz ile inşa edilir.
90
Baker ve Vitullo’ya göre 1972-1980 yılları arasında piyasaya sürülen ve İtalyan-Amerikan
erkeklerinin anlatılarına odaklanan filmler, içinde bulundukları zamanın aksine erkekliği, zamansız
kimliklerle, sabit bir biçimde sunar (2011: 213).
91
Suner, Eşkıya (Yavuz Turgul, 1996) filmini takip eden yıllarda, 1996-2005 döneminde, bu filmin
yarattığı formüle işaret ederek şunu söyler: “Geçtiğimiz on yılın büyük bütçeli popüler filmleri bu
formülü izleyerek, genellikle yerli temaların Amerikan sinemasının biçimsel özellikleriyle
harmanlanarak yeniden yorumlanmasından oluşan bir üslup yarattılar. Dramatik etkiyi arttırmak için
kullanılan estetikleştirilmiş mizansen (özellikle çarpıcı ışık ve filtre kullanımları), özel görüntü ve ses
efektleri, dinamik kamera kullanımı, hızlı ve akıcı kurgu, popüler filmlerde tipik olarak
gözleyebileceğimiz ortak biçimsel özellikler oldu” (2006a: 34-35).
90
sinema anlayışının başlangıcına dair bir işarettir (2006a: 36-37). İlerleyen yıllarda
Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenlerin
çalışmaları
ile
farklı
erkeklik
performanslarını
aktaran,
uzun
çekimlerin,
sessizliklerin ve ölü zamanların yer aldığı filmler izleyici karşısına çıkar.
Öte yandan toplumsal cinsiyetin aşırı örneklerini destekleyen tür filmlerinin
aksine daha minimal ve sınırlı bir anlatı ve karakter yapısı olan filmlerde yer alan
erkek karakterler de sınırlı performanslarına rağmen toplumsal cinsiyeti çok iyi veya
çok fazla sergileyerek aşırı bir erkeklik biçimi sunabilir. Bu bağlamda Yeşim
Ustaoğlu’nun yönettiği Araf (2012) filminde Mahur (Özcan Deniz) neredeyse hiç
konuşmayarak ve sınırlı bir performans sergileyerek canlandırdığı kamyoncu
karakteriyle erkekliğin icra edilişini gizler görünmektedir, ama aynı zamanda
anlatının içinde hiper-maskülen bir erkeklik biçimi de sunmaktadır; çünkü hem
Zehra (Neslihan Atagül) ile olan ilişkisinde hem de Olgun (Barış Hacıhan) ile
tezatlık yaratacak şekilde konumlanışında baskın bir eril karakter olarak yer alır.
f.Performatif Toplumsal Cinsiyet ve Erkek Karakterler: Küf, Yozgat Blues ve
Ben O Değilim
Küf
Ali Aydın’ın yönettiği Küf (2012) anlatısını kayıp oğlunu arayan bir baba
üzerine temellendirir. Basri (Ercan Kesal) demiryollarında bekçilik yapan, karısı
öldüğü için yalnız yaşayan, sara hastası ve orta yaşını geçmiş bir adamdır. On sekiz
yıl önce kaybolan oğlunu araması gündelik hayatının döngüsü içinde önemli bir yer
tutar. Basri oğluyla ilgili bir haber alabilmek için radyoda sürekli haberleri dinler; her
ayın birinde ve on beşinde kayıp oğluna dair bir dilekçe yollar, polis merkezine
91
gider, rutin kontrollerden geçer ve bir anlamda belirli aralıklarla yasanın karşısına
çıkar. Oğlunun dönüşünü sessizce beklemek yerine Basri iktidarla karşı karşıya
kaldığı bir mücadele içindedir. Israrla sürdürdüğü bu mücadele Basri’nin hem
hayatının rutin döngüsünü oluşturmaktadır hem de iktidarla/yasayla içinde olduğu
etkileşimle ona bir kimlik ve idrak edilebilirlik kazandırmaktadır.
Basri yetki ve otorite atfettiği bir mercii olarak iktidar ve yasa karşısında
ısrarlı talepleri ile bir beklenti yaratır. Yasa, yasa önündeki özneyi üretirken failliğin
oluşumunda iktidarın hesaba katılmasını zorunlu kılar (Butler, 2010: 29); çünkü
hukuki iktidar temsil ettiğini iddia ettiği özneyi aynı zamanda üretmektedir (Butler,
2010: 45). “Kanun önündeki özne” için Derrida’nın Kafka okumasından yararlanan
Butler’a göre yasanın kapısında oturan ve yasayı bekleyen kişi, beklediği yasaya
belli bir güç atfeder ve yaratılan beklentiyle otoritenin kurulması sağlanır (2010: 1920). Başka bir deyişle Basri talepkar ve ısrarlı davranışıyla yazdığı ve yolladığı
dilekçelerle bir anlamda iktidarın kendisini bir özneye dönüştürmesini sağlamaktadır.
Burada söz konusu failliği yaratan devamlılıktır; performatifliğin yinelenebilirliğidir.
Butler toplumsal cinsiyet, kimlik ve öznellik kavramlarını birbirinden ayırmayarak
kişinin idrak edilebilirliğini vurgular. İdrak edilebilirlik standartlarına uygunluk ve
kişinin sürdürdüğü tutarlılık ve süreklilik onun toplumsal olarak kabul edilebilirliğini
oluşturur ve kimliğini güvence altına alır (Butler, 2010: 65-66).
Başka bir deyişle Basri için güvence altına aldığı idrak edilebilir kimliği
“tortulaşmış bir yinelenebilirlikle” ve “zaman içinde meydana gelir” (Butler, 2014b:
146-147). On sekiz yıl gibi uzun bir zaman Basri’nin tekrarlarını rutin bir döngüye
92
dönüştürür ve kendisi için tanıdık ve güvenli bir alan yaratır.92 Çünkü “tekrarlama,
ortada tekrarlanabilecek denli tanıdık bir ilişki kalıbı, bir senaryo, bir itki ya da bir
korkunun bulunduğunu ima ettiği ölçüde içimizi rahatlatır. Tekrar, kavrama
gücümüzün,
tanıdık
olanla
olmayanı
ayırma
yetimizin
onaylanmasıdır.
Yaşamımızdaki tekrarlar, güvenilir kişisel referanslar koleksiyonumuzu oluşturur”
(Phillips, 2014: 81).
Basri’nin iktidarla içinde olduğu etkileşim iki yönlüdür. Basri açısından
kendi idrak edilebilirliği oğlunu arayışı ile anlam kazanır ve güvence altına alınır.
Başka bir deyişle Basri oğlunu aradığı sürece ve arayışını yerine getirdiği, gündelik
hayatının rutinini oluşturan tekrarlarla kayıp yakını baba kimliğini oluşturur; on sekiz
yıldır devam eden bu performatif yinelenebilirlik Basri’yi Basri yapar. 93 Bu onun
üzerine giydiği bir kimlik ya da rol değil, oğlunun kaybolduğu günden beri
tekrarladığı, yerine getirirken kendisini inşa ettiği edimler toplamıdır. Filmde Basri
gündelik rutin döngüsü içinde yer alır. Basri demiryollarındaki görevi nedeniyle gece
gündüz rayları dolaşır, kontrol eder; tek kişilik yaşamının gerektirdiği ev işlerini
yerine getirir; düzenli olarak ilacını alır; ayda iki kere dilekçe yazar ve birini
postaneden yollar, diğerini karakola götürür; bunları gerçekleştirirken sürekli radyo
dinler. Basri’nin yerine getirdiği tüm bu edimler süreklilik ve tekrarla Basri’yi inşa
eder; hayatına dair bir anlam kazandırmakla beraber babalığının devamlılığını
sağlayarak, esasen onu eril bir özne olarak kurar. Kişilerin toplumsal cinsiyet
92
Bu tekrarlar onun belirli bir çerçevede hareket etmesine neden olur. Bununla birlikte Fainaru’nun da
dile getirdiği gibi Basri obsesif cevap arayışı içindedir ve kamera nadiren hareket ederek karakterleri
katı/değişmez
çerçevelere
ve
eksiksiz
düzenlenmiş
imgelere
hapseder
(Fainaru,
http://www.screendaily.com/reviews/the-latest/mold/5047431.article).
93
Yönetmene göre Basri “güçlü bir adam değil. Yaşamak için oğluna tutunmuş bir adam [...] Oğlunu
aramak onu yaşamda diri tutuyor. Oğlunun yaşadığı bu politik durum nedeniyle çevresi tarafından
ötelenmiş bir adam, ama yaşamak için de hem işine hem de bu duruma muhtaç” (Şensöz&Yücel,
2013).
93
normlarına uygun şekilde cinsiyetlendiklerinde idrak edilebilirlik standartlarına
uyduğu göz önüne alınırsa Basri için babalığını sürdürme çabası ona bir kimlik
sunarak özne oluşunu sağlar.
Öte yandan Komiser (Muhammet Uzuner) açısından Basri’nin idrak
edilebilirliği farklı bir anlamdadır. “Bizimle karakola geleceksin” cümlesiyle iktidar
tarafından çağrılan94 ve karakola götürülen Basri yeni gelen Komiserle karşı karşıya
kalır. Bu kez Basri ve Komiser arasında yaklaşık on iki dakika kesintisiz geçen
konuşmada Basri, fiziksel olarak da yasa karşısında yer alır. 95 Derrida’nın da dile
getirdiği gibi yasanın önünde olmak veya yasanın karşısına çıkmak, hakimlerin veya
yasanın temsilcilerinin ve koruyucularının karşısına getirilmektir; çünkü duruşma
veya yargılama, yasanın karşısına çıkmayı, böyle bir sahneyi veya olay yerini gerekli
kılar (1992: 188). Butler iktidar ve özne arasında tabiyete ve bağımlılığa dayalı
ilişkiden söz eder. Bu, Butler’a göre sadece madun edilme süreci değil, aynı zamanda
bir özne olma sürecidir. Tabiyeti ve maduniyet koşullarını arzulamak özneye kişi
olarak devamlılık sağlar. Öte yandan maduniyet isteğe bağlı olmaktan çok, iktidarın
işleyişi sonucu tabiyete bağlılığın oluşmasının sonucudur ve özne iktidarın geri tepen
sonucudur. Böylece karşılıksız kalan ve cevaplanmayan her dilekçe, yasa ile Basri
arasında bir bağ yaratırken ona birey olarak varlığını sürdürebilme imkanı yaratır.
Baskın’ın (2013) da dile getirdiği gibi zaman içinde masanın Basri’nin
olduğu tarafı on sekiz yıl boyunca değişmeden sabit kalırken, karşı taraftaki
komiserler değişir; ama devleti temsil edenler değişse de devlet ve yasa sürekli orada
94
Yasaya doğru dönmek, yasanın seslenişine cevap verme gerekliliği seslenmeyle zorunlu kılınmasa
bile bu dönüş bir kimlik vaat ettiği için bir zorunluluk yaratır.
95
Weissberg (2012) çok az kişinin merak edeceği, kimsenin fark etmeyeceği bir adam olan Basri’nin
Komiser karşısında, onunla nadiren göz göze gelse de, itaatkar beden dilinin kederli direnişini
saklayamadığını söyler (Weissberg, http://variety.com/2012/film/reviews/mold-1117948238/).
94
dikili durur. Basri’nin birey olarak idrak edilebilirliği ve anlaşılabilirlik kazanması
masanın kendi oturduğu tarafındaki süreklilik ve karşısında bulunan yasa ve iktidarla
arasında kurulan bağımlılıkla sağlanır. Oysa Komiser için Basri’nin ısrarlı talepleri
aynı idrak edilebilirliği sağlamaz. Komiser, Basri’nin sürdürdüğü arayışa bir anlam
veremez; ona göre Basri, düzeni bozmaktadır ve bir anlamda raylarda ulaşımı
engelleyen yanan lastikler gibidir. Yazılan her dilekçe, yapılan her görüşme iktidarın
istikrarını sekteye uğratır. Derrida’nın da dile getirdiği gibi yasanın kendisi
yasaklanmıştır, yasaya ulaşmak mümkün değildir; ama bu durum yasa önünde
bekleyen kişiye kendi kendine karar verme özgürlüğü de tanır (1992: 204). Komiser
için anlaşılmaz olsa da Basri aslında, cevap arayışının yanı sıra kararlılığını da
sürdürmektedir. Derrida kanun önünde olma durumunu iki yönlü ele alır: yasanın
karşısına çıkan kişi, yasanın önünde olmasıyla bir özneye dönüşür ve ona tabi olur (a
subject of the law); ama hiçbir şekilde içeri giremediği ve daima yasanın önünde
durduğu için, aynı zamanda yasanın dışındadır veya yasa dışıdır (outside the
law/outlaw) (1992: 204).
Burada ortaya çıkan iktidarın iki yönlü işleyişidir. Basri öznelliğinin varlık
koşulu olarak iktidarla bağımlı bir ilişki içindeyken, Butler’ın da dile getirdiği gibi
eyleme dönüşen iktidar değişerek bir direniş alanı da yaratmaktadır.96 Cevapsız kalan
dilekçeler Basri için iktidar koşullarının sürekli yinelenmesini sağlar. Basri’nin
gösterdiği ısrar ve oğlunun peşini bırakmayışı kendi açısından anlaşılabilirlik yaratan
bir normun devamlılığı oluştururken, Komiser açısından bu durum, idrak edilemezlik
yaratır ve iktidarın normuna karşı oluşan bir direniştir. Bu nedenle hegemonik
96
Yönetmenin de dile getirdiği gibi “Basri’yi anlayamıyor Murat (Komiser). 18 yıl boyunca bu adam
mektup yazıyor, karşısında diri diri duruyor. Daha önce hiç rastlamadığı, boyun eğmeyen bir adamla
karşı karşıya” (Şensöz&Yücel, 2013).
95
erkeklik tanımlarına da uygunluk gösteren Komiser, görüşme süresince sert ve
olumsuz bir tavırla sorularını sorar, Basri üzerinde baskı kurmaya çalışarak onu
sorgulamadan geçirir.
Öte yandan görüşmenin sonuna doğru, bu karşılaşma hali soru cevap
şeklinde ilerleyen bir sorgulama biçiminden Basri’nin kendisini anlamlandırma
çabasına yönelik tek taraflı bir anlatıya dönüşür. Basri, Komiser sormadığı halde
yaşam öyküsünü en baştan anlatarak kendisini dil ile kurmaya çalışır; çünkü “dil
tarafından kurulmak, bir iktidar/söylem ağı içerisinde üretilmektir; yeniden
anlamlandırmaya, yeniden kullanıma, altüst edici alıntılamaya ve böyle ağlar
içerisinde kesintiye ve kasıtsız çakışmalara açık bir ağdır bu. ‘Faillik’ tam da
söylemin yenilendiği bu tür kesişme noktalarında bulunur” (Butler, 2014b: 147).
Basri ve Komiser karşılaşması önemli bir kesişme noktası oluşturduğu kadar,
görüşmenin
sonuna
doğru
Basri’nin
görüntüsü
ile
konuşması
arasındaki
senkronizasyonun ortadan kalkması açısından da önemlidir. Anaakım sinemanın
temel ilkelerinden birinin insan bedeniyle insan sesinin uyumlu birlikteliği olduğunu
dile
getiren
Suner’e
göre
“ses-görüntü
birliğinin
parçalanması,
kimliğin
sorunsallaştırılmasını mümkün kılan karşı-hegemonik stratejilerden biridir” (2006a:
159). Ses-görüntü birliğinin kesintiye uğradığı ama Basri’nin kendisini anlatmayı
sürdürmesinin ardından, Komiser tek başına görülür. Masanın her iki yanının
karşılıklı olarak birbirine ihtiyaç duyduğu düşünülürse, Basri’nin performatifi bir
direniş biçimi olarak kullandığı söylenebilir. Basri için sürdürdüğü bu direnme ve
ısrarlı olma hali bireysel olarak kendi varlığını sürdürme halidir. Bununla birlikte
ses-görüntü birliğinin kesintiye uğradığı bu sahnede Basri’nin kendisini anlatması,
anlatısında birinci tekil şahıs kullanması açısından da önemlidir. Derrida’ya göre
96
birinci tekil şahıs anlatı (the narrative I) yasayı korkutur ve böyle bir durumda
korkup saklanan yasa olur (1992: 206-207).
Bununla birlikte norm toplumsal pratikler içinde işleyerek toplumsal alanı
birey için normalleştirir, pratik ve eylemlerle idrak edilebilirlik sağlar. Oysa Basri
için söz konusu olan idrak edilebilirlik sadece kendisi için tanıdık bir tekrarlama
alanı ve bir karşı koymadır; çünkü aslında Basri için toplumsal alan, var olması ve
ayakta kalması zor bir alandır. Örneğin gar lokalinde herkese arkasını dönerek oturur
veya dolmuşta konuşmalara katılmaz; yaptığı işin de onu çevresinden ayıran, onu
kendi halinde bırakan bir biçimi vardır. Filmde iş arkadaşı Cemil’in (Tansu Biçer)
varlığı da bu zorluğu görünür kılar. 97 Cemil’in dolmuşta ısrarla Basri’nin üzerine
gidişi ve daha sonra onu tehdit edişi, Basri için aslında içinde bulunduğu
yinelenebilirlik alanı için bir tehditdir; çünkü sara hastalığının ortaya çıkması halinde
işini kaybetme riski, Basri için içinde bulunduğu yaşam döngüsünün ve oğlunu
arayışının sekteye uğraması demektir. Başka bir deyişle Basri sürdürdüğü tekrarların
sonucunda yinelenebilir göndergesellikle oluşan bağlamı ve bu bağlamda ortaya
çıkan anlamlandırmayı kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Bu anlamda Cemil,
Basri’nin hayatında bir tehdit oluşturarak kurduğu anlam ve yapının pekiştirilmesine
ve sağlamlaştırılmasına hizmet eden yinelenebilirliği tehdit eder. Basri ve Cemil
arasındaki ilişkide önemli olan, varlık koşulu olan iktidar ile eyleme dönüşen
iktidarın aynı olmadığının ortaya çıkmasıdır.
97
Yönetmen Cemil için şunları söylemektedir: “Cemil bu memleketteki kötü belleği taşıyor. Onun
seksist ve sadist hali, bu toplumdaki yüzbinlerce insanın hali [...] Bütün öfkesinin merkezi sanki Basri,
çünkü onu alaşağı edecek potansiyeli var. Diğer işçileri alaşağı edecek potansiyeli yok, kavga
ettiklerinde ağzını burnunu kırarlar. Çünkü ezik bir tip Cemil. Basri biraz üzerine gittiği zaman siniyor
zaten. Ama Basri’nin sara hastası olduğunu öğrendiğinde, eline inanılmaz bir koz geçiyor Cemil’in”
(Şensöz&Yücel, 2013).
97
Basri-Komiser ilişkisinden farklı olarak Basri-Cemil ilişkisinde değişime
uğrayan ve eyleme dönüşen iktidar söz konusudur. Basri gerektiğinde Cemil’e karşı
koyar, onu püskürtür; ama en önemlisi ölümüne sessiz kalır. Basri işten dönüp gar
atölyesine geldiğinde Cemil sarhoştur, Basri’ye sataşır, oğluyla dalga geçer. Bu arada
yavaşça yaklaşan treni gören Basri sesini çıkarmaz ve trenin Cemil’i ezmesine
seyirci kalır. Trenin yaklaşmasından önce Cemil’in son sözlerinde, Basri’nin
Komiser ile yaptığı görüşmede olduğu gibi, ses-görüntü birliğinin bozulduğu görülür.
Bu kez iktidarın olduğu tarafta görünen Basri, karşısında ise Cemil vardır; ama
ölümüyle kimliğinin sorunsallaştırılma imkanı ortadan kalkar. Öte yandan Cemil’in
ölümü karşısında Basri’nin, o anki sessiz tavrına rağmen, daha sonra olayı itiraf
etmesi iktidarın değişimini gösterir.98
Basri’nin itiraf anı, Komiser’in oğlunun bulunduğunu söylediği anla
çakışır. Filmde Basri’nin eline tutuşturulan iki nesne, oğlunun nüfus cüzdanı ve
içinde cenazesinin bulunduğu kutu, on sekiz yıldır süren tekrarları sekteye uğratır.
Öncelikle nüfus cüzdanı onun yaşadığı yerden ayrılmasına ve otopsi sonucunu
almasına götüren süreci başlatır. Basri’nin on sekiz yıl boyunca tekrar ettiği arayış
döngüsünün sekteye uğrayacağına ve değişimin yakın olduğuna dair ilk ipucu filmin
sonuna doğru gerçekleşir. Basri İstanbul’da otopsi raporunu otel odasında ve deniz
kenarında bekler. Yeni bir statüye geçiş süreci öncesinde denize, göle veya su
kenarına giden karakterlerden söz eden Hakverdi’ye göre “karakterler anlatının
düğümlendiği, ruhsal çatışmaların ortaya çıktığı ve dönüşümün kendini dayattığı
anlarda, kötü bir rüyadan arınmak istercesine su kenarlarına giderler” (2013: 71).
98
Yönetmenin dile getirdiği gibi “Basri, devletten farklı olarak şunu yapıyor: itiraf ediyor. Devlet ise
o insanların ölümlerinde payı olduğunu kabullenmiyor. Onlar böyle bir ikiyüzlülük yapıyorlar ama
Basri yapmıyor” (Şensöz&Yücel, 2013).
98
Basri için de otopsi sonucunu beklediği zaman dilimi değişimin habercisidir; çünkü
raporun sonucuna göre arayışını ya sürdürecek ya da sonlandıracaktır. Filmin son
sahnesinde Basri morgda eline tutuşturulan kutuyu dilekçe yazdığı masaya koyar. On
sekiz yıldır süren bekleyişin ve arayışın sonunu belirleyen kutu, aynı zamanda
Basri’nin bunca zamandır yinelenebilirlik çerçevesinde sürdürdüğü ve tekrarlarla
atıfta bulunduğu anlamsal bağlamı ve kimliği onun için idrak edilemezlik noktasına
getirir. Kutuyu teslim alışına dek geçen zamanda Basri için dilekçe yazmak, karakola
çağrılmak, haberleri takip etmek tanıdık bir alan yaratırken, kutu bu tanıdık ve
döngüsel alandan çıkmak, yeni bir anlamlandırmaya geçmek demektir.
Filmin sonunda Basri, hem kendisi hem de seyirci için artık aynı Basri
değildir. Kutu masanın üzerindeyken Basri ayağa kalkar, önce evin girişine açılan
kapıya yönelir, sonra vazgeçerek karşı odaya, karanlığa girer. Oğlunu bulan Basri,
oğlunu arayan Basri’den farklı olacaktır; çünkü oğlunun bulunuşuyla o ana kadar
devam eden tüm tekrarlar anlamını ve önemini yitirir.99
Yozgat Blues
Mahmut Fazıl Coşkun’un yönettiği Yozgat Blues (2013) orta yaşı geçmiş,
yalnız yaşayan, bir yandan alışveriş merkezinde şarkı söyleyen bir yandan da
belediye kursunda müzik dersi veren Yavuz (Ercan Kesal) karakterini merkeze alır.
99
Ercan Kesal Basri karakteri için şunları söylemektedir: “Bu adam on sekiz yıl boyunca oğlunu
arayan, karısını kaybettiği için de yalnız yaşayan, hastalığını saklamaya çalışan, içe kapalı, devletle
kendince mücadele eden, inatçı, dirençli bir adam [...] Oğlunu aramayı bir yaşam gailesi haline
getirmiş. Bütün bunları içinde taşıyan bir kimliğin peşine düştük [...] Bence asıl hikaye şimdi bu
adamın bundan sonraki hayatta nasıl duracağına ilişkin bir şey. Cenazeyi eline aldığında ne yapacağını
bilemeyişinin altında da o sebep var. Peki bundan sonra ne yapacak? O zamana kadar yapacak iş
belliydi. On beş günde bir dilekçesini yazıyordu, hep aynı dilekçeyi yazıyordu. Radyoda haberin
peşine düşüyordu. Peki şimdi ne yapacak? Zor ya da bizim bilmediğimiz bir yaşam biçimi asıl şimdi
başlayacak” (Akbıyık, http://www.populersinema.com/roportaj/ercan-kesal-dilimizi-derdimiz-belirler14592.htm). Young (2012) ise Basri’yi “sabırlı edilgenlik” (stoic passivity) sözcükleriyle tanımlar
http://www.hollywoodreporter.com/review/mold-venice-film-festival-review-ercan-kesal(Young,
muhammet-uzuner-ali-aydin-367471).
99
Performans ve sahne Yavuz’un hayatının tamamını kaplar; çünkü performans ve
sahne ile sadece hayatını kazanmaz, aynı zamanda bir birey olarak kimliğini ve kendi
için idrak edilebilirlik sağlayan bir alanı kurar. Filmde Yavuz, değişim anına kadar
her zaman çevresindekilere karşı bir seyirci karşısındaymışçasına performansını
sürdürme çabası sergiler. Yavuz için toplumsal cinsiyet normlarına uygun şekilde
cinsiyetlendirilme ve idrak edilebilirlik standardını ideal sahne performansını
gündelik hayatta sürdürme ısrarı oluşturur.
Yavuz’un gündelik hayatına sızan ve onun bir parçası olan performans,
Butler’ın sözünü ettiği drag performansta olduğu gibi, erkekliğin taklide dayalı
yapısını görünür kılar; ama burada söz konusu olan bir erkeğin başka bir erkeklik
halini yinelenebilirlikle ve sürekli tekrarlarla sunmasıdır. 100 Bu sunum Yavuz için
kendini anlamlandırdığı bir göndergesellik yarattığı kadar erkekliği doğallık
alanından çıkararak orijinal kavramını sarsar. Orijinal ve esas bir toplumsal
cinsiyetin olmaması ise onu bir öykünmeye dönüştürür. Butler’ın da dile getirdiği
gibi drag’in taklit edebileceği esas bir toplumsal cinsiyetin olmaması, toplumsal
cinsiyeti esas hali bulunmayan bir öykünme kılar (2007: 25). Öte yandan Yavuz’un
performansı belirli cinsiyet normlarını ve erkeklik tanımlarını doğallıktan
çıkarabilecek altüst etme potansiyeline sahip olsa da Yavuz için hedeflediği idrak
edilebilirliği sağlaması nedeniyle idealleştirmeye yöneliktir. Başka bir deyişle Yavuz
mütemadiyen sahnede olma hali ve taklit
ettiği erkeklik ile bir yandan
heteroseksüellik icrasını, bu ideal bir görüntü sağladığı için yerine getirirken, diğer
yandan bu performansla heteroseksüelliğin taklide dayalı yapısını görünür kıldığı
100
Burada Yavuz aynı zamanda erkek oyuncu gibidir. Reeser’a göre başka bir erkeği canlandıran
erkek oyuncu erkeklikleri değiştirerek erkekliğin keyfi doğasını görünür kılabilir ve erkekliğin
performatif olduğunu gösterebilir. Bu uyum sağlama yeteneği toplumsal cinsiyet öznelliğinin bir
parçasıdır (2010: 88).
100
için, cinsiyetin yineleyici ve atıfsal bir pratik olduğunu ortaya çıkarır. Neşe (Ayşe
Damgacı), Yozgat’a geldiklerinden itibaren Yavuz’un seyircisi konumundadır. 101
Oysa yeniden imlemeyi sağlayacak bir strateji olarak performatif Yavuz açısından
sahnelenen bir performanstan öteye gidemediği ve amaçladığı idealleştirmeyi
sağlayamadığı için hem Neşe’nin hem de izleyicinin karşısında başarısızlıkla
sonuçlanır.102
Toplumsal cinsiyeti, bu bağlamda erkekliği, süreklilik içinde yerleşik
davranışların başarıldığı eylemler ve rutin, sistemli ve yinelenen başarı olarak ele
almak (West&Zimmerman, 1987: 126) başarısızlık riski ve olasılığını da beraberinde
getirir. Başka bir deyişle doğallık görüntüsü devamlılığın başarılmasını gerektirir.
Toplumsal cinsiyeti başarmanın ve yerine getirmenin transeksüellerde, transeksüel
olmayanlara göre daha kolay fark edildiğini dile getiren Kessler ve McKenna’ya
(1978) göre transeksüeller veya drag toplumsal cinsiyete dair bir gerçeklik üretir; bu
gerçeklik drag olmayanların doğal olarak yarattığı veya başardığı inşayı ve gündelik
eylemleri sıradanlaştırmaya yönelik sürekli bir uğraşıyı görünür kılar (1978: 114).
Yavuz’un durumunda bu inşa farklı erkeklik biçimleri arasındaki geçiştir. Ayrıca
Butler’a göre heteroseksüelliğin komedileşmesi ile performansın tekrarına rağmen
başarısızlığın ortaya çıkması endişe ve tekrar arasındaki ilişkiyi vurgular;
heteroseksüelliğin ritüelistik yeniden üretimi kırılganlığa işaret ederek incelikle
yeniden işlenmeyi gerekli kılar (Osborne&Segal, 1996: 114). Yavuz’un ürettiği ve
101
“Yavuz, Neşe’nin huzurunda sahnedeymiş gibi davranıyor [...] hünerlerini sergileme edası
takınıyor” (Yücel, 2013a: 26).
102
Bu başarısızlık hissi filmin hem açılış sahnesinde hem de ilerleyen sahnelerinde belirgindir:
“Adamın sesiyle icra ettiği canlı müzik, insanların alışverişle meşgul olduğu bu mekanda seyircisiz
kalmış, fon müziğine dönüşmüş durumda [...] Yavuz kadrajın sol tarafında duruyor, şarkı söylerken
neredeyse çıkacak kadrajdan [...] Hayatını gösteriden, performanstan kazanan bir insanı merkeze alan
bir film, onun performansını sergilediği anları, yani sahneye çıktığı anları, büyük bir itinayla
önemsizleştiriyor [...] Bize anlatılan, bir bakıma onun sahneden inişinin hikayesi” (Yücel, 2013a: 2426).
101
sergilemeye çalıştığı, onun için tam zamanlı bir uğraşı haline gelen gerçekliğin inşa
olduğunu ifşa eden en önemli ve somut nesne peruktur. Peruk hem endişe ve tekrarı
hem de ritüelistik yeniden üretimi görünür kılar. Peruk, aynı zamanda Yavuz için
atıfta bulunduğu toplumsal cinsiyet kimliğine ve idrak edilebilirlik alanına işaret eder
ve filmde onun için anlamlandırmanın vekili şeklinde bir işleve sahiptir; çünkü atıfta
bulunulan cinsiyet kategorisi (Kessler&McKenna, 1978: 2), birey adına vekaleten
hareket eder (West&Zimmerman, 1987: 127). Bu anlamda Yavuz için peruğu böyle
bir vekaleti yerine getirir.
Peruk filmde işaret ettiği anlamla birlikte toplumsal cinsiyet, süreklilik,
başarı ve başarısızlık bağlamında da önemlidir.103 Film ilerledikçe Yavuz ve peruk
arasındaki ilişki ve peruğun anlamı değişikliğe uğrar. Alışveriş merkezinde şarkı
söylerken ve müzik kursunda sertifika dağıtırken Yavuz peruğunu takar. Sadece
Yozgat’a gitmeden önce babasının ölümü ardından evde tek başına yemek yediği
sahnede peruksuzdur. Neşe ile başlayan Yozgat macerasında peruk hem Neşe
karşısında hem de sahnede sergilenen performans için gerekli bir nesneye dönüşür.
Berber olan Sabri (Tansu Biçer) ve radyocu arkadaşı Kamil (Nadir Sarıbacak) berber
çıkışında Yavuz’u “artist adam” tanımlamasıyla Sean Connery’e benzetir. Ardından
aslında kadın kuaförü olan Sabri, sahne öncesi Yavuz’un peruğunun bakımını
üstlenir; ama sonra Yavuz masrafını karşılayamayacağı için de, peruğun yerini
103
Erez’e göre “sosyal yaşamında ve iş yaşamında başarısız bir karakter olan Yavuz için yeterince
toplumsal iktidar baskısı vardır ve bu durum belki de onun kendi bedensel varlığıyla yüzleşememesine
neden olmaktadır. Günümüz toplumunu düşündüğümüzde bedensel varlığın daha çok kurulmuş bir
duruma karşılık geldiğini gözlemleyebiliriz. Bedenin nitelikten çok nicelikli bir varlığa, ölçülü biçimli
bir forma indirgendiği düşünülürse, Yavuz’un kendi bedeniyle yüzleşememesi anlamlı hale
gelecektir” ve bununla birlikte Erez peruğu bir güç simgesi olarak tanımlamaktadır (Erez,
http://heyula.net/Haber/Oku/yozgat-blues-kentten-tasraya-goc-ve-bedensel-varligin-gorselligi342#.VM8tG52UeT1).
102
Neşe’nin saçları alır.104 Perukla ilgili en önemli sahne Yavuz açısından performansın
ve gösterinin başka bir deyişle kendini tanımladığı kimliksel sürekliliğin sekteye
uğradığı sahnedir. Neşe kahvaltılık aldıktan sonra otel odasına döner, ama Yavuz
hazırlıksız yakalanmıştır. Banyodan başını havluya sararak çıkar ve aceleyle
peruğunu takar. Peruğun o anda eğreti duruşu Neşe için değil, Yavuz için önemlidir;
çünkü durumu açıklamaya çalışarak geçmişte yaşadığı benzer bir olayı aktarır ve “O
zamana kadar başka bir Yavuz, o gün başka bir Yavuz tabii” der. Peruğun olmaması
ya da eğreti durması Yavuz’un ürettiği gerçekliğin bir taklit ve performans olduğunu
görünür kılar. Peruğu taktığı sürece inşa ettiğini düşündüğü kimliği sürdürdüğü
inancındadır.
Peruk toplumsal cinsiyetin başarı ve başarısızlık bağlamında ele
alınabilmesi açısından önemlidir. West ve Zimmerman’a göre cinsiyet kategorisi ve
toplumsal cinsiyetin başarılması aynı şey değildir; burada önemli olan bireyin
başkalarınca normatif toplumsal cinsiyet davranışı olarak algılanacak bir davranış
düzenini üretebilmesidir (1987: 134). Başka bir deyişle Yavuz’un cinsiyetine en
başta atıfta bulunmak onun cinsiyet kategorisini belirleyebilir veya onu bir cinsiyet
kategorisine yerleştirebilir, ama davranışlarının ve sürdürdüğü yinelenebilirlik
alanının içerdiği davranışlar toplamının çevresindekilerce nasıl algılandığı başarı
veya
başarısızlık
bağlamını
oluşturur.
Endişe
ve
tekrar
içerdiği
kadar
heteroseksüelliği komedileştirdiği için peruk bu bağlamın merkezinde durmaktadır.
Ayrıca “toplumsal cinsiyeti başarı olarak ele almak dikkati içsel meselelerden bireye
yönelttiği” (West&Zimmerman, 1987: 126) ve toplumsal cinsiyetin uygun şekilde
yaratılmasında
başarısız
olunduğunda
104
bireyler
sorumlu
tutulduğu
Sabri hem sahne öncesi Neşe’nin saçıyla ilgilenir hem de kuaför belgesi almak için girdiği sınava
Neşe ile katılır. Hangi saç modeliyle sınava gireceklerine birlikte karar verirler.
103
(West&Zimmerman, 1987: 146) için Yavuz’un çevresindekilerle kurmaya çalıştığı
ilişkilerde peruk görünür ve somut bir başarı veya başarısızlık nesnesidir.105
Yavuz başka bir kimlik veya konum olarak seçtiği performansını Neşe ile
birlikte gittiği Yozgat’ta sergileme fırsatı bulmuştur. Bu fırsat hem yeni bir mekan
olarak Yozgat hem de Neşe sayesinde Yavuz için yeni bir bağlam sağlar; çünkü
Yücel’in de dile getirdiği gibi Neşe ile bitişik odalarda paylaşılan bir hayat,
mesleğinde itibarını kaybeden Yavuz için yeni bir kendini kanıtlama alanı haline
gelir ve Neşe’nin karşısında sahnedeymiş gibi davranarak Yavuz hünerlerini
sergileme çabası içindedir (2013a: 26). Yozgat’ta birlikte çalışmaya başladıkları ilk
geceden itibaren Yavuz, hem sahneye çıkmadan önce sahne arkasında gösterdiği
titizlilikle hem de kaldıkları otelde Neşe’nin karşısında performansını sürdürür. En
küçük ayrıntılar bile Yavuz’un gözünden kaçmaz. Neşe’nin taşan rujuna en az kendi
gömleğine gösterdiği titizlilikle müdahale eder ve sahnede kötü görüneceğini söyler.
Daha sonra Neşe sahne arkasında Yavuz’un gömleğine ruj bulaştırdığında gömlek
Yavuz için performansın atfettiği anlamın bir göstergesine dönüşerek, peruğu gibi
filmsel anlatıda önemli bir yer tutar; çünkü gömlek filmde Yavuz’un peşini
bırakmadığı ve düzeltmeye çalıştığı, uğraştığı bir nesnedir. Kolonyalı mendille
silmek işe yaramadığı gibi deterjanla temizlemek de sonuç vermez; Neşe gömleği
kuru temizlemeye verir, ama gömlek Yavuz’a göre mahvolmuştur, gömleğin
parladığını ve artık giyilmez durumda olduğunu söyler. Ardından yeni bir gömlek
arar, ama Yozgat istediği gömleği bulabileceği bir yer değildir. Gömlek arayışını
105
Bununla birlikte peruk Yavuz’un kişisel vitrininin bir parçasıdır. Goffman’a göre cinsiyet bireyin
kişisel vitrininin bir parçasıdır; bireyler belirli bir gözlemci kümesi önünde, onlar üzerinde etkili
olmayı amaçlayarak, inandırıcılığı temel alan faaliyetler sergiler (2012: 29-35).
104
yeni bir gömlek diktirme çabası takip eder. Bu süreçte Yavuz gömleğe gösterdiği
titizliliği, gömlek kumaşı arayışında da sürdürür.
Rujun taşması, gömleğin lekelenmesi ve mahvolması, yeni bir gömlek
arayışı ve peruğun varlığı Yavuz için performansını etkileyebilecek ayrıntılardır. Bu
tür ayrıntılar aslında Yavuz’un bakışında, onun sürdürdüğü tekrarlarda ve kendisini
koyduğu idrak edilebilirlik alanında önemlidir; çünkü bu ayrıntıların üzerinde duran,
onların farkında olan aslında Yavuz’dur. Yavuz bir erkeklik biçimini sahnelerken
ortaya çıkabilecek herhangi bir eksiklik onun bakışından idrak edilebilirliğinin ve
atıfta bulunduğu anlamlandırmanın sekteye uğraması demektir. Oysa Neşe bu
ayrıntıların üzerinde durmaz, hatta onları fark etmez. Neşe kahvaltı öncesi Yavuz’un
peruğunun başında olmamasını veya aceleyle takınca yamuk durmasını önemsemez;
gömleğin kuru temizleme sonrasında mahvolduğunu söyleyen Yavuz’a gömlekte bir
fark görmediğini söyler; Yavuz’un konuşmasını ve performansını çay koymayı teklif
ederek keser ve önemsizleştirir; Yavuz’un otel odası için aldığı tabakları beğenmez;
Yavuz’un çay demlemeyi anlattığı sahnede ise acelesi olduğunu söyleyerek çıkar.
Gün geçtikçe Yavuz için performansın anlamının dönüşüme uğradığını
dile getiren Yücel’e göre bar sahnesi dünya sahnesi ile yer değiştirir ve sahne ışıkları
yerini ışığın kestirilemez olduğu günlük hayata bırakır (2013a: 25). Bu bağlamda
Neşe’nin varlığı Yavuz’un hem sahne hem de sahne dışı performansı için önemlidir.
Neşe Yavuz’un karşısında heteroseksüellik icrası için bir karşıtlık sağlar; ama daha
önemlisi performansın ve yerleşik davranışların başarıdan başarısızlığa ve
kesinlikten belirsizliğe doğru evrilmesinin anlatısını kurar; çünkü Neşe ve Yavuz
arasındaki ilişki, İstanbul’dan Yozgat’a, müzik kursundan müzikhole ve otele
değişiklik gösterir. Bu durum Yavuz için başarısızlıkla ama yeni anlamlandırma
105
olanağıyla sonuçlanacak bir süreçtir. Yücel’in de dile getirdiği gibi performans
sahnelerinde kamera başta Yavuz’u netlerken filmin ilerleyen bölümlerinde Neşe ön
planda yer alır ve netleşir; Yavuz pek çok sahnede alan derinliğini özellikle
kısıtlayan dar açılı lenslerin de etkisiyle flu bir bölgede bırakılır (2013a: 25).
Yavuz ve Neşe’nin Yozgat’a gelişlerinden itibaren sergiledikleri tutum ve
davranışlar birbirinden farklıdır. Neşe yeni bir yerde yaşamaya ve o mekanın
koşullarına uyum sağlamaya olumlu yaklaşır ve “büyük şehirden beraberinde
getirdiği kimliğini de koruyarak usulca Yozgat’ın şarkısının bir parçası olmayı
başar(ır)” (Yücel, 2013a: 26). Neşe otel odasından ve Yavuz’la birlikte söylediği
Fransızca şarkıdan (Joe Dassin’in L’été Indien parçası) Kamil ile şiir gecelerine ve
türkülere, Sabri ile kuaför salonu açmaya ve evlenmeye varan yeni bir sürecin içine
dahil olur. Oysa Yavuz ısrarla tekrarlamaya çalıştığı performansıyla söylediği
Fransızca şarkı 106 gibi Yozgat’a ve orada süregiden yaşama yabancı kalır. Filmde
Yavuz’un söylediği şarkı hiçbir zaman tamamlanmaz, daima yarım kalır. Sürekli
tekrarlanan ama tamamlanmayan şarkı Yavuz’un performansının ve sürdürmekte
ısrarlı olduğu kimliğin işlevsizliğine ve çevresinde idrak edilemediğine işaret eder.
İlerleyen gecelerde gösterisi umulduğu kadar seyirci çekemez; bu nedenle müzikhol
sahibi onun yerine türkücüleri sahneye çıkarır. Yavuz için performası ve kendisini
anlamlandırma çabası önemli olduğu için para almadan çalıştıklarını Neşe’den gizler
ve kendisi için anlamın değiştiği ana kadar performansını sürdürür.
106
L’été Indien’in Türkçede “pastırma yazı” deyiminin karşılığı olması üzerine yönetmen, pastırma
yazının yaşlılığa geçerken son küçük macera olduğunu ve Yavuz’un durumuna işaret ettiğini söyler ve
bir ara filmin adını “Pastırma Yazı” olarak değiştirmeyi düşündüklerini ama vazgeçtiklerini dile getirir
(Yücel, 2013b: 27). Şarkı Yavuz’un tekrarlarının işlevsizliğine işaret etmekle birlikte bir uyumsuzluğu
da görünür kılar: “L’été Indien’in yerinde sayan nostaljisi Yozgat’ın ritmine uymuyor” (Yücel, 2013a:
26). Bununla birlikte şarkı şu açıdan da önemlidir: Yönetmene göre Yavuz değişime kapalı, sıkıcı
biridir, ama kendisi sıkılmaz; çünkü tek bir şarkı söylemek isteyen Yavuz, hayatında bir şey olduğu
için umutsuz değildir ve çok iyi söyleyemediği o şarkıyı, o müzik ve hayat tarzını önemser
(Kaya&Karsan, http://eksisinema.com/roportaj-mahmut-fazil-coskun-yozgat-blues/).
106
Yavuz için Yozgat’ta başarısızlıklar birbirini takip eder. 107 Yavuz’un
seyircileri salonu terk ettikçe, Neşe’nin seyircileri artarken, sahne hayatındaki yerini
kaybeden ve gözden çıkarılan bir sanatçının şansını erkeklik endişelerinin daha ağır
hissedildiği gündelik hayatta denemesi (Yücel, 2013a: 25-26) söz konusudur. 108
Gündelik hayatta da performansını Neşe’nin seyirciliğinde sürdürmeye çalışır; ama
başarı kadar başarısızlık olasılığını da içinde barındıran toplumsal cinsiyetin gündelik
hayatta sergilenişi, yaslandığı tekrarların ve yinelenebilir göndergeselliğin işlevini
yitirdiği anda yerini başka bir tekrara ve yeni bir bağlama bırakmak zorunda kalır.
Başka bir deyişle Yavuz, peruğunu atar, Neşe ve Sabri’ye babasının öldüğünü
söyleyerek şehirden ayrılmak üzere yola çıkar. Filmin sonunda otobüse bindiği
görülmez, otobüs terminalinde oturmayı sürdürür. Yeni bir kimlik ve erkeklik hali,
başka bir deyişle toplumsal cinsiyete dair yeni bir anlamlandırma olanağı ile biten
film, her ne kadar Yavuz, performansıyla tekrarlarında ve idealleştirme çabalarında
başarısızlığa uğrasa da film ilerledikçe yüzleştikleri ve öğrendikleriyle 109 Yavuz’a
yeni veya başka bir olasılığın kapısını da açar. Son sahnede terminalde oturan Yavuz,
filmin başından beri tanıdığımız Yavuz değildir; fiziksel olarak değiştiği gibi nereye
gideceği ve ne yapacağı da belirsizdir.110
107
Filmde para almadan çalışmayı, müzikholü türkücülerle paylaşma, düğünlerde şarkı söyleme,
Yavuz’un arabasının gelin arabası olarak kiralanması ve satılığa çıkarılması takip eder.
108
Fainaru (2013) Neşe’nin Yavuz’a daha az bağımlı hale geldiğini söyler. Fainaru’ya göre Neşe yeni
insanları ve yeni deneyimleri kabullenme konusunda istekliyken, Yavuz insanlarla iletişim kurma
yeteneğini kaybetmiştir; Neşe geleceğe beklentiyle yaklaşırken Yavuz yaşlılığın yaklaştığını hisseder
(Fainaru, http://www.screendaily.com/reviews/the-latest/yozgat-blues/5054350.article).
109
Yönetmen Yozgat’ın Yavuz için bir gelişim ve öğrenme mekanı olduğunu söyler (Yücel, 2013b:
27).
110
Farber’ın (2013) da dile getirdiği gibi bazı karakterler beklemedikleri mutlu bir sona erişirken,
Yavuz’un geleceği çok daha belirsizdir (Farber, http://www.hollywoodreporter.com/review/yozgatblues-istanbul-review-439299).
107
Yönetmen’in ilk filmi Uzak İhtimal (2009) de benzer bir şekilde
“gündelik hayat performanslarının dünyası”111 içinde yer alan karakterleri seyirciyle
buluşturur. Film, tayin nedeniyle İstanbul’a gelen Müezzin Musa’nın (Nadir
Sarıbacak) kapı komşusu rahibe adayı Clara (Görkem Yeltan) ve daha sonra
Clara’nın babası olduğu ortaya çıkan sahaf Yakup (Ersan Uysal) arasındaki ilişkileri
konu edinir. Filmin başında İstanbul’daki hayatına ve evine uyum sağlamaya çalışan,
işinin gerektirdiği rutin döngüyü sürdüren Musa’nın, zamanla Clara nedeniyle
gündelik hayatının performansları kısmen de olsa değişikliğe uğrar. Clara’yla
karşılaşabilmek için sokakta bekler, yoluna çıkar, mutfak penceresinden onu
görebilmek için aynı bulaşığı tekrar tekrar yıkar, türk kahvesi içmeye başlar. Öte
yandan Clara’nın rahibe olma konusundaki kararlılığı ve şehirden ayrılması Musa’yı
değişim öncesi belirsizlik içinde bırakır. Birlikte çektirdikleri fotoğrafta kenara
iliştirilmiş duruşu veya camide bir anlığına da olsa yanlış tespihi kullanması gibi
Clara’nın hayatında devamlı bir yeri yoktur; ama Clara’nın Musa’nın hayatında
davranışlarında değişikliğe neden olan bir etkisi söz konusudur. Bu nedenle tren
istasyonunda Clara’yı uğurlayan Musa, filmin başından beri izlediğimiz Musa
değildir. Musa gibi Yavuz da filmin sonunda yeniden anlamlandırma öncesi
belirsizlik içinde bırakılır.
Ben O Değilim
Tayfun Pirselimoğlu’nun yönettiği Ben O Değilim (2013) iktidar ilişkisi
ve başka bir erkeklik halinin performe edilişi ve taklidi açısından yönetmenleri farklı
111
“Yozgat Blues, sahne performansını, nostalji makamında tek bir şarkıya hapsedip, böyle bir insan
için çok daha çetrefil olan tecrübe mekanlarında, sahne arkasında, berberde, otel odalarında,
resepsiyonda kuruyor kadrajlarını. Uzak İhtimal’den (2009) de bildiğimiz üzere, işte bu alan, yani
gündelik hayat performanslarının dünyası, Mahmut Fazıl Coşkun’un yönetmenlik hünerinin doruk
yaptığı yer” (Yücel, 2013a: 25).
108
olsa da ilk iki filmle benzerlik gösterir. Film, tekrarların döngüselliğini ve kimliğin
yeni anlamlandırmalara açık ve bitmeyen bir süreç oluşunu ana karakter(ler)in
Nihat/Necip (Ercan Kesal) çevresindekilerle ilişkilerini temel alan bir anlatıyla
ortaya koyar. Filmin ana karakteri Nihat bir hastanenin yemekhanesinde çalışan, orta
yaşını geçmiş, Basri ve Yavuz gibi yalnız yaşayan bir adamdır. Gündelik hayatının
sıradanlığında sürdürdüğü kimliği Nihat için iki önemli olayla değişime uğrar:
Necip’in eşi Ayşe hayatına dahil olur ve tutuklanır. Karşısına çıkan başka biri olma
fırsatını kullanan Nihat, Necip’i taklit ederek yavaş yavaş ona dönüşür ve
tutuklandığında yasanın seslenişiyle kimliğinin değişim döngüsünü tamamlar.
Basri ve Yavuz gibi tek kişilik bir hayat süren Nihat için Ayşe’nin varlığı
önemli bir role sahiptir. Ayşe’nin onayıyla ve hayatına dahil olmasıyla Nihat, Ayşe
ile birlikte heteroseksüel çifte dönüşümü gerçekleştirir. Böylece bedenlerin,
toplumsal cinsiyetlerin ve arzuların doğallaştırılmasıyla kültürel bir idrak çerçevesi
sağlayan heteroseksüel matrisin içine dahil olur. Butler’ın da dile getirdiği gibi birey
kadın ve erkek işlevi gördüğü ölçüde kadın ve erkek olarak anlamlandırılır,
heteroseksüel çerçeve belli bir yere sahip olma hissi yaratarak cinsiyetli öznenin
kimliğini güvence altına alır. Bu idrak edilebilirlik çerçevesinde sadece Nihat değil
Ayşe de kendisi için bir anlam çerçevesi yaratır. Kocası hapiste olan Ayşe, Nihat’ın
evdeki varlığını onaylar ve onun bu çerçeveye yerleşmesi için yardımcı olur.
Karşılıklı yenen yemekler filmde sıkça tekrarlanan sahnelerden biridir. Filmin
ilerleyen sahnelerinde Necip’e dönüşen Nihat da Asiye’yi Ayşe’ye dönüştürmeye
çalışır ve yine karşılıklı yemek yenir. Karşılıklı yemek yemek cinsiyetli özneleri
birbirine karşı konumlandırarak onlar için idrak edilebilirliğin sınırlarını çizer ve
görünür kılar.
109
Ayşe ile olan birlikteliği başladıktan sonra Nihat’ın Necip’e dönüşme
süreci de başlar; çünkü Ayşe’nin ilgisini karşılıksız bırakmayan Nihat için bu süreç
heteroseksüel icra için gerekli olduğu kadar, onun için yeni bir kimliği edinmesinin
de başlangıcıdır. Ayşe’nin oturma odasında duvardaki fotoğrafı gören Nihat,
Necip’le arasındaki benzerliği fark ettiğinde 112 Necip’in yerine geçme süreci de
başlar. İlk önce Ayşe ile birlikte olur, ardından karşılıklı yemek yerler. Bunu Nihat’ın
başka bir erkeklik biçimi olarak Necip’i adım adım taklit etmesi takip eder. Nihat
Necip’e ait eşyaları kullanır. Ayakkabılarını, mayosunu giyer; gözlüğünü takar;113
arabasını kullanır. Ayrıca fiziksel olarak da aradaki farkları ortadan kaldırır. Bıyığını
keser; gözlükle dolaşmaya başlar; dövme yaptırır. Giderek Nihat olarak içinde
bulunduğu hayattan çıkar ve Necip olarak dolaşmaya başlar. Eşyalar ve fiziksel
görünümün yanı sıra Ayşe’nin onayını alması gibi, Necip’in arkadaşıyla
karşılaştığında Necip olmadığı konusunda sessiz kalarak Necip’in arkadaşının da
onayını alır. Kimliklerin ilişkileri değil, ilişkilerin sözde kimlikleri oluşturduğunu
söyleyen Phillips’e göre bu benliklerin daima gelgeç ve koşullara bağımlı olduğu ya/
ya da dizgesinin yaratıkları olmadığı anlamına gelir (2014: 109). Başka bir deyişle
filmde de ortaya çıktığı gibi örneğin Nihat iş arkadaşı evine geldiğinde Nihat
olurken, kahvede Necip’in arkadaşı karşısında Necip olur. Oymuş gibi yapan kimliği
112
Liktor’a göre egonun ölüm korkusuna karşı yarattığı ilkel bir savunma aracı veya ideal ego temsili
gibi çeşitli anlamlar yüklenen çiftgezer motifi Ben O Değilim’de ne bastırılan içgüdüleri temsil eder
ne de zıt kişilik özellikleri ile donatılmıştır; film daha çok kimlik değişimi, bir başkasının yerine
geçme, ötekine dönüşme izleklerinin yaygın olarak kullanıldığı postmodern anlatılarla akrabadır
(2014: 79). Başka bir deyişle “Ben O Değilim’de kimliğini kaybetme korkusundansa, başkasının
kimliğini ele geçirme dürtüsü ağır basar. Nihat’ın, hiç tanımadığı bir adamın mayosundan terliğine,
arabasından gözlüğüne her şeyini bir bir sahiplenişi, kendisine bir boşluk gibi gelen kimliğini, başka
birinin kimliğiyle doldurma çabasıdır belki de” (Göl, 2014: 35).
113
Yönetmen’e göre gözlüğün takılması ve ayakkabıların giyilmesi filmdeki önemli iki dönüm
noktasıdır: “İki dönüm noktası var. Bir tanesi gözlüğünü takması, öbürü de ayakkabılarını giymesi.
Bizde yok ama başka dillerde başkasının ayakkabısını giymek üzerine deyimler var. Ama bence esas
gözlüğünü taktığı an önemli. Odada kutuyu karıştırıyor, kimlikler buluyor, sonra da adamın
gözlüğünü takıyor. ‘Niye gözlük taktın?’ diye sorulduğunda, ‘benim gözüm bozuldu’ diyor. Bu cevap,
gerçekten biri olmayı kabullenip, ona dönüştüğü ana tekabül ediyor” (Yücel, 2014: 28).
110
kuran performatifi kullanan Nihat, taklit ve yinelemelerle Necip’e dönüşür ve bunu
kimliğini yeniden imlemeyi sağlayacak şekilde kullanır.
Öte yandan Nihat ve Necip’in yaşamları birbirinden pek de farklı değildir.
Yönetmen Nihat’ın Necip haline dönüşmesi üzerinden sınıfsal bir değişimi
anlatmadığını söyler ve şunu ekler:
Bir değişim olmuyor.Nihat’ın Necip olmasının aslında anlamlı bir açıklaması yok.Bence esas üzerinde durulması gerekn bu, filmin döndüğü nokta bu. Karakter daha zengin
olmuyor, daha iyi bir hayatı olmuyor. Hatta İzmir’deki hayatı geçmişinkinden bile daha
sefil. Ama o zaman niye böyle bir kimliği edinme ihtiyacı duyuyor? Bence filmin esas
sorularından biri bu (Yücel, 2014: 25).
Başka bir deyişle Nihat Necip’e dönüşürken ve onun yerine geçerken çok
daha iyi yaşam koşullarına sahip olmaz; hatta Nihat bu değişimi bir suçu üstlenmek
pahasına da olsa ister ve yerine getirir.114 Bu durumda Nihat için önemli olan daha
iyi yaşam koşullarını arzulamak ve onlara sahip olmak değil, Necip’in idrak
edilebilirliğine sahip olmaktır. Ancak bu şekilde, Necip’in idrak edilebilirliğini
kullanarak ve taklit ederek, hem Necip’e dönüşür hem de bu kimliği ile bir özne olur.
Butler’ın da dile getirdiği gibi “toplumsal cinsiyet bir norm ise bu bireylerin
benzemeye çalıştıkları bir model ile aynı şey değildir. Aksine toplumsal cinsiyet
ikiliğinin tesis edildiği bir araç ve öznelerin idrak edilebilirlik alanını üreten bir
toplumsal iktidar biçmidir” (2004: 48). Nihat, Necip olarak tutuklanmayı
başardığında ise son onayı da yasadan ve iktidardan alır. Bununla birlikte Nihat ve
Necip arasında fark olmaması bir tatminsizliğe de işaret edebilir.
114
Ercan Kesal’a göre hikayede bir adamın güçlü bir kişiliği elde edebilmek için işlemediği suça razı
olması söz konusudur (Öztürk&Yıldırım, 2014, http://filmhafizasi.com/ercan-kesal-ile-keyifli-birsoylesi).
111
Phillips’e göre
Tatmin olmak olanaksızdır. Hiçbir konum tatmin edici değildir çünkü her zaman başka
bir konum vardır.Lacan’ın öne sürdüğü gibi olmayan bir şeyin peşine düştüğümüz için
hep bir şeylerin peşindeysek eğer, o zaman Freud’un dikkatimizi çektiği o boşluk, arzu
ve nesnesi arasındaki kaçınılmaz farklılık, aynı zamanda bizi yaratıcı ve esnek kılan,
kendimize yer açmamızı sağlayan şeyin ta kendisidir. Bu boşluk sahnedir ve sahnelenecek piyes cinselliktir (Phillips, 2014: 112).
Filmde
Nihat
iki
kez
karakola
götürülür.
İlkinde
arkadaşları
beraberlerinde getirdikleri hayat kadınıyla kaçtığında Nihat yol kenarında tutuklanır.
Yüzüne tutulan ışığın da etkisiyle ne yapacağını bilmez bir şekilde tutuk ve donmuş
kalakalır. İkincisinde ise İzmir’de Necip’in otel odasında uyuya kaldığında Necip
olarak tutuklanır. İki tutuklanma arasında Nihat’ın davranışları açısından fark vardır.
İlkinde çekingen davranırken, ikincisinde daha pervasızdır. Polisin karşısında
soruları cevapsız bırakarak, kafa tutarcasına ağzındaki sigarasını polise dimdik
doğrultur. İktidar ve yasa Nihat’ı Necip olarak çağırdığında, bu seslenişin içerdiği
özne olma vaadini kabullenen Nihat, başka biri olduğuna yasayı da inandırır. Üstelik
tekrarlarla dönüştüğü Necip ile altüst etme potansiyelinden çok idealleştirmeye
yönelik bir değişimi benimser; çünkü karısına şiddet uygulayan, sahte kimlik
düzenlemekten hapse giren, hapiste cinayet işleyip kaçan Necip’in yerine geçişi onu
eskisine göre daha baskın ve hegemonik bir erkeklik biçimini sergilemeye
yönlendirir. Polise kendinden emin bir şekilde soruları cevapsız bırakarak kafa tutar
ve bir fallik imge gibi görünen sigarayı doğrultur. Necip olarak tutuklanmayı
başardığında iktidarın da onayıyla Necip’e dönüşme sürecini tamamlar. Öte yandan
parmaklıklara ayakkabıyla vuran adam hapishane sahnelerinin ortak yanıdır. Bu ise
kimliğin dönüşümünün tamamlansa bile sabit olmayan, değişime açık döngüsel
112
yapısına işaret eder. Film biterken Nihat Necip’e dönüşür, ama bu son aynı zamanda
Necip’in de başka birine dönüşme potansiyelini ve olasılığını içerir. 115
Butler’ın da dile getirdiği gibi
Özne hiçbir zaman tam olarak kurulmaz, tekrar tekrar tabi kılınıp üretilir.Bu özne bir temel ya da ürün değil, başka iktidar mekanizmaları tarafından yolundan saptırılıp durdurulan, ama yine de iktidarın yeniden işlenme olanağının ta kendisi olan bir yeniden anlamlandırma sürecinin daimi olanağıdır (Butler, 2014c: 58).
Bununla birlikte failliğin koşulu olarak yinelenen bir sürecin gerektiğini
söyleyen Butler’a göre “bir özne bir seferde kesin olarak kurulmuş olsaydı, o kurucu
uzlaşımlarda normların yinelenmesinin olanağı bulunmazdı. Öznenin tekrar tekrar
kurulması gereken bir şey olması, önceden tamamen sınırlanmamış olan
düzenlemelere açık olduğunu ima eder” (2014b: 147). Böylece yeniden
anlamlandırma olanakları içinde yer alan faillik de tekrarların döngüselliğinde
mümkün hale gelir. Nihat’ın Necip’e dönüşmesiyle değil, bu döngüselliğe atıfla biten
film, kimliğin yeniden anlamlandırma olanaklarına açık şekilde son bulur.
Tekrarlar ve yinelenebilirlik cinsiyetli davranışlar için göndergesel bir
anlam bütünlüğü yaratır. Bununla birlikte tekrarlar Tayfun Pirselimoğlu’nun
filmlerinde aynı zamanda anlatının da bir parçasıdır. Pirselimoğlu’nun üçlemesinde
tekrarlara vurgu olduğunu ama Ben O Değilim’de tekrarların öne çıktığını ve filmin
ritmini belirlediğini söyleyen Yücel’e göre film kendini tekrarlar üzerinden var
etmeye başlar (2014: 26). Ben O Değilim’i önceleyen üçlemede de Pirselimoğlu’nun
karakterleri yinelenen davranışlar sergiler ve yönetmenin dile getirdiği gibi filmlerin
115
Yönetmen tekrarlama halini önemsediğini söyler; çünkü yönetmene göre bu döngü, dönüp dolaşıp
aynı yere gelmek hayatın önemli unsurlarından biridir ve yenilenme getirir. Bu yenilenme ile birlikte
kişi yeniden başlarken yeni biridir (Yücel, 2014: 26).
113
finallerine bakıldığında her şey başladığı noktaya geri döner (Akbulut, 2011).
Rıza’da (2007) anlatı, kamyonu bozulan Rıza’nın para bulma çabasına odaklanır.
Şehirde para bulma çabası karakteri tekrarlara hapsederken onu yinelenebilirliğin
sınırları içinde betimler. Zaman benzer şekilde sergilenen davranışlar ve para bulma
konusunda yaşanan sonuçsuzluk ile var olur. Yemek yemek, beklemek, kentte
dolaşmak, kenti ve insanları izlemek üçlemenin diğer filmlerinde olduğu gibi Rıza’da
da karakterin kendini idrak edilemezliğin alanında bulduğunun göstergesidir; çünkü
yönetmenin de dile getirdiği gibi üçlemede yer alan karakterler normal hayatın içine
dalamayan, yanından geçip giderken fark edilmeyen, sistemin dışında, duvarın
arkasında kalmış ve bu duvarı hiç aşamayacak kişilerdir (Akbulut, 2011). Filmde
Rıza kentte, otel odalarında başka bir deyişle kimliğinin görünmez olduğu yerlerde
varlığını sürdürmeye çalışır, ama kendisine para verilmesini sağlayamaz. Ancak suç
işlediğinde, otelde kalan Afganlıyı öldürdüğünde kamyon için para bulur.
Benzer şekilde Reşat karakteri de Pus (2009) filminde yemek yemek,
beklemek ve izlemek eylemlerini tekrarlar dahilinde yerine getirir. Kentin bir parçası
olamayan ve sürekli izleyici konumunda yer alan Reşat başkalarına ait eşyaları da
alır veya çalar. Başkasının yemeğini yer, güvercin, motorsiklet ve tabanca çalar.
İdrak edilemezliğin sınırları içinde konumlanan bir karakter olarak Reşat çevresini ve
kenti izlemeyi sürdürürken bir başkasına ait eşyalarla kimliğini anlamlandırma çabası
gösterir. Bu nesnelerin en önemlisi tabancadır. Bu tabanca ile karısını öldürmek
isteyen Emin’le onun karısını öldürecek kişi olarak tanışır. Konuşmaları boyunca
Emin için Reşat, Cemil’in gönderdiği kiralık katil konumundadır; Emin’in karısını
öldürecek adam olarak davranır. Reşat bu konumu edinmiş olarak Emin’le görüşür.
Öte yandan silah nedeniyle Emin’in, karısını öldürecek olan kişinin Reşat olduğunu
114
onaylaması
da
söz
konusudur.
Reşat’ın
bu
konumu
bırakmadığının
ve
sürdürdüğünün kanıtı ise filmin ilerleyen bölümlerinde Emin kendini öldürdüğünde
ortaya çıkar. Reşat, Emin ölmüş olsa da onun evine gider ve karısını vurur. Böylece
bu yeni kimliği bir anlamda edinmiş olması kesinleşir.
Saç (2010) ise kemoterapi alan ve peruk dükkanı olan Hamdi’nin hayatına
odaklanır. Üçlemenin ilk iki filmine benzer şekilde kenti izlemek, yemek yemek ve
beklemek bu filmde de yinelenen eylemlerdir. Rıza ve Reşat gibi Hamdi de tam
anlamıyla dahil olamadığı kenti izler ve zaman geçirir. İdrak edilemezlik alanı
Hamdi için de geçerlidir. Ancak Hamdi, saçını satmaya gelen Meryem’le
karşılaşmasından sonra onu takip ederek yeni bir anlamlandırma sürecine girer. Bu
süreci başlattığı nokta ise kenti izlediği gibi Meryem’i izleyen Hamdi’nin Meryem’in
kocasını öldürmesidir. Cinayeti, Meryem’le görüşmesi ve Brezilya’ya gitme hayali
takip eder; ama film başladığı gibi, Hamdi’nin pencereden kente bakışıyla biter.
Döngüselliğin ve tekrarların yer aldığı Pirselimoğlu’nun üçlemesinde suç
ve cinayet, kentin içinde fark edilmeyen karakterlere, izleyen konumdan eyleyen
konuma geçiş sağlar. Suç işleyen karakterler için bu eylemler yeniden
imleme
olanağı ve olasılığını gündeme getirir. Ayrıca işlenen suçlar anlatıda bir kadınla
kesişerek özellikle Rıza ve Hamdi için heteroseksüel matris bağlamını yaratır
görünmektedir. Rıza için işlediği suç para bulmasını sağlar. Ardından ölen
Afganlının kızıyla ilgilenir ve eski sevgilisiyle yeniden görüşmeye çalışır. Hamdi
suçu işledikten sonra Meryem’le ortak bir hayali kurmaya başlar. Reşat ise Emin’in
karısını artık Emin hayatta olmadığı halde öldürerek kendine bir anlamlandırma alanı
arar. Başka bir deyişle Pirselimoğlu’nun filmlerinde kadın karakterlerin varlığı erkek
karakterlerin cinsiyetli davranmalarını sağlar. Pirselimoğlu filmlerinde erkek
115
karakterlerin durağanlıkları içinde ne yapmak ve ne yöne gitmek istedikleri
konusunda emin olunamadığını söyleyen Özgüven’e göre (2014) kadın karakterin
önemli bir yeri vardır; çünkü Ben O Değilim’de role fiziğiyle uyum sağlayan kunt ve
suskun Kesal’ı “başkası olma ihtimali”ne inandıran ve harekete geçiren kadın
karakterden başkası değildir.
Pirselimoğlu’nun son filminde ise suç bu karakterlerin yeniden imleme
çabasından bir adım öteye giderek Nihat’ın işlemediği bir suçu kabullenmesiyle ve
yasanın çağrısıyla Nihat’a Necip olarak başka biri olma olanağını tanır. Daha
önemlisi Nihat Necip’e dönüşürken maduniyet koşullarını arzulayan bir özneye
dönüşür; çünkü işlemediği bir suç için de olsa yasanın çağrısına cevap verir. Ayrıca
Ayşe’nin varlığı da Nihat’ın cinsiyetli davranması konusunda verdiği onayla
yardımcı olur. Bunula birlikte Ayşe’nin ölümünün ardından, Nihat Asiye’yi Ayşe’ye
dönüştürmeye çalışarak bu onayı sürdürür. Nihat Ayşe’nin ölümünden sonra da
Necip olarak davranmaya devam eder. Necip’in arkadaşıyla bir araya gelir; arkadaşı
ona eski işine dönmesini konusunda yardımcı olmaya çalışır; ama Necip’in
hapishaneden kaçtığını ve arandığını öğrendiğinde önce sinirlenir, sonra ona
İzmir’de vapurda çaycılık işi bulur. İzmir’e gelen Nihat/Necip, Ayşe’nin benzeri olan
Asiye’yi gördüğünde peşini bırakmaz; hayatına dahil olur ve onu değiştirmeye
çalışır. Nihat/Necip fiziksel olarak Ayşe’nin benzeri olan Asiye’nin, Ayşe’nin
yaşamını sürdürmesini sağlamaya çalışır. Para karşılığı erkeklerle birlikte olan
Asiye’ye yemekhanede iş bulur. Birlikte oturmaya başladıkları evde de yemek
pişiren Asiye ile karşılıklı yemek yer. Bu şekilde artık hayatta olmayan Ayşe’nin
yerine Asiye’yi koyarak Nihat/Necip cinsiyetli davranmaya dair Ayşe’nin sağladığı
onayı sürdürmeye çalışır. Üçlemede yasanın ve çağrının yokluğu nedeniyle
116
maduniyet koşullarına duyulan bir arzunun kesinliğinden söz etmek mümkün
değildir; ama Nihat bir yandan maduniyet koşullarını yaratan suçu benimserken diğer
yandan başka biri olmanın ve cinsiyetli davranmanın tekrarlarla üretildiğini gözler
önüne serer.
117
SONUÇ
Günümüzde
erkeklik
olgusunu
değişmeyen
ve
sabit
bir
konumlandırmadan kurtararak toplumsal cinsiyet olarak erkekliğin tartışılabilmesini
mümkün kılan eleştirel erkeklik çalışmaları, feminizm kapsamında cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet üzerine yapılan çalışmaların etkisi ve katkısı ile erkekliğin
yeniden imlemeye ve anlamlandırmaya açık, dolayısıyla da değişmez bir öze
indirgenemeyeceğini ortaya koyar. Disiplinlerarası farklı çalışmalara araştırma
konusu olan erkeklik olgusunu eleştirel açıdan ele almak önemlidir. Böylece
erkekliğin geleneksel kabulünün değişmesi münkün hale gelir. Toplumsal cinsiyet
çalışmalarının artarak yayılması erkeklikler üzerine yapılan ve erkek kimliğinin
incelendiği çalışmaların artmasında önemli bir etkendir. Bununla birlikte toplumsal
cinsiyet üzerine yapılan çalışmalarla toplumsal cinsiyetin dinamiklerinin ortaya
çıkarılması erkekliği görünür kılar ve erkeklerin konumunu sorunsallaştırır.
Erkekliği standartların belirlendiği normatif bir imlem olarak ele almak
yerine, toplumsal cinsiyet inşasında bir sorunsal olarak ele almak, biyolojik ve öze
indirgemeci açıklamalara yaslanarak erkekliği doğal ve normatif tanımlara
hapsetmek yerine erkeklik tanımlarının değişkenliğine ve göreceliliğine odaklanmak,
erkeklik olgusunun farklı alanlarda tartışılabilmesinin yolunu açar; çünkü biyoloji ve
yaradılışla temellendirilen açıklamalar yetersiz kalır. Bu yetersizlik yeni stratejileri
gerektirir ve cinsiyet konumlarını kırılgan ve istikrarsız, cinsiyete dayalı kimlikleri
de değişken ve akışkan kılar. Erkek kimliğinin sorgulanabilirliği, post-yapısalcı
yaklaşımda kimliğin hiçbir zaman tamamlanmayacağı bir süreç olarak ele
alınmasında olduğu gibi, anlamın sürekli bir hareket içinde şekillenmesine işaret
eder.
118
Bu bağlamda Judith Butler’ın performatif toplumsal cinsiyet kuramı
erkekliğin konumunu tartışmalı kılarak erkek kimliğini sorunsallaştırması açısından
önemlidir. Butler kimliği toplumsal cinsiyet kimliğinden ayırmayarak performatifi
bir faillik kuramı olarak ele alır. Bu nedenle bireyler yinelenebilirliğe yaptıkları
göndergesellikle veya atıfla tekrarlar üzerinden anlamlandırdıkları kimliklerini veya
toplumsal cinsiyet kimliklerini, normlar çerçevesinde oluşturulan idrak edilebilirlik
sınırları içinde sürdürürler. İdrak edilebilirlik öne sürdüğü standartlarla bireylere
normlara uygun cinsiyetlenme ve normlara göre tekrarlanabilen davranışları
sergileme olanağı verir. Tekrarlarla atıfta bulunulan yinelenebilirlik idrak
edilebilirliğin de sınırlarını oluşturur. Başka bir deyişle bireylerin cinsiyet, toplumsal
cinsiyet ve cinsellik arasında nedensellik varsayılarak bir beklentiye göre istikrarlı
kılınan, kültürel olarak anlaşılan ve dışlanmayan kimlikleri sürdürmesi sağlanır.
Butler’a göre performatif ile yapan veya eyleyen eylem aracılığıyla
değişken bir şekilde kurulur. Başka bir deyişle performatif toplumsal cinsiyet onu
önceleyen bir özneye ait değildir; kimliği yinelemeler ve göndergesel bir pratikle
performatif olarak kurar. Toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını ortaya çıkaran
drag performans ise bu bağlamda toplumsal cinsiyeti orijinal-sahte söyleminden
çıkararak tekrarları vurgular. Drag performans, toplumsal cinsiyet kimliğine yeniden
imleme ve bağlamsallaştırılması açısından bir altüst etme olanağı sağladığı gibi
toplumsal cinsiyet kimliğinin idealleştirilmesine de yönelik anlamlar kazanabilir.
Toplumsal
cinsiyeti
performatif
olarak
ele
almak
erkekliğin
tanımlanmasında atıfta bulunulacak esas veya orijinal bir erkeklik kimliği olmadığına
işaret etmesi açısından önemlidir; çünkü bu şekilde erkekliğin icra edilişinin özgün
bir senaryo kullanmadığı, aksine bir pratikler yığınına göndergesellikle hareket ettiği
119
ortaya çıkar. Tekrar eden performanslar, erkekliğin doğal görünen ve bir esası olduğu
yanılsamasını yaratır, ama altüst etme potansiyeli ve yeniden imleme olanağı ile
erkekliklerin değişkenliği ve akışkanlığı söz konusudur. Bu ise performansın
bozulduğu veya parçalandığı tutarsızlık anlarında ortaya çıkar.
Bu çalışmada örneklem olarak seçilen filmlerde çalışmanın sınırlarını
oluşturan iki unsur vardır. İlki filmlerde erkek karakterlerin minimal veya sınırlı
performanslar sergilemeleridir. İkincisi ise onları perdeye taşıyan oyuncu Ercan
Kesal’ın da minimal ve sınırlı performansıdır. Toplumsal cinsiyet ve performans
aşırılık ve sınırlılık bağlamında farklı anlamların ortaya çıkmasına neden olur. Aşırı
eril performanslar veya erkeklik performansları toplumsal cinsiyetin inşasını görünür
kılarken, sınırlandırılan performanslar toplumsal cinsiyetin doğal ve esas olarak
algılanmasına neden olur. Başka bir deyişle bu filmlerde erkek karakterler aksiyon
veya komedi filmlerinden farklı bir erkeklik sergiler ve bu sergilemede erkeklik
inşası sıradanlığın ve gündelik hayatın içinde doğallaştırılmış bir konumda yer alır.
Yaşadıkları sıradan hayatlar içinde Kesal’ın minimal ve sınırlı
performansıyla aşırılıktan uzak davranışlar sergileyen erkek karakterler performatifin
yeniden imleme veya anlamlandırma olanağı ile sonuçlanan anlatılar içinde yer alır.
Basri on sekiz yıl boyunca oğlunu ararken yasa ile kurduğu maduniyet ve bağımlılık
ilişkisiyle kendini babalık tanımı içinde konumlandırarak eril bir özne olarak kurar.
Karşılıksız kalan dilekçeleri ve yasayla karşılaşma anlarında kendi kimliğini
anlamlandırmaya yönelik olarak kurduğu idrak edilebilirlik alanı sürdürdüğü
tekrarlarla oğlunu buluncaya kadar devam eder. Oğlunu bulduğu anda, başka bir
deyişle tekrarların işlevsizleşmesi ve istikrarın bozulmasıyla ortaya çıkan tutarsızlık
anında, kimliğini yeniden imleme olasılığı gündeme gelir; çünkü yıllardır dilekçe
120
yazan ve oğlunu arayan Basri ile oğlunu bulan, kendisine teslim edilen kutunun
başında ne yapacağını düşünen Basri aynı kişi değildir. Yıllar boyunca sürdürdüğü
tekrarlar ve tekrarların oluşturduğu yinelenebilirliğe atıfla birlikte yasa ile kurduğu
maduniyet ilişkisini oğlunu bulmaya yönelik performatif bir strateji olarak kullanan
Basri için oğlunu bulduğunda kimliğini yeniden anlamlandırma ve imleme olanağını
kullanarak yeni bir idrak edilebilirlik yaratması söz konusudur.
Yavuz’un idrak edilebilirlik alanını ise sahneden gündelik hayata taşıdığı
ideal sahne performansıyla sergilediği erkeklik biçimi oluşturur. Performansının
temelini oluşturan tekrarlar ve ayrıntılara gösterdiği titizlik ile Neşe’nin seyirciliğine
duyduğu ihtiyaç Yavuz için anlamlandırma alanını oluşturur. Performansını
oluşturan tekrarlarla ve bu tekrarların oluşturduğu yinelenebilirliğe atıfla Yavuz,
performatifi ideal olarak gördüğü erkeklik biçimini sergilemeye yönelik bir strateji
olarak kullanır. Öte yandan söylediği şarkı gibi performansıyla sürdürmeye çalıştığı
kimliği geçerliliğini yitirerek tekrarların sağladığı güvenceyi ortadan kaldırır.
Babasının ölümünü kabullenip peruğunu çıkarmak zorunda kalan Yavuz için,
idealleştirdiği performansının başarısızlıkla sonuçlanması yeniden imleme olanağını
ortaya çıkarır. Yavuz ve performansı başarı ve başarısızlık ile tanımlanabilen
toplumsal cinsiyetin tekrarlarla sergilenişini ve drag performansla ortaya çıkan
benzerlik nedeniyle de toplumsal cinsiyetin orijinali olmayan bir taklit olduğunu
görünür kılar. Performansını sürdürmesi anlamını ve geçerliliğini yitirdiğinde, başka
bir
deyişle
performatifin
bir
strateji
olarak
kullanılması
başarısızlıkla
sonuçlandığında Yavuz için kimliğini yeniden anlamlandırma olanağı veya olasılığı
ortaya çıkar. Böylece peruğunu çıkaran Yavuz için başka bir erkeklik biçimini
sergilemek söz konusu olacaktır.
121
Nihat ise kendisi için idrak edilebilirlik alanı yaratırken hem Basri gibi
yasa ile maduniyet ilişkisi kurar hem de Yavuz gibi başka bir erkeklik biçimini taklit
ve tekrarlar yoluyla benimser. Böylece Nihat yasanın özne vaadi taşıyan çağrısına
Necip’e dönüşmüş olarak cevap verdiğinde performatifi yasa ile kurduğu ilişkide ve
Necip’e dönüşme aşamasında bir strateji olarak kullanır. Nihat’ın, karşısına çıkan
fırsatı değerlendirerek kendisinden pek de farklı bir hayat sürmeyen Necip’in yerine
geçmesi, onun aslında Necip’in idrak edilebilirliğini elde etmeyi arzuladığını
gösterir. Üstelik bunu bir suçu kabullenerek yapar. Öte yandan suçun varlığı Nihat’a
yasayla ilişki kurma imkanı sağlar. Bu şekilde Necip kimliğine dönüşmüş olduğunu
yasaya da onaylatır. Nihat’ın Necip’e dönüşmesi, onun erkeklik biçimini ve kimliğini
benimsemesi, tekrarların ve eylemlerin sonucunda eyleyenin nasıl toplumsal cinsiyet
kimliğini ve cinsiyetli özneleri ürettiğini gösterir. Bununla birlikte filmin
döngüselliğin kendisine atıfla bitmesi ise özne olmanın ve kimliklerin bitmeyen,
değişime açık bir süreç olduğuna işaret eder. Nihat’ı yasa ve tekrarlar Necip’e
dönüştürür ve Nihat performatifi bir strateji olarak kullanarak başarılı olur; ama aynı
şekilde Necip için de kimliğini yeniden imleme ve anlamlandırma olasılığı filmin
döngüselliği ile olanaklı kılınır.
Gerek Yozgat Blues’da gerekse Tayfun Pirselimoğlu filmlerinde erkek
karakterlerin karşısında konumlandırılan kadın karakterler vardır. Yavuz için
Neşe’nin varlığı performansını sürdürmesi açısından önemlidir. Nihat, Ayşe ve
filmin ilerleyen sahnelerinde Asiye ile karşılıklı konumlandırılır. Kadınlar, erkek
karakterlerin
sergiledikleri
davranışlara
yönelik
olarak
toplumsal
cinsiyeti
anlamlandırma alanını oluşturur; çünkü Kessler ve McKenna’nın da (1978) dile
getirdiği gibi toplumsal cinsiyetin sergilenişi çift yönlü işler ve sergileyen (displayer)
122
ve algılayan (perceiver) arasındaki ilişkide, başlangıçta atıfta bulunulan toplumsal
cinsiyete dair anlamlandırma algılayanın süzgecinden geçer (1978:136-137).
Yavuz’un Neşe’nin karşısındaki davranışları ve Nihat’ın Ayşe ile olan ilişkisi ve
ardından Asiye’yi Ayşe’ye dönüştürmeye çalışması algılayan olarak kadınların
konumuna işaret eder görünmektedir. Basri’nin ise kimliğini babalığı üzerinden
kurmaya çalışırken karşısında konumlandırılan bir kadın karakter yoktur. Ancak
filmde karısının mezarına gittiği sahnede farklı açıdan da olsa bir kadınla karşı
karşıya konumlandırılması söz konusudur.
Yönetmenlerin diğer filmlerindeki erkek karakterler de dahil olmak üzere
Basri, Yavuz ve Nihat/Necip az konuşan, yavaş hareket eden karakterlerdir. Başka
bir deyişle performansları ve sergiledikleri davranışları sınırlıdır. Sinemada izleyici
ile buluşan toplumsal cinsiyet performanslarının aşırı örneklerini destekleyen tür
filmlerinden farklı olarak bu erkek karakterler, kısıtlı eylemlerle rutin hayat düzeni
ve sıradanlığı içinde ya aşırılığa yönelik hiçbir şey yapmazlar ya da minimum
düzeyde hareket ederler. Başka bir deyişle Peberdy’nin Michael Douglas örneğinde
olduğu gibi sıradanlığı aktarırken minimal bir oyunculukla aktarılan (2011: 51) erkek
karakterlerdir ve Higson’ın dile getirdiği gibi erkek karakterlerin hiçbir şey
yapmadığı sahnelerin başarısı eylem veya ifadenin yokluğuna dayanır (aktaran
Peberdy, 2011: 53).
Bir erkeğin performansını sınırlayarak ve aşırılığı kontrol altına alarak
performatifliği gizleyebildiğini söyleyen Reeser’a göre kontrol altına alınan
performatiflik, inşa sürecini maskeleyerek erkekliği doğallaştırılmış bir biçimde
konumlandırabilir (2010: 89). Eylemin veya ifadenin yokluğuna dayalı bekleme,
izleme, düşünme anlarında karakter hiçbir şey yapmıyor ya da çok az şey yapıyor
123
görünür ve karaktere hayat veren oyuncunun da abartma ve dramatizasyondan uzak
bir anlatımı söz konusudur. Sessizleştirilmiş veya sınırlandırılmış bir performans
biçimi hem karakter hem de oyuncu açısından geçerlidir. Türkiye sineması’nda
özellikle Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002) filminden 116 bu yana seyirciyle buluşan
erkek karakterlerin sessiz ve sınırlı performanslar sergilediği filmlerin sayısında bir
artış olduğu söylenebilir. Örneğin bir aksiyon ya da komedi filminden farklı olarak
bu filmlerde, erkekliğin gündelik hayatın sıradanlığı içinde sunulması performatifin
gizlenmesini kolaylaştırır görünmektedir. Reeser’ın da dile getirdiği gibi bir erkek
aşırı derecede eril davranıyorsa veya erkekliği çok fazla veya çok iyi sergiliyorsa
toplumsal cinsiyetin icra edilişi kendisine ve izleyiciye açık hale gelir. Başka bir
deyişe performanstaki aşırılık erkekliğin icra edilişine dikkat çeker. Sıradanlığın
içinde sunulan kısıtlı performanslar ise aşırılıktan uzak cinsiyetli davranışların
sergilenişiyle erkekliğin doğallaştırılmış biçimine dönüşebilir.
Duygusal suskunlukla bağlantılı mazoşizm veya erkeklik krizinden farklı
olarak sıradanlığın minimal performansını sunan erkek karakterler, performatif
toplumsal cinsiyeti sessiz bir strateji olarak kullanır. Yasa önünde maduniyet ile
öznellik talebi ve toplumsal cinsiyetin taklidi aracılığıyla toplumsal cinsiyetli olma
116
Uzak gemide iş bulmak için İstanbul’a gelen Yusuf’un (Mehmet Emin Toprak), yanında kaldığı
akrabası Mahmut’la (Muzaffer Özdemir) olan ilişkisini temel alır. Mahmut için Yusuf, İstanbul’da
kurduğu hayatı ve istikrarı sekteye uğratır. Film boyunca Mahmut’un Yusuf’un davranışlarından ve
varlığından sıkıntı duyduğu ortadadır; salona dökülen sigara külü, ortada bırakılan ayakkabılar,
ayakkabı kokusu, açık bırakılan lamba ve televizyon izlerken Yusuf’un aniden odaya girmesi gibi
ayrıntılar Mahmut için katlanamadığı durumlardır. Yusuf gelişiyle, Mahmut’un idrak edilebilirliğini
ihlal eder. Evde başka birinin varlığı Mahmut’un yaşamında kurduğu döngüselliği sekteye uğratır;
çünkü Suner’in de dile getirdiği gibi Yusuf Mahmut için sadece özel alanını işgal eden bir yabancı
değildir; Yusuf’un taşra kimliği Mahmut’un kendi kimliğiyle ve kimliğinin bastırdığı yanıyla
yüzleşmesine neden olur (2006b). Yusuf’un varlığıyla tekrarların sekteye uğraması ardından eski eşi
Kanada’ya gider ve Yusuf evden ayrılır. Bu yüzleşme ve düşünme anıyla biten filmde Mahmut,
kimliğini yeniden imleme veya anlamlandırma anında deniz kenarında bankta oturup Yusuf’un
bıraktığı sigarayı içer. Akbulut’a göre “Uzak, acılı, dokunaklı olsa da, yine de bir umutla sonlanır:
filmin sonunda Mahmut, önceden ‘Git lan. Bu da içilir mi?’ diyerek reddettiği Yusuf’un Samsun
sigarasını, cebinden çıkarıp İstanbul görüntüsü önünde içer. Böylelikle, belki de artık içindeki ‘uzak’ı
görmeye başlar ve ‘öteki’ olan Yusuf aracılığıyla kendisiyle iletişim kurmaya başlar” (2005: 32).
124
beklentisi Basri için babalık, Yavuz için ideal sahne performansı ve Nihat için
Necip’in yerine geçmektir. Bu beklentiyle hareket eden erkek karakterler,
yinelenebilir bir göndergeselliğe atıfta bulunarak aşırılıktan uzak belirli erkeklik
biçimlerini sürdürür. Tutarsızlığın yaşandığı anlarda söz konusu olan erkeklik biçimi,
erkek karakterlerin yaşadığı değişimle yeniden imlemeye açık hale gelir. Üç erkek
karakter de performatif toplumsal cinsiyeti yeniden imlemeyi sağlayacak şekilde
kullanmaya çalışır. Basri başarılı olur, oğlunu bulur ve maduniyet koşullarını
arzulayan öznenin iktidarla ilişkisini açığa çıkarır, ama oğlunu bulduğunda artık
başka biridir; Yavuz ideal erkeklik performansıyla sonuç alamaz, peruğunu çıkarmak
zorunda kalır ve bir erkeğin başka bir erkeği canlandırışıyla erkekliğin keyfi doğasını
gösterir; Nihat ise Necip’e dönüşür, erkekliğin akışkan olduğunu, değişim ve
dönüşüm potansiyeli taşıdığını anlatının döngüselliği ile ortaya koyar. Filmler, her üç
karakter için de yeniden anlamlandırma olanağının ve olasılığının mümkün
olabileceği şekilde sonlanır; çünkü Reeser’ın da öne sürdüğü gibi performansın
belirli anlarda parçalanması veya bozulması sonucu tutarsızlık görünür kılınır. Bu
tutarsızlık ancak yinelenebilirlikle ve pratikler toplamına göndergesel olarak atıfta
bulunarak sıradan ve doğal görülebilen erkekliğin, orijinal olmadığına ve değişime
açık yapısına işaret eder (2010: 81-87). Basri’nin oğlunu bulması, Yavuz’un
geçerliliğini kaybeden performansı ve Nihat ile Necip arasındaki muğlaklık yeni bir
imlemeyi gerekli kılar.
Ercan Kesal Basri, Yavuz ve Nihat/Necip karakterlerini diğer
filmlerinden 117 farklı bir oyunculuk sergileyerek abartmadan ve dramatizasyondan
117
Kesal’ın filmografisinde yer alan diğer filmlerde oyuncunun canlandırdığı karakterlerin toplumsal
cinsiyetin icra edilişine dikkati çeken yanları olduğu söylenebilir. Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002)
filminde bardaki adam olarak figüran rolü çok kısadır. Üç Maymun’da (Nuri Bilge Ceylan, 2008)
125
uzak bir biçimde sınırlı performans işaretleri kullanarak canlandırır. Kesal’ın
performansında sıradan erkekliğin icrasının, aşırı derece eril davranmadan minimal
bir oyunculukla ortaya çıktığı söylenebilir. Peberdy’nin de dile getirdiği gibi
performans toplumsal cinsiyetli bir canlandırmadır ve çeşitli bağlamlarda eylemlerin
temsili ve belirli canlandırmalara atıf söz konusudur (2011: 169-170). Kesal
oyunculuğu ile ilgili olarak eğitim almadığını, eğitim almayışının bir avantaj
olduğunu dile getirir ve “Küf’te de, Yozgat Blues’ta da, Tayfun Pirselimoğlu’nun Ben
O Değilim’inde de – üstelik orada birbirine benzeyen iki ayrı adamı oynadım – aynı
şey oldu. Bir karakterin bendeki karşılığını oynuyorum. Ruhsal bir mizaç arıyorum
[...] Ruhumun derinliklerindeki o adamı bulmaya çalıştım” (Aytaç&Göl, 2013) der.
Kesal ayrıca oyunculukta doğallığa önem verdiğini (2014) 118 ve yaşayan, sahici,
hayatın içinden bir kahramanın peşine düştüğünü ve o kahraman “olduğunu” söyler
(Öztürk&Yıldırım, 2014).
Aşırı erkeklik performanslarında erkekliğin cinsiyetli canlandırmaları, başka
bir deyişle performans ve performatif arasındaki farkta olduğu gibi, eylemi
gerçekleştirenin ardında ayrı bir fail, bu bağlamda oyuncu olduğunu görünür kılar.
Performatiften farklı olarak performans eyleyenin kontrolünü ve manipülasyonunu
ve icra edilen kimliğin ardında bir ben olduğunu gösterir. Oysa minimal ve sınırlı
performansların sergilediği cinsiyetli canlandırmalarda, bu bağlamda Kesal’ın
politikaya girmeye çalışan, iktidar ve güç sahibi, sert bir erkeği canlandırır. Vavien’deki (Yağmur &
Durul Taylan, 2009) kısa rolünde ise bir barda şarkı söyleyen kadının sevgilisi sert ve kaba adamdır.
Saç (Tayfun Pirselimoğlu, 2010) filmde de çok kısa bir doktor rolü vardır. Bir Zamanlar Anadolu’da
(Nuri Bilge Ceylan, 2011) ise aksanlı ve hareketli konuşmasıyla biraz kurnaz ve işbilir bir muhtar
rolündedir. Bu filmlerde Kesal, kısa rolleri de dahil olmak üzere, değişmeden kalan karakterleri, başka
bir deyişle belirli bir portreyi sunar.
118
“Oyunculukta doğal olmak ne kadar önemliymiş, onu öğrendim. Profesyonellerde, belki de
eğitimle ellerinden alınmış bir özellik mi var, doğal olmakta zorlanıyorlar sanki” (Kesal, 2014: 139).
“Tiyatrocuların çoğunda var bu problem. Kimden, nasıl öğreniyorlarsa hemen hepsi bir süre sonra
gerçeklik ve yaşanmışlık duygularından uzaklaşıyor sanki” (Kesal, 2014: 148).
126
oyunculuğunda, icra edilen kimliğin ve performansın ardında bir başka ben olduğu
gerçeği görünmez hale gelmiştir denilebilir. Şensöz (2014) bu kadar silik bir karakter
için popüler bir figürün seçilmesinin riskli olabileceğini, ama Kesal’ın her zaman
olduğu gibi oyuncunun personasını unutturan bir performans sergilediğini söyler.
Kesal’ın oyunculuğu metot oyuncusu olmamasına rağmen, metot
oyunculuğunun doğallığı ile karakteri yabancılaştırmayı hedefleyen oyunculuğun
minimalist konuşma ve eylemleriyle birleşerek performans ve performatif arasındaki
farkı ortadan kaldırmaya çalışır görünmektedir. Kesal ileri sürdüğü gibi eğitim
almamıştır ve metot oyunculuğuna sıcak bakmaz. Bununla birlikte incelenen
filmlerde minimal bir oyunculuk sergilemesine rağmen doğallığa yapılan vurgu
sonucunda izleyiciyle arasında yabancılaştırmaya neden olacak bir mesafe
koymadığı söylenebilir; çünkü Kesal oyunculuğunda doğallıktan söz ederek
inandırıcılığı ön plana çıkarmakta ve bu şekilde yaklaştığı oyunculuğu ile bir
anlamda Reeser’ın dile getirdiği toplumsal cinsiyet öznelliğinin bir parçası olan
uyum sağlama yeteneğine işaret etmekte ve bir erkeğin başka bir erkeği
canlandırırken erkeklikleri değiştirmesi ile erkekliğin keyfi doğasını da görünür
kılmaktadır (2010: 88).
Canlandırdığını söylediği karakterler “olduğunu” söyleyerek Kesal, bir
anlamda “olmak” ve “gibi olmak” arasındaki farka da işaret eder. Bu fark performans
ve performatif arasındaki farkı çağrıştırır niteliktedir; çünkü performans eylemin
ardında yönlendirme gücü olan bir failin varlığını varsayarken, performatif eylemin
ardında bir eyleyen olmadığı ve eylemin gerçekleştiği anda faili oluşturduğu
anlamına gelmektedir. Öte yandan Phillips’in dile getirdiği gibi “’olmak’, aslında
‘gibi olmak’ demekse, ‘gerçek’ benliklerden ve çekirdek toplumsal cinsiyetlerden
127
söz edilemez” (2014: 101). Bununla birlikte Phillips, Butler’dan yola çıkarak ancak
ve ancak icat edip sahnelediğimiz sayıda toplumsal kimliğe sahip olabildiğimizi
söyler ve kaç farklı cinsin var olduğunun bilinebileceğini ama kaç farklı toplumsal
cinsiyet kimliğine bürünmeye muktedir olduğumuzu hiçbir zaman bilemeyeceğimizi
dile getirir (2014: 104). Bu bir anlamda bir erkeğin gerek karakter, Yavuz ve Nihat
örneğinde olduğu gibi, gerekse oyuncu bağlamında Reeser’ın ileri sürdüğü toplumsal
cinsiyetin uyum sağlama yeteneğine ve bir erkeğin başka bir erkeği canlandırırken
erkekliklerin değişkenliğine işaret eder. Kesal’ın minimal oyunculuğunda hayat
bulan erkek karakterler, performatif toplumsal cinsiyeti sessiz bir strateji olarak
kullanarak bu değişkenliği ortaya koyarken, Kesal’ın da değişim potansiyeline sahip
olabileceğini gösterir.
Sınırlı performanslar sergileyen bu karakterler aşırılıktan uzak davranışlar
sergileyerek toplumsal cinsiyetin inşasını gizler görünmektedir; ama başarılı veya
başarısız sonuçlansa da performatifi kullanmaları kimliklerinin akışkan ve değişime
açık olduğunu, farklı erkeklik biçimlerini benimseme yönünde
yeni bir
anlamlandırma veya imleme olasılığı ile baş başa kaldıklarını gösterir. Bu durumda
sınırlı performansın etkisiyle doğal ve sıradan görünen erkeklik biçimlerinin de
aslında sabit olmadığı ve değişmez bir öze indirgenemeyeceği ortaya çıkar. Bu
bağlamda Ercan Kesal’ın metot oyunculuğuna yaslanmadan ortaya çıkan ve
izleyiciyi yabancılaştırmayan doğal oyunculuğu da bir anlamda performatifin
potansiyeline sahiptir; çünkü performans ve performatif arasındaki fark göz önüne
alındığında burada oyuncu, rolü manipüle eden veya rolün ardına yerleşmiş bir fail
olarak değil, rolün gerektirdiği tekrarlarla eyleyen olarak o kişiye dönüşür; eylemleri
gerçekleştirmesi Kesal’ın o rolü yerine getirmesinden çok o kişiler olmasını sağlar.
128
Toplumsal cinsiyet bağlamında ise erkek karakterlere benzer şekilde oyuncunun da
farklı erkeklik biçimleri arasında geçiş sağlayabilmesi, başka bir deyişle onlar
olabilmesi, toplumsal cinsiyetin uyum sağlama özelliğine işaret ederek erkekliklerin
sabit ve doğal bir öze dayanmadığını, değişkenliğe açık olduğunu gösterir.
129
Kaynakça
Akbıyık, S. (Tarihsiz). Dilimizi Derdimiz Belirler. Ercan Kesal’la Söyleşi.
http://www.populersinema.com/roportaj/ercan-kesal-dilimizi-derdimiz-belirler14592.htm. (Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2014).
Akbulut, H. (2005). Nuri Bilge Ceylan Sinemasını Okumak Anlatı Zaman Mekan.
İstanbul: Bağlam.
Akbulut, K. K. (2011). Mutlu Sonlara İnanan Biri Değilim. Tayfun Pirselimoğlu’yla
http://www.hayalperdesi.net/soylesi/43-mutlu-sonlara-inanan-biriSöyleşi.
degilim.aspx. (Erişim Tarihi: 19 Ocak 2015).
Althusser, L. (1994). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (Y. Alp & M. Özışık,
Çev.). İstanbul: İletişim.
Arslan, U. T. (2005). Bu Kabuslar Neden Cemil? Yeşilçam’da Erkeklik ve
Mazlumluk. İstanbul: Metis.
Arxer, S. L.(2011). Hybrid Masculine Power: Reconceptualizing the Relationship
Between Homosociality and Hegemonic Masculinity. Humanity and Society, 35,
390-422.
Austin, J. L. (2009). Söylemek ve Yapmak Harvard Üniversitesi 1955 William James
Dersleri (R. L. Aysever, Çev.). İstanbul: Metis. (Özgün eser 1962 tarihlidir).
Aydın, A. (Yönetmen/Senarist). (2012). Küf [Film]. Türkiye-Almanya: Motiva-Yeni
Sinemacılar-Beleza.
Aysever, R. L. (2009). Sunuş (R. L. Aysever, Çev.). Söylemek ve Yapmak Harvard
Üniversitesi 1955 William James Dersleri (s. 9-32). İstanbul: Metis.
Aytaç, S. & Göl, B. (2013, Aralık). Bozkırın Oyunları. Ercan Kesal’la Söyleşi.
Altyazı, 134, 62-70.
Baker, A. & Vitullo, J. (2011). Screening the Italian-American Male. P. Lehman
(Ed.), Masculinities: Bodies, Movies, Cultures (s. 213-226). London: Routledge.
Baskın, Ç. (2013). Dünyanın En Ağır Sandığı. Altyazı, 128, 52-53.
Benshoff, H. M. & Griffin, S. (2004). America on Film Representing Race, Class,
Gender and Sexuality at the Movies. Malden, MA: Blackwell.
Bird, S. R. (1996). Welcome to the Men’s Club: Homosociality and the Maintenance
of Hegemonic Masculinity. Gender and Society, 10 (2), 120-132.
130
Bordwell, D. (1997). Modernism, minimalism, melancholy: Angelopoulos and visual
style. A. Horton (Ed.), The Last Modernist The Films of Theo Angelopoulos (s. 1126). Westport, Connecticut: Praeger.
Bordwell, D. & Thompson, K. (2008). Film Sanatı. (E. Yılmaz & E. S. Onat, Çev.).
Ankara: De Ki.
Brickell, C. (2005). Masculinities, Performativity and Subversion: A Sociological
Reappraisal. Men and Masculinities, 8(1), 24-43.
Brittan, A. (2004). Masculinities and Masculinism. S. M. Whitehead & F. J. Barrett
(Ed.), The Masculinities Reader (s. 51-55). Cambridge: Polity.
Brod, H. (1987). A Case for Men’s Studies. M.S. Kimmel (Ed.), Changing Men New
Directions in Research on Men and Masculinity (s. 263-277). Newbury Park,
California: Sage.
Butler, J. (1988). Performative Acts and Gender Constitution: An Essay in
Phenomenology and Feminist Theory. Theatre Journal, 40(4), 519-531.
Butler, J. (1992). Contingent Foundations: Feminism and the Question of
“Postmodernism”. J. Butler&J.W. Scott (Ed.), Feminists Theorize the Political (s. 321). New York&London: Routledge.
Butler, J. (1993). Bodies That Matter On the Discursive Limits of “Sex”. New
York&London: Routledge.
Butler, J. (1997). Excitable Speech A Politics of the Performative. New
York&London: Routledge.
Butler, J. (2004). Undoing Gender. New York&London: Routledge.
Butler, J. (2005). İktidarın Psişik Yaşamı Tabiyet Üzerine Teoriler (F. Tütüncü,
Çev.). İstanbul: Ayrıntı. (Özgün eser 1997 tarihlidir).
Butler, J. (2007). Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyet’e Karşı Durma (O. Akınhay, Çev.).
İstanbul: Agora.
Butler, J. (2010). Cinsiyet Belası Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi (B. Ertür,
Çev.). İstanbul: Metis. (Özgün eser 1990 tarihlidir).
Butler, J. (2014a). Bela Bedenler (C. Çakırlar & Z. Talay, Çev.). İstanbul: Pinhan.
(Özgün eser 1993 tarihlidir).
Butler, J. (2014b). Dikkatli Bir Okuma İçin. (F. E. Sezer, Çev.). Çatışan Feminizmler
Felsefi Fikir Alışverişi (s. 138-156). (2. Baskı). İstanbul: Metis.
131
Butler, J. (2014c). Olumsal Temeller: Feminizm ve “Postmodernizm” Sorusu. (F.E.
Sezer, Çev.). Çatışan Feminizmler Felsefi Fikir Alışverişi (s. 44-67). (2. Baskı).
İstanbul: Metis.
Butler, J. G. (1991). Introduction. J. G. Butler (Ed.), Star Texts Image and
Performance in Film and Television (s. 7-15). Detroit: Wayne State University.
Ceylan, N. B. (Yönetmen/Senarist). (2002). Uzak [Film]. Türkiye: NBC Film.
Chaudhuri, S. (2006). Feminist Film Theorists Laura Mulvey, Kaja Silverman,
Teresa de Lauretis, Barbara Creed. London & New York: Routledge.
Chinn, S. E. (2010). Performative Identities: From Identity Politics to Queer Theory.
M. Wetherell & C. T. Mohanty (Ed.), The Sage Handbook of Identities (s. 104-124).
London: Sage.
Clatterbaugh, K. (1990). Contemporary Perspectives on Masculinity: Men, Women
and Politics in Modern Society. Boulder, Colorado: Westview.
Cohan, S. & Hark, I. R. (1993). Introduction. S. Cohan & I. R. Hark (Ed.), Screening
the Male Exploring the Masculinities in Hollywood Cinema (s. 1-8). London & New
York: Routledge.
Coleman, W. (1990). Doing masculinity/ doing theory. J. Hearn & D. Morgan (Ed.),
Men, Masculinities and Social Theory (s. 186-199). London: Unwin Hyman.
Connell, R. W. (1995). Masculinities.Cambridge: Polity.
Connell, R. W. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar Toplum, Kişi ve Cinsel Politika
(C. Soydemir, Çev.). İstanbul: Ayrıntı. (Özgün eser 1987 tarihlidir).
Connell, R. W. (2001). Masculinities and Globalization. M. S. Kimmel & M. A.
Messner (Der.), Men’s Lives (s. 56-70). Boston: Allyn & Bacon.
Connell, R. W. (2005). Change among the Gatekeepers: Men, Masculinities and
Gender Equality in the Global Arena. Signs, 30(3), 1801-1825.
Connell, R. W. & Messerschmidt, J. W. (2005). Hegemonic Masculinity: Rethinking
the Concept. Gender & Society, 19(6), 829-859.
Connell, R. W. & Wood, J. (2005). Globalization and Business Masculinities. Men
and Masculinities, 7(4), 347-364.
Connell, R.W., Hearn, J. & Kimmel, M.S. (2005). Introduction. M.S. Kimmel,
J.Hearn & R.W. Connell (Ed.), Handbook of Studies on Men and Masculinities (s. 112). Thousand Oaks, California: Sage.
Coşkun, M.F. (Yönetmen). (2009). Uzak İhtimal [Film]. Türkiye: Hokusfokus Film.
132
Coşkun, M. F. (Yönetmen/Senarist). (2013). Yozgat Blues [Film]. Türkiye-Almanya:
Hokusfokus-Arden.
de Beauvoir, S. (1993). Kadın “İkinci Cins” Genç Kızlık Çağı. (B. Onaran, Çev.). (7.
Baskı). İstanbul: Payel. (Özgün eser 1949 tarihlidir).
Deacon, D., Pickering, M., Golding, P. & Murdock, G. (2007). Researching
Communications A Practical Guide to Methods in Media and Cultural Analysis.
Great Britain: Hodder Arnold.
Delphy, C. (1996). Rethinking Sex and Gender. (D. Leonard, Çev.). D. Leonard & L.
Adkins (Ed.), Sex in Question: French materialist feminism (s. 30-41). London &
Bristol, PA: Taylor & Francis. (Özgün eser 1991 tarihlidir).
Demetriou, D. Z. (2001). Connell’s Concept of Hegemonic Masculinity: A Critique.
Theory and Society, 30 (3), 337-361.
Derrida, J. (1992). Before The Law (A. Ronell, Çev.). D. Attridge (Ed.), Acts of
Literature (s. 181-220). New York & London: Routledge.
Deutsch, F. M. (2007). Undoing Gender. Gender and Society, 21 (1), 106-127.
Direk, Z. (2009). Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet ve Bedenin Maddeleşmesi. Z.
Direk (Der.), Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar (s. 67-84).
İstanbul: Yapı Kredi.
Donovan, J. (1997). Feminist Teori. (A. Bora, M. Ağduk Gevrek, F. Sayılan, Çev.).
İstanbul: İletişim.
Duruel Erkılıç, S. A. (2013). Queer Sinema. Z. Özarslan (Ed.), Sinema Kuramları-2
Beyazperdeyi Aydınlatan Kuramlar (s. 223-244). İstanbul: Su.
Dyer, R. (1986). Heavenly Bodies Film Stars and Society. New York: St. Martin’s.
Dyer, R. (1998). Stars. London: bfi. (Özgün eser 1979 tarihlidir).
Edwards, T. (2006). Cultures of Masculinity. Abingdon, Oxon: Routledge.
Ellis, J. (2000). Visible fictions Cinema:television:video. London & New York:
Routledge. (Özgün eser 1982 tarihlidir).
Erez, E. (Tarihsiz). Yozgat Blues: Kentten Taşra’ya Göç ve Bedensel Varlığın
Görselliği.
http://heyula.net/Haber/Oku/yozgat-blues-kentten-tasraya-goc-vebedensel-varligin-gorselligi-342#.VM8tG52UeT1. (Erişim Tarihi: 29 Ocak 2015).
Fainaru,
D.
(Tarihsiz).
Mold.
http://www.screendaily.com/reviews/thelatest/mold/5047431.article. (Erişim Tarihi: 29 Ocak 2015).
133
Fainaru, D. (2013). Yozgat Blues. http://www.screendaily.com/reviews/thelatest/yozgat-blues/5054350.article. (Erişim Tarihi: 29 Ocak 2015).
Farber,
S.
(2013).
Yozgat
Blues:
Istanbul
Review.
http://www.hollywoodreporter.com/review/yozgat-blues-istanbul-review-439299.
(Erişim Tarihi: 29 Ocak 2015).
Forth, C. E. & Taithe, B. (2007). Introduction: French Manhood in the Modern
World. C. E. Forth & B. Taithe (Ed.), French Masculinities History,Culture and
Politics (s. 1-14). New York: Palgrave Macmillan.
Foucault, M. (2003). Cinselliğin Tarihi (H. U. Tanrıöver, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
(Özgün eser 1976 tarihlidir).
Foucault, M. (2006). Hapishanenin Doğuşu Gözetim Altında Tutmak ve
Cezalandırmak (M. A. Kılıçbay, Çev.). Ankara: İmge. (Özgün eser 1975 tarihlidir).
Goffman, E. (2012). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (B. Cezar, Çev.). İstanbul:
Metis. (Özgün eser 1959 tarihlidir).
Göl, B. (2014, Haziran). Biz O Değiliz. Altyazı, 140, 32-35.
Gramsci, A. (1991). Selections From the Prison Notebooks of Antonio Gramsci. (Q.
Hoare & G. N. Smith, Çev.&Ed.). London: Lawrence and Wishart.
Gutterman, D. S. (2004). Postmodernism and the Interrogation of Masculinity. S. M.
Whitehead & F. J. Barrett (Ed.), The Masculinities Reader (s. 56-71). Cambridge:
Polity.
Hakverdi, G. (2013). Su, Sis ve Toprak Yeni Türkiye Sinemasının Film İmgeleri.
Ankara: Dipnot.
Hayward, S. (2000). Cinema Studies: The Key Concepts (2. Baskı). London & New
York: Routledge.
Hearn, J. (2004). From Hegemonic Masculinity to the Hegemony of Men. Feminist
Theory, 5(1), 49-72.
Hearn, J. & Morgan, D. H. J. (1990). Men, Masculinities and Social Theory. J. Hearn
& D. Morgan (Ed.), Men, Masculinities and Social Theory (s. 1-18). London: Unwin
Hyman.
Hooper, C. (2001). Manly States: Masculinities, International Relations and Gender
Politics. New York: Colombia University.
Humm, M. (2002). Feminist Edebiyat Eleştirisi. (Ö.Altay, G.Bakay, N.Düzyol,
A.Ecdaroğlu, T.B.Ertan, S.Günoğlu, Z.İ.Gürmeriç, B.Kılınç, B.Mutafçılar, S.Y.Öge,
134
Y.Temizarabacı, D. Yılmaz & B.O.Yılmaz, Çev.). G. Bakay (Haz.). İstanbul: Say.
(Özgün eser 1994 tarihlidir).
Jagose, A. (1996). Queer Theory An Introduction. New York: New York University.
Johnston, C. (2006). Karşı-Sinema Olarak Kadınların Sineması (A.A. Atalay, Çev.).
Sinemasal, 14, 77-86.
Kaya, G. & Karsan, K. (Tarihsiz). Mahmut Fazıl Çoşkun’la Söyleşi.
http://eksisinema.com/roportaj-mahmut-fazil-coskun-yozgat-blues/. (Erişim Tarihi:
29 Ocak 2015).
Kesal, E. (2014). Evvel Zaman. İstanbul: İthaki.
Kessler, S. J. & McKenna, W. (1978). Gender: An Ethnomethodological Approach.
New York: John Wiley & Sons.
Kılıçbay, B. B. (1999). Popüler Türk Sinemasında Erkekliğin Sunumu: Cüneyt Arkın
Örneği. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara.
Kimmel, M. S. (1987). Rethinking “Masculinity” New Directions in Research. M. S.
Kimmel (Ed.), Changing Men New Directions in Research on Men and Masculinity
(s. 9-24). Newbury Park, California: Sage.
Kimmel, M. S. (2004). The Gendered Society. New York: Oxford University.
Kimmel, M. S. (2005). The Gender of Desire Essays on Male Sexuality. Albany:
State University of New York.
Kimmel, M. S. & Messner, M. A. (2001). Introduction. M.S. Kimmel & M.A.
Messner (Der.), Men’s Lives (s. ix-xvii). Boston: Allyn and Bacon.
Kovacs, A. B. (2010). Modernizmi Seyretmek Avrupa Sanat Sineması, 1950-1980 (E.
Yılmaz, Çev.). Ankara: De Ki.
Liktor, C. (2014, Kasım). Hem O’yum Hem Değilim. Altyazı, 144, 78-79.
Lorber, J. (1994). Paradoxes of Gender. New Haven & London: Yale University.
Mansfield, N. (2000). Subjectivity: Theories of the self from Freud to Haraway. St
Leonards NSW: Allen & Unwin.
Mathieu, N. (1996). Sexual, Sexed and Sex-Class Identities: Three Ways of
Conceptualising the Relationship Between Sex and Gender. (D. Leonard, Çev.). D.
Leonard & L. Adkins (Ed.), Sex in Question: French materialist feminism (s. 42-71).
London & Bristol, PA: Taylor & Francis. (Özgün eser 1989 tarihlidir).
135
McKenna, W. & Kessler, S. (2006). Transgendering Blurring the Boundaries of
Gender. K. Davis, M. Evans & J. Lorber (Ed.), Handbook of Gender and Women’s
Studies (s. 342 – 354). London: Sage.
McNay, L. (1992). Foucault and Feminism: Power, Gender and the Self. Boston:
Northeastern University.
Meuser, M. (2004). Homosociality. M. Kimmel & A. Aronson (Ed.), Men and
Masculinities: A Social, Cultural and Historical Encyclopedia (s. 396 – 398). Santa
Barbara, California: ABC-CLIO.
http://eds.a.ebscohost.com/eds/results?sid=aeb4fdcb-5bbf-4bbd-a2e3ca87cee56526%40sessionmgr4003&vid=1&hid=4111&bquery=(men+and+masculin
ities+encyclopedia)&bdata=JmNsaTA9RlQxJmNsdjA9WSZ0eXBlPTAmc2l0ZT1lZ
HMtbGl2ZQ%3d%3d Erişim tarihi: 07.02.2014
Mulvey, L. (1997). Görsel Haz ve Anlatı Sineması (N. Abisel, Çev.). 25. Kare, 21,
38-46.
Neale, S. (1993). Prologue: Masculinity as Spectacle Reflections on men and
mainstream cinema. S. Cohen & I. R. Hark (Ed.), Screening the Male Exploring the
Masculinities in Hollywood Cinema (s. 9-20). London & New York: Routledge.
(Özgün eser 1983 tarihlidir).
Neale, S. (2000). Questions of Genre. R. Stam & T. Miller (Ed.), Film and Theory
An Anthology (s. 157-178). Malden, Massachusetts: Blackwell.
Osborne, P. & Segal, L. (1996). Gender As Performance. Judith Butler’la söyleşi. P.
Osborne (Ed.), A Critical Sense: Interviews with Intellectuals (s. 109-125).
London&New York: Routledge.
Ouzgane, L. (2006). Islamic masculinities: an introduction. L. Ouzgane (Ed.),
Islamic masculinities (s. 1-7). London & New York: Zed Books.
Özgüç, A. (2005). Türlerle Türk Sineması Dönemler/Modalar/Tiplemeler. İstanbul:
Dünya.
Özgüven, F. (1985). Yeşilçam’da erkekler ve dişiler. Videosinema, 7, 30-33.
Özgüven, F. (2014). ‘Bizans’ Havaları.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fatih_ozguven/bizans_havalari-1215878. (Erişim
Tarihi: 2 Şubat 2015).
Öztürk, E. & Yıldırım, S. (2014). http://filmhafizasi.com/ercan-kesal-ile-keyifli-birsoylesi. Erişim tarihi: 10 Temmuz 2014.
136
Parker, A. & Sedgwick, E. K. (1995). Introduction Performativity and Performance.
A. Parker &E. K. Sedgwick (Ed.), Performativity and Performance (s. 1-18). New
York&London: Routledge.
Peberdy, D. (2011). Masculinity and Film Performance Male Angst in Contemporary
American Cinema. New York: Palgrave Macmillan.
Peberdy, D. (2013). “Politics Is Theater”: Performance, Sexuality and Milk. T. Shary
(Ed.), Millennial Masculinity Men in Contemporary American Cinema (s. 52-65).
Detroit: Wayne State University.
Petersen, A. (1998). Unmasking the Masculine: ‘Men’ and ‘Identity’ in a Sceptical
Age. London: Sage.
Phillips, A. (2014). Dehşetler ve Uzmanlar (T. Erdem, Çev.). (2. Baskı). İstanbul:
Metis.
Pirselimoğlu, T. (Yönetmen/Senarist). (2007). Rıza [Film]. Türkiye: Zuzi Film.
Pirselimoğlu, T. (Yönetmen/Senarist). (2009). Pus [Film]. Türkiye-Yunanistan: Zuzi
Film-Graal S.A.
Pirselimoğlu, T. (Yönetmen/Senarist). (2010). Saç [Film]. Türkiye-Yunanistan: Zuzi
Film-Graal S.A.
Pirselimoğlu, T. (Yönetmen/Senarist). (2013). Ben O Değilim [Film]. TürkiyeYunanistan-Fransa-Almanya: Zuzi-Bad Crowd-Arizona-Denk-Bredok-Graal S.A.
Punch, K. F. (2005). Sosyal Araştırmalara Giriş Nicel ve Nitel Yaklaşımlar. (D.
Bayrak, H. B. Arslan & Z. Akyüz, Çev.). Ankara: Siyasal Kitabevi.
Reeser, T. W. (2010). Masculinities in Theory An Introduction. Chichester, West
Sussex: Wiley-Blackwell.
Risman, B. J. (2004). Gender As a Social Structure: Theory Wrestling with Activism.
Gender and Society, 18 (4), 429-450. DOI: 10. 1177/0891243204265349.
Risman, B. J. & Davis, G. (2013). From Sex Roles to Gender Structure. Current
Sociology, 61 (5-6), 733-755. DOI: 10. 1177/0011392113479315.
Rubin, G. S. (2011). The Traffic in Women Notes on the “Political Economy” of
Sex. G.S. Rubin (Der.), Deviations A Gayle Rubin Reader (s. 33-65). Durham &
London: Duke University. (Özgün eser 1975 tarihlidir).
Sancar, S. (2009). Erkeklik: İmkânsız İktidar Ailede Piyasada ve Sokakta Erkekler.
İstanbul: Metis.
Schechner, R. (2003). Performance Studies An Introduction. London: Routledge.
137
Shary, T. (2013). Introduction. T. Shary (Ed.), Millennial Masculinity Men in
Contemporary American Cinema (s. 1-16). Detroit: Wayne State University.
Somay, B. (2004). Tarihin Bilinçdışı Popüler Kültür Üzerine Denemeler. İstanbul:
Metis.
Suner, A. (2006a). Hayalet Ev Yeni Türk Sinemasında Aidiyet, Kimlik ve Bellek.
İstanbul: Metis.
Suner, A. (2006b). Outside in: ‘accented cinema’ at large. Inter-Asia Cultural
Studies. 7(3). http://www.nbcfilm.com/uzak/press_screenasuman2.php. (Erişim
Tarihi: 26 Ocak 2015).
Şensöz, A. D. & Yücel, F. (2013, Mayıs). Memleketin Kötü Belleği. Ali Aydın’la
Söyleşi. Altyazı, 128, 54-58.
Şensöz,
A.
D.
(2014).
Tayfun
Pirselimoğlu’yla
Söyleşi.
http://www.timeoutistanbul.com/film/makale/3659/Tayfun-Pirselimo%C4%9FluBen-O-De%C4%9Filim---R%C3%B6portaj. (Erişim Tarihi: 2 Şubat 2015).
Tasker, Y. (1993). Spectacular Bodies Gender, genre and the action cinema. London
& New York: Routledge.
Turcotte, L. (2012). Bakış Açısı Devrimi (L.S. Darıcıoğlu & P. Büyüktaş, Çev.).
Straight Düşünce (s. 15-20). İstanbul: Sel.
Ulusay, N. (2004). Günümüz Türk Sinemasında “Erkek Filmleri”nin Yükselişi ve
Erkeklik Krizi. Toplum ve Bilim, 101, 144-161.
Young, N. (2012). Mold (Küf): Venice Review.
http://www.hollywoodreporter.com/review/mold-venice-film-festival-review-ercankesal-muhammet-uzuner-ali-aydin-367471. (Erişim Tarihi: 29 Ocak 2015).
Yücel, F. (2013a, Aralık). Günlük Hayat Repertuarı. Altyazı, 134, 24-26.
Yücel, F. (2013b, Aralık). Mahmut Fazıl Coşkun Anlatıyor. Mahmut Fazıl Coşkun’la
Söyleşi. Altyazı, 134, 27.
Yücel, F. (2014, Eylül). Her Şey Başa Döner. Tayfun Pirselimoğlu’yla Söyleşi.
Altyazı, 142, 24-29.
Yüksel, E. (2013). Babalar ve Oğullar: 2000’ler Türkiye Sinemasında Erkeklik Krizi.
sinecine, 4(2), 41-67.
Weissberg, J. (2012). Review: ‘Mold’. http://variety.com/2012/film/reviews/mold1117948238/. (Erişim Tarihi: 29 Ocak 2015).
138
West, C. & Zimmerman, D.H. (1987). Doing Gender. Gender and Society, 1(2), 125151.
West, C. & Fenstermarker, S. (1995). Doing Difference. Gender and Society, 9 (1).
8-37.
Wittig, M. (2012). Straight Düşünce. (L.S. Darıcıoğlu & P. Büyüktaş, Çev.).
İstanbul: Sel. (Özgün eser 1992 tarihlidir).
Whitehead, S. M. & Barrett, F. J. (2004). The Sociology of Masculinity. S. M.
Whitehead & F. J. Barrett (Ed.), The Masculinities Reader (s. 1-26). Cambridge:
Polity.
Wood, J. T. (2013). Gendered Lives Communication, Gender and Culture. Boston,
MA: Wadsworth/Cengage.
Woodward, K. (2011). The Short Guide to Gender. Bristol: Policy.
139
ÖZ
Bu tezin amacı örneklem olarak seçilen Küf (Ali Aydın, 2012), Yozgat Blues
(Mahmut Fazıl Coşkun, 2013) ve Ben O Değilim (Tayfun Pirselimoğlu, 2013)
filmlerinde Ercan Kesal’ın minimal ve sınırlı performansla canlandırdığı erkek
karakterleri Judith Butler’ın performatif toplumsal cinsiyet kuramı ile incelemektir.
Toplumsal cinsiyetin inşasını görünür kılan aşırı eril performansların aksine
sınırlandırılan erkeklik performansları erkekliğin doğal ve önceden belirlenmiş
olarak algılanmasına neden olur. Buradan hareketle tez, filmlerde yer alan erkek
karakterlerin
sınırlandırılmış
ve
tekrar
eden
performanslarını
inceleyerek,
karakterlerin tekrarların oluşturduğu yinelenebilirliğe atıfla performatif toplumsal
cinsiyeti nasıl kullanmaya çalıştıklarına ve filmlerin sonunda yaşadıkları değişimle
nasıl yeni bir idrak edilebilirlik içinde kaldıklarına odaklanmaktadır. Erkek
karakterler performatif toplumsal cinsiyeti ve dolayısıyla da tekrarları kullanarak
idrak edilebilirliklerini sürdürmeye çalışmaktadır. Oysa filmler karakterlerin başarılı
veya başarısız olmaları sonucunda yeni bir idrak edilebilirlikle sonuçlanmaktadır. Bu
ise erkekliğin doğal ve değişmez olmadığını, değişime veya dönüşüme açık olduğunu
göstermektedir.
Anahtar Sözcükler: Judith Butler, performatif toplumsal cinsiyet, idrak edilebilirlik,
erkeklik, sınırlı performans
140
ABSTRACT
This thesis aims to analyse the male characters, represented by the minimal and
limited performance of Ercan Kesal, within the frame of Judith Butler’s performative
gender theory and the selected films, Küf (Ali Aydın, 2012), Yozgat Blues (Mahmut
Fazıl Coşkun, 2013) and Ben O Değilim (Tayfun Pirselimoğlu, 2013). Unlike
extreme male performances that can reveal the construction of gender, limited male
performances can lead to the perception that gender is innate and predetermined.
From this point of view, by analysing the limited and repeated performances of the
male characters, the thesis focuses on how these male characters use performative
gender with a reference to the iteration and how they end up with a new intelligibility
with the change they experience at the end of the films. By using performative
gender and iteration accordingly, the male characters in the films try to maintain their
intelligibility. However as a result of the characters’ success or failure, the films end
with a new intelligibility. This, on the other hand, indicates that masculinity is not
natural or stable, but inclined to change or alternation.
Key Words: Judith Butler, performative gender, intelligibility, masculinity,
limited/minimal performance
141
Download