ISTANBUL TICARET ODAS 1976 YILINI N DÜNYA V E TÜRKİY E EKONOMİSİNE GETİRECEKLERİ Mayıs. 197 6 ı HÜSNÜTABİAT MATBAAS I İ S T A N B U L— 197 6 IÇINDEKILER Sahife Ö N S Ö Z ... . BİRİNCİ BÖLÜM DÜNYADA SIYASA L V E EKONOMI K GELIŞMELER I — 1975 Yılında Dünyanın Siyasal Durumu II - Dünya Ekonomisinde Son Gelişmeler 1) Ekonomik Durgunluk ve Resesyon Sorunu 2) Batı Ülkelerinde İşsizlik Sorunu 3) Batı Ülkelerindeki Ekonomik Büyüme Hızları . 4) Dünya Ticaretindeki Son Gelişmeler 5) Enflâsyon Sorunu 6) Enerji Sorunu 7 20 20 23 25 26 29 34 ÎKÎNCÎ BÖLÜM TÜRKIYE'DEKI SIYASA L V E EKONOMIK GELIŞMELER I — Siyasal Olaylar 4 II — Ekonomik Gelişmeler 4 1) Millî Gelir 43 a) Tarımsal Üretim 44^ b) Sanayi Üretimi 4. c) İnşaat Sektörü 2) Dış Ticaret 4 7 a) İhracat b ) İthalât 4 9 3) İşçi Dövizleri 4) Sektörlere Göre İstihdam 5 5) Üretim Artışı ve Beslenme Sorunu 5 6) Destek Fiyat Politikası Hakkındaki Görüşlerimiz 7) Fiyat Politikası 6 8) Türkiye - A E T İlişkileri 6 5 9) Bütçe ve Kamu Sektörü Finansmanı 6 10) Kamu İktisadî Kuruluşları 6 11) Ödemeler Dengesi 7 12) Para-Kredi ve Kambiyo Politikası 7 a) Emisyon Hacmi 7 b) Kambiyo Politikası 7 Sonuç8 1 3 ' ^ ^ 46y ^ y 5 0 ^ 1^ 2X r ^ 7 9 1 4 4 7 3 ÖNSÖZ Geçen yı l olduğ u gib i b u yı l da , Düny a v e Türkiy e Ekonomisini n muhtemel gelişmeler i hakkındak i tahmi n v e görüşlerimiz i bi r rapo r ha linde ilgilileri n incelemesin e sunma k istedik . Belli bi r yılı n ekonomi k yönde n nele r getireceğin i kon u edine n bi r raporun e n ge ç o yılı n il k aylarınd a yayınlanmas ı gerektiği , b u itibarl a bu defak i raporu n bi r ölçüd e geciktiğ i hatır a gelebilir . Hemen belirteli m ki , b u gecikm e bira z d a isteyere k yapılmıştır . Zira, rapord a dah a etrafl ı bi r tarzd a açıklanmağ a çalışıldığ ı gibi , Dünya' da 1975't e başlayı p 1976'y a d a siraye t ede n v e ekonomi k gelişmeler i ka çınılmaz bi r tarzd a etkileye n politi k gelişmeler , so n derec e öneml i v e alışılmamış bi r tarzd a devaml ı şekild e değişe n bi r manzar a arzetmek tedir. Ayrıca Düny a ekonomi k konjoktüründ e beklene n düzelmenin , tah min edile n zamanda n önc e başlamas ı v e tahminleri n üstünd e bi r sür'atl e gelişmesi, 197 6 yılı içi n yapıla n değerlendirmeleri n bi r revizyonda n geçi rilmesini gerekl i kılmıştır . Bu nedenl e olaylar a doğr u teşhi s koyabilme k v e klâsi k ölçüleri n dı şına taşa n gelişmeleri n gerçe k anlamın ı ortay a çıkarabilme k içi n hi r sü re beklemeni n dah a uygu n olacağ ı düşünülmüştür . Öte yanda n b u yılk i raporda , Dünya'n m siyasa l durumuna , alışılmı ş ölçülerin üstünd e bi r bölü m ayrılmı ş olduğ u görülecektir . B u demokra tik hü r teşebbü s düzenini n geleceğ i açısında n so n siyasa l gelişmeleri n taşıdığı öze l öne m v e anlamda n iler i gelmektedir . B İ R İ N C İ B Ö L Ü M D Ü N Y A D A S İ Y A S A L VE EKONOMİK GELİŞMELER I — 197 5 Yılınd a Dünyanı n Siyasa l Durum u : 1975 yılı, dünyadaki siyasal olaylar bakımından hareketli bir yıl olarak geçmiş ise de, büyük siyasî bloklar arasındaki ilişkilerin sertleş­ mesi yerine bir dereceye kadar yumuşamasına sahne olmuştur. Cere­ yan eden bütün olaylara rağmen, siyasal gerginliğin endişe verici bir dü­ zeye ulaşmadığı söylenebilir. 1) 197 5 yılının kayda değer en önemli siyasal olayı, kökleri. 194re , yani ikinci Cihan Savaşma kadar giden Vietnam savaşının sona ermiş olmasıdır. Japonya'nın 194 1 yılında Hindiçini'yi işgal etmesi ile başlayan Vietnam sorunu, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra, uzun v e kanlı sa­ vaşların açtığı ıztırap ve yaraları miras bırakarak, Amerika Birleşik Devletlerinin, kuvvetlerini geri çekmesiyle sona ermiştir. Nisan ayı için­ de askerî durumda meydana gelen gelişmeleri takiben, Amerika'nın, sa­ vaşa son vermek arzusu ile giriştiği teşebbüslerin sonunda, Saygon Hü­ kümeti istifa etmiş, mültecierin tahliyesine başlanmış, Nisan sonunda bir mütareke imzalanarak savaş bitirilmiştir. Bu sonuç Nisan ayının son 10 gününde meydana gelen hızlı gelişmeler ile ortaya çıkmış ve sonuç itiraf edilmek gerekirse, dünya kamu oyunu hayrette bırakmıştır. Bu suretle 3 5 senedenberi sürüp giden bir savaş ve çıban başı olan ihtilaflı durum bitirimiş olmaktadır. 2) 197 5 yılında kayda değer bir diğer olay, Portekiz'deki siyasal ge­ lişmelerdir. Portekiz ihtilâl konseyinin ülkenin siyasî partilerce yönetil­ mesi maksadiyle aldığı tedbirler, bir ara ülkeyi solun etkisi altına sok­ mak gibi bir durum yaratmış ise de, sonradan, komünist partisinin et­ kinliğini azaltan bir sürü olaylarla Portekiz yeniden sağa kaymağa baş­ layan bir politika izleme yoluna girmiştir. Nato üyesi bir ülke olan Portekiz'de komünist partisinin hâkimiye­ tine girecek bir rejimden endişe edildiği bir sırada, İtalyan seçimleri so­ nucu italyan Komünist partisinin kuvvet kazanması, Batı savunması için yeni bir tehlikenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hükümetin komünist parti üyelerinden teşekkül etmesi veya hükümet içinde komü­ nist partisine mensup üye bulunması halinde, batının savunmasının teh­ likeye düşeceği muhakkaktır. Bilhassa Moskovadan emir alan komü- nist partilerinin Hükümette bulunmasmm N A T O ve savunma sırlarmm Varşova paktı üyelerine sızmasına yol açacağına şüphe yoktur. İtalya'da sosyalistlerin, Aldo Moro'nun Hristiyan Demokrat Parti'sinin kurmuş olduğu koalisyon hükümetinden çekilmesi ve mutlaka komünist partisi­ nin iştirakine dayanan bir hükümet kurulması yolundaki gerekçe ile hükümetten desteğini çekmesi ile başlayan hükümet buhranı, sonunda yine Aldo Moro'nun, komünist partiyi açıkta bırakan bir azınlık hükü­ meti kurması ve sosyalist partinin dışardan desteğini sağlaması ile sona ermiş gibi görünmektedir. Ancak, erken bir seçimde, komünistlerin, ek­ seriyeti sağlaması ihtimallerine işaret eden siyasî çevreler, bu durumda nasıl bir gelişme ortaya çıkacağını düşünmek bile istememektedir. (*) Portekiz'in 28 Kasımda bağımsızlığına kavuşan Afrika'daki sömür­ gesi Angola, kurtuluş örgütleri adı altında faaliyette, bulunan 3 örgütün kanlı savaşlarına sahne olmuştur. 1976 yılma da sirayet eden bu iç sava­ şa dışardan müdahale edilmek istenmiştir. Ülkenin kuzeyinde faaliyet­ te bulunan Angola Halk Kurtuluş Örgütü, 10 binden fazla olduğu belirti­ len Kübalı askerler v e Sovyetlerin kesif ağır silâh yardımının da tesiriy­ le, diğer kurtuluş örgütlerine karşı etkili bir savaş sürdürmektedir. Gü­ neydeki batı yanlısı kurtuluş örgütlerine Güney Afrika'nın yaptığı yar­ dım ve gönderdiği askerlerle bazı ücretli askerlerin, savaşı kendi leyhlerine çevirmeye yeterli olmadığı görülmektedir. Bilhassa Amerika Birle­ şik Devletlerinin Angola'nın batı yanlısı örgütlerine etkili bir silâh yar­ dımından kaçınması, Angola'daki iç savaşta, Marksist eğilimli örgütün, ülke üzerindeki hâkimiyetini sağlamasında başlıca etken olmuştur. Rus­ ya'nın desteği ile sürdürülen bu iç savaşın, 1976 ilk yarısında sona erme­ si beklenmektedir. Angola Halk Kurtuluş Örgütünün kurmuş olduğu ge­ çici askerî idareyi tanıyan, arasında Batı Avrupa ülkelerinin de bulun­ duğu, ülkelerin sayısı hızla artmaktadır. Sovyet Rusya, Angola'ya yap­ tığı askerî yardımın, yumuşama politikasını tehlikeye düşüreceği yolun­ da Amerika tarafından yapılan bütün ikaz ve ihtarlara aldırış etmemiş­ tir. Sovyetlerin Angola'da Atlantik'e ve dolayisiyle Amerika Birleşik Devletlerine dönük üsler sağlanmasının yaratacağı tehlike dahi. Ameri­ kan Kongresini etkilememiştir. Son gelişmelere bakılırsa, Angola'daki savaşın (eğer son anda bir mucize ortaya çıkmaz ise) Halk Kurtuluş Ör­ gütü lehine sona ermiş olduğu sonucuna varmak lâzım gelmektedir. 3) Amerikan diplomasisinin 1975 yılında sağladığı en önemli başarı hiç şüphesiz, Mısır'ın Sovyet blokundan koparılarak Amerika ile işbirliği politikasına getirilmiş olmasıdır. Orta Doğudaki siyasal gerginliği azalt­ mak ve Arap bloku ile İsrail arasında makûl şartlara dayanan bir anlaş­ ma sağlamak bakımından Amerika'nın sarfettiği gayretlerin olumlu so­ nuçlar verdiği söylenebilir. Gerçekten ara anlaşması ile İsrail'in işga l ettiği bazı topraklardan geri çekilmesi, Sina'da -petrol bölgeleri de dahil olmak üzere- bazı stratejik bölgeleri terketmesi Mısır ile İsrail arasında (*) Arad a geçe n zama n zarfınd a Mor o hükümet i istif a etmi ş v e seçimleri n 20-21 Hazira n 197 6 d a yapılmas ı kararlaştırılmıştır . bir tampon bölge meydana getirilmesi erken uyarım istasyonları tesisi gibi gelişmeler Orta Doğuda barışın Sv ^ğlanması ümitlerini artıran kuvvetli emarelerdir. Ancak, Filistin halkının yasal haklarını ve Filis­ tin Kurtuluş Örgütünü tanıma yolunda katedilen mesafeye rağmen, bu örgütün müzakerelerde henüz taraf olarak tanınmaması, Orta doğu barışında çıban başı olmakta devam edecektir. Öyle görülüyor ki, başta Mısır olmak üzere Arap ülkeleri İsrail'in varlığını kabul etmeğe hazır bulunmaktadır. Arap blokunun eski katı tutumunu bırakarak gerçekçi bir politika izlemeğe başlaması, Orta doğu bunalımının çözümünü kolaylaş­ tıracaktır. Ancak Filistin sorunu sürüp gittikçe, Orta Doğuda sürekli bir barış sağlanmasının mümkün olamıyacağı muhakaktır. 4) 1975 yılında askerî çatışmalara sahne olan bir bölge de, Uzak D o ğu'da Endonezya tarafından işgal edilen Timor adaşıdır. Diğer taraftan İspanyol Sahrasından İspanya'nın çekilmesiyle sahranın Fas ve Cezayir arasında ihtilâf konusu olduğu görülmektedir. Böylece, geçen yılda siyasî ve askerî ihtilâf mihraklarım gözden ge­ çirmiş bulunuyoruz. Ancak, Kıbrıs ihtilâfının iki ülke ve toplumlar ara­ sı müzakerelerle çözülmesi gerektiği halde, konu, çeşitli teşebbüslerle milletlerarası düzeye çıkarılmak istenmiştir. Kıbrıs sorununa daha ziya­ de iç gelişmelerle ilgili olarak Türkiye bölümünde değineceğiz. 1975 yılının, sosyal, siyasal istikrarsızlıklara ve şiddet olaylarına rağmen, tarihte daha çok ekonomik olayları ile anılacağı kanısındayız. 5) 1975'in siyasal olaylarına kısa başlıklarla değindiğimiz bu bölüm­ de, milletlerarası gerginliğin azalmasına ve doğu-batı ilişkilerinin düzel­ mesine yol açan önemli iki olaya değinmeden geçemiyeceğiz. Temmuz ayının son günlerinde Helsinki'de toplanan Avupa Güven­ lik Konferansı, iki blok arasındaki gerilimi azaltacak bir yumuşamanın başlangıcı olmak niteliğini taşımaktadır. 35 ülkenin imzası ile tekemmül eden Anlaşma, Avrupa Güvenliği ile birlikte dünya güvenliği bakımın­ dan da -eğer riayet edilir ve uygulanırsa- önem taşıyan bir belge mahiye­ tini taşımaktadır. Helsinki Dokümanının belli başlı esasları şunlardır: İştirakçi devletler, yumuşamanın devamlı, geniş ve köklü olması için gerekli çabayı sarfedeceklerdir. Devletlerin, hükümranlık hakları bakımından eşitliği esasından hareketle, her devletin, sistemini serbest­ çe kendisinin seçme ve geliştirme hakkı vardır. Hudutlar ancak anlaşma ile ve barışçı yollardan değiştirilebilir. Her devletin hudutları dokunul­ mazdır. Misilleme olarak veya anlaşmazlıkların çözülmesi amacıyla kuv­ vet kullanılmasından veya kuvvete başvurulacağı tehdidinden vazgeçile­ cektir. Ayrıca, dokümanı imzalayan devletlerdeki hükümetleri devirme­ ğe yönelik terrorist ve yıkıcı faaliyetlere silâhlı müdahale veya destek sağlanmayacaktır. Taraf devletler, düşünce, inanç ve din de dahil olmak üzere, temel özgürlüklere saygılı olacaklardır. Mevcut anlaşmalardan doğan hak ve vecibelerine halel gelmemek şartiyle taraf devletler, mil­ letlerarası hukuka uyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Aracılık, tahkim gi­ bi usullerle ihtilâfların çözümü yolları araştırılacaktır. Avrupa devlet- leri, 25 binden fazla askerle yapılacak manevraları 21 gün önce bildir­ meyi kendi iradeleri ile kabul etmişlerdir. Sovyetler Birliği ile Türkiye'­ nin Asya'da da sınırları olduğundan bu taahhüt 155 millik bir sınıra uy­ gulanacaktır. Taraflar, iş adamlarına her türlü kolaylığı göstermeği taah­ hüt ettikleri gibi, mütekabiliyet esasına göre karşılıklı avantaj sağlama­ ğa da gayret edeceklerdir. Turizm, gençlik toplantıları ve diğer temas şe­ killeri kolaylaştırılacak, basılı evrak ve haberlerin daha serbest bir şe­ kilde akımı sağlanacak, eğitim ve kültür alanlarındaki temaslar gelişti­ rilecektir. Gazeteciler, sebep gösterilmeden ve itiraz hakkı tanınmadan hudut haricine çıkarılmayacak, vize ve seyahat güçlükleri azaltılacaktır. Taraflar, anaşmamn ne şekilde uygulandığını, yeni toplantılara ve­ ya yeni bir Konferansa ihtiyaç olup olmadığını görüşmek amacıyla 15 Haziran 1977 tarihinde Belgradda yapılacak toplantıya uzmanlarını gön­ dereceklerdir. Helsinki anlaşmasında ele alman ve karara bağlanan esaslar bütünü ile barışa dayanan bir uluslararası düzenin tesisi bakımından ümit veri­ ci görünmektedir. Ancak, bundan evvel de birçok konferanslar toplan­ mış ve çeşitli barışçı dokümanlar imzalanmıştır. Bütün bunlar, insanlı­ ğın iki yıkıcı Cihan Savaşı geçirmesini önlemeğe yetmemiştir. Bu ba­ kımdan, Helsinki Anlaşmasının, şimdilik bir iyi niyet vesikası olarak ka­ bul edilmesi lâzımdır. Siyasal alandaki bu yumuşama ve işbirliği, teknik alanda da gerçek­ leştirilen bir «Kenetlenme» ile takviye edilmek istenmiştir. Her ne kadar teknik alandaki işbirliği siyasî yumuşamada da etken olablecek nitelik taşımakta ise de, bloklar arasındaki yakınlaşmanın itimad çizgisine ulaşması için daha çok çaba harcamak gerekecektir. 15 Temmuzda başlayan ApoUo-Soyuz ortak uçuşu ve kenetlenmesi, öngörülen şartlarla ve planlandığı üzere gerçekleşmiş, iki ayrı uzay is­ tasyonundan fırlatılan Amerikan ve Rus uzay gemileri 17 Temmuzda uzayda kenetlenmiş ve ortak uçuş 25 Temmuz günü sona ermiştir. Dünya olaylarını gözden geçirirken, 1975 yılında dünyanın her böl­ gesinde meydana gelen siyasal ve sosyal olayları belirtmek yerine, dün­ ya politikasında yeni istikâmetlerin meydana gelmesine, doğu ile batı arasmda yeni sürtüşmelere yol açma istidadı gösteren siyasal gelişmele­ re bilhassa önem vermek istiyoruz. Portekiz'de cereyan eden olaylar, bir bakıma Rusya ile Amerika ara­ sındaki mücadelenin keskinleştiği bir ortama bürünmüş, Portekiz'in, as­ kerî yönetim altında gittikçe aşırı sola doğru kayması, zamanında önle­ nerek, silâhlı kuvvetlerin ülke yönetimindeki ağırlığının azaltılması ve yönetimin sağa kaydırılması mümkün olmuştur. 6) General Franko'nun ölümünden sonra veliahd Juan Carlos'un kral ilân edilmesi ve bunu takip eden iç siyasî olaylar şimdilik mahallt bir görünüm taşımaktadır. İspanya'nın, uzun süren bir diktatörlük döneminden sonra demokra­ tik bir düzene tedricen geçmesi yolunda sarfedilen çabaların nasıl bir sonuç vereceği henüz kesinlikle belli değildir. Hükümetin başnıda Franko'nun muteber adamı Carlos Arias Navarro'nun bulunması, Franko re­ jiminin katılığının uzunca bir süre devam edeceğini göstermektedir. Karlos'un kral seçilmesinden bu yana 3-4 ay gibi kısa bir süre geçtiği halde, İspanya'da şiddet hareketleri, grevler ve Bask gerilla örgütlerinin tedhiş hareketlerinin gittikçe yoğunluk kazanarak devam ettiği görül­ mektedir. Şimdiki halde, îspanya'daki i ç çatışmalar, milletlerarası poli­ tikayı etkileyecek bir düzeye erişmemiştir. İspanya'nın, Nato ve Ortak Pazara katılmak yolunda gösterdiği ısrarlı istekler, İspanyanın siyasî rejiminin mümkün olduğu kadar kısa bir sürede demokratlaştırılmasmı gerektirmektedir. 1936'da Komünist tehlikesine karşı girişilen falanjist hareket ve Franko liderliğindeki iç savaştan bu yana geçen 40 yıl içinde İspanyada komünistlerin durumunun ne olduğu henüz meçhuldür. Bu­ nunla beraber, İspanya'nın ilerde, yeni sosyal ve siyasal çalkantılara sah­ ne olacağını şimdiden söylemek kehanet sayılmamalıdır. Dünya kuvvetlerini karşı karşıya getirmeyen, dolayisiyle mahallî karakterini muhafaza eden bir çok siyasî olaylar, darbeler, tedhiş eylem­ leri, 1975 yılının karakteristik vasfını teşkil etmektedir. Endonezya ta­ kım adalarından Doğu Timor'da cereyan eden olaylar ve Endonezya'nın Doğu Timor'u istilâ etmesi, MoUüsk takım adalarının bağımsızlığı için Güney MoUüsklü gerillaların Hollanda'da giriştiği siyasî tedhiş eylem­ leri, tren muhasarası, elçilik basması gibi olaylar, nihayet mahdut hedeli siyasî gelişmeler olarak değerlendirilmelidir. Aden Körfezindeki Ci­ buti veya diğer adı ile Afar ve İssa ve Komor'da cereyan eden silâhlı çatışmalar, halihazır ve gelecekteki siyasî tesirleri bakımından sınırlı kalmaya mahkûm olaylardır. Etyopya'da Krallar kralı Haile Selasiye'nin tahttan indirilmesinden sonra dünyanın en eski krallığının sona er­ mesi ve Selasiye'nin her iktidarı kaybeden kral için çıkarılan bir çok söylentiler ve suçlamalardan sonra Ağustos ayında ölmesi ile Etyopya'­ da yeni bir devir başlamış olmaktadır. Eritre'nin kurtuluş savaşlarına sahne olması, İspanya'nın fosfat kaynakları bakımından zengin olan Sahradan çekilmesiyle Moritanya, Fas ve Cezayir arasında Meydana ge­ len bazı hallerde silâhlı çatışmalar, Polisario örgütünün Sahra'da bir Halk Cumhuriyeti ilân etmesi, 1975 yılının siyasî olaylarının esas itiba­ riyle Afrika'da meydana geldiğini göstermektedir. 20. Yüzyılın son çeyreği döneminde bağımsızlık hareketlerinin bil­ hassa Afrika'da aldığı yeni şekillere ve ulaşması mhtemel yeni boyutlara değinmekte yarar vardır. Zira, son gelişmeler, doğu-batı ilişkilerinin normalleşmesi, yumuşama gibi iyimserlik yaratan gelişmeleri bir anda ters istikâmete çevirecek, gerginliği yeniden artıracak, büyük kuvvetle­ rin açık veya gizli, sıcak veya soğuk, dolaylı veya dolaysız yeniden kar­ şı karşıya getirmesi sonucunu doğuracak nitelik kazanmaya başlamıştır. Portekiz'in Angola'dan çekilmesiyle başlayan ve 3 ayrı bağımsızlık örgütünün mücadelesine sahne olan bu Afrika ülkesinde, Küba askerle­ rinin Sovyet Rusya'nın silâh desteği ile Markssit eğilimli M P L A örgütü-- nü askerî üstünlüğe sahip kılması ve nihayet, bu örgütün kurmuş oldu­ ğu Angola Halk Cumhuriyetinin Afrika Birliği Örgütü ve bir çok batı ülkesi tarafından tanınması, 1976 yılında siyasî olayların ağırlığının Af­ rika'ya, kaymasına sebep olabilir. Rusya'nın Hint Okyanusunda üsler, as­ kerî tesisler ve kolalyıklar elde etme mücadelesine ilâveten Afrika'da da kuvvetle yerleşmesinin, doğu-batı ilişkilerinin yüzeydeki görünüşünü ergeç aldatıcı bir duruma sokacaktır. Küba'nın, Angola'dan sonra, bilhas­ sa beyaz azınlık hükümetlerinin iş başında bulunduğu Rodezya ve Gü­ ney Afrika'da da siyahları destekleyen bir politikaya yönelmesi ve bu politikada yine Rusya'dan destek görmesi, Güney Afrika'da beyaz azın­ lığın hâkimiyetine dayanan idare şekillerinin büyük güçlüklerle karşıla­ şacağını göstermektedir. Angola'da cereyan eden olaylar ve dış müdaha­ leler karşısında Amerika Birleşik Devletlerinin (Başkanla Kongre ara­ sındaki çekişmeler dolayisiyle) etkisiz kalmış olması, Afrika'daki olayla­ rı ön plâna getireceğe benzemektedir. Görünüşe göre 1976 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin dış poli­ tikasında Avrupa ile ilişkiler, Orta doğu politikası, İtalya ve Fransa'daki Komünist partileri, Güney Afrika ve Rodezya, Küba'nın Afrika'ya müdahalesi, «Detente» kelimesi kullanılmadan yumuşamanın sürdürül­ mesi, Filistin sorunu mihrak noktalarını teşkil edecektir. Bir genelleme yapılmak istenirse, Amerika'nın komünizm karşısında hür teşebbüs ve demokrasi rejimini, Rusya'ya karşı değil, demokratik batı ülkelerindeki siyasal gelişmeler sonucu komünist partilerin nüfuzunu artırmaları ve seçimle iş başına gelmeleri ihtimallerine karşı savunmak zorunda kala­ cağı söylenebilir. Bu bakımdan Amerika ile Nato çerçevesi içinde savun­ ma işbirliğine girmiş Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkiler, 1975 yılının en önemli siyasal konularından birini teşkil edecektr. Şimdiden Avrupa'nın siyasal geleceği bakımından önemli gelişmele­ rin cereyan ettiği görülmektedir, Portekizden başlamak üzere, Fransa, İtalya ve bir dereceye kadar Yunanistan'da komünist partilerin gittikçe kuvvetlenmeleri, mahalî seçimlerde belirgin bir başarı kazanmaları ve bazı ülkelerde iktidar ortaklığına talip olmaları, üzerinde durulacak ge­ lişmelerdir. Bu zincire, henüz belirgin olmamakla beraber İspanya'yı da katmak mümkündür. General Franko'nun, geçen kasım ayında ölümün­ den sonra, İspanya'da demokratik hakların verilişi ve demokrasiye dönüş bahanesi altında 40 yıl evvelki çatışmaların yeniden başlaması her an beklenmekte idi. Nitekim olaylar Juan Carlos'un krallık müessesesine de yönelmiş olarak demokrasi isteği altında kuvvetli bir komünizm cere­ yanının mevcut olduğunu kanıtlamaktadır. Grevler, gösteriler ve sosyal huzursuzluklar şeklinde devam edip gitmekte olan hadiselerin sonunda, İspanya'da siyasî görüşleri «belli kutuplar» halinde toplanmaya sevkedeği kuvvetle tahmin edilebilir. Şubat sonunda Moskova'da yapılan 25. Komünist Parti Kongresinde İtalyan Komünist partisi lideri Enrico Beıiinguer'in İtalyan komünist partilsinin, millî karaktere uygun, insan haklarına, demokrasiye, sanat ve ilme saygılı bir politika izleyeceğini açıklaması, Rusya'nın proleteryâ enternasyoneli sloganı yerine, millî ve bağımsız bir politikadan bahsetmesi ne derece gerçeklere uygun düşmektedir, bilinemez. Ancak Nato üyesi bir ülkede komünistlerin hükümete ortak olması veya başlı başına bir hükümet kuracak siyasî güce erişmesi, Nato bakımından son derece teh­ likeli gelişmelere yol açacak gibi görünmektedir. Nitekim Arherika Bir­ leşik Devletleri Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, «Avrupalı seçmenlerin kimi seçeceğine Amerika'nın karışmayacağını, ancak Hükümetin de ko­ münistlere yer veren veya komünistleri iktidara getiren ülkelerin Ame­ rika Birleşik Devletleri ve Nato ile olan ilişkilerinin gözden geçirileceği­ ni» belirtmesi büyük manâ ve önem taşımaktadır. Moskova'nın paralelindeki komünist partilerinin (doğrudan doğruya Moskova'dan emir alan komünist partilerinin de mevcudiyeti hatırlan­ malıdır) veya Moskova sempatizanı sosyalist partilerin enternasyonal sloganlar v e proleterya ihtilâli gibi, demokratik batı ülkelerinde seçimle iş başına gelmelerini zorlaştıran bir politikayı terkederek, mahallî ve millî karakterlere uygun bir komünizm doktrini benimsedikleri intiba­ ını veren görüş ve hareket tarzlarına rastlanmaktadır. Konuya genel olarak bakılırsa, Avrupa'nın kuzeyindeki ülkelerde sosyal demokratlar, hatta bazılarında uzun yıllardan beri hükümeti teş­ kil etmektedir. İngiltere'de işçi partisi. Batı Almanya,- Avusturya, İsveç, Danimarka, Norveç'te soy al demokrat partiler ya tek başına veya diğer partilerle koalisyon halinde iktidarda bulunmaktadır. Bütün bu ülkelerde sosyalist partiler, komünist partilerle (sayı iti­ bariyle azınlıkta bulunmalarının da etkisi ile) işbirliğine girmek gibi bir düşünceden uzak olduğu halde, Portekiz'den Güney doğu Asya'ya kadar olan bölgede, sosyal demokratların, komünist partilerle sıkı ilişkilere gir­ mek istediği görülmektedir. İtalya'da Aldo Moro'nun koalisyon hüküme­ ti düşmüştür. Kuzey Avrupa ülkelerinin aksine, güney Avrupa ülkele­ rinde komünistlerin sosyalistlerden kuvvetli olmasının bir sonucu ola­ rak, sol kanat, komünist partilerin desteği ile iktidara gelmenin mümkün olabileceğini düşünmektedir. Fransa'da bundan evvelki seçimler ve seçim sonunda kurulan bükü­ nle tier hatırlanacak olursa, «sol»un bütünleşmesinin, sol iktidar için şart olduğu anlaşılacaktır. Kaldı ki, sol'un bütün çabalarına rağmen sağlaya­ bildiği çoğunluk % 4-5'i geçmemektedir. Birleşik cephe olarak sol parti­ ler sâğ partiler karşısında, ancak limitte olan bir çoğunluk sağlayabilir. Nitekim, sol partiler arasında işbirliğini gerçekleştirmek maksadiyle İtalyan Komünist Partisi Lideri Enrico Berlinguer'in Moskova'daki komü­ nist partisi toplantısında yapmış olduğu konuşmaya yukarda değinilmiş­ tir. Fransız Komünist partisi Başkanı George Marchais ise Moskova'ya dahi gitmemiş, komünist partisi kongresine ikinci sıradan bir kimseyi göndermiştir. Avrupa komünist partilerinin, Moskova ile ilişkilerinin bulunmadığı­ nı ve Moskova'dan bağımsız bir politika izledikleri görünümünü vermeğe blhassa dikkat etmeleri son derece rtianidardır. Bu nokta üzerinde önem­ le durulmalıdır. Seçmenleri, kandırabildiği takdirde, hiç beklenmedik bir anda, bir genel seçim sonucu, demokratik yollardan meselâ Fransa'da, meselâ İtalya'da sol bir iktidarın iş başına gelivermesi ihtimalleri bir ke­ nara bırakılmamalıdır. Kissinger'in 13—14 Aralıkta Londra'da, Doğu ve Batı Avrupa ülkele­ rindeki Amerikan elçileri ile yapmış olduğu görüşmede, Batı Avrupa'da iktidara komünist partilerin gelmesinin Nato ilişkileriyle birlikte Ameri­ kan ilişkilerinin de gözden geçirilmesini gerektireceğini belirttiği ma­ lûmdur. Kissinger'in bu sözleri Fransa'daki son gelişmelerden önce söy­ lenmiş olmakla beraber, önemini kaybetmek şöyle dursun daha da artır­ mıştır. Diğer taraftan Kissinger'in müşavirlerinden Sonnenfeldt'in doğu bloku ülkelerine Rusların müdahalesine adeta göz yumulması gerektiği­ ne dair sözleri üzerinde bilhassa durulmak azimdir. Sonnenfeldt'in bu sözleri acaba, Avrupa ülkelerinin, nüfuz sahaları bakımından Rusya ve Amerika arasında adeta paylaşıldığma mı delâlet etmektedir? Böyle bir ihtimali bertaraf etmek maksadiyle Başkan Ford, seçimler sebebiyle Milwaukee'de yapmış olduğu bir konuşmada Amerika'nın «Doğu blokuna dahil ülkelerin hürriyet ve millî bağımsızlık isteklerini destekleyeceğini» belirtmiştir. 13—14 Aralıktaki gizli görüşmede Sonnenfeldt «Sovyet Rusya ile Doğu Avrupa ülkeleri arasında organik bir birliğin zarureti­ ni» Üçüncü Dünya savaşının önlenmesi bakımından zorunlu gördüğünü ileri sürmüştü. Son günlerde basında Sonnenfeldt doktrini olarak isim­ lendirilen bu görüş, çşşitli şekillerde yorumlanmıştır. Dış görünüşe bakılırsa, Amerika'nın Batı Avrupada ve Nato ülkele­ ri üzerindeki hâkimiyetini gittikçe kaybettiği söylenebilir. Aynı müşahade Sovyet Rusya için de geçerlidir. Rusya'nın doğu bloku ülkeleri ile tam bir u y u m v e organik birleşme içinde olduğu söylenemez. Rusya'nın bu ülkeler üzerinde azalan veya kırılan nüfuzunu yeniden tesis etmek için siyasî-askerî teşebbüslere girişmesi muhtemeldir. Böyle bir müdaha­ le ise kaçınılmaz şekilde Üçüncü Dünya Savaşının başlamasına neden olabilir. Eğer böyle bir durumun önlenmesi arzu ediliyorsa, Rusya'nın doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki nüfuzunu artırmasını ve bu ülkelerle organik bir birliğe gitmesini kabul etmek gerekecektir. Sonnenfeldt doktrininin esası ve hareket noktası budur. Bu doktrinin mukabili şüphesiz, Ameri­ ka'nın da kendi nüfuz sahası olan Batı Avrupa'da, komünist partilerin iş basma gelmesine göz yummamasıdır ki, Kissinger'in komünist partilerin seçimlerdeki kazançlarından duyduğu endişe de budur, italya % 7 ürânmdaki işsizlik, % l l ' i aşan enflâsyon hızı ve değeri sür'atle düşen bir para ile Batı Avrupa'da komünistlerin hükümete ortaklığı en yakın ülke­ yi teşkil etmektedir. Fransa'da genel seçimlere daha iki sene vardır ve komünistlerin seçim kazançlarının parlâmentoya aksetmesi daha uzun süreyi gerektirmektedir, italya'da ise, sosyalist partinin Koalisyon hükümetinden çekilmesi ve komünistlerin hükümete ortaklığı fikrini ileri sürmesi Moro'nun azın­ lık hükümetinin kurulmasını gerektirmiştir. Sosyalistlerin hükümete desteği açık olmaktan ziyade çekimser kalmak suretiyle gerçeleşmektedir. Bu bakımdan Aldo Moro hükümetinin parlâmento çoğunluğunun des­ teğine sahip olduğu söylenemez. Komünistlerin iktidara katılması ha­ linde ne olacaktır? İtalyan Komünist Partisi lideri Berlinguer'in Moskova'daki tutumu ve bazı gazetecilere verdiği mülakat. Komünist partinin Nato ve batı ittifakı içinde İtalya'nın yüklendiği sorumluluklara riayet edeceğini belirtmektedir. Hatta, Berlinguer, İtalya'nın Nato içinde kal­ mağa devam edeceğini açıkça söylemekten de çekinmemiştir. 1975 yılının son aylarında başlayan ve 1976'nın ilk aylarında yoğun­ luk kazanan olaylara bakılacak olursa, Amerika Birleşik Devletlerinin, kendi etki alanına giren Batı Avrupa ülkelerinde, Moskova'dan emir alan milliyetçi olmak yerine enternasyonalci olan doktriner komünist parti­ lerinin iş başia gelmesine seyirci kalmayacağını göstermektedir. Rusya'­ nın, milletlerarası komünist partileri dayanışmasından ısrarla söz etme­ sine rağmen, batı ülkelerindeki komünist partilerinin iktidara gelmek uğruna Moskova'ya sırt çevirmeye hazırlandıkları görülmektedir. Dış görünüşteki bu değişmeler acaba bu ülkelerdeki seçmenleri kaındırmaya yeterli olacak mıdır? Seçmelerin kanabileceği veya çeşitli eko­ nomik v e sosyal baskılar sonucu, siyasî tercihlerinde bir değişme olabi­ leceği, yapılan mahallî seçimlerde ortaya çıkmıştır. Kissinger'in dediği gibi, Avrupalı seçmen dilediğini seçmekte serbesttir, ama Amerika ile işbirliği ve ortak savunma teşkilâtı söz konusu olduğu zaman, Amerikayı ve diğer Nato ülkelerini. Komünistlerin beyanlarına inandırmak güç olacaktır. 1965'de Rodezya'da 270 bin kişi kadar olan beyaz azınlığın, 6 milyonu aşan siyah çoğunluğa zorla kabul ettirdiği rejim, şimdi tehlike içinde bulunmaktadır. 1976 yılının belli başlı olaylarından biri de Rodezya ve Güney Afrika'daki azınlık idaresinin sona ermesi olacaktır. Angola'dan sonra Afrika'da askerî varlığını sürdüren Küba ve Sovyetlerin askerî des­ teğine dayanan siyah çoğunluk, eğer kısa bir süre içinde normal ve ted­ rici bir geçiş sağlanmaz ise, kanlı çatışmalara müncer olacak bir eyleme girişecektir. Amerikanın Küba ve Rusya'yı ikazları, siyah çoğunluğun hâkimiyeti almasına mâni olamıyacaktır. Nitekim, Mozambik'in Rodezyanm, limanları Mozambik mallarına kapatmasından dolayı uğradığı za­ rarları karşılamak üzere yardım yapacağı söylenmektedir. Birleşmiş Milletlerde, Güvenlik Konseyinde çeşitli kınamalara ve ekonomik müeyyidelere neden olmuş olan İan Smith idaresinin sona er­ mesi artık kaçınılma/ hâle gelmiştir. Smith, bugünkü rejimden sanki kendisi sorumlu değilmiş gibi suçu İngiltere'nin üzerine atmakta ve Ro^ dezya sorununa bir çözüm bulmasını istemektedir. Kendisinin başı dert-^ te olduğu bir sırada İngiltere Rodezya'da iki merhaleli bir intikâl rejimi üzerinde durmakta ve bunu uygulamaya çalışmaktadır. Angola'da Kurtuluş örgütlerinden birinin zaferi ile sonuçlanan ba­ ğımsızlık hareketlerinin yakın bir gelecekte Afrika'nın bu iki ülkesinde ortaya çıkacağı ve belki de Rusya ile Amerika'nın yeniden karşı karşıya geleceği bir mücadele sahası mı olacaktır? Her ne kadar Amerika bazı ikazlarda bulunmuşsa da, bu ikazların gerçek niyetleri ne oranda yansıt­ tığı kesinlikle bilinmemektedir. Amerika'nın beyaz azınlığın hâkimiye­ tini sürdürmesi için müdahalede bulunacağı iddiaları gerçeklere uyma­ maktadır. Kissinger'in ikazları, Amerika'nın taahhütlerine karşı duyu­ lan kuşkuları giderme amacını taşıyabilir. Angola'daki durumla Güney Afrika ve Rodezya sorunu aynı değil­ dir. Rusya Angola'ya dolaylı müdahalesi ile Batı Afrika'da (Amerika'nın tam karşısındaki Atlantik kıyısında) siyasî kazançlar elde etmek ama­ cını gütmüş ve bu nedenle Moskova yanlısı bir kurtuluş örgütünü destek­ lemiştir. Angola'da çekilip giden bir sömürgeci devlet vardı. Halbuki R o ­ dezya ve Güney Afrika, beyaz azınlık da olsa, kendi ülkesi insanlarının idaresi altındadır. Amerika Birleşik Devletlerinin, Orta Doğu politikası, Mısır ile İsrail arasında açıkça bir taraf tutmaktan kaçınır gibi görünmekte ise de, İs­ rail'e yeni bütçe ile yapmağı plânladığı askerî yardım ile Mısır'a silâh satışının gerek miktar olarak az olması, gerek Kongrede ciddî mukave­ metler yaratması, Orta doğuda Amerikan siyasetinin ağırlığının yine de İsrail lehine olduğunu göstermektedir. Ürdün'ün batısındaki bölgede İsraillilerin yerleştirilmesi, işga l etti­ ği topraklarda yeni yerleşme bölgeleri tesbiti, Sina'nın bir kısmından çe­ kilmesine ve petrol kuyuları da dahil olmak üzere bazı toprak tavizleri vermesine rağmen, Orta Doğuda yumuşamayı devam ettirecek nitelikte görülmemektedir. Nitekim, yine İsrail'i ve siyonizmi kınayan bir karar tasarısı ve Amerika'nın Güvenlik Konseyindeki Vetosunun sonucu ola­ rak istifade eden Moynihan'm yerine atanan William. Scranton, Birleş­ miş Milletler Genel kurulunda belki de ilk defa İsrail'i açıkça kınayan bir konuşma yapmasına sebep olmuş ve İsrail'in bu davranışlarının Or­ ta Doğudaki barış ümitlerini zayıflattığını ileri sürmüştür. İsrail işgal i altındaki topraklarda yapılan mahallî idareler seçimlerini, Filistin Kur­ tuluş Örgütü tarafından desteklenen adayların çoğunlukla kazanmış ol­ ması da Filistinlilerin doğal haklarını yeniden milletlerarası düzeye çıka­ racak bir gelişme olarak nitelendirilmelidir. Lübnan'da 1975 yılı baharında başlayan, bir çok ateş kes anlaşması­ na rağmen önü alınamayan iç savaş, bir ara Suriye'nin arabuluculuğu ile barışçı yollardan, sorunların halli ümitlerini kuvvetlendirmiş ise de, Hristiyanlarla Müslümanlar arasında reformlar ve Müslüman çoğunlu­ ğa daha fazla haklar tanınmasını ve buna uğun olarak Anayasada deği­ şiklik yapılmasını sağlamak amacıyla sürdürülen iç savaş zaman zaman alevlenerek devam etmektedir. Bu arada Suriye'nin, askerî bir müdaha­ leye girişeceği söylentilerinin yoğunluk kazanması, bölgedeki barış ümit­ lerini yeniden tehlikeye düşürmüştür. İsrail bilhassa güvenliği açısm- dan Suriye'nin askerî naüdahalesine seyirci kalmayacağını açıklaması ve Amerikanın da Orta Doğuda olumsuz gelişmelere y o l açabilecek böyle bir teşebbüsü tasvip etmeyeceğini bildirmesi, gerginliği yeniden artır­ mıştır. Mısır'ın Amerika'ya yaklaşması sonucu, Arap blokunda meyda­ na gelen liderlik boşluğunu Suriye'nin doldurmaya çalışması v e bazı Arap ülkelerinin de bu yönde eğilimler belirtmesi, Orta Doğu konusunu yeniden kritik bir noktaya getirmiş bulunmaktadır. (;^) 1976 yılının Amerika Birleşik Devletlerinin siyasî tarihinde bir dö­ nüm noktası olacağı anlaşılmaktadır. Bu tarihin 200 yıl öncesi de A m e ­ rikan tarihinde gerçekten bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. 1776 yılında, Boston'da çay sandıklarının denize dökülmesiyle başla­ yan Amerikan Kurtuluş hareketi 7 yıllık bir emperyalizmle savaş halin­ de sürdükten sonra, Amerika bağımsızlığına kavuşmuştur. Bağımsızlığın 200. yıl dönümünde Amerika Birleşik Devletlerinin, «bağımsızlık savaşlarına karşı olduğu» imajının bir çok ülkede yaratıl­ mış olması gerçekten bir talihsizliktir. Daha dün denecek kadar yakın bir mazide, bağımsızlığı için mücadele eden bir ülkenin, bağımsızlık hare­ ketlerini bastırmağa ve emperyalizmin devamını sağlamağa gayret eder görünüşü ve bu rolün, başka tür bir emperyalizmin sinsi takipçisi olan bir ülke tarafından benimsenmiş olması da başka bir hazin tecellidir. Ba­ ğımsızlık hareketlerinin lideri olması gereken Amerika'nın, bu liderliği Sovyet Rusya'ya kaptırmış olmasının nedenleri İkinci Cihan Savaşı son­ rasının olaylarında yatmaktadır. Askerî bir zaferle politikasını tamamla­ yan Stalin'in harp sonrası dünyasının şekillenmesinde nüfuz v e rejimini kabul ettirme isteklerinin belirgin hâle gelmesi, bilhassa Yalta v e Pots­ dam konferanslarında Rusya'nın emperyalist tahakküm iştahının açıkça ortaya çıkması ve müteakiben başlayan v e ara sıra da sıcak hâle gelen soğuk harbin etkisi, Amerika'nın dış siyasetinde olduğu kadar ekonomik yardım politikasında da tesirini hissettirmiştir. John Foster Dulles ta­ rafından en keskin şekilde sürdürüldüğü için Dulles siyaseti denilen bu politika, bir çok hatalarla dolu ve malûl olduğu için, Amerika'yı genç v e bağımsızlık arzusunda olan ülkelere karşı sevimsiz kılmıştır. Muhtelif ülkelerdeki hükümetlerle sıkt işbirliğine girip halkın gerçek temayülleri­ ni hesaba katmayan bu politikanın Amerika'nın dış politikasındaki en bü­ yük yanılgısı olduğunu kabul etmek lâzımdır. Güney Kore, Küba v e en önemlisi şüphesiz Vietnam olan ve Orta Doğu siyaseti ile devam eden hatalar zincirinden ortada hemen hemen hiç bir şey kalmamıştır. A m e ­ rika'nın Güney Doğu Asya'daki varlığı hemen hemen tasfiye edilmiş v e SEATO maziye karışmıştır. Güney Kore'de rüşvet v e suistimal söylen­ tileri ile şaibeli hükümetlerin antidemokratik teşebbüsleri karşısında. Birleşmiş Milletler ideali uğruna akıtılan kanların neye yaradığı soru­ sunu sormamak imkânsızdır. Güney Doğu Asya'dan sonra, Avrupa v e Nato çerçevesinde Ameri­ ca) Son gelişmeler sonucu Suriye, Amerika Birleşik Devletlerinin de teşviki İle silâhlı bir mücadelede bulunmuştur, ka'nm durumu nedir? Bu soruya verilecek cevap da pek parlak olmasa gerektir, Nato ittifakı içinde bir zayıflamanın, hiç olmazsa siyasî yapısı itibariyle, mevcudiyeti bir gerçektir. İttifakın askerî kanadından ayrılan ülkeler yanında, gelecekteki hü­ kümetlerin mahiyeti bakımından ortaya çıkan son endişeler, Nato'da bir parçalanmaya kadar yol açabilecek son gelişmeler, bu arada özellikle Nato üyesi ülkelerdeki sol kanat partilerinin, bilhasa komünist partileri­ nin güçlenmeleri, dünya siyasetinde beklenmedik keskinliklerin ortaya çıkmasına yol açabilir. Amerika'nın, Angola'yı takiben beyaz azınlıkların hâkim olduğu Güney Afrika v e Rodezya'daki muhtemel ve paralel gelişmeler karşısın­ da nasıl bir tutum izleneyeği kesinlikle helali değildir. 370 bin beyaz azın­ lığın 6 miyon siyah çoğunluğa hâkim olduğu ırkçı Güney Afrika'da İan Smith idaresinin ayakta durması için bir müdahalede bulunması, Ameri­ ka'yı daha da sevimsiz kılacaktır. Angola'dan sonra ideolojik mücadele­ ye ve komünist hâkimiyetine gireceği gerekçesi ile yapılacak bir müda­ hale de doyurucu bir cevap teşkil etmekten uzak kalacaktır. İngiltere'­ nin, azınlık ve ırkçı beyaz hâkimiyetinin 1,5 sene gibi kısa bir süre için­ de siyah çoğunluk hâkimiyetine yerini bırakması için sarfettiği gayretler ve. önerdiği plânlar. Smith tarafından reddedilmekte ve Smith hiç bir za­ man Güney Afrika'da siyahlara idareyi bırakmayacağını belirtmektedir. Küba askerlerinin Afrika'daki varlığı ve Rusya'nın dolaylı desteği ile gerek Güney Afrika'da, gerek Rodezya'da girişilecek ideolojik eylemlere meydan kalmadan sorunun halledilmesi, herhalde ilerdeki daha sert ça­ tışmaları ve büyük devletleri karşı karşıya getirecek durumları önlemek bakımından zorunlu görülmektedir. Mozambik'in dolaylı müdahaleleri, Afrika'da ideolojik savaşın, içerden yapıldığını kanıtlamaktadır. Ango­ la'daki savaş vesilesiyle Amerika Birleşik Devletlerinin uyarmaları söz­ den ileri gidememiş. Başkanlıkla Kongre arasındaki sürtüşmeler, Ango­ la'da meydanı Rusya ve Kübanm desteklediği kurtuluş örgütlerine terketmiştir. 25 Haziranda Portekiz'in ülkeyi terketmesiyle 44. Afrika bağımsız ülkesi olarak kurulmuş olan Mozambik'te, Frelimo kurtuluş örgütü ola­ rak tanınan siyasî kuruluş, 25 Haziranda idareyi ele almasından sonra bu ülkede sistemli bir şekilde komünist bir idareyi yerleştirmek için gay­ ret sarfetmekte, halkta marksit düşünceyi kuvvetli bir şekilde yerleştir­ mek için devamlı olarak çeşitli teşebbüslerde bulunmaktadır. Geri dö­ nüşü önlemek maksadiyle, parti içindeki mutedil unsurların tasfiyesi yoluna gidilmektedir. Mozambikte esasen çok az olan sanayi sektörü devletleştirilmekte, ticaret devlet kontrolü altına alınmakta, koUektif tarım geliştirilmetedir. 9 milyon nüfuslu olan bu Doğu Afrika ülkesinde, Por­ tekiz idaresinin sona ermesinden evvel kurulmuş olan diğer kurtuluş ör­ gütleri liderleri ve mensupları tutuklanmıştır. Afrika toplumuna adapte edilmek istenen Marksist-Leninist doktrinin yerleşmesi için fabrikalarda, okullarda, mağazalarda, kırsal bölgelerde parti organları teşkil edilmiş- tir. Mozambik'in, Güney Afrika ve Rodezya sorununa da müdahale et­ mesi, Rusya'nın dolaylı olarak Afrika'da yürüttüğü yerleşme politikası­ nın bir aracı haline geldiğini göstermektedir. Rodezya'daki ırkçı azınlık hükümetine karşı Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde yürütül­ mekte olan müeyyidelere ilâveten Mozambik, Rodezya'nın Hint Okyanusu'na çıkış yolu olan Maputo v e Beira limanlarını kapanuştır. Rodezya'­ nın dış ticaretinin % 40'dan fazlası Mozambik limanlarından yapılmak­ tadır. Mozambik'in limanlarını Rodezya'ya kapatmasından sonra, 10 yıl önce İngiltere'ye karşı bağımsızlığını ilân eden ırkçı Rodezya'nın, deni­ ze çıkışı ancak Güney Afrika demiryolları vasıtasiyle mümkün olabil­ mektedir. B u duruma bakılırsa, Afrika'daki ideolojik mücadelelerin, bundan böyle Afrika devletleri tarafından sürdürüleceği kanısı uyanmaktadır. Ancak, Güney Afrika ile Rodezyadaki gelişmelerin iki büyük devletin karşı karşıya açık bir şekilde gelmesine sebep olup olmayacağını zaman gösterecektir. Şimdiki halde beyaz azınlık hükümetinden siyah çoğunluk idaresine çatışmalara yol açmadan nasıl intikâl edilebileceği konusu, başta büyük devletler olmak üzere, Batı dünyasını işga l eden sorunlar­ dan birini teşkil etmektedir. Amerika'nın çok uluslu şirketlerince yürütülen ekonomik ekspansiyon siyasetinde rüşvet gibi ahlâkî olmayan yollara başvurulması v e hat­ ta bu mekanizmanın politik amaçlar için dahi kullanılması, CİA müda­ halelerinin de açığa çıkmasiyle bir kat daha önem kazanmış v e Amerika­ nın itibarını bir hayli sarsmıştır. O A S Amerika Devletleri Örgütü içinde de Amerika'nın eski etkinliğini kaybettiği görülmektedir. Venezüelâ'da, Panama'da, Amerika çeşitli ters tepkilerle karşılaşmaktadır. Birleşmiş Milletlerde de Amerika nüfuzunu oldukça yitirmiştir. Batı demokrasile­ ri bile bazı konularda açıkça Amerika'nın yanında yer almaktan çekin­ mektedirler ve hatta aleyhte oy kullanmaktadırlar. Amerika'nın Birleş­ miş Milletler delegesi Moynihan'm istifasına yol açan oylamalar, Ameri­ ka'nın Birleşmiş Milletler ile ilişkilerinin geşveşemesi sonucunu doğur­ muştur. Birinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan Cumhurbaşkanların­ dan Hoover'in isteği ile kurulmuş bulunan Milletler Cemiyetinden de ilk çıkan Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasın­ da kurulan ve Roosevelt'in isteğini yansıtan Birleşmiş Milletlerden de ilk çıkma tehdidi Amerika'dan gelmiştir. Bütün b u gelişmeler, Amerika'nın dünya politikasında, Rusya ile ye­ niden bir anlaşma yolunu tercih etmesi sonucunu doğurabilir. Bu politi­ ka, dünyanın, nüfuz bölgeleri şeklinde iki süper devlet tarafından bölü­ şülmesi olabilir. Sonnenfeldt doktrini ile bilinen görüşler böyle bir poli­ tikanın ifadesi olabilir. 1972 yılında Başkan Nixon ile Brejnev arasında­ ki Vladivostok zirvesinde varılan gizli anlaşmalar, Yalta ve Potsdam'm bîr uzantısı olarak yorumlanabilir. Rusyanm, ekonomik gelişmesini hız­ landırdığı sürece yeni nüfuz alanları araması doğaldır. Bu nüfuz alanı Doğu Avrupa ülkeleri ile smırlandırılabilecek midir? Yoksa Rusya, bu­ gün Amerika'nın nüfuzu altındaki bölgelere de el atmağa kalkışacak mı- dır? Şimdilik, dengeli bir nüfuz alanı politikasının taraflarca benimsen­ diği görülmektedir. Amerika'nın Batı Avrupa ve Nato ülkeleri üzerindeki etkinliğini kaybetmeğe niyeti yoktur ve bu husus, Amerika tarafından açıkça ifa­ de edilmektedir. Ancak, Fransa, Portekiz ve İtalya başta olmak üzere ko­ münist partilerinin seçimle iş başına gelmeleri veya diğer sol partilerle ortak hükümet kurmaları halinde ne olacaktır? Böyle bir ihtimale A m e ­ rika şimdilik, ilişkilerini gözden geçirmek, Nato'yu yeniden organize et­ mek ve bazı ülkelere ekonomik yardımı kesmek suretiyle müdahale et­ mekle cevap vermektedir. Kissinger'in, Batı Avrupalı seçmenlerin istediği partiye oy vermekte serbest olduğunu, ancak Hükümetinde komünist partilerin yer aldığı ül­ kelerle ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacağı yolundaki sözleri, CİA'nın gizli faaliyetleri, hükümet darbelerine iştiraki, siyasî rüşvetlerin su yüzüne çıktığı bir sırada dünya kamu oyunda olumsuz so­ nuçlar doğurmuştur. Bu olaylar, Amerika'nın demokratik ülkelerdeki ar­ zu edilmeyen politik gelişmelere çeşitli yollardan müdahale ettiği kanı­ sını uyandırmaktadır. Böyle bir kanının yaygınlaşmasının ise. Amerikan dış politikasına olumsuz etkileri olacağı söylenebilir. Bu noktada Sonnenfeldt doktrini yeniden manâ kazanmaktadır. ÎI — Dünya Ekonomisinde Son Gelişmeler : 1975 yılında dünya ekonomisinin karşılaştığı sorunlar genellikle, İ974 yılından devralman sorunlar olmakla beraber, bunların çözümlen­ mesi bakımından 1975 yılında önemli mesafeler kaydedilmiştir. 1976 yı­ lının ilk aylarındaki gelişmeler ise, bazı sorunların önemini kaybedece­ ğini, bazılarının ise, etkileri azalmakla beraber, devam edeceğini göster­ mektedir. 1) Ekonomik Durgunluk ve Resesyon Sorunu : Son 10 yıl zarfında dünya ekonomilerinde meydana gelen hızlı geliş­ me, 1973 sonlarında petrol fiyatlarına yapılan olağanüstü zamların da eklenmesiyle, 1974'de yerini ekonomik bir durgunluğa ve hatta resesyona bırakmış ve millî ekonomiler, bu durgunluğun giderilmesi amacı ile bir takım klâsik antiresesyonist tedbirlere başvurmuşlardı. Şurasını belirtmek lâzımdır ki, yüksek oranda bir işsizlikle müterafık olarak, enflâsyonist fiyat artışları ile temayüz eden 1975 senesi, kapitalist batı ül­ kelerinin 1930 ekonomik bunalımından bu yana yaşanılan en ağır ekono­ mik durgunluğu olarak nitelendirilmektedir. 1974—1975 döneminin karak­ teristik vasfı, tam istihdamın belirtisi olarak kabul edilen enflâsyon ile birlikte yüksek oranda bir işsizliğin mevcut olmasıdır. 20. Yüzyılın son çeyreğinin başladığı bir yılda, hür teşebbüs sistemi­ ne dayanan kapitalist ekonomik rejimin, 1930'dan bu yana en ciddî güç- İlikler ve tehlikelerle karşılaştığına şüphe yoktur. Dünya çapındaki enf­ lâsyon, işsizlik ve enerji sorunu, gayrısafî millî hasılalardaki düşüş, Batı dünyasındaki durgunluğa mukabil, komünist bloktaki bazı siyasî kazanç­ lar, kapitalizm ve hür teşebbüs sisteminin karşılaştığı yeni bazı sorunla­ rın asıl kaynağını teşkil etmektedir. Hür teşebbüs ve demokratik rejim altında yaşamak ve ekonomik gelişmelerini sürdürmek isteyen ülkeler başta bizzat gelişmiş ve tradisyonel hür teşebbüs sisteminin kalelerini teşkil eden ülkeler olmak üzere, ortaya çıkan yeni sorunlara ciddî çö­ zümler bulmak zorundadır. İşte bu sorunlardır ki, Sovyet Komünist Partisi genel sekreteri Leo­ nid Brejnev'i, Partinin 25. Kongresinde «kapitalizmi geleceği olmayan bir toplum» olarak nitelemesine fırsat vermiştir. İşin garip tarafı bu kö­ tümser görüşler, hür teşebbüs sisteminin şampiyonu durumundaki A m e ­ rika Birleşik devletlerinde, iş sahasında isim yapmış kimseler tarafın­ dan da paylaşılmaktadır. Bunlara göre, önümüzdeki 25 yılda hür teşeb­ büs sistemi zor günlerle karşılaşacak, gerek Amerika'da, gerek diğer ül­ kelerde devletlerin ekonomiye müdahaleleri çok daha belirgin hâle ge­ lecektir; bununla beraber, hür teşebbüs sistemi, güçlükleri yenerek ya­ ratıcılık vasfını sürdürecek, devletin, ekonomi dışı mülâhazalarla yapa­ cakları müdahaleler sonunda ortaya çıkacak olan kamu iktisadî kuruluş­ larının yetersizliğini ve bu kuruluşlara olan ekonomik üstünlüklerini is­ pat edeceklerdir. Gerçekten İşçi Partisi hükümetleri devrelerinde bir kısım sanayii miUîleştiren İngiltere'de, sosyal mülâhazalarla yapılan devlet müdaha­ lesinin, bizzat işçilerin aleyhine olduğu işçi sendikaları tarafından açık­ ça ifade edilmektedir. Grev ve sair baskı yolları ile elde ettikleri sos­ yal hakların aslında aleyhlerine olduğunu kavrayan İngiliz İşçi Sendika­ ları, eskiden olduğu gibi temel sanayiin millileştirilmesi isteklerini bir tarafa bırakmaya başlamıştır. Hür ve özel teşebbüse dayanan ekonomik sistemlerin, bunalımlar­ dan, ağır v e zahmetli de olsa çıkarak yeniden refah ve kalkınma vetiresi­ nin işlemesini sağlaması, sistemin hayatiyetine bir örnek olarak göste­ rilmektedir. Antienflâsyonist politikalarla birlikte antirresesyonist ted­ birlerin mahiyeti ve hacmi üzerinde yapmış olduğumuz tahliller, hür te­ şebbüs ekonomisinin, 1930 yıllarında olduğu kadar depresyonla mücade­ lede kullanılan klâsik tedbirlere aynı ölçü ve hassasiyetle cevap verme­ diğini göstermektedir. Kısaca belirtmek istenirse, refah seviyesi arttık­ ça, resesyon v e işsizlikle mücadele tedbirlerinin «maliyeti» artmakta v e aynı sonuca, daha büyük gayret sarfetmek suretiyle erişmek mümkün ol­ maktadır. Bu vakıaya bakarak, hür teşebbüs sisteminin etkinliğini kay­ bettiğini ileri sürmek şüphesiz büyük hata olacaktır. Ekonominin en bü­ yük kurallarından biri olan azalan randıman kanunu bu alanda da hük­ münü icra etmektedir. Esasen zengin ve müreffeh bir toplumda, tüketiıtı harcamalarını, klâsik bütçe açıkları ve devletin altyapı yatırımlarının artırılması gibi tedbirlerle artırmak eskisi kadar kolay olmamaktadır. Serbest teşebbüs sisteminin önümüzdeki yıllarda artan ölçüde güçlük­ lerle ve dolayisiyle devlet müdahelesi ile karşılaşacağını ileri sürenler her ikisi arasında uygun bir denge sağlanması lüzumuna değinmektedirler. Kontrolsuz ve başı boş bir serbest teşebbüs sisteminin, aşırı bencilliği ile kendi kendisini tahrip etmesi nasıl kabul edilemiyecek bir husus ise, devletin bütün ekonomik hayatı uhdesine veya kontrolüne alarak hürriyeti ve ekonomik etkinliği ortadan kaldırmasına müsaade etmemek lazımdır. Gelişmiş ekonomilerde işsizlik, gelişmemiş olanlarda ise açlık ve sefalet ile birlikte kütlevi işsizlik iki harp arasındaki dönemde de örnekleri görül­ düğü gibi diktatörlüklere yol açan otoriteler idarelere zemin hazırlayan ekonomik hastalıklardır. Devletin bu hastalıkları tedavi ederken, hür te­ şebbüs sistemini zedelemeden ve sistemin ekonomik müessidiyetini tahrip etmeden işsizlik ve sefaleti ortadan kaldıracak ilaçları kullanması gerek­ lidir. Şüphesiz, hür teşebbüse dayanan batı dünyası, 20. Yüzyılın sonlarına doğru yeni ve oldukça çetin problemlerle karşılaşacaktır. Ancak, inancı­ mız, sistemin bu sorunları çözecek güce de sahip olduğu ve bunların üste­ sinden geleceği merkezindedir. Bu kötümser görüşler, daha ziyade işsiz sayısında görülen inatçı artıslara dayanmaktadır. Bütün gayretlere rağmen işsiz sayısının istenilen ölçüde gerilememesi, antiresesyonist tetbirlerin etkisini kaybettiği iddia­ larına zemin kazandırmaktadır. Gerçekten batı ülkeleri ekonomileri, antiresesyonist tedbirlere duyar­ lılığını kaybetmiş midir? Rakamlara bakılacak olursa ilk bakışta böyle bir sonuca varmak mümkün görünmektedir. Ekonomik durgunluk v e işsizlikle mücadele amacıyla, Amerikan Fe­ deral bütçesinde yapılan masraf artırımları sonucu, bütçe 1974-1975 mali yılında 77 milyar dolarlık açık vermiştir. Bu, Amerikan mâli tarihinde kaydedilen en büyük bütçe açığıdır.Mahalli idareler ve sigorta müessese­ lerinin de yaptığı munzam tazminat ödemeleri hesaba katılacak olursa ekonomik durgunluk v e işsizliği yenmek amacı ile Amerika'da devlet har­ camalarının 100 milyar dolara yaklaştığı sonucuna varılabilir. Ekonomiyi canlandırmak için başvurulan bu muazzam açığa rağmen, işsiz sayısında önemli bir azalma olmamış, işsizlik oranı geçen Mayıstaki en yüksek ra­ kam olan % 8,9'dan Mart 1976 ayında ancak % 7,6'ya düşürülebilmiştir. Enslâsyon hızının % 6*nın altına indirilebilmesi karşısında, işsizliği mas­ setmek maksadiyle uygulanmakta olan Deficit Spending (açık bütçe) ve Pump priming politikalarında bir itidale gidilmiştir. Federal bütçe harca­ malarının geçen seneki seviyesinde devam etmesi halinde bu sefer, enflâsyonist baskıların yeniden şiddet kazanmasından endişe edilmektedir. Bütün bu mülâhazalarla 1976-77 bütçe döneminde bütçe açığının Ford idaresince 44,6 milyara indirilmesi öngörülmektedir. Bu suretle iş­ sizliğin azaltılması hedefi ile enflâsyonun kontrol altına alınması gayesi birlikte yürütülmek istenmektedir. Ancak, 1976 kasımında Amerika'da Başbakanlık seçimlerinin yapılacağı unutulmamalıdır. Bu seçimler sonun- da Başkanlığa kimin geleceği sorusunun cevabını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Hatırlanacağı gibi Cumhuriyetçi Partiden olan Başkan Ford ile De­ mokratik partinin çoğunluğu elde bulundurduğu Kongre arasında, işsiz­ lik konusunda önemli görüş aynlıkları vardır. Demokrat parti çoğunlu­ ğunun hâkim bulunduğu Kongre için işsizliğin önlenmesi, enflâsyonun kontrol altına alınmasından önce gelen bir sorundur ve kongre işsizliğin azaltılması maksadiyle bütçe harcamalarının artırılmasını istemektedir, dir. Kongrede Demokrat parti üyeleri, Başkan Ford'un 1977 yüı bütçesi için teklif ettiği 394 milyar dolarlık bütçeyi yeterli bulmamışlar, Federal harcamaların 24 milyar daha artırılması gerektiğini, ancak bu suretle 1976 yılında bir ekonomik canlanmanın temin edilebileceğini ileri sürmüşler­ dir. Bütçe harcamalarını artırmadan 1976 yılında resesyonu yenmeye imkân olmadığını belirten bazı Kongre üyeleri, bu bütçe ile ekonomik can lanmamn ancak 1977'de düşünülebileceğini iddia etmişlerdir. Ekonomik durgunluğun önlenmesi amacıyla alınmış olan bütün tedbirlere rağmen, gerek Amerika'da, gerek Batı Almanya'da, canlanma­ nın beklenen düzeyde ve sürede gercekleşmemesinin asıl nedeni bizce, ekonomilerin refah devleti düzeyine erişmiş olması ve ferdî gelirlerde sağlanan artışın, tüketim harcamalarına aynı oranda in'ikâs etmemesi­ dir. Gerçekten hayat seviyesinin çok yüksek bulunduğu ülkelerde gelir artışları, derhal istihlâk harcamaları haline dönüşmemektedir. Bu ülke­ lerdeki müstehlikin, artan geliri ile daha fazla dayanıklı tüketim malı talep etmesi ve tüketimini genişletmesi mümkün bulunmamaktadır. İşsiz­ liğin 1,5 milyona eriştiği ingiltere'de de durum aynıdır. Klâsik anti-resesyonist tedbirlerin beklenilen ölçüde etkin olmama­ sı karşısında, iktisâden son derece gelişmiş ülkelerde işsizlikle birlikte ekonomik kalkınmaya katlanma gereği ileri sürülmektdir. Bu suretle, iş­ sizlik, refah devleti olmanın bir bedeli olarak kabul edilmektedir. Yine bu görüşe göre, ekonomik istikrar ve mutedil bir ölçüde enflâsyon hızı ile birlikte tam istihdam seviyesine erişmek kısa süre içinde mümkün gö­ rülmemektedir. Belki de bu gelişmeyi daha uzun bir süre ve vetire içinde düşünmek gerekecektir. 2) Bat ı Ülkelerind e işsizli k Sorun u : Batı ülkelerde daha geç başlamak üzere, batı ülkelerinde 1974 - 75 resesyonunun sebep olduğu işsizlik artışı, 1975 yılının sonlarından itiba­ ren durmuş ve tedricen gerilemeye başlamıştır. Amerika Birleşik Devletlerinde işsizlik oranı Mayıs 1975'te en yük­ sek seviye olan % 8,9'a eriştikten sonra giderek gerilemeye başlamış ve bu azalma 1976 yılının ilk 3 ayında daha da belirli olmuştur. Ekonomik Danışma Kurulu Başkanı Greenspan'a göre, işsizlik oram 1976 boyunca azalmasına devam ederek sene sonuna doğru % 7'nin altına inecektir. Batı ihtiyatlı tahminciler ve iktisatçılar, işsiz sayısındaki bu azalmanın oldukça iyimser olduğunu, istihdamda beklenen düzelmenin bu sür'atte gerçekleşmeyeceğini ileri sürmektedirler. Ancak, Amerikan ekonomisinde mart ve özellikle nisan 1976'dan itibaren meydana gelen gelişmeler, ekonomik canlanmanın tahminlerin üstünde bir ölçüde ve beklenenden daha önce tahakkuk edeceğini ortaya koymaktadır. Rakamlar, işsiz sayısında önemli ölçüde bir azalmanın mey­ dana gelebileceğini beirtmektedir. Bu sebeple sene sonuna doğru işsiz oranının '% 7'nin altına düşmesi ihtimalleri kuvvet kazanmaktadır. Batı Almanya'da şubat ayı zarfında işsiz sayısında, geçen eylül ayın­ dan bu yana ilk defa olmak üzere, bir düşüş meydana gelmiştir. İşsiz sayısındaki bu azalma cüz'î olmakla beraber, aylardan beri ilk defa bir gerileme olması. Alman ekonomisinin de canlanma istikâmetine döndü­ ğünü kanıtlamaktadır. Nitekim Almanya'nın sınaî üretim indeksinde %3 oranında bir artış olduğu gibi. Aralık 1975 v e Ocak 1976 aylarında ihracat siparişlerinde de sırasiyle % 14 ve % 16 oranında bir artış meydana gel­ miştir. Bu olumlu gelişmelere rağmen yatırım harcamalarında yeterli bir artışın meydana gelmemesi karşısında, Alman ekonomisinde henüz tam bir canlanma olduğu söylenemez. Ancak hâlen % 5,9 oranında olan iş­ sizliğin, yıl içinde azalacağı söylenebilir. Diğer taraftan Alman ekonomisinde, kısa süreli çalışma düzeninin de yavaş yavaş terkedildiği ve tam süreli çalışma düzenine geçildiği görül­ mektedir. Bütün bu gelişmeleri ekonomik durgunluğun atlatılmış oldu­ ğu manâsına almak mümkündür. 1975 yılında Japonya'daki işsiz sayısı devamlı artmış ve bu eğilim 1976 y ı m m ilk aylarında da devam etmiştir. Şubat 1976 sonunda Japon­ ya'daki işsiz sayısı 1,24 milyona ulaşmıştır. ingiltere'de Mart 1976'da 1,3 milyon olan işsiz sayısının tedricen ar­ tarak 1,5 milyona erişeceği tahmin olunmaktadır. Yapılan tahminlere gö­ re, İngiliz ekonomisinde beklenen gelişmeler olsa bile işsiz sayısının yük­ sek bir düzeyde seyretmesi önlenemiyecektir. Hâlen % 5,3 olan işsizlik oranının % 6,5'a kadar yükseleceği sanılmaktadır. Fransa'da hâlen 1 milyonun biraz üzerinde olan işsiz sayısının yıl içersinde 1,2 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Hükümetin ekono­ miyi canlandırmak amacıyla almış olduğu bir seri tedbir sonucu 1975 sonunda ve 1976 başlarında Fransız ekonomisinde ortaya çıkan canlanma belirtilerinin devamlı ve sağlam bir kalkınmaya delâlet edip etmediği konusunda çeşitli görüşler vardır. 1975 yılında gayrı safî millî hasılada meydana gelen % 2 oranındaki bir azalmadan sonra, 1976 yılında ihtiyath tahminlere göre '% 3, biraz iyimser resmî tahminlere göre ise '% 4,5 ola­ rak kabul edilen ekonomik büyüme hızı gerçekleşse bile, istihdam soru­ nunda ciddî bir düzelmenin meydana gelmiyeceği iddia edilmektedir. En iyimser tahminlere dayanan % 4,5'luk bir büyüme hızı, Fransa'da işsiz­ liği massetmeğe yeterli olmayacaktır. İtalya'da işsiz sayısı 1,2 milyona yaklaşmıştır. İtaiyâ'daki siyasî istik- rarsızlık ve sosyal kargaşalıkların, İtalyan ekonomisinde ciddî bir düzel­ meyi önleyeceği muhakkaktır. Son zamanlarda italyan liretinin borsalar­ da kıymet kaybetmesi ve sermaye kaçışının hızlanması, italya'nın ekono­ mik durumunda düzelme şöyle dursun, yeni sorunların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Öyle ki, birçok İtalyan iş adamı ve sermaye sahibi ülkeyi terketmeğe çalışmakta ve Kanada, Venezuela, Brezilya gibi kuzey v e gü­ ney Amerika ülkelerine hicret etmek istemektedir. Bu sermaye kaçışı, ül­ kede siyasî istikrarın sağlanmaması halinde artan bir ölçüde devam ede­ cek ve ekonomik gelişmeyi olumsuz yönde etkileyecektir; Bir bütün olarak ele alındığı takdirde Avrupa Ekonomik Topluluğu­ nun 9 üyesinde işsiz sayısında şubat 1976'da bir azalma görülmüştür. Se­ nenin ilk ayındaki rakam 5,7 milyon olduğu halde Şubatta bu miktar 5,57 milyona düşmüştür. 1974 yılındaki toplam işsiz sayısı ise 4,35 milyondu. A.E.T. Komisyonu çevrelerinden verilen haberlere göre, Topluluğa da­ hil 9 ülkeden 6'sında işsiz sayısında, bir miktar azalma görülmüş buna mu­ kabil Hollanda ve irlanda'da cüz'î bir artış meydana gelmiş, Batı Alman­ ya'da ise değişmemiştir. işsizlikle yakın ilişkisi dolayisiyle belli başlı ülkelerdeki ekonomik bü­ yüme hızlarının incelenmesi de zorunluluk arzetmektedir. 3) Bat ı Ülkelerindek i Ekonomi k Büyüm e Hızlar ı : OECD Teşkilâtına dahil 24 ülkede 1976 yılında gelişme hızının orta­ lama % 4 olacağı tahmin edilmektedir. 1974 ve 1975 yıllarında ekonomik büyüme hızının tamamiyle durduğu ve hatta bir azalmanın meydana gel­ diği hatırlanacak olursa 1976 için öngörülen % 4 l ü k ortalama gelişme hı­ zını yeterli bulmak mümkün değildir. Ancak buna rağmen, gayrı safî millî hasıladaki bu artışlar mevcut işsizliği bir ölçüde hafifletebilecektir. Batı Almanya'da, ekonomik canlanma gittikçe belirgin hâle gelmekte­ dir. Bu sebeple 1976 yılında gayrı safî millî hasılada reel olarak % 5,5 ora­ nında bir artışın meydana geleceği tahmin edilmektedir, 1976 martında işsizlik oranı % 5,9 dan % 5,2'ye düşmüştür. Kısa süreli çalışan işçi sayı­ sında azalmalar olduğu gibi, işsizlik ve ekonomik durgunluk sonucu ülke­ lerine dönen yabancı işçi sayısında da bir azalma görülmektedir. Tahmin edildiği gibi % 5,5 oranında reel bir gelişme hızı sağlanabilirse, işsizlik so­ rununun bir dereceye kadar ortadan kalkacağı söylenebilir. Bu suretle Batı Almanya, harp sonrasının en ağır ve uzun süreli depresyonunu atlatmış gibi görünmektedir. 1975 yılında Japonya'nın gayrı safî millî hasılasında reel olarak % 2 oranında bir artış meydana gelmişken 1976 yılı için öngörülen gelişme hızı •% 5 civarındadır. Japon ekonomisinin 1977 yılından itibaren 1980'e kadar ortalama % 6 oranında bir büyüme hızı gerçekleştirmesi beklenmektedir. Bu gelişme sonucu hâlen % 1,9 olan işsizlik oranı, önümüzdeki senelerde % 1,2'ye düşmüş olacaktır. Öngörülen gelişme hızı sağlanabildiği takdirde Japonya'nın, sabit fiyatlarla, gayrı safî millî hasılası 650 milyar dolardan 860 milyar dolara yükselmiş olacaktır. Kanada'da gayrı safî millî hasıla artışının 1976 yılında % 4,5 civarında olacağı, ekonomideki canlanmaya paralel olarak 1977 yılından itibaren da­ ha büyük oranda bir büyüme hızı sağlanabileceği tahmin edilmektedir. İsviçre'de G S M H artışının bu yıl % 1,3 olacağı sanılmaktadır. İsviçre ekonomisinin ihracata bağlı oluşu gözönüne alınırsa, ihracattaki gelişme ile birlikte iç talebin seyri, İsviçre ekonomisinin gelişme hızını tayin eden faktörler olacaktır. Özellikle son derece durgun olan inşaat sektöründe kuvvetli İDİ r canlanmanın sonucu olarak iç talepte yeterli bir gelişme or­ taya çıkarsa, ekonomik durgunluk da kısmen atlatılmış olacaktır. Siyasal olayların geniş etkisi altında kalan İtalya'da % 1 oranındaki Dir gelişme dahi büyük bir başarı olarak kabul edilmelidir. Siyasal istik­ rarsızlık ve sosyal sorunlar nedeniyle İtalyan ekonomisinin sağlam bir ge­ lişme temposuna girmesi mümkün görülmemektedir. Belçika, ekonomik resesyondan kurtulma bakımından henüz ciddî be­ lirtiler göstermemektedir. Hollanda için tahmin edilen % 3,5'luk büyüme hızı, halihazır şartlar ve muhtemel gelişmeleri nazarı itibare alınırsa, ol­ dukça iyimser bir rakam gibi gözükmektedir. Tahmin güçlükleri ve son siyasal gelişmeler nedeniyle İspanya için öngörülen % 1 ilâ 2 oranındaki artış hızının gerçekleşip gerçekleşmiyeceği belli değildir. General Frankonun ölümünden bu yana henüz 3-4 ay gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, İspanya'da başlayan siyasî çekiş­ meler ve sosyal kargaşalıklar, daha şimdiden ekonomik durum üzerinde olumsuz etkiler yaratabilecek boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Fransa için evvelce yapılan tahminler gelişme hızını % 4,7 olarak be­ lirttiği halde, son duruma göre nisbeti % 3,5'a indirmek gerekmektedir. Depresyonun başlamasında öncülük eden Amerika, ekonomik dur­ gunluktan çıkan ülke olarak da başta gelmektedir. 1976 ytlmda Amerikan ekonomisinde % 6,5 oranında bir büyüme sağlanması beklenmektedir. Hat­ ta Maliye Bakanı Simon, büyüme hızının % 7'den az olmayacağını ileri sürmektedir. 4) Düny a Ticaretindek i So n Gelişmele r : 1974-75 dönemindeki ekonomik durgunluk ve resesyon, kendisini dün­ ya ticaretinde de hissettirmiştir. Ekonomik durgunluk ve işsizlik, bir çok ülkede kısıtlayıcı dış ticaret usullerine başvurulması sonucunu yaratmış­ tır. Amerika Birleşik Devletleri, çelik ithalâtına tahditler koymuş, ayak­ kabı ithalâtını da kısıtlama yoluna girmiştir. Japonya'nın elektronik mal­ zeme ve bilhassa renkli televizyon cihazı ihracında Amerikan piyasasında elde ettiği başarılar, ithalâtı tahdit isteklerine güç kazandıracak boyutlara erişmiştir. 1975 yılında gelişmiş batı ülkelerinin ihracat hacminde % 7 ora- nında bir daralma meydana geldiği halde 1976 yılmda bu ülkelerin ihracatmda % 7, oranmda bir artış olacağı tahmin edilmektedir. İthalâtta ise, geçen yılın % 8 oranındaki azalmasına karşılık bu yıl % 6,5 bir artış beklenmektedir. Ekonomik durgunluk ve işsizliğin sebep olduğu kısıtlayıcı dış ticaret politikasının devam etmesine ve bu politikada radikal bir değişiklik yapıl­ masını gerektiren şartlar dünya ekonomisinde henüz belirgin bir şekilde ortaya çıkmamış olmasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri, Cenevre'­ de çok taraflı tarife ve taviz müzakerelerinin cereyan ettiği G A T T nezdinde, nievcut gümrük tarifelerinde % 60 oranında indirim yapılmasını öner. mistir. Avrupa Ekonomik Topluluğu henüz taviz önerilerini hazırlamamıştır ve haziran ayından evvel hazırlaniasma da imkân bulunmamakta­ dır. Amerika'nın, tarım ürünleri de dahil olmak üzere, gümrük resimlerin­ de yeknesak olarak % 60 indirim yapılması teklifinin. Ortak Pazar ülke­ lerince kabul edilmesi ihtimali son derece zayıftır. Avrupa Ekonomik Top­ luluğu üyelerinin madde esasına göre, gümrük resimlerinde her nisbette indirim yapmayı uygun gördükleri söylenebilir. Bu suretle (yüksek nisbetlerde daha fazla olmak şartiyle) indirim oranı kendisi kadar olacaktır; yani % 50'lik oranda % 50 indirim, % 20 oranında % 20 nıdirim yapılması teklif edilecektir. Gelişmiş batı Avrupa ekonomileri 1975 yılında ve 1976 başında kapasi­ telerinin % 10 altında çalışmaktadır. Yapılan tahminler bu ülkelerde 197 6 yılında büyüme hızının % 3'den fazla olmayacağını göstermektedir. Hal­ buki bu oran 1960-1973 döneminde ortalama % 5'in üzerinde bulunmakta idi. Birleşmiş Miletler Avrupa Ekonomik Komisyonu yıllık raporunda, bu gelişme hızının sağlanabilmesi için munzam olarak bazı malî ve nakdî ted­ birlerin alınması lüzumuna işaret edilmektedir. Batı ekonomileri, ekonomik kalkınma ile resesyon arasındaki nazik bir denge seviyesinde bulunmaktadır. Bu sebeple, ekonomik canlanma emare­ lerinin yerini yeniden durgunluğa bırakması ve resesyonım uzaması teh­ likesi mevcut bulunmaktadır. Ekonomiyi canlandırma tedbirlerinin dozu­ nun kaçırılması halinde de, bu sefer enflâsyonun sürüp gitmesi sonucu do­ ğacaktır. Bu nedenle, ekonomik tedbirlerin dozunu ve zamanını iyi bir şekilde ayarlamak gerekmektedir. 1975 yılında, talebi ayakta tutmak amacıyla ya­ pılan bütçe harcamaları ve işsizlik yardımları, ekonomileri gelişme istikâ­ metine yöneltecek etkilerini göstermiş bulunmaktadır. Dünya ticaretindeki kısıtlamaları ortadan kaldırarak dış ticaret ilişki­ lerinin yeniden geliştirilmesini öngören ticaret görüşmelerinin - T o k y o Round'un devamı olarak Eylül 1976'da GATT'da yapılacak çok tarafh ta­ viz müzakereleri - hazırlıkları devam ededursun, kısaca bazı ülkelerin dış ticaret durumlarına değinmek istiyoruz. 1975 yılında 11,5 milyar dolarlık bir dış ticaret fazlası sağlayan Ame­ rika Birleşik Devletleri, bir taraftan da dış ticarette himayeci bir politi- kaya yönelme eğilimi içinde bulunmaktadır. 1973 yılındaki ham petrol fi­ yatlarındaki artış dolayisiyle petrol ithalâtı için ödenen meblâğ takriben 3 misli artarak 25 milyar dolara ulaşmıştır. Buna rağmen ihracat çok daha hızlı bir artış kaydederek, Amerika'nın bugüne kadar kaydedilen en yük­ sek ihracat fazlasını sağlamasını mümkün kılmıştır, ihracattaki artışın büyük kısmı, tarımsal maddeler, yüksek teknolojiyi geretiren sanayi ma­ mulleri olup, artışta en yüksek paya sahip bulunmaktadır. Ancak, derhal belirtelim ki, ihracat fazlası, Amerika'nın dış ticareti­ nin genişlemesinden değil, ithalâtının azalmasından meydana gelmiştir ve yine unutulmamalıdır ki, 1976 yılının mart ayından itibaren ithalât hac­ minde olağanüstü artışlar olmuş ve ihracat fazlası azalmıştır. Avrupa eko­ nomik topluluğunun Amerika'ya yapmakta olduğu takriben 5 milyar do­ larlık ihracatın yarısını otomobil ve 2 milyar dolarını da çelik ihracatı teş­ kil etmektedir. Her iki maddede de 1974 tarihli Ticaret Kanunu (Trade Act 1974) gereğince Amerikalı imalâtçılar Avrupa ülkeleri ile Japonya'­ nın haksız rekabetinden ve damping fiyatlarından şikâyet ederek Federal araştırma talep etmişlerdir. Bu yola en son olarak ta ayakkabı imâlcileri başvurmuş ve Avrupa rekabetinden kendilerinin korunmasını istemişler­ dir. Amerika'nın çelik ithalâtına koymuş olduğu kısıtlamalar, Avrupa ül­ kelerinde ve Japonya'da tepkilere yol açmıştır. Amerika'nın bir taraftan gümrük indirimleri için çok taraflı müzakelere gidilmesini isterken, öbür taraftan ithalâta tahditler getirmesinin, dünyada resesyondan mütevellit tahditçi politikaların devamına yol açması beklenebilir. 1975 yılında ihracatındaki % 10 azalmaya rağmen Batı Almanya aynı yılda 27,2 milyar Marklık bir ticaret fazlası vermiştir. Carî işlemlere ait diğer kalemlerle birlikte Almanya'nın 1975 yılı fazlası 9,5 milyar Mark ol­ maktadır. 1974 yılındaki rakamlar ise sırasiyle ticaret fazlası olarak 50,8 milyar Mark ve carî işlemler fazlası 24,8 milyar Mark olmuştu. 1975 yılı­ nın son aylarında Batı Almanya'nın ihracat ve ithalâtında % 8-9 oranında bir artış kaydedilmiştir. Toplam ihracata gelince 1975 yılı ihracat tutarı 221,6 milyar Mark, ithalât miktarı ise 184,4 milyar Mark olmuştur. Hiz­ metler bilânçosundaki 10,1 milyar Marklık açığa ilâveten sermaye trans­ ferlerinden doğan 17,6 milyar Marklık açık sonucu carî işlemler bilançosu 9,5 milyar marklık bir fazlalık vermektedir. Sermaye transferleri kalemi normal sermaye hareketlerini değil. Alman turistlerinin sene içinde dış ülkelerde yaptığı harcamalarla, Almanya'da çalışan işçilerin ülkelerine gönderdikleri paraları ifade etmektedir. Rusya'nın 1975 yılının ilk altı ayında dış ticaret açığının 2,32 milyar dolara ulaştığı haber verilmektedir, ithalâttaki olağanüstü artış sebebiyle, dış ticaret dengesinde meydana gelen açığın Comecon ülkelerinden ziyade batılı sanayileşmiş ülkeler ve üçüncü dünya ülkeleri ile olan ticaretin art­ mış olmasından ileri geldiği haber verilmektedir, ithalât artışında, özellikle batıdan ithâl edilen makine ve teçhizat malları ile kötü mahsûl dolayisiyle ithâl edilmek zorunda kalman hububatın rol oynadığı görülmektedir. A y - rica. Batı ekonomilerinde 1975 yılında hüküm süren ekonomik durgunlu­ ğun da Rusya'nın ihracatını olum.suz yönde etkilediği bilinmektedir. 1975 yılının ikinci yarısında temerküz eden hububat ve gıda maddeleri itha­ lâtı sebebiyle, bu ikinci yarıya ait dış ticaret açığının daha da büyük ola­ cağı tahmin edilmektedir. 5) Enflâsyo n Sorun u : 1975 yılından 1976'ya devredilen bir diğer sorun da enflâsyon ve fiyat artışları sorunudur. Hatırlanacağı üzere, bütün dünyada yüksek bir büyü­ m e hızı ile temayüz eden ekonomik gelişme sonucu dünya talebinin art­ ması ile birlikte ham maddelerde, üretim azlığının da eklenmesiyle tarım­ sal maddeler ve gıda maddeleri fiyatlarında meydana gelen hızlı artışlar, ekonomik durgunluğa rağmen, tamamiyle kontrol altına almamarpış ve ancak 1975 yılının ikinci yarısından sonra, fiyat artış temposu bir çok ül­ kede yavaşlamıştır. 1975 yılı sonlarında ve 1976 başlarında sağlanan bu sonuçların, fiyat artışlarını kontrol altına almak bakımından yeterli olup olmadığı henüz kesin değildir. 1971-73 fiyat konjonktürü nasıl genellikle tarım ürünleri îiyatlarımn etkisi altında kalmış ise 1976 yılı sonunda ve özelikle 1977 yılın­ da yeniden enflâsyonist baskıların ortaya çıkacağını ileri sürmek mümkün­ dür. Bu konuya sonradan yine dönmek üzere, kısaca 1975 yılındaki geliş­ meleri ve 1976'daki durumu tespit etmeye çalışalım. Enflâsyon hızı hakkında çeşitli ve farklı tahminler mevcut bulunmak­ tadır. Bâzı tahminlere göre 1975 yılında ortalama % 9,6 olan fiyat artış­ larının 1976 yılında %7-8 civarına ineceği ileri sürülmekle beraber, millet­ lerarası teşekküUerce yapılan tahminler, fiyat artışlarının 1976 yılında % 11 civarında olacağını göstermektedir. OECD ülkelerinde İ97B yılının ilk 4 ayındaki fiyat artış eğilimi aynı oranda devam ettiği takdirde, yıllık artış hızının % 8 olacağı söylenebilir. Bu tahminlere dayanak teşkil eden rakamlar, 1974 ve 1975 yıllarındaki fiyat artışlarında büyük payı olan gıda maddeleri fiyatlarında son aylarda çıkan yavaşlama eğilimini gösteren rakamlardır. Bilhassa Amerika'da 1976 nın ilk 3 ayında gıda maddeleri fiyatlarındaki artış, yıllık olarak '% e'yı aşmayacak bir enflâsyon hızına delâlet edecek kadar küçüktür. Ancak, ta­ rımsal rekolte hakkında son günlerde beliren endişeler, yılın ikinci yarı­ sında v e özellikle son aylarında yeniden kuvvetli artışlara sebebiyet vere­ cek derecede önem kazanmıştır. Ekonomik canlanma ile birlikte talep artışının da fiyatlarda bazı bas­ kılar yaratması gözden uzak bulundurulmamalıdır, 1975 yılında gelişmiş ülkelerde tüketici harcamaları % 1 oranında artmış olduğu halde, tahmin­ lere göre 1976'daki artış en az %3,5 olacaktır. Diğer taraftan sabit ser­ maye teşekkülünde ve yatırımlarda 1975 yılının % 7'lik azalmasına mu­ kabil 1976'da '% 6 oranında bir artış beklenmektedir. Tüketim ve yatırım harcamalarındaki bu artışlar, dünya talebinin ye- niden canlanmasına sebep olacak, dolayisiyle enflâsyonist baskılar arta­ caktır. Amerika Birleşik Devletlerindeki fiyat istikrarı, tüketici fiyatları indeksindeki gelişmelerle biraz daha tebarüz etmektedir. Gerçekten 1974 şu­ batı ile 1975 şubatı arasındaki bir yıllık dönemde fiyat indeksinde % 11,1 oranında bir artış olduğu halde, 1975 şubatı ile 1976 şubatı arasında % 6,3 nisbetinde fiyat artışları olmuştur. Bilhassa 1976 yılının şubat ayındaki indeks artışı % 0,1 gibi son derece düşük bir düzeyde olmuştur. Amerikandaki fiyat artış hızının 1976 yılının ilk 3 ayında önemli oran­ da yavaşlamış olmasına bakarak hemen aşırı bir iyimserliğe kapılmamak lâzımdır. Nisbî olarak fiyat istikrarı sağlanmış olmakla beraber, fiyat ar­ tışlarının hızlanmasına sebep olacak bazı potansiyel faktörler mevcut bu­ lunmaktadır. Sağlanan bu fiyat istikrarına rağmen, büyük ekonomik kriz­ den bu yana Amerikan ekonomisinin karşılaştığı en ağır resesyon iki yıl­ dır devam etmekte, üretim ve istihdamdaki düzelmelere rağmen, daha yüksek oranda bir işsizlik halâ hüküm sürmektedir. Geçeri yıl bol mahsûl idrak edilmesinin yarattığı fiyat gerilemeleri olmasa idi, 1975 yılındaki fiyat artış hızının yavaşlaması mümkün olma­ yacaktı. 1975 sonundan ve 1976 başından itibaren ekonomik durgunluğun yerini tedricen canlanmaya bırakması, üretim ve istihdamın artması, yeni bazı enflâsyonist baskılar yaratacak gelir artışlarına yol açacaktır. Diğer taraftan, ekonomik canlanma ile petrole olan talebin de yeniden artmağa başlaması, OPEC ülkelerini, yeniden ham petrol fiyatlarına zam yapmağa sevkedebilir. Amerika Birleşik Devletlerinde 1976 yılı başında ekonomik gösterge­ lerde meydana gelen ümit verici düzelmelere ilâveten Mart ayında enflâs­ yon hızının % 0,1 olmak suretiyle yaklaşık olarak yıllık % 2 oranında bir fiyat artış temayülü göstermesiyle belirlenen fiyat istikrarının devamlı olup olmayacağı, üzerinde durulması gereken bir konudur. Mart ayında perakende fiyatlar indeksinde meydana gelen cüz'î artışın asıl nedeni, gıda maddeleri fiyatlarındaki gerilemeler ile yakıt fiyatlarındaki düşmelerdir. Ancak, mevsim dolayisiyle meydana gelen bu fiyat hareketleri, önümüz­ deki aylarda yerini yeniden bir artışa terkedebilir. Son aylık rakamlar ne olursa olsun, Amerika'da enflâsyon hızının, tü­ ketici fiyatları düzeyinde %5-7 toptan eşya fiyatları düzeyinde ise .% 4 ilâ 6 civarında olacağı tahmin edilebilir. Her halükârda Amerika'da fiyat ar­ tış hızı % 5'in altına düşürülmüş olacaktır. Mart ayma ait enflâsyon ra­ kamını «Bahar şakası» olarak niteleyen bazı ekonomistler, yıllık enflâsyon hızında % 5'lik bir düzeyi normal mütalâa etmektedirler. Amerika Birleşik fiyatlarındaki, artışın % 11,6 olmuştur. Batı olmuştur. Japonya'da Devletlerinde, petrol fiyatlarıyla birlikte hububat da etkisiyle, 1973 yılında fiyat artışıJ% 12,6, 1974'de Almanya'da enflâsyon hızı 1973'de % 8, 1974'de '% 1 fiyat artış hızı her iki yılda da % 20'nin üzerinde olmuş, fiyat artışları İngiltere ve İtalya'da daha yüksek düzeyde seyret­ miştir. Fiyat artışları karşısında hükümetlerin izlediği politika, klâsik anti­ enflâsyonist tedbirleri almak olmuştur. Bunlar, talebi kısıcı vergicilik ted­ birleri, yüksek faiz hadleri ve devlet harcamalarında kısıntı şeklinde ol­ maktadır. Fakat b u tedbirlerin sonucu olarak Batı Almanya ve Japonya, harp sonrası dönemdeki en kötü ekonomik durgunluk içine girmiş, böylece, enf­ lâsyonla mücadele tedbirlerinin sosyal maliyeti, işsizlik artışı sebebiyle son derece ağır olmuştur. Bu sefer 1975 yılında işsizliğin hüküm sürdüğü ülkelerde, talebi can­ landıracak şekilde vergi indirimleri yapılmış, faiz hadleri düşürülmüş, devlet harcamaları artırılmış ve hatta Amerika gibi bazı ülkelerde açık bütçe politikası, harp yılarında dahi görülmemiş düzeylere erişmiştir. 1974-75 resesyonunun sonucu olarak Amerika Birleşik Devletlerinde işsiz­ lik oranı % 9,2'ye yükselmiş, sanayiin kapasite kulanma oranı ise % 75'e düşmüştür. 1976 yılında kauçuk ve otomobil sanayii başta olmak üzere çe­ şitli sanayi dallarında toplu sözleşmeler yapılacaktır. Bu ücret artırımla­ rının ne olacağı henüz bilinmemekle beraber, izlenen gelir kontrolü poli­ tikasında bazı gedikler açması ve 1976 başında % 7 olan enflâsyon hızında artışlara sebep olması muhtemeldir. İtalya'da 1976 yılında enflâsyon hızının '% 20'nin üzerinde olacaği tah­ min edilmektedir. Başbakan Moro'nun azınlık hükümeti, ekonomik buna­ lımı hafifletmek amacıyla oldukça sert gelir ve ücret kontroUarma gitmek istemektedir. Bununla beraber, ana sektörlerdeki toplu sözleşme görüşme­ lerinde ücret artırımlarına gidileceği de hemen hemen muhakkak gibidir. İtalya'da mahallî seçimlerde komünist partisinin sağladığı başarılar karşı­ sında azınlık hükümetinin ücret alanında sert kontrollara gitmesi beklen­ memelidir. Fransa'da 1975 yılında enflâsyon hızı ve fiyat artışları % 9,6 olmuş­ tur. 1974 yılındaki oran ise % 15,2 idi. Fransa'nın bu yılki ücret ve fiyat politikası fiyat artış hızını % 7,5 düzeyine indirmeyi amaçlamaktadır. Genelikle ileri batı ülkelerinde enflâsyon ve fiyat artışlarını kontroK^ altına almak amacıyla başvurulan tedbirler, ücret v e gelir kontroUarı şek­ linde kendisini göstermektedir. Hâlen İngiltere'de % 20,6 olan fiyat artış­ larının % 12 seviyesine indirilebilmesi için, ücretlerdeki artışı tahdit etme yoluna gidilmek istenmektedir, İngiltere Başbakanı Callaghan, işçilerden % 5'i aşan ücret artırım talebinde bulunmamalarını istemiştir. Ancak, baş­ ta maden işçileri olmak üzere işçi sendikaları bu nispeti son derece yeter­ siz bulmakta ve ücretlerin dondurulması teşebbüslerine karşı çıkmakta­ dırlar. Batı Almanya'da Hükümet, gayrı safî millî hasıladaki % 5,5'luk artışla birlikte, enflâsyon hızının % 5 civarında olması dolayısiyle ücret artirımlarmm % 3-5 oranı ile sınırlandırılmasını istemektedir. Alman ekonorriisi- nin halihazır durumu sebebiyle Almanya'da ücret artışlarının mutedil bir seviyede kalacağı anlaşılmaktadır. Ücret artırımlarının ekonomik denge üzerindeki baskısını hafifletmek maksadiyle bazı vergi indirimlerine başvurulmaktadır. Özellikle bazı istih­ lâk. vergileri ile satış vergilerinde yapılan indirimler sonucu fiyatlardaki düşüşler, ücret artırım taleplerini hafifletmek maksadiyle başvurulan ted­ birler arasındadır. Zaman zaman üzerinde durulan ve fiyat dalgalanmalarını önlemeyi amaçlayan bir diğer tedbir de, Devlet tarafından stok tesisi ve bu stokla­ rın piyasa ve fiyatların durumuna göre kulanılmasıdır. Stok tesisi suretiy­ le piyasaya ve fiyatlara müdahalenin sonucu, sübvansiyonlar ve Devlet bütçesinde açıklar ve Devletin ekonomiye artan bir şekilde müdahalesi olacaktır. Kaldı ki, bu kabil tedbirlerin etkinliği de tartışma götürür. Tür­ kiye'de de zaman zaman piyasa düzenleme stoklarının Devlet tarafından tesisi istenmiştir ve bu tedbire taraftar olanlar el'an mevcut bulunmakta­ dır. Ne sübvansiyonlar, ne de stok tesisi tedbirleri, enflâsyonun önlenmesi bakımından müessir bir tedbir teşkil etmiştir. Fiyat konusunda son sözü yine piyasa, arz ve talep kanunu söylemektedir. 1976 sonuna doğru fiyat istikrarının bozulacağını ve fiyatlarda 1977 başından itibaren yeniden kuvvetli artış temayüllerinin ortaya çıkacağını iddia edenler, tarım ürünleri fiyatlarındaki rekolte durumuna göre mey­ dana gelecek artışlara dayanmaktadırlar. Uzun süreli iklim şartlarım ve hava akım ve değişmelerini inceleyen ilim adamları, bu yılki mahsûlün ve gelecek mahsûl yılının kötü olacağını gösteren nedenlerin mevcudiyetini ileri sürmüşlerdir. Oldukça kötürhser olan bu tahminlere göre, Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya başta ol­ mak üzere bir çok üretici ülkede, tarımsal ürün rekoltesinin, normalin al­ tında olması beklenmelidir. Yıl başından bu yana iklim ve yağış şartlarında zaman zaman endişeyi mucip kuraklık tehlikesi olmuş ise de, mevsim ya­ ğışlarının kuraklık ihtimallerini kısmen giderdiği ileri sürülmektedir. An­ cak, yine uzmanlar, temmuz ve ağustos ayında beklenmedik bir kuraklıkla birlikte eylül ayından itibaren don tehlikesinin özellikle kuzey Amerika'da ortaya çıkacağını iddia etmektedirler. 10 ilâ 20 yıllık kuraklık devreleri na­ zariyesine ve istatistiklere bakanlar, dünyanın hâlen devam etmekte olan kuraklık dönemi içinde bulunduğunu söylemektedirler. Kuraklık kesin ol­ mamakla beraber bir çok meteorolog, iklim şartlarının kolaylıkla kuraklı­ ğa yol açacak kadar değişken ve kararsız bir manzara arzettiğini ileri sür­ mektedirler. Her 20 yılda bir meydana gelen kuraklık, bilhassa tek sayılı 10 sene­ lerin ortalarına rastlamaktadır. Nitekim 1934-36 da meydana gelen kurak­ lığı 1954-56'da ortaya çıkan kuraklık izlemiş ve nihayet 1970'lerin ortaları­ na doğru, tarımsal üretimi azaltan ciddî iklim şartları meydana gelmiştir. Meteroloji uzmanları, kuzey yarım küresinin son 10 sene zarfında aşırı şe­ kilde soğuduğunu, bu soğumanın başta Rusya olmak üzere, Amerika Bir- leşik Devletlerinin tarım ürünü kuşaklarını geniş ölçüde etkilediğini be­ lirtmektedirler. Amerika'da geçen yıl idrak edilen rekor mahsûlden sonra bu yılki mahsûlün, geçen yıldakinin altında olacağını ileri sürmektedir. Amerikalı uzmanlara göre kış ekimi buğday ve mısır mahsûlü, bu yıl nor­ malin altına inecektir. Fiyat yüksekliği yanında, iklim şartlarının da za­ manında ekim yapılmasına elverişli olmaması nedeniyle, Amerika'nın gü­ ney bölgelerinde pamuk ekimi azalacak ve yerini soya fasulyesi alacaktır. Kış buğdayı üretiminde bu yıl 250 milyon kilelik bir azalma olacağı, Orta Amerikanın geniş ovalarında buğday ziraatı yapan çiftçi teşekkülerince de kabul edilmektedir. Geçen yıl Rusya ile Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanmış uzun vadeli hububat satışı anlaşması 1 Ekim 1975 tarihinde yürürlüğe gir­ mişti. Petrol savaşı yanında buğday savaşı deyimine hak verdirecek şekil­ de, Rusya ile Amerika arasında yumuşamaya yol açtığı iddia edilen bu an­ laşma 5 yıl süre ile yürürlükte kalacak ve her yıl Rusya'ya Amerikadan 6 milyon ton hububat satın alma imkânı sağlayacaktır. Yine anlaşmanın bir maddesine göre, Rusya, Amerikan Hükümetinin tasvibi ile 6 milyonluk yıllık kontenjana 2 milyon ton daha ilâve edebilecektir. Kuzey iklim ku­ şağındaki soğuma nedeni ile Sovyet Rusya'da bu yıl hububat ürününün yine tatmin edici olmaktan uzak bir düzeyde gerçekleşeceği anlaşılmakta­ dır. Sovyet Rusya'nın yıllık ihtiyacının % 40'ını teşkil eden kış ekimi mah­ sûlün hemen hemen tamamen mahvolduğu söylenebilir. x\merika'daki ku­ raklık tehlikesinin büyük ölçüde ortadan kalkmış olmasına rağmen, kış ekiminin hiç olmazsa % 20'sine müessir olacağı sanılmaktadır. Eğer bu iddialar gerçekleşirse, dünya ekonomisinin, yeniden 1973 yı­ lında olduğu gibi tarımsal ürün azlığının sebep olduğu şiddetli fiyat artış­ larının başlatacağı, bir enflâsyonun etkisi altına girmesi ihtimalleri mev­ cuttur. Daha şimdiden ham maddelerde belirli bir fiyat artış eğilimi baş­ lamış bulunmaktadır. Bu artışar neticede mamul fiyatlarına yansıyacaktır. Eğer bu artışlara tarım sektöründen de kuvvetli artışlar eklenecek olursa, enflâsyonla mücadelede 1974 ve 1975 yılarında kaydedilen başarılar tehli­ keye girmiş olacaktır. C') Zirai üretim sorununu bir kaç kelime ile tamamlamak istiyoruz. Rusya'nın, buğday bakımından Amerika'ya tâbi duruma gelmesinin, dünya politikasında Amerika'ya bir ağırlık kazandırdığı ve Sovyet Rus­ ya'nın politikasını yumuşamaya sevkettiğini iddia edenler olmuştur. îddia aşırı olarak vasıflandırılsa bile, bir miktar gerçek payı da ihtiva etmekte­ dir. Rusya'nın, teknolojik alanda da Amerika'ya bağımlı hâle getirilmesi­ nin, her iki süper devlet arasında işbirliğini ve karşılıklı tahammülü zo­ runlu kıldığı, bu bağlılığın üçüncü bir dünya savaşını önleyecek en etkili tedbir olduğu da ileri sürülen görüşler arasındadır. Nitekim uzay araştır­ maları konusundaki bilgi alış-verişinden sonra, Rusya'nın geri bulunduğu i'^) So n zamanlard a heme n bütü n gelişmi ş ülkelerd e (Danimark a hariç ) kuv vetli fiya t artışlar ı görülmektedir . bir çok teknik alanda Amerikandan teknoloji ithâl etmesi, iki ülke arasmda açık bir çatışmayı önleyici bir unsur olabilir. Diğer taraftan, Rusya'nın bu mahsûl döneminde de büyük güçlüklerle karşılaşacağı, hububat v e diğer ziraî maddeler ithalâtını artırmaya mec­ bur kalacağı anlaşılmaktadır. Kuraklık daha şimdiden menfî sonuçlarını hissettirmeye başlamıştır. Bu sebeple, Rusya, 1976-77 döneminde Ameri­ ka'nın ve Kanada'nm buğday üretiminden yararlanmak zorunda bulun­ maktadır. 6) Enerj i Sorun u : Ham petrol fiyatlarına yapılan zamlardan ve bazı tüketici ülkelere uy­ gulanan -kısa bir süre için de olsa - ambargodan sonra, petrol tüketen ba­ tılı gelişmiş sanayi ülkelerinde ortaya bir enerji sorunu çıkmıştır. Tüketici ülkeler, soruna kısa vadeli çözümler ararken, uzun vadeli çö­ züm yolları üzerindeki çalışmalarını da yoğunlaştırmışlardır. Kısa sürede meydana gelen fiyat artışlarına karşı tüketici ülkelerin reaksiyonu, OPEC karteline karşı bir de tüketiciler karteli teşkil etme gi­ rişimleri olmuştur. Dünya enerji konferansı adı ile bilinen bu teşebbüsler, Enerji ajansı kurulması ile sonuçlanmış ise de başarılı olamamıştır. Tüketici ülkeler, petrole olan bağımlılıklarının muhtemel sonuçlarını görerek, OPEC ülkeleri ile sert çatışmalara girmekten kaçınmışlar, pazar­ lık gücü elde edene kadar, OPEC ülkelerinin fiyat politikalarını itidale seykedecek yolları aramışlardır. Ekonomik durgunluğun da eklenmesi ile petrol tüketiminde meydana gelen % 10 oranındaki daralma, petrol ihra­ catçısı ülkelerin döviz gelirlerinde başta İran olmak üzere, olumsuz tesirler meydana getirmiş, ihracatçı ülkeler, petrol dolarlarmdaki azalmayı gider­ mek amacıyla, geçen ekim ayından itibaren geçerli olmak üzere, fiyatta yeniden ;% 10 bir artırım yapınışlardır. Bu artırım ile birlikte petrol fiyat­ larının uzunca bir süre hiç olmazsa dokuz ay dondurulması yolundaki tü­ ketici ülkeler talepleri şimdilik gerçekleşmiş görünmektedir. Ancak, eko­ nomik durgunluğun sona ererek batı ekonomilerinde yeniden canlanmanın başladığı bu sıralarda petrol fiyatı konusu yeniden ortaya çıkacak uluslar­ arası bir sorun gibi görünmektedir. Nitekim, son yapılan tahminlere göre, Amerika Birleşik Devletlerinin ithâl ham petrolüne bağlılığının arttığı ve yeni bir ambargonun, ekonomisi için son derece yıkıcı sonuçlar doğura­ cağı anlaşılmaktadır. (^O Tüketici ülkeİGıîn, OPEC hâkimiyetinden kurtulmak için başvurduk­ ları uzun vadeli tedbirler arasında, üretimlerini ve arzı artıracak tedbirler önde gelmektedir. Ayrıca, enerji kaynağı olarak ham petrol yerine ikâme edilebilecek yeni enerji kaynakları üzerindeki araştırma ve çalışmalar hız­ la sürdürülmektedir. Deniz altı petrol yataklarının bulunup işletilmesi ko­ nusunda sağlanan başarılar, tüketici ülkelerin üretim ve arzı artırabilece­ ğini ortaya koymuş bulunmaktadır. Norveç sahilleri açıklarında. Kuzey denizinde ve Alaska'da bulunan yeni petrol yatakları oldukça kısa bir sü(*) OPEC'i n so n toplantısınd a fiyatı n yı l sonun a kada r dondurulmas ı karar laştırılmıştır. re sonra takriben 1985 yılma doğru gelişmiş ülkelerin petrol ihtiyaçlarının OPEC dışından karşılanması ümitlerini kuvvetlendirmektedir. Diğer taraftan, petrol yerine ikâme edilebilecek yakıtlar alanında 1975 yılında önemli bazı yeni buluşlar gerçekleştirilmiştir. Sovyet bilim adam­ larının katı hidrojen elde etmelerinden sonra, jet uçaklarında (hiç olmaz­ sa sivil havacıltk alanında) sıvı hidrojen kulanılması üzerinde Amerika Birleşik Devletlerinde yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Amerikalı bilim adamlarına göre 1990'a doğru normal jet uçaklarında sıvı hidrojen kulla­ nılabileceği belirtilmektedir. Hidrojen'in jet yakıtı olarak kullanılması ayrıca birçok teknik avantajlar sağlamaktadır. Bu sayede daha küçük m o ­ torlar kulanılabilecek, enerji tasarrufu sağlanacaktır. Zira Concorde uçak­ ları ile birlikte başlayan süpersonik uçaklar, fazla yakıt harcamaktadır. Sıvı hidrojenle çalışacak olan yeni jet motorlarında nisbı olarak daha az yakıt sarf edilecektir. Diğer taraftan, hidrojenin yakıt olarak kulanılması hava kirlenmesini de önemli ölçüde azaltacaktır. Yapılan hesaplara göre, 20. yüzyılın sonla­ rında gelişecek sivil havacılığın gerektirdiği yakıtı temin etmek esasen büyük bir sorun olacaktır. NASA, adı son günlerde bir çok rüşvet iddiala­ rına karışmış olan Lockheed Şirketine, sıvı hidrojen ile çalışacak uçak imâli görevini vermiştir. Uçak motorlarında sıvı hidrojen kulanılması ortaya teknik bir sorun çıkarmaktadır. Hidrojenin sıvı halinde muhafazası, ancak çok alçak ısı derecelerinde mümkün olabilmektedir. Bu nedenle uçak gövdelerinin, sıvı hidrojeni muhafaza ve depo edecek soğutma tesislerini yerleştirecek şekil­ de imâl edilmesi gerekmektedir. Bu ise gövdenin daha geniş olmasını zo­ runlu kılmaktadır. Linyit ve kömürden geniş çapta elde edilecek hidroje­ nin sıvılaştırılması, hava alanlarında depolanması ortaya yeni bir takım gider unsurları çıkaracaktır. Bütün bu maliyet yüksekliklerine rağmen, sıvı hidrojen'in petrol ya­ kıtına oranla yine de ekonomik olacağı anlaşılmaktadır. Bu proje gerçek­ leştiği takdirde, dünya ham petrol talebinde takriben % 17 oranında bir azalma olacağı tahmin edilmektedir. Diğer enerji kaynakları ve artırılacak üretim sonucu, OPEC ülkeleri­ nin hâlen ellerinde bulundurdukları tekelin kırılması umulabilir. Tüketici ülkelerde ham petrol üretimini ve araştırmaları teşvik amacıyla varil ba­ şına 7 dolarlık asgarî fiyat kabul edilmiştir. Bu suretle üretimi artırma çabalarının ekonomik açıdan verimli olması sağlanmak istenmektedir. Enerji sorunu konusundaki bu kısa açıklamalardan sonra 1975 yılında petrol ihracatçısı ülkelerde meydana gelen gelişmeleri de gözden geçirmek lâzımdır. 1975 yılında OPEC ülkelerinin yatırılabilir fonlarında meydana gelen azalmadan sonra 1976 yılında ( OPEC ülkelerinin gelirlerinde ve dolayısiy­ le yatırılabilir fonlarında bir artış meydana gelecektir. Petrol ihraç eden ülkelerin, ithalâtları v e diğer carî işlemler kalemleri için yaptıkları öde­ meler çıktıktan sonra yatırıma tahsis edebilecekleri fonların tutarı, petrol fiyatlarına yapılan aşırı zamlar sebebiyle 1974 yılında 59,3 milyon dolara yükselmiş, ekonomik bunalım ve tasarrufçu ve ikameci tedbirler dolayi­ siyle gelişmiş ülkelerin azalan petrol ithalâtları sebebiyle 1975 yılında 41,7 milyon dolara gerilemiştir. Batı ülkelerinde meydana gelen canlanma ile birlikte, OPEC ülkele­ rinin petrol gelirlerinde de bir artma beklenmektedir. 1976 yılında petrol ihracatçısı ülkelerin yatırıma tahsis edebilecekleri fonların 45 milyar do­ lara ulaşacağı tahmin edilmektedir; bu 45 milyar dolarlık yatırılabilir fon­ ların yarısından fazlası, takriben 24,3 milyarı, Suudî Arabistanm elinde olacak, bu ülkeyi 7,2 milyar dolarla Kuveyt izleyecektir. Birleşik Arap Emirliklerinin ise 4,8 milyar dolarlık bir fona sahip olacağı söylenebilir. Diğer OPEC üyelerinden Cezayir ve Ekvator'un, sermaye ihracı şöyle dursun, carî muameleler dengesini sağlamak amacıyla sermaye ithâli zo­ runda kalacağı anlaşılmaktadır. Diğer önemi bir petrol ihracatçısı olan İran'ın durumu ise, son derece dikkat çekicidir. İran'ın, 1974 yılındaki sermaye fonu 10,7 milyar dolar iken bu miktar 1975'de, yukarda belirtilen genel faktörlerin etkisi altında 4,5 miİ3''ar dolara düşmüştür. Başta askerî malzeme ve silâh satın alma­ ları olmak üzere İran'ın ithalât hacmini 8 milyar dolardan 17 milyar do­ lara yükseltmesi dolayisiyle, yatırılabilir fonların tutarı yeniden 2,7 mil­ yar dolara düşecektir. İran'ın petrol fiyatlarında yeni zamlar sağlamak amacıyla OPEC üyelerini zorlaması, bilhassa bu vakıadan ileri gelmektedir. OPEC ülkelerinin 1974'deki toplam döviz gelirleri 94,9 milyar dolar olmuştur. 1975'de bu rakam biraz artarak 98,4 milyar dolara yükselmiştir. Buna mukabil, petrol ihraç eden ülkelerin toplam ithalâtı 1974 yılında 36,3 milyar dolar iken hızla artarak 1975 yılında 56,1 milyar dolara yükselmiş^ böylece, yatırıma tahsis edilebilecek fonların miktarı önemli ölçüde azal­ mıştır. Bu rakamların da gösterdiği gibi, batılı gelişmiş sanayi ülkeleri, ham petrole ödedikleri yüksek fiyatları, ihracatlarını artırmak ve ihraç fi­ yatlarını yükseltmek suretiyle geri almışlardır. Petrodolarm bu durumu, sanayi ülkelerinde ekonomik durgunluğun daha da şiddet kazanmasına en­ gel olmuştur. 1976 yılında OPEC ülkelerinin petrol gelirlerinin 111,2 mil­ yar dolar olacağı tahmin edilmektedir. Bu artışta, dünya ekonomik duru­ munun düzelmesiyle talebin canlanması müessir olacaktır. Buna mukabil petrol ihraç eden ülkelerin ithalât hacimlerinde de bir miktar artış olması muhakkak olmakla beraber, bu ülkelerin yatırıma tahsis edebilecekleri fonlarda bir miktar artış meydana gelecektir. Amerika Birleşik Devletleri, 1975 yılında orta ve uzun vadeli yatırım olarak petrol dolarlarından 4,2 milyar dolarlık sermaye ithâl etmiştir. Diğer endirekt yatırımlar da hesaba katılırsa (özellikle İsviçreli ban­ kerlerin Arap ülkeleri namına yapmış oldukları esham ve tahvilât muba­ yaaları) Amerika Birleşik Devletlerinin 1975 yılında petrol fonlarından takriben 6 milyar dolara yaklaşan bir sermayeyi geri getirmeğe muvaffak olduğu söylenebilir. Amerika'nın Arapların elindeki petrol dolarlarının geri getirilmesinde (Recycling) en önemli bir diğer faktör de, bu ülkelere yaptığı silâh satış- larıdır. Bu suretle, Kaliforniya bölgesinde temerküz etmiş olan uçak ve silâh sanayiinin âtıl kalması önlendiği gibi, 9 milyar dolarlık bir petrol bedelinin bu yoldan Amerika'ya geri döndüğü görülmektedir. 1975 yılında Arap yatırım fonlarının takriben % 15'i Amerika'da es­ ham ve tahvilâta yatırılmış olmaktadır ki, toplamı 6,25 milyar dolardır. Halbuki 1974 yılında petrodolardan Amerika'da yatırıma tahsis edilenle­ rin miktarı 11,2 milyar dolar ve nisbeti % 19'dur. 1975 yılındaki azalma­ nın, bir dereceye kadar Amerika'daki faiz hadlerinin, diğer para piyasa­ larında carî olan oranlara nazaran yeteri kadar cazip olmaması nedeni­ ne bağlanabilir. 1974 yılının aksine, 1975 yılında Amerika'daki petrol dolarları yatı­ rımlarının 5,2 milyar dolarlık kısmı, esham ve tahvilâta, daha açık bir deyimle uzun vadeli yatırımlara tahsis edilmiştir. Halbuki 1974 yılında Amerikan sermaye piyasasına yatan 11 milyar dolarlık petrol gelirleri daha ziyade banka mevduatı ve kısa vadeli plasmanlar şeklinde olmuştu. 1975 yılında esham ve devlet tahvilleri olarak plase edilen miktar çıktık­ tan sonra geri kalan, takriben 750 milyon dolar gayrımenkule yatırılmış, ancak 300 milyon dolar, banka mevduatı şeklinde muhafaza edilmiştir. 1975 sonlarında ve 1976 başlarında, petrol dolarlarının uzun vadeli tah­ villere ve hisse senetlerine yatırılması cereyanı hızlanmış bulunmaktadır. Orta doğu ülkelerinin Amerika'da yapmakta oldukları bu yatırımların en büyük kısmının Suudî Arabistan ve K u v e y t tarafından yapıldığı muhak­ kaktır. Zira, İran'ın yatırıma elverişli petrol gelirlerinin çok azalmış ol­ ması dolayisiyle, petrol gelirlerinden hâlen yatırıma elverişli en yüksek miktara 21,4 milyar dolarla Suudî Arabistan ve 7,1 milyar dolarla K u ­ veyt sahip bulunmaktadır. Bu iki ülkeyi Birleşik Arap Emirlikleri ve di­ ğer emirlikler izlemektedir. Yatırımların vadesi bakımından bir inceleme yapıldığı takdirde, uzun vadeli yatırımlara Kuveytin daha fazla itibar et­ tiği görülmektedir. Sonuç olarak bu konuda bazı rakamları hatırlatmakla yetiniyoruz. 1973 yılının Kasım ayında yapılan aşırı petrol fiyatı zammı, etkilerini 1974 yılında, ihracatçı ülkeler gelirlerinde hissettirmiş ve bu yıl da, carî har­ camalar için gerekli miktar indirildikten sonra petrol ihracatçısı ülkelerin elinde yatırıma tahsis edebilecekleri 59,3 milyar dolar kalmıştır. 1975 yı­ lının sonunda yapılan yeni % 10 zamma rağmen, tüketimin ekonomik dur­ gunluk nedeniyle azalması sonucu, yatırılabilir fonlar tutarı 41,6 milyar dolara düşmüştür. 1976 yılında ekonomik canlanmanın sebep olacağı ta­ lep artışı ile birlikte, son zammın etkilerinin daha geniş bir şekilde his­ sedilmesi sonucu olarak ihracatçı ülkelerin yatırıma tahsis edebilecekleri miktarın takriben % 8 artarak 45 milyar dolara baliğ olacağı sanılmakta­ dır. Yapılan hesaplara göre petrol zamları sonucunda gelişmiş v e geliş­ mekte olan ülkelerin ödeme bilançolarında sebep olduğu açık tutarı 35 milyar dolara ulaşmaktadır. Bu miktarın 25 milyar doları gelişmiş ülke­ lere, 10 milyar doları da gelişmekte olan ülkelere ait bulunmaktadır. Dünya ekonomisine ayırdığımız bu bölümde son olarak dünya para ] \ ve ödemeler sisteminin durumuna ve para reformu çalışmalarma değin­ mek istiyoruz. 1971 Ağustos ortasmda, dünya para ve likidite sisteminin temelini teş­ kil eden, dolarm altma çevrilebilme kabiliyetinin kaldırılmasiyle, 1944 yılmdaki Bretton-Woods anlaşmaları ile meydana getirilmiş bulunan A l ­ tın döviz Standardı (Gold Exhange Standard) fiilen sona ermiş, sabit kambiyo kurları sistemi tedricen terkedilerek, dalgalı kurlar sistemine ge­ çilmiştir. Şüphesiz dalgalı kurlarda, paralar arasındaki dalgalanma sınır­ ları genişletilmekle beraber, dövizler arasında müsakâr bir parite tesisi yönünde çaba harcanmıştır. Dalgalı kur, bir dövizin, kambiyo borsalarında arz ve talebe göre belirlenen bir kur olması itibariyle sabit kurlara oranla daha gerçekçi bir parite teşkil etmektedir. Nasıl bir mal piyasada arz ve talebe göre oluşan bir fiyata sahipse, bir dövizin de aynı mekanizma ile ortaya çıkacak değeri, paralar arasındaki gerçek satın alma gücünü belir­ lemesi dolayisiyle, dünya enflâsyonunu önlemek ve paraları, gerçek kur­ larına oturtmak bakımından, daha elâstiki ve elverişli bir değer olarak kabul edilebilir. 1975 yılı sonlarına doğru Milletlerarası Para Fonunun Jameyka'nın Kingston şehrinde yapılan toplantısında ve Kasım sonunda Paris'te Rambouillet şatosunda 6 büyük ülkenin başkanları veya başbakanları arasında yapılan ekonomik zirve toplantısında, sabit kambiyo kurları sistemine dönülmesinin artık mümkün olmadığı ortaya çıkmış ve kabul edilmiştir. Para fonu hesaplarının dolar yerine özel çekim hakları (Özel çekim hakkı 1.15131 Amerikan Dolarına tekabül etmektedir) ile tutulması, az gelişmiş ülkelerin ödemeler bilançosu açıklarının kapatılması için Para Fonunca serbest piyasada altın satışlarına karar verilmesi. Merkez Bankalarının altın ankeslerinin icabında piyasaya arzedilmesi gibi tedbirler, altına bağ­ lı bir milletlerarası para sisteminin yeniden ihyasının mümkün olmadığını göstermektedir. Altın, moneter fonksiyonunu artık kaybetmiş bulunmak­ tadır. Biraz da olayların tazyiki ile fiilî bir sistem olarak ortaya çıkan dal­ galı kambiyo kurları sistemi ile sabit kurlar sistemi arasında bir dereceye kadar ortalama bir yol bulmak amacıyla, Kasım 1975 sonunda 6 gelişmiş ülke başkan ve başbakanları Paris civarındaki RambouiUet şatosunda bir araya gelerek, ekspansiyonist bir dünya ticaretinde izlenecek kambiyo politikasının ne olması gerektiği hususunda son derece önemli görüşme­ ler yapmışlar, Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d' Estaing'in, sabit kurlar sistemine dönülmesi yolundaki isteğine rağmen, dalgalı kur siste­ minin devamının zaruretini de kabul etmişlerdir. RambouiUet zirvesinin en önemli kararı. Ortak Pazar ülkeleri arasında daha yakın bîr işbirliği ile ortak dalgalanma sınırları içinde kambiyo kurlarının sabit tutulması­ nın temini olmuştur. RambouiUet zirvesinin diğer konulardaki kararlarını bir tarafa bıra­ kırsak, para kurları alanında da ortak bir davranış ve işbirliğinin, zanne­ dildiği kadar kolay olmadığını söyleyebiliriz. İşsizlik ve durgunlukla bir- likte enflâsyon ve enflâsyon hızları arasındaki farklar, Batı Avrupa ül­ keleri arasında yakın bir işbirliğini oldukça güçleştirmiştir. Millî men­ faatlerin mevzuubahis olduğu hallerde, ortak para politikası ve kur siya­ seti terkedilmek zorunda kalınmıştır. ingiliz lirasının değer kaybına, İngiliz Hükümetinin ve İngiltere Bankasının seyirci kalması sebepsiz değildir. İktisadî güçlükler içinde olan İngiltere, parasının kurunun düşmesine ihracatı artırmak bakımından ra­ zı olmuştur. Fransız frangının durumu da pek farklı değildir. Ekonomik durumun da baskısı altında Fransa'da son mahallî seçimlerde sol partilerin, merkez ve sağ partilerden fazla oy alması karşısında, Fransız Hükümeti, frangın değer kaybına, gereken müdahaleyi göstermekten geri kalmıştır. Hele İtalya'da Liret'in durumu, komünist partinin seçim kazançları karşısında, daha da kritik bir döneme girmiştir. Batı Avrupa ülkelerinde, bu arada özellikle Fransa ve İtalya'da, sol partilerin seçim şanslarının art­ ması sebebiyle, sermaye çıkışlarının hızlandığı bir dönemde, Liret'in ku­ runu, ortak dalgalanma hudutları dahilinde tutmanın son derece güç ol­ duğu söylenebilir. Siyasal alandaki etkileri bir yana, bu arada Kissinger'in Komünistlerin hükümet kurması veya hükümete ortak olması halinde, Nato ile ilişkilerle birlikte A B D ilişkilerinin gözden geçirileceğini belirt­ mek suretiyle değindiği endişelerin haklı çıkması, yani komünist parti­ lerinin Nato ve Ortak Pazar ülkelerinde yönetimi ele geçirmeleri veya yönetimde müessir olmaları halinde, para sisteminde yeni sorunların or­ taya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Fransız frangında ortaya çıkan son durum, Fransa'nın Avrupa para politikasında izlediği yolun umduğu sonucu vermediğini göstermektedir. 1976 yılının ilk aylarında Fransa, ihracatta rekabetçi gücünü yeniden kazanabilmek için, Ortak Pazar ülkeleri arasındaki ortak dalgalanma esa­ sını terkederek. Frangı müstakilen dalgalanmaya bırakmıştır. Ancak, sabit kurlar sisteminin en hararetli taraftarı olan Fransa, bü­ tün Ortak Pazar ülkeleri paraları arasında gerçek kurlarına göre tesbit edilecek yeni bir dalgalanma liırntleri dahilinde genişletilmiş bir ortak dalgalanma politikası önermiş ve bu maksatla Markın değerlendirilmesini istemiştir. Ancak, Almanya, ekonomisinin yeniden canlanmaya başladığı bir dönemde, ihracatını olumsuz yönde etkileyecek bir Mark reevalüasyonuna taraftar görünmemektedir. Bu durumda, Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkeleri arasındaki ortak dalgalanma sistemi de şimdilik işlemez hâle gelmiştir. Bu arada ortak dal­ galanmaya tâbi bulunmayan Sterlinin, genişletilmiş bir ortak dalgalanma sistemine girmesi şimdilik bahis konusu bulunmamaktadır. İngiltere, ster­ linin son kıymet kaybı dolayisiyle ihracatında % 9 ilâ 10 arasında bir artış meydana geleceğini hesaplamaktadır. Eğer bu artış gerçekleşirse, gelişme hızı bugünkü % 1 civarından % 3'e yükselebilecektir. Bu arada ingiltere'nin ödemeler bilançosu açıklarmı azaltmak amacıyla kısıntılara gitmeğe hazırlandığını da belirtmek gerekir. ('^) ithalâtta İtalyan liretindeki son gelişmeler de hesaba katılacak olursa, dünya ekonomisinin ve ticaretinin yeniden gelişmeye başladığı 1976 başlarında kambiyo buhranlarının da yeniden ortaya çıktığı söylenebilir. Öyle görünüyor ki, 1976 yılında para buhranları sık sık tekerrür edecektir. 1969-71 döneminde ortaya çıkan karabiyo bunalımları, sonunda Bretton-Woods sisteminin çökmesine müncer olmuştur. 1976 yılından iti­ baren gittikçe hızlanacak ve yeni sorunlar ortaya çıkaracak olan para bu­ nalımların nasıl bir çözüme bağlanacağı şimdiden kestirilemez. Ancak, dünya para ve likidite düzeyinin yeniden kurulması için daha uzunca bir sürenin geçmesi lâzımdır geldiği, olayların gelişmesinden anlaşılmaktadır. (*) So n günlerd e Sterlin'd e büyü k değe r kayıplar ı meydan a gelmiştir . B Ö L Ü M : II TÜRKİYE'DEKİ S İ Y A S A L V E EKONOMİK GELİŞMELER I. Siyasa l Olayla r : Türkiye 1975 yılma bir Hükümet bunalımı ile girmiş ve bunalımı an­ cak 17 Nisan 1975'de dört partiye dayalı olarak kurulan bir Koalisyon Hü­ kümeti ile sona erdirilebilmiştir. 1973 seçimlerinden sonra uzun çalışmaları müteakib Şubat 1974 başında kurulabilen ilk Koalisyon Hükümeti, 17 Ey­ lül 1975'de istifa ederek yerini kasımda kontenjan senatörü Sadi Irmak ta­ rafından daha ziyade teknisyenlerden ve partiler dışı kimselerden müte­ şekkil bir ara Hükümetine bırakmıştır. Sadi Irmak Hükümetinin Parla­ mentodan güven oyu alması üzerine. Parlâmentoya istinat eden ve siyasî partilerden oluşan bir Koalisyon Hükümeti çalışmalarına hız verilmiş ve nihayet Nisan ortasında Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel Başkanlığında, Millî Selâmet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milli­ yetçi Hareket Partisinden oluşan bir hükümet kurularak 17 Nisanda Par­ lâmentodan güven oyu almıştır. Hükümeti teşkil çalışmaları sürerken, Türkiye'nin özellikle dış siyasal sorunları giderek artan bir ağırlık kazanmış, bu arada 5 Şubat 1975 tarihin­ de Amerikan Kongresince, Türkiye'ye silâh ambargosu konulması kararı alınmıştır. 20 Temmuz 1974'deki Kıbrıs barış harekâtından beri Türkiye ile Y u ­ nanistan arasındaki siyasal sorunların artması, FIR hattı, kıt'a sahanlığı ve nihayet kara suları sınırları gibi, milletlerarası siyasî ilişkilerimizde ağırlı­ ğını hissettiren yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Amerikan silâh ambargosuna bir mukabele olarak Türkiye temmuz ayında, toprakları üzerinde faaliyette bulunan ve 2'si Nato'ya ait olduğu için faaliyetine devam etmesine müsaade edilen 26 ortak savunma tesisinin faaliyetini durdurarak kontrolünü üzerine almıştır. Haşhaş sorunu ile birlikte Türk-Amerikan siyasal ilişkilerini bozma tehlikesi gösteren en önemli sorunlardan biri olan Kıbrıs sorununun barış­ çı yollardan çözümü için, Kıbrıs'taki Türk ve R u m cemaatleri arasındaki müzakerelerin devamı sağlanmış, Helsinki Avrupa Güvenlik Anlaşması ve Brüksel'deki Nato zirve toplantısı gibi fırsatlardan yararlanılarak Tür­ kiye ile Yunanistan arasında sorunları barışçı yollardan halletmeyi amaç- layan yapıcı görüşmeler cerayan etmiştir. Ne var ki Yunanistan'ın, Kıbrıs sorununu, barışçı yollardan ve realist değerlendirmelerden hareket ederek çözüme ulaştırmada gösterriği isteksizlik, Enosise kapalı bir çözüm yolunu benimsemedeki çekingenliği, Kıbrıs sorununun çözümünü geciktirmiştir. Viyana'da toplumlararası görüşmelerle bazı insancıl sorunların halledilmesi mümkün olduğu halde. Adaya, Türk toplumunun haklarını koruyacak ve, daha önemlisi, güvenliğini teminat altına alacak bir statü verilmesi yolun­ daki Türk toplumu önerilerinin kabul edilmemesi, Kıbrıs konusunun 1976 yılma devrini gerektirmiştir. 1976 yılında Kıbrıs'ın geleceğinin belirlenmesi için sürdürülen millet­ lerarası çaptaki temas ve müzakerelerin sona erdirilmesi için, Yunanistan ile birlikte Kıbrıs rum toplumunun da durumu gerçekçi bir şekilde değer­ lendirmesi gerekmektedir. Kanımızca en önemli ve dikenli konu toprak sorunu, mültecilerin yerlerine dönmesi ve kurulması düşünülen Federas­ yonda merkezî Hükümetin yetkileri m.eseleleridir, Rum tarafı bu konular­ daki ısrarlarını sürdürdükleri taktirde, Kıbrıs konusunun yakın bir gele­ cekte çözümü mümkün olmayacak gibi gözükmektedir. Nato üyesi olarak Türkiye'nin savunmasını güçlendirmesi gereği ve Nato emrinde tuttuğu yarım milyona yakın askerî gücün malî yüküne mukabil, Amerika'nın Türkiye'ye silâh ambargosu uygulaması, Nato üye­ liği ve ortak savunma sistemi ile bağdaştırılamıyacak bir tutum, olmuştur. Başkan Ford idaresinin, Türkiye'nin askerî bakımdan güçlendirilmesi lü­ zumunu kabul etmesine rağmen, Kongre'nin, Amerika'nın dış politikasına duygusal ve taraf tutan bir tarzda müdahalesi, ancak Türkiye'nin batı itti­ fakına olan sarsılmaz bağları sayesinde Nato'nun Güney doğu kanadında bir çöküntüye yol açmamıştır. Diğer taraftan. Mart 1976'da Amerika ile Türkiye arasında, 26 ortak savunma tesisinin yeniden faaliyete geçirilme­ sini amaçlayan yeni bir savunma anlaşması imzalanmış ise de Kongre'nin tasvibine ne zaman sunulabileceği henüz belli olmayan bu anlaşmanın. Kongrece de kabul edileceğini ummak isteriz. 1976 kasımında yapılacak olan Başkanlık seçimi dolayisiyle, Yunan yanlısı Amerikalıların oylarını ka­ zanmak gibi bir iç politika endişesi ağır bastığı takdirde. Anlaşmanın Kong­ rece görüşülmesi en erken kasım ayma kalmış olacaktır. Yeni seçimlerin hangi parti adayını beyaz saraya getireceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir. Ancak demokrat partiye mensup bir başkan seçilmesi halinde Amerika'nın dış siyasetinde bazı değişiklikler beklenebilir. Ek yardımlarla birlikte 4 yıllık bir dönem zarfında Türkiye'ye 1,3 milyar dolarlık askerî yardım ve kredi verilmesini öngören anlaşmanın yü­ rürlüğe girmesinin gecikmesi halinde, Türkiye'nin savunma boşluğunu nasıl gidereceği ayrı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yunanistan'ın silâhlanma yarışının zararlarına işaret ederek bir saldırmazlık paktı tek­ lif etmesi eğer samimî bir istek ise, savunma harcamalarında makûl bir seviyeye inilmesini mümkün kılacaktır. Türkiye Yunanistan'a karşı sal­ dırgan emeller beslemediğini kesin bir şekilde beyan ettiğine göre, silâh­ lanmak, bir tecavüz emelinden ziyade savunma gayesiyle izah edilmek gerekir. Hâlen, toplumlar arasmda tekliflerin teatisi saflıasmda olan Kıbrıs sorununun, barışçı bir çözüme ulaştırılması için 1976 yılında da çaba har­ camak gerekecektir. 1975 yılında dış politika sorunlarımız Kıbrıs, kıt'a sahanlığı ve kara suları sorunları etrafında mihraklaşırken, iç politikada da bazı olumsuz gelişmeler meydana gelmiştir. Bölücü, gerici, ilerici, sağcı, solcu gibi deyimlerle Türkiye'de siyasî amaçlar güden fikir mihrakları yaratılması, herşeyden önce ülkenin ya­ rarına değildir. Türk toplumunu huzursuz eden, öğretim güvenliğini ortadan kaldıran öğrenci olaylarının, bu şekilde sun'î olarak yaratılan kutuplaşmalarla da­ ha da şiddetlendiğine şüphe yoktur. İktidar ya da muhalefette olsun, bü­ tün siyasî partilerin politika ve icraatı, fertler arasında kopan bağların yeniden ihyasına, toplumu teşkil eden bireyleri birbirine kaynaştıracak bir istikâmete yönelik olmalıdır. II — Ekonomi k Gelişmele r : Türk ekonomisi 1975 yılında, dünya ekonomik konjonktürünün geniş ölçüde etkisi altında kalmıştır. Dünya ekonomilerindeki olumsuz geliş­ melerin dış ticaretimiz ve döviz rezervleri üzerindeki arzulanmıyan etkilelerine rağmen ekonomimiz, 1975 yılında da gelişmesini sürdürmüş, yük­ sek düzeydeki bir ithalât hacminin ödemeler dengesi üzerindeki baskıla­ rına ve sebep olduğu darboğazlara ilişkin sorunlar saklı kalmak şartiylegerçekleştirilebilmesi sayesinde, ekonomi bir durgunluğa girmemiş, bü­ yüme hızını yüksek bir oranda gerçekleştirebilmiştir. 1) Mill î Geli r : 1975 yılında gayrı safî millî hasılada sabit fiyatlarla % 7,9 oranında bir artış meydana gelmiştir. 1974 yılındaki artış oranının % 7,3 olduğu hatırlanacak olursa, 1975 yılında, bütün olumsuz şartlara rağmen, Türk ekonomisinin plân hedeflerinde öngörülen büyüme hedeflerine çok yakın bir gelişme gösterdiği belirtilmelidir. 1973 yılında bilhassa tarım sektö­ ründeki gerileme dolayisiyle gayrı safî millî hasıla artışı % 5,4 olmuş, bu suretle üçüncü beş yıllık plân döneminin ilk 3 yıllık uygulamasına ait ortalama % 6,8 olmaktadır. Sektörler itibariyle millî gelir rakamlarına baktığımızda şu durumla karşılaşmaktayız: 1974 ve 1975 yıllarında millî gelirdeki artışlar esas î^^'bariyle tarım kesimindeki gelişmelerin etkisi altında bulunmaktadır. Ger­ çekten 1968 sabit fiyatları ile tarım kesiminde 1971-1973 dönemindeki du­ raklama ve hatta gerileme, 1974 ve 1975 yıllarında yerini yüksek bir artı­ şa bırakmış ve bu iki yılda Plânının öngördüğü % 2,5'luk yıllık artış % 10,3 ve % 8,9 olarak gerçekleşmiştir. Bu sonucun sağlanmasında iklim şartlarının büyük payı olduğuna şüphe yoktur. Diğer taraftan, sanayi sektöründe plân hedeflerinin gerisinde kalın­ makla beraber, 1975 yılında sanayiin millî gelire reel katkısı % 8,9 olmuş­ tur. Sanayi sektörünün öngörülen % 12 oranındaki artışın gerisinde kal­ masının asıl nedeni, kamu yatırımlarının öngörülen düzeylere ulaşamımış olmasıdır. Özel sektörün, program hedeflerini aşmış bulunması, sana­ yi sektörünün reel katkısının daha fazla düşmesini engellemiştir. 1975 yılında ticaret kesiminde normal gelişme temposu devam etmiş, ulaştırmada ise normalin üstünde bir artış kaydedilmiştir. a) Tarımsa l Üretm ı : 1975 yılında tarımsal üretimde, genellikle iklim şartlarından ileri ge­ len artışlar yanında, bazı ürün cinslerinde belirli bir gerileme meydana gelmiştir. Aşağıda, fiyat politikasında da değineceğimiz üzere, bir kısım mahsûllerde meydana gelen artışın ve diğerlerindeki azalışın, uygulanan taban fiyat politikasına ne derece tâbi olduğunu kesinlikle tesbite imkân yoktur. Ancak, özellikle hububatta, buğday başta olmak üzere meydana gelen artışta 1974 yılındaki yüksek buğday fiyatının bir dereceye kadar etkili olduğu söylenebilir. 1975 yılında hububat üretimi, toplam olarak 17 milyon tondan 22 mil­ yon tona çıkmak suretiyle % 37,5 oranında bir artış göstermiştir. Buğday­ daki artış 11 milyon tondan 14,75 milyon tona çıkmak suretiyle % 34 ol­ muştur. Arpada % 35,1, Çavdarda % 33,9 artışa mukabil, mısır üretimin­ de bir miktar azalma meydana gelmiş, pirinçte % 10 artış olmuş, yulaf üretimi ise sabit kalmıştır. Hububatın hemen bütün çeşitlerinde üçte bi­ rin üzerinde bir artış meydaan gelirken, pirinç üretiminde sadece % 10'luk bir artışın olması, akla ister istemez fiyat ve ithalât politikasını ge­ tirmektedir. Bu konuya ayrıca değineceğiz. Görüleceği üzere, pirinçteki üretim artışı, iklim şartlarının sonucu olan verim artışından ileri gelmiş bulunmaktadır. Baklagillerde artış yerine, 665 bin tondan 621 bin tona inmek sure­ tiyle, % 6,6 oranında bir gerileme olmuştur. Meyva üretimi, hemen hemen 1974 yılındaki düzeylerinde gerçekleş­ miştir. 1973-1974 döneminde şeker ithâl etmek zorunda kalan Türkiye, uygu­ ladığı taban fiyat v e teşvik siyaseti sonunda, iklim şartlarının da eklen­ mesi neticesi, şeker pancarı üretiminde 1975'de % 22,6'lık bir artış ger­ çekleştirmiştir. Üretimde meydana gelen 1,3 milyon tonluk artış şeker üretiminde takriben 250 bin tonluk bir artışa tekabül etmektedir. Fiyat politikası bölümünde üzerinde önemle duracağımız bir diğer tarımsal ürün olan ayçiçeği üretiminde ise, % 16,6 nisbetinde bir azalma olmuştur. Azalmanın bir kısmı mücadele ilâcının zamanında sağlanama­ ması dolayisiyle haşere zararından ileri gelmekle beraber, asıl nedenin, uygulanan taban fiyat politikası ile yapılan ithalât olduğunu sanıyoruz. Azalma en az 30 bin tonluk bir ham yağa tekabül etmektedir. Tarım ürünleri arasında pamuk üretimine ayrı bir yer vermek lâ­ zımdır. Türkiye'nin en önemli ihraç malı olan ve sanayi ürünü olarak ih­ raç ettiğimiz tekstil mamullerinin ham maddesini teşkil eden pamuğun üretimi, 1974 eylülünde uygulanan hatalı taban ifyatı politikası neticesi 1975 yılında önemli bir azalma göstermiş ve 1975 yılma ait fiyat politika­ sının da yanlışlığı sebebiyle 1976'dada azalmağa devam edecek bir geliş­ me içine girmiştir. 1975 yılında pamuk üretimi, bir taraftan beyaz sinek haşeresinin ürüne verdiği zararlar, diğer taraftan, artan maliyetlere rağmen fiyatı­ nın müstakâr kalması veya yeteri kadar artmaması sebebiyle, büyük bir azalma göstermiş, üretim 1974 yılının 598 bin tonluk rekor seviyesine gö­ re 1975'de 141 bin ton yani % 23,6 (takriben dörtte bir) gerileme kayde­ dilmiştir. Tütün üretiminin ise 1975 yılmda, dış fiyatların seyrine göre üreti­ min artması sonucu % 17 civarında bir artış kaydettiğini belirtmek lâ­ zımdır. b) Sanay i Üretim i : 1975'te, özellikle yılın sonuna doğru, dış talebin artması ile pamuklu sanayiinde belirli bir gelişme görülmektedir. Pamuk ipliği üretimi her ne kadar 1975 yılı sonu itibariyle geçen yılki düzeyin altında görünmekte ise de, 1976 başlarından itibaren hızlı bir artış içine girmiş bulunmakta­ dır. Demir-çelik mamullerinde 1975 yılında meydana gelen darboğazlar, üretimin geçen yılki düzeyin üstünde bir gelişme kaydetmesini engelle­ miştir. Boru üretimindeki artışa mukabil, saç üretiminde gerileme olmuş, ham demir ve çelik bloklar imalâtı ise geçen yılki seviyesini bulabilmiş­ tir. 1975 yılında, demir mamûUerindeki noksanlık daha ziyade ithalât y o ­ lu ile karşılanmıştır. 1975 yılında üretimi önemli artış kaydeden bir diğer sanayi ürünü de çimentodur. 1974'ün 8,9 milyon tonluk üretimine mukabil 1975'de 10,9 milyon ton çimento üretilmiştir ki, artış oranı % 22,4'dür. Üretimdeki bu artış, inşaat sektöründeki yavaşlama ile birlikte 1976 yılında çimento ih­ racına yeniden imkân vermiştir. İçki v e sigara sanayiinde de üretim 1974 yılma ait rakamların üstün­ de olmuştur. Yüksek bir rekolte sebebiyle, şeker üretiminde de önemli bir artış meydana gelmiştir. 1974'ün 758 bin tonuna mukabil 1975 üretiminin 900 bin tonu aşmış olması muhtemeldir. Maden üretimi alanında kayda değer bir artış izlenmemektedir. Üretim miktarları ya geçen yılki düzeyinde veya pek az üzerinde bulun­ maktadır. Petrol ve petrol ürünlerinde de durum aynıdır. Bu arada ener­ ji üretiminin 13,5 milyar kilovat saattan 15,6 milyar kilovat saate yüksel­ miş olduğunu kaydedelim. Diğer taraftan, tarımsal üretimin en önemli girdisini teşkil eden sun'î gübre üretiminde bariz bir artış olduğu görülmektedir. Ancak, üretim, talebi karşılayacak düzeyde olmadığından, sun'î gübre ihtiyacımızın bü­ yük bir kısmı ithâl yolu ile karşılanmaktadır. 1976 yılında gübre soru­ nunun önemini artırmış bulunduğunu şimdiden kaydetmekle yetiniyo­ ruz c) İnşaa t Sektör ü : 1975 yılının 11 ayını kapsamak üzere, bütün Türkiyeye şâmil olarak belediyelerce verilen ruhsatnamelere v e iskân müsaadelerine istinaden, ekonomimizin bu en önemli sektöründeki gelişmeleri şu şekilde tesbit ediyoruz inşaat malzemeleri fiyatlarındaki artışlar (ki bunların büyük bir kıs­ mı sanayi mamul ü olduğu için sanayideki fiyat artışlarına tâbi bulun­ maktadır) nedeniyle, inşaat sektörünün durumunu tesbitte, inşaat değe­ rine ilişkin rakamları kullanmayı isabetli bulmuyoruz Bu nedenle ruhsat­ name ve yapı kullanma izin kâğıtlarında yer alan yüzölçümünü metre kare esası üzerinden değerlendireceğiz, 1975 yılında inşaat ruhsatnamelerine göre, bütün cins yapılarda % 6,4 oranında bir artış olmuştur. Ev inşaatında % 4,8lik artışa mukabil apart­ man inşaatına ait ruhsatnamelerde yüz ölçümü olarak % 7,8 nisbetinde bir artış görülmektedir. Ticarî yapılardaki artış oranı daha yüksek olup % 18,4'ü bulmaktadır. Sınaî yapılara ait ruhsatnamelerde ise bir gerileme görülmektedir. Yapı kullanma izin kâğıtlarına ait metre kare cinsinden yüz ölçümü belirten rakamlar, inşaat sektörünün durumnu tesbit bakımından ihtiyaca daha iyi cevap verecek niteliktedir. İskân belgelerine göre ise, toplam yapılardaki artış oranı % 6,8'dır. Buna mukabil ev inşaatında % 5,9 oranında bir azalma mevcutken, apart­ man inşaatında % 12'ye yakın bir artış kaydedilmiştir. Ticarî yapılar artış kaydederken sınaî yapılarda ruhsatnemelerde olduğu gibi bir azalma ol­ muştur. Yukardaki rakamlardan çıkarılabilecek sonuç, 1975 yılında inşaat sek­ töründe belirli bir gelişmenin mevcut olmadığıdır. Bilhassa İstanbul, A n ­ kara, İzmir gibi büyük şehirlerde, ruhsatnamelerdeki artışın fiilî inşaatı tazammun etmediği muhakkaktır. İnşaat ruhsatının alınması inşaatın mutlaka yapılması anlamına gelmemektedir. Diğer taraftan, 1975 yılın­ da verilen iskân müsaadeleri de daha evvelki yıllarda yapılan inşaata ait bulunmktadır. Genellikle inşaat sektöründe, bilhassa büyük yapıların in­ şaatında başlama ile bitirme arasındaki sürenin en az bir sene olduğu dü­ şünülecek olursa, yapı kullanma izin belgelerindeki artışların geçmiş yıl­ lara ait olduğu sonucuna vanlabilir. İnşaat niyetini göstermesi itibariyle ruhsatnemelere ait rakamlar gerçeğe biraz daha yakın bulunmaktadır. Genellikle 1975 yılında inşaat sektörünün durgunluk içinde olduğu söy­ lenebilir. 2) Dı ş Ticare t : Türkiye'nin dış ticaret hacmi son yıllarda, ekonomik gelişmesinin bir sonucu olarak hızla artmaktadır. 1969 yılında ihracat ve ithalât toplamın­ dan meydana gelen dış ticaret hacmi 1338 milyon dolar olduğu halde 1975 yılında 6140 milyon dolara erişmiştir. Artış oranı % 459'dur. İthalâtı başh başına ele aldığımız zaman, artış oranı % 591 olmaktadır. Demek oluyor ki, son 7 yılda ithalât hacmi takriben 6 misli artmış olmaktadır. İhracatta ise buna paralel bir gelişme görülmemektedir. 1969 yılma oranla 1975 yılında ihracat artışı % 261 dir. 1975 yılında dış ticaretimizde meydana gelen gelişme, ihracatın % 8,5 oranında gerilemesine mukabil, ithalâtın % 25,4 oranında artması şeklin­ de karşımıza çıkmaktadır. Dış ticaret açığını incelediğimiz zaman 1974 ve 1975 yıllarında açığın büyüdüğünü görüyoruz. Gerçekten 1973 yılında 769 milyon dolar olan ithalât fazlası, 1974'de anî bir sıçrayışla 2.246 mil­ yon dolara ve 1975'de ise 3.338 milyon dolara yükselmiş bulunmaktadır. Bu suretle, son iki yılda dış ticarette toplam olarak 5.584 milyon dolarlık bir açık teşekkül etmiştir. 1974 yılında açığın büyümesi yaklaşık 3 misli, 1975'de ise % 48,6 olmuştur. Dış ticaretimizin seyrini bu şekilde tesbit ettikten sonra ihracat ve ithalâttaki gelişmeleri inceleyelim : a) î h r a e a t : 1970 yılından itibaret, dış piyasaların ve fiyat konjonktürünün etkisi altında ihracatımızda devamlı bir artış görülmektedir. 1973 yılında ihra­ cat değeri, ilk defa olmak üzere 1 milyar doların üzerine çıkmış ve 1.317 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. 1973 yılındaki artış oranı % 49 dur. 1974 yılında artış devam etmekle beraber nisbî olarak bir gerileme gö­ rülmektedir. 1974 yılında ihracattaki artış ancak % 16,3 olmuştur. Dünya talebinin arttığı ve dış fiyatların yükseldiği 1970-1973 döne­ minde ihracat artışının yeterli bir seviyeye erişmediği bu şekilde rakam­ lardan da anlaşılmaktadır. 1974 yılının, bütün dünyada ekonomik durgun­ luğun başladığı ve giderek ağırlaştığı bir yıl olmasına rağmen, 1974 yılın­ da ihracatta % 16 gibi küçümsenmiyecek bir artışın meydana gelmiş ol­ ması, daha ziyade 1974 yılının ilk aylarındaki ihracat miktarının henüz dünya ekonomik bunalımından etkilenmemiş olması ile izah edilebilir. Nitekim 1973 yılının ilk 4 ayında ihracat tutarı 425 milyon dolar olduğu halde 1974 yılının aynı döneminde 655 milyon dolarlık ihracat yapılmış­ tır. 1975 yılında ise yine aynı dönemde, 457 milyon dolarlık ihracat ol­ muştur. 1975 yılında ihracat değerinin % 8 oranında azalma göstermesi aslın­ da aldatıcıdır. 1975 yılında pamuk taban fiyatlarına bağlı olarak meydana gelen iç piyasa gelişmeleri sonucu, pamuk ihracatı 1975 yılının son ayla­ rında yapılamamış, 1976 yılı başına kalmıştır. Pamuk ihracatı, normal seyrini devam ettirse ve dış piyasa hiyatlarmdaki memnuniyet verici ge- üşme senenin son aylarından çok evvel başlamış olsa idi, pamuğun bir kısmının 1975 yılında ihracı mümkün olacak ve dolayisiyle, 1975 ihracat rakamı büyümüş olacak idi. 1976 başında ihracat rakamlarında görülen aşırı büyüme, esas itiba­ riyle, pamuk, kuru üzüm ve tütün ihracatının 1975 sonu yerine 1976 ba­ şında temerküz etmiş olmasının bir sonucudur. 1976 yılının ilk 3 ayında ihracat rakamlarının diğer yılların aynı dönemlerinin çok üstünde ola­ cağına şüphe yoktur. Ocak-Şubat 2 aylık dönem için rakam 527 milyon dolardır. Bu rakam, en fazla ihracat yapılan yıl olan 1974'ün ilk iki aylık rakamından % 70 yüksek bulunmaktadır. 1976 yılının ilk aylarına ait ih­ racat rakamlarına bakarak, 1976 yılında ihracat değerinin 2 milyar do­ larlık plân hedefini aşmasını beklemek fazla iyimserlik olacaktır; zira 1976 yılında tarım ürünleri olarak ihraç edilebilecek miktarlar, senenin ilk aylarında ihraç edilmiş bulunmaktadır. Nisan ayı ile tarımsal ürün­ lerde ihraç sezonu hemen hemen sona ermektedir. Mayıs ayından itiba­ ren ihracat rakamlarında esas itibariyle işlenmiş tarım ürünleri ile sa­ nayi ürünleri ihracatı hâkim yeri tutacaktır. Bu nedenle, ihracat artırıl­ mak isteniyorsa, tarım ürünlerinden ziyade sanayi ürünlerini ihracata yönelik bir teşvik politikası uygulamak zorunludur. Dış piyaslar v e fi­ yatların muhtemel seyri, sanayi ürünlerimize vâki dış talebin hissedilir bir oranda artacağı ümitlerini kuvvetlendirmektedir. Dünya ticareti 1975 yılındaki % 12lik gerilemeyi telâfi ettikten başka, % 8 oranamda bir ar­ tış da kaydedecektir. Hatta, bu gelişmenin daha da hızlı olması muhte­ meldir. Zira, Batı Almanya'dan başlamak üzere Avrupa ülkelerinde ekono­ mik durgunluğun sona erdiğini ve ekonomik canlanmanın kuvvet kazan­ dığını gösteren belirtiler mevcuttur. Bu nedenle, Türkiye'nin ihracatında 1976 yılında % 25 oranında bir artış olacağını iddia etmek fazla iyimser­ lik olmayacaktır. Bu tahminler gerçekleştiği takdirde, 1976 yılı ihracat değerinin 1.850 milyona yükselmesi mümkün bulunmaktadır. Kaldı ki 1976 sonuna doğru tarım ürünleri fiyatlarında bütün dünyada yeni artış­ lar tahmin edilmektedir. Bu tahminler gerçekleştiği takdirde 2 milyarlık hedefe ulaşılması dahi mümkündür. Bu iyimser tabloya rağmen bazı olum­ suz faktörler, tereddüt yaratacak derecede kuvvet kazanmaktadır. Bir kerre 1975 yılındaki, üretimi teşvik etmiyecek fiyat politikasının üretim miktarı üzerinde azaltıcı tesirler yaratmasından endişe edilebilir. Pamuk­ ta ve diğer tarımsal ürünlerde 1975 yılı üretimi, elverişli hava şartlarına rağmen, tatmin edici bir düzeyde olmamıştır. Bu durumun, elverişli giden hava şartları ile birlikte verimdeki artışlarla telâfi edilmesi, modern ta­ rım usullerinin gittikçe yayılmakta olması dolayisiyle, üretimde zanne­ dildiği kadar önemli azalmaların meydana çıkmasına mâni olacağı söyle­ nebilir. Ancak, Hükümet adına yapılan açıklamalarda, 1976 yılında tarım­ sal üretime öncelik verileceği ve üretimi artırıcı tedbirlere baş vurulaca­ ğının belirtilmesi, endişelerimizin, resmî çevrelerce de paylaşıldığını gös­ termektedir. 1976 boyunca ihracatta nasıl bir gelişnıe olacağı sorusuna şöyle bir ce­ vap verilebilir: Mayıs ayından itibaren ihracat rakamları gerilemeğe baş­ layacaktır. Resmî istatistiklerde henüz yaymlanmamakla beraber OcakMart 1976 dönemindeki ihracat tutarının 781 milyon dolar gibi yüksek bir rakamla en büyük ihracat yılı olan 1974'ün yarısına yakın bir rakam teşkil etmesi, yukarıda da değinildiği üzere, 1975 yılı ihracatımn, çeşitli sebeplerle 1976 yılma kaymasından ileri gelmiştir. Bu sebeple, Eylül ayı­ na kadar, aylık ihracat rakamlarında aynı gelişmeyi beklememek gerekir. Eylülde başlayacak yeni ihraç sezosuna kadar, ihracatın 100-150 nülyon dolar arasında seyretmesi muhtemeldir. Bu duruma göre Ekim ayma kadar 1,6 milyar dolarlık ihracat yapılması mümkün bulunmaktadır. EkimArahk 3 ayıık dönemde, tarımsal üretimde olumlu gelişmelerin sonucu olarak meydana gelecek ihraç imkânları artırılabilirse, yukarıda da de­ ğindiğimiz gibi ihracatımızın yeni hedef olarak kabul edilen 2 milyar do­ lar tavanını, delmesi beklenebilir. b) İ t h a l â t: 1975 yılında ithalâtımız 4,7 milyar dolara yükselmekle, geçmiş yıl-^ lara oranla olağanüstü bir artış kaydetmiştir. 1976 ithalâtının da 5 milyar olarak plânlanmış olması karşısında, içinde bulunduğumuz yıldan itiba­ ren ithalât haciminde mutedil artışların olacağını v e hatta bazı tedbir­ lerle, ithalâtın 4,5 milyar doların altında gerçekleştirilmesinin mümkün bulunduğunu söyleyebiliriz. İthalâtı teşkil eden belli başlı kalemlerde, 1976 yılında artışı gerektiren bir gelişme henüz görülmemektedir. Ham petrol ithalâtı, eğer OPEC tarafından yeni zamlar yapılmazsa, ancak nor­ mal ekonomik gelişmenin gerektirdiği oranda bir artış kaydedecektir. Demir çelikte geçen yıl meydana gelen artışların devam etmesi için bir neden bulunmamaktadır. Nakil vasıtalarmdaki artış ise durmuş gibidir. Tarımsal üretim yeterli bir düzeyde olduğu takdirde, piyasayı düzenleme amacıyla yapılan besin maddeleri ithalâtı da ortadan kalkacaktır. Güb­ reler, bazı ham maddeler ve yatırım malları ithalâtının devam ettirilmesi zorunluğu karşısında, 1976 yılındaki ithalât hacmini 4,5 milyar dolar ola­ rak kabul etmek, gerçekçi bir tahmin olacaktır. İhracatta tahmin edilen gelişme sağlanabildiği takdirde 1976 yılının dış ticaret açığının 2,5 mil­ yar dolar civarında gerçekleşmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu suretle 1976 yılı açığı, bir dereceye kadar azaltılmış olacaktır. 1975 yılı ithalâtının ana gruplar olarak incelenmesi bizi şu sonuca götürmektedir. 1974 yılında azalan yatırım malları ithalâtı 1975 yılında yeniden artmağa başlamıştır. 1973 yılında toplam içinde % 48,1 olan ya­ tırım malları ithalâtı, 1974'de % 34,re düşmüş, 1975 de ise i % 41,4'e yük­ selmiştir. Buna mukabil, ham madde ithalâtı 1974 yılında '% 28,9 iken, 1975'de i % 35,3'e ulaşmıştır. Tüketim malları ithalâtı ise son 4 yıldanberi hemen tamamiyle sabit olup :% 4 ilâ 5 arasında değişmektedir. Bu ra­ kamlar Türk ekonomisinin, 1975 yılında üretim ve yatırımı hızlandırıcı bir istikâmette geliştiğini göstermektedir. Tediye bilançosu güçlükleri ye­ nilebildiği takdirde, 1976 yılında yatırım ve ham madde harcamalarının artması, dolaysile, ithalâtın 5 milyar dolara ulaşması muhtemeldir. 3) İşç i Dövizleri : Dış ticaret açıklarının ve; ona bağlı olarak ödemeler dengesi açıkla­ rının kapatılmasında, ihracattan sonra en önemli yeri alan işçi dövizle­ rinin 1975 yılındaki seyri de, ihracatta olduğu gibi azalma istikâmetinde olmuş ve 1975'de bu kaynaktan sağladığımız dövizlerde % 8 oranında bir azalma meydana gelmiştir. Dışardaki işçilerimizin büyük çoğunluğunun Batı Almanya'da çalış­ ması ve Alman ekonomisinin 1975'de içinde bulunduğu durgunluk nede­ niyle, yurt dışına giden işçi sayısında hemen hemen tamamen durmuş denilebilecek kadar büyük ölçüde azalmaların meydana gelmesi, işçi dövizlerindeki gerilemenin asıl nedenini teşkil etmektedir. Gerçekten A l manya'daki resesyon v e işsizlik, etkilerini, yabancı işçi istihdamında gös­ termiş ve işsizlik yabancı işçilerde daha yüksek olmuştur. 1975 yılında kesin rakam bulunmamakla beraber 35 binin üstünde Türk işçisi işsiz kalmıştır. Kısa süreli çalışmayı da kısmî bir işsizlik olarak kabul edersek, 1975'de Almanya'daki Türk işçilerinin % lO'undan fazlasının işsiz kaldı­ ğını söyleyebiliriz. Almanya'daki ekonomik canlanma ile birlikte işsiz bulunan Türk iş­ çilerinin yeniden istihdamı mümkün olacağı gibi, kısa süreli çalışan iş­ çiler de tam gün çalışmak imkânına kavuşacaklardır. 1976 için henüz varid olmamakla beraber, Almanya'nın yeniden yabancı işçi alması halin­ de, yurt dışında çalışan işçi sayısında yeniden artış meydana gelecek ve buna bağlı olarak da işçi dövizleri girişleri artacaktır, 1975 yılında toplam işçi dövizleri miktarı 1,313 milyon dolara baliğ olmuştur. En yüksek rakamı teşkil eden 1974 yılının ayları ile mukayese edildiği takdirde, işçi dövizleri girişinde, Ağustos ayma kadar genellikle bir azalma görülmekte. Eylül ayından itbaren bir canlanma müşahade edilmektedir. Almanya'nın ekonomik canlanma dönemine girmesi ile bir­ likte artış istikâmetine yönelen işçi dövizleri girişinde 1976 başından iti­ baren bir gerileme görülmektedir. Genel temayüle uymayan bu durumun sebepleri nedir? Aralık ve Ocak ayları işçilerimizin yurda bayram ve yıl­ başı tatili sebebiyle kütle halinde geldikleri aylardır. Bu aylarda normal olarak artması gereken döviz girişleri 1976 Ocak ayında 71 milyon dolar gibi takriben yarı yarıya bir azalma göstermektedir. Aylık rakamların seyri, Türk işçilerinin yaz a3^1arında tatil mak­ sadiyle yurda döndüklerini göstermektedir. Bu durum, işini kaybetmek­ ten korkan işçilerimizin sanayi tatili olan temmuz ve ağustos aylarında ana vatana gelmeyi tercih ettikleri suretiyle izah edilebilr. Diğer taraftan, işsiz kalmak endişesi içindeki Türk işçilerinin, tasar­ ruflarını kısa bir süre, likid olarak hariçteki bankalarda mevduat olarak tutmağı, ilerki ihtiyaçlarını karşılamak bakımından, uygun gördükleri de söylenebilir. Bir diğer izah şekli ise, 1975 mayısından itibaren döviz stoklarını tak­ viye amacıyla yeniden dövize çevrilebilir mevduat hesaplarının işletil­ mesinin sonucu olarak, bir kısım işçi dövizlerinin, döviz kredisi şeklinde yurda gelmeğe başlamasıdır. Dövize çevrilebilir mevduatın bir kısmı aslında Türk işçi dövizleri olsa bile bu faktör durumu açıklamağa yeterli değildir. Gönderilen dö­ vizler, daha çok, yakınlarının tüketim harcamalarına ve bazı gayrimen­ kul alımlarına tahsis edilmektedir. Dövize çevrilebilir mevduat hesapla­ rının bir kısmı eğer iddia edildiği gibi gerçekte işçi dövizleri ise, bu dö­ vizlerin, işçilerin dış bankalardaki mevduatlarından karşılanmış olması gerekmektedir. Bu faraziyemiz doğru olduğu takdirde, işçi dövizleri gi­ rişlerinin, dövize çevrilebilir mevduat hesabından etkilenmediği sonucu­ na varmak mümkündür. Bu durumda, dövizli mevduat hesapları dış ban­ kalardaki mevduatın Türkiye'ye celbi anlamını taşımaktadır ki, bu da tedbirin kısmen başarılı olduğunu kanıtlamaktadır. İşçi dövizlerinde 1975 yılında meydana gelen azalma karşısında bir tedbir olarak, bu dövizlere farklı bir kur uygulanması önerilmektedir. Bu suretle işçi dövizleri için Türk lirasında önemli oranda bir devalüasyon istenmektedir. Bu görüş oldukça sathî bir değerlendirmenin mahsûlüdür. Markın Türk lirası karşılığında serbest piyasa ile resmî kur arasında yük­ sek oranda bir kur farkını haklı gösterecek derecede fark bulunmadığına göre, azalmayı, kur farkları dolayısiyle, işçi dövizlerinin resmî kanallar­ dan ayrılarak gayrı resmî işlemlere yönelme ile açıklamağa imkân bu­ lunmamaktadır. Diğer taraftan resmî kanalları tercih eden dövizlere be­ delsiz ithalât alanında sağlanan imkânlar, mevcut kur farklarını telâfi edecek yükseklikte bulunmaktadır. Bütün bu faktörler, işçi dövizlerindeki azalmanın, Türk işçisinin memleketine asgarî ve yakınlarının ihtiya­ cını arşılayacak miktarda döviz göndermekte, geri kalanını şimdilik dış ülkede likid halde bulundurmayı tercih etmekte olmasından ileri geldi­ ğini göstermektedir. Nitekim inşaat alanında gayrimenkul satışlarının azalması, işçilerimizin şimdilik yatırım amacıyla döviz göndermediğini kanıtlamaktadır. 1975 yılında inşaat sektöründe ortaya çıkan durgunlu­ ğun bir nedeni de budur. 4) Sektörlere Göre îstilıdam : 1975 yılında, sektörlere göre istihdam seviyesinde memnuniyet verici gelişmeler görülmüştür. Yapılan hesaplamalara göre tarımda çalışan nü­ fus oranı 1974 yılında % 62,67 iken 1975 yılında % 61,37 olmuştur. Sanayideki istihdam, aksine, bir miktar artış göstermektedir. Oran % 12,1'den % 12,4'e yükselmiştir. . 1975 yılının inşaat sektöründeki bütün olumsuz etkilerine rağmen, bu kesimde çalışan nüfus sayısında hissedilir bir artış görülmüş ve oranı % 3,69'dan % 3,88'e yükselmiştir. Ticaret, ulaştırma ve hizmetler sektö­ ründe de benzer artışlar olmuştur. Bütün rakamlar, 1975 yılında, daha önceki yıllarda ortaya çıkan, tarımdan sanayi ve üçüncü sektörlere doğru istihdam kaymasının devam ettiğini göstermektedir. Türk ekonomisinde 1975 yılında meydana gelen değişmeleri bazı ana kesimler itibariyle gözden geçirdikten sonra, ekonomimizi 1975 yılında etkileyen ve 1976 yılında da etkilemesi beklenen temel konuları incele­ mek istiyoruz. 5) Üreti m Arlıs ı v e Beslemıı e Sorun u : Yüksek oranda bir nüfus artışı ile birlikte ekonomik gelişmenin so­ nucu olarak refahın yaygmlaşmasdı ve bölgeler arasındaki ekonomik den­ gesizliklerin giderilmesine yönelik bir kalkınma politikasının etkisi ola­ rak, üretim artışı ve beslenme sorunu gittikçe önemini artırmaktadır. Üretim artışı ve beslenme aslında sadece Türkiye'nin de sorunu de­ ğildir. Gelişmiş, ya da az gelişmiş tüm ülkelerde tarımsal üretim v e gıda maddeleri sorunu, aynı şiddette kendisini hissettirmektedir. Raporumu­ zun dünya ekonomisine ayırdığımız bölümünde de ısrarla belirttiğimiz gibi, ekonomik durgunluğa ve resesyona rağmen, enflâsyon hızlarının '%10 civarında seyretmesi ve hatta bazı ülkelerde % 20'nin üzerine çıkması, esas itibariyle gıda maddeleri fiyatlarındaki artıştan ileri gelmiştir. Geçen yılki genel ekonomik raporumuzda da belirtildiği üzere, 1975 yılı dünya açlık yılı olarak ilân edilmiştir. Gelişmiş ülkelerde tarım, mev­ cut kaynaklara göre, azamî verim düzejâne ulaşmış bulunmaktadır. Bu nedenle bu ülkelerde gıda maddeleri üretimini artırmak büyük ölçüde imkân dahilinde bulunmamaktadır. Nüfus yoğunluğuna rağmen, ileri bir tarım tekniğinin uygulanamadığı ve ayrıca üretim organizasyonu yeter­ sizliği ile malûl bulunan az gelişmiş ülkelerde mevcut kaynaklardan tam olarak yararlamlamamaktadır. Tarımsal üretimi ve gıda maddeleri üretimini m o d e m teknolojiye uygun olarak artıramıyan gelişmekte olan ülkeler, aksine en yüksek nü­ fus artış hızına sahip olan ülkelerdir. Bu nedenle, çok üreten gelişmiş ül­ kelerin az üretebilen yüksek nüfus yoğunluğuna sahip az gelişmiş ülkeleri beslemesi gerekmektedir. Açlık çeken ülkelere yârdım amacıyla bir gıda maddeleri fonu tesisi fikri, esasen bu çelişkiden hareket etmektedir. Türkiye nüfus artış hızını kontrol altına alarak azaltmakla birlikte, gıda maddeleri başta olmak üzere, tarımsal üretimini artırmak zorunlu­ luğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Nüfus artış hızının yavaşlatılma­ sı, nüfus planlaması gibi tedbirlerden çok, gelir ve refah seviyesinin yük­ selmesi ile rnümkün olabilecektir. Şehirleşme, ulaştırma imkânlarının genişlemesi, eğitim ve kültür düzeyinin yükselmesi, nüfus artışının ya­ vaşlamasını sağlayacak en etkin gelişmeler olacaktır. Sanayileşme ve kır­ sal nüfusun azalması ile birlikte doğum oranının düşmesi de hemen her yerde görülen bir vakıadır. Türkiye nüfusunun artışını esas itibariyle kırsal bölgelerdeki artışlar etkilemektedir. Aile plânlaması ve doğum kontroluna karşı özellikle köy ve kırsal alanlardaki nüfusun g ö s t e r d i " mukavemet karşısmda, nüfus artışmın uzunca bir süre önlenemiyeçeğini kabul etmek gerekir. Diğer taraftan istihdam imkânlarmm yaratılması halinde, yüksek gelir ve refah düzeyine sahip kalabahk bir ülke nüfusunun ekonomik geliş­ menin belli başlı şartlarından biri olduğu da unutulmamalıdır. Yüksek bir teknolojik düzeye sahip, kaynaklarını rasyonel şekilde kullanabilen 5 0 milyonluk bir nüfusun, ekonomik gelişme için yeterli bir yoğunluk oldu­ ğu, demografi uzmanlarınca ileri sürülmektedir. Yeterli doğal kaynak­ l a n olduğu takdirde, yüksek teknik bilgiye sahip 20 0 milyonluk bir ülke süper devlet haline gelmekte ve dünya ekonomisine ve politikasına-hâ­ kim olmaktadır. Muhtemel gelişmeler de nazara alınırsa (nüfus artış hı­ zının yavaşlaması), Türkiye nüfusunun yüzyılımızın sonlarına doğru 55 60 milyon olacağı tahmin edilmektedir. Bu nüfus yoğunluğu Türkiye'nin, ileri batı ülkeleri arasında önemli bir y e r işga l etmesine yeterli bir nü­ fus olacaktır. Ancak, nüfus artışı, istihdam sorunları ile birlikte her şeyden evvel beslenme konusunu ön plâna getirmektedir, işte bu nedenledir ki, 197 6 yılından itibaren tarım ürünleri ve gıda maddeleri üretimi, ekonomik ge­ lişme politikamızda yeniden önem kazanacaktır. Türkiye'de tarım üretiminin karşılaştığı sorunlar, üretimin organizas­ yon noksanlığı, işletme cesametinin yetersizliği, modern teknolojinin ye­ terli şekilde uygulanmaması, verimi artırıcı tedbirlerin alınmaması ve üretimi teşvik edecek bir fiyat politikasının uygulanmamasıdır. Türkiye'de tarım işletmeleri, verimli bir üretime elverişli cesamette olmaktan uzaktır, işletmeler küçük ve cüce işletme halindedir. Şüpiıeûiz bu durumda, tarımsal nüfusun olağanüstü artış göstermesi, sanayide ve diğer sektörlerdeki istihdam imkânlarının, tarımdaki gizli işsizliği ma&sedememesinden başka, bir kısım veraset yolu ile işletme mülkiyetinin doiayısiyle işletmelerin dağınık ve parçalanmış bulunması etkili olmaktadır, işletme cesameti yönünden yeterli olduğu kabul edilebilecek bir tarım iş­ letmesi, mülkiyet açısından incelendiğinde parçalanmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Diyelim ki, belirli bir ürün istihsali için 5 0 hektarlık bir iş­ letme cesameti optimal bir cesamet olsun ve bu cesamet, modern ziraat tekniğinin uygulanmasına elverişli bulunsun. 5 0 hektara sahip olduğunu beyan eden bir üreticinin topraklarına bakıldığında çoğu kez hepsi bir bütün olarak görülmem.ekte, 1 0 hektarı, üreticinin oturduğu yerde ise 2 0 hektarı 1 0 kilometre mesafede, bir kısmı başka yerlerde bulunmaktadır. Mülkiyetin bu şekilde bölünmesi sonucu, üretici, topraklarını verimli bir şekilde işletememektedir. Ayrıca, bu kadar dağınık bir mülkiyet ma­ kineleşmeyi, sulamayı ve verimi artırıcı diğer usulleri uygulamayı önle­ diği gibi, üreticinin sevk ve idaresini de güçleştrmektedir. Bu bakımdan, Türkiye'de tarımın modernleşmesi istendiği takdirde, dağınık mülkiyetin birleştirilmesi ve optimal cesamete getirilmesi zorun­ lu bulunmaktadır. Bu sorun, mevcut işletmelerin daha da bölünmesinden başka bir sonuç doğurmayan bir toprak reformu ile çözümlenemez. Top- rak dağıtımının, aşırı büyümüş cesameti dolayisiyle verimi azalmış büyük toprakların parçalanarak optimom işletmeler vücude getirilmesine engel olmadığını kabul etmekle beraber, böyle bir durumun Türkiye için varid olmadığını ve bu imkânın son derece mahdut bulunduğunu da kabul et­ mek gerekir. Bu nedenle, Türkiye'de tarımsal üretimin ve verimin artırılabilmesi içiri, yukarıda belirtilen istikâmette bir tarım reformunu zorunlu görmek­ teyiz. Sulama, gübreleme, tohum ıslâhı, zararlılarla mücadele, mekanizasyon gibi konular, Türk tarımının öncelikle çözüm bekleyen sorunlarıdır. Türkiye'de, üretim organizasyonunda köklü bir değişiklik yapmadan, ve­ rimi artırıcı modern usullerle tarımsal üretimin artırılması bakımından, halâ geniş imkânların, mevcut bulunduğuna kaniyiz. Beslenme bakımından üretimi artırılması gereken en önemli konu hayvancılık ve su ürünlerinin geliştirilmesidir. Hayvancılık, Türkiye eko­ nomisinde ya başlı başına, müstakil bir üretim kolu olarak veya ınevcut bitkisel üretim işletmelerine ek ve yardımcı bir faaliyet kolu olarak ge­ liştirilebilir. Öyle sanıyoruz ki, tarımda mevcut nüfusun istihdam imkânlarını ar­ tırmak, mevcut işletmelerin üretirn ve gelir düzeyini yükseltmek, tarımsal nüfusun kalkınmasını sağlamak bakımından hayvancılık belki de yegâne imkânı teşkil etmektedir. Özellikle tarımsal üretime elverişli bulunmayan doğu ve güney doğu Anadolu'da entansif bir hayvancılık, bu bölge nüfu­ sunun ekonomik kalkınması bakımından zorunlu bulunmaktadır. Entansif derken, hayvancılığın entansif usullerle yapılmasını değil, hayvancılığın bu bölgelere temerküz ettirilmesini kastediyoruz. Bu bölgeler, besi için kış aylarında alınacak tedbirlerle yaz aylarında mer'acılığa dayanan ucuz ve ekstansif bir hayvancılığa son derece elverişli bulunmaktadır. Diğer taraftan her iki bölge de konumu itibariyle Arap ülkelerine. Iran ve Rusya'ya ihracata elverişli bulunmaktadır. Soğuk tekniğinden ya­ rarlanarak soğuk zinciri altında bu bölgede yapılacak hayvancılık aynı zamanda yan ürünlerin değerlendirilmesi, bazı işleme ve paketleme ame­ liyelerinin mahallinde yapılmasına imkân verecek şekilde sınaî istihdamı da önemli ölçüde artıracaktır. Et mamulleri, hazırlanmış ve paketlenmiş et üretimi de soğuk depo ve tesislerle birlikte, doğu bölgesinin zengin et üretiminin, soğuk nakliye ile büyük tüketim merkezlerine arzedilmesini mümkün kılacaktır. Bu gelişme, bir taraftan hayvan üreticisinin gelir ve refah seviyesini yükseltecek, diğer taraftan, rasyonel üretimin fiyatlarda sağlayacağı ucuz­ luktan büyük şehirlerdeki tüketicilerin de yararlanmasını mümkün kıla­ caktır. Bitkisel üretimin hâkim olduğu tarım işletmelerinde hayvancılık, ahır besiciliği şeklinde ve ek bir üretim kolu olarak geliştirilmelidir. Bu suretle, üretim v e gelir yetersizliği çeken küçük işletmelerin büyümesi sağlanmış olacaktır. Toprak ve ; tarım. reformu konusundaki çalışrnalarda, hayvancılığın yan bir faaliyet olarak sağladığı imkânlar hesaba katılnaalı, işletme cesameti ve mülkiyetine müdahale etmeden, üreticilerin yüksek bir gelir düzeyine ulaşmaları sağlanmalıdır. Bu alanda en büyük soru­ nun y e m üretimi olduğunu bilhassa belirtmek isteriz. Hayvancılıkta beklenen gelişmeler sağlanabildiği takdirde, y e m üre­ timi sorunu bütün ağırlığı ile kendisini hissettirecek v e belki de yakın bir gelecekte Türkiye hayvan yemi ithâl etmek zorunda kalacaktır. Hayvancüığm geliştirilmesine ilişkin yukardaki görüşleriniiz, kanatlı hay­ vanlar üretimi, tavukçuluk için de aynen geçerli bulunmaktadır. Hayvan­ cılığın geliştirilmesi, sadece artan nüfusun beslenmesi açısından değil, ih­ racat imkânları bakımından da gerekli şekilde değerlendirilmelidir. Gübre üretiminin artırılması, y e m sanayiinin geliştirilmesi, traiktör ve diğer tarım âlet ve makinelerinin, mücadele ilâçları üretim ve ithalâtının artırılması bakımından Hükümetçe alman tedbirler ve plânlanan hedef­ ler, Türkiyenin tarımsal üretimini artırmaya geniş ölçüde yardımcı ola­ caktır. Son olarak hükümetin 1,3 milyar liralık bir besi kredisini uygu­ lamaya koyıriası, 100 bin traktör ihtiyacının imâl veya ithâl yolu ile kar­ şılanması, gübre temininde gösterdiği hassasiyet, 500 milyon liralık süt­ çülük kredisi, tarımsal üretimin artırılması konusuıiun Hükümetçe cid­ diyetle ele almdığmıh somut kâmtlarıdır. Bu arada, yukarda değindiğimiz şekilde doğu ve güney doğu bölge­ lerindeki hayvancılığın geliştirilmesi, bu' arada ırk ıslâhı, et kalitesi ve verimi yüksek cinslere doğru kaymayı teşvik edici tedbirlerin alınması, soğuk muhafaza, işleme ve nakliyeye ilişkin alt yapı tesislerinin süratle kurulması ve b u alanda özel sektörü teşvik edici tedbirlerin alınması da vakit geçirilmeden gerçekleştirilmesi zorunlu hususlardır. Bu konuda, özellikle lasa. vadeli etkileri itibariyle önemli gördüğü­ müz fiyat, özellikle taban fiyatları, politikasına değinmek istiyoruz. 1975 yılında uygulanan tarım ürünleri destekleme alım fiyatı politi­ kası, geniş ölçüde. Hükümetin, atitienflâsyonist fiyat politikasının etkisi altında kalmıştır. Fiyat artışları ve enflâsyonu kontrol altına almak ama­ cıyla uygulanan istikrar tedbirleri, ihraç malı olan tarım ürünlerinde y e ­ ni fiyat artışlarına sebebiyet vermiyecek şekilde, maliyetlerde sağlana­ cak bir düşüklüğün, ılımlı bir destek fiyatı artışı ile birlikte, üreticilerin gelirlerine yansıması istikametine yönelmiştir. Gerçekten 1975 Nisan ayında kurulan Koalisyon hükümeti, mevsimin ilerlemiş olmasına rağmen, sun'î gübre fiyatlarında önemli oranda indi­ rim yapmış, gerek ithalâttan, gerek yerli imalâttan doğan zararların Ha­ zine tarafından karşılanmiası yoluna gitmiştir. Birinci koalisyon hükümetince uygulanan destekleme fiyatları ile ikin­ ci koalisyon hükümetinin uyguladığı fiyatlar arasında belirli fark, 1974 fiyatlarının, bir evvelki yıla nazaran kuvvetli artışlar göstermesine mu­ kabil, 1975 fiyatlarının oldukça mutedil artışlar göstermesi ve hatta zeytinyağda olduğu gibi hemen hiç artmamasıdır. Demirel hükümetinin taban fiyat politikası, 1974 yılındaki artış se­ viyesi üzerinde gerekli bazı düzeltmeleri yapmak ve girdileri ucuzlatmak suretiyle, üretici gelirlerini artırmak istikâmetinde olmuştur.. Belli başlı ürünlere ait 1973-1975 dönemi destek fiyatları ve artış oranları aşağıdaki tabloda gösterilmiştir : Mahsûlün Cins i Fındık Pamuk (ortalama) Şeker Pancarı Tütün (Tekel ort) Çay (ortak fiyat) Zeytinyağı Buğday (Ort. Fiyat) Çeltik Ayçiçeği 1974 1973 Artış 1% 940 17,5 1350 554 61,0 783 30 50,0 40 21.50 62,9 31.29 450 12,5 625 1175 43,2 1750 120 18,8 214 340 47,8 425 250 13,6 375 Artış 1% 43,6 41,3 33,3 46,0 39,0 48,9 78,3 25,0 46,6 1975 1400 800 50 Artış % 3,7 2,2 25,0 750 1750 243 475 550 20,0 — 13,6 11,8 46,6 Yukarıdaki tablodan da görüleceği gibi, 1975 yılındaki fiyatlara ait artış oranları hemen bütün maddelerde, 1974 yılının çok altında kalmak­ tadır. 1975 yılında, üreticiyi tatmin edecek ve genel fiyat artış oranlarını karşılayabilecek ölçüde destek fiyatları artan maddeler şeker pancarı ile çayda ve dış görünüşü itibariyle ayçiçeğinde olmuştur. Şeker pancarı ile çayda görülen fiyat artırımları kendisini üretimde derhal hissettirmiş ve gübre fiyatlarındaki indirim ile birlikte % 25 oraıı^ndaki artış, üretimin, hava şartlarının da eklenmesiyle birlikte 7 milyon ton gibi rekor bir seviyeye ulaşmasında âmil olmuştur. Buğday, pamuk, fındık, çeltik v e zeytinyağı gibi maddelerde ise artış oranlarının yetersiz olmasına rağmen, buğday v e fındık üretimi artmış ayçiçeği ve zeytinyağda ise azalma kaydetmiştir. Bu artışta iklirri şartla­ rının rolü olmakla beraber, 1974 yılındaki destek fiyatları artışının büyük rolü olmuştur. Her iki maddede de üretici, 1974 fiyatlarının oldukça üs­ tünde bir fiyat ümit etmiş ve ekimini ona göre yapmıştır. Pamuk konusuna değinmeden önce ayçiçeği sorununu kısaca ele al­ mak istiyoruz. 1975 destek fiyatında ayçiçeği için % 46,6 gibi şeklen önemli bir ar­ tış mevcut görünüyor ise de, aslında bu durum aldatıcıdır. 1974 yılındaki 375 kuruşluk asgarî fiyata mukabil, üreticinin eline geçen ve bor­ salarda teşekkül eden fiyat 450 ilâ 475 kuruş olmuştur. Buna mukabil, 1975 yılında borsa fiyatı, o yılın asgarî fiyatı olan 550 kuruşun üzerine çık­ mamış v e üretici çoğu zaman mahsûlünü 425 kuruşa satmak zorunda kal­ mıştır. Bu nedenle, 1974 yılının fiilî fiyatı olan 475 kuruşla kıyaslandığı takdirde, 550 kuruşluk fiyat % 15,7'lik bir artışı ifade etmektedir. Margarin ile likid yağ fiyatlarında artışı önlemek ve tüketiciyi koru­ mak amacıyla eylül 1975'ten itibaren ucuz ham likid yağ ithâline gidil­ mesi, ayçiçeği üretiminin üretici elinde kalmasına veya kooperatifler elinde birikmesine yol açmıştır. Üretimi ve üreticiyi korumayan ayçiçeği taban fiyatı, likid rafine yağ fiyatı ve ithalât politikası, mahsûle haşerelerin verdiği zararla birleşince, Marmara ve Trakya ^bölgesinin bu temel ürününde ciddî bir azalmaya ne­ den olmuştur. Sinek tahribatının da etkisi olmakla beraber, ayçiçeğinde meydana gelen 7 0 bin tonluk azalmada, uygulanan hatalı ithalât ve mamu l madde satış fiyatları politikasının etkisi büyük olmuştur. Tüketiciyi koru­ maya yönelik bir fiyat politikası, ithalât ile birleşince, ayçiçeği üretimini ciddî sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Üreticiyi cesaretsizleştiren bu hatalı fiyat politikası, bir taraftan üretimi azaltarak üretici geliıierini dü­ şürecek, diğer taraftan ülkemizin, devamlı yağ ithalâtçısı durumuna gir­ mesine sebep olacaktır. Üretimi artıracak ve üreticiye gelecek yıllar için fiyat garantisi verecek bir politikaya süratle girilmediği takdirde, ayçi­ çeği üreticisi, ekimini daha da daraltacaktır. Diğer taraftan, fiyat istikrarı politikası gereği olarak ithalâta tevessül edilmesi, ülkenin döviz darboğazına girdiği bir dönemde döviz harcama­ larını artıracaktır. Mevcut kaynakların kullanılarak, Türkiye'nin yağ dengesinin sağlanması ve ayrıca üreticiye de yeterli bir gelir düzeyi te­ min ederek, hayat seviyelerinin yükselmesi gereği karşısında, ayçiçeği ta­ ban fiyatı politikasında ciddî değişiklikler yapılması gereğine inanıyoruz. Pamuk üretimindeki gerileme sonucu çiğit üretiminin de azalması ile, ülkemizin yağ sorunu daha da ağırlaşmış olmaktadır. Kaldı ki, fiyat is­ tikrarı uğruna, üreticinin çıkarlarını feda ederek uygulanan fiyat politi­ kası da tüketici fiyatlarının 197 5 yılında :% 21, 1 gibi enflâsyonist bir artı­ şına mâni olamamıştır. Bu durum karşısında, ayçiçeği taban fiyat politi­ kasının kime yaradığını anlamak güçtür. Aşağıda rasyonel bir taban fiyat politikasına ait esaslar hakkındaki görüş ve tekliflerimiz ayrıca arzedilecektir. Ülke ekonomisi bakımından son derece önemli olan (gerek ihraç malı olması, gerek yerli sanayiin ham maddesi olarak mamu l madde ihracı açısından) pamuk üretim ve fiyat politikası da anlaşılmaz hatalar ile dolu­ dur. İşin ilginç yönü, bu hataların her iki koalisyon hükümeti zamanında da işlenmiş olmasıdır. 1973 dünya fiyat konjonktürü karşısında, pamuk için tespit edilen 554 kuruşluk ortalama destek fiyatının fiilî bir önemi olmadığı muhak­ kaktır. Ancak, iç piyasada ve borsalarda pamuk fiyatları 2 7 liraya kadar yükselmiş iken (dış fiyatlardaki artışlara paralel olarak) 197 4 yılının or­ talarından itibaren dünyada pamuk fiyatları hızla düşmüş, bu gelişme iç piyasa fiyatlarına da aksedince fiyatlar 1 5 lira civarına gerilemiştir. 197 4 yılında dünya fiyatlarının seyri karşısında ihracattan mütevellit zararla­ rın bütçeye muhtemel in'ikâsmı önlemek amacı ile 75 0 kuruşluk bir des­ tek fiyatı tesbit edilmiş, borsadaki fiyat hareketlerinin sonucu olarak 78 3 kuruş gibi dünya fiyatlarına uygun bir seviye teşekkül etmiştir. Ancak bu fiyat üreticiyi tatmin etmemiştir. İç fiyatlar ve maliyet artışları dola­ yisiyle kütlü için 1 0 liralık bir fiyat bekleyen üretici, 75 0 kuruşluk fiyat­ tan memnun olmamıştır. 197 5 yılında dünya ekonomilerindeki durgunluk, pamuk dış fiyatlarında da kendisini hissettirmiş ve fiyatlar yılın büyük bir kısmında 1 5 -16 lira arasında seyretmiştir. 1975 eylülünde bu defa ikinci Koalisyon Hükümeti, bir tahmin hatası yaparak, destek fiyatını 80 0 kuruş olarak belirlemiştir. 197 4 yılının fiilî 783 kuruşluk fiyatına göre % 2,2 gibi kabili ihmal bir artış gösteren pa- muk fiyatları, üretimi daraltıcı etkilerini hissettirmekte gecikmemiştir. Buğday fiyatında 1974 yılında görülen önemli artış, pamuk ekiminin cazi­ besini ortadan kaldırmış ve üretici pamuktan buğday ekimine doğru kay­ mağa başlamıştır. 1975 yıhnda üretimin azalmasına, beyaz sinek haşere­ sinin yapmış olduğu tahribat ve mücadelede tam bir başarıya ulaşılama­ ması da müessir almakla beraber, destek fiyat politikasının daha etkili ol­ duğunu söyleyebiliriz. Diğer taraftan, dış fiyatlar karşısında destek alım­ ları da Tariş ve kooperatifler elinde temerküz etmiş, üretici, mahsûlünü erken elden çıkarmakla, yıl sonunda ve 1976 yilırim ilk aylarında düiıya pamuk fiyatlarındaki artıştan da yararlanamamıştır. Ürünün büyük bir kısminin Tariş gibi Devlet kuruluşlarının elinde toplanmasından sonra, diş fiyatların artması Tariş'in yüksek kârlarla ihracat yapmasmia imkân hazırlamıştır. Resmî bir kuruluş olması dolayisiyle, son fiyat artışlarının üreticiye ihtikâr ettirilmesini sağlayacak bir ristürn mekanizması harekete geçiri­ lecek yerde, üreticinin, düşük fiyatla malını satmasına seyirci kalınmıştır. TarişMn ham yağ ithalâtına girişmesi sonucu, bu kuruluş son aylarda bü­ yük kazançlar sağlamış bulunmaktadır. Nitekim üreticiler, bü kârlarıh bir kısmının kendilerine intikâlini istemektedirler. Tariş'in mubayaa fiyatı ile sanayicilere pamuk satışı da tekstil sanayiine verileri bii* nevi gizli süb­ vansiyon olmuştur. Her ne kadar bu tedbirler, tekstil sanayiimizin, için­ de bulunduğu bunalımı kısmen hafif bir şekilde atlatrhasım mümkün kıl­ mış ise de, stokların azalmasının sebep olduğu iç fiyat artışları karşısın­ da bu sefer Tariş'in ihraç fiyatları ile pamuk satma:sını istemesine yol aç­ mıştır. • • Görüleceği üzere pauk fiyatlarında meydana gelen dalgalanmalar, üreticiden satın alman pamuğun düşük fiyatlı olması nedeniyle ihracatı engellemiyen bir mahiyet arzetmekte ise de, sanayicinin şikâyetihi mu­ cip olan iç fiyat artışlarını önleyememiştir. Haşere mücadelesi ile birlik­ te, destek fiyat politikasında gerçek maliyetleri karşılayan ve üreticiyi üretimini artırmağa teşvik eden bir istikâmete girilmediği takdirde, önü­ müzdeki yıllarda pamuk üretiminde bir gelişme beklememek lâzımdır. Tütün fiyatları, dış fiyatlara uygun bir şekilde tesbit edilirken, 1975 yılında TekeTin aracılığı ile yürütülen yüksek bir destekleme alım fiyatı, tütün ürününün, büyük kısmının Tekel tarafından satın alınması sonu­ cunu doğurmuştur. 1976-77 ihraç döneminde tütün dış fiyatlarında, iç fi­ yat yüksekliğini telâfi edecek oranda bir artış meydana gelmediği takdir­ de, tütün ihracatının Tekel tarafından ve zararına yapılacağına muhakkak nazarı ile bakiimakdır. 1960-74 döneminde TekeFin ihracattan önemli za­ rarlara uğradığı bilinmektedir. Nitekim Tekel idaresinin işletme zararları olarak 2,3 milyarlık bir kısmın. Merkez Bankasına ödenmesi imkânsız hâle geldiğinden 1902 sayüı Kanunla Merkez Bankası nezdinde Hazine borcu olarak konsolide edilmiştir. Bütünü ile ele alındığında, 1975 yılma ait destekleme alımları fiyat politikasının, üreticiyi tatmin edici v e üretimini artırmağa teşvik edici bir karakter taşıdığı söylenemez. Nitekim bu gerçek Hükümetçe de anla- şılmış olacak ki, 1976 yılında tarımsal üretimi artırıcı tedbirlerin alınacağı ve bu yıl da tarıma, önem verileceği en yetkili kişilerce ifade edilmektedir. Ancak kanımızca, bu konuda da.iyimser olmağı gerektirecek nedenler y e ­ terince mevcut değildir. Bir kerre, fiyatı ucuzlatılarak. Hazineye en az 3 milyar liralık bir sübvansiyona mal olan sun'î gübre üretimi, 1974 yılının 699 bin tonuna mukabil % 31,1 oranında bir artışla 917 bin tona çıkarıla­ bilmiş, ise de, ihtiyacın büyük bir kısmının ithalâtla karşılanması gerek­ mektedir. . En az 1 milyon tonluk ithal6^ ihtiyacı olmasına, mukabil, 1975 yılında ancak 261 bin ton sun'î gübre ithâl edilebilmiştir. Üretiın mevsimine ye­ tiştirilmek istendiği takdirde, ithalâtın şimdiye kadar realize edilerek üre­ ticiye arzedilmesi gerekirdi. Üretimde s u n i gübre kullanan bölgelerden gelen haberler ve tarımsal kuruluşların yetkilileri,, gübre temininde güç­ lüklerle karşılaşıldığını ve yeteri kadar gübre bulunamadığını iddia et­ mektedirler. İddialar, mübalağalı olsa bile, gübre konusunun, çözümlen­ miş olduğu söylenemez. Zamanında ve ekim mevsiminde gübre temin edi­ lemediği takdirde, tarımsal üretimin nasıl artırılabileceği, üzerinde durul­ ması gerekli bir konudur. Mayıs 1975 ayında sun'i gübre fiyatlarında Ha­ zine aleyhine yapılan indirimin üreticiye ne ölçüde yansıdığı ve katlanı­ lan bu kadar büyük bir fedakârlığa mukabil, üretimde ne miktar bir artış sağlandığı ise ciddî incelemeler ile ortaya çıkarılabilecek önemli bir sorun­ dur. Hazinenin nakit ihtiyaçları içinde kıvrandığı bir dönemde, verimli olarak kulanılabilecek fonların israfından kaçınılması gereği açıktır. Bu nedenle, ekonomik istikrar ve fiyat politikasında, psikolojik etkenlerin, reel tedbirler kadar önemli olduğuna şüphe yoksa da, sübvansiyonlardan sağlanacak sonuçların önceden iyi hesaplanması ve alınacak sonuçları haklı göstermeyecek sübvansiyonlardan kaçınılması gerekir. 6) Deste k Fiya t Politikas ı Hakkındak i Görüşlerimi z : îster tarımsal, ister sınaî olsun, herhangi bir malın üretimini artırmak için,. satış fiyatının maliyeti karşılayacak düzeyde olması gereklidir. Bu maliyet, reel bir maliyet olabileceği gibi, üreticinin, beklediği gelir sevi­ yesini yani geçimini sağlamaya elverişli olaıî fiyat da olabilir. Çoğu za­ man, piyasa fiyatı bu iki unsuru da içeren ve her iki amacı birden gerçek­ leştiren fiyattır. Daha açık bir şekilde ifade edilmek istenirse, her hangi bir ürünün maliyet fiyatında hiç bir artış olmasa dahi, üreticinin satın aldığı mal ve hizmetlerin fiyatlarında bir artış olmuş ise, fiyatın, bu artışları da kar­ şılayacak bir düzeyde olması lâzımdır. Aksi halde, üreticinin hayat sevi­ yesi düşer. Şüphesiz bu görüşler, üreticinin hasılasında reel bir artış ol­ madığı varsayımına dayanmaktadır. Eğer fizik hasılası artmış ise, aynı hayat seviyesini daha çok ürün satarak elde ediyor demektir. Bu durumun üreticiyi teşvik ettiği söylenenıez. G halde, üretimi artıracak bir destek fiyatı tesbit edilirken, üretici- nin, maliyet unsurlarmda meydana gelen değişmelerle birlikte, satm al­ dığı mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artışları da dikkate almak gerek­ mektedir. Şüphesiz, üreticinin gelir v e yaşam düzeyini etkileyen önemli bir faktör, işletme cesametidir. İşletme cesametinde kısa sürede köklü de­ ğişiklikler olamayacağına göre, kısa vadede destek fiyat tesbitleri, mali­ yetlerle, diğer ürünlerin ve satm aldığı mal ve hizmetlerin fiyatına göre şekillenecektir. Diğer ürünler deyimi ile alternatif maliyetler ve üretim­ leri kasdetmekteyiz. Üretim faktörlerinin azamî kullanılma limitlerine yaklaşılması halin^ de, «fırsat maliyetleri» daha da ciddî bir şekilde izlenmek zorundadır. Zi­ ra üretimi, muhtelif ürün cinsleri arasında dağıtan fiyat ilişkileri bozul­ duğu takdirde, ürünler arasında kaymalar meydana gelecek, sonuç olarak bir ürünün üretimi artarken, diğerlerinin üretimi azalacaktır. Türkiye'de mevcut üretimin bünyesi itibariyle, üretimin, alternatif maliyetlere ol­ dukça hassas bir faktör kullanımı düzeyine erişmiş olduğu kanısındayız. Bu nedenle, üretim faktörlerinin kaymalarım önleyecek şekilde ürün fi­ yatları arasında nisbî bir denge sağlanması zorunlu bulunmaktadır. Şüp­ hesiz, fiyat politikası, bazı ürünlerin üretimini azaltmak istikâmetine y ö ­ neliyorsa, mevcut fiyat dengesini bozacak bazı müdahaleler yapılabilir. Bu her şeyden evvel, uzun vadeli bir üretim politikasının gerektirdiği po­ litika kararlarına bağlı olan bir husustur. Yukarıdaki açıklamalarımızın ışığı altında destek fiyat tesbiti için, önce maliyet unsurlarındaki fiyat değişiklikleri, diğer ürünlerin fiyatları ile ilişkileri ve nihayet üreticinin gelir düzeyi, gözönünde bulundurulma­ lıdır. Her şeyden önce, maliyet fiyatlarındaki artışı karşılayacak şekilde destek fiyatının tesbiti, bir garanti fiyatı şeklinde düşünülmelidir. Yani üretici bilecektir ki, tesbit edilecek destek fiyatı, maliyetlerini karşılayarak, hayat seviyesini sürdürecek bir düzeyde mutlaka olacaktır. Böylece bir tespit yapılabilmesi için, destek fiyat konusu olan ürün­ lere ait işletmelerin cesameti, girdileri, fizikî hasılası,. üreticinin hayat seviyesi hakkında kesin bilgilere sahip olmak zorunludur. Aksi halde, fi­ yat, tesbitleri keyfî ve politik ohnaktan öteye bir anlam taşımayacaktır. Türkiye'de yukardaki konularda, sağlam ve güvenilir bilgilerin mevcut olduğu söylenemez. Bununla beraber bazı verilerden hareket ederek so­ nuca varmak mümkündür. Taban fiyat tesbitlerinde politik müdahaleleri ortadan kaldırm.ak ve üreticiye, ürünün muhtemel fiyatı konusunda, üretime başlamadan önce kesin bir bilgi verebilmek için bazı objektif esasları içeren yöntemlere başvurulabilir. Bunlardan bizce en önemlisi, parite fiyatıdır. Parite fiyatı, üreticinin satm aldığı mal ve hizmetler fiyatları ile, diğer ürün fiyatları ve maliyet unsurları arasında ilişki kuran bir indekstir. Bir diğer yöntem de, destek fiyatını, üretilen malın piyasa fiyatının belirli bir yüzdesine bağlamaktır. Ancak, enflâsyonist fiyat artışlarının hâkim olduğu dönemlerde bu usulü uygulamada bazı güçlükler vardır. özellikle, çeşitli nedenlerle, piyasa fiyatının, maliyet seviyesinden büyük ayrılıklar göstermesi halinde satış fiyatına göre indekslenecek bir taban fiyatı, spekülatif hareketlere devamlılık kazandıracaktır. B u nedenle, ta­ ban fiyatı konusunda maliyetlere ilâveten, satın alman mal v e hizmetler fiyatlarındaki artışlarla birlikte diğer ürün fiyatlarına göre yapılacak ilâ­ velerle bulunacak destek fiyatı tesbiti, yani parite fiyat esası, diğer yön­ temlere göre daha eKrerişli bulunmaktadır. Bu şekilde, üretici ürününün fiyatının ne olabileceğini evvelden kestirebileceği gibi, her halükârda ma­ liyetini karşılayacak bir fiyat dolayisiyle emniyet altında hareket edebi­ lecektir. Üretim konusundaki görüşlerimizi, tarımsal üretimi artıracak alt yapı tedbirleri (gübre, sulama, mekanizasyon, tohum ıslâhı, zararlılarla müca­ dele, işletme cesametlerinin optimal seviyeye çıkarılması v.s.) ile birlikte fiyat politikasının da üretimi teşvik edici, yeterli kârlılık sağlayacak şe­ kilde düzenlenmesi gerektiği şekilde özetlememiz mümkündür. 7) Fiya t Politikas ı : 1975 yılında uygulanan fiyat politikası, özellikle iki hatalı varsayıma dayanmaktadır. Birincisi, dünya konjonktürünün etkisi ile dış fiyatlarda meydana gelecek gerilemeler, iç fiyatlara ve maliyetlere de yansıyacağın dan, fiyatlarda düşme, hiç olmazsa istikrar eğilimi ortaya çıkacaktır; ikincisi, 1974 yılındaki fiyatlar seviyesinin, maliyetleri karşıladıktan başka yüksek kâr marjları ihtiva ettiği, dolayisiyle, fiyatlarda meydana gelecek gerilemelerin, üretimi azaltacak etkiler maydana getirmeyeceği ve fiyat düşmelerinin kârlardan karşılanacağı varsayımıdır. Nitekim, Hükü­ metçe uygulanan sınaî maddeler fiyat politikası bu görüşten hareket et­ mektedir. Ancak, dünya enflâsyonunda beklendiği ölçüde bir azalma 1975 yılında olmamıştır. Olmuş ise de ancak 1975 yılının ikinci yarısından iti­ baren hissedilmeğe başlanmıştır^ % 10 civarında seyreden bir dış enflâs­ yonun ekonomimize % 15 oranında yansıması hesaplanmak gerekirken, uygulanan fiyat istikrar politikası, fiyatlarda gerekli artışları hesaba kat­ mamıştır. Enflâsyonu baskı altına alabilm.ek için Hükümetçe uygulanan fiyat politikası, bir taraftan destek fiyatlarını mutedil düzeylerde tutmağa, di­ ğer taraftan bazı girdileri ucuzlatıcı idarî tedbirlere ^yönelmiştir. Destek fiyat politikasına yukarda değinilmiştir. Tarım kesimindeki fiyat artışla­ rı bu şekilde baskı altına alınırken, sanayi sektörünü de bir sıkıştırmağa tâbi tutmak için, sanayi ham maddeleri fiyatları asgarî düzeyde tutulmak istenmiştir, ham madde fiyatlarındaki azalmaların, iç maliyetlere yansı­ ması ümidi ile sanayi mamulleri fiyatlarının. Fiyat Kontrol Komitesinin idarî meKianizması ile, sabit tutulması öngörülmüştür. Bu politika bir de­ receye kadar başarılı olmuştur. Ancak, tarım kesiminden ve özelikle gıda maddeleri fiyatlarındaki artışlardan gelen enflâsyon tamamiyle önlene­ memiş, sanayi sektöründeki fiyat artışları da ancak geciktirilmiştir. Kâr- ların azalması suretiyle gerçekleştirilen nisbî fiyat istikrarı ise, potansi­ yel bir fiyat artışı ve enflâsyon olarak 1976 yılına devredilmiştir. 1976 yılında fiyatlardaki artış hızının yükseleceğini gösteren bazı be­ lirtiler mevcuttur. Bir kerre tarım sektöründe fiyat artışları, daha fazla önlenemiyecek bir duruma gelmiştir. Mevcut fiyat seviyesinde ısrar edil­ diği takdirde, tarımsal üretimin ciddî azalmalar göstermesi tehlikesi doğ­ muştur ki, tarım ürünlerine karşı olan talebin bünyesi dolayısiyle, ilerde daha şiddetli artışları önlemek ithalât yolu ile de mümkün olmayacaktır: Döviz darboğazı nedeni ile, üretici aleyhine, fiyat istikrarı lehine ithalâım da 1976 yılında kolay olacağı söylenemez. Fiyat Kontrol Komitesinin idarî, fiyat artış engellemeleri de uzun bir süre devam ettirilemez. Nitekim 1976 başında bu alandaki idarî kısıtlama­ lar bir dereceye kadar hafifletilmiş, sanayi mamulleri fiyatlarında bazı artışlara müsamaha etmek zorunluluğu doğmuştur. Hazinece katlanılan külfetler karşılığı bir kısım, ham madde fiyatla­ rında sağlanan nisbî istikrar da, dış fiyatların yeniden artış istikâmetine yönelmesi dolayısiyle tehlikeye girmiş bulunmaktadır. Nitekim, sanayiin, ham madde fiyatlarındaki artışlar sebebiyle zam talepleri, 1976 başından itibaren yoğunluk kazanmış bulunmaktadır. 1970 - 1971 döneminde olduğu gibi, geciktirilmiş enflâsyon ve fiyat ar­ tışları nasıl tesirlerini 1973 ve 1974'de hissettirmiş ise, 1975'deki fiyat poli­ tikasının sonucu olan engellenmiş fiyat artışları da 1976'dan itibaren etki­ sini hissettirmeğe başlayacaktır. Bu itibarla, 1976 yılında enflâsyonun hızlanacağını söyleyebiliriz. Fi­ yat artışlarının daha keskin hâle gelmesini gerektiren sebepler yanında bütçe ve harcama politikasından gelen etkenlere şimdilik değinmiyoruz. 1975 ve 1976 yılı bütçe ve kamu sektörü açıklarının enflâsyonist baskıları artıracak nitelikte olduğuna şüphe, yoktur. Hükümetçe uygulanan ücret politikası ve gelir kontrolü sistemi, kamu sektörü için etkili olsa bile, özel kesimde 1976 yılında toplu sözleşmeler dolayısiyle gelir ve maliyet artışlarını önlemeğe yeterli olmayacaktır. Sa­ nayiin kârlılık oranlarının düştüğü bir sırada yapılacak toplu sözleşme görüşmelerinin, işverenler için çetin sorunlar ortaya çıkaracağını şimdi­ den söylemek mümkündür. İşçi ücretlerindeki artışların ise maliyetler üzerindeki etkisi nede­ niyle, fiyat artışlarını teşvik edeceğine şüphe yoktur. İngiltere ve Batı Al­ manya'da olduğu gibi, işçi ücretlerinde % 3 ilâ 5 raddelerindeki artışlarla yetinmıeğe, Türkiye'de imkân yoktur. Kaldı ki, oralarda bile Hükümetle­ rin fiyat politikası açısından gerekli gördüğü artış oranlarının işçi sendi­ kaları tarafından kabul edileceği (Almanya hariç) şüphelidir. Hele Tür­ kiye'de, toplu pazarlıkların hangi ortamda yürütüldüğü ve ücret artırım taleplerinin ekonomik olmaktan ziyade politik baskı ve pazarlık gücüne dayandığı düşünülecek olursa, 1976 yılında sosyal uyuşmazlıkların, işçiişveren ilişkilerinin son derece nazik bir imtihan geçireceğini söyleyebi­ liriz. Bütün bu faktörler, Türkye'de 1976 yılında enflâsyon hızının azalma yerine artma yönünde seyredeceğini göstermektedir. Enflâsyon ve fiyat politikası hakkındaki bu genel görüşlerden sonra, 1975 yılındaki fiyat hareketlerini gözden geçirmek istiyoruz. 1975 yılının son aydarma gelene kadar, resmî çevrelerle, ekonomistler tarafından, enflâsyon ve fiyat artışları konusunda birbirine tamamiyle zıt görüşler ileri sürülmüştür. Resmî çevreler, toptan eşya fiyatları indeksle­ rinin seyrine bakarak, Türkiye'de fiyat artışlarının yavaşlatıldığını ileri sürerken, bazı çevreler enflâsyonun yüksek bir oranda devam ettiğini id­ dia etmişlerdir. Gerçekten toptan eşya fiyatları indeksinde nisbî bir istik­ rar hüküm sürerken, geçinme indekslerinde artışlar devam etmiştir. Her iki indekse ait aylık rakamlar aşağıda gösterilmiştir : Aylar Ocak Şubat Mart Nisan Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık Yıl ortalaması 1975 » » » » » » » » » » » Tojıtan eşy a fiyatlar ı Perakend e fiyatla r indeksi (Geçinme ) İndeks i 1963 = 10 0 İstanbul 3,8 0,9 2,2 4,5 1,0 2,1 0,1 0,4 1,3 0,7 - 1,9 — 0,2 — 0,8 0,1 0,6 0,3 0,5 1,3 1,4 2,4 0,7 1,3 3,8 1,4 10,1 21,2 Rakamlardan da görüleceği üzere, toptan eşya fiyat indeksi yıl orta­ sında arka arkaya 3 ay gerilerken, geçinme indeksi ancak bir ay düşmüş, diğer aylarda c ü z i olmakla beraber artmağa devam etmiştir. Toptan eşya fiyatlarında Nisan ayma kadar olan artış seyri, Mayıs ayından itibaren yerini gerilemeğe veya tam istikrar denilen bir hareketsizliğe bırakmıştır. Bu durum Aralık ayma kadar devam etmiştir. Aralık ayından itibaren fi­ yatlarda yeniden bir hızlanma görüyoruz. Durumu daha objektif olarak tesbit edebilmek için, toptan eşya fiyatları indeksini oluşturan iki ana grup olan gıda maddeleri ve yemler grubu ile, sanayi ham maddeleri ve yarı mamul grubu indekslerindeki seyri incelemel^te yarar vardır. Gıda maddeleri ve yemler grubu indeksi Nisan - Temmuz döneminde % 7 oranında gerilemekle beraber, diğer aylardaki önemli artışlar nede­ niyle yıl ortalaması olar^.k % 17,2 artmıştır. Gıda maddeleri fiyatının ge­ niş ölçüde etkisi altında kalan geçinme indekslerinde seyir, bu grubun eği­ limine uygun düşmektedir. Sanayi ham maddeleri ve yarı mamuller gru- bunda ise 1974 yılma oranla %1,2 oranında bir gerileme olmuştur. Demek oluyor ki, toptan eşya fiyatlarının, perakende fiyatların yarısından az bir artış göstermesinin asıl sebebi, sanayi ham maddeleri ve yarı mamuller fiyatlarının hiç artmaması ve hatta gerilemesidir. Birbirini y o k eden bu iki gelişme sonucu, toptan eşya fiyatları ancak % 10,1 oranında artış kay­ detmektedir. Sanayi ham maddeleri ve yarı m^amûler fiyatlarındaki bu istikrar da­ ha ziyade ithâl edilen ham maddeler fiyatlarındaki düşüşler, hazinece ve­ rilen sübvansiyonlar sonucu bazı temel sanayi ham maddelerinin iç. fiyat­ larında sağlanan, ucuzluklar (demir-çelik mamullerinde olduğu gibi) ve nihayet, fiyat kontrol komitesinin, idarî baskıları sonucu sağlanan fiyat istikrarı sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Toptan eşya fiyatları indeksine giren gıda maddeleri grubunda, 1976 başında sadece Ocak ayında % 2,8lik artış olmuş ve Sanayi ham ve yarı mamulleri grubunda da geçen yılın düşme eğiliminin aksine % 1,4 gibi önemli bir artış meydana gelmiştir. Her iki indeksin seyri, 1976 yılında toptan eşya fiyatları indeksinde de artışın hızlanacağını ortaya koymaktadır. Perakende fiyatlarda ise, gıda maddeleri fiyatlarındaki artışm etki-' siyle meydana gelen artışların Mayıs aynıdan itibaren yavaşlayacağını, ancak 1976 sonuna doğru tekrar hızla artışına devam edeceğini söylemek mümkündür. Ancak, gıda maddelerindeki fiyat artışlarının sonuna ve aza­ miye yaklaştığı, bundan sonra meydana gelecek artışların genel enflâs­ yonist eğilime uygun olarak seyredeceği söylenebilir. Kanımız, 1976 yılın­ da, gerek toptan, gerek perakende fiyatların seyrinde sanayi kesimindeki gelişmelerin etkili olacağı merkezindedir. 1975'de sanayi sektörü, deflâsyonist bir etki sağladığı* halde 1976'da tarım sektörü deflâsyonist etkiler yaratacaktır. Şüphesiz bu görüşümüz, tarım sektöründe önemli verim ve üretim artışlarının sağlanması ve taban fiyatlarda önemli artımlar yapıl­ maması varsayımına dayanmaktdır. Tarımsal üretimin arttırılması için taban fiyatlarına önemli ölçüde zam yapılması halinde - ki üretimin kısa sürede arttırılması için başkaca bir çare de bulunmamaktadır - tarım sektörü de enflâsyonist bir gelişme içine girecek ve aynı doğrultudaki iki etken, fiyatları hızla yukarı sürükleyecektir. Fiyat politikası konusunda Fiyat Kontrol Komitesinden bahsetmemek mümkün değildir. Komitenin 1975 yılındaki idarî kısıtlamalarla fiyat potilikasmda oynadığı role, yukarda kısaca değinilm.işti. Sanayi ham mad­ deleri iç ve dış fiyatlarında meydana gelecek artışlar ve toplu sözleşme­ lerin yol açacağı ücret artımları sonucu ortaya çıkacak maliyet artışları karşısında. Komitenin ve sanayi kesiminin çetin güçlüklerle karşılaşaca­ ğı inancındayız. Her ne kadar, ithâl edilen maddeler fiyatlarındaki artı­ şın % 5 sınırı dahilinde maliyetlere intikâl ettirilmesi son değişikliklerle kabul edilmiş ise de, artış oranlarının daha yüksek olması halinde yine de Komitenin tasvibi gerekli olacaktır. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının toptan fiyatları, Komitenin pera­ kende fiyatları saptaması konusundaki son durum ve uzlaşma, fiyat ar- tirımlarma ekonomik esaslar getirmiş değildir. Bu nedenle Komitenin kal­ dırılmasını esas itibariyle uygun görmekle beraber, devamı istendiği tak­ dirde, yapısının ve çalışma şeklinin daha ekonomik ve rasyonel esaslara bağlanmasını zorunlu görürüz. 8) Türkiye-AET İlişkileri: 1974 yıhnda imzalanan Ankara Andlaşması ile Türkiye Ortak Pazar­ la entegrasyonu kabul etmiş ve 1970 tarihli Katma Protokol ile, entegras­ yonun gerektirdiği yükümlülükleri belirli bir takvim dahilinde yerine ge­ tirmeği taahhüt etmiştir. Nitekm Katma Protokol çerçevesnde gümrük birliği istikâmetinde ilk tedbirler 1973 yılında uygulanmağa başlanmış ve gümrük indirimleri, liberasyon oranının genişletilmesi,, kontenjan artı­ rımları yapılmıştır. 1976 başından itibaren ikinci bir aşama olarak, yeni­ den liberasyon oranı % 5 yükseltilmiş, gümrük indirimleri yapılmış (% 5 ve % 10 oranında), kontenjanlar artırılmıştır. , Türkiye'nin 1975 yılında dış ticaretinde verdiği 3,3 milyar dolarlık açık ve A E T ile olan ticaretindeki olumsuz gelişme, resmî çevreleri oldu­ ğu kadar, özel teşebbüs ve sanayi çevrelerini de A E T karşısında bazı reak­ siyonlara sevketmiştir. Bilhassa bazı tarım ürünlerimize A E T tarafından tanınan tavizlerin, (AET'nin ekonomik ekspansiyon politikası sonucu, es­ ki deniz aşırı ülkelerine, Akdeniz ülkelerine ve üçüncü dünya ülkelerine de tanınması sonucu) önemini kaybetmesi, ihracatımızın gerilemesi ve it­ halâtımızın olağanüstü artmasının sebebi olarak AET'ye tanınan tavizle­ rin gösterilmesine yol açmıştır. Ankara Andlaşmasınm imzalanmasından bu yana 12 yıl geçtiği hal­ de, sanki AET'ye giriş kararı verme arifesinde imişiz gibi. Ortak Pazarla entegrasyonumuzun sanayileşme ve ekonomik gelişme politikamızı ne şe­ k i l v e yönde etkileyeceği, tartışma konusu olmaktadır. Acaba A E T ile entegrasyon, sanayi yatırımlarını olumsuz yönde et­ kileyecek ve sanayileşmemizi engelleyecek midir? A E T geniş alan ekono­ misi olduğuna ve yatırımların nisbî üstünlük esasına göre en verimli v e rekabetçi şartlarla üretimi gerçekleştirecek yerlere gitmesine dayandığı­ na göre, ekonomik olmayan yatırımları şüphesiz engelleyecektir. A E T ile entegrasyon halinde sanayileşme olamaz görüşü ileri sürülürse, Türkiye'­ de bütün sanayi yatırımlarının A E T ile rekabet edebilecek güçte kuruL masının imkânsız olduğu kabul ve ikrar edilmiş olur. Biz bu görüşte de­ ğiliz. Ham madde, enerji ve işçilik konusunda alınacak tedbirlerle, Türk sanayiinin A E T ile rekabet edebileceğini ve yeni yatırımlar yapılabilece­ ğini söyleyebiliriz. Şüphesiz bugünkü sanayi bünyesi ve yatırım politikası ile Ortak Pa­ zara entegre olmak son derece ağır sorunlar meydana getirecektir. Ancak bunlar yenilmesi imkansız güçlükler değildir. Mevcut sanayiin A E T şart­ larına adaptasyonunu sağlayacak fonlar, özel b i r kredi sistemi, bundan böyle yapılacak yatırımlara asgari iktisadîlik esasları uygulanması gibi yöntemlerle Türkiye'nin A E T içinde sanayileşmesi mümkündür. Batılı anlamda bir toplum meydana getirebilmek için, mutlaka ba­ tılı müesseseleri benimsememiz gerekli bulunmaktadır. Türk toplumu v e ekonomisindeki bütün gelişmelere rağmen, Türkiye'nin, ekonomik bakım­ dan batılılaştığı söylenemez. Batılılaşmak ancak batının ekonomik mües­ seselerini benimsemekle mümkün olacaktır. Hür teşebbüs, rekabet, piya­ sa ekonomisi ve etkili bir üretim ve tüketim düzeni, ancak batının ekono­ mik müesseselerini benimsemekle gerçekleşebilir. Şeklen A E T tarafından Türkiye'ye yeterli ölçüde tâviz verilmediği ve dış ticaretinin, özelikle ihracatının, gelişmesine imkân sağlanmadığı nok­ tasından hareket edilerek bazı çevrelerce A E T karşısında takınılan tavır, aslında bilerek ya da bilmiyerek gerçekleri gizlemekten başka bir anlam taşımamaktadır. Ortaklığın, tekelleri kırması, himayeleri ortadan kaldır­ ması, rekabeti tesis etmesi ve yatırımları bir disiplin altına alması dolayı­ siyle, gümrük duvarları, ithâl yasakları arkasında yaşamak isteyen bir sanayileşme politikasının, dış rekabet hızlandıkça artmakta olan tedirgin­ liğin etkisi ile, AET'den çıkmak istediği kanısındayız. Şimdiki halde açık­ ça fade edilmeyen bu gayenin, önümüzdeki dönemlerde daha da açıkça söylenir hâle geleceği tahmin edilebilir. AET karşısında takınılan olumsuz ta vira bugün için dayanak yapıl­ mak istenen ithalât durumuna baktığımız zaman, 197 4 ile 197 5 yıllarında şöyle bir gelişme ile karşılaşıyoruz. Ortak Pazar ülkelerinden yaptığımız ithalât 197 4 yılında 1.70 8 mil­ yon dolar iken 1975 'de 2.34 6 milyon dolar olmuştur. Artış miktarı 63 8 mil­ yon dolar nisbî olarak % 37,3 'dür. Toplam ithalâttaki artış oranı ise .%25,4'dür. İthalâtı, kaynaklarına göre incelersek şu durumla karşılaşırız. 197 4 yı­ lında liberasyon ithalâtı 2.52 4 milyon dolar olduğu halde, 1975 'de 2.91 9 milyon dolara yükselmiştir. Artış miktarı mutlak olarak 39 5 milyon do­ lar, nisbî olarak % 15,6' dır. Görüleceği üzere liberasyon ithalâtı, toplam ithalât artışı oranının altında bir artış kaydetmiştir. Buna mukabil Tahsisli ithâl malları ithalâtında belirli bir artış izlen­ mektedir. Tahsisli ithâl malları listesinden 197 4 yılında 69 7 milyon dolar­ lık ithalât yapılmıştır. 197 5 yılma ait rakam ise 1.16 3 milyon dolardır. Ar­ tış 49 6 milyon dolar, nisbî olarak % 71,rdir . 197 4 yılına göre 197 5 de toplarn ithalatta ortaya çıkan 96 1 milyon dolarlık artışın takriben 50 0 mil­ yonu tahsisli ithâl malları listesinden yapılan ithalâttan meydana gelmiş­ tir. Bu artışta, A E T kontenjanlarının ve gümrük resmi indirimleri­ nin ne derece etkin olduğunu kesinlikle saptamak mümkün değildir. An­ cak, Türkiye-AET ortaklık anlaşması mevcut olmasa dahi, ithalâtımızın AET'ye yöneleceğini söylemek mümkündür. Kota tahsisleri üzerinde tasar­ ruf imkânımız bulunduğuna göre, ithalâttaki artışın suçunu Katma Pro­ tokole yüklemenin nedenini anlamak güçtür. Diğer taraftan, konsolide liberasyon listesinde yaptığımız % 5 l i k ar­ tırım da sembolik olmaktan ileri gitmemektedir/Bu artırım için baz ola­ rak alınan 1967 yılından bu yana ithalâtımız bu oranın çok üstünde, A E T ile liberasyon dahilinde cereyan etmektedir. İhracata baktığımız zaman 1975 yılında A E T ülkelerine ihracatımız­ da mutlak olarak 102 milyon dolarlık, nişbî olarak % 14,2 oranında bir gerileme görülmektedir. Bu azalma ihracatımızdaki toplam azalma oranı olan % 81n bir hayli üstündedir. Ancak bu durumu normal karşılamak gerekir. Ekonomik durgunluk içinde bulunan, başta Batı Almanya olmak üzere, Ortak Pazar ülkelerinde ithalât hacmi takriben % 11 gerilemiştir. Bu şartlar altında, sanayi ürünlerimize olan talep daraldığı gibi, bazı ihraç mallarımızın ihraç imkânlarının azaldığını kabul, etmek ge^*ekir. Batı Avrupa'daki ekonomik canlanma ile birlikte ihracatımızın da art­ mağa devam edeceğine şüphe yoktur. Katma Protokol ile tarım ürünlerimize ve bazı sanayi ürünlerimize tanınan imkânların, önemlerini kaybetmeleri karşısında yeni tavizler is­ temek, tekstil mamullerimize karşı uygulanan kontenjan sisteminin kal­ dırılmasında ısrar etmek. Katma Protokol uygulamasından zarar göre­ cek olan sanayiin korunması için koruma tedbirleri getirmek şüphesiz Türkiye'nin hakkıdır ve bu konulardaki haklarımızın daha iyi korunma­ sında ısrar zorunludur. Ancak, bu konuda da somut örneklerle ve yeterli incelemelerle ortaya çıkmak lâzımdır. Katma Protokolde öncelikle kaldırılması gereken esas, Türkiye'nin ikili ve karşılıklı anlaşmalarla tanıdığı tavizlerin, otomatik olarak A E T ükelerine de sirayet etmesidir. Bu hüküm, Türkiye'nin A E T dışındaki ti­ carî ilişkilerini geliştirmesini engellemektedir. G A T T üyesi olmayan ül­ kelerle ve diğer bölgesel ekonomik antegasyon teşekkülleri ile taviz an­ laşması yapmamızı engelleyen bu hükmün kaldırılması uygun olacaktır. 9) Bütçe ve Kam u Sektörü Finansman ı : Fiyat istikrarı v e antienflâsyonist politika gereği Hazine sübvan­ siyonlarının artması, iktisadî devlet teşekkülerinin işletme açıklarımn büt­ çeden karşılanması v e nihayet olağanüstü askerî harcamalar nedeniyle 1976 bütçesinde önemli artışlar ön görülmüş bulunmaktadır. 1975 yılı bütçe harcamaları (genel bütçeye dahil daireler) 107.7 milyar lira olduğu halde, 1976 bütçesi 151 milyar lira olarak tespik edilmiştir. A r ­ tış yüzdesi % 40,2, miktarı 43,3 milyar liradır. Katma bütçeleri de ilâve edersek, konsolide bütçe harcamaları 153,5 milyar lirayı bulmaktadır. Kamu kesimi yatırımlarını ele aldığımız zaman 38'er milyar lira ile Genel ve Katma Bütçe yatırımları ve İktisadî Devlet Kuruluşları yatı­ rımları ile birlikte toplam 83 milyar liralık yatırım öngörülmüştür. Y a ­ tırımların toplam bütçe giderlerine oranı % 54 olup, 1975 yılının % 50 rakamının üzerinde bulunmaktadır. Bu suretle yatırımların 1976 bütçe­ sinde artırılması öngörülmüştür. Mevcut sermaye/hâsıla oranı ve tüke- tim harcamaları meyli sabit olarak kabul edildiği takdirde, 1976 yılında özel sektörün 65 ilâ 70 milyar liralık bir yatırım yapması beklenebilir. Bu suretle 1976 yılında sabit sermaye teşekkülü 148 milyar lira civarında bulunacak demektir. 1976 yılı için tahmin ettiğimiz 675 milyar liralık gay­ rı safî millî hasıla içinde yatırımların payı % 21,9 olacaktır. Plân ve prog­ ramlarda öngörülen % 8 oranındaki gelişme hızının sağlanması bakımın­ dan bu oran yeterli değildir. Dış âlem geliri, son yılda gerilemiştir. Dış âlem katkısının en az % 2,5 olması halinde, 1976 yılında yüksek oranda bir gelişme hızı sağlanabilecektir. Ancak, kamu kesimindeki yatırım artışının, büyük bir kısmı itibariy­ le prodüktif alanlara tahsis edilmiyeceği söylenebilir. Bu nedenle kamu yatırımlarının verimliliğinin bu yıl düşmesi ihtimaleri varit bulunmak­ tadır. Diğer taraftan, bütçe açığının kapatılması için şeklen 12 milyar lira olarak gözüken bir sermaye piyasasına başvurma bahis konusudur. Bu durumda, bir kısım yatırılabilir fonların, en müsm.ir kulanıcısı olan özel sektör elinden çıkarak kamu kesimine aktarılması imkânları yok değil­ dir. Bu mülâhazalar karşısında dış âlem gelirinin artırılması yollarının aranmasını, büyüme hızını yüksek bir düzeyde gerçekleştirmek bakımın­ dan zorunlu görmekteyiz. Nitekim 1975 yılında özel sektör ve Hazine tarafından ihraç edilen tahvillerin miktarı bu görüşümüzü kanıtlamaktadır. 1975 yılında özel sek­ tör tarafından ihraç edilen tahvillerin tutarı 1974 yılının 617,7 milyon li­ rasına mukabil 1975'de 1.419,3 milyon olmuştur. Her ne kadar oran iti­ bariyle bir mislinden fazla artış olmuş ise de, artışın mutlak miktarı 801 milyon liradır. Buna mukabil. Hazinece ihraç edilen tahvillerin tutarı (Devlet Yatırım Bankası tahvilleri de dahil olmak üzere) 13 milyar lira­ dır. 1974 yılma göre artışın oranı % 34, mutlak değeri 4 milyar liradır. Bu rakamlardan da görüleceği üzere. Hazinenin sermaye piyasasına mü­ racaat ihtiyacı yıldan yıla artış göstermektedir. 1976 bütçesinin 12 mil­ yar liralık açığı, iç borçlanma ile karşılanacaktır. 1975 malî yılında 10 aylık dönem zarfında, bütçe gelirlerinin vergi gelirleri kesiminde % 44,5 oranında fiilî bir artış gerçekleştirilmiştir. Bu duruma göre, 1976 vergi gelirlerinin % 43 oranındaki artış tahminlerinin, (enflâsyon oranında bir azalma olmadığı takdirde) gerçekleşmesi imkân­ ları mevcut bulunmaktadır. Ancak, 1975 yılının kazançlarından ödenecek olan bazı vergi gelirlerindeki artış tahminlerinin de bu arada incelenmesi gerekmektedir. Gelir, Kurumlar, Malî denge vergilerinde öngörülen artış oranları % 35 civarında bulunmaktadır. Bu suretle, 1975 yılındaki gelir azalmalarının vergi hasılatı üzerindeki etkileri hesaba katılmış olmakta­ dır. Ancak 1975 yılında, sanayi ve ticaret kesiminde, gelirlerin önemli oranda azalmış olacağını tahmin etmekteyiz. Uygulanan fiyat politikası, gayrı safî kâr oranlarını bilhassa sanayi­ de geniş ölçüde etkilemiştir. Bu sebeple, 1975 yılı kazançlarından ödene­ cek gelir ve kurumlar, vergisi hasılatında bir azalma olması beklenebilir. Bu arada Hazinenin nakit durumuna da kısaca değinmek istiyoruz. 1211 sayılı Merkez Bankası Kanunu'na göre Hazinenin Merkez Bankasın­ dan alabileceği kısa vadeli avansların tutarı, Genel bütçe giderlerinin % 15'i ile sınırlandırılmıştır. Bu duruma göre Hazinenin Merkez Banka­ sına olan borçları son iki yılda azamî limite varmış bulunmaktadır. Hazinenin bir yıllık süre içinde gelir ve giderleri arasındaki zaman uyumsuzluğunu gidermesi ve yıl sonunda azalması gereken Merkez Ban­ kası avansları, devamlılık arzetmekte ve her yıl bütçe harcamalarındaki artışlara tekabül eden miktarlar, eskisinin üzerine eklenmektedir. Nitekim 1974 yılında 12,9 milyar olan avanslar, 1975'de 16,7 milyara ulaşmış ve 1976 yılının nisan ayı başında 19,7 milyara yükselmiştir. Mart ayı vergi tahsilat ayı olmasına rağmen. Hazinenin 1976 yılında, Bütçe limiti ola­ rak kendisine tanınan 23 milyarlık avans limitinin (1976 bütçesi hazineye yeniden 6 milyar avans almak imkânı sağlamaktadır) % 85,6'sını Nisan ayının ortasına kadar kullanmış olduğu görülmektedir. Merkez Bankası­ nın 1975 yılma ait 2,42 milyar liralık kârından Hazineye devredilecek miktarı 1,2 milyar liraya yakındır. Bu meblâğın. Hazine borçlarının itfa­ sına tahsis edilip edilmediğini bilmemekle beraber, 1976 bütçesiyle Ha­ zinenin Merkez Bankası kaynaklarından 7,2 milyar liralık ek finansman imkânı sağlamış bulunduğunu söyleyebiliriz. 10) Kam u İktisad î Kuruluşlar ı : Karma ekonomi düzeninin bir sonucu olan İktisadî Devlet Teşekkül­ leri 474 bin kişilik personel kadrosu, 96,3 milyar liraya ulaşan toplam sa­ tış bedelleri ile ekonomimizde önemli bir yer tutmaktadır. Bununla be­ raber. İktisadî Devlet Teşekkülleri, hemen her devirde, ekonomi için bir yük olmuş, Hükümetlerin, bazı politik amaçlarına vasıta yapılmış, bu iş­ letmeler hiç bir zaman verimli, kendine yeterli, yatırımları için kaynak yaratıcı bir bünyeye kavuşturulamamıştır. Kamu iktisadî teşekküllerinin reorganizasyonu bütün plânlarla, hükümet programlarında yer almış ol­ duğu halde gerçek bir düzenleme bugüne kadar yapılmamıştır. Kamu teşebbüslerinin kârlı ve verimli çalışmasını engelleyen çeşitli nedenler mevcuttur. Öncelikle, idarî organizasyon bakımından bozukluk­ lar vardır. Yönetilmesi, denetlenmesi, sorumluluğu, etkinlikten yoksun­ dur. Sorumluluğun daha çok politik kararlara tâbi bulunması, işletme ha­ talarını denetleyecek bir merciin yokluğu bu teşebbüslerin, kanımızca, en büyük zaafını teşkil etmektedir. Politik tercihlere ve baskılara göre yürütülen bir personel istihdamı politikası, kuşkusuz verimli bir işletmeyi önleyen en önemli unsuru teşkil etmektedir. İktisadî Devlet Teşekküllerinde karlılık durumunu etkileyen bir di­ ğer faktör de, bu teşebbüslerin. Hükümetin ekonomik politika hedefleri­ nin bir aracı olarak kullanılmasıdır. Üretim ve satış programı yapması, mal ve hizmetlerinin satış fiyatlarını işletmecilik esaslarına ve piyasa ko­ şullarına göre düzenlemesi imkânı bulunmayan bu teeşbbüslerin kar et­ mesi aslında beklenemez. Zarar eden iktisadî Devlet Teşekkülleri arasında en önemli yeri Tür­ kiye K ö m ü r işletmesi, Devlet Demiryolları, Denizcilik Bankası almakta­ dır. Bütün kamu kuruluşlarının kâr v e zarar toplamına baktığımız zaman şu durumla karşılaşmaktayız. 1970 yılında toplam olarak 593 milyon lira zarar eden bu teşebbüsler 197rde 829 milyon, 1972'de 1.451 milyon. 1973'de 354 milyon. 1974 yılında 838 milyon lira kâr sağlamış, buna mukabil 1975 yılında 2.874 milyon lira zarar etmişlerdir. 1971/1974 döneminde meydana gelen kârhlığm önemli bir sebebi, bu dönemde bu teşebbüslere verilen gümrüksüz veya gümrük indirimli ithâl inhisarlarının sağladığı ithâl kâr­ ları olsa gerektir. 1975 yılında ise, fiyat istikrarı politikası icabı yapılan iç fiyat indirimleri, dış fiyatların yükselmesi dolayisiyle, ithâl inhisarlarının sağladığı ithalât kârları azalmış ve bu teşebbüslerin işletme zararlarının bu yoldan karşüanan miktarı azalma kaydetmiştir. Kamu iktisadî teşebbüslerinin 1975 yılı işletme açıklarına baktığımız zaman rakamın 5,8 milyar lira olduğunu görürüz. Kâr eden teşebbüslerin kâr toplamı düşüldükten sonra kamu iktisadî sektörü 2 milj^ar lira zarar etmektedir. Yeni yatırımlar için gerekli finansman, 1975 yılı için 38 mil­ yar lira iken, 1976'da 48 milyar liraya yükselmiş bulunmaktadır. Bu mik­ tarın takriben 10 milyarı kaynak-ödeme açığının karşılanmasına tahsis edilecektir. 1975 yılında tahassül eden 2 milyar liralık açığın, fiyat politikası ica­ bı katlanılan zararlardan ileri geldiği anlaşılmaktadır. Bu miktar 2,7 mil yar olarak kabul edilmektedir. Bu durumda, kamu iktisadî teşebbüslerinin, fiyat politikası gereği yüklendikleri zararların daha fazla devam ettirilmesini isabetli görme­ mekteyiz. Zira, birçok kamu iktisadî teşebbüsünün, ürettiği mallarda in­ hisarcı durum olmadığından, fiyatlar esasen yükselmiş bulunmaktadır. Piyasa fiyatını etkilemeyen maliyetine veya zararına satışların, fiyat po­ litikası vasıtası olmak amacı da bulunmamaktadır. Ham madde ve yarı mamul dışında kalan ve inhisar durum-U arzetmeyen mallarda gerekli fi­ yat ayarlamaları yapılması yoluna gidildiği gibi, girdi olarak kabul edilen maddelere ait fiyatlar ve fiyat politikası da, sağladığı faydalar açısından yeniden gözden geçirilmelidir. Unutulmamak gerekir ki, bütün gayretlere ve Hazinece katlanılan fedakârlıklara rağmen, perakende fiyat artışı 1975 yılında '% 20'nin altına indirilememiştir. Bu nedenle, fiyat artışlarını kontrol altına almak için uygulanan politika, sebep olduğu Hazine açıkları suretiyle, yine de enf­ lâsyonist olmakta devam etmiştir. Bütçe ihtiyaçlarının değişik nedenlerle olağanüstü artış gösterdiği bir dönemde. Bütçeye, sübvansiyon şeklinde külfetler yüklemenin isabetli olmadığına kaniyiz. Bu politika, dünya fiyatlarının düştüğü bir sırada, Türkiye'de potansiyel bir enflâsyon yaratmak suretile 1976 v e müteakip yıllarda meydana gelecek fiyat artışlarına yol açacak, bu ise, kambiyo ku­ runda yeni ayarlamaları gerektirecektir. Gerek iktisadî devlet teşekkülleri işletme açıklarından, gerek fiyat politikası icabı verilen sübvansiyonlardan, teşvik tedbirleri gereği (ihra­ câtta vergi iadesi, yatırım indirimi gümrük vergisi muafiyeti ve taksitlendirilmesi gibi) olarak Bütçeye tahmil edilen yüklerin yeniden gözden geçirilmesi zamanı gelmiştir. Özellikle teşvik tedbirleri konusunda, teşvikte yeterli bir dozajı te­ min ederek, enflâsyonist karakteri hâkim olan tedbirlerden kaçınmak ge­ rekmektedir. Girdi fiyatlarında sağlanan istikrarla yaratılan deflâsyonist etki,'kamu kesimi harcamalarındaki artış ve bütçe açıkları ile telâfi edil­ mektedir. Diğer taraftan, genel fiyat seviyesi altında tutulan tüketim malları fiyatları, tüketimi ve talebi artırarak dolaylı bir şekilde enflâs­ yonu hızlandırmaktadır. 1970 deki tecrübe 1971-73 enflâsyonunun, dünya enflâsyonundan yüksek olması sonucunu doğurmuştur. 1975 tecrübesinin aynı sonuca - daha mutedil ölçüde de olsa- varmasını önlemek için ge­ rekli tedbirler vakit geçirilmeden alınmalıdır. 11) Ödemele r Dengesi : Türk ekonomisinin 1976 yılında olduğu kadar önümüzdeki yıllardaki seyrini etkileyecek en önemli sorununu, ödemeler dengesindeki gelişme­ ler teşkil etmektedir. Özellikle 1975 yılında ithalâtın 1974'e oranla 1 milyar dolar artması, aksine ihracatta ve işçi dövizlerinde % 8 oranında bir azalma meydana gelmesi sonucu ortaya çıkan döviz ve ödemeler dengesi sorunu, kışa va­ deli tedbirlerle birlikte uzun vadeli tedbirleri de gerektirecek bir vüs'ata erişmiş bulunmaktadır. 1974 ve 1975 yıllarında ithalâtta meydana gelen hızlı artışlar (sıra­ siyle % 81,1 ve %25,4), carî işlemler kalemlerindeki nisbî gerilemeler do­ layısiyle ödemeler bilançosunda açıkların meydana gelmesine sebep ol­ muştur. 1970- 1973 döneminde döviz stoklarımızın giderek artmasına yol açan ödemeler dengesi fazlaları, aşağıdaki seyri izlemiştir : Döviz Rezervindeki artışlar (Milon Dolar) 1970 ......... 236 1971 345 1972 564 1973 728 Toplam.. 1.873 . - - . 1969 yılında ilk defa 37 milyon dolar rezerv artışı gösteren ödemeler dengesi, 1974 yılma kadar olan dönemde devamlı rezerv artışı göstermiş­ tir. Ancak 1974 yılından itibaren ödemeler bilançosu açıkları başlamış, bu yılda rezervde 431 milyon dolarlık bir azalma suretiyle denge sağlanabil­ miştir. 1975 yılının 11 aylık resmî sonuçlarına göre, carî işlemlerdeki 1.770 milyon dolarlık açığın 358 milyon doları normal sermaye hareketleri île, 357 milyon doları rezerv azalışı ile ve 808 milyon doları da l^ısa vadeli sermaye hareketleri ile karşılanmıştır. 1975 yılının 1,8 milyar dolarlık açı­ ğının kapatılmasında önemli bir yeri olan kısa vadeli sermaye hareket­ leri, 1975 mayısında yeniden ihdas edilen dövize çevrilebilir mevduat su­ retiyle sağlanan dış kredilerden oluşmaktadır. ' 1976 yılı için nasıl bir tahmin yapılabilir? Dış ticaret açığının (eğer plânlanan 5 milyar dolarlık ithalât fiilen gerçekleşirse) muhtemelen 3,2 milyar dolar olacağı söylenebilir. Dış borç faiz ödemeleri ertelenmez ve 1975 düzeyinde olursa, 100 mil­ yon- dolarlık bir gider kaleminin kabulü gerekecektir. Turizm net geliri olarak 100 milyon dolar, gerçekçi bir tahmin olarak gözükmektedir. Turizm brüt geliri olarak 300 milyon dolar sağlanabildiği takdirde, normal dış seyahat giderleri ve Hac dövizleri ile birlikte gider olaralî 150 milyon dolar gibi, geçen il^i yılın seviyesinin muhafaza edilmesi halinde turizm gelirlerinin net 150 milyon dolar olması muhtemeldir. Ge­ çen yılın 200 milyon dolarlık turizm gelirlerinin bu yıl 309 milyona ulaş­ ması normal bir gelişme sayılmalıdır. İşçi dövizi gelirlerinin ise halihazır seyrine göre 1,3 milyar doların üstüne çıkhıasi muhtemel değildir. Ancak 1977'den itibaren bu kalemde önemli gelir artışlarının beklenmesi gerekmektedir. Bu yıl için 1,2 -1,3 milyar dolarlık bir işçi dövizi girişi beklenebilir. Yabancı sermaye yatırımlarmm kâr transferleri için 70 milyon dolarlık bir gider öngörülme­ lidir. Proje kredileri, hizmet ödemeleri için geçmiş yıl rakamlarına göre 15 îriilyoii dolarlık bir gider kalemi, ödemeler bilançosunda yer alacaktır. Diğer görünmeyen kalemlerde, 250 milyon dolarlık bir gelir beklenebilir. Transit ücretleri, navlun gelirlerini kapsayan bu kalemde 1976 yılında be­ lirli bir artış olacaktır. Enfrastüktür ve Off-shore muamelelerinden 25 milyon dolar bir ge­ lir bekleyebiliriz. Sermaye hareketleri bölümünde dış borç ödemeleri için 100 milyon dolar gider, özel yabancı sermaye için 150 milyon dolar gelir ve proje kre­ disi olarak 250 milyon dolar, bedelsiz ithalât için 100 milyon dolar, gelir olarak ödemeler dengesi hesaplarına intikâl edecektir. 1976 yılı için prog­ ram kredisi olarak bir gelir beklenmemelidir. Bu duruma göre 1976 yılı­ nın ödemeler dengesini şu şekilde düzenleyebiliriz. 1976 Yılı Ödemeler Dengesi Tahminleri (Milyon $ olarak) ı. CAR Î IŞLEMLE R : A. Dış Ticaret Dengesi B. Görünmeyen Kalemler : 1. Dış Borç faiz ödemeleri 2. Turizm ve dış seyahat (Net) 3. İşçi dövizi gelirleri 4. Kâr transferleri 5. Proje giderleri — 3.200,— — 100,— 150,— 1.300,— — 70,— — 15,— 6. Diğer görünmeyenler C. Eiıfrastrüktür ve Off - Shore Carî İşlemler Dengesi 250,^— 25— — 1.660— IL S E R M A Y E H A K E K E T L E R Î : 1. 2. 3. 4. 5. Dış Borç ödemeleri Özel Yabancı sermaye Proje kredisi Bedelsiz ithalât Program kredileri Sermaye hareketleri dengesi III. Özel çekiş hakları (Tamamiyle kullanılmış olduğundan bir gelir mevzuubahs değildir. Petrol ödemeleri için özel fondan 200 milyon dolar ek gelir sağlanacaktır.) Tediye bilançosu açığı — 100,— 150,— 250,— 100,— — 400,— 200,— — 1.060,— Bu açığın kapatılması için dengeleştirici sermaye hareketleri konu­ sundaki görüşlerimiz ise şöyledir: 1975 yılındaki açığın kapatılması için, kısa vadeli olarak alman Dövize çevrilebilir mevduat şeklindeki kredinin, takriben 550 milyon doları, yıl sonuna kadar ödenmiş olacaktır. Bu kre­ dinin yenilendiğini var sayarsak,, döviz rezervlerinde herhangi bir azal­ maya gitmeden dışardan yeniden sağlanması gerekecek kredi miktarı (kredi ödemeleri de dahil olmak üzere) 1,6 milyar dolara baliğ olmaktadır. Nisan ortasında brüt döviz rezervlerimizin tutarı 686 milyon dolardır. Miktarı sabit olup terhin edilmediği için serbest durumda olan 147 mil­ yon dolarlık altın mevcudu da hesaba katılırsa nisan başındaki altın ve döviz rezervlerimiz 833 milyon dolara baliğ olmaktadır. Bu rakam, 1976 yılının döviz ihtiyacının yarısını teşkil etmektedir. Ödemeler dengesine ait yukarıdaki tahminlerimizde, milletlerarası malî kuruluşlardan, 1976 yılında program kredisi sağlanamıyacağı varsa­ yımına dayanılmıştır. Şimdiki halde, bu kuruluşlardan elde edilebilecek ek gelir 200 milyon dolarla sınırlı bulunmaktadır. Kısa vadeli sermaye ha­ reketleri ile ödemeler dengesi açıklarının kapatılması, kısa bir süre için bir rahatlık sağlayabilir. Ekonomimizin bugünkü gelişme temposu ile, it­ hâl ihtiyaçlarımızın önümüzdeki yıllarda da yüksek bir düzeyde seyret­ mesi zorunlu olacağına göre, normal döviz gelirlerimizi hızla artırmak zo­ runluluğu ile karşı karşıya bulunuyoruz. Son günlerde ihdas edilen ve yabancı bankalardaki Türk işçilerinin tasarrufunu yurda döviz olarak getirmeyi amaçlayan kredi mektuplu dö­ viz hesaplarının, uygulamada nasıl bir sonuç vereceğini ve döviz stok­ larımızın takviyesinde ne ölçüde yardımcı olacağını şimdiden kestirmeğe imkân yoktur. Kısa vadeli ve yüksek faizli bu kredilerin döviz darboğazını gidermeğe yeterli olacağı söylenemez. Bu arada özellikle değinmek istediğimiz bir diğer konu da, döviz stok­ larının, normal giderler yerine askerî amaçlara tahsisi ihtimalleridir. Bu durumda, Türkiye'nin döviz ihtiyaçları da ağırlaşmış olacaktır. Öyle gö- rünüyor ki, 1976 yılındaki ekonomik gelişmeler, büyüme hızı, yatırımlar, istihdam ve fiyat hareketleri, sınai üretim, geniş ölçüde, ödemeler den­ gesi güçlüklerinin yenilmesine, döviz darboğazının giderilmesine bağlı olacaktır. 12) Para-Kied i v e Kambiy o Politikas ı : a) Emisyo n Hacm i : 1974 yıh sonunda 32.860 milyon lira olan emisyon hacmi, 1975 yılında 8.078 milyon lira, yani % 24,6 oranında artarak 40.938 mJIyon liraya çık­ mıştır. Banknot tedavülündeki artış, genellikle Merkez Bankası kredile­ rindeki genişlemenin bir sonucudur. Emisyon konusu incelenirken ister istemez 31.5.1975 tarih ve 15251 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan 1902 sayılı Kanun uygulamasının ele alınması gerekmektedir. Hatırlanacağı üzere 1902 sayılı Kanunla, bazı iktisadî devlet teşekkül­ lerinin Merkez Bankasına olan ve seyyaliyetini kaybetmiş borçlarının konsolidasyonu yoluna gidilmiştir. Kanun, tahkim ameliyesinin 4 ay için­ de icrasını öngördüğünden, gerekli işlem Eylül ayında yapılmış ve aşa­ ğıda dökümü gösterilen 14,3 milyar liralık borçlar «itfaya tâbi matlûbat hesabına nakledilmiştir. Bilindiği üzere 1960 yılında da 154 sayılı Kanun­ la 5,3 milyar liralık iktisadî devlet teşekküleri açıkları konsolide edil­ mişti. Hazine tarafından 100 yıl vadeli faizsiz tahvil karşılığında tahkim edilen 14,3 milyar liralık kamu kesimi borcunun dökümü şöyledir: Toprak Mahsûlleri Ofisi Tekel Genel Müdürlüğü Şeker Fabrikaları T.A.Ş. Sümerbank Tarım Satış Koop. Birlikleri Tarım Kredi Kooperatifleri Toplam : 6,0 milyar lira 2,27 » » 0,98 » » 1,12 » » 1,76 » » 2,18 » » 14,30 Bu konsolidasyon, yukarıda belirtilen teşekküllere Merkez Banka­ sınca açılmış olan avanslar dolayisiyle yapılan emisyonun bankaya geri dönmesi imkânlarını ortadan kaldırarak, emisyonu artırıcı bir etki ya­ ratmıştır. Genellikle emisyon hacmi yılın ilk 6 ayı zarfında artış göstermemek­ te, Hazinenin Merkez Bankasına olan borcunun bir kısmının ödenmesi dolayisiyle zaman zaman gerileme kaydetmektedir. Nitekim bu durum banka sisteminin likiditesini etkilediğinden piyasada bir para ve likidite darlığı ortaya çıkmakta, ödemeler güçleşmekte, banka mevduatında azal­ ma kaydedlmektedir. 1974 yılı sonunda 32.860 milyon lira olan tedavül­ deki banknotlar 1975 yılının ilk 6 ayında ortalama 32.295 milyon lira ol­ muş yâni % 1,7 azalmıştır. Yeni mahsûl döneminde, genellikle yükseltilen, taban fiyatlarla mah­ sûl alımının Merkez Bankası kredileriyle finansmanı nedeniyle, yılın ikin­ ci yarısında banknot hacminde hızlı bir yükseliş ortaya çıkmaktadır. Ni- tekim 1975 yılı Temmuz ayında emisyon hacmi % 15 oranında artarak 5 milyar liralık bir genişleme göstermiştir. Yılın ikinci yarısı ortalaması olan 40.398 milyon liralık emisyon, 1974 sonuna oranla % 23 artmış olmak­ tadır ki, ekonominin toplam, enflâsyonist fiyat artışlarını karşılayacak dü­ zeyde olmuş, ekonomik gelişme ve ekspansiyonun gerektirdiği likiditeyi karşılamamıştır. 1975 yılı para ve kredi politikasında yer alan önemli bir uygulamaya bilhassa işaret etmek lâzımdır. 1975 yılı Bütçe Kanununun 78. maddesi gereğince kamu iktisadî teşebbüslerinin, devlet yatırım bankası aracılığı ile finansmanına başlanmıştır. Mevduat karşılıklarının, zarar eden iktisadî devlet teşekküllerinin fi­ nansman ihtiyaçlarında kullanılması, sağlam bir finansman kaynağı ola­ rak mütalâa edilemez. Her ne kadar avans ve kredi yoluna giderek tedavül hacmini artırmadığı, dolayisiyle enflâsyonist bir kredi genişlemesine yol açmadığı iddia edilebilirse de, sonuçta 1902 sayılı Kanunda olduğu gibi konsolidasyon suretiyle emisyon artışına müncer olacağı söylenebilir. Diğer taraftan, mevcut karşılıklarının immobilizasyonu demek olan bu çeşit bir finansman. Hazine garantisine ve Devlet Yatırım Bankası aracılığına rağmen, mevduat karşılıkları sisteminin gaye ve esprisine ta­ ban tabana zıt düşmektedir. 1975 eylülünde 1902 sayılı Kanun gereğince yapılan tahkim (14.3 milyar lira) kamu sektörüne açılan kredilerdeki 8,9 milyar liralık artış ve Mevduat karşılıklarından yine kamu iktisadî te­ şebbüslerine verilen 4,5 milyar liralık kredi ile birlikte, 1975 yılında ikti­ sadî devlet teşekküllerine sağlanan toplam finansman 27,7 milyar liraya baliğ olmaktadır. Buna mukabil. Merkez Bankasının bankalar aracılığı ile özel sektöre sağladığı kredilerde 952 milyon liralık bir azalma olmuştur. Emisyonu artırıcı bu faktörlere mukabil, döviz rezervlerindeki 7.342 milyon liralık azalma, mevduattaki 10.807 milyon liralık artış diğer işlem­ lerden mütevellik 1.463 milyon liralık azalışla birlikte, banknot emisyonu, artırıcı ve azaltıcı kalemlerin bir sonucu olarak 1975 yılında 8.078 milyon liralık bir genişleme göstermiştir. Banka sisteminin likiditesinde emisyondan sonra en önemli kalem olan mevduatta, 1975 yılında 32,3 milyar liralık bir artış meydana gelmiş­ tir. Ancak, 1975 Mayıs ayından itibaren uygulanmasına başlanan dövize çevrilebilir mevduat hesapları dolayisiyle mevduat artışının 12,3 milyar lira olduğu hatırlanacak olursa, normal mevduat artışının 20 milyar lira olduğu görülür. Böylece 1975 yılında para ve kredi alanındaki gelişmeler­ deki başlıca etkenin dövize çevrilebilir mevduat hesaplarının gösterdiği hızlı artış olduğu anlaşılmaktadır. Mevduat artışının akislerini Merkez Bankası mevduat karşılıkları hesabında görmek mümkündür. Nisan 1975 sonunda mevduat karşılıkları toplamı 21.9 milyar olduğu halde, mayıs sonunda 22,0 milyar, haziran so­ nunda 22,4 milyar, temmuz sonunda 22,9 milyar, ağustos sonunda 24,5 mil­ yar, eylül sonunda 26,1 milyar, ekim sonunda 26,9 milyar, kasım sonunda 27,6 milyar, aralık sonunda 28,7 milyar liradır. Bu suretle mevduat kar- şıhkları hesabında toplam olarak 6,8 milyar liralık % 31 oranında artış meydana gelmiştir. Mevduat hareketlerindeki bu canlılık, bankaların likidite ve ikraz durumlarına da tesir etmiştir. 1975 yılında banka kaynaklarında hızlı bir artış müşahade edilmektedir. Rakamların tahliline geçmeden evvel, mevduat karşılıkları alanında bazı kolaylaştırıcı tedbirlerin almmns olduğunu hatırlatmakta yarar gö­ rüyoruz. Bilhassa orta vadeli krediler alanında alman tedbirler, banka­ ların, 1975 yılında kaynaklarında meydana gelen artışın önemli bir kıs­ mının sanayiin yatırım finansmanına aktarılmasına imkân vermiştir. 1975 yılında sanayi kesiminde, plân hedefinden düşük olsa da, sağlanabilen olumlu gelişmelerde bu tedbirlerin önemli bir yeri olsa gerektir. Bu tedbirlerden mevduat karşılıkları ile ilgili olanı şudur: Bankaların kredi kaynaklarından sanayie açacakları orta vadeli kredilere ait mev­ duat karşılıkları % 5'den sıfıra indirilmiş ve bu tedbir, eski kredilere de teşmil edilerek, o kredilere ait % 5 karşılıklar da bankalara iade edilmiş­ tir. Bu şekilde bankalara yeni imkânlar yaratılmış olmaktadır. Bu suretle Merkez Bankasınca verilen orta vadeli krediler, bankala­ ra intikâl etmiş olmaktadır. Bankaların 1975 Aralık sonu itibariyle vermiş oldukları orta vadeli kredi tutarı 12,2 milyar liraya ulaşmıştır ki, bunun 11 milyar lirası sanayie, 550 milyon lirası madenciliğe, 257 milyon lirası gemi inşaası ve tersanelerin finansmanına, 115 milyon lirası da uçak sa­ tın alınmasına tahsis edilmiştir. 22 Bankaya ait yukarıda belirtilen 12,2 milyar liralık orta vadeli kre­ dinin 9 milyar lirası yatırımlara, 1,2 milyar lirası tevsi yatırımlarına, 1,5 milyar lirası da işletme sermayesine tahsis edilmiştir. 1975 yılındaki mevduat artışında «dövize çevrilebilir mevduat» hesap­ larının etkisi mutlaktır. 1975 yılının ilk altı ayında toplam mevduat artışı 728 milyon lira yani % 0,7 olduğu halde, yılın ikinci yarısında 31,6 milyar lira yani % 31,7 olmuştur. Bu.suretle mevduat artışının tamamile dövi­ ze çevrilebilir mevduat hesaplarının gelişme gösterdiği Haziran - Aralık döneminde meydana geldiği anlaşılmaktadır. İç ve dış kaynaklardaki artışlar, bankaların likidite durumlarını da düzeltmiş ve 1975 yılında merkez bankası reeskontuna baş vurmamışlardır. 1974 yılında bankalar sistemindeki likidite artışının üçte biri Merkez Ban­ kası kaynaklarından karşılandığı halde 1975 yümda sadece 2,4 milyar lira­ lık Merkez Bankası kaynağı kullanılmıştır. Banka kaynaklarında 1975 yümda toplam 57,2 milyar liralık bir artış meydana gelmiştir. Bu mevduattan 6,8 milyar liralık karşılık tesisi dü­ şüldükten sonra, toplam kullanılabilir kaynak yekûnu 50,4 milyar lira ol­ maktadır. Kaynaklardaki bu genişleme. Bankalar sisteminin kredi hacminde 1975 yılındaki önemli gelişmelerden ileri gelmiştir. 1974 sonunda toplam kredi hacmi 118,4 milyar lira olduğu halde 1975 de 170,4 milyar liraya yük­ selmiş, yani % 43,9 artmıştır. b) Kambiyo Politikası : Dünya kambiyo politikasında sabit kur sisteminin terkedilerek dal­ galı kurlara geçilmesinin bir sonucu olarak Türk lirasının kurunda zaman zaman ayarlamalar yapılması zorunluğu doğmaktadır. Doların kambiyo borsalarındaki kıymet tahavvüllerine göre yapılan bu kur ayarlamaları, genellikle ufak oranlı devalüasyonlar şeklinde tezahür etmektedir. Nite­ kim 1975 yılında dolar kuru üzerinde 6 defa ayarlama yapılmış ve 17 nisan 1975'de 14 lira olan kur yılın sonunda 15 liraya yükseltilmiştir. Bu politika 1976 başlarında da uygulanarak 15 Mart ve 2 Nisan 1976 tarihlerinde ya­ pılan kur ayarlamaları ile dolar 16 liraya yükseltilmiş bulunmaktadır. Bu duruma görel7 Nisan 1975 tarihinden 2 Nisan 1976 tarihine kadar olan 1 yıllık dönemde Türk lirası dolara göre %'14,2 oranında devalüe edilmiş olmaktadır. Son zamanlarda Türk lirasının dış değeri üzerinde önemli oranda bir kur ayarlaması yapılması zorunluğunu ileri sürenlere rastlanmaktadır. Bu bakımdan, devalüasyon konusunu ayrıca ele almakta yarar görüyoruz. Türk lirasında büyük oranda bir devalüasyonu önerenlerin ileri sür­ dükleri gerekçeleri kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür. 1) Türk lirasının kambiyo kuru, diğer paralara oranla aşırı değer­ lendirilmiş (overvalued) hâle gelmiştir. Türkiye'deki enflâsyon hızının, diğer ülkelere oranla yüksek bir düzeyde seyretmesi, iç ve dış fiyatlar arasında, mevcut kambiyo kuru ile bir intibak sağlamak olanağını kay­ betmiştir. 1975 yılında dünya enflâsyonunun % 10-15 civarında seyret­ mesine mukabil, Türkiye'de % 20'nin üzerindeki fiyat artışları, ekonomi­ mizin dış piyasalara intibak şartlarını zorlaştırmaktadır. Dolayısiyle, Türk parasının kurunun «gerçekçi» bir temele oturtulmasında zaruret vardır. 2) Kambiyo kurunun sürevalüe olması dolayısiyle ihracat gerilemek­ tedir. 1974 yılında 1,532 milyon dolarlık ihracata mukabil 1975 yılında 1,4 milyar dolarlık ihracat yapılabilmiştir. Plân hedeflerine göre 1,9 milyar dolar olması gereken ihracatın, geçen yılki düzeyinin de altında kalma­ sında, kambiyo kurunun gerçekçi olmamasının büyük etkisi vardır. 3) İthalât, aşırı değerlendirilmiş bir kurun sonucu olarak hızla art­ maktadır. Kambiyo kurunda gerekli ayarlamalar yapılmadığı takdirde, bu artış devam edecek, dış ticaret açıkları kabaracak, neticede, ekonomi­ mizin tahammülünü aşan bir ödemeler bilançosu açığı ile karşılaşılacak­ tır. İthalâtın kısılarak, ticaret bilânçasu açığının ve ödemeler dengesi açıklarının kapatılması için de, Türk lirasında önemli oranda bir devalü­ asyon yapılması şart bulunmaktadır. 4) Son yıllarda, ödemeler bilançosunu denkleştirerek, Türkiye'nin önemli meblâğlara varan ölçüde döviz rezervi sağlamasına yol açan işçi dövizleri, realist olmayan kur nedeniyle azalmaktadır. Bu azalışı önlemek ve dış ekonomik dengeyi sağlamak için de devalüasyon gerekli bulun­ maktadır. 5) Nihayet 1970 - 1974 döneminde ihracat, işçi dövizleri ve diğer alanlarda meydana gelen olumlu gelişmeler, 1970 yılmda yapılan devalü­ asyonun etkin bir tedbir olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, yeni­ den yapılacak yüksek oranlı bir kur ayarlaması, Türk ekonomisine bu dö­ nemin dinamizmini tekrar kazandıracaktır. Devalüasyon konusundaki görüşlerimizi belirtmeden evvel, yukarıda özetlenen görüşleri eleştirmek istiyoruz. a) Dünya enflâsyon hızı ile Türkiye'deki fiyat artışları arasında aleyhte bir fark olduğu, ilk bakışta gerçekçi bir görüş izlenimi vermek­ tedir. Ancak, fiyat artışları kıyaslanırken, genel fiyat indekslerinden ha­ reket etmek son derece hatalıdır. Dış ekonomik ilişkilerimize konu teşkil eden mal ve hizmetlerin fi­ yatlarında, aşağıda izah edeceğimiz nedenlerle, bazı baskılar sonucu bir intibak sağlanmıştır. îhracat konusu olmayan ve fakat fiyat indekslerinde etkin bir yer tutan malların fiyat artışlarına bakarak, devalüasyonu öner­ mek gerçekçi bir değerlendirme olamaz. Kaldı ki, 1975 yılında, Türkiye'deki fiyat hareketleri ile dış ülkeler­ deki fiyat hareketleri arasında da, yüksek oranlı bir devalüasyonu gerek­ tirecek bir açılma - e c a r t - mevcut bulunmamaktadır. Hatta tüketici fiatları indeksleri yerine, daha geçerli bir indeks olan, toptan eşya fiyat­ ları indeksi ele alınırsa 1975 yılında Türkiye'deki enflâsyonun, birçok A v ­ rupa ülkesi düzeyinde ve hatta altında kaldığı iddia edilebilir. 1972- 1973- 1974 yıllarında ortalama % 23'lük bir enflâsyon hızı ile dünya fiyatlarına intibakı başaran Türk ekonomisinin, 1975 yılındaki % 10,1 oranındaki artışla bu intibakı başaramıyacağım iddia etmek, an­ cak gerçek sebeplere inmeyen sathî bir görüşle mümkün olabilir. İhracatın azalması, ithalâtın beklenmedik şekilde artışı ve işçi dövizlerindeki ge­ rileme, intibaksızlığın neden olduğu bir enflâsyona bağlanmak isteniyor­ sa, bu açıklama tarzı doğru değildir; bu alanlarda 1975 yılında ortaya çı­ kan olumsuz gelişmelerin başka gerçek nedenleri mevcut bulunmaktadır. 1976 yılında dünya konjonktüründe bir canlanma beklenmektedir. Bunun sonucu olarak dış talep ve fiyatlarda yeniden artış istikâmetine bir yönelme meydana gelecektir. Muhtemel gelişmeleri beklemeden ya­ pılacak bir devalüasyon, Türk ekonomisinde istikrarı bozacak ve enflâs­ yonu teşvik ederek yeni devalüasyonların temelini hazırlayacaktır. Dün­ ya ekonomisinin en güç şartlarında vergi iadeleri ve küçük oranda ayar­ lamalar suretiyle sağlanan intibakın olumlu etkilerini bir anda ortadan kaldıracak bir devalüasyon, ekonomimize fayda sağlamıyacaktır. Kısaca belirtmek istenirse, devalüasyona gerekçe olarak ileri sürülen nedenler, başka alanlardaki nedenlerin, kambiyo kuru ile açıklanması gibi yanlış bir değerlendirmeye dayanmaktadır. 1970 devalüasyonundan sonra ihracatımızda bir artış olduğu, rakariıların sathî bir incelenmesinden anlaşılmaktadır. Ancak bu artışı, tama­ miyle devalüasyona bağlamak son derece hatalıdır.'Eğer ihracat artışı, devalüasyonun neden olduğu noksan değerlendirilmiş bir kambiyo kuru­ nun içerdiği teşvik unsurunun sonucu olsa idi, ihracatımızın 1971 ve 1972 — ıs — yıllarında en büyük artışı göstermesi gerekirdi. Zira, devalüasyonun ihra­ catı teşvik etkisi, yapıldığı yılda en yüksek düzeydedir. Bunu izleyen yıl­ larda iç fiyat artışları, kur ayarlamasının teşvikkâr etkisinin, yeni bir de­ valüasyona kadar devamlı azalması sonucunu yaratır. Rakamlara baktığımız zaman şu durumla karşılaşıyoruz. 1971 yılın­ daki ihracat artışı % 15,4'dür, 1972 artış oranı ise;% 30,2'dir. 1973 yümaaki ihracat artış oranı ise, dünya konjonktüründeki olağanüstü gelişmelerin sonucu olarak % 48,7; 1974 ihracat artış oranı % 16,4'dür. Rakamlardan da görüleceği üzere, dünya fiyatlarının ve dış talebin tedricen artmağa başladığı 1971 yılından itibaren ihracatımızda da artış meydana gelmiş ve bu artış en yüksek düzeyine, bütün dünyada fiyat ve talebin baş döndü­ rücü boyutlara eriştiği 1973 yılında ulaşmıştır. 1974 yılının ekonomik dur­ gunluğu ihracatımızda da etkisini hissettirmiş ve bilhassa y ü m ikinci ya­ rısında ortaya çıkan olumsuz gelişmeler, ihracat artış hızının yavaşlama­ sına neden olmuştur. 1975 yılı ihracatı da dünya ekonomisindeki durgunluğun etkisi altın­ da bulunmaktadır. Belli başlı ülkelerde dahi ihracatın azaldığı bir or­ tamda, Türkiye'nin ihracatında artış beklemek, ihracatımızı dış şartlar­ dan soyutlamak, dış talep ve fiyat etkenlerini ihmâl etmek demek ola­ caktır. Batılı gelişmiş ülkelerde ve dünya ekonomisinde % 12 oranında bir gerilemenin meydana geldiği bir dönemde, ihracatımızda artış beklemek herhalde gerçekçi bir görüş olamaz. Kaldı ki, ihraç mallarımızın önemli bir bölümü ham madde niteliğindedir ve 1974-1975 yılları, dünya ham madde fiyatlarında baş döndürücü düşüşlerin meydana geldiği bir dö­ nemdir. İhracatımızın takriben üçte birini oluşturan sanayi mamulleri alanında da ciddi dış rakiplerle mücadele etmek zorundayız. Bütün bu faktörleri bir kenara iterek, ihracattaki duraklamayı 1970 devalüasyonunun teşvikkâr etkilerini kaybetmesi nedenine bağlayarak yeni bir devalüasyon önerilmesi, herhalde yeterli bir izah tarzı olmaya­ caktır. Sanayi ülkelerinde ihracatta % 6 ilâ 10 oranında düşüşler meydaîik gelirken, Türkiye'nin, hemen hemen 1974 düzeyini sürdürebilmesi, ihra­ catımız bakımından büyük bir başarı olarak kabul edilmelidir. Nihayet ihracat hacminde % 20 ortalama bir yeri bulunan pamukta 1974 ve 1975 yılındaki fiyat düşmeleri ile birlikte dış talebin daralması, ihracat gelir­ lerimizin azalmasında önemli bir etki yaratmıştır. 1975 yılı sonlarından itibaren dünya konjonktürünün canlanması ve pamuk fiyatlarında bek­ lenen artışların meydana gelmesi, ihracat gelirlerimizi de artırmıştır. Tamamiyle dünya ekonomik şartlarına, piyasa ve talep durumuna, bazı ihraç mallarımızda ortaya çıkan olağanüstü fiyat gerilemelerine tâbi olduğuna şüphe olmayan ihracat artışı duraklamasını, yüksek oranlı bir devalüasyona gerekçe yapmağa hiçbir şeküde neden yoktur. 1976 yılında, dünya ekonomisi ile birlikte, Türkiye ihracatının da canlanacağını v e normal artış temposuna kavuşacağını kuvvetle ümit etmekteyiz. Nitekim, 1976 yılma ait son aylık ihraç rakamları, 1975 yılının aynı aylarına oranla hızlı bir artış eğilimi göstermektedir. c) İthalâttaki artışın, aşırı değerlendirilmiş bir kambiyo kurunun sonucu olduğu görüşü de tamamiyle gerçeklere uymamaktadır. İthalâttaki artışın «kur yüksekliği»nin yarattığı ithalât arzusu yanında başka neden­ leri vardır. İthalâtımızın ana kategoriler itibariyle kompozisyonu dikka­ te alınırsa, şöyle bir manzara ile karşılaşılır. İthalâtımızın ;%;50'-55'ini ham maddeler, % 40-45'ini yatırım malları ve nihayet % 5-6'sını tüketim inalları teşkil etmektedir. Sanayimizin ham madde talebi esnek değildir. Gerek istihdam, gerek maliyet mülâhazaları ile sanayiimiz, ihtiyacı olan ham maddeyi ithâl etmek zorundadır. Diğer taraftan, gelişme hızının belirli bir düzeyde tutulabilmesi için, ekonomide G S M H ' n m muayyen bir oranı dahilinde (takriben % 22-24) yatırım yapılması gerekmektedir. d) İşçi dövizlerindeki azalmayı da sun'î kambiyo kuruna bağlamak mümkün değildir. İşçilerimizin adeta bir kur yükseltilmesi bekleyişi için­ de olduğunu gösteren bir belirtiye rastlanmamaktadır. İşçilerimizin ta­ sarruflarını hariçte likid halde tutmalarını gerektiren başka nedenler mevcuttur. Bir kerre başta Batı Almanya olmak üzere, Türk işçilerinin çalıştığı ülkelerde işsizlik ve resesyon 1975 yılında endişe verici boyut­ lara erişmiştir. Bunun sonucu olarak yeni işçi gönderilemediği gibi çalışan işçilerden bir bölümü de yurda kesin dönüş yapmıştır. 1975 yılında işçi dövizi girişleri 1.312 milyon dolardır 1974 yılında rakam 1.426 milyon dolar olup, azalma 114 milyon dolar, yani % 8'dir. Dış ülkelerin ekonomilerindeki olumsuz şartlar hatırlanacak olursa, işçi dö­ vizleri girişinde endişe verici bir azalmadan bahsetmek yanlıştır. A l manya'daki işsizlik nedeni ile işçilerimiz, tasarruflarını Türkiye'ye akta­ racak yerde, durumu kesinlik kazanmcaya kadar yabancı bankalarda likid halde bulundurmayı tercih etmektedir. Türkiye'ye gönderdiği miktar, ya­ kınlarının geçimini sağlayacak veya arzuladığı yatırımları (çoğu zaman ev, arsa şeklindeki gayrimenkul alımları) gerçekleştirecek asgarî düzey­ de bulunmaktadır. Diğer taraftan, yurda kesin dönüş yapan işçilerimizin, dışardaki tasarruflarının bir kısmını, Türkiye'ye transfer ettiğine şüphe yoktur. Bütün bu mülâhazalarımız, işçi dövizlerinde «kur bekleyişi»nin ihmal edilebilecek bir düzeyde olduğu kanısını kuvvetlendirmektedir. Bu ne­ denle, işçi dövizlerinin artırılması gerekçesine dayandırılacak bir devalü­ asyon önerisi de, mesnetten mahrum bulunmaktadır. Devalüasyon lehinde ileri sürülen delilleri bu suretle kısaca eleştir­ dikten sonrıa, başta ihracat olmak üzere dış ekonomik ilişkilerimizde uy­ gulanmasını uygun gördüğümüz kambiyo kuru politikası hakkındaki gö­ rüşlerimizi belirtmek istiyoruz. Yatırımların % 30-40 oranında ithalât talebi yarattığı ötedenberi bili­ nen bir gerçektir. Yatırım malları sanayiiı^ıiz gelişmediğine göre, yatı­ rımların realizasyonu bakımından belirli bir ölçü dahilinde ithalât yap- mamız gerekmektedir. Ekonomik kalkınmamızın devamı için bu ithalâtın yapılması şart olduğuna ve yatırımları da teşvik etmek istediğimize gö­ re, yatırım malları ithalât talebinin de sert ve gayrı elâstiki olduğunu ka­ bul etmek gerekmektedir. .. Geriye % 5 oranında tüketim malları kalmaktadır.. ,197 5 yılı^^r^^ larına göre tüketim malları ithalâtı 203 milyon dolardır. İthalâtı kısılması istenen miktar bu ise (ki burada da çeşitli istikrar ve fiyat politikası ge­ reği olarak yapılan ithalâtın rakama dahil bulunduğunu hatırlamakta fayda vardır) devalüasyonla veya teminat oranlarının artırılması, öde­ me şartlarının ağırlaştırılması gibi ithalâtı pahalılaştırıcı tedbirlerle ne miktar kısılabileceğini anlamak güçtür. Gerek milletlerarası teşekküller, gerek bazı üniversite mensupları, Türkiye'de ithalât talebinin elâstiki olduğunu farzederek, ithalâtı kıs­ mak için devalüasyon veya benzeri tedbirler önermektedir. Türkiye'de devalüasyonlarla veya malî ve naklî tedbirlerle, ithalât talebinin kısılamadığı,. mazide yaşanmış tecrübelerle sabit bulunmaktadır. Binaenaleyh, devalüasyon suretiyle, ithalât harcanmalarında ve dolayisiyle ödemeler bi­ lançosunda bir düzelme sağlanacağını ileri sürmek Türk ekonomisini enf­ lâsyona ve fiyat artışlarına sürüklemek olacaktır. Unutmamak gerekir ki, önümüzdeki yıllarda dünya enflâsyon hızının düşük bir düzeyde seyret­ mesi muhtemeldir; buna rağmen Türkiye'de fiyatlar yükselmekte devam ederse Türk ekonomisi, yeni enflâsyonist baskılara tahammül gücünü ge­ niş ölçüde kaybetmiş olacaktır. İthalâtı kısması da devalüasoyn için yeterli bir gerekçe teşkil etme­ mektedir. Eğer Türkiye'de döviz talebi elâstikî olsa ve döviz fiyatının pahalılaşması oranında talepde bir daralma meydana gelmiş olsa idi, öde­ meler dengesi mülâhazaları ile devalüasyon üzerinde durulabilirdi. Mem­ leketimizin şartları nazarı itibare alınırsa, bu tedbirle, ithalât üzerinde etkili olmanın mümkün bulunmadığı kabul edilmek gerekir. a) Genel bir ilke olarak, kambiyo ^ kuru; ihracatımızı e n g d l e y e c e k unsurlar ihtiya etmemelidir. b) Kur, ithalâtta sürevalüe bir durum yaratarak, ithâl malUarım nis­ bî olarak ucuzlatmak suretiyle, iç fiyat dengesini bozacak bir nitelik taşı­ mamalıdır. Ancak, fiyat politikası v e m^aliyet unsurlarını ucuzlatmak su­ reciyle deflâsyonist bir baskı yaratılmak istendiği takdirde, kambiyo ktıru nşırı değerlendirilmiş olarak muhafaza edilebilir. c) Kambiyo kuru, Türkiye'den sermaye çıkışını teşvik edici değil, ak­ sine, sermaye girişlerini özendirecek bir yapıda olmalıdır. Yukarıdaki ilkelerden hareket edilirse, kambiyo sisteminin tek bir kur esasına dayanmayarak «çok kur» (Multiple Exchange) sisteminin uy­ gulanmasını, ekonomimizin dış ilişkilerinde uyumu sağlamak bakımından zorunlu görmekteyiz. Gelişmekte olan ülkelerde, ekonominin bütün sektörlerinde marjinal maliyetler: eşit değildir. Bu itibarla, her sektörde v e hatta her malda ge­ rekli teşvik oranı aynı olamaz. İç fij^'at hareketlerindeki bu eşitsizlik, gi- derici (korrektif) tedbirlerin de farklı olmasını gerektirir. Örnek olarak 3 ihraç malını alalım. Pamuk ihracı için % 10, tütün için % 30, fındık için % 50 oranında kambiyo ihraç priminin gerekli olduğunu var sayalım. Bu şartlar altında devalüasyon oranı ne olacaktır? % 10 kabul edilse tütün ve fındık ihraç edilemiyecektir. % 50 oranı ise, diğer iki mala lüzumlun­ dan fazla bir prim sağlayacaktır. Dolayisiyle bu iki malın iç fiyatları, fazla olan % 40 oranını massedecek şekilde yükselecektir. Demek oluyor ki, en yüksek orana göre yapılacak bir devalüasyon, iç fiyatlarda istikrarı bozacak ve yeni fiyat artışlarına sebebiyet verecektir. B u durumda yapıl­ ması gereken kambiyo kur ayarlaması, her mal için ayrı ayrı olmak ge­ rekir. Bugüne kadar Türkiye'de uygulanan kambiyo politikasında yukarıda değinilen ilkelere büyük ölçüde riayet edilmiştir. Şeklen tek kur sistemi yürürlükte görünmekte ise de, aslında çok kurlu bir sistem uygulanmak­ tadır. Bu politika, 1970 devalüasyonu sonrasında daha da belirginleşmek­ tedir. Hatırlanacağı üzere hem 1958, h e m de 1970 devalüasyonlarında, bil­ hassa ihracatta ithalât kurundan düşük müteaddit kur uygulanmıştır. 1971 yılından sonra belli başlı paraların altınla olan ilişkilerinin ke­ silerek önce doların, daha sonra Ortak Pazar ülkeleri paralarının dalga­ lanmaya bırakılması üzerine, Türkiye'de kambiyo kuru politikası, dolar ve mark'takı değer dalgalanmalarına göre kambiyo rayicinde ufak ayar­ lamalar yapmak esasına dayanmıştır. Bu suretle, kambiyo kurunun diğer paralar karşısındaki durumunu düzeltmek imkânı hasıl, olmuştur. İhracatta birden çok kur politikası ise «Vergi İadeleri» ile sağlanmak­ tadır. Esas itibariyle sanayi mamullerine uygulanan vergi iadeleri siste­ mi, sınaî maliyetlerin, sabit kur ile dış fiyatlara intibak edememesi ve bu uyumun gerçek oranlara dayandırılması fikrinden esinlenmektedir. Tradisyönel ihraç malları için esâs kur uygulanırken, çeşitli neden­ lerle dış piyasalara uyamayan sanayi mamûUerindeki gerekli uyum, ver­ gi iadeleri ile sağlanmaktadır. 1975 yılı içinde vergi iade oranlarında bazı artırımların yapılmış olması, Türk parasının değer kaybından ileri gel­ meyip, dış piyasalarda, fiyatların, ekonomik konjonktürden ve durgun­ luktan ileri gelen bir düşme göstermesinden dolayıdır. Örneğin, pamuk ve pamuklu dokuma fiyatları son günlerde devamlı bir yükselme eğilimi içine girmiş bulunmaktadır. Yergi iade oranlarını zaman zaman ayarlamak suretiyle, dış fiyatlarla iç maliyetleri irtibatlı kılmak mümkün bulunduğu halde, devalüasyonda bu imkân mevcut değildir. Bir devalüasyon bütün ekonomik faaliyet kol­ larını derhal etkiler. Buna mukabil, vergi iadeleri sistemi ile, tek bir mala kadar gidebilen ve gerektiğinde azaltılıp çoğaltılabilen, elâstiki bir sistem dahilinde, bir kısım ihraç mallarını değişik oranda ve belirli süreler için teşvik etmek imkânı vardır. Devalüasyonda ise bu imkân yoktur. Paranın bir kerre-değeri düşürüldü mü geriye dönüş bulunmamaktadır. Son olarak, devalüasyona karşı olanların ileri sürdiiğü, halihazır durumlu ilgili bir argümana değinmek istiyoruz. 19.75 Mayısından itibaren, Türkiye dövize çevrilebilir mevduat şek­ linde, hazinenin kur garantisi altında, dışardan kısa v e orta vadeli kredi almaktadır. Döviz stoklarının takviyesi maksadiyle yapılan bu borçlan­ maların bir kısmı.için ödeme vadesi 1976 ortalarında gelecektir. Hâlen 900 milyon doları aşan bu krediler için kur garantisi dolayisiyle, bir de­ valüasyon halinde Hazine büyük malî yük altına girecektir. Böyle bir yük dahi, devalüasyon ihtimalinin reddedilmesi için yeterli bir nedendir. Bu iddiada gerçek payı vardır. Vadesinde yapılacak ödemelere rağ­ men, önümüzdeki bir kaç yıl içinde, döviz kredisinde büyük bir azalma beklenmemelidir. Bu nedenle, kısa vadeli döviz borcumuzun birkaç yıl zarfında 1 milyar doların üstünde seyretmesi muhtemeldir. Yapılacak bir devalüasyon, kur farklarının hazine tarafından yüklenilmesini gerekti­ recektir. Değişik kur sistemi ile bu soruna da bir çare bulunması ve malî mu­ ameleler için kurun sabit tutulmasına mukabil, ticarî işlemler için kurun yükseltilmesi mümkündür. Fransa bu sisteminin ters yönde işleyen bir değişik şeklini, 1972-1973 yıllarında uygulamıştır. Diğer taraftan. Merkez Bankasında brüt olarak 730 milyon dolarlık bir döviz rezervi mevcut bulunmaktadır. Bir devalüasyon halinde bu sto­ kun yeniden değerlendirilmesinden Hazine büyük bir gelir sağlayacaktır. Kur garantisi dolayisiyle yapılacak ödemeler bu fondan karşılanabilir. Ancak, hazinenin en fazla gelire muhtaç bulunduğu bir dönemde, değer­ lendirme farklarının şanj garantisi ödemelerine tahsis edilmesi de asla arzu edilmeyecek bir keyfiyettir. Sonuç olarak ifade etmek istersek, dış ekonomik ilişkilerimizde mey­ dana gelen zorluklar, kambiyo kurundan ileri gelmemektedir, ihracat, itha­ lât, işçi dövizlerindeki uyumsuzluklar, dış ekonomilerdeki olumsuz geliş­ melerin sonucudur ve bu olumsuz etkiler geçicidir. 1976 yılındaki düzel­ meler, devalüasyon lehinde ileri sürülen gerekçelerin büyük bir kısmını ortadan kaldıracaktır. Sonuç: Türk ekonomisinin, 1974 ve 1975 yıllarından devraldığı bazı önemli ekonomik sorunları vardır. Döviz stoklarının azalmağa başladığı bir sı­ rada, ekonomik gelişme hızını yüksek bir düzeyde sürdürecek ve istih­ dam sorununun çözümüne yararlı olacak bir ekonomik gelişme, karşıla­ şılan sorunlardan biridir. Döviz rezervlerindeki erime ve ithalâtın 5 milyar dolar gibi normal döviz gelirleri ile karşılanması mümkün olmayan bir düzeyde plânlanmış olması, bir süre için ekonomimizi, dış piyasalardan kısa ve orta vadeli ser­ maye ithâli zorunluğu ile karşı karşıya bırakacaktır. Ekonomik ve sınaî gelişmemizi sürdürebilmek için normal döviz gelirlerimizi sağlayan ka­ lemlerde azamî derecede artışlar meydana getirecek bazı tedbirlerin alın­ ması zorunlu hâle gelmiştir. Döviz giderlerinde, yarattığı ekonomik fay- daya göre yeni tercihlere gitmek ve gelişme temposunu düşürmeden müm­ kün olan ölçıide tasarruf yapmak yolları araştırılmalıdır. Kanımız, fiyat politikası mülahazaları ile son birkaç yıldan beri yapılmakta olan tüketim rnalları ithalinde; bazı tedbirlerin alınabil^ ihracatımızda, ve işçi dövizleri gelirlerinde 197 6 yılından itibareönemli artışların meydana geleceğini tahmin ettirecek ciddî sebepler bu­ lunmaktadır. Dünya enflâsyonunun - tarım ürünleri alanında yeni ve kuvvetli fiyat artışları meydana gelmediği takdirde - normal düzeylere inmesinin rnuhtemel Olmas ı karşısında, dış ülkelerden sirayet edecek enflâsyonist baskı­ lar bir dereceye kadar hafifleyecektir. 1974 ve 1975 dönemlerinden dev­ ralman enflâsyonist baskıların fiyatlara yansıması halinde fiyat artışla­ rının ciddî bir düzeyde seyretmesi muhtemeldir. Türkiye'de fiyat artışları bu yılki üretim durumuna bağlı bulunmak­ tadır. İklim şartlarının elverişli gitmesi dolayisiyle, tarımsal üretimde bir bolluk yılı olması beklenen 1976 yılında, bütün enflâsyonist eğilimlere rağmen, fiyat artışlarının tahammül edilebilir düzeylerde kalması müm­ kündür. Kamu sektöründe bir denge sağlanabildiiğ oranda enflâsyanist baskı­ lar ortadan kalkacak, hiç olmazsa hafifleyecektir. Son iki yıldaki yüksek ithalât seviyesinin meydana getirdiği deflâsyonist etkilerin, sür­ dürebilmesi için 1976 ithalât hacminin de, plânlanan miktarlarda gerçekleşm;esi zorunludur. Bu nedenle, 1976 yılındaki ekonomik gelişmemizi ge­ niş ölçüde dış ekonomik ilişkilerimizde, kısıtlamaya gitmeden, sağlana­ bilecek bir denge etkileyecektir. Bu itibarla, gerekli dış ödemeleri yete­ rince v e zamanında karşılayacak bir döviz disponibilitesi sağlanması, eko­ nomimizin istikrarı ve gelişmesi bakımından zorunlu bulunmaktadır.