Cansel, kadın düşmanlığı ve pembe taksiler

advertisement
HAFTALIK
SİYASİ DERGİ
Cansel, kadın düşmanlığı
ve pembe taksiler...
“Kadın erkek eşit değildir” diyen Erdoğan ve AKP
iktidarının gericiliği, “öğretmenle ilişkisi varmış”,
“gece vakti sokakta ne işi varmış” sözleriyle
saldırıya uğrayan kadının suçlu çıkarılmaya
çalışıldığı bir karanlık yaratmış durumda.
B ü t ü n
ü l k e l e r i n
i ş ç i l e r i
b i r l e ş i n
26 Şubat 2016 Cuma
Sayı: 21
3 TL
gençlik
yobazları
kovalıyor
Esnek Çalışma VE ‘KÖLELİK’ I Hükümetin ‘fon’ karnesi I ab çatırdarken Üzerimize
düşen kanlı gölgeler I Suriye’DE ateşkes dansı I KÜRESEL SİLAHLANMA ARTIYOR
26 Şubat
3 Mart 2016
2 MERKEZ KOMİTE’den
boyun eğme
Gericilik AKP’nin zayıf tarafı mı?
AKP’nin IŞİD bağlantıları, Ortadoğu’da kanlı bir dinci gücün kışkırtılan tüm bataklıklarda
güç kazanmasına katkıları, bölgesel bir İslamist siyaseti, yeri geldiğinde güçlü müttefiklerine rağmen, güdebilmesi...
Bunlar ortada.
Muhalefet bunları AKP’nin büyük açıkları olarak görüyor. Kürt siyaseti de, CHP de,
AKP’nin “ılımlı olmayan İslamı”nın onun sonunu getireceğini varsayıyor. Suriye’de IŞİD
ve El Nusra gibi güçleri uzun süre açıktan destekleyen AKP’nin yeni dengelerle birlikte
sendelediği varsayılıyor. Bu yaklaşıma bakılırsa dünya İslamı yumuşatmaya çalışırken,
AKP radikal olanda ısrar ediyor. Ve bu yüzden onu iktidara taşıyan desteği kaybediyor.
Muhalefetin kendine görev edindiği iş de buna göre şekilleniyor. AKP’nin manevraları
engellenecek, Suriye’de işlediği savaş suçları toptan “IŞİD’e verilen desteğe” indirgenecek... “Gerçek İslam bu değil” ile komşu olan “ılımlı İslam bu değil” tespiti yayılacak.
Garip ama gerçek, bu şekilde uluslararası siyasette pek güzel sıkışan AKP, içerde sıkışmıyor. Üstelik AKP’nin ölçüsüz ve sınırsız gericiliğinin asıl tehdit oluşturduğu ülke Türkiye
olduğu halde…
IŞİD’e verdiği desteği Suriye’de unutmak o kadar da zor değil aslında. Dengeler değişir,
AKP eliyle palazlandırılmış güçler Rusya eliyle ezilir. AKP’yi Suriye’den uzak tutmak yeterli
olabilir. Oysa sonucun Türkiye’ye yansıması farklıdır. Suriye’ye cihada yollanmış kanla
doymaya alıştırılmış bir katil sürüsü, şimdi ülkeye geri dolacaktır. Bu gerçek, dışarda sıkışan, ABD’nin gözünden düşen AKP’yi içerde de sıkıştırmıyor.
Nedeni basit. Çünkü gericilik içerde AKP’nin güç kaynağı. Gözünü karartıp İslam Devleti’ni tanklarla silahlandıran AKP’yi hemen tokatlayan güçler, Türkiye’yi bir İslam devleti haline getirmesini heyecanla izleyebiliyor. Ve AKP gericiliğin gazına bastıkça ülkeyi
yönetme yeteneği azalmayıp artıyor. Dinci politikalarının toplumda yarılmayı ve kamplaşmayı derinleştirdiği, huzursuzluk yarattığı yıllar geride kaldı. Bunun nedeni de basit.
Duvara doğru tam gaz ilerleyen çılgın şöförümüzü her seferinde duvarı geri çekerek
kurtaran birileri çıkıyor.
Bu nedenle AKP’nin “aşırılıkları” bölge siyasetinde onu kendi kazdığı çukurlara iterken,
ülke siyasetinde küçük manevralarla koruduğu gücünün kaynağı oluyor. AKP gericiliği
ile hesaplaşmak yerine, fırsatçılık yapanlar bu gücün tazelenmesine katkıda bulunuyor.
Gericilikte aşırıya kaçtığı için artık ürkütücü hale geldiği görülen AKP’ye ılımlılıkta rakip
olmaya kalkanlar, gericiliğe değil, bunda aşırıya kaçılmasına muhalefet edenler, AKP’ye
güç kazandırıyor. Aşırıya kaçmaktan sakınmadığı gericiliği AKP’yi yalnızlaştırmıyor. Tersine güçlendiriyor. Rakibinin zayıf yanını bulma mantığı ile AKP’nin “aşırı İslamcılığının”
karşısına bir tür uzlaşma, ılımlı İslama uygunlukla çıkanlar, bu güç kaynağını pekiştiriyor.
Kolay lokma yok. Emek yoksa yemek yok. Gericilikle hesaplaşılacak. AKP’nin gücü elinden alınacak. Yobazlığı AKP’nin sonunu getirecekse, ona cesaret veren gericilik toptan
zayıflatılacak. Bu yapılmadığında, gericiliği, içerde AKP’nin zayıf değil güçlü yanı olmaya
devam edecek.
Boyun Eğme Haftalık Siyasi Dergi - İmtiyaz Sahibi: İleri Yayımcılık Tanıtım ve Ticaret Ltd. Şti. Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu
Müdür: Volkan Algan Tasarım: Özgür Aydoğan, Uğur Güç Adres: Osmanağa Mah. Osmancık Sok. No:9/16 Kadıköy - İstanbul
Baskı: Kayhan Matbaası - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. No: 8 Giriş Kat D:2 Topkapı - İstanbul (0212) 576 00 66
GERİCİLİĞE KARŞI
AYDINLANMA HAREKETİ
AKP iktidarında Türkiye bir İslam Devleti olma yolunda
hızla ilerliyor. Ülkemizi dinsel kurallarla yönetmeye kararlı
bu iktidar eğitimi ve hukuku din temellerine dayandırmaya,
toplumsal yaşamı din kurallarına göre düzenlemeye ve dini
siyasete egemen kılmaya çalışıyor.
Türkiye'nin bir İslam Devleti olarak
ilan edilmesine ramak kalmıştır. İslam Devleti projesi, emeğin
azgınca sömürüsü, doğanın
yok edilmesi, iktidar partisinin
dinci zihniyetine aykırı tüm
fikirlerin ezilmesi, kadınlara
dönük ayrımcılık ve eşitsizliklerin derinleşmesiyle iyice
belirginleşmiştir. Tarihsel
kazanımların tümü yok
edilip, bellekten silinerek
karşı devrim tamamlanmış
olacaktır.
cevap vereceğiz.
Aydınlanma için verdiğimiz mücadelenin, bildik çevrelerce “din düşmanlığı” biçiminde sunulmasına asla sessiz ve
tepkisiz kalmayacağız. Laikliği keskin biçimde savunurken; milliyetçi, piyasacı savrulmalara
asla izin vermeyeceğiz. Artık salgın
halini alan ırkçı, dinci, mezhepçi kışkırtmalara karşı yaşamı
savunacağız.
Aydınlanma mücadelesinin, paranın saltanatına ve
emperyalizme karşı verilen
mücadele ile bir bütün olduğunu biliyoruz. Yerli ve
yabancı patronlar sömürü
düzenini sürdürmek için
dinin toplumsal ve siyasal
alanda hakim kılınmasına
muhtaçlar. Ülkenin bu noktaya gelmesinde pay sahibi
oldukları kesin olan patronlardan laiklik kahramanları
üretilmesine izin vermeyeceğiz.
AKP bu yolda kararlı ve tutarlı bir biçimde ilerlerken
meclisteki muhalif partiler
kabul edilemez bir aymazlıkla bunu izlemekte, hatta
din söylemi ve sembollerini kendi çalışmalarında da kullanarak bu
süreci hızlandırmaktadır. Parlamentoda laikliği
savunan tek bir parti bulunmamaktadır.
Bir sömürge aydını gibi, ülkemizi AKP’yi iktidara taşıyan
emperyalistlere şikâyet etmeyeceğiz, halkımıza gideceğiz ve
ısrarla gerçeği anlatacağız.
İmza kampanyalarına sığınıp,
günlük yaşamın dışında durmayacağız, memleketimizin her yanında
toplantılar düzenleyerek yüz yüze
olmanın benzersiz gücünü inşa edeceğiz.
Tehlike büyük, görev acildir.
“Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi” bu göreve
taliptir.
Biz kimiz?
Türkiye'de aydınlanma için
gericiliğe karşı bir mücadele
başlatıyoruz. Bu mücadelede kararlıyız, bu süreci durduracağız. Türkiye'yi bir İslam
Devletine çevirmek doğrultusunda atılan her adımı, başlatılan her
uygulamayı, hazırlanan her yasayı,
çıkartılan her kararnameyi takip edeceğiz. Bunları halkımıza anlatacağız.
İş yerlerimizde, okullarımızda, mahallemizde ve sokağımızda gericiliğe karşı bir direnç öreceğiz. AKP'nin attığı her
adıma hem hukuki, hem siyasi yollarla örgütlü bir biçimde
Yukarıda saptanan kaygıları paylaşan ve buna karşı kayıtsız
kalmayı içine sindiremeyen
insanlarız.
Yalnız olmayı bir kader gibi
dayatanlara, “artık buradan geri
dönüş yok” diyenlere inat boyun eğmeyenleriz.
Biz, gericiliğin kader olmadığını bilen, aydınlanmanın kaçınılmaz olduğunu gören ve tek başına olmanın bencillik,
hep birlikte olmanın özgürlük olduğuna inananlarız.
Bu çağrı geleceği birlikte kurmak için sabırsızlanan Anadolu’nun tüm aydınlık insanlarına!
Hareket adına çağrıyı yapanlar:
Barış Terkoğlu, Enver Aysever, Hüseyin Aygün, Kemal Okuyan, Orhan Gökdemir, Özlem Şen Abay
iletisim@aydinlanmahareketi.org
26 Şubat
3 Mart 2016
4 POLİTİKA
boyun eğme
Cihatçı çeteler okullarda cirit atarken
Üniversitelerde aydınlanma
mücadelesi yükseliyor
Dinselleşmeye karşı mücadelenin ilk adımları sayılabilecek olan
eylemlerin ardından ülke sathında yaygın gericiliğe karşı Sosyalizm
Üniversiteleri’ni örgütleyecek olan Komünist Gençlik, ODTÜ ve İTÜ’den
IŞİD’ci çeteleri kovmaya hazırlanıyor.
T
oplumsal yaşamın tümünde yürütülen dinselleşme operasyonu
üniversite alanında birçok farklı
araçla kendini gösteriyor.
Ömründe AKP dışında bir iktidar
görmemiş üniversite gençliği, eğitim
müfredatında yapılan düzenlemelerden
akademi kadrosundaki değişikliklere
kadar tümüyle karanlık bir üniversiteye
hapsedilmeye çalışılıyor.
Ancak gericiliğin üniversitede elde
ettiği tüm mevzilere rağmen gençliğin
verdiği fotoğrafın AKP’nin istediği bir
neslin yansıması olmaktan epey uzak
olduğu ortada. Dahası hukuk alanından
sağlığa, kamusal hizmetin tüm aşamalarından siyasetin hakim diline kadar
gazına basılan dinselleşme hamlesinin,
mevzu bahis üniversiteler olduğunda
daha fazlasını hedeflemek zorunda
olduğu da açık.
Tam bu noktada üniversitelerin
teslim alınmasında son derece işlevsel ve
‘radikal’ bir araç gittikçe dikkat çekiyor:
Cihatçı çete örgütlenmeleri.
Bütünlüklü bir gerici saldırının konusu olan üniversitelerde yaşanan tüm
provokasyonları, atılan bütün adımları
aynı bütünlükte ele alıp yine bu bütünü
gözeterek karşı durmak ise tek çıkar yol
gözüküyor.
18-19 Şubat tarihlerinde İstanbul
Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Komünist Gençlik’in düzenlediği eylemlilikler böylesi bir bütünü
ODTÜ mescitlerindeki
panolarda, resmi bir
topluluk olmayan ODTÜ
Mescid Topluluğu’nun
afişleri ve “Genel mescid
düzeni”, “Pano düzeni”
başlıklı talimatları da
dikkati çekiyor.
gözetiyor.
İTÜ’de “Gençlik Gericiliğe Boyun Eğmiyor” başlığıyla yapılan yürüyüş de Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen
aydınlanma buluşması da bütünlüklü bir
ülke ve gelecek projesinin, sosyalist bir
Türkiye mücadelesinin rengini taşıyor.
Dinselleşmeye karşı mücadelenin ilk
adımları sayılabilecek olan eylemlerin
ardından ülke sathında yaygın gericiliğe
karşı Sosyalizm Üniversiteleri’ni örgütleyecek olan Komünist Gençlik, ODTÜ
ve İTÜ’den IŞİD’ci çeteleri kovmaya
hazırlanıyor.
ODTÜ ve İTÜ
IŞİD sarmalında
ODTÜ’de geçtiğimiz dönem yaşanan
mescit provokasyonuyla gündeme gelen
üniversitelerdeki IŞİD’ci çete yapılanmaları AKP iktidarının kanatları altında
daha yüksekten bir mücadele perdesini
araladı.
ODTÜ’de resmi olmayan “ODTÜ
Mescid Topluluğu” ismiyle çalışma yapan IŞİD üyeleri, okulda var olan mescitlerde yürüttükleri siyasi faaliyetlere hız
vermiş durumda. Son olarak 2 ODTÜ
öğrencisini daha IŞİD’e kattıklarını açıklayan çete göz göre göre cihat çağrıları
yapıyor, üniversitede yeni örgütlenme
alanları açmaya çabalıyor.
IŞİD üyeleri ODTÜ mescitlerinde vaazlar veriyor, Rakka’ya IŞİD kamplarına
öğrenci gönderiyor, bazı öğrenciler Rakka’da eğitim alıp geri dönüyor ve yeni
öğrencileri IŞİD katliamlarına katılmak
üzere Rakka’ya göndermeye çalışıyor.
Dahası tüm bunları sosyal medya
hesaplarından duyuruyor. Son olarak
sosyal medya hesabından “Rakka’da 3
ODTÜ’lü” iletisiyle paylaşılan fotoğraftaki IŞİD üyesi öğrencilerin kimlikleri
biliniyor, aynı şahısların “örgütlenme
sürecinde” mescit vaazlarında çekilen
fotoğrafları elden ele dolaşıyor…
Geçtğimiz sene ODTÜ öğrencisi
Raşit Tuğral’ın IŞİD’e katılmasıyla başlayan süreç, 2015-2016 eğitim-öğretim
yılının başında ODTÜ Mescid Topluluğu
üzerinden yaygın propagandaya dönüştü. Yıllardır okulda hiçbir yasal dayanağı
olmadan açıktan faaliyet gösteren topluluk farklı gerici öbeklerin örgütlenme
POLİTİKA 5
aracı olarak kullanılıyordu. Ancak sene
başından itibaren IŞİD’in ODTÜ temsilciliği olarak çalışmaya başlayan topluluk
mescitlerde düzenlenen buluşmalarla
IŞİD’e katılım çağrıları yapmaya
başladı.
22 Aralık 2015 tarihinde cihatçı
öğrencilerin okul öğrencilerini
tehdit etmesiyle başlayan provokasyon, IŞİD’çi ODTÜ Mescid Topluluğu’nun şovuna dönüştürülmeye
çalışıldı. AKP medyasında geniş
yer bulan ve namaz kılan öğrencilere saldırıda bulunulduğu
yalanıyla servis edilen olayların
baş aktörü ise IŞİD’e katılan
Raşit Tuğral’ın
en yakın “yol
arkadaşı” Adem
Kocaöz oldu.
ODTÜ Mescid Topluluğu'nun
vaizi ve baş provakatörü olan Adem Kocaöz olaydan
sonra da okul içerisinde cihat faaliyetleri devam etti. 2 ODTÜ öğrencisinin IŞİD’e katılmasını organize
eden çete, resmi makamlarca herhangi
bir engellemeyle karşılaşmadı.
Son olaraksa 14 Şubat'ta @assinjani5
twitter adresinden Raşit Tuğral ve iki
kişinin fotoğrafı, “Üç ODTÜ’lü Raqqa’da
bir araya geldi” bilgisiyle paylaşıldı.
ODTÜ öğrencisi olduğu söylenen iki
şahıs yüzleri kapatılmış bir biçimde duyuruldu. Bu haberle birlikte Adem Kocaöz’ün “emir”liğini üstlendiği ODTÜ IŞİD
temsilciliği propaganda ve örgütlenme
faaliyetlerini hızlandırmaya yöneldi.
İTÜ'DE CİHAT NÖBETİ!
İTÜ’de ise Komünist Gençlik’in
gerçekleştirdiği gericiliğe karşı yürüyüşle
birlikte benzer bir süreç işledi. İTÜ’de
yürütülen gericilik karşıtı kampanya
esnasında Komünist Gençlik buluşmalarını taciz etmeye çalışan gerici çete 18
Şubat günü İTÜ’de yüzlerce öğrencinin
katıldığı Gençlik Gericiliğe Boyun Eğmez
yürüyüşünden bir gün sonra “İTÜ
Beyan” başlığıyla bir bildiri kaleme aldı.
“Komünist Gençlik’in yaptığı gösteriden
sonra ‘gericilikle savaş’ başlığı altında
26 Şubat
3 Mart 2016
Gericiliğe karşı
Sosyalizm Okulları
art arda gösteriler yapacağı aşikârdır”
denilen bildiride Komünist Gençlik’in
gericiliğe karşı açtığı bayrağa karşı cihat
bayrağı açma çağrısında bulunuldu.
Hemen sonrasında ittihadiislam.biz
adresinden yapılan açıklamayla Komünist Gençlik çalışmalarından sonra açık
çalışma yapma kararı aldıklarını açıklayan cihatçı çete provasyon denemesinde
bulundu. 22 Şubat Pazartesi günü sembolik cihat çağrısı yapan afişler asarak
başında bekleyen cihatçılar her perşembe günü İTÜ içerisinde cihat toplantıları
yapacaklarını duyurdu.
İttihad-ı İslam ismiyle İTÜ’de cihat
çağrısıyla çalışma yapan gerici çetenin
internet ve sosyal medya hesaplarında
ise IŞİD reklam ve görselleri bulunuyor.
IŞİD ile bağlantısını saklama gereği görmeyen çetenin okul içerisindeki faaliyetleri okul yönetimi tarafından en küçük
“Türkiye dinselleşmeye hapsedilebilir mi?” başlığıyla
ilk oturumunu 30’dan fazla noktada gerçekleştiren
Sosyalizm Okulları bir kez daha yüzlerce liseliyi bir araya
getirdi.
Önümüzdeki haftalarda gericiliğe karşı daha fazla şehirde,
daha fazla liseliyi buluşturmaya hazırlanan Sosyalizm
Okulları’nın yanı sıra üniversiteler de benzer buluşmalara sahne
olacak.
Aynı başlıkla yapılacak oturumlarda Türkiye’nin birçok
farklı noktasında üniversiteliler gericiliğe karşı aydınlanma
buluşmalarını örgütleyecek. Sosyalizm Üniversiteleri’nin tüm
ülkede yoğun ilgiyle karşılanması bekleniliyor.
bir engellemeye tabi tutulmazken İTÜ
yönetimi, gericiliğe karşı mücadeleye
çağıran Komünist Gençlik’i hedef almayı
tercih ediyor.
Komünist
Gençlik de
üniversitelerde
cihatçıların
cirit atması ve
doğrudan AKP
tarafından
bunlara yol
verilmesi
üzerine, “ODTÜ
IŞİD’çilere Boyun
Eğmez” başlıklı
açıklamasıyla
yaklaşık iki
hafta sürecek
bir kampanyaya
başladı.
İTÜ’de cihat çağrısı
yapan İttihad-ı İslam
isimli oluşumun
afişleri.
ÖĞRENCİLER IŞİD'İ
KOVMAYA HAZIRLANIYOR
Komünist Gençlik de üniversitelerde
cihatçıların cirit atması ve doğrudan
AKP tarafından bunlara yol verilmesi
üzerine, “ODTÜ IŞİD’çilere Boyun Eğmez” başlıklı açıklamasıyla yaklaşık iki
hafta sürecek bir kampanyaya başladı.
ODTÜ Mescid Topluluğu’nun
kapatılması, IŞİD üyelerinin okul ile
bağlarının kesilmesi, cihatçı faaliyetlerin
durdurulması taleplerini içeren binlerce
dilekçeyi imzaya açan Komünist Gençlik, yüzlerce öğrenci ile ODTÜ Rektörlüğü’ne yürümeye hazırlanıyor.
3 Mart Perşembe günü saat 12:30’da
ODTÜ Hazırlık önünden başlayacak
yürüyüş öncesi tüm ODTÜ, gericiliğe boyun eğmeyeceğini bir kez daha
göstermeye hazırlanıyor. Kantinlerde,
yemekhanelerde, dersliklerde, yurtlarda
gericiliğe karşı çığ gibi büyüyen dilekçeler konuşuluyor, tartışılıyor, imzalanıyor.
İTÜ’de de Komünist Gençlik gerici
çetelere, IŞİD destekli gerici oluşumlara
kapıları kapatmaya hazırlanıyor. İTÜ’de
gerçekleştirilecek olan aydınlanma buluşması için çalışmaya başlayacak Komünist Gençlik, İTÜ’den IŞİD’çileri kovmak
adına kollarını sıvamış durumda
26 Şubat
3 Mart 2016
6 POLİTİKA
boyun eğme
Cansel, kadın düşmanlığı
“Kadın ve erkek eşit değildir” diyen Erdoğan ve AKP iktidarının tüm kurumlarıyla
topluma yaydığı gericilik, “öğretmenle gönül ilişkisi varmış”, “gece vakti sokakta
ne işi varmış”, “mini etek giymeseymiş” sözleriyle saldırıya uğrayan kadının suçlu
çıkarılmaya çalışıldığı bir karanlık yaratmış durumda.
K
ayseri’de öğretmeninin cinsel saldırılarına dayanamayıp intihar eden
Cansel, Bağdat Caddesi’nde cinsel
saldırıya uğrayan üniversite öğrencisi... Türkiye’nin kadınlar için nasıl bir yer olduğunu herkese hatırlatan iki sarsıcı vahşet!
Saldırıya uğrayan ya da öldürülen kadını
suçlu çıkarmaya çalışan karanlığın sorumlusu ise AKP’nin tüm kurumlarıyla tepeden
tırnağa yaydığı örgütlü gericilik elbette.
Bu gericiliğin toplumsal karşılığı bir yanda
saldırganlar olurken diğer tarafta “Öğretmenle gönül ilişkisi varmış”, “Gece sokakta
ne geziyormuş” ifadeleriyle bu saldırıyı
gerekçelendirmeye çalışanlar oluyor. Birileri
taciz-tecavüz ediyor, öldürüyor, diğerleri
onu aklıyor, gerekçelendiriyor.
CANSEL B. K.
Kayseri’de lise öğrencisi Cansel B. K., matematik öğretmeni Bayram Özcan’ın cinsel
saldırılarına dayanamayarak polis babasının
beylik tabancasıyla geçtiğimiz hafta içinde
intihar etti. Bayram Özcan isimli öğretmen
açığa alınarak tutuklandı. Cinsel saldırıdan
okul yönetiminin haberdar olduğu ve “okulun adı kirlenmesin” diyerek örtbas etmeye
giriştiği ise ailenin çabalarıyla anlaşıldı.
Otopsi raporu henüz çıkmadan Adli Tıp
Kurumu’ndan bilgi alan baba, cinsel saldırı
bulgularına ulaşıldığını öğrendi. Bunun
ardından kızlarının sosyal medya hesaplarını ve telefonunu kontrol eden aile, burada
yazılan mesajlara ve Cansel’in arkadaşlarıyla
konuştuklarına ulaştı.
Ailenin aktardığına göre Cansel, olayı
öğretmenlerine ve arkadaşlarına anlatmış.
Cansel, okuldaki matematik öğretmeni
Bayram Özcan tarafından cinsel istismara
uğradığını birkaç öğretmenine anlatınca
okul yönetimi paniklemiş ve bazı öğretmenler, olayın duyulmaması için “önlem” almaya
çalışmış.
Öğretmenin bir süredir Cansel’e telefonla
da tacizini sürdürdüğü ortaya çıktı.
Ancak skandallar bununla sınırlı kalmadı. Cenazeye gelen bazı öğretmenler, aileden
olayı büyütmemesini, okul yönetiminin
sadece cinsel saldırıda bulunan öğretmenin
yargılanmasını istediğini, olaya okulun dahil
edilmemesini talep ettiğini söyledi. Aile ise
tecavüzcü öğretmeni savunan öğretmenleri
cenaze yerinden kovdu, sürecin peşini bırakmayacaklarını söyledi.
Tüm bunlar yaşanırken Kayseri İl Milli
Eğitim Müdürü Bilal Yılmaz Çandıroğlu ise
olayın adli vaka olduğunu, savcılığa intikal
ettiğini, okul yönetimini açığa aldıktan
sonra suç duyurusunda bulunacaklarını söy-
POLİTİKA 7
26 Şubat
3 Mart 2016
ve pembe taksi
lemekle yetindi. Öte yandan intiharın,
polis tutanaklarına “sınav stresine bağlı
intihar” şeklinde geçtiği iddia edildi.
Yakın zamanda gündeme gelen cinsel
saldırılardan biri de İstanbul Bağdat
Caddesi’nde yaşanmış, üniversite öğrencisi 19 yaşındaki E.F.B., evine yaklaştığı
sırada cinsel saldırıya uğramıştı. Olayın
bu kadar merkezi bir yerde gerçekleşmesi, saldırı sonrasında adeta tecavüzcüyü
savunanların ortaya çıkması hayli
gündem olmuştu.
NEDEN?
Yakın zamanlardaki bu iki vahşet
her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı ülkemizden yalnızca iki örnek.
2015 yılında 114 kadının öldürüldüğü,
sayısız saldırının yaşandığı AKP Türkiyesi’nin, kadınlar için yaşanması gittikçe
daha zor bir ülke haline geldiği ortada.
İktidarının kadının toplumsal yaşamdaki varlığını sorgulatan, kadınları
eve hapsetmeyi amaçlayan politikaları
bir yanda, cinsel saldırılardan “caydırıcı”
nitelikte cezaların verilmemesi, üstüne
“rızası varmış”, “iyi hal” denilerek mahkemelerin indirim uygulaması adeta teşvik
niteliğinde.
“Kadın” demekten bile korkan ve
“Aile ve Sosyal Politikalar” ismini alan bir
bakanlığın mevcut olduğu düzen, tüm
gerici kurumlarıyla görev başında. Bir
öğretmenin “kız öğrencilerin dar kıyafetlerinden tahrik olduğunu” söylemesinin
ifade özgürlüğü sayıldığı, bir eğitim
sendikasının “karma eğitime karşı” olduğunu belirtmesinin suç sayılmadığı bir
ortam, kadınların sonunda öldürülmesine ya da cinsel saldırılara uğramasına
neden oluyor.
KURUMSAL GERİCİLİK
Kurumsal gericilik demiştik, bunun
en büyük temsilcisinin AKP ile birlikte
Diyanet İşleri Başkanlığı olduğu muhakkak. Dev bütçesi, binlerce çalışanı ile
sürekli olarak gericilik pompalayan bu
kurum, ortaya çıkan skandallarla da son
günlerde daha çok gündeme gelmeye
başladı.
Kimin kiminle ne yakınlıkta münasebet kurabileceğiyle kafayı bozmuş olan
Diyanet, fetva hattına gelen “Bir babanın
YA MEDYA?
öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan
nikâhını düşürür mü?” sorusuna verdiği
yanıtla gündeme oturmuştu.
Diyanet’in fetva hattı, söz konusu
soruya ilişkin şu mide bulandıran yanıtı
vermişti: “Bazı mezheplere göre, babanın
şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona
sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur. Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna
bakıp düşünerek şehvet duymak, bu tür
bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9
yaşından büyük olması gerekir. Şehvet
duymanın işareti, erkeğin organında bir
uyanma, uyanıksa uyanışının artması,
kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır.”
Diyanet, bu skandal yanıtına gelen
tepkiler üzerine fetva sitesini bir süreliğine dondurmuş, cevabın çarpıtıldığını
öne sürmüş, tepkiler dinmeyince yanıtı
yazan görevlinin görevden alındığını
açıklamıştı.
Ancak Diyanet, “Kürtaj yaptıran 5
deve bağışlayacak”, “Nişanlılar flörtten
uzak durmalı” fetvalarıyla hâlâ ülkenin
en gerici kurumu olarak varlığına devam
ediyor.
KOMÜNİST KADINLAR
Komünist Kadınlar, “Kadına yönelik şiddet yok,
algıda seçicilik var” diyen Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanı'na geçtiğimiz günlerde şöyle yanıt vermişti:
“Kadın cinayetleri için sayaçlar oluşturulmuş bir
ülkede, kadınların katledilişini görmemekte ısrar
eden biri kadın düşmanı değilse nedir? Peki kadınları
desteklediğini söyleyenlerin, bir kadın düşmanının
eteklerinin dibinde toplaşmasına ne denir? Biz Sema
Ramazanoğlu’na baktığımızda dayanışma düşü
kurulacak bir kadın değil, kul olduğunu defaatle
söyleyen bir tebaa görüyoruz. Kadının kurtuluşu
“kullar, köleler” ile değil, yurttaşlık bilincine sahip,
özgür ruhlu kadınların mücadelesiyle gelecektir. Kalan
zat-ı muhteremler ve yarenleri, aradan çekilmelidir.”
Peki, tüm bunlar olurken medya ne
yapıyor? Sorsanız kadınları korumak
için “gündem oluşturmaya” çalıştıklarını söyleyecek olan medya organları,
haber dillerine kadar sinmiş gericilik ve
magazin kokan haberleri ile kadınların
yaşadığı sorunların temelini oluşturan
gerici toplumsal bakış açısını yeniden
üretmekten başka bir iş yapmıyor.
Cinsel saldırıya uğrayan kadınların
isimlerini ve fotoğraflarını açıkça yayınlarken saldıran erkeklerin isimlerini
gizleyip suratlarını “buzluyor”.
Yetmiyor, “acınaklı hikâyeler” ortaya
döküyor, sanki utanması gereken saldırıya uğrayanmış gibi yüzlerini kapatan
kadın/çocuk fotoğraflarını kullanıyor.
“Gece arkadaşlarıyla eğlenceden
dönerken tecavüze uğradı” ifadeleriyle
“gece”, “eğlence” gibi saldırıya “gerekçe
üreten” kelimeler sokuşturuluyor. O da
yetmiyor, mobese kamera görüntüleri
kullanılıp “bakın mini etek giymiş” diye
gözümüze sokuluyor, sanki kusurmuş
gibi...
Haberlerde “genç kız”, “zavallı kız”
ifadelerinden geçilmiyor. Öldüren erkek
“cinnet getiren”, öldürülen/saldırılan
kadın “dırdırcı, kocasını aldatan, mini
etekli, gece eğlenceden dönen” oluyor.
“Kadın ve erkek eşit değildir”
diyen Erdoğan ve AKP iktidarının tüm
kurumlarıyla topluma yaydığı gericilik, “öğretmenle gönül ilişkisi varmış”,
“rızası varmış”, “gece vakti sokakta ne işi
varmış”, “mini etek giymeseymiş” sözleriyle saldırıya uğrayan kadının suçlu
çıkarılmaya çalışıldığı, cinsiyet ayrımcılığının meşru görüldüğü, cinsel saldırıya
çare olarak “pembe taksi” türetildiği bir
karanlık yaratmış durumda. Çözüm,
bu karanlığı yaratanlara karşı verilecek
örgütlü mücadelede.
Selin Asker
26 Şubat
3 Mart 2016
8 SINIF MÜCADELESİ
boyun eğme
Esnek Çalışmanın Diğer Adı:
Modern Kölelik
Çalışma hayatında, güvenceli esneklik olarak ifade edilen çalışma
biçimi sıkça konuşulur ve tartışılır durumda. Bu konunun sürekli
gündeme gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, sermayenin devamlı
olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelen saldırılarıdır.
G
üvenceli esneklik kavramını aslında yıpranmış olan esneklik kavramının yerine, sosyal yanı daha
güçlü bir kavramın öne çıkarılması
olarak görebiliriz. Bu bağlamda güvenceli
esneklik ile esneklik arasında bir fark
olduğunu söylemek doğru değil. Güvenceli esneklik, aynı önceki kullanımında
olduğu gibi yani esnekliğin anlattığı gibi
yeni köle pazarının kurulmasının adıdır.
Güvenceli esnekliği ele almanın en doğru
yolu sermaye sınıfının işçi sınıfının kazanılmış haklarına yaptığı bir saldırı olarak
ele almaktır. Güvenceli esneklik kavramı
bu bağlamda esneklik kavramının getirdiği yıkımın onarılması veya reformlarla
iyileştirilmesinden çok, sermayedarlar
açısından işçi sınıfının kazanımlarının
tırpanlamasının süslü cümlelerle ifade
edilme şeklidir.
Güvenceli esneklik olarak tarif edilen
kavram, aslında işçinin çalışma saatlerinin, yerinin, mekânının, üretme şeklinin
hızla değişebildiği bir çalışma yaşamının
ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu bağlamda işverenlerin saldırdığı şey çalışmanın düzenli olması ya da işverenlerin
dillendirdiği üzere “çalışma hayatındaki
katılığın giderilmesi”dir. İşverenin istediği zaman bir işçinin çalışma saatlerinde
hızlıca değişiklik yapabileceği, çalıştığı
yeri veya bölümü hızlıca değiştirebileceği
bir çalışma düzenin adıdır esneklik. Bu
bağlamda güvenceli esneklik kavramını,
sermaye sınıfının saldırdığı düzenli çalışmanın yerine çalışma hayatının işçiler
açısından belirsizliğe sürüklendiği bir
çalışma düzenin yaratılma süreci olarak
tarif edebiliriz.
Türkiye’de güvenceli esnekliğin çalışma hayatına yansıması, kıdem tazminatına yönelen saldırıyla birlikte TBMM’ye
sunulan son yasa teklifi ile kendini
göstermektedir. Son yasa teklifi çalışma
hayatının düzenli olmaktan çıkarılarak
işverenlerin istediği şekilde yön verebildiği esnek bir çalışma sistemin ortaya
konmasıdır.
Bu bağlamda TBMM’ye sunulan son
yasa teklifi kabul edilirse Özel İstihdam Büroları, geçici işçilik statüsü gibi
kavramlarla zaten işçiler açısından bir
cehennemi yaşatan çalışma hayatının
daha da içinden çıkılmaz bir hal alacağı
aşikârdır.
Teklife göre işverenler, Özel İstihdam
Büroları’ndan geçici işçi statüsünde “işçi
kiralayabilecek” ve bu işçilere Özel İstihdam Büroları talimat verebileceği gibi
geçici işverenlik ilişkisi kurduğu işvereni
de verebilecek. Yine bu düzenleme ile
birlikte özel istihdam bürolarından geçici
işçi statüsünde istihdam edilen işçilerin
ücretlerini ve sigortasını özel istihdam
bürosunun ödemesi, işçiler açısından büyük mağduriyet yaratacak başlıklardan.
Bu bağlamda geçici işverenin “sorumluluğunu” üstlenen Özel İstihdam Bürola-
rı’nın işçilerin ücretlerini veya sigortasını
ödemediğinde geçici işverenlik ilişkisi
kurduğu işverenin sorumlu olmaması
işçilerin yaşayacağı önemli bir sorundur.
Kıdem tazminatı sorumluluğunun
işverenden alınarak fona devredilmek
istenmesinin arkasında da sermayenin
kutsadığı güvenceli esneklik kavramını
görmek zor olmayacaktır. Kıdem tazminatı işveren açısından işçinin hızlıca
işten çıkartılamamasının önemli güvencelerinden biridir. Ancak kıdem tazminatı fona devredilirse işverenin sorumluluğundan çıkacak olan kıdem tazminatı,
işçinin işten daha hızlı atılabilmesinin
önemli nedenlerinden birini oluşturacaktır.
Sonuç olarak, güvenceli esneklik
olarak çalışma hayatına dayatılan sistem
aslında işverenlerin işçileri kolayca işten
çıkartabileceği; işyerinde, iş saatlerinde
kolayca değişikliğe gidebileceği, işçileri
büyük bir güvencesizliğe ve belirsizliğe
sürükleyen bir sistem olarak karşımıza
çıkmaktadır. Güvenceli esneklik işçilere güvence getirmekten çok, işverene
işçileri daha çok ve daha kolay sömürme
güvencesi vermektedir. Bu bağlamda
“güvenceli esneklik” olarak yutturulmaya çalışılan kavram ile birlikte iş gücü
piyasası “köle pazarına” dönüştürülmek
istenmektedir.
Barış Balkan
SINIF MÜCADELESİ 9
26 Şubat
3 Mart 2016
Hükümetin 'fon' karnesi!
Kıdem tazminatında fon sistemine geçilmesi yeniden gündeme gelirken
hükümet, fon yönetme konusunda sicilinin temiz olduğunu iddia ediyor.
Ancak İşsizlik Sigortası Fonu, yıllardır amacı dışında kullanılıyor. Fonun
birikimi, işsizlere değil sermayeye aktarılıyor.
T
ürkiye’de istisnasız tüm
hükümetler, sermayeye
yaratıcı kaynak aktarım
mekanizmalarını programlarının başına yazmayı hiç ihmal
etmediler. Sermaye birikimi
açısından tasarruf oranı yapısal
olarak düşük olan ekonomide,
hükümetlerin gündeme getirdiği
çeşitli fonlar sermayeye önemli
bir kaynak olarak düşünüldü.
Bu fonların çoğunun bir “başarısızlık hikâyesi”ne dönüşmesi ise
bir “yönetememe sorunu”nun
ötesinde sermaye birikimi sürecinde devletin oynadığı rolün iç
çelişkileriyle ilgiliydi. Sermayenin
büyük desteğiyle iktidara gelen
AKP, patronların çıkarları için bu
çelişkileri azaltarak yol aldı ve
güçlendi.
1999’da çıkan 4447 sayılı
Kanun’a dayanarak 2002 yılında uygulanmaya başlanan İşsizlik Sigortası Fonu’nun zamanla sermayenin ihtiyaçları
için doğrudan kullanılmaya başlanması,
bu nedenle tesadüf değildi.
İşçilerin işsiz kaldıkları dönemde gelir kayıplarının telafi edilmesi amacıyla
kurulan Fon, bu amacına hiç bir zaman
hizmet etmedi. İşsizlik sigortasından
yararlanma koşulları, her ay bu fona
prim ödeyen işçilerin aslında fondan
yararlanamaması için koyulmuştu.
Nitekim, 2002 yılından bugüne
94 milyar TL’ye ulaşan fonun sade-
ce 11 milyar TL’lik kısmı işsizlere ödendi. Üstelik bu rakama, 2008 Krizi’nde
yapılan düzenlemeyle “zor durumdaki”
patronların yararına fondan karşılanan
Kısa Çalışma Ödeneği ve Ücret
Garanti Fonu ödemeleri de
dahil. Yani işçiye işsiz kaldığında ödenen tutar, fondaki
birikimin 10’da birine dahi
ulaşamadı.
2008’de hükümet bütçede elini rahatlatmak için
Fon’un kaynaklarını, Güneydoğu Anadolu Projesi
(GAP) harcamalarına açtı.
2008’den 2013’e beş yıl içerisinde GAP için Fon’dan 11,5 milyar
TL aktarıldı. Düzenlemeye göre
aktarılan bu kaynağın yeniden
Fon’a ödenmesi gerekirken
hükümet, bu konuda kulağının
üstüne yatmayı tercih ediyor.
Ayrıca yine krizden sonraki
yıllarda kapsamı giderek genişletilen istihdam teşvikleri de
Fon’dan karşılanıyor. Fon kaynakları, “istihdam üzerindeki işveren yükleri” devlet tarafından
üstlenilerek doğrudan sermaye
için kullanılıyor.
İŞKUR tarafından yürütülen
aktif işgücü programları da Fon
kaynaklarıyla yürütülüyor. Bu
programların en önemli parçası
olan işbaşı eğitimler, patronlara
eğitim dönemi süresince maliyetsiz istihdam olanağı sağlıyor.
Bu yılın başında bu eğitimlerin süresi 1
yılın üzerine çıkarıldı. 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde, bu programlar
için harcanacak tutarı belirleyen prim
gelir oranı Bakanlar Kurulu ile yüzde
42’ye yükseltildi. Böylece hükümete bu
programlar için Fon’dan daha fazla harcama yapma imkânı verilmiş oldu. Söz
konusu programlar arasındaki Toplum
Yararına Çalışma ise bir seçim rüşveti
olarak kullanıldı.
AMAÇ DIŞI 25 MİLYAR!
İşsizlik Sigortası Fonu’ndan amacı
dışında kullanılan toplam kaynak, 25
milyar TL’ye ulaştı. Fon’un nasıl kullanıldığı ortadayken hükümet, ekonomiye yeni bir fon kazandırmanın
peşine düştü. Kıdem
tazminatında fon
sistemini gündeme getiren
AKP, bir taşla
çok sayıda kuş
vurmuş olacak.
Sermayenin
kullanımına
yeni kaynaklar sunmanın
yanı sıra,
işten çıkarmayı
kolaylaştıracak
yeni sistemle
istihdam daha
da esnekleştirilecek ve patronların 60 yıllık
rüyası gerçekleştirilecek.
26 Şubat
3 Mart 2016
10 HAFTAYA BAKIŞ
boyun eğme
Gericiliğe karşı m
B
Kemal Okuyan
Gericiliğe
karşı yeni bir
hamlenin
eşiğindeyken
ana hedefi
sömürü
düzenini
ortadan
kaldırmak
olanlarla
gericilikle
hesaplaşırken
sömürü düzeni
ile karşı karşıya
gelmeyi de
göze alanlar
arasındaki
işbirliğini
geliştirmek
dışında şansımız
yok.
ir soruyla başlayalım: Bugünkü
acımasız sömürü düzenini dinci
gericilik mi ayakta tutuyor, yoksa
dinci gericilik bu düzenden mi
besleniyor?
Sanıldığı kadar kolay değil bu soruyu
yanıtlamak.
Peki şöyle sorarsak, dinci gericiliğe
bu düzenin sürmesine yardımcı olduğu
için mi karşı çıkmalı, yoksa bu düzenle
gericiliğin önünü açtığı için mi mücadele
etmeli?
Bizim açımızdan çok net: Dinci gericilik bir ayrıntıya dönüşse, ülke laiklik
tanımlarına uygun bir siyasal sisteme
sahip olsa bile, sömürü düzenine karşı
mücadele edecektik. Bundan hiç kuşkumuz yok.
Aslolan insanın insanı sömürmediği,
eşitlikçi bir düzenin kurulmasıdır.
Ancak açık olan şu ki; nasıl savaşlar,
faşizan yönelimler, işgaller, kapitalizmin
bir gerçekliğiyse; nasıl işsizlik, açlık, yoksulluk, evsizlik kapitalizm açısından bir
kaçınılmazlıksa; dinci gericilik de, hele
hele bu coğrafyada sermaye düzeninin
olmazsa olmazıdır.
Bütün bunları bir sonuç gibi görebilirsiniz ama öte yandan sayılanların
önemli bir bölümü burjuva sınıfının kâr
peşinde koşarkenki temel araçlarıdır
da…
İşsizlik olmadan, savaş olmadan
kapitalizm yaşayamaz.
Gericiliğe karşı yeni bir hamlenin eşiğindeyken ana hedefi sömürü
düzenini ortadan kaldırmak olanlarla
gericilikle hesaplaşırken sömürü düzeni
ile karşı karşıya gelmeyi de göze alanlar
arasındaki işbirliğini geliştirmek dışında
şansımız yok.
Bu iki başlığı birbirinden kimse
ayıramaz. Ayırmaya kalkanlar yenildiler.
Sermaye düzenine, piyasa tanrısına aşık
oldukları için, gericiliğe boyun eğdiler.
“Piyasa olsun, ama laik olsun” efsanesi çöktü.
Bu efsaneyi yaşatmak isteyenlerin ne
bir şansı var, ne enerjisi.
Yapacakları aydınlanma kavgasına
zarar vermektir.
Bu nedenle emperyalizmden ilericilik
ve özgürlük bekleyenlerle, para babalarının ardından “ne aydınlık insandı” diye
gözyaşı dökenlerle aynı yolda yürümeyeceğini ilan eden “Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi”nin çıkış bildirgesini
önemsemek gerekiyor.
Aydınlanma kavgası için hiç de
komünist, marksist olmak gerekmiyor.
Ancak en azından, “gericilik yenilecekse,
bu düzen değişsin” diyebilmek gerekiyor.
Ve böyle çok insan var.
Büyük bir sorumlulukla hareket
etmek zorundayız.
Komünist olduğumuzu, amacımızı,
hedeflerimizi hiç gizlemedik.
Bizim açımızdan gericilikle mücadele, sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz bir
parçasıdır. Ama bir “araç” değildir!
Tarihsel ilerleme fikrine inanan,
geçmişten bugüne insanlığı ilerleten
her dönüşüme sahip çıkmış bir hareketin dinselleşmeye bir propaganda
konusu, dinselleşmeye karşı tepkilere de
bir enerji deposu olarak bakması olası
HAFTAYA BAKIŞ 11
26 Şubat
3 Mart 2016
mümkün olan tek ittifak
mıdır?
Değildir.
Komünistler bu mücadelenin içinde
yalnızca siyasal olarak değil, ahlaki olarak, kültürel olarak da yer alıyorlar. Bu
bir varoluş konusu.
Yalnızca şunu demiyorlar: Gericilikten kurtulalım da ne olursa olsun, varsın
sömürü düzeni sürsün!
Demiyorlar çünkü sömürü düzeni
sürmesin.
Demiyorlar çünkü gericilik olmadan
sömürü olmaz, sömürü varsa gericilik
olur!
Obama’nın bir kez daha “ılımlı
İslam”ı öne çıkarmasının anlamını iyi
biliyor komünistler. Ilımlı İslam Erdoğan’dır; AKP’dir.
“Bunların neresi ılımlı” diye kimse
itiraz etmesin, zaten öyle bir şey olur
mu, ne acayip bir laf bu: Ilımlı!
Dinci gericilik kendini yeniden
üreten bir ideoloji; son derece katı ama
bir o kadar da esnek. Kılıktan kılığa
girebiliyor, kendini örtüyor, yeni şekiller
alabiliyor.
Özü ise aynı: Toplumu tutsak etmesi.
Buna itiraz edeni de “din düşmanlığı”
ile yargılıyor.
Ne ilgisi var!
İmam Hatiplerin temel eğitim kurumu olarak gösterilmesine itiraz etmek,
akla gelebilecek her yere cami dikilmesini mantıksız bulmak, Diyanet’in abuk
subuk fetvalarına karşı çıkmak, hukukun dinsel kurallara bağlanmasını kabullenmemek, zorunlu din dersi uygulamasını reddetmek neden din düşmanlığı
olsun?
Siyaset düzlemindeki tasarruflara yönelik tepkilerin karşısına dinsel inançları
çıkaranlar ahlaksızdır. Bu inananlara da
saygısızlıktır.
İş öyle bir noktaya geldi ki, tarihin
yazacağı en trajikomik diktatörlerinden
birisini eleştirmek “kutsal değerlere
hakaret”le yaftalanabiliyor.
Yok artık!
Biz bu işi tersine çevireceğiz.
Ama bileceğiz ki, bu işin arkasında
para var.
İster gericiliği geriletmek için paranın saltanatına son vermeye çalış; ister
paranın saltanatının en güçlü aracına
savur tekmeyi…
Aynı kapıya çıkar.
Yurtseverlik de öyle değil mi?
ABD’ye, genel olarak emperyalizme
o kadar karşısınızdır ki, emperyalizmle
bağı olan sınıftan, zengin sınıftan nefret
edersiniz.
Türkiye’nin geleceği, gericilikten sermayeye ulaşanlarla sermayede gericiliğin
sevimsiz suratını görenlerin işbirliğine
bağlıdır.
“Gericiliğe, faşizme, diktatöre karşı
herkes birleşsin” dönemi ise, eğer bir
zamanlar gerçektiyse, tamamen kapanmıştır.
Zaten öyle bir şey yok, görülüyor
birileri bir o tarafta, bir bu tarafta!
Kişiliksizliklerini kapitalizme borçlular.
Hayatta aydınlanamazlar!
Aydınlama bayrağında yazan bellidir:
“Aydınlanma mücadelesinin, paranın saltanatına ve emperyalizme karşı
verilen mücadele ile bir bütün olduğunu
biliyoruz. Yerli ve yabancı patronlar
sömürü düzenini sürdürmek için dinin
toplumsal ve siyasal alanda hakim kılınmasına muhtaçlar. Ülkenin bu noktaya
gelmesinde pay sahibi oldukları kesin
olan patronlardan laiklik kahramanları
üretilmesine izin vermeyeceğiz.
Bir sömürge aydını gibi, ülkemizi
AKP’yi iktidara taşıyan emperyalistlere
şikâyet etmeyeceğiz, halkımıza gideceğiz
ve ısrarla gerçeği anlatacağız.”
26 Şubat
3 Mart 2016
12 POLİTİKA
boyun eğme
AB modeli çatırdarken...
Üzerimize düşen
kanlı gölgeler
Her saat değişebilecek bir yırtıcı iklimde
çırpındığımız, bizdeki cahilleri aratmayacak
kötücül cahillerin, şimdilik Berlin-Paris-Brüksel
hattında su başlarını tuttuğu doğrudur. Fakat bu
acımasız iklimden yetişen devrimci genç bakışın,
çözülen Türkiye ve yakın çevresinden yeni bir
sosyalist çözüm çıkarması da mümkündür.
G
eçen hafta sonunda pek telaşlı
adamların abartılı mimikleriyle
süslenen AB Zirvesi sonrasında
birkaç şey ortaya çıktı. Biri, doğrudan bizi de ilgilendiriyordu: AB’nin
koca koca adamları ve kadınları, Ankara’da tüccar imamların bayağılıklarını
hiç aratmayacak bir oyunbazlıkla, en az
onlar kadar bayağı mimiklerle, halklarını aldatmaya çalışıyorlardı. Zirve’den
dişe dokunur bir şey çıkmadığını gören
Büyük Britanya yönetiminin temsilcisi
Başbakan David Cameron, hiç değilse
yoksul AB üyelerinden gelip İngiltere’de
çalışanlara yapılan çocuk parası türün-
den sosyal güvenlik ödemelerinin kısıtlanması yolunda bir karar geçirmeyi başardı.
Bunu, ucuz bir taşra tiyatrosunun yeteneksiz oyuncuları gibi göstermelik bir telaş eşliğinde “sabahlara kadar toplanarak başardı”.
Tabii 23 Haziran’da da İngiltere’nin sandığa
gidip ülkenin AB üyeliğini karara bağlayacağını duyurdu.
Bunlara bakılırsa ve başka şeyler bir
yana, AB’de bir model değişiminin kendini
hissettirdiği yolundaki yorumlar çok da
yanlış değildir. Birlik resmen çatırdıyor.
Dağılma sürecindeler. Nitekim AB’nin asıl
sahibi kabul edilen Almanya Başbakanı
Angela Merkel, Londra’nın hedefi olduğu-
na falan boş vererek, AB üyesi ülkelerden
gelip Almanya’da çalışanlar için yapılacak
sosyal güvenlik harcamalarının kısıtlanması
sonucunu da verecek çocuk parası kararını
selamlamakla kalmadı, zaten uzun süredir
bu doğrultuda bizzat hükümet düzeyinde
çalışmalar yapıldığını da kabullenmiş oldu.
Medya, gelişmeleri irdelerken, Berlin’in bu
fırsatı kaçırmadığını hatırlattı. Aslında Berlin, Londra’nın ucuz oyununu başlamadan
destekliyordu ve sahnenin hazırlanmasında
da etkili olmuştu. Merkel’in hemen topa
girmesinin nedeni anlaşıldı. Hep birlikte
“oynadılar”.
İşin acımasız komikliği, uğruna bü-
POLİTİKA 13
yük mücadeleler verilen çocuk parası
türünden sosyal güvenlik tasarruflarının
Almanya için 200 milyon avro civarında
kalması. Dünya ihracat şampiyonunun
şu çerez faturası için böyle kahramanca mücadeleler vermesinin ardında,
ekonomik olmaktan çok, büyük bir
ideolojik hırs yattığı, amacın zaten yerle
yeksan durumdaki Avrupa işçi sınıfının
son gücünü test etmek olduğu söylenebilir. Berlin-Paris hattı, hiçbir direncin
çıkmadığı işçi sınıfını düzenli aralıklarla
denetleyen bir neoliberal endişe ideolojisinin merkezi çoktandır.
David Cameron, halkına haziran
ayındaki AB referandumu için “AB’de
kalalım” propagandasını daha rahat
yapabilecegini düşünüyor. Çünkü
sabahlara kadar aslanlar gibi dövüşerek
“inanılmaz zorlukta” kararlar çıkarmayı
başardı. Anlamsız bir toplantıyı ve çıkan
komik kararları bir başarı öyküsü olarak
sunmak, ucuz Türk politikasının hiç
yabancı olmadığı bir şeydi. Ankara’nın
badem bıyıklı cahilleriyle Brüksel’in bıyıksız uzmanları arasında büyük bir bilgi
ve duyarlılık farkı olmadığı ortaya çıktı.
ne yönelmesi ve Birliğin çökmesi mümkün.
Ama İngiltere de boşuna kaçmıyor.
Almanya ile İngiltere’nin dış ticaret bağlantıları, bu AB’den kimin kârlı çıktığını
çok güzel gösteriyor. Federal İstatistik
Dairesi rakamları, ihracata göbeğinden
bağımlı Alman ekonomisinin, İngiltere
ile dış ticaretinden nasıl orantısız kazanç
elde ettiğine birer kanıt. Bir tür “orantısız
şiddet” bu: Almanya’nın Avro Bölgesi’ne
olan ihracatı hızla gerilerken, İngiltere’ye
ihracatı büyük artış gösterdi. Geçen yıl
Almanya’nın İngiltere’ye ihracatı yüzde 14
arttı. ABD ve Fransa’nın ardından Alman
ekonomisinin dış dünyadaki en büyük
üçüncü müşterisi İngiltere. Asıl mesele,
şu: 2014 yılında, Alman şirketleri İngiltere
ile yaptıkları ticaretten toplam 40 milyar
avroluk bir “fazla” vererek çıktılar. Alman
refahını İngiliz ithalatının kanatlandırdığına inanmayan İngiliz kalmadı, bazı medya
yorumcularına göre. Bu eşitsizliğin önüne
geçilmesi için, ilişkilerin mevcut modelin
dışına çekilmesi gerekiyor. AB’yi çatırdatan,
bu “eşitsiz gelişme”.
“Jeoekonomik
gücün” cilveleri
Ama aynı zirvede, modeli sarsan bir
başka eğilim de çıkmadı değil: Berlin’in,
AB’den Suriye’nin kuzeyinde Erdoğan
rejiminin bir talebine sıcak baktığı anlaşıldı. Ankara’nın yıllardır dillendirdiği
Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge talebine AB’nin ve Berlin’in “mümkündür”
mesajıyla yaklaşması, hemen ardından da
Suudilerin şeriatçı katillere uçak ve helikopterlere karşı kullanabilecekleri roketler
vereceğini duyurması, büyük patlamanın
yaklaştığına işaret olarak değerlendirildi.
Angela Merkel, AB Zirvesi’ndeki görüşmelerin ardından, Türkiye’nin Suriye sınırına
yakın bölgelerde, Suriye toprağında “sivil
halkın güvenlikte yaşayabileceği
bölgeler kurulabileceği”ni
AB adına ifade etti.
Fakat aynı AB
içinden, Erdoğan
rejimiyle Suudi
girişimlerinin,
Brüksel’den
aldıkları bu
mesajla, mevcut
çatışmaları bir dünya savaşı boyutlarına
çekebileceği uyarıları
da çıktı.
Berlin’in, Suriye’nin
kuzeyinde Ankara taleplerinin karşılanabileceği
yolundaki sinyalleri ve Merkel’in
“onay” olarak
yorumlanan açıklamaları, mülteci
akını karşısında ağır bir
sarsıntı geçiren
Berlin ve Brüksel’in, Türkiye’ye
verdiği bir tavizdi.
Uçuşa yasak ve sözde
sivil halkı, aslında da
İslamcı militanları
Küçük hesaplar dedik, ama çocuk
parası türünden bu küçük hesapların
ardında, bazı büyük korkuların yattığı
da açık. Almanya, İngiltere’nin AB’den
çıkması halinde ciddi bir askeri güç boşluğu doğacağının farkında. Londra, Paris
ile birlikte, aslında AB’nin ve tekellerinin
vurucu gücünü oluşturuyor. Gerçekten
etkili iki askeri güç, İngiltere ve Fransa.
Berlin’in, hâlâ korkunç bir ekonomik güç
olduğu, ancak buna paralel bir siyasi ve
askeri gücünün bulunmadığı on yıllardır
açıkça yazılıyor. Son dönemde ünlü Marshall Fund’un cevval Britanyalı uzmanı
Hans Kundnani, “Almanya’nın jeopolitik
değil jeoekonomik bir güç olduğunun”
altını daha sık çizer oldu. Bu dengesizlikler AB içi ilişkilerin eskisi gibi
yürütülmesini engelliyor. Avrupa
Dış İlişkiler Konseyi (ECFN)
geçen yılki bir raporunda
bu büyük dengesizliğe ve
Londra ile Paris’in askeri
önemine dikkat çekmişti.
Almanya’nın, geleceğin AB
Ordusu’na İngiliz askeri
gücünü entegre etme çabalarının ardında böyle bir güçler
dengesizliği de yatıyor.
Tekelci kapitalizm, sürekli
giysi değiştiren militarizm
demek.
Ancak İngiltere’nin
AB’den ayrılması, ki
referandum sonrasında
AB ile ilişkilerin “imtiyazlı
ortaklık“ çerçevesinde yürümesi büyük ihtimal, asıl
AB’deki diğer merkezkaç
güçleri harekete geçirmesi
nedeniyle tehlikeli. Kriz
derinleştikçe, AB’den zarar
gördüğü gerekçesiyle birçok ülkenin Londra modeli-
Berlin: Güvenli
bölge de olabilir!
26 Şubat
3 Mart 2016
koruyacak, Azaz’ı da içeren böyle güvenli
bölge hesaplarının NATO’yu da dünya
barışını da parçalayacağı yolundaki uyarılar
gerek Amerikan gerek Avrupa medyasında
yankılanmakta gecikmedi. Bu tür adımların
NATO ile Rusya’yı savaşa sokabileceğini ileri süren etkili uzmanlar art arda söz almaya
başladılar. Sadece Luxemburg Dışışleri
Bakanı Jean Asselborn’un, Türkiye’nin Rus
uçağını düşürmesi türünden maceraların
NATO’yu savaşa sokmak için yetmeyebileceği yolundaki açıklamaları değil, NATO’nun güçlü isimlerinden, yakın dönemde
Alman Ordusu’nun başkomutanlığını
üstlenmiş bir başka askeri otorite Harald
Kujat’ın “Türkiye’nin kabul edilemez çıkışlarıyla bir büyük savaşın patlak verebileceği” yolundaki uyarıları da kayıtlara girdi.
Suriye’nin düşmemesi, AB içindeki
merkezkaç güçlerin arayış ve hareketlerini
hızlandırmış oldu. Ama Berlin’in, tabii
François Hollande Paris’ini de arkasına alarak her gerici yönelimi değerlendirmekteki
ataklığı, bir başka meseleyi açık ediyor. Avrupa’nın hegemonu, The German Marshall
Fund of the United States (GMF) “müstahdemi” Kundnani’nin ifadesini kullanırsak,
“jeoekonomik” ağırlığı üzerinden bizzat
bozduğu dengeleri aynı ağırlıkla korumaya
çalışıyor.
Militarist boşluk?
Ama tekelci demokrasi veya emperyalist rejim, son tahlilde, hem sivil hayata
saldıran bir liberal gericilik hem de yoğun
askeri güç gerektiren bir koruma siyasetidir. Tekelleri sadece ülkeler ve bölgeler
çökerten acımasız aşırı kârları korumuyor,
kültür endüstrisi ve orduları da koruyor.
Ordu konusunda Berlin’in ciddi gedikleri
var. İngiltere’nin AB’den çekilmesine bu
nedenle endişeyle baktığı kesin.
Bütün bu kargaşa içinde, Ankara’nın
tüccar imamları kendilerine destek çıkıldığını düşünebilir. Ama yanılıyorlar. Çünkü
AB denilen eşitsizlikler kazanında, Türkiye’ye biçilebilecek tek rol, kuşa çevrilmesi
ve kenarda kendi iç savaşlarıyla iyice çözülmesi. Kurulacak yeni dinci/milliyetçi/neoliberal mafya beyliklerin, Anadolu’daki yeni
Kosova veya Makedonyaların yani, mülteci
akınlarını daha rahat engelleyebileceğini
düşünüyor olabilirler. Makedonya’nın sınırı
kapatması, Bulgaristan ve Karadağ’ın da
son sınır çabaları, hep bu modele birer
katkı. “Parçacıklar siyaseti” AB’nin temel
reçetesidir.
Ne AB içi hesaplar tutar ne de Türkiye’nin dincileriyle ittifak halindeki liberallerin ve milliyetçilerinin hesapları. Fakat
her saat değişebilecek bir yırtıcı iklimde
çırpındığımız, bizdeki cahilleri aratmayacak kötücül cahillerin, şimdilik Berlin-Paris-Brüksel hattında su başlarını tuttuğu
doğrudur.
Ortasında Türkiye’nin bulunduğu dünya gerçekten havaya uçabilir bu kadrolarla.
Kötü.
Fakat bu acımasız iklimden yetişen
devrimci genç bakışın, çözülen Türkiye ve
yakın çevresinden yeni bir sosyalist çözüm
çıkarması da mümkündür. İyi.
Osman Çutsay
26 Şubat
3 Mart 2016
14 POLİTİKA
boyun eğme
Küresel silahlanma artıyor
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından silahlanmanın biteceği
iddiasının hiçbir geçerliliği olmadığı bir kez daha kanıtlanıyor.
Emperyalizmin dünyaya vadedebildiği tek şey savaş ve yıkım.
Ü
çüncü Dünya Savaşı gerçek bir
ihtimal haline gelirken, yalnızca
tek bir bölgede değil, dünyanın
her yerinde gerginlikler artıyor.
Ortadoğu ve Asya ülkeleri başta olmak
üzere, tüm ülkeler silahlanmalarını hızlandırıyor. Ekonomik sıkıntı içerisinde
olan ülkeler bile, silahlanma yarışında
geriye düşmek istemeyerek orduya ayırdıkları bütçelerini artırıyor. Emperyalist
ülkeler kendi saldırganlıklarıyla yarattıkları “güvenlik” ihtiyacını karşılamak
isteyen herkesi, silah ticaretinin parçası
olmaya zorluyor.
ÜÇTE BİRİ ABD’DEN
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından
hazırlanan rapora göre 2011-2015
yılları arasında küresel silah satışının
üçte birinin ABD tarafından yapıldığı görülüyor. ABD’nin en büyük üç alıcısı ise
sırasıyla; Suudi Arabistan, Birleşik Arap
Emirlikleri ve Türkiye. ABD’nin hemen
ardından %25 pazar payıyla ikinci satıcı
ülke durumundaysa Rusya bulunuyor.
Rusya’nın ardındansa %6’lık pay ile Çin
ve Fransa ve %5 ile Almanya ve İngiltere
geliyor.
Güney Çin Denizi krizi sebebiyle
silah sanayisine ağırlık veren Çin’in
silah ticaretinde büyük artış olması
beklenirken, NATO’nun Doğu Avrupa’daki genişlemesi, Ortadoğu’da Suriye,
Libya, Yemen meseleleri, Afrika’da Boko
Haram benzeri cihatçı yapılanmaların
güçlenmesi gibi gelişmeler silahlanmadaki artışın süreceğini gösteriyor.
SIPRI raporuna göre Ortadoğu’ya
yapılan silah ticareti önceki 5 yıla göre
%61 artış gösterirken, en çok silah
ithal eden ülkenin Yemen’e başarısız bir
askeri müdahale gerçekleştiren Suudi
Arabistan olduğu görülüyor. Ortadoğu
ülkelerinin toplam silah alımının yaklaşık %25’ini gerçekleştirmesine karşılık,
silah alımında Asya ülkelerinin %46
ile zirvede olduğu belirtiliyor. Hindistan tek başına küresel silah alımının
%14’ünü gerçekleştirirken, Asya’da onu
izleyen ülkeler Çin (%4.7), Avustralya
(%3.6), Pakistan (%3.6), Vietnam (%3.6)
ve Güney Kore (%2.6) oluyor.
Asya ülkelerinin silahlanmasındaki
artışın sebeplerinin Güney Çin Denizi’nde yaşanan kriz ve Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti olduğu söyleniyor.
Örneğin, Vietnam’ın Çin’in Güney Çin
Denizi’ndeki hamlelerine karşılık silahlanmasını artırdığı ve silah ithalatında
43. sıradan 8. sıraya yükseldiği belirtiliyor. Vietnam’ın ülkenin ithalatının
%93’ünü karşılayarak, Vietnam’a en çok
silah satan ülke ise ilginç bir biçimde
Güney Çin Denizi meselesinde Çin’in
yanında duran Rusya.
SONU NEREYE GİDİYOR?
Silahlanan taraflar, bunu “güvenlik”
gerekçeleriyle yaptığını söylerken, göze
çarpan gerçek ABD ve müttefiklerinin saldırgan tavırlarıyla silahlanma
sarmalını beslemesi. Libya, Suriye ve
Yemen’e müdahalelerin Ortadoğu’yu
silahlanmaya zorladığı görülürken, bu
müdahalelerle bölge ülkelerinin “pastadan pay kapma” yarışına itildiği aşikâr.
ABD benzer biçimde Güney Çin Denizi’ne askeri uçaklar ve gemiler yollayarak
Çin’i “zorluyor” ve diplomasi yoluyla
diğer bölge ülkelerini de bunu yapmaya
teşvik ediyor. Doğu Avrupa ülkelerine de
“Rusya’dan korunmak” için silahlanmaları tavsiye ediliyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün
ardından silahlanmanın biteceği iddiasının hiçbir geçerliliği olmadığı bir kez
daha kanıtlanmış oluyor. Bunun da ötesinde silahlanma sarmalını durduracak
hiçbir güç olmaması sebebiyle, dünya
bir kez daha nükleer savaş ihtimalini
konuşmaya zorlanıyor. Emperyalizmin
dünyaya vadedebildiği tek şey savaş ve
yıkım.
Tulga Buğra Işık
POLİTİKA 15
26 Şubat
3 Mart 2016
Suriye ‘paylaşılırken’
ateşkes dansı
Anlaşılan o ki, Suriye masasında söz sahibi olan büyük güçler, yalnızca
Suriye’nin siyasi yapısının değişmesinde değil, ülkedeki idari yapının da
baştan aşağı yenilenmesinde mutabıklar. Kesin olan, Suriye’nin ulusal
egemenliğinin eski haliyle tesis edilemeyeceği .
A
BD ve Rusya’nın uygulanması
konusunda mutabakata vardığı
ateşkes ile birlikte, yalnızca silahların susması değil, bir siyasi
geçiş sürecinin de başlaması umuluyor.
Ateşkes IŞİD, Nusra Cephesi ve diğer
“terörist grupları” kapsamıyor ve elbette
askeri sahada bunca kontrolsüz unsur
varken sürecin çalkantısız gidebileceği yanılsamasına kimse kapılmıyor.
Bununla birlikte, artık “IŞİD sonrası
Ortadoğu”nun ve “geçiş döneminde
Suriye”nin neye benzeyeceğine odaklanmanın zamanı geldi. Suriye halkının 5
yıllık direnişi tarihe geçti, ancak savaşın
siyasi sonuçlarına bakmak, yeni savaş
ihtimallerini değerlendirmek açısından
da büyük önem taşıyor.
Birincisi, hem ABD’nin hem de Rusya’nın, diğer bölgesel güçlerle birlikte
hemfikir oldukları “reform ihtiyacı”nın
ne olduğuna dair belirsizlik sürüyor.
ABD için değişim, en başta, Suriye
yönetiminin “direniş ekseni” adı verilen
İran-Hizbullah çizgisinden çıkarılması
ve İsrail’in güvenliğine tehdit oluşturmaması. ABD’nin bölgesel müttefikleri
için bu “reform”un birinci maddesi, Beşar Esad’ın devrilmesi ve İslamcılığa yol
verilmesi. İsrail için, Suriye ordusunun
savaş kapasitesinin azaltılması, ülkenin
etnik/mezhepsel temellerde yeniden
yapılandırılması ve Hizbullah’a desteğinin kesilmesi. Rusya ve İran’ın “reform”
kavrayışı ise siyasi sistemin yeniden
yapılandırılması, Baas tekeline son
verilmesi, iki ülkenin stratejik çıkarlarının garanti altına alınması ve anayasal
değişiklik. Kürtler ise, kendi siyasi aidiyetlerine göre özerklikten federasyona
bir dizi talep sıralıyor.
BÖLÜNME SENARYOSU
Birincisiyle bağlantılı olarak, ikincisi,
Suriye’nin “etki alanları”na bölünmesi.
John Kerry’nin “ateşkes uygulanamazsa
ya da siyasi geçiş sağlanamazsa bölünme
gündeme gelir” tehdidi, Suriye’nin coğrafi olarak, deyim yerindeyse “karpuz gibi”
bölünmesi anlamına gelmiyor. Egemenlik
kullanımının gevşediği, yeni iktidar alanlarının ortaya çıktığı ve bunların bölgesel
ya da uluslararası hamilerin çıkarları
gereği karşı karşıya geldiği ya da ittifak
yaptığı bir ülke demek bu. Bu, hakkında
pek de olumlu konuşulmayan Lübnan
sisteminin kurumsallaşması demek
aslında. Bir “yeni dünya düzeni” olarak
ulus-devletlerin çözülüp ülkelerin “federal birliği”ne yapılan vurguyu, önümüzdeki dönemde emperyalist merkezlerden
ve onun bölgedeki uyumlu aktörlerinden
daha sık duyacağız. Suriye’deki müzakerelerin en olası sonucu, bu noktada,
Suriye devletinin ve toprak bütünlüğünün “gevşetilmesidir.” ABD, Rusya’nın
Suriye’deki operasyonlarına -biraz da
mecburiyetten- cevaz verirken, pazarlık
masasına tekrar bölünmeyi sürmektedir.
Rusya’nın, Esad’ın “tüm Suriye’yi
geri alacağız” sözlerine tepki göstermesinin yukarıdaki tablo ile uyumlu olduğu
açık. Anlaşılan o ki, Suriye masasında
söz sahibi olan büyük güçler, yalnızca
Suriye’nin siyasi yapısının değişmesinde
değil, ülkedeki idari yapının da baştan
aşağı yenilenmesinde mutabıklar. Bu
siyasetin sonucu bölünme olur ya da
olmaz; fakat kesin olan, Suriye’nin
ulusal egemenliğinin eski haliyle tesis
edilemeyeceği ve ülkenin etki alanları
vesilesiyle, yalnızca bu anlamda “Lübnanlaşacağıdır.”
Suriye’deki ekonomik durum ve
gelecekteki ekonomik siyasetin ne olacağına, ülkenin yağmalanan kaynaklarının
yerine ne konacağına ilişkin tartışma
ise, anlaşılan “büyük güçler” için önemli
değil. ABD ile Rusya’nın kontrolünde bir
“küresel entegrasyon” kapısından içeriye
girmeye hazırlanan Suriye’de, siyasi
çözümün kalıcı bir askeri çözüme kapı
açacağını düşünmek ise, şu şartlarda bir
hayal.
Erman Çete
26 Şubat
3 Mart 2016
16 NÂZIM HİKMET PARTİ OKULU
boyun eğme
Felsefeye neden
ihtiyaç duyarız?
Felsefe, nesneler ve özneler dünyasındaki ortak vasıfları, örneğin var oluşun
evrensel yasalarını bulmak için çaba gösterir, ama daha önemli olarak, öznenin
bütün nesnel görüngü çeşitliliğiyle ilişki biçimini tanımlamaya, öznenin
varoluş evreninde somut ve eşsiz yerini belirlemeye çalışır.
“...dış görünüş ile şeylerin özü eğer doğrudan doğruya çakışsaydı her türlü bilim
gereksiz olurdu.”
Karl Marx, Kapital, Cilt 3, s.856
nsanın, sınırsız olay ve enformasyon
okyanusunda yerini bulabilmesi,
yalnızca dışsal dünyanın değil, fakat
bizzat kendi ruhsal dünyasının da
derin bir kavrayışını elde edebilmesi için
ne yapması gereklidir? Tanık olduğumuz
sınırlı sayıda olay ve edindiğimiz yetersiz bilgi kırıntısıyla yaptığımız genellemelerin gerçekliği var mıdır? Bireysel
kanılarımızın ve yargılarımızın tarihsel
tutarlılığını sorgulamazken, toplumsal
ölçekte de böyle yapılabilir mi?
Üzerimize neredeyse boca edilen
onca enformasyon akıntısı karşısında
bazı tutumlar içine gireriz. Ama her ne
yaparsak yapalım, veriler arasında birta-
İ
kım ilişkiler kurarız. Bu o denli böyledir
ki, aralarında ilişki kuramadığımızda
verileri göz ardı eder, yok sayarız. Çünkü
ilişkiler sadece ben olanın değil, ben ile
diğerlerinin de arasındadır, yani biz’in
bir meselesidir ve işte felsefe de burada
var olmaya başlar. Bir başka deyişle,
felsefe, insanın toplum ve doğa ile ilişkilerini konu edinir ve insanı diğer beşeri
ve toplum bilimlerinde olduğu gibi bir
nesne olarak değil, bir özne olarak kabul
eder.
Felsefe, nesneler ve özneler dünyasındaki ortak vasıfları, örneğin var
oluşun evrensel yasalarını bulmak için
çaba gösterir, ama daha önemli olarak,
öznenin bütün nesnel görüngü çeşitliliğiyle ilişki biçimini tanımlamaya,
öznenin varoluş evreninde somut ve
eşsiz yerini belirlemeye çalışır. İşte orada
da, felsefenin “dünya görüşü” işlevi
yatar, çünkü genel bir “dünya görüşü”
yönelimi dışında hiçbir yaratıcı insan
faaliyeti olanaklı değildir. Enformasyon
dediğimiz akış ise, bir dünya görüşü
içerisinde kalıplanarak kanı veya bilgi
haline gelir ve felsefe bu süreçte çok
önemli rol oynar. Bilginin bir dünya
görüşünde anlam elde edebilmesi için,
ona yönelik değerlendirmelerimiz ve
tutumumuz ışığında gözden geçirilmesi
gerekir. Her şeyi bir toplumsal grubun,
toplumun veya bireyin çıkarları açısından değerlendiririz. Dolayısıyla, değerler
sözkonusu olduğunda tamamen tarafsız
olabileceğimiz bir durum yoktur.
Yalnızca enformasyon, ilişki, kanı
vb. düzeyinde kalınsaydı, bu özelliğimiz
entelektüel bir lüks olmaktan öteye
gidemez, birbirimizle anlaşamaz ve
Atina Okulu, Rafaello
NÂZIM HİKMET PARTİ OKULU 17
tarihsel ve toplumsal olarak hiçbir şeyi
değiştiremez, dönüştüremezdik. Oysa
insanlar faaliyetlerinin yöneldiği şeyleri
dönüştürürken birtakım genelleşmiş
aygıtlar geliştirmiştir. Bu aygıtlar nesnel
mantık ile gerçekliğin özellikleri ve yasalarına uygun olarak genelleşmişlerdir.
Bu aygıtlara yöntemler deriz ve esasen
pratik faaliyetten türemişlerdir. İlişkilerden, yöntem düzeyinde genel ilkeler
üretme/soyutlama zorunluluğu, bizim
anlama/değiştirme sürecindeki evrensellik ölçümüzdür. Bir başka deyişle,
yöntemler sayesinde artık sadece basit
nedensel/olasılıksal ilişkiler kurmayız,
incelediğimiz nesneyi bilebilir hale
geliriz. Her yöntem nesnenin sadece
bazı tekil veçhelerini bilmemizi sağlar.
Yöntemlerin herbiri kendi kavrayış
potansiyeli kapsamında sınırlı olduğundan, karşılıklı tamamlayıcılıklarına
ihtiyaç vardır. Bu nedenle, bilgi, duyular
ve algılardan başlayıp, temsillere doğru
ilerleyerek ve kuramsal düşünme olarak
sistemleştirilir.
Kuram, bir görüngüyü açıklayan
sağlam temsiller, fikirler ve ilkeler
sistemidir. Örneğin, diyalektik, varlığın ve bilginin yasayla-yönetilen en genel
bağlantıları, evrimi ve gelişimi kuramıdır.
Kuram, bilgi sürecinin sonucuyken,
yöntem, bilgiyi elde etme ve inşa etme
tarzıdır. Buna göre, diyalektik aynı
zamanda, yaratıcı bilgi ve düşüncenin
yöntemidir. Bu yüzden, diyalektik, kendi
biçimi içinde en tamam, derinlemesine
ve kapsamlı gelişim kuramıdır; diyalektik, ebediyen gelişmekte olan gerçekliği
yansıtan insan bilgisinin göreceliliğinin
kuramıdır.
Sonuç olarak, felsefi yöntemlere
ve kuramlara olan gereksinim, bütünü
anlayabilmek için elzemdir. Gerçekten
bilimsel bir felsefe, insana, sınırsız olay/
enformasyon okyanusundaki yerini bulmasında, yalnızca dışsal dünyanın değil,
fakat bizzat kendi ruhsal dünyasının da
derin bir kavrayışını elde etmesinde bir
şans tanır. Hepimiz böyle bir felsefeye
gereksinim duyarız. Felsefe, sırf dünyanın en genel tasavvurunu ifade eden
yansıtıcı bir kuramsal sistem değil, fakat
akla uygun yaşama sanatını da öğreten
bir ilkeler sistemidir.
Marksizmin katkısı
İdealizm, akıl ile dünya arasına bir
uçurum kazar, halbuki materyalizm,
ruhsal olanı maddi olandan çıkarsayarak, onların arasındaki ortaklığı ve
Toplumsal
yaşam,
görünürdeki
tüm saçma
olaylarına
karşın kaotik
bir rastlantılar
yığını değil;
belirli işleyiş
ve gelişim
yasalarına tabi
düzenli ve iyiörgütlenmiş bir
sistemdir.
birliği araştırır.
Marx öncesi materyalistler, doğadaki
ve toplumdaki olguları felsefi ideolojilerinde yansıtarak, zihinsel bir temsille dünyaya bakarlar, farklı şekillerde
de olsa, düşünce ve varlık arasındaki
ilişkiyi soyut kavramlarla yorumlamakla
yetinirlerdi. Düşüncelerinde bu dünyayı
nesnel öğeleriyle yorumlarken, insanları
bu dünyadaki edilgen bir öğe gibi görür,
insan etkinliğinin getirdiklerini, insanların toplumsal dünyayı kuran eylemlerinin nesnelliğini yeterince dikkate
almazlardı. Oysa Marksizm, insanların
kendi tarihlerinin yaratıcısı olduğunu
gösterdi, kendi tarihlerini gelişigüzel bir
tarzda değil, nesnel toplumsal yasalar
gereğince sadece onlar yaratıyorlardı.
İnsanların varlığı (yani, maddi üretim ve
onlar arasında bu altyapı üzerinde şekillenen emek sürecindeki ilişkiler) kendi
bilinçlerini belirler.
Toplumsal yaşam, görünürdeki
tüm saçma olaylarına karşın kaotik bir
rastlantılar yığını değil; belirli işleyiş ve
gelişim yasalarına tabi düzenli ve iyi-örgütlenmiş bir sistemdir. İnsanların yaşamı toplumsal yasaların dışında kavranamaz, çünkü bu yasaların tam desteği
olmadan hiçbir şeyden emin olunamaz,
hiçbir şey bilinemez veya öngörülemezdi
ve hiçbir şey garanti edilemezdi. Yine de,
tarihin insan faaliyetini dikkate almadan
geliştiği izlenimini taşımamalıyız. Tarih
insanların ortak çabalarıyla yapılır, bazı
insanüstü güçler tarafından değil. Belirli
toplumsal ilişkiler, tıpkı torna tezgâhları
veya bilgisayarlar gibi, insan faaliyetinin ürünleridir. Ama tarihin yasaları
bizzat insanlar tarafından yaratılsalar
da, insanlar o yasalara sanki insanüstü
şeylermiş gibi itaat ederler. Dolayısıyla,
toplumsal yasaları iki tür olarak sınıflandırabiliriz: İlk türdeki yasalar üretim
ilişkileri ile üretici güçlerin karakteri ve
gelişme düzeyi arasındaki uyuşmanın,
yapının üstyapı karşısındaki belirleyici
rolünün veya üretimle tüketim (veya
ihtiyaçlar) arasındaki çelişkinin yasaları
tarafından resmedilir. İkinci türdeki
yasalar ise, uzlaşmaz sınıf mücadeleleri
sayesinde gelişme yasası tarafından
resmedilebilir.
Herbir kuşak, selefleri tarafından
yapılanları basitçe tekrar etmekten çok,
kendi ihtiyaçlarını ve çıkarlarını gerçekleştirir ve kendine özgü amaçları yürürlüğe koyar. İnsanların değişken faaliyeti,
onların canlı emekleri öznel etmenin özünü
oluşturur. Bu ifade, tarihin öznesinin,
Okuma listesi
•
•
•
•
•
•
•
Marx, K., Engels, E., Alman İdeolojisi-Feuerbach, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1992
Marx, K., Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Sol Yayınları, 1979
Lenin, V. I., Materyalizm ve Ampiryokritisizm, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1993
Lenin, V. I., Felsefe Defterleri, çev. Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınları, 1976
Marx, K. Engels, F., Lenin, V. I., Marksist Felsefe Kılavuzu, çev. Mesut Odman, Yazılama Yayınları, 2015
İlyenkov, E. V., Diyalektik Mantık, çev. Alper Birdal, Yazılama Yayınları
Goldman, L., İnsan Bilimleri ve Felsefe, çev. A. Timuçin, F. Aynuksa, Kavram Yayınları, 1977
26 Şubat
3 Mart 2016
kitlelerin, toplumsal grupların, sınıfların, partilerin ve bireylerin faaliyetine
işaret eder. Onların faaliyetlerinin amacı, çeşitli örgütlenme biçimleri (siyasi,
ideolojik, idari-yönetimsel vs.) içinde
ifade bulmuş olarak toplumda var olan
şeylerin korunması, gelişimi ve değişimidir. Öznel etmenin ortaya konuş tarzı,
devrimci dönüştürme pratiğidir. Bu,
Marksist devrimci değişimin özüdür.
Felsefe de, marksizmin onun içinden doğuşu da sosyal pratikle bağlantılıdır, onun tarafından koşullanır.
Filozoflar da, ürettikleri felsefi
sistemler de zorunlu olarak kendi zamanlarının ürünüdürler. Bunun neden
böyle olduğu daha önce söz ettiğimiz
gibi toplumsal varlığın/gelişimin bilinci
belirlemesi gerçeğinde yatmaktadır.
Nitekim, örneğin, Descartes, iki farklı
tözden oluşan bir dünya tasavvur etmişti. Descartes’a göre bu iki farklı töz,
özgür seçme gücüne sahip ve bu nedenle
maddi dünyadan ayrılan “tinsel töz” ile
nedensellik dizgesine tabi “maddi (fiziksel) töz”dür. Benzer bir biçimde, Kant
da, Descartes idealizmini “teorik akıl”
ve “pratik akıl” ayrımına dayalı başka
bir düalizmle kurgulamıştı. Böyleydi,
çünkü, Descartes ve Kant’ın yaşadığı
dönemde burjuvazi feodal iktidara karşı
muhalefetteydi. Hegel’in yaşadığı çağda
ise, burjuvazi iktidarı ele geçirmiş ve
yükselme dönemini tamamlayıp, tutuculaşmaya başlamıştı.
Kapitalizmin gelişmesi, bireyin
feodal zümre prangalarından serbest
kalması ve “özgürleşmesi”ne yol açtı.
Bireyin durumundaki başkalaşmanın
nesnel temeli yaşamın üretim, iktisadi
ve toplumsal alanlarındaki değişimlerdi.
Sanayi üretimin gelişmesi, ilk olarak,
bilim ve teknolojide hızlı bir gelişmeyi;
ikincisi, toplumun zümrelere bölünmesinin reddedilmesini; üçüncüsü, faaliyet
alanının baştan sona genişlemesini
gerektiriyordu; bu talepler bir bütün
olarak ele alındığında insan üzerinde
toplum tarafından yürürlüğe konmuş
yeni ihtiyaçlara yol açmıştı.
19. yüzyılın ortalarından itibaren
burjuva devrimleri çoktan sona ermiş,
Kapitalizm yoğun bir biçimde kendi
altyapısı üzerinde gelişiyordu. Büyük
sanayi girişimleri ortaya çıkıyordu.
Bu, çalışma koşulları zor ve bazen
dayanılmaz olan proletaryanın oluşma
zamanıydı. İşçi sınıfının toplumsal
faaliyetinin gerçek önemi keskin biçimde artmıştı. Sınıf çatışmaları şiddetle
büyüyordu. Fransa Lyon’da ve Almanya
Silezya’da dokumacıların başkaldırıları
patlamış; İngiltere’de Çartist hareket
büyük kapsama ulaşmıştı. Ancak, işçi
sınıfı eylemleri hâlâ çoğunlukla kendiliğindendi ve örgütlü değildi. İşçi sınıfı
belirgin sınıfsal kendi farkındalığından
ve iktisadi ve toplumsal kurtuluşunun
yolları ve yöntemlerine dair bilimsel bir
anlayıştan yoksundu...
İşte marksizmi doğuran sosyal pratikler bunlardı.
Erki Kıroğlu
26 Şubat
3 Mart 2016
18 ENTERNASYONAL
boyun eğme
Sonraki toplantı Vietnam'da
Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri’nin yıllık olarak yaptıkları
toplantıları düzenlemekten sorumlu “Çalışma Grubu” 20-21 Şubat
tarihlerinde İstanbul’da Komünist Parti’nin ev sahipliğinde toplandı.
Y
ıllık olarak yapılan Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri
toplantılarını düzenlemekten
sorumlu “Çalışma Grubu”
İstanbul’da toplandı. Çalışa Grubu
toplantısının en önemli sonucu 18.
Uluslararası toplantının yerinin, tarihinin ve toplantı konusunun belirlenmesi oldu. Buna göre 18. Uluslararası
Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı,
Ekim 2016 sonunda Vietnam’da
Hanoi’de gerçekleşecek. Toplantının
konusu “Kapitalist kriz ve emperyalist
saldırganlık–Barış, işçi ve emekçi halkın hakları, sosyalizm için mücadelede
komünist ve işçi partilerinin strateji ve
taktikleri” olarak belirlendi. İstanbul’daki Çalışma Grubu toplantısına
katılan Vietnam Komünist Partisi delegasyonu toplantının sorumluluğunu
ve ev sahipliğini üstlendiğini bildirdi.
Çalışma Grubu ise toplantı hazırlıklarını gözden geçirmek üzere bu yaz
bir kez daha toplanma kararı aldı. Toplantının ikinci gününde Komünist Parti delegasyonu adına Kemal Okuyan
delegelere Türkiye ve Ortadoğu’daki
gelişmeler hakkında bir seminer verdi.
Ayrıca Çalışma Grubu, Suriye halkıyla dayanışma için Komünist Parti
tarafından önerilen bir bildiri üzerinde çalıştı.
DELEGELER MEMNUN
Toplantıya katılan delegelerden
Brezilya Komünist Partisi delegesi
Jose Reineldo Carvalho ve Lübnan
Komünist Partisi delegesi Khaled
Hadadah’a Çalışma Grubu toplantısı
hakkındaki görüşlerini sorduk:
Brezilya Komünist Partisi delegesi Jose Reineldo Carvalho:
BKP olarak halklar arası enternasyonal dayanışmaya, anti-emperyalist
mücadeleye ve bu bağlamda komünist
hareketin güçlendirilmesine çok büyük önem veriyoruz. Anti-emperyalist
mücadele içerisinde komünist partilerin üzerine büyük bir rol düşüyor.
Bu sebeple Uluslararası Komünist
ve İşçi Partileri Toplantısı’nın dünya
Toplantıya katılan partiler
AKEL
Belçika Emek Partisi
Bohemya ve Moravya K. P.
Brezilya Komünist Partisi
Hindistan Komünist Partisi
Hindistan Komünist Partisi(M)
Küba Komünist Partisi
Lübnan Komünist Partisi
Portekiz Komünist Partisi
Komünist Parti, Türkiye
Vietnam Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Partisi
komünist hareketinin yeniden bir araya
gelmesi, partilerin bağlarının sağlamlaşması ve birlikteliğin güçlenmesi
bakımından önemli bir rol oynamasını
istiyoruz. Ekim ayının sonunda Türkiye’den Komünist Parti’nin sorumluluğunu üstlenerek İstanbul’da gerçekleştirdiği 17. Uluslararası İşçi ve Komünist
Partiler Toplantısı’nı selamlıyoruz. Bu
toplantıdan çıkan çerçeve, yine İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz Çalışma
Grubu toplantısında bir sonuca ulaştı
ve şimdiden bir sonraki toplantının
hazırlık süreci başlamış oldu. Büyük bir
memnuniyetle bir sonraki toplantının
yerini Vietnam olarak belirlemiş olduk.
Bu karar büyük bir önem taşıyor çünkü
bu toplantı ilk defa sosyalist bir ülkede
gerçekleştirilecek; emperyalist saldırılara
karşı kahramanca savaşmış, Amerikan
emperyalizmini bozguna uğratan bir
ülkede... Bu yüzden çok büyük sembolik
ve gerçek bir değer taşıyor. Bu sebeple
partimiz Çalışma Grubu toplantılarının
güçlendirilmesi ve gelecek toplantı için
katkı koymaya hazırdır.
Lübnan Komünist Partisi delegesi Khaled Hadadah:
Çalışma Grubu’nun toplantısında
dünya komünist ve işçi partilerinin
gelecekteki koordinasyonu için ilgi çekici
ENTERNASYONAL 19
ır!
Emperyalist savaşa hay
NATO Ege’den defol!
ABD, NATO, AB, Türkiye, İsrail ve Körfez monarşilerinin Suriye’de
5 yıldan beri sürdürdüğü emperyalist müdahale yeni bir şiddet
evresine giriyor. Söz konusu müdahale şu ana kadar yüzbinlerce
insanın öldürülmesine ve milyonlarcasının göçe ve sefalete
sürüklenmesine sebep oldu. Yeni evrede ise NATO çok daha açık
bir şekilde sürece dahil olacak ve kara operasyonlarına hazırlık
yapılacak.
Rusya’nın Suriye hükümetine danışarak yürüttüğü askeri
müdahalenin bölgedeki askeri dengeleri değiştirdiği aşikâr hale
geliyor. Bu nedenle NATO bölgede varlığını artırmak üzere bir
dizi adım atıyor ve bunlardan biri göçmen akışını denetleme
bahanesiyle Ege Denizi’ne bir deniz filosu nakledilmesi.
Milyonlarca kişinin memleketlerinden koparılarak bu içler
acısı duruma düşmesine sebep olanlar şimdi de bölgede askeri
varlıklarını güçlendirmek için bu bahaneyi öne sürüyorlar. Gerek
burjuva sınıflarının siyasi temsilcileri, gerekse NATO ve AB gibi
emperyalist birlikler bilindiği üzere ne halkları umursuyorlar
ne de yaşadıkları faciaları. Yaptıkları ikiyüzlülük! Bahanelerle
üstünü örttükleri amaç, kapitalist Rusya’ya karşı kendi tekellerinin
çıkarlarını savunmak, jeostratejik konumlarını korumak, enerji
kaynaklarını, nakil güzergâhlarını, piyasa paylarını denetlemek,
diğer taraftan da sermayenin bölgedeki egemenliğini yeniden
yapılandırmak ve pekiştirmektir.
Bizler, Yunanistan ve Türkiye’nin Komünist Partileri olarak
Suriye’deki bu tehlikeli gidişatı, emperyalist güçlerin rollerini,
Türkiye ve Yunanistan hükümetlerinin tutumlarını iki ülkenin
işçilerine ifşa ediyoruz.
Bizler, halkların kanlarını akıtan savaşların siyasi, ekonomik ve
askeri yollardan tekellerin çıkarları için verildiğini işçilere ve emekçi
halka acilen anlatmak gerektiğinin altını çiziyoruz.
NATO, iki ülkenin egemenlik haklarını ve sınırlarını tanımazken,
iki ülke arasında hakem rolünü oynamaya çalışırken ve AvroAtlantik emperyalizminin öteki halklara karşı “tetikçiliğini” yaparken
bu iki ülkenin NATO’ya katılım göstermesinin iki ülke halkına ve
halkların barış için bir arada yaşamalarına zarar vereceğini ilan
ediyoruz.
Gerek sermayenin çıkarları uğruna iki halk arasında çatışma
çıkaracak olası senaryolar, gerekse başka halkları hedefleyen
emperyalist planlar bizi yeni emperyalist katliamların eşiğine
getirmiştir. Halkımızı, yeni emperyalist katliamlara ülkelerimizin
katılmasını önlemek üzere hazırlıklı olmaya çağırıyoruz.
NATO Ege’den defol! Ege’nin bir NATO füze rampasına
dönüştürülmesine hayır!
Emperyalist AB’nin ikiyüzlülüğüne hayır!
Emperyalist savaşa hayır!
Yunanistan Komünist Partisi
Komünist Parti
olan çokça tartışma oldu. Ev sahibi
Komünist Parti ve diğer partiler Vietnam’da olacak 18. toplantının hazırlıkları için büyük çaba sarf etti. Çalışma
Grubu’nun tüm üyeleri, diğer partiler ve
özellikle ev sahibi Komünist Parti harika
bir koordinasyon örneği ortaya çıkardı.
Küba, Venezüela ve Filistin ile dayanışma kararları ve bugüne kadar her türlü
dış tehdide karşı direnen, bugün de Türk
hükümetinin ve Suudi rejimin tehditleri
karşısında kalan Suriye halkıyla gerçekleştirilen dayanışma çok önemliydi.
Çünkü bir ara Suriye’nin bir oldu bittiyle
ikiye bölünme ihtimalinden -Suriye
devleti ve müttefikleri İran, Hizbullah
ve Rusya’nın hakim olduğu bir bölge ve
Suudi Arabistan ile Türkiye’nin desteklediği cihadcı grupların hakimiyetinde bir
bölge olmak üzere- çok korkmuştuk. Bu
durum en fazla ABD’nin işine yarayacaktı.
Son olarak Çalışma Grubu’nun,
özellikle farklı bakış açısındaki örgütlenmeleri, iç örgütlenmesini ve bu toplantıya üye olacak diğer partilerle ilişkisini
yenilemek için çok iyi çalışmalar yapacağını ümit ediyorum.
26 Şubat
3 Mart 2016
Ankara'daki bomba
kimleri öldürdü?
A
Özgür Şen
nkara bombacısının kimliği kesinleşti. Aynı eylemi
IŞİD veya türevleri yapmış olsa konuşacak ama
gerçekten konuşacak olanların zavallı suskunluğu
bugünün Türkiyesi'ni anlamak için ne çok ipucu
içeriyor.
Susarak anlatan yalnızca Kürt hareketi değil. Onlar bir
taraf ve savunulacak bir yanı olmayan, gayrimeşru bir eyleme dair pozisyon almak zorundalar. Onlar yaptı çünkü.
Ama peki siyasette gerçek manasıyla bir taraf olmadan
taraf olmaya çalışanlar... Kürt ulusal hareketinin arkasına
dizildiklerinde kendilerini taraf sananlar. İşte asıl susarak
anlatan onlar.
Ne mi anlatıyorlar? Yoklar, yok olmuşlar, tam olarak
bunu anlatıyorlar.
Siyaset yapma hakkını kaybeden bir hareket nasıl var
olabilir? Otuza yakın insanın öldüğü, onlarcasının yaralandığı, tüm dünyanın gündemine girmiş, bölgedeki gelişmeleri doğrudan etkileyecek bir eylem için sözünü söylerken
yalnızca bombanın pimini çekene bakanlar siyaset yapabilir mi?
Eylemin nasıl ve nerede yapıldığının, kimleri hedef aldığının hiç önemi yok mu?
Solculuğun ilkeleri, devrimci ahlak… Bunlar insanın aklına
geldiğinde tartıştığı soyut kavramlar değiller, tam da böyle
zamanlarda lazım oluyorlar.
Her koşulda emekçilerin çıkarlarını aramayanlar, işçilerin gerçek kurtuluşunun, devrimin yolunu gözlemeyenler karanlık çöktüğünde fenersiz kalıyorlar. Düşmanının
düşmanına koşulsuz dost olarak bakanlar, kör şiddete karşı
failden bağımsız iki cümle kuramıyorlar.
İkinci Ankara katliamında sorumlunun yalnızca AKP
olduğunu söylemek, AKP'yi zor duruma düşürmüyor, tam
tersine rahatlatıyor. AKP'nin Türkiye'nin bu noktaya gelmesindeki ağır sorumluluğunu kimse inkâr edemez. Ancak her
yeri dökülen, piyasanın, gericiliğin, Batılı güçlerin esiri olmuş ülkenin dehşet verici halinin tek sorumlusu AKP değil.
AKP'nin ne olduğu belli. Ne yapmaya çalıştığı da... AKP
bu.
Ama AKP'ye direnmeyen veya AKP'nin ekmeğine yağ
süren, kendi çıkarları için gerektiğinde AKP'ye destek vermekten çekinmeyenlerin de ne olduğu belli. Ne yapmaya
çalıştıkları da... Türkiye'nin muhalefeti de bu işte!
Bu karanlık içinde patronlar hâlâ kârlarına kâr katmakla
meşgulse, Türkiye'nin bir İslam devleti olmasına ramak
kalmışsa, ülke en ağır savaş suçlarının sorumlusu olma
utancını taşıyorsa, AKP başarısını yalnızca kendi yaptıklarına değil, karşıtlarının, yapamadıklarına da değil, yapmak
istemediklerine borçlu.
Tamam muhalefetin boyu da çapı da bu kadar. Ama
kendisine sol diyenler ne yapıyor? İmralı tutanaklarında
AKP ile yapılan pazarlıkları geçtik, kendileri için söylenenler
hakkında tek cümle kuramayanlar, bunlara cevap veremeyenler, Ankara'daki kör şiddete dair de konuşamıyorlar.
Erdoğan'a hayat öpücüğünü Genelkurmayın üç yüz
metre yanında patlayan bomba değil işte bu ortam veriyor. Sonra ana akım medyada Türkiye'de ne olursa olsun,
kim ne yaparsa yapsın AKP'ye yarar diye şaka yapılıyor.
Aslında ülkede siyasetin bitmek üzere olduğu itiraf ediliyor.
Bu tabloya eklemlenen herkes, nedeni veya biçiminden
bağımsız, bitmekte olan siyasetin bir parçası haline geliyor.
HDP'nin veya CHP'nin peşine takılmak sonucu değiştirmiyor. Düzen siyaseti ülkeyi yok ederken, doğal olarak
kendisine tabi olanları da yok ediyor.
Patlayan bombalar yalnızca orada olanları değil, sonrasında siyaset yapamayanları da öldürüyor.
“Cari açık dahil birçok sıkıntı doğacak. Bütün
Artvinlilere ve çevrecilere sesleniyorum; gelin
bu iki prensipte anlaşalım. Çevreyi koruyacağız,
yeraltı zenginliğimizi de ekonomimize katkı olarak
sunacağız.” “Bütün tedbirlerden sonra Artvin’in
yeşil dokusuna zarar gelirse tedbirleri alırız.”
Başbakan Ahmet Davutoğlu
“(Eylemciler) Yolu kapatmak için ağaç kesmişler.
Hatta yakmışlar. Onları tespit edip gerekli cezayı
vereceğiz.” Veysel Eroğlu, Orman ve Su İşleri
Bakanı. 4000 ağacın ilk adımda kesileceği
izinsiz projeyi protesto edenler hakkında...
MESELE CERATTEPE DEĞİL ANLADIK!
Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz. Hani
şu meşhur telefon görüşmelerinde “Bu milletin a..
koyacağız” diyen yeşil para babası.
Cengiz Holding, Artvin’de bir doğa cennetini
cehenneme çevirip altın, bakır gibi madenler
çıkarmak istiyor.
Artvin, dünyanın en zengin altın rezervlerinin
saklı olduğu, şimdiye kadar da kimsenin
çıkarmayı akıl edemediği bir yer değil!
Diktatör ve iktidardaki çetenin güzide mensubu
Cengizler’in madenle elde edecekleri çıkarlar da
öyle vazgeçilmez değil aslında.
Vazgeçilmez olan para! Az ya da çok, önemli
değil. Bedelini millet ve memleket nasıl
ödeyecek, önemli değil. Önemli olan, yandaşların
memleketin her bir taşından, her bir ağacından
para kazanma “hakkının” korunması.
Bir de AKP, Artvin’i düşman olarak görüyor.
Artvin seçmeni seçimlerde AKP’ye yöneldiğinde
de durum değişmiyor. AKP haklı olarak Artvin’in
“boyun eğmediğini” görüyor. İntikam almak,
boyun eğdirmek istiyor.
Cerattepe’de iktidar çetesinin hedefinde hakkını
arayan halk var. Bugün Artvin Cerattepe’ye
vurur, yarın gerekirse yüzde 81 oy aldığı Rize
Kalkandere’ye.
Carettepe’de iktidar çetesi halka boyun eğdirmek
istiyor. “İktidar çetesi yandaşına maden hediye
etmek istediğinde, ağaç da keser adam da.” Kabul
ettirilmek istenen bu.
Bu yüzden koca bir kent sokağa döküldüğünde
onun sözünü dinlemek yok kitaplarında. Gazla,
plastik mermilerle saldırmak var.
Gericilik millete de, memlekete de, ağaca da,
ormana da düşmandır.
Halka küfreder ve sonra yine en milliyetçi onlar
oluverir.
Çünkü gericilik bu memlekette her şeyden önce
ikiyüzlülüktür.
Download