Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 Kemal EROL1 E. Emrullah EROL2 MEVLANA’NIN MESNEVİ'SİNDE “İNSAN” TELAKKİSİ VE “İNSAN-İ KÂMİL” ÖLÇÜSÜ▄ ÖZET Mevlana Celaleddin-i Rumî (1207-1273), Anadolu’nun 13. yüzyılda yetiştirdiği en kudretli mutasavvıflardandır. Henüz 6 yaşındayken Moğol istilası ve bazı siyasi olaylar nedeniyle ailesiyle birlikte Afganistan’ın Belh şehrinden ayrılıp Anadolu’da Konya’ya yerleşir; burada alim, sufi ve şair bir şahsiyet olarak yetişir. Dönemin önde gelen mutasavvıflarındandır. Ona göre insan, fıtratı itibariyle maddî ve manevî cephesi olan; başka bir ifadeyle biri “hayvanî/maddî, diğeri de insanî/ruhî” olmak üzere çift kutuplu iki ayrı boyutu bulunan bir varlıktır. İnsan, aynı zamanda ilahî emanetin de taşıyıcısıdır. Söz konusu emanete sadık kalıp yücelmek gibi ihanet edip düşmek de onun iradesine bağlıdır. Mevlana’nın mesnevilerinde gözettiği asıl amaç, insanın önce kendi hakîkatini anlamasına ve Rabbini tanımasına vesile olmak; böylece onu yaratılış gayesine uygun bir hayat felsefesi ve yaşam biçimiyle buluşturmaktır. Nihaî hedefte amacı, insanı hayvanî/olumsuz özelliklerden arındırıp insanî/olumlu vasıflarla geliştirerek “insan-i kâmil” seviyesine yükseltmektir. Mevlânâ‘nın dini-tasavvufi düşüncesinin kaynağı, Kur’an ve sünnettir; düşünce ve öğretisinin merkezinde insan vardır. Mevlana’ya göre insan, sahip olduğu fıtrî özellikler (düşünce, akıl, feraset, muhakeme, güçlü duyular) bakımından en mükemmel, en şerefli; Allah’ı anlama, kavrama ve ona itaat etme yolunda en yetenekli mahlûktur. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, madde ve Doç. Dr. Yüzüncü Yıl Üniv. Eğitim Fak., Türkçe Eğt. Böl. lameklare@gmail.com Türkçe Öğretmeni ▄ “Mevlâna’nın Mesnevi’sinde “İnsan” Telakkisi ve “İnsan-i Kâmil” Ölçüsü” başlıklı bu çalışma, 15-16 Ekim 2014 Urumiye / İRAN'da düzenlenen III. Uluslararası Mesnevi Sempozyumu – Barış ve Dostluk Elçisi Olarak Mevlana konulu etkinlikte bildiri olarak sunulmuş; sonradan eklemeler yapılarak makale formatında düzenlenmiştir. 1 2 Mevlana’nın Mesnevi'sinde “İnsan” Telakkisi ve “İnsan-İ Kâmil” Ölçüsü▄ mana âleminin en güçlü numunesidir. Mevlana, Müslüman olsun olmasın bütün insanlara büyük bir hoşgörüyle değer veren, insanı ileri seviyede yücelten; sevilmeye ve bağışlanmaya layık gören bir tasavvuf ehli ve fikir adamıdır. Kişiliğini ve düşünce dünyasını biçimlendiren değerler, onun insan telakkisinin de kaynağıdır. Zira ona göre insan için kemâlin ölçüsü, olumsuz düşünce, eylem ve ilişkilerden; süfli istek ve arzulardan, hayvanî arzulardan büsbütün arınarak Allah’ın rızasını kazanmak ve kulluk vazifesini hakkiyle yerine getirmek için kendi yaşamında bütün bunlara uygun pratik bir evren inşa etmektir. Anahtar Kelimeler: Mevlana Celâleddin-i Rûmî, Mevlana’nın insan telakkisi, yaratılış gayesi, “insan-i kâmil”in ölçüsü. MEVLANA’S WAY OF LOOKING AT HUMAN BEING AND HIS CRITERION FOR THE CONCEPT OF “WİSE MAN” Abstract Mevlana Celaleddin-i Rumî (1207-1273),is the one of most important religious scholar and ascetic lived in Anatolia in the 13th century. When he was only six years old he left from Behl in Afghanistan and settled down Konya in Anatolia with his family because of the Mongolian invasion and other poltical events; in this place he grown up as a scholar,a religious ascetic and a poet.According to him, the human is being that has the material and the spiritual aspects due to his nature; in other words the human is being that has bipolar two different dimensions including one human / spiritual, the other bestial / material. At the same time, the human is the carrier of the divine deposit. Being faithful to this deposit and subliming or betraying it and depreciating depend on the will of man. The main purpose of Mevlana’s Mathnawi is to provide that firstly the human understands his own reality and recognize his God; hereby to meet him with the philosophy of life and the way of life being appropriate to the purpose of creation. His purpose in the ultimate goal is to purify the human from the bestial / negative characterisrics and to upgrate to the level of “Wise Man” by developing him with human/positive qualifications. The source of Mevlânâ’s religious-mystical(tasavvufi) thought is Quran and The Sunna; also there is the human in the center of his thought and doctrine. According to Mevlana the human is the most excellent, honorable being on acccount of his innate characteristics (thought, mind, foresight, reasoning, strong senses); is the most equipped being in line with understanding ,coprehending and obey to God. That is why the human is the caliph of God in the earth and he is the most potent model of the material and the meaning universe. Mevlana is an religious ascetic and a headworker who appreciate all people with a large tolerance whether or not Muslims, exalt the human to the degree of holiness see worthy to be loved and forgiven even the worst. The values forming his personality and the world of his thoughts is to earn the pleasure of God by purifying the preliminary actions and relations; the menial requests and desires, the bestial desires entirely and to build a practical universe TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 9 Kemal Erol - E. Emrullah Erol that is appropriate to all these in order to fulfill the duty of slavery for God deservedly. Key Words: Mevlana Celâleddin-i Rûmî, Mevlana’s way of looking at human being, the purpose of creation, “The criterion of the concept “Wise Man”. GİRİŞ Asıl adı “Muhammed Celâleddin” olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin3 (30 Eylül 1207-17 Aralık 1273), Fuat Köprülü’ye göre “İran tasavvufî edebiyatının panteist olmak bakımından belki de en büyük ve kuvvetli temsilcisi”dir (Köprülü, 1991: 217). Onun hayat felsefesini ve insana bakış açısını belirleyen kaynak, İslam öğretisidir. Kuran ve sünnet, Mevlana’nın Allah’a kulluk vazifesinden sapmadan ilerlemesini sağlayan rehberlerdir. “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum / Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım” sözleri, Mevlana’nın Peygamberin ahlakını örnek aldığını, düşünce, tutum ve davranışlarını da bu çizgide şekillendirdiğini gösterir. Allah, insanın kulluk vazifesini hakkiyle ifa edebilmesi için her varlığı onun emrine sunduğunu telkin eder. İnsan eksenli İslam dini ve tasavvuf anlayışı da insana bu zaviyeden bakmaktadır. Mevlana’nın hayatı ve eserleri incelendiğinde insan unsurunun bu bakış açısıyla yoğun bir şekilde öne çıkarıldığı görülür. Mevlana, coşkun bir aşk, yüksek ve ilahî bir ilham ile yazdığı mesnevilerinde insanın her türlü süfli maksatlardan arındırılarak ulvî bir gaye edinmesinden, edep ve ahlak dairesinde nasıl eğitilip terbiye edilebileceğinden; neticede endişe, korku, kin, husumet, buhran ve bunalımlardan nasıl kurtulabileceğinden söz eder. Yaklaşık 26000 beyitten oluşan bu Mesnevi, Köprülü’ye göre “yalnız Mevlana’nın değil, belki bütün tasavvufî edebiyatın en ünlü bir mahsulüdür.” (Köprülü, 1991: 227). Mesnevi, ahlakî ve tasavvufî mecrada irşat amacıyla yazılmış öğretici bir metindir. Bu açıdan tasavvufî metinler arasında mistik bir ruhun en samimi ve en coşkun hissini kaydeden canlı vesikalardır. Zira Mevlana’nın Mesnevi’si şekilcilikten tamamen uzaktır; her fikri, her nasihati ve her nazariyeyi uygun bir hikâye ile dile getirir. Şiiri insan ruhunun en samimi ihtiyaçlarını tebliğ edecek bir vasıta olarak kullanan Mevlana’nın insana dair evrensel mesajları, “ben ve çıkar” merkezli maddi bir dünyadan münezzehtir. Onun düşünce dünyasında insanı yücelten, erdemli kılan değerlerin başında “sevgi, hoşgörü, barış ve hak” gibi temel anahtar kavramlar gelmektedir. Tasavvuf ve İnsan Tasavvuf anlayışına göre Allah’ın hemen bütün sıfatlarıyla birlikte tecelli ettiği yegâne varlık insandır. Zira tasavvufun pratikteki hedefi de “insan-ı kâmil” yetiştirebilmektir. Kâmil insanda bilgi yolunun başlangıcı kendini bilmektir. Yunus Emre’nin “İlim, kendin bilmektir” sözü ile Hacı Bayram-ı Veli’nin “Sen seni bil sen seni” tekriri ile başlayan ilâhisi, bu gerçeğe işaret eder. Allah’ı tanıyabilmenin yolu, insanın evvela kendini tanımasından geçer. Keza Niyazi Mısrî’nin “Çün nefsin bilen kişi, Allah’ı bilirmiş” sözü de bunu ifade eder. Zira tasavvufta temel amaç, Allah’ı bilmektir; O’nu da bilmek için evvela kendini bilmek vardır. İlhamını bu öğretiden alan Mevlana’nın düşünce dünyasının merkezinde “Eşrefi Mahlûkat” yani Mevlâna’nın İslam dünyasında yaygın olarak “Rumi” lakabıyla anılması, hayatının büyük bir kısmını üzerinde yaşadığı coğrafya ile ilişkilidir. Mevlâna, Horasan’ın (Afganistan Türkistan’ı) Belh şehrinde doğmuş olmasına rağmen kendisine “Rumî” denilmiş olması, sanat ve düşünce hayatının olgunlaştığı ve bunun insanlık âleminde ebedileşmesini sağlayan “Hamdım, piştim, yandım” sürecinin o dönemde “Diyarı Rum” diye anılan Anadolu’da geçmiş olmasına dayanır. 3 TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 10 Mevlana’nın Mesnevi'sinde “İnsan” Telakkisi ve “İnsan-İ Kâmil” Ölçüsü▄ “insan” yer alır. Zira İslam öğretisine göre insan, sahip olduğu fıtrî özellikler bakımından en şerefli (İsrâ, 17/70) ve en mükemmel (Tîn, 95/4), Allah‘ın “bütün isimleri kendisine öğrettiği” (Bakara, 2/31) yegâne varlıktır. Tasavvuf, insanın akıl yoluyla ulaşamadığı ilahî hakikatlere ve bilinmezliklere manevi sezişlerle erişme yoludur. Yaratılış nazariyesinin4 temelini oluşturduğu tasavvufa göre “Vücûd-i Mutlak olan Allah, aynı zamanda Kemâl-i Mutlak, Cemâl-i Mutlak ve Hüsn-i Mutlak’tır. Onun şanı kendini izhârdır. İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîgâhı ve ilahî emanetin taşıyıcısıdır (Ahzâb, 33/72). Allah’ın aşk-ı zatî nedeniyle kendini görmek ve göstermek istemesi, âlemin yaratılmasına sebep olmuştur. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah da kendi güzelliğini temaşâ için bir ayna hükmünde olan âlemi ve onun en değerli varlığı olan insanı yaratmıştır” (Pala, 1989: 479). Bu bağlamda gelişen tasavvuf felsefesine göre insan, biri ölümlü (fani), diğeri ölümsüz (ebedî) olmak üzere iki zıt kutuplu unsurdan ibarettir. Ölümlü olan beden (ten), ölümsüz olan ruh (can) unsurunu misafir edip korumakla görevlidir. Beden zarf, ruh da mazruftur. Burada asl olan mazruftur. Zira ten, canın ayrılmasından bir zaman sonra çürüyüp dağılacaktır. Nitekim Sultan Veled, Mevlana’nın Mesnevi VI’nın ekinde “Toprağın her cüzü, insanı toprak âlemine götürür. Fakat can denizinin dalgası, canana vâsıl eder” (C.VI, 15)5 der. Bedenin faniliğine karşın ruh bakidir. Kulluk sorgusunda hesaba çekilecek olan da odur. Can, aslına rücû etmek, vuslata ermek için çırpınır. “İnsan bu çırpınışları duyar da ten unsurunu eritirse hürriyete kavuşarak evvelce tanıdığı ilâhî vatanına tekrar yücelir” (Kabaklı, 1980: 113). Can kafesi kalptir, gönüldür. Burası Allah’ın tecelligâhıdır. İnsan, gönül ehli olduğu için kutsaldır. Zira insan ancak gönül kılavuzuyla Allah’a ulaşabilir. Tasavvuf anlayışına göre gönül kırmanın Allah’ı incitmekle, gönül almanın ise Allah’ı sevmek ya da Hacca gitmiş olmakla eşdeğer olması da bu yüzdendir. Zira Yunus’un “aklı eren”lere “gönül mü yeğ, Kâbe mi yeğ” sorusuna yine kendisinin verdiği cevap, “gönül yeğdir, gönüldedir Hak durağı” (Subaşı, 1983: 229) şeklindedir. Nesimi de aynı fikrî gerçeklikten hareketle “âdemde sırrullah”ı arar: “Çünkü bildin müminin gönlünde beytullah var / Niçün izzet etmedin ol beytte kim Allah var” (…) “Her ne var, âdemde var, âdemden iste Hakk’ı sen, / Olma iblis-i şakiy, âdemde sırrullah var.” (Akt: Ekici, 1990: 20). Akıl ve seziş kabiliyetiyle donatılan insan, bu meziyetleri bakımından diğer canlılardan üstündür. Zira arif insan, bu kabiliyetleri sayesinde Allah’ı, onun kudretini idrak eder. Mevlana’nın İnsan Telakkisi Mevlana‘nın İslamî ve tasavvufî anlayışında insan sevgisi, merkezî bir konuma sahiptir. O, insana değer verirken din, dil, ırk, milliyet, renk gibi aidiyet temelinde hiçbir ayırım gözetmez; kim olursa olsun Allah‘ın bir eseri olarak telakki ettiği insanı sevgi ve muhabbetle kucaklar. İnsanın hor görülmesini, alay edilmesini ve incitilmesini büyük bir gaflet sayar. O, “Cenab-ı Hak, “kün(ol)” emrini verdi ve her şey böylece yaratıldı. Allah, Âlem-i Kitmân’da meknûz iken böylece bilinmeye başladı. Allah, önce bir nûr yaratıp ona “Kün Muhammedâ” buyurdu. “Nûr-i Muhammed” denilen bu nûr, Allah’ın haşmetli nazarı karşısında terledi. Onun terinden denizler ve köpüğünden de eflâk (felekler, gökler, zamanlar) yaratıldı. Sonra sırasıyla anasır-ı erbaa (toprak, hava, su, ateş), mevâlid-i selâse (mâden, nebat, hayvan olmak üzere tabiatın üç âlemi) ve nihayet âdem (insan) belirdi. İnsanın bütün bu mertebelerden geçerek çocuk dünyaya gelişi bir devir hâlindedir ki devriyelerde bu husus işlenir. İşte tasavvuf, insanın Allah’a ulaşmasında bütün bu mertebeleri aşmasıdır” (Pala, 1989: 479). 5 Mevlânâ, Mesnevî, Çeviren: Veled İzbudak, MEB Yayınevi, İstanbul, 1991. (Çalışmada Mesnevî‘den yapılan alıntılar bu kaynaktan seçilmiş; metin içinde cilt ve beyit numarası verilerek gösterilmiştir). 4 TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 11 Kemal Erol - E. Emrullah Erol herkesin tiksindiği, dolayısıyla toplumdan tecrit ettiği ağır ruhsal ve bedensel hastalara bile sevgi ve şefkatle yaklaşır. Çünkü ona göre insan, tüm varlık âleminin yaratılış sebebidir. İnsan, fâni olan dünyevî hayatta ulvî gayenin tahakkukuna matuf edindiği ilimle yücelerek en kıymetli varlık konumuna yükselebilir. Mevlana, bu bakış açısıyla insana ve onu aldatmakla görevli şeytana hitaben gidecekleri yolu gösterir: “Ey topraktan yaratılan âdem, sen de yürü, Süha yıldızını bile geç. Ateşten yaratılan İblis, sen de yerin dibine git” (C. I, 124). Zira insanın akıbeti beden olarak toprağa, ruh bakımından da Allah’a kavuşmayı ifade eder. Mevlânâ, bu ilahî hükmü, “Toprağa mensup insan, Hak‘tan ilim öğrendi ve o ilimle yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı” (C.I, 82) sözleriyle anlatır. Ne var ki insan, nefsini tatmin etme arzusuyla yaşaması halinde aşağılanmaktan kurtulamaz. Birinci ihtimal, yani insanın yücelmesi, ruhî terbiyeyle kazanılırken; aşağılanması da maddi hırs ve şehvete düşkünlükle yaşanır. Kendini ve Rabbini bilmesi durumunda insanın yükselebileceği manevi mertebeye başka bir varlığın ulaşması mümkün değildir. Mevlana’nın Mesnevî‘deki şu sözleri de bunu teyit etmektedir: “Vettîni suresindeki “insanı en güzel şekilde yarattık ayetini oku! Ey dost, en değerli inci candır. En güzel şekil olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz. Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem, ben de yanarım, duyan da yanar!” (C.VI, 1005-1007). İnsanı “Hakkın kudret sırrı” olarak gören Kaygusuz Abdal’ın ifadesiyle insan, “Gerçi et ve deridir, ama cümlenin serveridir.” Buna göre mutlak manayı da ifade eden insanın yüceliği, İslam tasavvufunda daha net tezahür etmektedir. Zira tasavvuf anlayışı, insan merkezli değerler felsefesinden müteşekkildir. Bütün kâinatın yaratılış sebebi insandır. Bu yüzden “göklerde ve yerde olan her şey onun hizmetine sunulmuştur” (Lokmân, 31/20, Câsiye, 45/13). Mevlana, “Melekler, Âdem’e secde ettiler; çünkü onun canı, meleklerinkinden üstündür” (C.I,3330) derken, Allah’ın, üstün olanın daha aşağı mertebede bulunana secde etmesini emretmesinin mümkün olmadığına işaret eder. Zira “Tanrı’nın adaleti, Tanrı’nın lütfü bir gülün dikene secde etmesini hoş görür mü? (…) Kuş, balık, in, cin, insan.. hepsi ona itaat eder. Çünkü o üstündür, öbürleri noksan. Balıklar, balıklar hırkasını diksin diye ona iğne getirirler. Bu, ipliğin iğneye tabi olmasına benzer” (C.I, 3330-3335). İslam öğretisine göre Allah, anlaşılmak için gerekli bütün özelliklerle mücehhez bir varlığı, yani insanı yarattı ve göklerde - yerlerde olan her şeyi emrine vererek onu yüceltti (Ekici, 1990: 20). Zira insan, bu özellikleriyle Allah‘ı tanıma kabiliyetine sahip tek varlık olduğu için “Allah’ın yeryüzündeki halîfesi veya temsilcisi” dir (En‘âm, 6/165, Fâtır, 35/39, Yûnus, 10/14). İnsanın canlılar arasında “eşref-i mahlûkat” olarak tayın edilmesi de bu temele dayanır. İnsana bu nazarla bakan Mevlana’ya göre kişi, ruhu ve bedeniyle birlikte insandır, her iki yönüyle de “ahsen-i takvîm” üzere, yani en mükemmel surette yaratılmıştır. Mevlana, mesnevisinde insanın değerini “Büyük âlim, kâinat çapında bir büyü yaptı da, cirmini ufacık bir suret içinde gizledi” sözleriyle belirtir. Keza Muhyiddin-i Arabi’nin, Füsusü’l-Hikem adlı eserinde “İnsana ihtimam gösteren kimse, Allah’a ihtimam göstermiş olur” demesi de bu yüzdendir. Bu söz, insanın yaratılış gayesini ve kulluk ettiği kudret nezdindeki yerini belirtmesi bakımından da anlamlıdır. Ne var ki, fıtrî bir ruh temizliğine sahip olan insan, zamanla yaratılış gayesiyle uyuşmayan temayüller gösterince üstün ahlakî vasıflarından uzaklaşmış olacaktır. Nitekim “Mevlânâ‘ya göre, hırs, haset, kin, hiddet ve şehvet gibi hayvanî vasıflar geliştirebilen insan, her ne kadar insan görünümünde olsa da hayvandan farksız, hatta daha da zararlı ve tehlikeli hale gelir. Buna karşılık adalet, merhamet, sevgi, şefkat, cömertlik, hoşgörü vb. insanî TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 12 Mevlana’nın Mesnevi'sinde “İnsan” Telakkisi ve “İnsan-İ Kâmil” Ölçüsü▄ vasıflarını geliştirenler de, gerçek insanlık yolunda ilerleyerek yüce mertebelere ulaşırlar.” (Türer, 2007: 133). İnsan Çift Kutuplu Bir Varlıktır Mevlana’nın Mesnevi’si, yalnızca bir din ve ahlak kitabı değildir. Bu eser, aynı zamanda çağın bilimlerini, insanî gerçekleri yansıtan bir eğitim ve öğretim kitabıdır. İnsanı ilgilendiren ve çözüm bekleyen hemen bütün sorunlarına cevap veren bir tedavi reçetesidir. Mevlana, pek çok disiplinin anlamakta güçlük çektiği beşerin sırrını deşifre ediyor. Mevlana’ya göre insanın temel sorunu, çift kutuplu özellikler taşımasıdır. İnsanda birbirine zıt iki kuvvet daima mücadele halindedir. Zira o, yaratılış bakımından biri maddî, diğeri de manevi olmak üzere içinde bir zıtlığı barındırdığı için çift kutuplu bir varlıktır. Hem sahip olduğu ahlâkî meziyetleri ve Allah‘a karşı kulluk vazifesi bakımından insanî; diğer taraftan hiddet, gaflet ve nefrete dönük davranışları bakımından da hayvanî tavırlar takınır. Bu bağlamda insan, bir yönüyle Allah’ı idrak edecek kadar akıl, fikir, izan ve basiret gibi melekelerle donanımlı; diğer yönüyle zayıf, aciz, aceleci, zalim, cahil, nankör ve açgözlü olmak gibi zaaflarla yüklüdür. Mevlana’ya göre Allah, “Halk âleminin yapısı zıtlıklar üzerine kurulmuştur (C.VI, 50) derken, insandaki bu zıt ikili yapıyı ifade etmiştir. “Âdemoğlu, dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir” (C.I, 63) diyen Mevlana, insanın gizli ve karmaşık özelliklerini Mesnevî’de sıkça dile getirir. Mevlana, Mesnevi’sinde anlattığı kıssalardan sonra beyitlerinde vermek istediği mesajı veciz ifadelerle işler. Bazen aklın idrakinden öte fikirleri üstü kapalı söylemlerle nakleder. Ona göre insan, bünyesinde zıtlıklar manzumesini barındıran anlaşılması güç bir varlıktır. Zira insanın vücudu, içinde çeşitli yırtıcı hayvanların bulunduğu bir orman gibidir. Bu yüzden o, zarar görmemek için her an sakınılması ve dikkat olunması gereken bir hedeftir: “Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz. Temiz, pis, güzel, çirkin, binlerce sıfat var. Herhangi huy galipse hüküm onundur. Madende altın, bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır, Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir. İnsanda bir an olur, kurtluk zuhur eder, bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir. İyiliklerle kinler gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır. Hatta insandan, öküzle eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır, hüner elde eder. Serkeş at, rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selam verir. Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av avlar, yahut sürüyü korur. Ashabı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki, sonunda Tanrı’yı aramaya koyuldu. Kalpte her an bir çeşit şey baş gösterir. İnsan bazen şeytanlaşır, bazen tuzak kesilir, bazen yırtıcı hayvan!” (C. I, 1415-1426) Bu beyitlerdeki benzetme ve imajlardan insanın vücudu, içinde her çeşit zararlı varlığın bulunduğu, iyi-kötü hasletlerin çarpıştığı biyolojik bir ortam olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu unsurlardan hangisi galip gelirse, insan onun hükmü altına girer. Kimi zaman melekleşir, kimi zaman da şeytanlaşır. Bazen insanın içindeki kurt (kötü uyaran), harekete geçerek kontrolü ele geçirebilir. Bu durumda insanda yırtıcılık, acımasızlık vasfı öne çıkar. Ancak bazen de insan “ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel”i de andırabilir. Nitekim hayvanlar bile TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 13 Kemal Erol - E. Emrullah Erol insanın iyi yönlerinden etkilenerek akıllanırlar, hüner elde ederler. Onun elinde en vahşi atlar, yırtıcı ayılar ve köpekler bile eğitilebilir; hizmet eden güzel huylu ve faydalı birer varlık haline gelebilirler. Böylece insanın gönlünde iyilik-kötülük, sevgi-nefret ve merhamet-zulmet gibi birbirine zıt çeşitli duygu ve düşünceler yer değiştirerek ayrı kimlik ve kişilik olarak tezahür eder. Mevlana, hayvanlar arasındaki farkın hikmetini de irdelemektedir. Ona göre su (gölet), deveye göre az görünürken; fareye göre deniz gibidir. Aynı şekilde insanlar arasındaki farka (güç ve mizaç, ilgi ve eğilim bağlamında) dikkat çeken Mevlana, birisinin on rekât namaz kılarken yorulduğunu, diğerinin beş yüz rekât kıldığı halde usanmadığını; keza birinin gönlü bile bulanmadan canını verecek kadar cömertken, bir diğeri bir dilim ekmek verebilmek için can çekiştiğini örnek gösterir (C.I, 271-272). Mevlânâ, insanın bu tezatlı yapısını, birbirine aykırı tutum ve davranışlarını irdelerken bir rubaîsinde, “Bazen bizim temizliğimizi melekler bile kıskanırlar; bazen de kötülüğümüzden şeytanlar dahi bizden kaçar!” (Can, 1999: 155) sözleriyle insandaki söz konusu karşıtlığa dikkat çeker. Büyük mutasavvıf, insana dair aynı zıtlıkları bir başka rubaîsinde şöyle dile getirir: “İnsanın şu görünen suretini, şeklini, birbirine zıt birtakım vasıfları birleştirerek meydana getirdiler. Onun nakşını, suretini gam tezgâhında çizdiler, çamurunu kederle yoğurdular. İnsan bazen şeytan olur, bazen melek olur; bazen de yırtıcı canavar kesilir. Bu ne esrarlı bir varlıktır ki, çeşitli huylar, meziyetler, iyilikler, kötülükler hep onda toplanmıştır!” (Can, 1999: 155). Tasavvuf felsefesine göre insan, her şeyden önce kendi içindeki tehlikelere karşı tedbirli ve uyanık olmak zorundadır. İnsan-i Kâmil “İnsan-ı kâmil” konusu, İslâm tasavvuf felsefesinin özünü teşkil eder. Din ve tasavvuf, insanı kemâle erdiren disiplinlerdir. Kimi âlimlere göre “kâmil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemale erdiren, kemale ulaşmış sayılır.” (Nesefi, 2004: 69). Kimi tasavvuf erbabına göre de “kemale ermek, tevhidin hakikatine ulaşmak ve Hakk’a vasıl olmak, “seyr u süluk” tabir edilen rûhî terbiyeden geçmektir. Bu terbiyeden geçmeyen insan, süflî âlemle ulvî âlem arasında bir konumda” (Sancaklı, 2007: 143) sayılır. Bu bağlamda Mevlana’ya göre tasavvuf, içsel arayıştır, yani insanın kendisini keşfetme yoludur. Tasavvufta iman, vahye dayanan nakle teslim olmak demektir. Buna göre insan, pratik olmadan saf bilgiyle hedefe ulaşamaz. Bu nedenle, tasavvufi gerçeğe kavuşması için insanın önce bu yola girmesi ve nefsini arındırması gerekir. Zira tasavvuf, insanı Allah’tan uzaklaştıran şeylerin hepsini terk etmektir; olgunluk ve kemale erme yoludur; ruhun her türlü yanlıştan arındırılıp Hakk'a yönelmesi, vuslata erdirilmesidir. Bütün bunların neticesinde ulaşılması arzulanan sonuç, “insan-ı kâmil” olmaktır. Mevlâna‘ya göre insan hakikati arama yolunda samimi ve gayretli olursa, aradığını bulamaması için hiç bir sebep yoktur. Zira “Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez” (C.I, 66). Nitekim açıkta olan değil, gizli olan hakikat aranmaya muhtaçtır. Zira “iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydanda bulunsaydı küfür ve iman, apaçık meydana çıkar, alında yazılırdı” (C.I, 75). Buna göre hürriyetini arayan insan, kendi içindeki hayvanların etkisinden kurtulmaya azmetmekle olgunlaşabilir. TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 14 Mevlana’nın Mesnevi'sinde “İnsan” Telakkisi ve “İnsan-İ Kâmil” Ölçüsü▄ Nefsine hâkimiyet, olgun insan olmanın birinci ölçüsüdür. Tasavvufta nefis, şer ve günahın kaynağı olan “kötü huy ve süfli arzuların tamamı”dır. Tasavvuf felsefesi, insanın kendi nefsiyle mücadelesindeki zaferini, kemâlin birinci derecede ölçüsü olarak kabul eder. Mevlana da Peygamberin nefsine galip kimseler hakkındaki bir hadisini referans göstererek şöyle der: “Yol güneşi olan Peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu!” dedi (C.IV, 3344). Buna göre “insan-i kâmil” olma yolundaki kişi için en büyük cihat, nefsine karşı açtığı iç savaştır. Mevlânâ’ya göre insanın bu savaşta galip gelebilmesi, evvela kendisini tanımasıyla mümkündür. Gönül güzelliğinin baki, güzellik devletinin de abıhayata saki olduğunu belirten Mevlana’ya göre insanın fani ve geçici şeylere değil, hakikatte ebedi olana bağlanması ve onları arzulaması icap eder: Ey temiz ve saf kişi, neden bir kerpiçe gönül veriyorsun? Ebedî olan bir aslı iste” (C.I, 54). İnsan, eti kemiğiyle fiziki olarak hayvana benziyorken, kendisini hayvanlardan ayıran özellikleri keşfedip yaradılış gayesi itibariyle gerçekte ne olduğunu idrak etmek zorunda olduğunu bilmelidir. Mevlana’ya göre asl olan suret değil, sîyrettir, yani biçim değil içtir, ahlaktır, özdür. Manadan habersiz, maddeye yönelmiş, şehvete esir, hakikatten yoksun kimseleri şöyle tasvir eder: “Hâlbuki ey eşekten aşağı kişi! Fikir dünyasından gafil ve habersizsin. / Bilgisizliğe razı akla yabancısın; hakkın feyzinden habersiz bir divanesin. / Gerçi suretin insan, ama akıl ve idrakin yok. İnsan huylu değilsin” (C.III, 2545). Bu bağlamda uyarıda bulunan Mevlana, insanı hayvanlaşmaya doğru iten en büyük üç düşmanın nefis, hiddet ve şehvet olduğunu söyler. “Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar, ruhu doğruluktan ayırır” (C.I, 433). “Kimin canı şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temizlenmişse, o kimse mana âlemini ve sarayını çarçabuk görür. Eğer şehvetin ve nefsin hevâsına kapılır gidersen, ben sana haber veriyorum ki, eli boş, nasipsiz gideceksin. Eğer şehvetten vazgeçersen, bu dünyaya niçin geldiğini ve nereye gideceğini apaçık görürsün” (Can, 1999: 158). Mevlana’a göre “Töhmetli nefistir; yüce akıl değil. Töhmetli duygudur; latif nur değil. İnsanın nefisle olan mücadelesinde bilmesi gereken şey şudur: “Nefis Sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil” (C. I, 3499,3500). “Bu aşağılık nefis, senden fâni kazanç ister. Fakat niceye kadar aşağılık şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık, yeter! Aşağılık nefis eğer senden yüce bir kazanç dilese bile bu dilekte hile ve düzen vardır” (C. II, 2602-2604). Mevlâna‘ya göre insan, kendi özündeki güzelliğe doğru yol alıp hamlıktan olgunluğa geçmelidir. Bunun gerçekleşmesi için, nefsin olumsuz sıfatlardan ve her türlü ahlakî kötülükten arınmış olması gerekir ki, insanın Allah ile irtibatı söz konusu olsun. Yani kişi, kendi egosuyla mücadelesinde galip gelmeli ki, kalbini ilahî ilhamlara açık tutabilsin (Yakıt, 2007: 197). Mevlana, insanı nefsine karşı Allah’ı dinlemeye çağıran bir rubaîsinde “Ey gönül, bir sen varsın, bir de O‘nun derdi. Onun dertlisi olmak ne hoş! O’nun derdi senin dermanındır. Bu sebeple ondan gelen ızdırabları, acıları çek, sakın şikâyet etme, sızlanma! Onun takdîri, onun fermanı budur. Maddî arzularını ayakaltına alırsan, o zaman nefsin köpeğini öldürürsün ki, asıl kurban odur (Can, 1999: 158; Rubailer: nr, 311) der. Nitekim Allah’ın dilediğini yapmakla hükmedici olduğunu söyleyen Mevlana, bir mesnevisinde Allah’ın “Derdin ta kendisinden deva yarat(tığı)”nı (C.I, 1619,1624) söyler. Ona göre insanın doğru yola girmesi ve kemâle ermesi için önce hayvanî duyguları besleyen nefis ve şehvet cephesini terbiye etmesi, bununla birlikte ruh ve gönül dünyasını temizleyip aydınlatması gerekir. “İnsan-i kâmil” olmanın bir başka ölçüsü de akıllı ve bilgili olmaktır. Cahillerin dostu değil; âlimlerin meclisinde bulunmak, onların kılavuzluğunda hakikati aramaktır. Zira TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 15 Kemal Erol - E. Emrullah Erol Mevlana’ya göre ateşe mensup olan nefiste bir bahçe yapıp oraya vefa tohumları eken âlimlerin, kâmil kimselerin sövmesi, vurması, sapıkların övmesinden iyidir. Zira onların tokadı yenir ama aşağılık kişilerin balı bile yenmez. “Çünki onlardan hil’at gelir, devlet gelir. Onlar ruhun penâhında cesedi, can hâline getirirler. Zira nerde bir çıplak, bir yoksul görürsen bil ki bir kâmilden kaçmıştır” (C.I, 285-289). Mevlana’nın düşünce dünyasında nefretin yerini sevgi, savaşın yerini barış alır. Bu yüzden onun tasavvuf anlayışında “sevgi”, “insan-i kâmil”in önemli ölçülerinden biridir. Zira insana “sevenleri kendinden uzaklaştırmak yaraşmaz; onlardan işi gizlemek, onları hileyle aldatmak doğru değildir” Bu bağlamda “Dosta dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet, içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer” (C.I, 1452,1459) der. Allah’a, insana, tabiata, kulluk vazifesinde araç olabilecek her varlığa aşkla değer vermenin gerektiğini söyleyen Mevlana, “Sevgiden acılıklar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı, duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur” (C.I, 1549-1552) sözleriyle sevginin beşeri âlemdeki yerine ve önemine işaret eder. Mevlânâ‘ya göre, insan, kendi varlığının şuuruna erebildiği nispette insandır. Kendi hakikatini ve yaratılış gayesini keşfederken insanın Allah‘a ve mahlûkatına karşı duyacağı aşk ve muhabbet, bütün kötülüklerden arınmasına yetecektir. Nitekim bunu kendi şahsında gerçekleştirebilmiş mutasavvıflar, neticede ulaştıkları inanç ve idrakin gerçekte ne olduğunu belirtirler: “Sonunda biz bildik ve anladık ki, biz şu görünen tenden ibaret değiliz. Biz, bu tenin ötesinde Allah‘la beraber yaşıyoruz” (C. V, 3340) Mevlânâ‘nın temsil ettiği İslâmî ve tasavvufî bakış, insanı sevgiye ve muhabbete layık gören yegâne hususun, güzel ahlâk ve irfân olduğunu telkin eder. Bunlardan yoksun kişi, itici ve sevimsizdir. Zira insanın mana cephesini besleyen şey edep ve ahlaktır. “Âdemoğlunun eğer edepten nasibi yoksa âdem değildir/Âdemoğluyla hayvan arasındaki fark edeptir/Gözünü aç da bak cümle kelâmullaha: Kur‟an‟ın bütün ayetlerinin manası edepten ibarettir” (C. IV, 2125). İnsanda bu idrak ve anlayış yoksa geride yalnızca bedene dair bir suret kalmış demektir. Oysa “Eğer insan, sûretle insan olsaydı, Ahmed‘le Ebû Cehil müsavî olurdu! Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer; bak, suret bakımından neyi eksik?” (C:I, 1019-1020). Kemâlin bir başka ölçüsü ise, kişinin söz ve davranışında mutedil olması, yani itidali yakalamasıdır. Nitekim her hal ve ilişkisinde insanı mutedil olmaya davet eden Mevlana, “İşlerin hayırlısı orta hallisidir” der. Zira ona göre “Vücuttaki ahlât, itidal yüzünden faydalıdır.” Bunlardan herhangi birinin bir arızî sebeple fazlalaşması halinde denge bozulacak, bedende hastalık meydana gelecektir. Bu yüzden insanın yoldaşına bile pek fazla yüklenmemesi, çok söz söylememesi, onu çok övmemesi gerekir. Zira bu durum, nihayet ayrılığa sebep olacaktır (C.I, 3512-3514). SONUÇ İslamî ve tasavvufî düşüncede insan, tüm varlık âleminin yaratılış sebebidir; dolayısıyla eşref-i mahlûkattır. Zira o, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, ilahî emanetin taşıyıcısı, akıl ve duygu melekelerinin sahibi; cüz‘î iradesi ile varlıklara ve olaylara yön verme, geleceğini belirleme ve tercihte bulunma imkânına sahip tek varlıktır. Mevlana, genel olarak “insan” unsuruna yaradılış gayesi ve fıtri özellikleri bakımından; erdemli/kâmil insana ise İslam’ın temel prensiplerine uygun bir bakışa ve yaşayışa sahip olması açısından büyük değer vermektedir. Zira Mevlana, İnsan-i kâmil olmanın geçtiği aşamaları kendi şahsında TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 16 Mevlana’nın Mesnevi'sinde “İnsan” Telakkisi ve “İnsan-İ Kâmil” Ölçüsü▄ yaşadıklarıyla örneklendirerek “Hamdım, piştim, yandım.” diyerek anlatır. O, ruhsal terbiyeden geçmiş, nefsine hâkim, olgun, tutarlı ve ahlaklı insanı, “olduğu gibi görünen veya göründüğü gibi olan” insan olarak telâkki eder. Zira insan-i kâmil, Allah‘tan başka her şeyin fâni olduğundan emin; maddenin esiri değil, mana âleminin yolcusu olan kimsedir. Mevlâna’ya göre kemâlin ölçüsü, evvela kendini bilmektir. Yaratandan ötürü yaratılanı sevmektir. Zira insanları dünyevî ve uhrevî mutluluğa ulaştıracak yol sevgiden geçer. Sevgi, toplumsal huzurun ve barışın anahtarıdır; her insanın nasiplenmesi gereken manevî bir ihtiyaçtır. Günümüz dünyasında sevgisizlik, insanın katline, çeşitli felaketlere ve tabiatın zarar görmesine sebep olmuştur (Yeniterzi, 2000: 68). Mevlâna, bu gerçeği asırlar önce “Sevgi ve merhamet insanlığın; hiddet, nefret ve şehvetse hayvanlığın vasıflarıdır” sözleriyle dile getirmiştir. Kişinin iç âlemini her türlü ahlakdışı istek ve arzulardan arındırması, kendini kötü huylardan, ihtiras, kibir, yalan, gıybet, dedikodu, riya ve taassuptan uzak tutması; mütevazı, sabırlı, güler yüzlü, nazik, yardımsever ve hoşgörülü olması insan-i kâmilin ölçülerindendir. İnsanın dünya ve içindekilerin fâni olduğu gerçeğini unutma zafiyeti, dünya malına, mevki ve makama, şan ve şöhrete bağlanarak hayvanlaşmasına hatta şeytanlaşmasına neden olabilir. Mevlana’nın “Beden ahırına köle olma” sözü, mezkûr riske karşı uyarısını ifade eder. Mevlana, insana bakış açısı bağlamında kuru bir düşünce adamı ve salt bir hümanist olarak anlaşılmamalıdır. Zira Mevlâna, insanın bilinçli işlenmiş günahlarını, nefsine ve şehvetine düşkünlüğünü, ahlak ve terbiyeden yoksunluğunu, insan sevgisi adına görmezlikten gelerek hoş gören bir anlayışa sahip değildir. İnsan, dilerse sevgiyi hak edebilecek şekilde ilahî ölçüler ve ahlakî erdemlere uygun bir yaşam geliştirebilir. Aksi bir yaşayışın içindeyse, bu durum iradî tercihinin eseridir. Nitekim Mevlâna’nın tasavvufî anlayışına göre insan, fıtrî özellikler bakımından üstündür ancak bu üstünlüğü, söz konusu özelliklerini muhafaza edebildiği nispette geçerlidir. KAYNAKLAR A.NESEFİ, (2004). İnsan-ı Kâmil, (Terc., A. Avni Konuk), Gelenek Yayınları, İstanbul. CAN, Şefik (1999). Mevlâna Hayatı, Şahsiyeti ve Fikirleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul. EKİCİ, Necdet (1990). “İnsan, Tasavvufta İşlenmiş ve Derinleştirilmiştir”, Millî Kültür, S.79, THK Basımevi, Ankara, s.20-21. KABAKLI, Ahmet, (1980). Türk Edebiyatı, Türk Edebiyatı Vakfı, S.80, 113. KÖPRÜLÜ, Fuat (1991). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Bsk:7, Ankara. MEVLÂNÂ, (1991). Mesnevî, C. I, II, III, IV, V, VI, (Çeviren, Veled İzbudak), MEB Yayınevi, İstanbul. MEVLÂNÂ, Fîhi Mâ Fîh, (Terc: Ahmed Avni Konuk, Haz: Selçuk Eraydın), İz Yayıncılık, İstanbul, 1994. TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18 17 Kemal Erol - E. Emrullah Erol SANCAKLI, Saffet (2007) “Mevlâna‘nın Ulvî-Süflî Hayat Bağlamında Öngördüğü İnsan Prototipi”, Uluslararası Mevlâna Ve Mevlevîlik Sempozyumu Bildiriler I, 26–28 Ekim, Urfa. SUBAŞI, Yusuf (1983). Yunus Emre Divanı ve Risaletün-Nushiyye, Ayyıldız Mat., İstanbul. TÜRER, Osman (2007). “Mevlânâ Düşüncesinde İnsanın Çift Kutuplu Yapısı”, Uluslararası Mevlâna Ve Mevlevîlik Sempozyumu Bildiriler I, 26–28 Ekim, Urfa. YAKIT, İsmail, (2007). “Mevlana’ya Göre Aşkın Gücü”, Uluslararası Mevlâna Ve Mevlevîlik Sempozyumu Bildiriler I, 26–28 Ekim, Urfa. YENİTERZİ, Emine (2000). “Mevlana‟nın Sevgi Anlayışı”, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler, SÜSAM, Konya 2000, sh. 68. 18 TİDSAD Türk & İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi /The Journal of Turk & Islam World Social Studies Yıl: 2, Sayı: 2, Mart 2015, s. 8-18