T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI 2008 KÜRESEL KRİZİN TÜRKİYE’DEKİ BANKACILIK SİSTEMİNİN ETKİNLİĞİ ÜZERİNE ETKİSİ Şevket Süreyya KODAZ YÜKSEK LİSANS TEZİ Danışman Doç. Dr. Mehmet MUCUK Konya-2014 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğrencinin BİLİMSEL ETİK SAYFASI Adı Soyadı Şevket Süreyya KODAZ Numarası 104226001011 Ana Bilim/ Bilim Dalı İktisat Programı Tezli Yüksek Lisans Tezin Adı 2008 Küresel Krizin Türkiye’deki Bankacılık Sisteminin Etkinliği Üzerine Etkisi Doktora Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm. Şevket Süreyya KODAZ i T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğrencinin YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU Adı Soyadı Şevket Süreyya KODAZ Numarası 104226001011 Ana Bilim/ Bilim Dalı İktisat Programı Tezli Yüksek Lisans Tez Danışmanı Doç. Dr. Mehmet MUCUK Tezin Adı 2008 Küresel Krizin Türkiye’deki Bankacılık Sisteminin Etkinliği Üzerine Etkisi Doktora Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan “2008 Küresel Krizin Türkiye’deki Bankacılık Sisteminin Etkinliği Üzerine Etkisi” başlıklı bu çalışma 30/04/2014 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir. Ünvan, Adı Soyadı Danışman ve Üyeler Doç. Dr. Mehmet MUCUK Danışman Prof. Dr. Ahmet AY Üye Prof. Dr. Zeynep KARAÇOR Üye İmza ii ÖNSÖZ Bu çalışmanın hazırlanmasında değerli zamanını ayıran ve desteğini hiçbir zaman benden esirgemeyen değerli danışmanım Doç Dr. Mehmet Mucuk’a, Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölüm hocalarına ve bu sürede bana sürekli destek veren aileme teşekkürlerimi sunarım. Şevket Süreyya KODAZ iii Öğrencinin T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Adı Soyadı Şevket Süreyya KODAZ Numarası 104226001011 Ana Bilim/ Bilim Dalı İktisat Programı Tezli Yüksek Lisans Tez Danışmanı Doç. Dr. Mehmet MUCUK Tezin Adı 2008 Küresel Krizin Türkiye’deki Bankacılık Sisteminin Etkinliği Üzerine Etkisi Doktora ÖZET Finansal krizler, 1980 sonrası ekonomi literatüründe hem kuramsal hem de deneysel çalışmalar yönünden önemli yer tutmaktadır. Finans kesiminin alt sektörlerinde para, bankacılık ve dış borç ile ilgili ortaya çıkan ani ve büyük ölçekli sorunlar şeklinde tanımlanan finansal krizlerin nedenleri ile ilgili birinci, ikinci ve üçüncü kuşak kriz modelleri olmak üzere üç temel yaklaşım vardır. Küreselleşmenin etkin olduğu 1980 sonrası dönemde özellikle gelişmekte olan ekonomilerde finansal krizler para, bankacılık, dış borç ve sistematik finansal krizler şeklinde sıklıkla kendini göstermektedir. Son yıllarda sıkça rastlanılan finansal krizlere neden olan faktörler genel olarak finansal liberalizasyon, sabit döviz kuru sistemleri, aşırı borçlanma ve enflasyon olarak ifade edilmektedir. Küreselleşme hareketleriyle birlikte Türkiye’de de bazı finansal krizler yaşanmıştır. Yaşanan bu krizler sonrası finansal piyasaların düzenlenme ve denetim ihtiyacının bir gereği olarak finansal regülasyon politikaları gündeme gelmiştir. Bu dönemde uygulanan finansal regülasyonlar, Türkiye’nin 2008 küresel krizinden az zararla çıkmasında etkili olmuştur. Anahtar Kelimeler: Finansal Kriz, Finansal Regülasyon, 2008 Küresel Krizi, Veri Zarflama Analizi. iv Öğrencinin T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Adı Soyadı Şevket Süreyya KODAZ Numarası 104226001011 Ana Bilim/ Bilim Dalı İktisat Programı Tezli Yüksek Lisans Tez Danışmanı Doç. Dr. Mehmet MUCUK Tezin Adı The Effect Of 2008 Global Crisis On The Effectiveness Of The Banking System In Turkey Doktora ABSTRACT Financial crisis has an important place in the post 1980’s economical literature based on both theoritic and experimental studies. There are three main aproachesas first, second, and third zone crisis models about the reasons of the financial crisis – the rapid and big scale problems occured in the fields of money, banking, and foreign debt in the sub-sector of finance region. Financial crisis has frequently occured as money, banking, foreign debt, and sistematical financial crisis especially in the emerging markets after the 1980 era when globalization started to become increasingly significant. The reaosons of the financial crisis generelly difined as financial liberalization, fixed exchange rate system, extreme borrowing, and inflation. There has been some financial crisis related to globalization in Turkey, too. After these financial crisis, financial regulation systems became current issues as a requirement of the need for the regulation and control of the financial system. Thanks to the financial regulations applied in this era, Turkey has left the 2008 crisis with minumum damage. Key Words: Financial Crisis, Financial Regulation, 2008 Global Crisis, Data Envelopment Analysis. v KISALTMALAR LİSTESİ AB : Avrupa Birliği ABD : Amerika Birleşik Devletleri BİO : Bağımsız İdari Otoriteler BSYYP : Bankacılık Sektörünü Yeniden Yapılandırma Programı CDO : Colleterelized Debt Obligations-Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri CMO : Colleterelized Mortgage Obligation-Teminatlandırılmış İpotek Yükümlülük DİBS : Devlet İç Borçlanma Senedi FED : Federal Reserve System-Amerikan Merkez Bankası GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla GSYH : Gayri Safi Yurtiçi Hasıla IMF : International Monetary Fund-Uluslararası Para Fonu IMKB : İstanbul Menkul Kıymetler Borsası KİT : Kamu İktisadi Teşekkülleri KOBİ : Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler TCMB : Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası TEFE : Toptan Eşya Fiyat Endeksi TMSF : Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu TL : Türk Lirası TÜFE : Tüketici Fiyatları Endeksi VZA : Veri Zarflama Analizi vi TABLOLAR LİSTESİ Tablo-1: 1994 Krizi Öncesi Göstergeler ................................................................... 55 Tablo-2: Enflasyon ve Büyüme ................................................................................ 56 Tablo-3: Türkiye'de ki Sektörünün Yeniden Yapılandırma Maliyeti ...................... 72 Tablo-4: 2008 Küresel Kriz Öncesi GSYH Büyüme Oranları (%) .......................... 76 Tablo-5: 2008 Küresel Krizi Öncesi Enflasyon Oranları (%) .................................. 76 Tablo-6: 2008 Küresel Krizi Öncesi İşsizlik Oranları (%) ....................................... 77 Tablo-7: ABD Bankacılık Sektöründe Türev Ürünlerdeki Gelişim (%) .................. 85 Tablo-8: ABD’de Finans Kuruluşlarının 2008 Haziran Zararları (Milyar Dolar) ........................................................................................... 87 Tablo-9: Çeşitli Ülkelerde Bazı Finansal Kuruluş İflasları (2008-2009) ................. 89 Tablo-10: 2008 Küresel Krizi Sonrası GSYH Büyüme Oranları (%) ..................... 90 Tablo-11: 2008 Küresel Krizi Sonrası Enflasyon Oranları (%) .............................. 91 Tablo-12: 2008 Küresel Krizi Sonrası Ülke Bazlı İşsizlik Oranı (%) ..................... 92 Tablo-13: Ülkelerin Aldıkları Önlem Kategorileri .................................................. 93 Tablo-14: Kurtarma Paketlerinin Maliyetleri (Şubat 2009) .................................... 95 Tablo-15: Türkiye’de Bankacılık Sektörüne Ait Temel Bilanço Büyüklükleri (Milyar TL) ..................................................................... 101 Tablo-16: Kriz Döneminde Makroekonomik Göstergeler .................................... 104 Tablo-17: 2003-2012 Yılları VZA Karar Birimleri Kümesi ................................. 122 Tablo-18: Üretim Yaklaşımında Kullanılan Girdi ve Çıktılar ............................... 122 Tablo-19: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesi İçin Etkinlik Değerleri (2003-2007) .......................................................................... 123 Tablo-20: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesi İçin Etkinlik Değerleri (2008-2012) .......................................................................... 124 Tablo-21: Üretim Yaklaşımına Göre Yıllar İtibariyle Ortalama İstatistikler ........ 126 Tablo-22: Üretim Yaklaşımına Göre 2012 Yılı İçin Etkin Olmayan Bankaların Referans Kümeleri ve Yoğunluk Değerleri ........................ 130 vii Tablo-23: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesini Oluşturan Bankaların Malmquist Endeksi Sonuçları (2004-2008) ....................... 131 Tablo-24: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesini Oluşturan Bankaların Malmquist Endeksi Sonuçları (2009-2012) ...................... 132 viii GRAFİKLER LİSTESİ Grafik-1: GSYH Büyüme Oranı (%) ...................................................................... 105 Grafik-2: Enflasyon Oranı (%) ............................................................................... 106 Grafik-3: İşsizlik Oranları (%) ............................................................................... 108 Grafik-4: İthalat ve İhracat (Milyon $) ................................................................... 110 Grafik-5: İhracatın İthalatı Karşılama Oranı (%) ................................................... 111 ix İÇİNDEKİLER Sayfa No: BİLİMSEL ETİK SAYFASI ........................................................................................ i YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU............................................................... ii ÖNSÖZ ....................................................................................................................... iii ÖZET .......................................................................................................................... iv ABSTRACT................................................................................................................. v KISALTMALAR LİSTESİ ........................................................................................ vi TABLOLAR LİSTESİ ............................................................................................... vii GRAFİKLER LİSTESİ............................................................................................... ix GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 I. BÖLÜM: KURAMSAL AÇIDAN FİNANSAL KRİZLER ............................... 3 1.1. Finansal Kriz Kavramı .......................................................................................... 3 1.2. Finansal Krizleri Açıklamaya Yönelik Modeller.................................................. 4 1.2.1. Birinci Kuşak Kriz Modelleri ..................................................................... 4 1.2.2. İkinci Kuşak Kriz Modelleri ....................................................................... 7 1.2.3. Üçüncü Kuşak Kriz Modelleri .................................................................... 8 1.3. Finansal Kriz Türleri ........................................................................................... 12 1.3.1. Para Krizleri .............................................................................................. 12 1.3.2. Bankacılık Krizleri.................................................................................... 13 1.3.3. Dış Borç Krizleri....................................................................................... 17 1.3.4. Sistematik Finansal Krizler....................................................................... 17 1.4. Finansal Krizin Nedenleri ................................................................................... 18 1.4.1. Finansal Liberalizasyon ............................................................................ 18 1.4.2. Sabit Döviz Kuru Sistemleri ..................................................................... 20 1.4.3. Aşırı Borçlanma ........................................................................................ 22 1.4.4. Enflasyon .................................................................................................. 23 1.5. Finansal Krizlerin Öncü Göstergeleri ................................................................. 24 1.5.1. Uluslararası Rezervler .............................................................................. 25 1.5.2. Reel Döviz Kurundaki Artış ..................................................................... 26 x 1.5.3. Rezerv Yeterliliği (M2/R)......................................................................... 27 1.5.4. Cari Açık ................................................................................................... 27 II. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE FİNANSAL REGÜLASYONLAR VE FİNANSAL KRİZLER .................................................................... 29 2.1. Finansal Krizlere Yönelik Uygulanan Finansal Regülasyonlar .......................... 29 2.1.1. Regülasyon Tanımı ................................................................................... 29 2.1.2. Regülasyon Türleri ................................................................................... 30 2.1.2.1. İktisadi Regülasyon ...................................................................... 31 2.1.2.2. Sosyal Regülasyon ....................................................................... 31 2.1.2.3. İdari Regülasyon .......................................................................... 32 2.1.3. Regülasyon Teorileri ................................................................................ 32 2.1.3.1. Kamu Yararı Teorisi..................................................................... 32 2.1.3.2. Özel Çıkar Teorisi (Chicago Yaklaşımı) ...................................... 33 2.1.3.3. Kamu Tercihi Teorisi ................................................................... 35 2.1.3.4. Avusturya Mülkiyet Hakları Yaklaşımı ....................................... 37 2.1.4. Regülasyon Yöntemleri ............................................................................ 38 2.1.4.1. Getiri Oranı Regülasyonu............................................................. 38 2.1.4.2. Fiyat Tavanı Regülasyonu ............................................................ 39 2.1.4.3. Karma Regülasyon ....................................................................... 39 2.1.5. Regülasyon Politikasının Amaçları .......................................................... 40 2.1.6. Regülasyon Politikasının Araçları ............................................................ 42 2.1.6.1. Fiyat Regülasyonları .................................................................... 42 2.1.6.2. Giriş Regülasyonları ..................................................................... 43 2.1.6.3. Bağımsız İdari Otoriteler .............................................................. 43 2.1.6.4. Finansal Regülasyon .................................................................... 44 2.1.6.4.1. Finansal Regülasyonun Gerekçeleri .............................. 46 2.2. Türkiye’deki Finansal Krizler ............................................................................. 46 2.2.1. 1994 Krizi ................................................................................................. 46 2.2.2. 1994 Krizinin Temel Nedenleri ................................................................ 51 2.2.3. 1994 Krizi Sonrasında Uygulanan Finansal Regülasyonlar ..................... 57 2.2.3.1. 5 Nisan 1994 İstikrar Kararları..................................................... 58 xi 2.2.4. 2000-2001 Krizi ........................................................................................ 60 2.2.4.1. 1 Aralık 1999 İstikrar Programı ................................................... 60 2.2.4.2. Kasım 2000 Krizi ......................................................................... 61 2.2.4.3. Şubat 2001 Krizi........................................................................... 64 2.2.4.4. 2001 Krizi Sonrası Uygulanan Regülasyon Politikaları .............. 68 2.2.4.4.1. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ................................ 69 III. BÖLÜM: 2008 KÜRESEL KRİZİ VE TÜRKİYE'DEKİ BANKACILIK SEKTÖRÜNE ETKİSİNİN VERİ ZARFLAMA ANALİZİ İLE İNCELENMESİ ............................................................................... 73 3.1. 2008 Küresel Krizi Öncesi ABD Ekonomisinin Genel Görünümü .................... 73 3.2. Küresel Finansal Krizin Nedenleri ..................................................................... 77 3.2.1. Likidite Fazlalığı ve Subprime Mortgage Krediler .................................. 78 3.2.2. Menkul Kıymetleştirme ............................................................................ 79 3.2.3. Saydamlık Eksikliği .................................................................................. 80 3.2.4. Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının Yetersizlikleri............................... 81 3.2.5. Faiz Oranları ............................................................................................. 83 3.2.6. Türev Ürünler ........................................................................................... 84 3.2.7. Düzenleyici ve Denetleyici Kuruluşlar ..................................................... 86 3.3. 2008 Küresel Krizinin Dünya Ekonomisine Etkisi............................................. 87 3.5. Ülkelerin 2008 Küresel Kriz Karşısında Aldıkları Önlemler ............................. 92 3.6. 2008 Küresel Finans Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri ............................ 96 3.6.1. 2008 Küresel Finans Krizinin Finansal Piyasalar Üzerine Etkileri ........ 100 3.6.2. 2008 Küresel Finans Krizinin Reel Ekonomi Üzerine Etkileri .............. 102 3.6.2.1. Büyümeye Etkisi ........................................................................ 104 3.6.2.2. Enflasyona Etkisi........................................................................ 106 3.6.2.3. Kamu Maliyesine Etkisi ............................................................. 107 3.6.2.4. İstihdam Durumu........................................................................ 108 3.6.2.5. Dış Ticarete Etkisi ..................................................................... 109 3.7. Veri Zarflama Analizi ....................................................................................... 111 3.8. Veri Zarflama Analizi Modelleri ...................................................................... 114 3.8.1. Charnes, Cooper, Rhodes (CCR) Modeli ............................................... 115 xii 3.8.2. Banker, Charnes, Cooper (BCC) Modeli ................................................ 116 3.8.3. Toplamsal Yöntem.................................................................................. 117 3.9. Veri Zarflama Analizinin Avantajları, Dezavantajları ..................................... 118 3.10. Türkiye'de ki Bankacılık Sisteminin Veri Zarflama Analizi İle İncelenmesi . 120 3.10.1. Yöntem ................................................................................................. 120 3.10.2. Uygulamada Kullanılın Karar Birimleri ve Değişkenler ...................... 121 3.10.3. Bulgular ve Değerlendirmeler .............................................................. 122 SONUÇ ................................................................................................................... 134 KAYNAKÇA .......................................................................................................... 140 Özgeçmiş ................................................................................................................. 156 xiii GİRİŞ 1980 sonrası dünya ekonomi konjonktüründe etkin rol oynayan küreselleşme ile birlikte hız kazanan ulusal ve uluslararası piyasaların entegrasyon süreci finansal kriz olgusunu da beraberinde getirmiştir. Finansal piyasaların liberalize edildiği, sermaye giriş çıkışlarının serbestleşmeye başladığı bu dönemde gelişmekte olan birçok ülke güçlü bir ekonomik altyapı oluşturulmadan bu sürece dahil olmuştur. Uluslararası piyasaların birbirine entegre olması birçok olumlu gelişmeleri beraberinde getirirken, özellikle gelişmekte olan ülkelerde daha sık finansal krizlerin yaşanmasına neden olmuştur. Devletinin rolünün azaldığı bu yeni dönemde birçok finansal krizin oluşması devletin rolünün yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Türkiye ekonomisi de 1980 sonrası uygulanan ekonomi politikaları ile birlikte liberal bir yapı kazanmıştır. Ancak güçlü bir ekonomik altyapı oluşturulmadan uygulanan liberal politikalar sonucu Türkiye ekonomisinde ciddi sorunlar meydana getiren 1994 ve 2001 krizleri yaşanmıştır. Bu iki önemli krizin etkisini azaltmak için, devletin ekonomide etkinliğini sağlamak ve piyasa başarısızlıkları nedeniyle ortaya çıkan etkinsizlikleri gidermek amacıyla ekonomide yapmış olduğu her türlü kontrol ve düzenleyici önlemler olarak tanımlanan regülasyon politikaları Türkiye ekonomisinde etkin bir rol oynamıştır. 1980-2007 yılları arasında uygulanan liberal politikalar sonucu Türkiye’nin de dahil olduğu birçok gelişmekte olan ülkede önemli krizler yaşanmıştır. Ancak 2008’de gelişmiş bir ülke olan ABD’ de başlayan ve kısa bir sürede küresel bir likidite ve kredi krizi haline gelen 2008 krizi, 1980 sonrası uygulanan liberal politikaların gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra gelişmiş ülkelerde de ciddi biçimde tartışılmasına neden olmuştur. 2008 öncesi refah seviyesinin diğer ülkelerle kıyaslanamayacak derecede arttığı ABD’de konut sahibi olmak için yeterli geliri olamayan insanları ev sahibi yapmaya yönelik uygulanan politikalar sonucu ABD konut piyasasında başlayan kriz daha sonra küresel bir krize dönüşmüştür. Bu bağlamda son yıllarda iktisat literatüründe, 2008 küresel krizini temel alarak, finansal krizler ve etkileri ile ilgili birçok çalışma yapılmıştır. 1 2008 küresel krizinin de irdelendiği tezimizin birinci bölümünde finansal kriz tanımları, kriz modelleri, türleri, nedenleri ve göstergelerine yer verilmiştir. İkinci bölümünde krizleri önlemede etkin olduğu düşünülen regülasyon kavramının tanımı, türleri, yöntem, amaç ve araçları verilmiş; Türkiye ekonomisinde yaşanan 1994 ve 2001 krizlerinde uygulanan finansal regülasyonlara değinilmiştir. Üçüncü bölümde ise, 2007’nin ortalarından itibaren finans sektöründe kendisini gösteren ve 2008’de ABD merkezli olarak başlayan, daha sonra küresel bir krize dönüşen 2008 küresel krizi öncesi ekonomik konjonktür, küresel krizin nedenleri, dünya ekonomisine etkileri ve bu bağlamda Türkiye ekonomisine etkileri irdelenmeye çalışılmıştır. Ayrıca çalışmanın son bölümünde etkinlik ölçüm yöntemlerinden veri zarflama analizi ile 2001 krizi sonrası uygulanan finansal regülasyon politikaları ile yeniden yapılandırılan Türkiye’de ki bankacılık sektörünün 2008 küresel krizinden ne ölçüde etkilendiği analiz edilmiştir. 2 I. BÖLÜM KURAMSAL AÇIDAN FİNANSAL KRİZLER 1.1. Finansal Kriz Kavramı Günümüzde hemen hemen bütün bilim dallarında yaygın olarak kullanılan kriz kelimesi sosyal bilimlerde “buhran” ve “bunalım” ifadelerine karşılık gelmekte, denetlenemeyen bazı dış faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan ve sisteme zarar veren olumsuz gelişmeler olarak tanımlanmaktadır. Ancak beklenmedik bir zamanda ortaya çıkan, sıkıntılı bir dönemin yaşanmasına neden olabilen kriz, bazı durumlarda bazı çevreler veya kesimler için yeniden yapılanma yolunda bir fırsata da dönüştürülebilmektedir. Bu bağlamda kriz, ekonomik ve kurumsal yapıda yeni bir dönemin başlangıcı olarak da kabul edilebilir (Uludağ ve Arıcan, 2003: 51). Ekonomik anlamda kriz ise; mevcut makro iktisadi dengeleri bozarak mikro düzeyde de bireyleri ve firmaları olumsuz yönde etkileyen ve önceden öngörülemeyen bir olay olarak tanımlanabilir (Aktan ve Şen, 2001: 1225). Aynı zamanda ekonomik kriz kavramı, herhangi bir mal ve hizmet, üretim faktörü veya finans piyasalarındaki fiyat veya miktarlarda kabul edilebilir bir değişme sınırının ötesinde gerçekleşen şiddetli dalgalanmaları da ifade eder (Kibritçioğlu, 2001: 175). Krizler, genellikle finansal yatırımcıların ülke koşullarının riskli hale geldiği konusundaki beklentilerine bağlı olarak; yatırımcıların spekülatif hareketleri sonucu başlar ve bu hareketlerin yoğunluğu nispetinde şiddet kazanmaktadır (Eren ve Süslü, 2001: 622). Ekonomik krizler etkiledikleri sektörler açısından, “reel sektör krizleri” ve “finansal sektör krizleri” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Reel sektör krizleri, piyasada üretim ve istihdamda önemli dalgalanmalar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Finansal sektör krizleri ise, finansal piyasalardaki sorunlara bağlı olarak ekonominin reel kesimi üzerinde tahrip edici etkiler yaratabilen ve piyasaların etkin işleyiş biçimini bozan piyasa çöküşleri olarak nitelendirilmektedir (Aktaran: Işık vd, 2006: 239). 3 Finansal krizle ilgili olarak literatürde farklı tanımlamalar bulunmaktadır. Bunlardan Bastı (2006) finansal krizi, finans kesiminin alt sektörlerinde para, bankacılık ve dış borç ile ilgili ortaya çıkan ani ve büyük ölçekli sorunlar şeklinde ifade ederken; Mıshkın (1999) ise asimetrik bilgi problemlerinin yarattığı ters seçimin ve ahlaki tehlikenin çok daha kötü bir hale geldiği, böylelikle finansal piyasalarda fonların en verimli yatırım fırsatlarına sahip olan kişilere kanalize edilemediği, doğrusal olmayan bir bozulma olarak tanımlamıştır. 1.2. Finansal Krizleri Açıklamaya Yönelik Modeller Finansal krizler, 1980 sonrası ekonomi literatüründe hem kuramsal hem de deneysel çalışmalar yönünden önemli yer tutmaktadır. Finansal krizlerin nedenleri konusunda birinci, ikinci ve üçüncü kuşak kriz modelleri olmak üzere üç temel yaklaşım vardır. Paul Krugman tarafından geliştirilen birinci kuşak kriz modellerine göre, makroekonomik politikaların hükümetin döviz kuru hedefleriyle tutarsızlık göstermesi finansal krizlerin temel nedenini oluşturmaktadır. Bu ilk kez 1979 yılında Paul Krugman tarafından ortaya konmuştur. 1994’de Maurice Obstfeld finansal krizlerin kendi kendini besleyen beklentiler (self-fulfilling expectations) sonucunda ortaya çıktığını ifade ederek ikinci kuşak finansal kriz modellerini ortaya koymuştur. Üçüncü kuşak kriz modelleri ise 1997 Asya Krizinden sonra bankacılık ve finans sektörünün rolünü vurgulayarak, banka krizleri ile para krizlerinin birbirini besleyen bir kısır döngü yarattığı ana düşüncesine dayanmakta ve krizlerin ülkeler arasında bulaşma mekanizmasını açıklamaya çalışmaktadır (Sevim, 2012: 24). 1.2.1. Birinci Kuşak Kriz Modelleri Ülkelerin 1970’li yıllardan itibaren karşılaştığı krizler, bu krizlerin ortaya çıkışı ve ortaya çıkmadan öngörülebilmeleri konusundaki teorik çalışmaların başlamasına yol açmıştır. Bu konuda o dönemde yapılan çalışmalar “ilk nesil araştırmaları” olarak nitelendirilmektedir (Akdiş, 2000: 94). 4 Birinci kuşak kriz modelleri ABD Federal Rezerv’in uluslararası finans bölümünde bulunan Stephan Salant’ın 1931 yılındaki çalışması model alınarak geliştirilmiştir. Salant’ın ilgi alanı özellikle o yıllarda gündemde olan fiyatların ve resmi altın stoklarının esas alınması ile para krizlerinden çok reel piyasalarda uygulanan istikrar programlarına odaklanmıştır. Ancak bu tür istikrar programlarının spekülatif saldırılarla sarsılabileceğinden endişe edilmektedir. Çünkü spekülatörler bir malı diğer mallara göre yüksek bir getiri sağlayacağı beklentisi ile ellerinde tutmaktadırlar. Böyle bir malın fiyatı ise en azından faiz oranları ile orantılı olarak artmalıdır (Karabulut, 2002: 86-87). Fiyatın yükselebileceği değer, talebin daha fazla artmayacağı bir noktaya vardığında durmaktadır. Ancak resmi bir kurulun, sözü edilen malı sabit bir fiyattan alıp satacağını ilan etmesi halinde farklı gelişmeler yaşanacaktır. Fiyatın yükselebileceği en yüksek düzeyden ellerindeki malı satan spekülatörler hem bunu alma konumundaki kurumun elinde büyük bir stok birikmesine sebep olacaklar hem de piyasada hedeflenen fiyatın üzerinde bir fiyat oluşturacaklardır. Böyle bir gelişme bu malın spekülatörlerce toplanmasına yol açacaktır. İstikrarı sağlamak isteyen organ, bu aşamada da hala fiyatları kontrol ederek bedelin düşük düzeyde olmasını sağlamaya çalışırsa, stoklarını tüketme durumu ile karşı karşıya kalacaktır (Karabulut, 2002: 86-87). Paul Krugman’ın 1979 tarihli çalışması da finansal kriz literatüründe yapılan ilk çalışma olarak kabul edilmektedir. Krugman’ın bu çalışmasında, sabit döviz kuru sisteminin olduğu bir ekonomide, bütçe açıklarının kapatılmasında parasal genişlemeye başvurulmasının yaratacağı sonuçlara dikkat çekilmektedir. Bütçe açıklarının parasal genişleme ile kapatılması durumunda ortaya çıkan ek para dövize yönelmekte, böylece parasal otoritenin uluslararası rezerv düzeyi erimektedir. Çünkü bütçe açığı ile birlikte parasal genişleme sürecinin süreklilik kazanması sonucu dövize olan talebin artması, uluslararası rezerv düzeyinin de aşamalı olarak azalmasını beraberinde getirmektedir. Rezerv düzeyindeki bu azalma ise spekülatörleri dövize saldırı için teşvik etmektedir. Böyle güçlü bir güdü ile hareket eden spekülatörler Krugman’a göre kesinlikle uluslararası rezervler sıfırlanmadan önce harekete geçecek ve sabit döviz kurunu sürdürülemez hale getirecektir (Krugman, 1979: 311-312). 5 Nitekim Latin Amerika’da 1980’lerin başında yaşanan bir dizi krize dayanarak genelleştirilen geleneksel ortodoks görüşe göre krizlerin temel nedeni Krugman’ın da ifade ettiği gibi ekonomide hızla artan devlet harcamalarının kamu maliyesinde yaratığı açıklar ve bu açıkların para basarak finanse edilmesinin neden olduğu döviz rezervlerindeki azalma olmuştur. Döviz rezervlerindeki düşüş belli bir düzeye ulaştığında, sabit döviz kurunun sürmeyeceği görüşünün piyasaya hakim olmasıyla birlikte, spekülatörlerin dövize yönelmesi kurun çökmesine yol açarak ulusal para birimi öteki paralara göre değerini önemli ölçüde kaybetmiştir. Kriz öncesinde, bu ülkelerin hemen hemen hepsinde fiyat artışlarıyla birlikte reel kur değerlenmiş ve cari dış açıklar önemli bir artış göstermiş olduğundan bu iki göstergedeki yükselmenin krizin en önemli göstergesi olduğu birinci kuşak kriz modellerinde genel kabul görmektedir (Sevim, 2012: 25). Birinci kuşak kriz modelleri, spekülatif saldırının oluşma zamanını belirlemeye yönelmiştir. Spekülasyonun ve para üzerindeki baskının nedeni, temel makroekonomik değişkenlerdeki olumsuz gelişmelerdir ve bu gelişmeler sayesinde döviz krizlerini öngörmek olasıdır. Merkez bankasının sahip olduğu rezerv düzeyi, spekülatif saldırının ortaya çıkmasında çok önemli rol oynamaktadır (Sevim, 2012: 25). Örneğin, 1982 Meksika krizinde birinci kuşak kriz modellerinin temel unsurlarının yer aldığı dikkat çekmektedir. Sabit kur sistemi, tutarsız ve sürdürülemez makroekonomik politikalar ile azalan rezerv düzeyi yaşanan krizde etkili olan faktörler olarak ifade edilmektedir (Kansu, 2006: 82). 1998 Rusya krizinde de birinci kuşak kriz modellerinin temel unsurları görülmektedir. Rusya’da bütçe açığı ve hükümetin borç yüküne bağlı olarak gelecekte parasal genişlemeye gidileceği ve Ruble’nin değer kaybedeceği beklentisi krizin en temel nedenleri arasında gösterilmektedir (Altıntaş ve Öz, 2007: 21). Birinci kuşak kriz modellerine getirilen eleştiriler şunlardır: Birincisi, Merkez Bankası’nın bir spekülatif atakta döviz açığını kapatabilmesi konusundaki sert tutumudur. Merkez Bankası bir kriz esnasında dışarıdan döviz alabilir, dolayısıyla rezervlerini yüksek tutabilir. İkincisi, bir kriz durumunda sabit kurun kaldırılacağını düşünen spekülatörler çok aktif davranırken Merkez Bankası’nın pasif kalmasıdır. 6 Üçüncüsü ise Merkez Bankası’nın dalgalı kura daha kolay yumuşak biçimde geçebileceğidir (Saxena, 2004: 326). 1.2.2. İkinci Kuşak Kriz Modelleri 1992-1993 yıllarında Avrupa’da ortaya çıkan krizler öncesinde makroekonomik dengelerde bir bozulma olmaması, Avrupa’da ortaya çıkan krizin makroekonomik problemlere vurgu yapan birinci kuşak kriz modelleriyle açıklanamaması sonucunu doğurmuş ve para krizlerinin ortaya çıkışında farklı nedenler arayan modeller üzerinde durulmaya başlanmıştır (Akçağlayan, 2005: 115). Obstfeld (1986 ve 1994) tarafından geliştirilen ve İkinci Kuşak Kriz Modelleri olarak adlandırılan bu modellerde, politikaların amaç ve hedefleri arasında yaşanan çelişkiler ve gerilim durumunda veya politika belirsizlikleri ortamında, iktisadi ajanlarının beklentilerinin, iktisadi sonuçları değiştirecek ölçüde önemli etkileri olduğu ileri sürülmektedir. 19921993 Avrupa Para Krizi’nden sonra ortaya çıkan bu modellerde, para krizine makroekonomik politikaların sürdürülebilirliği ile ilgili beklentilerde ortaya çıkan değişikliklerin neden olduğu savunulmaktadır (Delice, 2003: 65). İkinci kuşak modellerinin “beklentilerin kendi kendini beslemesi” ve “çoklu denge” olmak üzere 2 temel özelliği bulunmaktadır. Bu iki özellik, parasal krizlerin sebepleri hakkında yeni bir bakış açısı sunmaktadır. Çoklu denge, sabit döviz kuru politikasının sürdürülebilirliği ile ilgili şüphe olmadığı halde, piyasa katılımcılarının başarılı bir spekülatif atağın mevcut politikayı değiştirebileceğine inandıklarında ortaya çıkar. Mevcut makroekonomik büyüklüklerden çok, gelecekteki makroekonomik büyüklükler dikkate alınmaktadır. Gelecekteki makroekonomik büyüklüklerin sabit döviz kur politikası ile uyuşmayacağı yönünde bir beklenti oluşur. Bu durum kendi kendini besleyen krizlere ortam hazırlamaktadır. Modellerde sabit döviz kur rejiminin çöküşü, ekonomik bir sürecin kaçınılmaz sonucu olarak değil; politik bir tercih olarak kabul edilmektedir (Bastı, 2006: 12). Krizlerin bileşenleri ise şu şekilde sıralanabilir (Özatay, 1998: 10): Kamunun sabit döviz kur politikasını sürdürmek istemesin mutlaka bir nedeni bulunmaktadır, 7 İzlenilen sabit döviz kuru politikası nedeniyle katlanılmış olan maliyet sabit kurdan çıkmayı zorlaştırmaktadır, İktisadi birimlerin beklentileri önem kazanmaktadır. İkinci kuşak kriz modellerinde iktisadi birimlerin politikaları ve göstergeleri nasıl değerlendirdiği, yani beklentiler ön plana çıkmaktadır. Rasyonel beklentiler teorisine göre, iktisadi birimlerin beklentileri izlenilen politikaların sonuçlarını etkilemektedir (Eren ve Süslü, 2001:663). İktisadi birimlerin devalüasyon beklentileri bir taraftan faizleri yükselterek kurun çökmesine neden olabilmekte diğer taraftan da faizler, fiyatlar yoluyla enflasyona ve kamu bütçelerinin bozulmasına yol açarak kur politikasının sürdürülebilmesini engelleyebilmektedir (Obstfeld, 1996: 1037). İkinci kuşak kriz modellerine göre, Avrupa ülkelerinde meydan gelen devalüasyonların nedeni, talepte meydana gelen yetersizliğe bağlı olarak oluşan işsizlikten kaynaklanmaktadır. Ülkeler, işsizliğin politik maliyetleri ile devalüasyon yapmanın politik maliyetleri arasında tercih yapmak zorunda kalmışlardır. Hükümetin işsizlik konusundaki endişesi, devalüasyon beklentisini artırarak spekülatif bir atak için zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla ikinci kuşak kriz modellerinde krizin politik bir tercihin sonucu olarak ortaya çıktığı vurgulanmaktadır (Obstfeld, 1986: 74). Sonuç olarak ikinci kuşak kriz modelleri üzerinde yapılan çalışmalar, uygulanan ekonomik politikalar ile döviz kuru rejimlerinin uzun vadedeki çelişkileri sonucunda ortaya çıktığını göstermektedir. Ancak kendi kendini besleyen krizler, sürü psikolojisi, krizlerin bulaşması, piyasa manipülasyonu gibi durumlar piyasadaki ekonomik birimlerin hiçbir suçu yokken ortaya çıkabilmektedir (Akdiş, 2000: 97). 1.2.3. Üçüncü Kuşak Kriz Modelleri Krugman (1979) tarafından ortaya atılan, Flood ve Garber (1984) tarafından daha net bir şekilde detaylandırılan birinci kuşak kriz modelleri, krizleri devletin bütçe açıklarını para basarak kapatma isteğinin ve sabit kur rejiminin çökmesi halinde sermaye kaybına uğramamayı (veya sermaye kazancı elde etmeyi) düşünen yatırımcıların döviz rezervleri kritik bir seviyenin altına indiğinde başlattıkları spekülatif 8 saldırını sonucunda oluşan bütçe açıklarının ürünü olarak açıklamaktadır. Obstfeld (1994) tarafından açıklanan ikinci kuşak kriz modelleri ise krizlerin sabit döviz kuru politikasına bağlılık ile genişletici bir para politikası uygulamak arasında yaşanan çatışma ve yatırımcıların devletin kuru dalgalanmaya bırakacağı yönünde duyduğu endişenin faiz oranları üzerinde yarattığı baskının ürünü olduğunu söylemektedirler (Krugman, 1999: 1-2). Birinci ve ikinci kuşak kriz modelleri 1997-1998 yıllarında Asya ülkelerinde yaşanan krizleri açıklamada yetersiz kalmıştır. Kriz öncesinde söz konusu ülkelerin mali göstergeleri iyi olarak değerlendirilmiştir. Bu krizde başka faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Bu nedenle, hem yaşanan krizi anlamak hem de gelecekte yaşanabilecek benzer krizlere karşı uyarılarda bulunmak açısından üçüncü kuşak bir kriz modeline ihtiyaç duyulmaktaydı (Krugman, 1999: 2). 1997 yılında Tayland’ın ulusal parasını devalüe etmesi ile başlayan Asya Krizi Güney Kore, Tayland ve Endonezya başta olmak üzere birçok Asya ülkesinin ekonomisini derinden etkilemiştir. Asya ekonomileri sermaye ithaline dayalı büyüme modeli izlemişlerdir. Faiz oranlarını yüksek tutarak, yabancı yatırımcıyı ülkeye çekmişler ancak bu sermayenin kısa vadeli olması bu ekonomileri krize sürüklemiştir. Yine faiz oranlarındaki yükseklik üretim sektörünü borçlanma maliyetlerindeki artışla etkilemiştir. Başta Tayland olmak üzere birçok Asya ülkesini derinden etkileyen kriz hem bankacılık hem de para krizinin bir arada yaşandığı ikiz kriz modelini sergilemiştir. Krizin derinleşmesinde söz konusu ülke ekonomilerinin finans piyasalarının derin olmaması, bankacılık mevzuatındaki boşluklar, kredi geri dönüşlerinde yaşanan sorunlar da önemli rol oynamıştır (Aktaran: Sarpkaya, 2009: 33). Asya krizini farklı boyutları ve özellikle krizi tetikleyen faktörlerin kamu sektöründen ziyade özel sektörde yaşanılan sorunlar olması üçüncü kuşak kriz modelinin oluşmasında temel etken olmuştur (Aktaran: Özdemir, 2007: 30). Üçüncü kuşak kriz modellerini, birinci ve ikinci kuşak kriz modellerinden ayıran en belirgin özelliği, sadece döviz krizlerini açıklama üzerine yoğunlaşmamış olmasıdır. Üçüncü kuşak kriz modellerinden bir kısmı döviz krizlerini bankacılık krizleri sonucu meydana gelen oluşumlar olarak kabul ederlerken, bir kısmı da tersini savunmuşlardır. Yine 9 bazı çalışmalarda bankacılık ve döviz krizlerinin birlikte yaşanabileceği ortaya konulmuş ve bu tip krizler “ikiz kriz modelleri” olarak da adlandırılmıştır. Ayrıca döviz krizlerinin bankacılık krizlerini önleme çabalarının bir sonucu olarak meydana gelebileceği görüşü de vardır (Berlemann vd, 2002: 11). Anzuini ve Gandolfo (2000) üçüncü kuşak kriz modellerini kategorize etmek için üç temel etken üzerinde durmuşlardır. Bunlar; Ahlaki Tehlike, Finansal Kırılganlık, Bilanço Denkliği’dir. Ahlaki Tehlike: Üçüncü kuşak kriz modellerinde ilk aşama olarak ahlaki tehlike önemli bir rol oynamaktadır. Finansal aracıların yükümlülükleri için var olan devlet garantilerinin ciddi ahlaki tehlike sorunlarına neden olduğu uzun zamandır bilinmektedir (Frexias ve Rochet, 1999: 267-268). Diğer taraftan devlet garantileri, aracıların yüksek riskli yatırım stratejilerinde ısrar etmeleri için önemli bir teşviktir. Yatırım projesinin zararla sonuçlanması durumunda bu zarar ekonominin geneline yayılırken, yatırımlardan sağlanacak kar ise yatırımda bulunanlara gidecektir. Finansal aracıların riskli yatırımlarında bu kadar ısrar etmelerinin nedeni ise, mevduatları devlet garantisi altında olan mevduat sahiplerinin mevduatlarını yatırdıkları kurumları kontrol etme ihtiyacı duymamalarıdır. Dolayısıyla, finansal aracıların pasiflerine yönelik bir garanti politikası gütmeyi düşünen hükümetlerin, öncelikle bu politikaya uygun bir bankacılık düzenleme ve denetleme sistemini hayata geçirmeleri gerekmektedir (Berlemann vd, 2002: 12). Ahlaki tehlikenin önemli bir rol oynadığı modellerden bir tanesi Dooley tarafından 1997 yılında geliştirilmiştir. Dooley’in modelinde hükümetler bir taraftan rezerv varlıklarla ilgilenirken (örneğin, ulusal tüketimlerine karşı gelebilecek şoklara karşı bir sigorta olması için), diğer taraftan ise nihai kredi mercii olarak yurtiçi finansal sektörün korunmasıyla ilgilidir. Dooley (1997) bu modelde kredi kısıtı olan hükümetlerin diğer devletlerden, uluslararası organizasyonlardan sağladıkları kredi ya 10 da döviz rezervi gibi bir teminat göstermeksizin uluslararası para piyasasında borçlanamayacaklarını varsaymıştır. Yine bu modelde net varlıklar pozitif olmadıkça (net varlıklar toplam varlıklardan bağlı olmayan borçların çıkarılmasıyla bulunur), hükümetler yurtiçi bankacılık sektörüne yönelik bir likidite sigortası uygulamasına başlayamayacaklardır. Dooley’in modeline (1997) benzer şekilde; Krugman (1999), yeterli bir bankacılık denetleme ve düzenleme sistemine sahip olmayan bir ülkede finansal sektöre yönelik hükümet garantilerine bağlı ahlaki tehlikenin sonucu olarak sabit döviz kuru rejiminde çöküş olabileceğini savunmuştur. Finansal Kırılganlık Yaklaşımı: Üçüncü kuşak kriz modellerinde ikinci önemli yaklaşım, krizleri bankalardan kaynaklanan likidite sıkışıklığının bir sonucu olarak gören finansal kırılganlık yaklaşımıdır. Döviz krizlerine ilişkin literatürde, bankacılık krizleri ilk defa bu yaklaşım ile ele alınarak, kırılgan bir yapıya sahip bir finansal sektörün yaratabileceği sonuçlar incelenmiştir. Sistematik bankacılık krizleri kaynakların daha az etkin kullanımına neden olacaktır. Doğrudan bütçe üzerine olan etkilerinin yanında, istikrar programlarında sapmalar veya yapısal reformlarda gecikmeler gibi ek maliyetleri de olacaktır. Bunun yanı sıra, derin bir finansal sisteme sahip olmayan gelişmekte olan ekonomilerde ve geçiş ekonomilerinde, finansal sistemin neredeyse tamamına yakınını bankacılık kesimi oluşturmaktadır ve bu durum bankacılık kesiminin önemini daha da artırmaktadır (Aktaran: Özdemir, 2007: 34). Bilanço Denkliği Yaklaşımı: Bilanço denkliği yaklaşımı, yıllık üretim, mali denge, cari işlemler dengesi gibi akım değişkenlerle ilgilenen geleneksel analizlerin aksine, borç, döviz rezervleri gibi ekonominin stok değişkenleri ile ilgilenmektedir (Allen vd, 2002: 12). Krugman (1999) çalışması, bilanço denkliğindeki bozulmaların, finansal krizler üzerinde önemli bir etkiye sahip olabileceğini vurgulayan ilk çalışmalardan biridir. Bu çalışmaya göre, yabancı para cinsinden borçlanmaların kurdaki hareketler neticesinde çok önemli meblağlara ulaşması başta Endonezya olmak üzere Asya ülkelerinde özel sektörün kırılganlığını artırarak Asya krizinin gelişiminde önemli bir etken olmuştur. Sermaye yapıları, azalan satış oranları, yüksek faiz oranları ve döviz kuru değer kayıpları gibi faktörlere bağlı olarak finansal durumları aşı- 11 nan firmaların bu bilanço problemleri, bir noktadan sonra bankaların geri ödenmeyen kredilerinde önemli artışlara sebep olmuştur (Aktaran: Özdemir, 2007: 36). 1.3. Finansal Kriz Türleri Finansal krizler genel olarak para, bankacılık, dış borç ve sistematik krizler olmak üzere dört başlık altında incelenmektedir. Ayrıca finansal krizler, kaynaklandıklara sektöre göre: özel-kamu ve bankacılık-şirket krizleri; dengesizliklerin yapısına göre: akım dengesizlikler (cari hesap ve bütçe dengesizlikleri) ve stok dengesizlikler (varlıklar ve yükümlülüklerin uyumsuzluğu) ve bu dengesizliklerin kaynaklandığı finansmanın vade yapısına göre: likidite krizi ve borç ödeyememe krizi şeklinde de sınıflandırılabilmektedir. Ancak uygulamada ve özellikle gelişmekte olan ekonomilerde yaygın olarak görülen finansal krizler temel itibariyle; para, bankacılık, dış borç ve sistematik finansal krizler olarak isimlendirilmektedir (Korkmaz ve Tay, 2011: 112). 1.3.1. Para Krizleri Para krizleri, spekülatif fonların çok hızlı bir şekilde ülkeyi terk etmeye başlaması ve merkez bankasının desteklerine rağmen mevcut döviz kurunun sürdürülemeyerek, ulusal paranın devalüe edilmesi veya tamamen dalgalanmaya bırakılması şeklinde ortaya çıkan krizler şeklinde tanımlanmaktadır (Ekşi, 2007: 6). Para krizlerinin temelde iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hükümetlerin uyguladığı yanlış politikalarla ilgilidir. Eğer ülkede sabit kur politikası uygulanıyorsa, bütçe açıklarının finansmanı açısından para basılması enflasyonun artmasına neden olarak yabancı paraya olan talebi artırmakta ve ülkenin döviz rezervlerini azaltmaktadır. Bu durum da beraberinde spekülatif atakları getirmektedir. İkinci neden ise, sabit kur politikası izleyen hükümetlerin kendi para birimlerinin değerini korumak için para politikalarını uygulama mecburiyetinde kalmaları sonucu faiz oranlarının yükselmesi ve böylece ekonominin yavaşlamasıdır. Dolayısıyla ulusal para aşırı değerlenmiş olmakta ve para üzerinde spekülatif ataklar meydana gelmektedir (Uslu, 1999: 427). 1990 sonrası dönemde gelişmekte olan ülkelerde yaşanan para krizlerinin genelinde, krizi tetikleyen unsur yüksek sermaye hareketliliğidir. 12 Teorik olarak, sermaye akımlarındaki bir tersine dönme para krizlerini başlatabilmekte ve dış finansman kaynaklarının tükenmesinden dolayı cari işlemlerdeki açıklarda bir azalmayı da beraberinde getirebilmektedir. Sermaye hesabı krizlerinin en önemli iki bileşeni, yüksek miktarlardaki sermaye girişleri ve bu sermaye içerisinde kısa vadeli kredilerin ağırlığının yüksek olmasıdır. İşte söz konusu bu iki faktör para ve bankacılık krizlerine neden olmaktadır (Delice, 2003: 60). Para krizlerine yönelik olarak farklı sınıflandırmalar yapılmaktadır. Bunlardan bir ayrıma göre, para krizleri ödemeler dengesi krizi ve döviz krizi şeklinde iki alt başlık altında incelenmektedir. Sabit kur sistemi uygulayan ülkelerdeki para krizleri ödemeler dengesi krizi olarak adlandırılmakta ve döviz rezervi azalmaları üzerine yoğunlaşılırken, esnek kur sistemi uygulayan ülkelerdeki krizler döviz krizi olarak nitelendirilmekte ve rezerv azalmaları yerine kur değişmelerine odaklanılmaktadır (Kibritçioğlu, 2001: 175). Başka bir ayırıma göre ise para krizleri üç ayrı kategoride değerlendirilmektedir. Birinci kuşak modelleri olarak bilinen ilk kategoride, para krizleri tutarsız makro ekonomi politikalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak görülmektedir. Örneğin Krugman, para krizlerinin artan bütçe açıklarının bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. İkinci kategoride ise, ülkelerin uluslararası rezervlerinin tükenmesiyle, para otoritelerinin sabitlemeyi terk etmeleri yer almaktadır. Bulaşma modelleri olarak tanımlanan üçüncü kategoride ise para krizleri, yerel ekonomi ile diğer ülkeler arasındaki ilişki çerçevesinde açıklanmaktadır (Aktaran: Ekşi, 2007: 7). 1.3.2. Bankacılık Krizleri Bankacılık krizleri, genellikle bankaların gerçek veya potansiyel iflasları ve asli fonksiyonlarını yerine getirmedeki başarısızlıkları sonucunda ortaya çıkmaktadır. Mevduat bankalarının işlem yaptıkları finansal araçları çevirme kabiliyetlerini kaybetmeleri veya ani fon geri çekilişlerine maruz kalmaları durumunda nakit sıkıntısı ve hatta geri ödeyememe durumuna düşmeleri sonucunda ortaya çıkan bankacılık krizi olarak tanımlanmaktadır (Varlık, 2002:163). 13 Bankalar parasal işlemlere aracılık eden ve borç ve yükümlülükler ihraç eden kuruluşlar olduğu için çok likit yükümlülüklere ve borçlara sahiptir. Ancak, bankaların varlıkları yükümlülükleri kadar likit değildir. Dolayısıyla, güven unsurunun çok önemli olduğu bankaların yapısı, varlık ve yükümlülükleri arasında ki bu dengesizlik nedeniyle istikrarsızlığa her zaman açıktır. Bankacılık sektörü yüksek riskle çalışan bir sektördür. Bankaların karşı karşıya olduğu risklere ilişkin çok çeşitli sınıflandırmalar olmakla birlikte, genel olarak likidite riski, kredi riski, faiz oranı riski, kambiyo riski, operasyon ve teknoloji riski, yasal düzenleme riski ve ülke riskinden söz edilebilir. Bankaların tek tek karşılaştığı risklerin yanı sıra sistemik risk de söz konusudur. Sistemik risk ise tek tek bankaların ödeme güçlüğü içine girmesine veya iflasına yol açabilen, daha sonra da sistemin tamamına yayılarak bankacılık krizlerinin çıkmasına neden olabilen risktir. Eğer riskin ortaya çıktığı anda alınacak önlemler yetersiz kalırsa kriz kaçınılmaz hale gelmektedir. Bazı bankalara olan güvenin kaybolması veya bankaların ödeme güçlüğü ile karşılaşması halinde bankalardan bir mevduat çekilişi yaşanması kaçınılmazdır. Bu mevduat çekilişlerini bankalar varlıklarını çok düşük fiyattan nakde çevirerek veya çok yüksek maliyetle borçlanarak karşılayabilirler. Bankaların aldığı önlemlerin yetersiz kalması ve merkez bankalarının da son kredi verme mercii olarak sorunu çözememesi durumunda birçok banka iflasla karşılaşabilir ve sonuçta bir bankacılık krizi ortaya çıkabilir. Bankacılık krizinin nedenleri genellikle şu şekilde belirtilmektedir (Günal, 2007: 229-230): Makroekonomik Şoklar: Makroekonomik istikrarsızlık bankacılık sektörü dengesizliklerinin temel nedeni olarak gösterilmektedir. Varlık fiyatlarının özellikle emlak fiyatlarının altüst olması, faiz oranlarındaki keskin artışlar, döviz kurundaki düşüş veya süregelen durgunluk bankacılık sektörünü de etkileyebilmektedir. Aslında belirtilen ilişkiler birbirleriyle ilişkilidir. Bu zorluklara ek olarak geçiş ekonomilerinde nispi fiyatlardaki fiyatlarda ki sert kaymalar veya sübvansiyonların kaldırılması bankacılık sektörünün etkisinin fazla olduğu sektörlerde daha fazla hissedilebilmektedir. İçsel makroekonomik bozukluklar ekonominin genişleme döneminde de görülebilir. Bankalar bu dönemde iyimser havanın da etkisi ile yeni projelere kaynak sağlar. Borçlanma sürecinde gayrimenkul sahipleri varlıklarının fiyatını yükseltince tüketimin refah etkisi ile birçok iktisadi faaliyetin karlılığı artar (Coşkun, 2001: 42). 14 Dolarizasyon ve Açık Pozisyon: Günümüz iktisat literatüründe kısmi dolarizasyon, para talebi dinamikler ile özellikle de dolarizasyon ve enflasyon arasındaki ilişki çerçevesinde “para ikamesi” kavramı olarak ilişkilendirilmiştir. Bu kapsamda dolarizasyon ya da zaman zaman aynı anlamda kullanılan para ikamesi, ödeme ve hesap birimi olarak işlemlerde yabancı para cinsinden varlıkların kullanılmasıdır (Serdengeçti, 2005: 3). Öte yandan özellikle gelişmekte olan piyasalarda yakın geçmişte sıkça yaşanan bankacılık krizleri, iktisat literatürüne varlık dolarizasyonunun yanı sıra “yükümlülük dolarizasyonu” kavramını da eklemiştir. Yükümlülük dolarizasyonu; ülkedeki bankacılık ve kamu kesimi dahil olmak üzere tüm ekonomik birimlerin, yabancı para cinsinden büyük miktarda yükümlülüklerinin bulunmasıdır. Bankaların, döviz kurlarında yaşanan ani değişikliklerden dolayı da zarara uğrama riskleri bulunmaktadır. Bankaların kriz zamanında, açık pozisyonda yakalanmaları döviz cinsinden borçlarının artmış olduğunu göstermektedir. Böylece, bankaların ödemekle yükümlük oldukları borçları da kendiliğinden artmış olacaktır (Çinko, 2009: 71). Uluslararası Faiz Oranındaki Dalgalanmalar: Uluslararası faiz oranındaki dalgalanmalar, gelişmekte olan ülkelerin fon maliyetlerini etkilemekte ve yatırımların nispi önemini de değiştirmektedir. Uluslararası faiz oranındaki hareketler, ülkelere giren özel sermaye hareketlerindeki artışta dalgalanmaya neden olmaktadır. Ülkeye giren yabancı sermaye girişlerinin yeterince sterilize edilmemesi, banka mevduatlarını aşırı derecede yükseltmekte ve bankaların mevduatlarının daha az güvenilir krediler şeklinde kullanılmasına neden olmaktadır. Örneğin, Güney Doğu Asya Krizi’nde ülkeye giren yabancı sermayenin açık piyasa işlemleriyle yeterince emilmemesi, bankaların ödünç verilebilir fonlarının riskli yatırımlara yönelmesini sağlamıştır. Genişleme süreci sona erdiğinde ise, istikrarsızlık kaynakları finansal sistemi olumsuz yönde etkilemeye başlamaktadır. Güven kaybı sonucunda sermaye hareketlerinin beklenmedik şekilde ülkeyi terk etmesi ve banka mevduatlarında ki ani çekilişler, bankalarının varlıklarının zarar görmesine neden olacaktır. Reel döviz kurlarındaki volatilite, bankaların yükümlülükleri ve varlıkları arasında döviz kuru ve vade uyumsuzluğu olduğunda bankalar üzerinde doğrudan etkiye neden olurken; kredi 15 talep eden banka müşterilerinde dolaylı olarak büyük kayıplara yol açmaktadır. Yapılan birçok araştırmada enflasyon oranındaki yüksek değişkenliğin, reel döviz kurundaki artışın ve devalüasyon riskinin bankaların yükümlülüklerini artıracağından kırılganlığa neden olacağı ifade edilmektedir (Karagül ve Masca, 2013: 46). Sermaye Akımlarındaki Ani Durulmalar: Ülke faiz oranlarındaki artışın sonucunda karlılığın azalması ve ülkeye duyulan güvenin kaybolması sonucunda beklenmedik bir şekilde sermaye çıkışı yaşanabilir. Ani mevduat çekilişleri bankaların karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden biridir (Çinko ve Ak, 2009: 72). Gelişmekte olan ülkelerde sermaye akımlarındaki ani durmaları inceleyen teorik modeller, genellikle uluslararası sermaye piyasalarındaki aksaklıklara ilişkin iki varsayım üzerine kurulmaktadır. Bu varsayımlardan birincisi, piyasada borçluların borçlanma kısıtlarına tabi olmalarıdır. İkincisi ise, piyasada eksik bilgiden kaynaklanan bilgi maliyetinin olması ve borçlunun bir risk primi ile karşılaşmasıdır (Varlık, 2006: 79). Banka Yönetimi Problemleri: Bankacılık krizlerinin altında yatan bir diğer neden ise yönetim ve düzenleme konusunda yaşanan problemlerdir. Bu problemler daha çok ülkelerin finansal yapılarının liberalleşmesi sürecinde bankaların yeni iş sahalarına girmesi ve kendileri ile ilgili olmayan yatırımlara yönelmesi durumunda ortaya çıkmaktadır (Erdoğan, 2006: 27). Bankaların iyi kredi ve iç risk yönetimi sistemlerini korumalarını sağlama banka yöneticileri ve müdürlerin işidir. Yetersiz yönetim sıklıkla banka iflaslarının önde gelen nedeni olarak ifade edilmektedir. Dolayısıyla bankaların varlıklarını sürdürebilmesi ve karlılıklarının artırılmasında tutarlı, gelişmelere kolay uyum sağlayabilen ve hızlı, doğru kararlar alabilen profesyonel bir yönetim şarttır. Banka yöneticileri mali piyasalardaki gelişmeleri iyi analiz edebilmeli, kaynakları doğru kullanabilmeli, doğru stratejik planlar yapabilmelidir (Uyar, 2003: 57-58). 16 1.3.3. Dış Borç Krizleri Bir ülkenin kamu veya özel kesime ait dış borçlarını ödeyememe durumu dış borç krizi olarak adlandırılmaktadır (Delice; 2003: 61). Alınan dış borçların verimli alanlara yönlendirilememesi, bu borçların tüketim finansmanında kullanılması veya verimsiz, geri dönmesi yüksek risk taşıyan uzun vadeli yatırımlara aktarılması nedeniyle, bu borçların geri ödeme vadesi geldiğinde ekonomik sistemin bütün olarak sıkıntıya düşmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır (Ekşi, 2007: 10). Dış borç krizlerinin özellikleri şunlardır (Çalışkan; 2003: 226): Dış borçların geri ödenmesinde yaşanan güçlük geçici bir süreçtir. Ülke borçlarını geri ödeme gücüne sahip olduğu halde yükümlülüklerinden kaçınmak isteyebilir. Ülke kıt kaynaklarını yatırım ve üretim gibi alanlara tahsis edip, bunun cezai yaptırımına katlanmak suretiyle geri ödemelerini askıya alabilmektedir. Bu durum kıt kaynakların öncelikli alanlara tahsis ve tercihi olarak da değerlendirilmektedir. Dış borç krizi borçlu ülkenin beyanı ile başlamaktadır. Bir ülkede başlayan likidite krizi küresel anlamda finansal sisteme önemli zararlar verebilirken, dış borç krizi ile karşı karşıya kalan bir ülkenin sadece alacakları bu durumdan olumsuz etkilenmektedir. Özellikle ülkelerin dış borçlarını çevirmek ve dış kredi bulma konusunda sıkıntıya düşmesi nedeniyle yükümlülüklerini ertelemesi şeklinde ortaya çıkan dış borç krizi, kamu sektörünün ödeme yükümlülüğünü yerine getiremeyeceği şeklinde bir risk algılaması sonucunda özel sermaye girişlerinde bir sıkıntıya yol açabilmektedir (Doğan, 2005: 5). 1.3.4. Sistematik Finansal Krizler Sistematik finansal krizler, finansal sistemde ortaya çıkan ve finansal sistemin varlık değerlemesi, kredi tahsisi ve ödemler gibi önemli fonksiyonlarını olumsuz 17 etkileyen bir şok biçimde tanımlanmaktadır. Bu tür krizler ekonomik, siyasal, hukuksal ve sosyal yaşamın yapısından kaynaklanmaktadır. Sistematik finansal krizler bir döviz krizini kapsarken; döviz krizleri her zaman sistematik finansal krizlere yol açmamaktadır. Sistematik finansal krizlerin temelinde likidite sorunları olmakla birlikte, ülke borcunun aşırı artması, mevduat sigorta sisteminin kötüye kullanılması, Merkez Bankası’nın piyasaya likidite sunmadaki başarısızlığı ve finans kesiminin dışından kaynaklanan şoklar krizin göstergeleri olarak sıralanmaktadır (Doğan, 2005: 5-6) Sistematik finansal krizlerde bir yayılma süreci vardır. Bir ülke, kurum veya işletmedeki sorunlar neoliberal sistemin bir sonucu olarak diğer ülke, kurum ve işletmelere kolaca yayılmaktadır. Örneğin Asya krizinde başlangıçta şirket iflasları Kore ve Tayland’da gözlemlenirken, bu durum kısa bir süre sonra bölge ülkelerin finansal piyasalarına yayıldığı görülmüştür (Özer, 1999: 35). Para ve bankacılık krizlerini de içine alan sistematik finansal krizler, finansal sistemin temel fonksiyonlarını etkin olarak yerine getiremediği ve ekonomik faaliyetleri büyük ölçüde olumsuz etkileyen krizler olarak da görülmektedir (Delice, 2003: 62). 1.4. Finansal Krizin Nedenleri Finansal krizlere neden olan faktörler şu şekilde sıralanabilir: Finansal Liberalizasyon Sabit Döviz Kuru Sistemleri Aşırı Borçlanma Enflasyon 1.4.1. Finansal Liberalizasyon Finansal liberalizasyon kavramı 1970’lerin başında Bretton-Woods sisteminin yıkılması ve devletin ekonomiye müdahalesine bir tepki olarak McKinnon (1973) ve Shaw (1973) önderliğinde ortaya çıkmıştır. McKinnon ve Shaw finansal kesimdeki 18 liberalleşmenin ekonomik büyümeyi artırıcı etkilerinin olacağını iddia etmişlerdir (Kayacan, 2004: 35). Teorik temellerini Stanford Okulu’nun tanınmış iktisatçılarından McKinnon (1973) ve Shaw (1973)’ın çalışmalarından alan finansal liberalizasyon kuramı Neoklasik finans teorisinin gelişmekte olan ülkelere uyarlanmış versiyonudur (Williamson ve Mahar, 1998:8). Finansal baskı ekolünün temsilcileri olan McKinnon-Shaw ve takipçilerine göre hükümetlerin finans piyasaları üzerinde uyguladıkları finansal baskı politikaları ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir. Finansal baskı ise piyasa denge faiz oranı altında bir tavan belirlenerek reel faizlerin yükselmesinin önlenmesi olarak adlandırılmaktadır (Atamtürk, 2003: 43). Finansal liberalizasyon; genellikle hükümetlerin gelişmiş ülkelerin uluslararası finansal faaliyetlerini kendi ülkelerine çekmek için bankacılık ve finans sistemi üzerindeki denetim ve kısıtlamaları kaldırdığı ya da önemli ölçüde azalttığı deregülasyon uygulamalarının bir sonucu olarak gösterilmekte ve ekonomilerin uluslararası sermaye akımlarına açılma süreci olarak tanımlanmaktadır (Durusoy, 2004: 1). Bununla beraber finansal liberalizasyon kredi kontrollerinin kaldırılması, faiz oranlarının serbest piyasada belirlenmesi, bankacılık ve geniş anlamda finansal sektöre giriş serbestliği, banka özerkliği, bankaların özel mülkiyeti, uluslararası sermaye hareketlerinin liberalizasyonu olarak tanımlanabilir (Kar ve Taş, 2003: 180). 1980’lerin ortalarından itibaren yükselen küresel finansal dalga sermayenin kazanç alanı genişletmiştir. Bu bağlamda sermayenin yeni kazanç alanını daha çok gelişmekte olan ülke ekonomileri olmuştur. Gelişmekte olan ülkeler dayatılan yapısal uyum programları liberalizasyon, deregülasyon ile uluslararası mal ve sermayeye karşı geliştirdikleri politik araçlar zayıflatılmış; bu ülke ekonomilerinin küreselleştirilmesi hedeflenmiştir. Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yönelen sermaye akımları bazı ülkelerde yüksek büyüme oranlarını gerçekleştirmişse de kalıcı olmamış; aksine bu ülkelerin ekonomilerini kırılganlaştırmış, kriz üretir yapısını oluşturmuştur (Bakırtaş ve Karbuz, 2004: 98). 19 Finansal serbestlik politikalarının gündeme geldiği 1970’lerin başından itibaren yapılan akademik araştırmalar, 1980’lerde dünya ülkelerinin büyük bir kısmında finansal sistemlerin ciddi bir şekilde deregülasyonu ile sonuçlanmıştır. Finansal piyasaların daha etkin ve baskılanmamış bir ortamda müdahalelerden uzak bir şekilde çalışması sonucuna yönelik liberalizasyon uygulamaları beraberinde ciddi riskler de getirmiştir. Faiz kontrollerinin kalkması, zorunlu rezervlerin azaltılması, piyasaya girişin hem yerli bankalar hem de yabancı bankalar için kolaylaştırılması, yerli paranın konvertibilitesinin sağlanması, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi iç ve dış finansal deregülasyon uygulamaları bankacılık sisteminin faiz, döviz kuru, likidite ve ödeyebilirlik risklerini önemli ölçüde artırmıştır (Karabulut, 2002: 41). McKinnon-Shaw hipotezi olarak bilinen finansal serbestlik politikaları her zaman olumlu sonuçlanmamaktadır. Örnek olarak, Latin Amerika’daki finansal baskı sürecinin ardından ağırlık kazanan ulusal sermaye piyasalarının liberalizasyonuna yönelik uygulamalar 1980’li yıllarda başarısızlıkla sonuçlanmıştır (Turgut, 2007: 40). Finansal baskının kaldırılarak kurumsal düzenlemeler yapılmadan finansal liberalizasyon politikalarına ağırlık verilmesi, finansal piyasaları krize açık hale getirmiştir (Williamson ve Mahar, 2002: 47). Ayrıca gelişmekte olan ülkelerin makro ekonomik koşulları sağlamadan finansal serbestleşmeye geçmesi ülkeye yarardan çok zarar getirdiği düşünülmektedir. Kısa vadeli sermaye akımları yüksek faizler sunularak cazip duruma getirilmektedir. Bu durum da kriz riskini artırmaktadır (Eren ve Süslü, 2001:665). 1.4.2. Sabit Döviz Kuru Sistemleri Sabit döviz kur sisteminde, ulusal paraların diğer ulusal paralarla değişim oranları yani diğer dövizler cinsinden fiyatı resmi otoriteler tarafından belirlenir ve uluslararası ödemelerde belirlenen bu fiyatlar esas alınır. Döviz arz veya talebinde herhangi bir değişiklik olup olmaması, döviz kuru üzerinde etkili olmamaktadır. Serbest bir döviz piyasasının mevcut olmadığı bu sistemde, döviz kurları sadece, gerek görüldüğü takdirde, hükümetler tarafından yükseltilir ya da düşürülürler (Arslan, 2005: 64). 20 Bu sistemde, döviz talebinde meydana gelen bir değişiklik, faiz oranları aracılığıyla ekonomik faaliyetleri etkilemektedir. Döviz kurunun değerlendiği durumda ithalat artarken, ihracat azalmakta ve bunun sonucunda bozulan cari işlemler dengesi dövize olan talebi artırmaktadır. Döviz kuru sabitlendiği için Merkez Bankası artan döviz talebini piyasaya döviz satıp karşılığında yerli parayı çekerek karşılayacaktır. Bu politika sonucu daralan para arzı faiz oranlarını artırıcı etki yapacak ve böylece ekonomik faaliyetler de yavaşlayacaktır (Gök, 2006: 132). Sabit döviz kuru sisteminin temel avantajı, beklenen kura ilişkin bir bilgi sağladığı için kur riskini azaltmaktır. Bunun sonucu olarak, yabancı yatırımlar ve uluslararası işlemler artar, azalan belirsizlik dolayısıyla sadece yabancı yatırımların gelişini değil, yerel ekonomik birimlerin uluslararası piyasalara girişimini de kolaylaştırır. Sistemin dezavantajları ise; sabit kurun sürdürülebileceğine ilişkin güven ortamı çok önemlidir. Bu güven zedelendiğinde ülke ekonomik krizlere açık hale gelir. Bir diğer dezavantajı, yerel paranın sabitlendiği yabancı ülkenin parasal politikalarından doğrudan etkilenme şeklinde ortaya çıkar. Bağlı olunan para cinsinin değerindeki ani değişimler ekonomiyi bir bütün olarak etkiler. Ayrıca, kur istikrarı hedefi olduğu için bağımsız bir para politikası uygulamak son derece güçleşir (Gök, 2006: 133). Kriz yaşayan ülkelerin hemen hemen hepsinde sabit kura dayalı istikrar programlarının risk etkisi bulunmaktadır. Bu risklerden ilki, bu tür programların sadece bankacılık sektörünü değil, toplumun tüm kesimlerine dövizle borçlanmaya yönlendirmesidir. İkincisi ve daha önemlisi ise reel döviz kurunun aşırı değerlenmesi tasarruflar aleyhine tüketimi ve ithalatı artırmaktadır. Bu da cari açık problemine neden olmaktadır (Turgut, 2007: 40). Cari açığın yaklaşmakta olan bir krizin temel göstergesi olduğu Stanley Fischer tarafından şöyle açıklanmaktadır: Gerçekleşen ve beklenen cari açık büyükse ülke devalüasyona davetiye çıkarıyor demektir (Fischer, 1988: 15). Ayrıca cari açık/GSYİH oranının %4’ü bulmasının bir ülkeyi kriz bakımından tehlikeli bölgeye taşıyacağı belirtilmektedir (Dombusch, 2001: 3). 1990’lı yıllardaki deneyimler, sabit kur politikası izleyen ve sermaye hareketlerine açık olan gelişmekte olan ekonomilerde parasal krizlerin arttığı görülmektedir (Mishkin, 1999: 8). Sabit kur nedeniyle sabit kur akımlarının sterilize edilememesi 21 reel kuru aşırı değerli duruma getirirken, sabit kur sistemi, yüksek faiz düşük kur politikası uygulayan ülkelerde kısa vadeli fonların yönetimini kolaylaştırmaktadır. Sabit kur sisteminde kurun sabitliği uluslararası rezervler yardımıyla sağlanmaktadır. Ancak spekülatif ataklar nedeniyle ulusal paraya olan talep azalarak yabancı paraya talep arttığında uluslararası rezervler azalacağından kurun sabitliği korunamamaktadır. Sabit döviz kuruna dayalı istikrar politikalarının uygulanmasıyla ilgili yapılan çalışmalar, gelişmekte olan ülkelerde, yerli paranın aşırı değerlenmesi, dış talebe dayalı bir büyüme artışı ile dış ticaret açığının artması olarak belirtilmektedir. Dış ticaret açığının sürdürülemez boyutlara gelmesi, kaybolan rekabet gücü ve reel sektördeki yıpranma ekonomideki daralma sürecini hızlandırmaktadır. Bu süreç ne kadar uzun yaşanırsa uluslararası rekabeti arttırmak ve reel sektöre yatırımları teşvik etmek için gerekli olan devalüasyon oranı o kadar büyümektedir. Bütün bunlar finansal krizi tetikleyen unsurlar olarak görülmektedir (Turgut, 2007: 41). 1.4.3. Aşırı Borçlanma Gelişmekte olan ülkelerde uygulanan kamu harcamalarına dayalı genişletici maliye politikaları finansal krizlerin en önemli nedenlerinden birisidir. Kamu kesimi borçlanma gereğinde ortaya çıkan aşırılık ülkelerde yatırım yapan kişi ve kurumlar için geleceğe yönelik belirsizlik riskini artırmaktadır (Arıcan, 2002: 25). Aşırı borçlanma ile ülkeler borçlarını ödeyebilmek için yeniden borçlanmak zorunda kalmakta ve bir borç kısır döngüsü sürecine girmektedirler. Bu süreç sonunda faiz yükünün aşırı derecede artması nedeniyle bütçe giderleri karşılanamayacak boyutlara ulaşmaktadır. Sürekli olarak artan kamu harcamalarının finansmanı için alınan borçlar ve bu borçlanma ile sağlanan fonların verimli yatırımlarda değil de günübirlik düşüncelerle kullanılması ülkeleri borç kısır döngüsüne sokarak, borcun her devredişinde faizlerin bir kısmının borç stokuna eklenmesi sonucunu ortaya çıkarmaktadır (Erdoğan, 2006: 5). Finansal krizlerin bu gibi olumsuzlukları neticesinde ülkeler için borç yönetimi bir zorunluluk haline gelmektedir. Borçlanma ile teknolojik altyapılarını geliştirmek isteyen ülkeler, borçlanmanın olumsuz etkilerinden korunmak için risk faktörlerini 22 ölçebilecek profesyonel kadroları istihdam ederek ve teknolojik donanıma sahip uzmanlaşmış birimler kurarak borç yönetiminde başarılı olmayı hedeflemektedirler (Ateş, 2002: 2). Etkin borç yönetimi olmak koşuluyla borçlanmanın kriz dönemlerinde etkili bir politika aracı olduğu kabul edilmektedir. Borç yönetimi, dünyanın pek çok ülkesinde belirli kriz (enflasyon ve deflasyon) dönemlerinde iyi bir kriz önleme aracı olmuştur. Buna karşın, günümüzde borçlanmanın krizi önlemedeki olumlu etkilerinden daha çok onun krizi tetikleyen yönü üzerinde durulmaktadır. Örneğin, Latin Amerika, güney Asya ve Rusya krizleri neticesinde ülkelerin borç stokları artmış ve dolayısıyla borçlanma sadece bu borçların çevrilebilmesi için gündeme getirilmiştir (Meriç, 2003: 13). 1.4.4. Enflasyon Enflasyon belirli fiyat düzeyinde toplam talebin toplam arzdan daha fazla olması demektir. Bu durumda, fiyatlar genel düzeyi yükselmeye başlayacaktır. Bu nedenle enflasyon fiyatlar genel düzeyindeki devamlı bir artış olarak tanımlanabilir. Para miktarındaki artışların, mal ve hizmet üretimindeki artışlardan daha fazla olması enflasyonun önemli bir nedenini oluşturmaktadır. İki tür enflasyondan söz edilebilir: Talep Enflasyonu ve Maliyet Enflasyonu. Talep enflasyonu, tam istihdamdaki bir ekonomide, toplam talepte ortaya çıkan bir artış, birçok mal ve hizmetin piyasasında aşırı talep yaratarak fiyatları yükseltmektedir. Böylece ekonomi tam istihdamda iken hem mal ve hizmet hem de üretim faktörü piyasalarında görülen talep artışları enflasyona neden olmaktadır. Maliyet enflasyonu ise maliyetlerin yükselmesi daha sonra fiyat artışları nedeniyle talebin yükselmesi biçiminde oluşan enflasyon süreci olarak ifade edilmektedir (www.ekodialog.com 15.08.2013). Fiyat istikrarının sağlanması ekonomik istikrarın sağlanması için de hayati önem taşımaktadır. Çünkü bir ekonomide sağlıklı bir para politikasının uygulanabilmesinin başlıca koşulu paranın asli fonksiyonlarını rahatlıkla yerine getirebilmesine bağlıdır. Bu durum para biriminin değerini zaman içerisinde korunması gerektiğinin önemine işaret etmektedir (Şimşek, 2004: 64). 23 Güçlü bir para birimine sahip olmayan ekonomilerde enflasyon ortaya çıkabilir. Enflasyon ekonominin temel değişkenlerine zarar vererek geriye dönük bekleyişleri güçlendirmekte dolayısıyla ekonomiyi enflasyon sarmalına sokarak enflasyonun giderek kronik bir hal almasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca, diğer ülkelere kıyasla yüksek enflasyon oranına sahip ülkelerde sabit kur sisteminin uygulanması, paranın dış değerini reel olarak yükselterek cari işlemler bilançosunu olumsuz şekilde etkilemektedir (Çağlar, 2003: 149). Enflasyonu kontrol altına almak için çeşitli mekanizmalar bulunmaktadır. Bu mekanizmalardan biri olan borçlanma; enflasyonu baskı altına almak ve büyümeyi sağlamak konusunda kısa vadede işe yarasa da, reel üretime katkıda bulunmadığı zaman uzun vadede ülkeyi krize açık hale getirmektedir. Bu nedenle, enflasyonu sermaye hareketleri ile baskı altına almak yerine ekonomik dengeleri birbiri ile uyumlu hale getirecek ve bu dengeleri sağlayacak tedbirleri uygulamak önem kazanmaktadır (Çağlar, 2003: 151). 1.5. Finansal Krizlerin Öncü Göstergeleri Finansal krizler aniden ortaya çıkmış gibi görünseler de öncü göstergeler olarak nitelendirilen bir takım ekonomik olaylar sonrasında cereyan etmektedir. Likidite krizlerinin sinyallerini vermesi ile gerçekleşmesi arasındaki süre reel sektörden kaynaklanan krizlere nazaran daha kısadır. Krize işaret eden göstergeler finansal ve reel sektöre ait mevcut bilgiler arasında yer almaktadır. Söz konusu bilgi ve veriler, analitik bir biçimde incelendiğinde, sistemin krize dönüşecek zaafiyetlerinin belirlenmesine katkıda bulunmaktadır (İpeker, 2002: 26). Krizlerin önceden belirlenmesinde kullanılan öncü göstergelerin seçilmesinde ülkelerin temel makroekonomik özellikleri göz önüne alınarak, olası krizlerde etkili olacağı düşünülen faktörler önemli rol oynamaktadır. Krizin temel nedeninin, mali sorunlar olduğu düşünülüyorsa, kurulan modellerde, mali açıklar, kamu harcamaları ve bankacılık kesimi kamu kredileri temel olarak alınmaktadır. Sorunun finans sektöründen kaynaklandığı düşünülüyorsa; özel sektör kredileri, parasal büyüklükler, sektörün dış borç durumu, faiz hadleri ve borsa fiyatları öncü göstergeler olarak öne 24 çıkmaktadır. Aynı şekilde kriz dış ekonomik ilişkilerden kaynaklanan sorunlardan kaynaklanıyorsa, cari işlemler açığı, reel döviz kuru, iç ve dış faiz hadlerindeki farklılıklar, yabancı sermaye akımlarının vadesi gibi göstergeler öncü olarak kullanılmaktadır (Tosuner, 2005: 44). Finansal krizlere yol açan bu göstergelerin belirlenmesinde ülke ekonomileri arasında farklılıklar bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu göstergeler ortaya koyulurken her bir ekonomi kendi içerisinde mikro temelde değerlendirilmekte ve makro unsurlar da hesaba katılarak bir analiz yapılmaya çalışılmaktadır. IMF(International Monetary Fund) bazı göstergeleri birçok ülkede test etmiş ve bunların içinden birkaçını erken uyarı sinyalleri olarak kabul etmiştir. IMF tarafından benimsenen başlıca öncü göstergeler; reel kur, kısa vadeli sermaye hareketleri, kredi genişlemesi, enflasyon, para arzı/rezerv oranı, ihracat hacmi, cari açık, bütçe açığı, kamu harcamaları, bankaların döviz pozisyonları, bankaların tahsili gecikmiş alacakları, yurtiçi faiz oranları, iç-dış faiz farkı, borsa endeksleri olarak özetlenmektedir (Ateş, 2002: 26). Finansal krizlerin doğacağına ilişkin ön göstergelerin başında reel kurun aşırı değerlenmesi, M2 para arzının uluslararası rezervlere olan oranında ve cari açıkların milli gelire (GSMH) oranında aşırı yükselmeler gelmektedir (Eren ve Süslü, 2001: 662). Literatürde genel kabul görmüş öncü göstergeler şunlardır (Uygur, 2001: 14): Uluslararası Rezervler Reel Döviz kurundaki Artış Rezerv Yeterliliği (M2/R) Cari Açık 1.5.1. Uluslararası Rezervler Ülkedeki mevcut döviz rezervlerini yüksek tutmak finansal krizlerden korunmada önemli rol oynamaktadır. Çünkü döviz üzerinden yapılacak ataklara karşı mevcut rezervler kullanılarak müdahale etme imkanı bulunmaktadır. Ancak döviz içeriği de bu konuda büyük önem taşımaktadır. Çünkü sıcak para diye tabir edilen portföy 25 yatırımlarının genişlettiği bir rezerv büyüklüğü güvence olmaktan öte krizin en büyük tetikleyicilerinden birisini oluşturmaktadır (Çonkar ve Ata, 2003: 15). Özellikle iç borçlanmanın zor olduğu dönemlerde ülkelerde faiz oranları yüksek seyretmekte bu da bir kur arbitrajı ortamını hazırlayarak kısa vadeli spekülatif sermayeyi ülkeye çekmektedir. Merkez Bankası bu para ile hem uluslararası rezervlerini artırmakta hem de ülkedeki cari açığın finanse edilmesinde bu sermayeyi kullanmaktadır. Mobilitesi yüksek olan bu sermaye ülkedeki makroekonomik kırılganlık ile oldukça yakın ilişki içerisinde olup makro değişkenlerde yaşanacak bir problemde ülke ekonomisinden dışarı kaçabilmektedir. Bu da finansal krize sebep olmaktadır (Erdoğan, 2006: 11). Gelişmekte olan ülkelerin portföylerindeki uluslararası rezervler ile bu ülkelerin bankacılık ve döviz krizlerine olan kırılganlıkları arasında ters yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu anlamda, Dış Borç/GSMH oranı, Cari İşlemler Açıkları/GSMH oranı, döviz kurlarındaki dengesizlikler gibi erken uyarı göstergelerinin, ülkelerin düşük seviyelerde döviz rezervlerine sahip oldukları durumlarda daha anlamlı ve güvenilir göstergeler oldukları düşünülmektedir (İpeker, 2002: 61). 1.5.2. Reel Döviz Kurundaki Artış Gelişen ülkeler genellikle sabit döviz kuru politikası uyguladıklarından yerli paranın reel olarak belirli bir düzeyin üzerinde değer kazanması kriz beklentilerinde önemli bir faktör olarak görülmektedir. Ulusal paranın bir yıl içerisinde en azından %10 değer kazanması spekülatörler tarafından ekonominin fazla ısındığının göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Ülke parası yabancı para birimlerine karşı değer kazandığı ölçüde ülkenin ihracatı o ölçüde zorluklarla karşılaşmaktadır. Ülke parası reel olarak değer kazandıkça ülkenin ihracatında rekabet avantajı bakımından ciddi sıkıntılar belirmektedir. Reel döviz kurundaki aşırı artış sonucunda ithalat artarken ihracat azalma eğiliminde olduğundan cari denge bozulmaktadır. Bu durum ise ülkeye yönelik spekülatif saldırılara karşı Merkez Bankasının elini zayıflatmakta ve finansal sistemin kırılganlığını artırmaktadır (Turgut, 2007: 43). 26 1.5.3. Rezerv Yeterliliği (M2/R) Finansal bir krize karşı en önemli savunma aracı ülkedeki mevcut rezervlerin yüksekliğidir. Çünkü döviz üzerinden oluşturulacak ataklara karşı mevcut rezervler kullanılarak müdahale imkanı bulunmamaktadır. Bununla birlikte döviz rezervlerinin de kompozisyonu da büyük önem taşımaktadır. Çünkü sıcak para olarak adlandırılan portföy yatırımlarının genişlettiği bir rezerv büyüklüğü güvence olmaktan öte bir risk faktörü olarak düşünülmektedir (Çonkur ve Ata, 2003: 14). Nitekim rezerv yeterliliğinin göstergesi geniş anlamda para arzının (M2) döviz rezervlerine oranıdır. Bu oran ilk kez Tekila Etkisi, Meksika’da patlak veren 1994 Krizi ile birlikte yabancı sermaye güçleri yatırımlarını Arjantin, Brezilya ve Şili’den de çekmeye başlayınca kriz Latin Amerika ülkelerine yayılıp oradan da Filipinler’e hatta Polonya’ya kadar ulaşması, ile ilgili çalışmasında Merkez Bankalarının paralarını tüm nakit parasal varlıklar stokuna karşı savunma amacıyla hazır olması gerektiğini ifade eden G. Calvo (1994) tarafından kullanılmıştır. Bu oranın yüksek olması finansal krizin boyutunun tahmini konusunda yardımcı olmakta ve Calvo’nun hipotezini desteklemektedir. Bu oranın krizi öngörmedeki yeterliliği Şili (1982), İsveç ve Finlandiya (1992), Meksika (1994) ve Asya (1997) krizleri olmak üzere pek çok krizde ampirik olarak doğrulanmıştır (Arıcan, 2002: 31). 1.5.4. Cari Açık Bir ülkenin krize girme riskini belirleyen önemli faktörlerden birisi cari açıkların GSMH’ya oranıdır. Cari açığın krizin en önemli göstergesi olduğu düşünülmektedir. Cari açık GSYH oranının %4’ü bulması bir kriz belirtisi olarak görülmektedir. Türkiye için sürdürülebilir cari açık oranının en fazla %3,5 olacağı ifade edilmektedir (Uygur, 2001: 22). Gelişmekte olan ülkelerdeki mali krizler farklı nedenlere dayanmış olabilir, ancak hepsinin ortak özelliği kriz sürecine girilmeden önce ekonomilerinde ciddi bir büyüme olmasıdır. Faizlerin ve dolayısıyla arbitraj olanaklarının yüksekliği ülkeye yoğun bir sermaye/portföy yatırımının girmesine neden olmaktadır. Bu durum, mali 27 varlıkların fiyatlarında spekülatif şişkinliklere yol açarak, dış mali yatırımları daha da özendirici bir etki sağlamaktadır (Seyidoğlu, 2003: 5). Kısa süreli sermaye akımları nedeniyle aşırı kredi genişlemesinin yol açtığı zaafları bünyesinde barındıran ve aynı zamanda sabit veya kontrollü kur sistemlerini izleyen ülkeler spekülatörlerin dikkatini çekmektedir. Böyle bir durumda, kura yönelik spekülatif hareketler başlamaktadır. Bu aşamada Merkez Bankası kuru savunmak için faiz oranlarını yükseltme yoluna gitmektedir. Bu aşamada yükselen faiz oranları finansal sistemin zayıflıklarını daha da artıracak ve finansal krizlere neden olabilecektir (Erdoğan, 2006: 15). Cari açığın yaklaşan bir krizin en önemli göstergesi olduğu söylenmekle birlikte, cari açığın tek başına bir kriz nedeni olmadığı da bilinmektedir. Bu aşamada önemli olan cari açığın ne boyutta olduğu değil, bu açığın nasıl finanse edildiğidir. Bir başka deyişle, ülkeler cari açığı sürdürülebilir biçimde finanse edebildikleri sürece bu açığın krize yol açması beklenmemektedir (Erdoğan, 2006: 15). 28 II. BÖLÜM TÜRKİYE’DE FİNANSAL REGÜLASYONLAR VE FİNANSAL KRİZLER 2.1. Finansal Krizlere Yönelik Uygulanan Finansal Regülasyonlar 1980 öncesi dönemde finansal piyasalarda uygulanan aşırı regülasyon politikaları, 1980’lerle birlikte yerini finansal liberalizasyon ve deregülasyon uygulamalarına bırakmıştır. Yaşanan teknolojik gelişmeler ve serbestleşme hareketlerin sonucu ortaya çıkan küreselleşme akımı finansal piyasalarda daha hassas bir yapının oluşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda özellikle 1990’lı yıllardaki küreselleşme hareketleriyle birlikte uluslararası finansal piyasalarda birçok finansal kriz yaşanmıştır. Denetleme ve düzenleme anlamına gelen regülasyon kavramı bu çerçevede tekrar önem kazanmıştır. Türkiye’de yaşanan 1994 ve 2001 finansal krizlerinin önlenmesi amacıyla birçok regülasyon politikası uygulanmış ve regülasyon kurumlarına yönelik çeşitli düzenlemelere gidilmiştir (Bahar ve Erdoğan, 2011: 2). 2.1.1. Regülasyon Tanımı Teknik anlamda regülasyon; temelinde belli bir alanda veya belirli bir faaliyete ilişkin olarak oyunun kurallarının belirlenmesini, yani o alanın organize edilmesini ve bunun kontrol edilmesini içermektedir. Toplumun iktisadi açıdan gelişmesi için, iki önemli görevin devlet tarafından yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunlardan ilki, kar marjının söz konusu olmadığı ancak kamu düzeninin idamesi için gerekli olan yatırımları yapmaktır; ikincisi ise, tam rekabetçi ekonomik koşulların kuralına göre işlemesini sağlamaktır (Berkman, 2005: 5). Regülasyon dar ve geniş anlamda düşünülebilir. Dar anlamda regülasyon; standart ve kuralları belirlemek, denetimi gerçekleştirecek yasal sorumluluğu sağlamak, bürokratların hesap verebilirliğini sağlamak ve denetimini gerçekleştirmektir (May, 2007: 8). 29 Geniş anlamda regülasyon; bireysel çıkarlarla toplumsal çıkarların çatışmasını engellemek veya uyumunu sağlamak amacıyla bireylerin, firmaların ve diğer kurumların bu amaçla bağdaşmayan davranışlarını ve eylemlerini kısıtlayan veya yönlendiren, negatif veya pozitif yatırımlarla desteklenmiş kuralların empoze edilmesi veya önerilmesi olarak tanımlanabilir (Özrahat, 2009: 12; Berkman, 2005: 19). Regülasyonun amaçları şu şekilde sıralanabilir (Berkman, 2005: 22): Etkinliği artırma amacı; tüketiciler arasında mal ve hizmet dağılımında etkililiği, maliyet etkinliğini, düzenlemeye tabi sektörlerde faaliyet gösteren firmaları teknolojik gelişmelere teşvik edici dinamik etkinliği, rekabetin dayandığı hukuki ve ahlaki değerlerin korunmasını kapsamaktadır. Sosyal refahı artırma amacı; firmaların aşırı kar etmelerinin önlenmesini, tüketicinin korunmasını, çevrenin korunmasını, mal ve hizmetlerin düşük gelirli kesim ve bölgelere ulaşmasının sağlanması, üreticinin aşırı rekabetten korunmasını ve çeşitli mesleklerle ilgili ahlaki ve hukuki temel değerlerinin korunmasını kapsamaktadır. Belirlenen faaliyet alanlarına yeterli yatırımın çekilmesi amacı; yapılan regülasyonun yatırımcıya yatırımın geri dönüşümünü sağlayacağı güvencesini vermesi gerekmektedir. 2.1.2. Regülasyon Türleri Regülasyon kavramı, devletin piyasada yaptığı yasal ve iktisadi düzenlemeler anlamında kullanıldığında, amacına ve uygulandığı piyasaya göre farklı regülasyon türleri ortaya çıkmaktadır. Regülasyonlar uygulanan piyasaya, yönteme ve amacına göre üç türe ayrılmaktadır (Guasch ve Hahn, 1997: 2): İktisadi Regülasyon Sosyal Regülasyon İdari Regülasyon 30 2.1.2.1. İktisadi Regülasyon İktisadi regülasyonların geçmişi 1870’li yıllara kadar dayanmaktadır. İlk olarak ABD’de ulaştırma sektöründe uygulanmıştır. Zaman içinde kamu çıkarını etkileyen ve rekabetçi yapıya sahip endüstrilerin bile regüle edilebileceği kabul edilmiştir. İktisadi regülasyon, belirli endüstriler için fiyat, miktar, giriş ve çıkış koşullarındaki sınırlamalara karşılık gelmektedir. İktisadi regülasyon ve kontrol tartışmaları, temelde ortodoks refah iktisatçılarının görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşe göre, devletin piyasaya doğrudan veya dolaylı olarak müdahale etmesi, ölçek ekonomisi ve dışsallıklar nedeniyle olmaktadır. İktisadi regülasyon teorisinin temel amacı ise, regülasyon uygulamaları sonucu ortaya çıkan yükün kimler tarafından yüklenileceğini veya faydalarının kimler tarafından elde edileceğini, regülasyonların hangi yöntemle uygulanacağını ve uygulanan regülasyonların kaynak dağılımı üzerindeki etkilerinin ne olacağını incelemek ve araştırmaktır (Stigler, 1971: 3). İktisadi regülasyonlar “yapısal regülasyonlar” ve “davranışsal regülasyonlar” olmak üzere ikiye ayrılır. Yapısal regülasyonlar, piyasa yapısını düzenlemeye yönelik düzenlemeleri, eksik rekabetin önlenmesi ve yıkıcı rekabet yönünden yapılan düzenlemeleri içerirken; davranışsal regülasyonlar, piyasa aktörlerinin ve tüm bireylerin davranışlarını düzenleyen kurallar ve yasal düzenlemelerdir (Ağcakaya ve Halıcı, 2005: 101). 2.1.2.2. Sosyal Regülasyon Sosyal regülasyon geniş ölçüde çok fazla endüstriyi etkileyen regülasyonlara karşılık gelmektedir. Genellikle çevre, kamu sağlığı ve güvenlikle ilgili regülasyonlar bu kategoride yer almaktadır. Çevre kirliliği ve çalışanların güvenliği ile ilgili konularda kurum davranışlarını sınırlayıcı düzenlemeler devlet tarafından yapılabilir veya sosyal faydası olan davranışlar teşvik edilebilir. Sosyal regülasyon olarak adlandırılan bu regülasyon türü; kamu sağlığı, güvenliği, refahı veya iyileşmeyi tehdit eden davranışları sınırlamayı amaçlamaktadır. Sosyal regülasyonun iktisadi etkileri ikinci plandadır, asıl amaç sosyal refahı artırmaktır (Sarısoy, 2010: 285). 31 2.1.2.3. İdari Regülasyon İdari regülasyon, hem üreticiler hem de tüketiciler tarafından maruz kalınan dökümantasyon talepleri ve idari maliyetler gibi kamu kesiminin ve özel sektörün işlemesine yönelik idari yönetime karşılık gelmektedir. Günümüzde devletin işlemleri daha karmaşık ve bilgiye dayalı hale gelmekte ve bu yoğun işlemlerin maliyetlerine katlanmak, bir başka ifade ile formlar doldurmak, izin istemek, rapor sunmak, bildirimde bulunmak, kayıt tutmak gibi bürokratik işlemleri gerçekleştirmek üretici ve tüketicilere düşmektedir. İşte devletin müdahil olduğu bu işlemlerin ne şekilde gerçekleşeceğine ilişkin kurallar bütününe idari regülasyon denilmektedir. Devletin trafiğin iyi işlemesi için oluşturduğu kurallar ve yaptığı düzenlemeler idari regülasyonlara örnek olarak verilebilir ( Ardıyok, 2002: 9). 2.1.3. Regülasyon Teorileri Regülasyona yönelik teorik yaklaşımlar şu şekilde sıralanabilir: Kamu Yararı Teorisi Özel Çıkar Teorisi (Chicago Yaklaşımı) Kamu Tercihi Teorisi Avusturya Mülkiyet Hakları Teorisi 2.1.3.1. Kamu Yararı Teorisi Kamu yararı yaklaşımı, faydacı felsefe perspektifinden bakıldığında çoğunluğun faydasının azınlığın zararını telafi edeceği düşüncesini içinde barındırır. Pigou’nun öncülüğünü yaptığı bu yaklaşım, düzenlenmemiş piyasalarda tekelleşme gücünden dışsallıklara kadar uzanan çeşitli piyasa başarısızlıklarının meydana geleceğini ileri sürer. Sosyal verimliliği yakalamayı çalışan devlet, söz konusu başarısızlıkları uygulayacağı düzenlemelerle yenerek kamuyu korumayı çalışır. Kamu yararı teorisine göre, regülasyonun temel amacı, kamu yararı için, piyasanın denge durumuna ulaşmasını engelleyen unsurları ortadan kaldırmaktır (Berkman, 2005: 24). 32 Pigou’ya göre, üretilen mal ve hizmet sırasında yaratılan dışsallıklar tabii eğilimlerden sapmalara yol açmaktadır. Doğal eğilimlere en yakın olan refah seviyesi ancak devletin müdahalesi ile sağlanabilir. Pigou’nun temel fikri şöyle ifade edilmektedir: “Bazıları devlet müdahalesinin gerekli olduğunu iddia etmiştir. Ancak sistem çalışmıştır ve de devlet müdahalesi sonucunda gerçekleşmiştir. Bununla birlikte hala kusurlar vardır. Önemli olan karar, hangi ek müdahalelere gerek olacağıdır”. Kamu yararı teorisine göre de düzenlemenin temel amacı kamu yararı için piyasa dengesinin “Pareto Optimal” durumlara ulaşmayı engelleyen unsurları ortadan kaldırmak ve “Pareto Optimal” duruma yakınlaşmayı sağlamaktır (Tokatlıoğlu, 2003: 144). Bu sonuca ulaşmak için üç varsayım kullanılmaktadır. İlki, piyasaların düzenlenmemesi durumunda kesinlikle piyasa başarısızlığı olacağı ve “Pareto Optimal” durumdan uzaklaşacağıdır. İkincisi varsayım, hükümet düzenlemelerinin tamamen maliyetsiz olduğudur. Üçüncü varsayım ise, ilk iki varsayımın sonucudur ve piyasa başarısızlıklarını gidermenin en etkin ve maliyetsiz yolunun hükümet düzenlemeleri olduğudur. Piyasa başarısızlıklarının nedenleri ise doğal tekeller, eksik bilgilenme, kamu mallarının üretimi, dışsallıklar, yıkıcı rekabet, ekonomik istikrar ve büyümenin sağlanamaması ve konjonktürel dalgalanmalardır (Tokatlıoğlu, 2003: 146). Kamu yararı teorisine göre regülasyon, sadece aksak rekabeti değil aynı zamanda dengesiz piyasayı stabilize etmektedir. Etkin kaynak dağılımını sağlamak için regülasyon, bireysel tercihler yerine kolektif kara uyumu sağlamaktadır. Piyasa aksaklıklarının olduğu durumlarda, kıt kaynakların etkin dağılımı piyasa mekanizması yoluyla sağlanamadığında ve bilgi eksikliği ile tekel gücü gibi durumlarda ve tüketicilerin istismar edilme olasılığında, piyasalarda kamu yararı perspektifinden, regülasyon yoluyla müdahale anlamlı olmaktadır (Çetin, 2005: 108). 2.1.3.2. Özel Çıkar Teorisi (Chicago Yaklaşımı) Kamu yararı yaklaşımına karşı çıkan bu teori, kamu politikalarının oluşumunda çıkar gruplarının rolüne vurgu yaparak, siyaset yapma, yasa belirleme ve uygulama süreçlerinin, kendi faydalarına olacak şekilde özel çıkar grupları tarafından manipüle edileceğini ileri sürmektedir (Çetin, 2002: 11). 33 Çıkar grupları teorisini ileri sürenler, yasama organlarının, rekabet eden özel çıkar gruplarına rantlar sağlayan komisyoncular olarak hareket ettiklerini savunurlar. Bu teori, politik piyasada devletten rantlar elde etmek için organize olmuş çıkar grupları arasındaki rekabeti, demokrasideki politik sonuçların temel belirleyicisi olarak görmektedir. Devletin kamu yararı önceliği bulunan regülasyonlar, iyi organize olmuş çıkar gruplarının yararına hizmet etmektedir (Özrahat, 2009: 24). Regülasyonlardan sadece regülasyonları belirleyen regülasyon kurumlarını ele geçirenler yararlanmaktadır. Regülasyon kurumunun gerçekleştirdiği düzenlemelerden belirli bir büyüklüğe ulaşmış firmalar faydalanmakta, bu düzeye ulaşmamış diğer küçük çaptaki firmalar ise bu regülasyonlardan yeterince yaralanamamakta ve hatta olumsuz etkilenmektedir. Regülasyon konularında iyi organize olmuş ve lobicilik yönünden örgütlenmiş büyük firmalar, iyi organize olamamış küçük firmalar karşısında yapılacak düzenlemeleri kontrol edebilme kabiliyetine ulaşmaları nedeniyle hakim konuma geçmekte ve tüm düzenlemeleri kendi çıkarları doğrultusunda belirleyebilmektedirler (Aktan ve Dileyici, 2005: 122). Çıkar grubu teorisi temel olarak, “regülasyonun en az maliyetli çözüm” olduğu görüşünü reddetmekte ve çıkar grupları arasındaki rekabetin toplumsal açıdan arzu edilen sonuçları getirmeyecek ölçüde oligopolistik olduğuna işaret etmektedir. Stigler bu nedenle, regülasyonun, doğası gereği rekabetten korunmak isteyen firmalar tarafından talep edildiğini ve regüle edilen firma lehine işleyen bir süreç olduğunu ileri sürmektedir (Paşaoğlu, 2003: 19). Çıkar grupları tarafından uygulanması talep edilen düzenlemelerin, bu gruplara sadece parasal çıkar sağlamayacağı, aynı zamanda rekabet eksikliği yaratacağından teknolojik gelişime veya tüketiciler için standartları yükseltmek gibi çalışmaları önemsememelerine de neden olacağı; bunun sonucunda girişimciliğin ve teknolojik gelişmenin olumsuz yönde etkilenmesinin toplumsal açıdan büyük bir maliyet yaratacağı öne sürülmektedir. Regülasyonun topluma olan maliyetlerini azaltmak, çıkar gruplarının yararları uğruna kullanılmasını önlemek ve toplumsal fayda amacıyla uygulanmasını sağlamak için politik baskılardan uzak bağımsız idarelerce denetlenip belirlenen stratejiye uygun olarak uygulanması gerekmektedir (Berkman, 2005: 29). 34 Özel çıkar teorisine göre devlet kamu yararı teorisinin aksine, regülasyon, piyasanın regülasyon talebi üzerine arz edilmektedir. Regülasyon kurumları, regüle ettikleri endüstrinin çıkarlarını korumaktadır. Bu endüstriler ya yasama organını ya da regülasyon kurumunu denetimleri altına almıştır. Yasama organı üyelerinin davranışlarında temel motivasyon, mevkilerini koruma arzusudur; bu durum yasal düzenlemelerin politik desteği en fazla sağlayan şekilde oluşturulacağını varsaymaktadır (Özrahat, 2009: 26). 2.1.3.3. Kamu Tercihi Teorisi Odak noktası kamu kesimi olan “kamu tercihi teorisi”nin temellerinin 18. yy’a kadar uzandığı belirtilmekle beraber modern anlamda gelişimi İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda kamu kesiminin hızla büyümesine paralel olarak gerçekleşmiştir. Kenneth Arrow, Duncan Black, Anthony Downs, Mancur Olson, James M. Buchanan ve Gordon Tullock gibi düşünürler kamu tercihi teorisinin modern anlamda geliştirilmesinde önemli katkılar yapmışlardır (Dura, 2006: 108). Kamu tercihi teorisi, siyasal sürecin iktisadi yönlerini ele almaktadır. Teorik yaklaşıma göre, siyasal süreçte yer alan seçmenler, siyasi partiler, bürokrasi ve özel çıkar grupları gibi aktörlerin davranışlarını ve bu davranışların sonuçlarını analiz ederek devletin başarısızlığı teorisini ortaya koymaktadır (Aktan ve Dileyici, 2005: 102). Kamu tercihi teorisi, ağırlıklı olarak regülasyonların neden olduğu rant kollama faaliyetleri ve regülasyonların maliyetleri üzerinde durmaktadır (Aktan ve Karaaslan, 2001: 5). Kamu tercihi yaklaşımının temel unsurlarından biri, homo economicus modelinde bireylerin, önlerine çıkan kısıtlamalar karşısında çıkarlarını maksimize edecek şekilde davrandıklarının kabul edilmesidir. Bu model içersinde ele alınan politikacıların amaçları, devlet faaliyetlerinin nihai ürünü olan hizmet üretmekle ilgili değil, daha ziyada politik olarak özel çıkar elde etmektir. Seçmenler ihtiyaçlarını karşılamak üzere mevcut gelirleri aracılığıyla mal ve hizmetlerden sağlayacakları faydayı maksimize etme çabası içinde bulunurlarken, politikacılar oylarını maksimize ederek iktidarı ve dolayısıyla güç ve yetkiyi elde etme çabası gütmektedir (Özrahat, 2009: 33). 35 Kamu tercihi teorisinin varsayımları şunlardır (Aktan, 2002: 5): Metodolojik Bireycilik; toplumda bütün ekonomik ve sosyal kararların özel ekonomide olduğu gibi tamamen birey tercihlerine dayalı olarak gerçekleştiğini varsaymaktadır. Kolektif davranışların temelinde de birey vardır. Bunun için politik karar alma sürecinin analizini yapmak için bireycililik varsayımı bir zorunluluk olarak görülmektedir. Buchanan ve Tullock gibi iktisatçılara göre ise, piyasa mekanizması nasıl ki bireysel tercihlerin açıklanması ile işlerlik kazanıyorsa, sosyal seçim mekanizmasının da hareket noktası rasyonel ve faydacı bireylerin tercihleridir. Politika biliminde bireycilik iki anlama gelmektedir. Birincisi, birey, bir şeyi değerlendiren, seçen, tercihte bulunan bir birim olarak kabul edilirken, ikinci anlamda ise bireycilik devleti açıklamak için geliştirilen teoriler içerisinde yer almaktadır. Rasyonalite ve “Maximand” ilkesine göre; bireyler rasyonel olmaları sonucu faydalarını maksimize etme tercihinde bulunurlar. Özel ekonomide olduğu gibi kamu ekonomisinde de özel çıkar maksimizasyonu geçerlidir. Bu açıdan da kamu ekonomisinin temel amacının kamu çıkarı ve toplumun çıkarını maksimize etmek düşüncesi olduğu reddedilir. Her iki süreçte de bireyler kendi faydalarını artırmak için çaba harcayacaklar ve gönüllü mübadele içerisine gireceklerdir (Savaş, 1997: 63). Özel ekonomide tüketici, fayda maksimizasyonu üretici de kar maksimizasyonu peşinde koşar. Kamu ekonomisinde karar alma sürecinde seçmenler, kendilerine en fazla ekonomik hizmeti sunacak olan siyasal parti için oy kullanırlar. Siyasal partiler de kendilerine en çok oyu kazandıracak ekonomik programı sunmaya özen gösterirler. Bir diğer ifadeyle, seçmenlerin “fayda maksimizasyonu”, siyasal partilerin “oy maksimizasyonu”, bürokrasinin “bütçe maksimizasyonu”, çıkar ve baskı gruplarının “rant maksimizasyonu” peşinde koşmaları “maximand” olarak adlandırılmaktadır. Politik mübadele ilkesine göre; kamu tercihi yaklaşımı, politikayı bir mübadele aracı olarak değerlendirmektedir. Politik mübadele bir anayasal düzen içerisinde toplumun bütün üyelerini ilgilendiren bir süreç içerisinde gerçekleşmektedir. Bireyler tüm kolektif ihtiyaçlarını tatmine yarayacak mal ve hizmetler ile bunların maliyetlerine yapacakları katkı payları arasında mübadelede bulunmaktadırlar. 36 2.1.3.4. Avusturya Mülkiyet Hakları Yaklaşımı Avusturya Okulu, rekabeti bir piyasa yapısı olarak gören ve statik olarak analiz eden modern neo-klasik teoriyi en çok eleştiren yaklaşımlardan biridir. Avusturya Okulu özellikle 1980’li yıllarda serbest piyasa ekonomisinin yeniden gündeme gelmesiyle tekrar gözde olmuştur. Avusturya Okulu mensupları temelde bireyciliği, insanların bilgilerinin tam olmayacağını, ekonomik süreçlerin karmaşıklığını vurgulayarak devlet müdahalesine karşı serbest piyasanın üstünlüğünü savunmaktadırlar. Rekabetin varlığı için rekabet özgürlüğü yeterli bir önkoşul oluşturmakta, piyasada rekabetin aksadığı durumların geçici olduğu varsayılarak sistematik müdahaleye gerek olmadığı savunulmaktadır (Aktaş, 2003: 14-15). Avusturya İktisat Okulu’nun temel ilkeleri şunlardır (Yay, 2004: 5): Metodolojik Bireycilik: Politik ya da ideolojik bireycilikten farklı olarak, iktisadi olgular yalnızca bireylerin faaliyetlerine inilerek anlaşılabilir. Metodolojik Sübjektivizm: Bireylerin faaliyetleri, onların bilgisine, algılamalarına ve bekleyişlerine başvurarak anlaşılabilir. Marjinalizm: Karar alıcıların karşılaştıkları iktisadi büyüklüklerdeki olası değişmeler önemlidir. Azalan marjinal faydanın talep ve dolayısıyla piyasa fiyatları üzerindeki etkisi. Fırsat Maliyeti: iktisadi kararları etkileyen maliyetler, verimli kaynakların belirli bir amaç için kullanılması nedeniyle vazgeçilen alternatifler fırsatlardan en önemlisidir. Değişim ajanı ile değişimin ayarlanma süreci üzerine odaklanmış bir analizdir. Avusturya Okulu ekonomik analize zaman boyutunu ve sınırlı bilgi kavramını dahil etmiştir. Ekonomik aktörlerin tam bilgiye sahip oldukları ve piyasa aksaklığı olarak bilgi aksaklığını değerlendirmemelerini reddeder. Avusturya yaklaşımı, kamu 37 yararı, Chicago ve kamu tercihi teorilerinin statik regülasyon görüşüne odaklanmıştır (Aslan, 2005: 42-45). Kamu yararı teorisi ile ekonomide baskın akım haline gelen regülasyon, politik rekabetin çıktısıdır ve yapay rantlara neden olduğu konusunda hem Chicago hem de kamu tercihi teorisi hem fikirdir. Kamu tercihi teorisinin rant arama faaliyetleri lobicilik faaliyetlerini ve fırsat maliyetlerini analiz etmiştir. Chicago okulu ise neo-klasik genel dengeyi engelleyen transfer maliyetlerini tanımlamıştır. Avusturya okulu ile kamu tercihi teorisi metodolojik, analitik ve ideolojik olarak benzese de, Avusturya Okulu piyasa üzerine odaklanmışken kamu tercihi teorisi dinamik siyasal analize odaklanmıştır (Aktaran: Özrahat, 2009: 43). 2.1.4. Regülasyon Yöntemleri Regülasyonlar tüm dünya ülkelerinde farklı zamanlarda ve farklı şekillerde uygulanmaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, toplumsal yapı, gelir dağılımı gibi faktörler ülkelerin uygulayacağı regülasyon yönteminde belirleyici rol oynamaktadır. Genel olarak bakıldığında yaygın olarak kullanılan üç tür regülasyon yöntemi bulunmaktadır. Bunlar (Güvenek, 2009: 52); Getiri Oranı Regülasyonu Fiyat tavanı Regülasyonu Karma Regülasyon 2.1.4.1. Getiri Oranı Regülasyonu 1980’lerin ikinci yarısına kadar Amerika’da hakim regülasyon olan getiri oranı regülasyonu, en basit şekliyle regülasyona tabi firmanın elde edebileceği maksimum getirinin belirlenmesini amaçlayan bir kontrol mekanizması olarak tanımlanmaktadır. Firmanın getirilerinin maliyetlerine eşitlenmesi ilkesine dayanan bu yöntemde harcamalar firma bilgilerine bakılarak denetlenmektedir (Paşaoğlu, 2002: 26). 38 Bu yöntemde firmaların uygulayacağı fiyatlar, firmanın maliyetlerinin üzerine eklenen belirli bir kar oranını sağlayacak biçimde belirlenmektedir. Burada belirlenen kar oranının adil olmasına dikkat edilmektedir. Bu yöntemde temel hedef etkinliğin değil adaletin sağlanmasıdır. Bu fiyatın hem tüketiciler açsısından karşılanabilir olması, hem de üreticiler açısından üretimin sürdürülebilirliğini sağlaması gerekmektedir (İçöz, 2003: 14). Getiri oranı regülasyonuna birtakım eleştiriler gelmektedir. Bu eleştirilerin önemli bir kısmı, bu regülasyon yönteminin firmanın performansını değerlendirmekten çok giderlerinin tahminine dayandığını savunmaktadır (Paşaoğlu, 2002:27). 2.1.4.2. Fiyat Tavanı Regülasyonu İlk defa İngiltere’de uygulanan fiyat tavanı regülasyonu, firmaların karlarından çok uygulayabilecekleri fiyat düzeyine sınırlama getirmektedir (Güvenek, 2009: 52). Fiyat tavanı regülasyonunda fiyatların ağırlıklı ortalamasına veya bu ortalamaların yıllık artış hızına bir üst sınır getirilmektedir. Firmaların maliyetlerinde sağladıkları bir düşüş ise firmalara kar olarak yansımaktadır. Dolayısıyla bu regülasyon yöntemi maliyet etkinliğini sağlamaktadır. Ancak bu regülasyon yönteminin eksik olan yanı, aşırı rantı engelleme hedefine ulaşılmasını engellemesidir (Atiyas, 2001: 41). 2.1.4.3. Karma Regülasyon Özendirim regülasyonu olarak da nitelendirilen bu regülasyon yönteminde fiyat tavanı ve getiri oranı regülasyonu birlikte uygulanmaktadır. Bu uygulamada öncelikle fiyat tavanı regülasyonu yapılmaktadır. Ancak firmaların maliyetleri düşürme konusunda çok başarılı olmaları durumunda artan kar tüketiciler ve firmalar arasında paylaştırılmaktadır. Böylelikle tüketicilerin yüksek kar konusundaki şikayetleri azalmakta ve firmanın maliyetleri indirmesi özendirilmektedir. Bu yöntem başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm gelişmiş ekonomilerde yaygın olarak kullanılmaktadır (Atiyas, 2001: 42). 39 2.1.5. Regülasyon Politikasının Amaçları Regülasyon politikaları amaçla şu şekilde sıralanmaktadır (Özrahat, 2009: 45-48): Düzenlenen sektördeki mal ve hizmetlerin tüketiciler arasında dağılımında etkinliği sağlamak ve hakim konum durumlarının dağılımında etkinliğin zedelenmesini önlemektir. Rekabeti teşvik ederek tekelleşmeyi önlemek, fiyat istismarından tüketiciyi korumak, fiyatların tüketici ile firma ve farklı talep esnekliğine sahip tüketici grupları arasındaki dengenin adil bir şekilde oluşmasını sağlamak, Yatırımcıların rekabetçi bir kar elde edebilmelerini öngörmektir. Bunun için uygulanan iç karlılık oranı yöntemi, fiyatların makul bir kar oranı çerçevesinde maliyetlere yakın tutulması, kaynakların talebin çok olduğu alanlara yönlendirilmesi, etkin olmayan üretim yöntemlerinin ortadan kaldırılması için idare açısından kolaylık sağlamaktır. Mal ve hizmetleri üreten teşebbüslerin, üretimlerini en düşük maliyette yapmalarını bir diğer ifade ile maliyette etkinliği sağlamaktır. Maliyet verimliliğini sağlama hedefi ile aşırır rantları önleme hedefi çelişebilir. Maliyetleri kısmaya yönelik diğer bir yol sabit fiyat belirlemektir. Tavan fiyat yöntemi, tekellere karşı korunma, etkinliği ve yeniliği teşvik, düzenlemenin yükünü en aza indirmek ve rekabeti artırmaktır. Firmaların maliyetlerini düşürürken hizmet kalitesini düşürmemeleri için çeşitli hizmet standartları getirmek, üretimde koordinasyonu, standardizasyonu ve etkinliği sağlamaktır. Göreli rekabet yöntemi, maliyetleri düşürme yönünde teşvik sağlayarak üretimde etkinliği artırmaktadır. Ancak, bölgesel tekellerin ortalama maliyetlerinin hedef alındığı durumlarda, bu tekeller arasında ölçek ve talep koşullarından kaynaklanan farklılıklar dikkate alınarak uygulanacak hedefler sektörün koşullarına uygun hale getirilmelidir. Üretimde koordinasyonun, standardizasyonun ve etkinliğin sağlanmasıdır. 40 Rekabetin korunmasını, rekabete aykırı davranışların ve rekabete zarar vermesi muhtemel birleşme ve devralmaların kontrolüne yönelik işlemleri gerçekleştirmek. Bu anlamda görev yapacak organlara kartel davranışları gibi rekabete aykırı eylemleri denetlemek ve soruşturmak yetkisi ile beraber, birleşme ve devralmaları inceleme görevi verilmektedir. Mal ve hizmet üreten teşebbüslerin hakim durumlarını kötüye kullanarak rant yaratmalarını önleyerek, tüketicilerin ödediği fiyatların makul olmasını sağlamaktır. Firmaların piyasaya girişi kısıtlanarak, üretimde etkinlik artırılmaya ve fiyatlar kontrol altında tutularak firmaların pazar gücünü kullanmasıyla oluşacak refah kayıplarının önlenmeye çalışılmasıdır. Ekonomilerin meydana getirdiği dışsallıklar regülasyona olan ihtiyacı artırmıştır. Bir mal veya hizmetin fiyatının o mal veya hizmetin topluma olan gerçek maliyetini yansıtmadığı durumda oluşan negatif dışsallıkların giderilmesi için çevresel regülasyon uygulamasıyla, yasal olarak, yasaklar ve zorlamalar getirilerek çevresel dışsallıkların içselleştirilmesidir. Pozitif anlamda öngörülebilir bir istikrarın tesisi teminatların verilmesi yoluyla yatırım ikliminin olumlu yönde etkilenmekte, kendi aleyhlerine ve belki de adil olmayan bir biçimde değiştirilmeyeceğine ilişkin kurumsal taahhütlerin mekanizmalarını oluşturmaktır. Mal ve hizmetleri, maliyetini bile karşılamayacak durumda olan bölgelere ve toplumsal kesimlere ulaştırmaktır. Tüketicilerin piyasa hakkında yeterince bilgilendirilmesinin sağlanması ve asimetrik bilgi sorununun çözülmesidir. Sosyal açıdan riskleri azaltmaktır. Finans, bankacılık ve sigortacılık alanlarında risklerin azaltılması için yapılan uygulamalar ekonomik riskleri azaltırken, araba kullanmak için ehliyet alınmasını şart koşmak, depreme karşı 41 zorlayıcı tedbirler almak, toplum sağlığını koruyucu önlemler almak bu amaca hizmet etmektedir. Kamu güvenliği gibi konularda toplum yararının gözetilmesi, kaynak dağılımında etkinliğin sağlanabilmesi için ön koşul olan eşit pazarlık gücünün tesisini temine yönelik olarak eşit olmayan pazarlık gücünün zayıftan yana desteklenmesidir. 2.1.6. Regülasyon Politikasının Araçları Regülasyon politikası araçları aşağıdaki şekilde sınıflandırılabilir: Fiyat Regülasyonları Giriş Regülasyonları Bağımsız İdari Otoriteler Finansal Regülasyon 2.1.6.1. Fiyat Regülasyonları Fiyat regülasyonu, firmayı o pazarda faaliyet göstermeye ve geleceğe yönelik verimliliği artırıcı yatırımlar yapmaya teşvik ederken, üretim verimliliğinin sağlanması ve kaynak optimizasyonun sağlanması amaçlanmaktadır (Erol, 2003: 44). Üretici ve tüketicilerin tamamının olurunu alacak bir fiyat regülasyonu sisteminin oluşturulması oldukça zordur. Çünkü böyle bir sistemde oluşturulacak fiyatın hem tüketicilerin ödeyeceği asgari miktar olması hem de üreticilerin bu fiyattan üretmeye razı olması gerekir. Ayrıca, geleceğe yönelik olarak firmanın teknolojik gelişme sağlayarak fiyatı daha aşağılara çekmesi arzu edilir. Ancak bunun içinde firmalara, teknoloji yatırımı yapacak kadar kar bırakılmalıdır (Özrahat, 2009: 48). Fiyatlandırma açısından diğer bir sorun da, çok büyük miktarlara ulaşan sabit maliyetlerin kullanıcılara nasıl dağıtılacağıdır. Değişken maliyetlerin, kullanılan ürün miktarına bağlı olarak tüketicilere yansıtılması mümkündür. Fakat sabit maliyetler, mal veya hizmetin ulaştığı tüketicilerin hepsine eşit dağıtılabileceği gibi, kullanılan 42 mal veya hizmetin miktarına bağlı olarak da yansıtılabilir. Bir diğer alternatif ise tüketicileri, taleplerinin fiyat esnekliklerine göre gruplayıp bu gruplara sabit maliyetleri değişik oranlarda yansıtmaktır (Ardıyok, 2002: 35). 2.1.6.2. Giriş Regülasyonları 1930’lı yıllarda, rekabet potansiyeli olan fakat yüksek yatırım maliyeti gerektiren yoğunlaşmış endüstriler, rekabetin toplum yararına olmayacağı ve iflaslara yol açıp yıkıcı olabileceği gibi gerekçelerle regülasyon kapsamına alınmıştır. Bu tip endüstrilerin regülasyona tabi kılınmamasının toplum refahını azaltacağı, başka bir ifadeyle, regüle edilmeyen doğal tekellerde ya da tekelleşme eğilimine sahip olduğu düşünülen endüstrilerde rekabetin ekonomik etkinliği sağlayamayacağı gerekçesiyle, firmaların piyasaya girişi kısıtlanarak üretimde etkinlik artırılmaya ve fiyatlar kontrol altında tutularak firmaların pazar gücünü kullanmasıyla oluşacak refah kayıpları önlenmeye çalışılmıştır (Berkman, 2006: 21). Giriş kısıtlaması kamu yararı perspektifinden, sosyal refahı ve iktisadi etkinliği hedefleyen bir devlet, tüketicilerin güvenilir satıcılardan daha yüksek kalitede mal satın aldıklarından emin olmak için piyasalara girişi kontrol altında tutmaktadır. Bu tür regülasyonlar, tüketicilerin güvensiz üreticilerden düşük kalitede mal almak ve kirlilik gibi piyasa başarısızlıklarını azaltmaktadır (Çetin, 2009: 28). 2.1.6.3. Bağımsız İdari Otoriteler 1980’li yıllarda çoğu ülkenin idari yapısında düzenleyici kurumlar ya da diğer bir ifadeyle Bağımsız İdari Otoriteler (BİO) yoğun bir biçimde yer almaya başlamıştır. 1980’lerden sonra gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’deki özelleştirme uygulamaları ile regülasyon ihtiyacı daha çok hissedilmeye başlamış, teknolojinin katkısıyla hızla gelişen, karmaşık bir hal alan ve aynı zamanda uzmanlaşmayı gerektiren altyapı, finans, rekabet gibi alanlarda siyasal iktidarların ve ekonomik baskı gruplarının olumsuz etkilerinden uzak olarak faaliyetlerini sürdürmek için regülasyon kurumları oluşturulmuştur (Özrahat, 2009: 81). Bağımsız İdari Otoritelerin temel ilkeleri şunlardır (Karakaş, 2008: 107): 43 İdari Bağımsızlık, otoritelerin düzenleme yapma, hesap verme gibi konularda parlamentoya karşı sorumluluğunun olduğu göz ardı edilmemelidir. Organik Bağımsızlık, karar organlarında çalışanların bazı güvencelere kavuşturularak karar almalarını sağlanmasıdır. İşlevsel Bağımsızlık, yürütme organının bu otoritelerin işlem ve eylemlerinin geçersiz olmalarını sağlayacak bir yetkisinin olmamasıdır. Uygulattırma Bağımsızlığı, bağımsız idari otoriteler, karşı karşıya oldukları sorumluluklar nedeniyle, kamu yararına yerine getirecekleri görevler için uygulama/uygulattırma kapasitesine sahip olmalıdır. Mali Bağımsızlık, görevlerini yerine getirebilmek için devlet bütçesinin olanakları ile kısıtlı olmaması anlamına gelmektedir. 2.1.6.4. Finansal Regülasyon Finansal regülasyon, düzenleyici otoritenin finansal ajanların kararlarına ve hareketlerine kendi sosyal amaç fonksiyonunu maksimize etmek için getirdiği kurallar ve kısıtlamalardır (Tosuner, 2005: 58). Ekonomi sektöründeki diğer regülasyonların aksine, finansal regülasyon, finansal sistemin ana aktörlerinin, kurumlarının ve piyasalarının tedbirini, güvenliğini, bütünlüğünü ve şeffaflığını sağlamak amacıyla özellikle finansal sistemdeki belirli katılımcı sınıfların davranışlarını etkileme ya da kontrol etme ile ilgilenmektedir (OECD, 2010: 25). Finansal regülasyonun iki temel amacı vardır: Bunlardan ilki finansal sistemin güvenliğini ve istikrarını sağlamak, ikincisi ise finansal piyasaların büyümesini ve gelişmesini teşvik etmektedir. Bu iki amacın gerçekleştirilebilmesi için optimal bir regülasyon sistemi, etkinlik, hesap verebilirlik, yetki ve yasallık olmak üzere dört temel karakteristik özellik taşımalıdır. Bu dört karakteristik özellik regülasyon amaçlarının gerçekleştirilmesinde bir regülasyon sisteminin başarısı için temel oluşturmaktadır (Pan, 2009: 3-6). 44 Finansal regülasyon nedenlerine göre ekonomik regülasyon ve ihtiyat regülasyonu olmak üzere iki farklı kategoriden oluşmaktadır. Bunlardan ekonomik regülasyon kaynakların dağılımındaki piyasa başarısızlığını azaltmayı amaçlamaktadır. Bu tür bir finansal regülasyona faiz oranları ve kredi dağılımı üzerindeki kontrol örnek gösterilebilmektedir. İhtiyat regülasyonu ise finansal sistemin istikrarını ve yatırımcıları özellikle de küçük yatırımcıları korumayı amaçlamaktadır (Aktaran: Bahar ve Erdoğan, 2011: 3). Finansal piyasalardaki regülasyonları, bankacılık alanındaki regülasyonlar ve sermaye piyasalarına yönelik regülasyonlar olarak iki farklı başlıkta ele almak mümkündür. Bankacılık alanındaki regülasyonlarla ilgili genel kabul edilen prensip; düzenlemelerin sistemik riskleri yok etmek veya azaltmak üzerine kurulmasıdır. Sermaye piyasaları ile ilgili düzenlemeler ise yatırımcının korunması ile piyasada eşit rekabet koşullarının sağlanması mantığına göre biçimlendirilmiştir ve genelde daha liberal bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bankacılık kesiminin regülasyonu, bankacıların davranışlarına ilişkin kuralları belirlemenin yanı sıra bu kurallara uyulup uyulmadığının kontrolünü sağlamaya yönelik düzenlemeleri de içermektedir (Delice vd., 2004: 104). Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, devlet altı şekilde finansal regülasyon uygulamaktadır (Mangır, 2006: 416): Kredi tayınlaması, Faiz oranlarına baskı, Finansal sektöre girecek yeni kurumlar düzenleme, Banka işlemlerine müdahale, Finansal kurumların sahipliğine müdahale, Piyasada borçlanma şartlarına müdahalelerdir. 45 2.1.6.4.1. Finansal Regülasyonun Gerekçeleri Devletin finansal piyasalara müdahalesinin en önemli gerekçelerinden biri piyasa başarısızlığıdır. Piyasalar kendi haline bırakıldığında asimetrik bilgi ve dışsallık problemi gibi etkin olmayan bazı sonuçlar meydana gelmektedir. Bu durum devletin piyasaya müdahalesi için bir gerekçe oluşturmaktadır. Burada bahsi geçen asimetrik bilgi problemi, finansal piyasalardaki iktisadi aktörlerin eksik ve farklı bilgiye sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Dışsallıklar ise, finansal sektörde yaşanacak bir sorunun tüm ekonomi için tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarabileceği anlamına gelmektedir (Yay vd., 2004: 105). Finansal kurumları kontrol etme gerekliliği ve bu faaliyette mevcut olan ölçek ekonomileri de önemli bir regülasyon gerekçesidir. Finansal kurumlar ve müşterileri arasındaki finansal sözleşmelerin yapısı gereği bu kurumların davranışlarının sürekli kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu açıdan finansal kurumların işleyiş mekanizmalarını denetimi bu kurumların etkinliğinin ölçülmesinde önemli bir rol oynamaktadır (Delice vd., 2004: 110). 2.2. Türkiye’deki Finansal Krizler 2.2.1. 1994 Krizi 1989-1994 döneminde uluslararası kısa vadeli sıcak paranın spekülasyonuna açılan ulusal piyasalarda döviz kuru aşınması ve faiz oranları birbirine bağlanarak Merkez Bankasının kontrolünden çıkmıştır. Bu çerçevede uyarılan kısa vadeli, spekülatif yabancı sermaye akımları ulusal tasarruf eğimini düşürerek tüketim ve ithalat hacminin genişlemesine yol açmıştır. Ayrıca, döviz kuru ve faiz oranları arasında son derece hassas dengelere dayanan yapay büyüme süreci, bir taraftan ulusal ekonomideki yatırım ve birikim önceliklerinin spekülatif rantiyer tipi sermaye birikimine yönlenmesi, diğer taraftan da gelir dağılımının giderek bozulması ve mali piyasalarda bir kredibilite bunalımıyla birlikte yeni bir kriz ortamının doğmasına neden olmuştur. Bu süreç 1994 finansal krizi ile sonuçlanmıştır (Yeldan, 2002: 40). 46 1988 yılı, 1980’li yılların ekonomi tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. 1980 sonrası reform süreci ivmesini kaybetmiş ve ekonomi de bir tıkanma içine girmiştir. 1988’in tüm makroekonomik verileri “ihracata yönelik büyüme” politikalarının iktisadi ve sosyal sınırlarına ulaşıldığını göstermekte olup, artık Türkiye ekonomisinde dışa açılım öncelikleri reel üretim sektörlerinde değil, finans ve kambiyo hizmetlerini de kapsayacak politika değişiklikleriyle biçimlenmiştir. 1989’daki sermaye hareketleri üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılarak, kambiyo rejiminin tamamıyla serbestleştirilmesi politika değişikliklerin en önemlisidir. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi birçok gelişmekte olan ülke gibi küreselleşme sürecinde bir adım daha atarak, 1990’lı yıllarda doğrudan doğruya “dışa açık bir makro ekonomi” görünümüne girmiştir (Yeldan, 2002: 39-40). Türkiye 1988 yılına gelinceye kadar dünyadaki sıcak para gelişmelerine yabancı kalmıştır. 1989’da Türkiye serbestleşme sürecine girmiş ve her iki yönde sermaye hareketleri yoğunluk kazanmıştır. 11 Ağustos 1989 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan “Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar” ile kambiyo rejiminin serbestleşmesi yönünde atılan en önemli son adım gerçekleşmiştir (Ardıç, 2004: 99). 32 sayılı karar ile sağlanan finansal serbestleşme ile Türkiye sermaye hareketleri açısından en serbest ülkelerden biri haline gelmiştir. Böylece, yerli, yabancı sermayenin Türkiye’ye giriş çıkışı serbestleştirilmiştir. Doğrudan yatırımlar, serbest bölgeler, özelleştirme yoluyla çekilmeye çalışılan yabancı sermayeye sağlanan serbestlik yanında, Türkiye bu değişiklikle birlikte yabancı sermayenin yeni bir şekline açılmıştır. Bundaki amaç sadece yabancı sermayeyi çekmek değil, dışarıya kaçan yerli sermayeyi de geri getirmek olmuştur. 32 sayılı KHK ile sadece ödemeler bilançosu sermaye hareketleri serbestleştirilmemiş, aynı zamanda mali piyasalar da tam serbestleştirilmiştir; öyle ki yurt içinde döviz ile TL birbirini tam ikame eden ödeme araçları haline gelmiştir (Kazgan, 2002: 16). 1989 yılındaki mali serbestleşme ile sermaye hareketlerinin kontrolünün ortadan kaldırılması sonucunda iç ve dış spekülatif sermaye hareketleri artmıştır. Sermaye hareketlerinin ve mali piyasaların serbestleşmesi, 1990’lı yıllarda döviz kurunun 47 mal ticaretinden çok, kısa dönemli sermaye hareketlerine duyarlı olması sonucunu doğurmuş ve döviz kuru ana işlevinden kopmaya başlamıştır. Bir başka deyişle, döviz kuru ile mal hareketleri arasındaki arz talep bağlantısı ortadan kalkmaktadır. Nitekim, Türkiye’nin mal ticareti hareketleri, TL’nin değer yitirmesini, doların ise değer kazanmasını gerektirirken, parasal hareketlerde tam tersi olmuştur. Mali serbestleşme ve artan kamu açıklarının etkisiyle pozitif reel faiz uygulaması sonucunda, faiz ile döviz kuru arasındaki makas açılmış ve mal hareketlerinden bağımsız sermaye hareketleri gözlemlenmiştir. Türkiye’ye dolar getirilerek TL’ye çevrilmiş ve yüksek faiz geliri sağlayan hazine bonosu ve devlet tahviline yatırım yapılmıştır. Yatırım yapılan kamu kağıdının vadesi geldiğinde önemli bir faiz geliri elde edilmiştir. Bu faiz geliri yeniden yabancı paraya çevrildiğinde, yerli paranın vade dönemi içinde değer kazanması durumunda ek bir kazanç sağlamakta ve bu kazanç arbitraj kazancı olarak adlandırılmaktadır. Dolayısıyla, yüksek faiz oranı ve değerli döviz kuru “sıcak para” olarak da adlandırılan spekülatif sermaye girişini hızlandırmıştır(Sönmez, 1998: 503-504) 1990 yılında Türkiye’de artan net sermaye girişinin içinde portföy yatırımı ve kısa dönemli sermayenin sıçrama gösterdiği görülmüştür. Bu tip aşırı girişlerin yarattığı en büyük sorun olan ulusal paranın yabancı paralar karşısında değer kazanmasıyla birlikte ihraç mallarının fiyatı uluslararası fiyatlara göre yükselmekte, ithalat mallarının fiyatları ise düşmektedir. Uluslararası piyasalardaki rekabet gücünün daha çok fiyata bağlı olduğu bir ülkede de ulusal paranın aşırı değerlenmesi gibi bir durumda, uluslararası piyasada ülkenin rekabet gücü azalmaktadır. Ayrıca değerlenmiş yerli para, ithalat hacmini ve ekonominin ithalata bağımlılığını da artırarak dış ticaret dengesi üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır (Kepenek ve Yentürk, 2000: 216). Türkiye’nin kısa vadeli dış sermayeyi çekmesinde, yüksek reel faiz uygulaması etkili olmuştur. Rizikosuz menkul değer sayılan kamu borçlanma kağıtlarında faiz hadlerinin yüksekliği, hem döviz-faiz arbitrajı yoluyla kar etmek isteyen yabancı yatırımcıları çekmiş hem de yerleşik ticari bankaların ve şirketlerin dışarıdan kısa vadeli borçlanarak içeride bu kağıtlara yatırım yapmalarına neden olmuştur. Her iki durumda da sermaye girişi olmakta ve TL’nin değeri reel olarak yükselmekte, dola- 48 yısıyla da enflasyondan daha düşük devalüasyon yaratılmakta ve sermaye çıkışı durumunda da bunun tam tersi gerçekleşmektedir (Kazgan, 1995: 212). 1989-1993 döneminde makro istikrar sürekli göz ardı edilmiştir. Enflasyon oranı %60’lar düzeyinde seyrederken döviz kuru artış hızı sadece %50 düzeyinde kalmış dolayısıyla TL aşırı değerlenme sürecine girmiştir. Finansal serbestleşme adı altında ihracat hızı %8 düzeyinde gerçekleşirken, ithalat talebi hızla artmış ve ihracatın ithalatı karşılama oranı %50’nin altına düşmüştür (Yeldan, 2002: 50). 1988 yılından doksanlı yılların ikinci yarısına kadar uzanan dönem reel sektör, mali sektör ve kamu maliyesinde gerçekleştirilen ve sonuçları açısından, Türkiye ekonomisinin 1980 yılında uygulamaya koyduğu yapısal dönüşüm ve serbestleşme politikalarını gözler önüne sermiştir. Bu dönemde konsolide bütçe ve kamu kesimi açıkları ve finansman ihtiyacı artmış, iç ve dış borç stokları yükselmiş, iç ve dış borç servisleri ağırlaşmıştır. “Açıklar”, hızlı borçlanma ve giderek boyutları genişleyen “kayıt dışı ekonomi” ile “rant ekonomisi” Türkiye ekonomisinin bu dönemdeki en belirgin özellikleridir. 1993 yılına gelindiğinde izlenmekte olan iktisat politikalarının oluşturduğu birikimli olumsuz sonuçlara yenileri eklenmiştir. 1993 yılında kamu açığı, ithalat ve dış borçlanmadan destek bularak hızlı ekonomik büyüme (%7,5) devam etmiştir. Büyümeyi destekleyen, iç tasarruflar değil tüketim olmuştur (Ardıç, 2004: 107). Ekonomi reel kaynak yaratmamış, büyümenin etkisiyle kamu kesimi borçlanma gereği artmış ve sonuç olarak yeni borçlanmaya gidilmiştir. Teoride yüksek faizin iç tüketim dolayısıyla talebi kısması gerekirken, 1993 yılında ters yönde bir gelişme olmuştur. Düşük döviz kuru politikası sürdürülürken kamunun daha kolay borçlanabilmesi ve faiz yükünün azaltılması amacıyla üç aylık borçlanmaya başvurulması ve yapay müdahalelerle faizleri düşürme politikası izlenmiştir. Dövize olan talebin ithalattaki yükselişle artması sonucunda döviz kurunun da bilinen fiyat talep ilişkisi doğrultusunda artması gerekirken, düşük döviz kuru politikasına devam edilmiştir. İthalatın artmaya devam etmesi ve buna bağlı olarak dış ticaret ve cari açığın hızla artması, çelişkileri daha da güçlendirmiştir. Bunun yanı sıra yetersiz vergi gelirleri ile finanse edilemeyen harcamalar da iç borçlanmanın hız kazanmasına neden ol- 49 muştur. Nitekim, 1988-1993 döneminde kamu kesimi borçlanma gereğinin GSMH’ya oranı %4,8’den %12’ye yükselmiştir. Ayrıca, dış borçlanma da, iç borçlanmanın finansmanda yetersiz kalması ve cari açık nedeniyle hızlanmıştır. Nitekim, 1988 yılında 40,7 milyar dolar olan ve 1992 yılında 55,6 milyar dolar dış borç stoku 1993 yılında 67,4 milyar dolara yükselmiştir. Artan borçlanmanın yanı sıra TCMB kaynaklarına başvurularak parasallaşmaya gidilmiştir (Ardıç, 2004: 107). Bütün bu gelişmeler sonucunda, Ocak 1994’te mali piyasalarda önemli çalkantılar baş göstermiş, önce yapay olarak borsa endeksi hızla tırmanmış, sonra da döviz kurları hızla değer kazanmıştır. Piyasaların TL’ye boğulduğu bir ortamda, Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi ve psikolojik beklentiler de dövize olan talep patlamasını beslemiştir. Bu yaşananlar enflasyonun da hızlanmasına yol açmıştır. 1993 yılında %60,3 olan enflasyon oranı 1994 yılında %149,6’ya yükselmiştir. Daha sonra yapılan %13,8’lik devalüasyonun ardından Merkez Bankası döviz piyasalarında döviz satmış, TL’ye uygulanan faiz bankalar arası piyasada yükseltilmiş ve Hazine daha yüksek faizle borçlanmaya çalışmıştır. Ticari bankalar da mevduat ve kredi faizlerini önemli ölçüde yükseltmişlerdir (Sönmez, 1998: 500-501). 1993 yılında hükümet, kısa vadeli ekonomik hedeflerden birinin kamu bütçesi üzerinde baskı yaratan faizleri düşürmek olduğunu açıklamıştır. Böylece 1993 yılına kadar TL’nin değerlenmesine ilave olarak yüksek faiz oranının düşürülmesi hedeflenince ekonomide adeta iki tane nominal çıpa oluşmuştur. Rasyonel ekonomi politikaları açısından, aynı anda iki tane nominal çıpa sağlamaya çalışmak sürdürülmesi zor ve maliyeti yüksek bir politikadır. Kurların değer kaybetmesine izin vermeyerek yapay ve geçici yöntemlerle faiz oranları düşürülmeye çalışılmıştır. Yüksek borç stokuna ve içsel dengesizliğe sahip, ticaret ve sermaye hareketlerini serbestleştirmiş ve döviz kurunu nominal çıpa olarak kullanan ekonomiler, faiz oranını yüksek tutmak zorunda kalmaktadırlar. Aksi takdirde devalüasyon beklentileri nedeniyle, dövize yönelme yaşanacak ve faiz-kur makası kapanarak ülkeden sermaye çıkışına yol açabilecektir. Kamu açıklarının artmasında en büyük kalemi oluşturmaya başlayan yüksek faiz ödemelerini azaltmak isteyen hükümetin, faiz oranlarını borçlanma ihtiyacını azaltarak ve temel yapısal dengesizlikleri düzelterek düşürmesi gerekmektedir (Bahçeci, 1997: 80-82). 50 24 Ocak 1980 kararları ile yaşanmaya başlayan finansal serbestleşme süreci 14 yılın sonunda 1994 yılında büyük bir finansal krize yol açmıştır. 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle birlikte Türkiye’ye yabancı sermaye girişlerinde bir artış yaşanmıştır. Türkiye’de kısa vadeli sıcak para fonlarının ve portfolyo sermayesi girişlerinin de artmasıyla kriz öncesi yıllarda dış ticaret bilançosu açıkları ve kamunun borçlanma gereği önemli artışlar göstermiştir (Seyidoğlu, 2003: 146). Sıcak para girişlerindeki bu artış bankaların açık pozisyonlarının büyümesine neden olmuştur. 1994 krizinin temelinde de bu kamu kesimi finansman açığı ve cari işlemler açığı yer almıştır. 1994 yılı öncesinde yaşanan Körfez Savaşı ve Avrupa Para Krizi dış finansman koşullarını riskli bir konuma getirmiştir. Bu ekonomik tablo Türkiye’yi 1994 krizine taşımıştır (Oktar ve Dalyancı, 2010: 12). 2.2.2. 1994 Krizinin Temel Nedenleri Türkiye ekonomisi 1994 yılının başlarında temelini kamu kesimi açıklarının ve bunların finansman yönteminin oluşturduğu bir kriz yaşamış ve bu krizin en fazla hissedildiği alanlar sermaye ve döviz piyasaları olmuştur. Kriz öncesi dönemde, bütçe açıklarının iç borçlanma ile finanse ediliyor olması nedeniyle, temel mali göstergelerde devamlı bir bozulma olduğu halde enflasyon oranı yüksek fakat durağan olarak seyretmiştir. Yani iç borçlanma, enflasyon oranı ve temel mali göstergeler arasında açık bir ilişki olmasını önlemiştir. İç borçlanma sadece enflasyon oranı ve bütçe açığı arasındaki ilişkiyi gizlememiş ayrıca para krizi modellerinin tahminlerinde önemli rol oynayan rezervler ile enflasyon arasındaki ilişkiyi de gizlemiştir (Özatay, 2000: 2). 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla birlikte, kar maksimizasyonu hedefleyen uluslararası sermaye yüksek faiz getirili Türk bono piyasasına ve yeni gelişen İstanbul Menkul Kıymetler Borsasına kote edilmiş pay senetlerini satın almaya yönelmiş ve bu şekilde TL’nin aşırı değerlenmesine neden olmuştur. Ayrıca, 1990’lı yılların başlarında kamu otoriteleri, enflasyonu belli düzeyde tutmak için çeşitli parasal büyüklüklerdeki artışları döviz satışları aracılığıyla sterilize etme politikası izleyerek döviz arzını arttırması da TL’nin değer kazanmasında önemli rol oynamıştır (Ardıç, 2004: 147). 51 1990’lı yıllarda özellikle bireysel bankacılık faaliyetleri çerçevesinde tüketici kredilerinin artması, Türkiye’de tüketimi teşvik etmede önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde önce harca sonra tasarruf et felsefesi benimsenmeye başlanmıştır. Özellikle Türkiye’de bankacılık sisteminin euro piyasalarından sağladığı ucuz fonları, dayanıklı tüketim mallarına yönelik tüketici kredisi kullandırması sonucunda, 1994 krizinin önemli nedenlerinden biri olan döviz açık pozisyonu oluşmuştur (Ardıç, 2004: 147). Bununla beraber, reel faiz oranı reel ekonominin büyümesinin üstünde seyretmeye başladığı zaman, açıkların iç borçlanmayla finanse edilmesi sürdürülemez hale gelmekte ve sürdürülemezlik noktası ise iç borç piyasası aktörlerinin davranışlarına bağlı olmaktadır. Yani iç borçlanma piyasasındaki aktörlerin davranışları para krizini başlatabilmektedir. Para krizlerinin başlamasına yol açan nedenler iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, iç borçlanma talebi devam etmesine rağmen hükümet var olan kamu açığını finanse etme mekanizmasını değiştirerek, vergi veya para basarak kapama yolunun başvurmaktadır. İkincisi ise bir taraf olarak devletin davranışında değişiklik söz konusu değilken, bono talep edenler herhangi bir nedenle daha fazla devlet tahvili tutmak istemektedirler. İkinci tip davranış kendi kendini oluşturan (Self-Fulfiling) saldırıyı doğurmaktadır. Hükümet iç borç piyasasından borçlanmaya çalışmakta, finans mekanizmasını istemese de değiştirme durumunda kalmaktadır. Bununla beraber çeşitli sebeplerden dolayı hükümetin iç borç piyasasından borç almaya devam etme eğiliminde olması bile spekülatörlerin hükümetin kendi parasını koruyamayacağını tahmin ederek paraya saldırmasına neden olmaktadır. Türkiye’de gerçekleşen durum ise bu şekilde değildir. Hazine bonolarına talep devam ederken hükümet ülkenin krizle karşı karşıya kalmasına yol açacak kamu açığının finansman yöntemi değişmiştir (Özatay, 2000: 4-5). 1993 yılının ikinci yarısında, gerek kamu alanında, gerekse de dış ekonomik ilişkiler ve para piyasalarında ortaya çıkan dengesizlikler ve gelişmeler nedeniyle ekonomide yeni politika arayışları ortaya çıkmış, enflasyonla mücadele edebilmek ve kamu borç yükünü azaltabilmek için de faiz oranlarının düşük tutulması kararı alınmıştır. Diğer bir deyişle, hükümet para piyasasındaki baskılar sonucu tırmanışa geçen faiz hadlerinin ve döviz-faiz arbitrajının ekonomiyi içine soktuğu kısır döngüyü kırmak, 52 sermaye girişlerini yavaşlatıp döviz fiyatının yükselmesini sağlamak için faiz oranını düşürmek istemiştir. Bu yeni politika ise döviz talebinin hızla artmasıyla sonuçlanmıştır. Bu süreç uzun zamandan beri yaşanan ekonomik dengesizliklerin 1994 yılının başlarındaki bunalımla noktalanmasına yol açmıştır (Kepenek ve Yentürk, 2000: 485). Kriz öncesi ve sonrasında devam eden ve tetikleyici bir şok olmadan krize yol açmayan ekonomik dengesizlikleri şu şekilde sıralanmaktadır (Özatay, 2000: 8-12). 1993 yılında hem kamu sektörü açığının hem de yurt içi borç stokunun GSMH’ya oranı oldukça yüksek bir sevideydi. İç borçlanmanın gerçek maliyeti yüksekti. 1993 yılında gerçekleşen cari işlemler açığı 1990’lı yıllar boyunca ulaşılan en yüksek seviyedeydi. 1993 yılında, yaklaşık %35’î kısa vadeli olan net sermaye akışı yüksek seviyedeydi. TL aşırı değerlenmişti. Kriz yaşamış birçok gelişmekte olan ülkede kriz öncesinde yüksek olan hem M2Y’nin hem de M2YB’nin Merkez Bankası rezervlerine oranı Türkiye’de yüksekti. Ticari bankalarca genişletilen kredilerin GSMH’ya oranı artma eğiliminde idi. Bankacılık sektörünün yabancılara olan toplam döviz borçlarının toplam borç içindeki oranı 1994 krizi öncesinde hızla artmıştır. Temel dengelerin finansal krizlerde oynadığı rol konusunda iktisat biliminde iki farklı yaklaşım vardır. Bu yaklaşımlardan birincisine göre temel dengeler yerinde ise kriz oluşmamaktadır (Obstfeld, 1996). Fakat sermaye girişleri temel dengeleri bozmakta, bozduğu için sermaye kaçışına yol açmaktadır. İkinci yaklaşım ise krizin temel dengelerden bağımsız olarak sadece bir para aleyhine spekülasyonla ortaya çıkabileceğidir. Türkiye’de para aleyhine spekülasyonun başlamasının özellikle Tür- 53 kiye’deki ekonomik göstergelerle yakında bağlantılı olduğu yani temel makroekonomik dengelerden bağımsız olma yolundadır (Kazgan, 2002: 280). Devlet borcunun vade yapısını ve faiz oranını yönetmeye uğraşılması ve ekonomiye aniden büyük miktarda para sürülmesi döviz kuru oranını etkilemiştir. 1993 yılında piyasadaki döviz kuru ile resmi döviz kuru arasındaki fark %1 iken 1994 yılı başlarında piyasa kuru ile resmi kur arasındaki fark genişlemeye başlamış ve Lira Dolar karşısında devalüe edilmiştir (Özatay, 2000: 20). Hükümetin döviz fiyatlarına sürekli müdahale edilemeyeceğini ve faizlerin düşürüleceğini açıklaması ve borsaya giren dış sermaye ve alınan çeşitli önlemlerin etkisiyle aşırı şişirilen borsa fiyatlarının inişe geçeceği beklentisi Türkiye’ye giren paranın bir an önce Türkiye’den çıkması gerektiğini işaret etmiştir. Derecelendirme kurumları da bu durumu dış sermaye ile açıklamışlardır. Bu açıklamalar, spekülatif amaçla ya da döviz-faiz arbitrajı yoluyla kar sağlamaya çalışan kesimin, oyunu bir an önce terk etmesi anlamına gelmektedir. Açık pozisyonla çalışan kurumlar; borç ödemek, rizikosu artan dış sermayeye bir an önce kaçmak isterken, diğer yandan yerli kişiler ve kurumlar para ikamesi için döviz piyasasına hücum ederken döviz fiyatı yükselmiştir. Ayrıca aşırı artmış hisse senedi fiyatlarının da sürdürülemeyeceği anlaşılınca borsa endeksi düşmüştür. Faiz oranlarının yükseltilmesiyle, Mayıs başına gelindiğinde Dolar 35 Bin TL civarında tutunabilmiştir. Ancak olağanüstü yüksek faiz bir yandan artan dolar fiyatlarının ivme verdiği maliyet artışları, öte yandan hızlanan enflasyon ekonomiyi giderek yoğunlaşan bir durgunluğa sürüklemiştir. Bu aşamada kriz üretim kesimine geçmiştir. Daha sonra da banka-banker iflasları başlamıştır. Finans piyasasında bu kargaşa sürerken tehlikeli bir eğilim ortaya çıkmış ve oluşan güvensizlik ortamı TL mevduat hesaplarında hızla para çekilmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda bankacılık kesimi çöküş tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bunun üzerine hükümet, bütün bankalardaki mevduatı garanti altına aldığını açıklamasıyla çekiliş durmuştur. Bunun yanı sıra TCMB ticari bankaları rahatlatmak amacıyla reeskont kredisini genişletmiştir. (Kazgan, 1995: 228-229). 54 Tablo-1: 1994 Krizi Öncesi Göstergeler 1990 1991 1992 1993 1994 KKBG/GSMH 3,60 3,70 6,10 4,80 5,30 M2Y (Milyon $) 27.991,00 28.774,00 33.418,00 36.171,00 28.897,00 Merkez Bank Döviz Rezervi (Milyon $) 5.758,50 4.812,90 6.106,60 6.277,20 6.905,90 M2Y/Merkez Bankası Döviz Rezervi 4,86 5,98 5,47 5,76 4,18 İç Borç Stoku/GSMH 14,40 15,39 17,60 17,89 20,56 Kısa Vadeli Sermaye/GSMH 1,97 -1,99 0,87 1,69 -3,93 Sermaye Hareketleri/GSMH 2,65 -1,58 2,27 4,95 -3,21 Cari İşlemler Açığı/GSMH -1,72 0,17 -0,59 -3,77 2,02 YP Aktif/YP Pasif 88,1 90,0 86,8 84,6 96,5 YP Borçlar/Toplam Borçlar 7,10 7,00 10,90 14,10 7,00 Krediler/GSMH 17,40 16,80 17,70 18,20 16,20 Reel Faiz Oranı (%) -4,60 8,10 9,60 13,00 28,20 Büyüme Oranı (%) 9,40 0,30 6,40 8,10 -6,10 Kaynak: Ardıç, 2004: 151 Paraya olan spekülatif saldırıyı durdurmaya çalışan Merkez Bankası döviz piyasasına yoğun bir şekilde müdahale etmiştir. Bütün bu müdahalelere rağmen 1994 yılının ilk çeyreğinde Türk Lirası Dolar karşısında %70 değer kaybetmiştir. Bunun yanı sıra kriz öncesinde %70 civarında seyreden gecelik faizler aniden %700 gibi daha önce rastlanmamış bir seviyeye sıçramıştır (Özatay, 1995: 20). Sonuç olarak Türkiye ekonomisi %6 civarında küçülmüştür. 55 Tablo-2: Enflasyon ve Büyüme 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 Enflasyon 43,22 29,58 32,19 68,22 69,43 54,67 58,16 65,53 64,02 118,47 88,01 Büyüme 6,76 9,81 1,45 1,63 9,37 0,35 7,95 4,30 1992 6,40 1993 8,14 1994 -6,09 1995 Kaynak: Ardıç, 2004: 152 Yaşanan kriz sonrasında enflasyon oranı 1988-1993 döneminde %65’ler düzeyinde seyrederken 1994 yılına %130’lar düzeyine yükselmiştir. 5 Nisan 1994 tarihinde “istikrar önlemleri” açıklanmasına rağmen iç borçlanma piyasası ancak Mayıs ayı sonlarında çok yüksek faiz teklifi ile çalıştırılabilmiş ve Kasım 1993’te %90’lık faiz oranı ile borçlanmak kabul edilmezken krizden beş ay sonra %400’lük faiz oranı ile borçlanılabilmiştir. Reel sektöre de yansıyan krizin sonucunda ekonomi daralmış, reel ücretler azalmış ve işsizlik artmıştır (Özatay, 1995: 109). 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbest bırakılması ve bankaların yurtdışından sağladıkları ucuz kaynaklarla Hazine’yi fonlaması ve TCMB’nin enflasyonla mücadele çerçevesinde TL’yi değerli tutmaya çalışma politikasının yarattığı bankaların açık pozisyonları ve 1989 yılında şok olarak verilen yüksek ücret zamlarının iç talebi körüklemesi 1994 Krizinin iki temel nedeni olarak ifade edilmektedir (Binay ve Kunter, 1998: 32). 1994 yılı başında Hazine artan borç yükünü azaltmak için, kamunun artan finansman ihtiyacı ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ile birlikte TL cinsinde varlıkların döviz tutmaya oranla daha cazip hale getirilmesi amacıyla artan faiz oranlarına müdahale etmiştir. Ancak, müdahale edilen yüksek faiz oranları bir neden değil aksine bir sonuçtur. Sonucu doğuran nedenler ortadan kaldırılmadan, sonuca müdahale etmek ise dengesizliklere yol açabilmektedir. Nitekim 1994 Krizinde de böyle olmuştur. Hazine artan borç yükünü azaltmak amacıyla kendi kısa dönemli fon talebini düşüremeden faiz oranlarını düşürmeye çalışmıştır. Bu müdahale sonucunda yerli döviz talebi artmış ve hızlı devalüasyona neden olarak bunalım ortamı oluşmuştur (Kepenek ve Yentürk, 2000: 238). 56 Türkiye ekonomisini kriz ortamına getiren en önemli dengesizlik önemli ölçüde ve giderek artan kamu kesimim açıklarının ve buna eklenmesi gereken diğer dengesizliğin ise bu açıkları kapatamayan, yetersiz kalan özel tasarrufların olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, bu iki dengesizliğin sonucu olarak dış açığın giderek büyümesinin ise diğer bir dengesizlik olduğu belirtilmektedir. Ancak bu açıklar belli bir süre içerden ve dışarıdan borçlanma yöntemiyle ve içerde ve dışarıda liberalleşme yoluyla sürdürülebilmektedir (Uygur, 1994: 44). Önemli ölçüde kamu açıklarının var olduğu bir ekonomide iç finansal liberalleşmeye gidilmesinin nominal ve reel faizlerin artmasına yol açarak kamu açıklarının daha da büyümesi sonucunu doğurmakta olduğu literatürde ülke deneyimleri ile açıklanmaktadır. Böyle bir literatürün varlığına rağmen Türkiye’de liberalleşme gerçekleştirilmiştir. Bu durum birinci yanlış olarak değerlendirilmektedir. İkinci ve daha önemli bir yanlışın ise, iç finansal ve dış ticaret liberalizasyonunun olumlu sonuçları alınmadan dış finansal liberalizasyona yani sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine gidilmesi olduğu belirtilmektedir. Sermaye hareketlerinin, kamu açığının ve dış açığın varolduğu bir ortamda serbestleştirilmesi ise yüksek faiz ve düşük döviz kuru şeklinde bir geçici denge oluşturmakta ve uzun dönemde sürdürülmesi mümkün olmamaktadır. Nitekim Türkiye’de de bu konuda yapılan çalışmalarda elde edilen sonuçlar işlemiş ve 1994 Krizi meydana gelmiştir (Uygur, 1994: 45). 2.2.3. 1994 Krizi Sonrasında Uygulanan Finansal Regülasyonlar 1994 Krizi’nden çıkış yolu olarak yeni bir istikrar programı açıklanmıştır. 5 Nisan istikrar programı olarak anılan bu programın temel amacı, kısa vadede bozulan dış dengeyi ve döviz piyasalarını yeniden istikrara kavuşturmaktır. Programın temel hedefi, orta vadede mali piyasalardaki istikrarsızlığın temel nedeni olan kamu açıklarını azaltmak ve enflasyonu düşürmek, uzun vadede ise sürdürülebilir bir büyüme sağlamak olmuştur (Karaçor ve Alptekin, 2006: 311). 1994 krizi ile birlikte bankacılık sektöründe ortaya çıkan güven bunalımını ve mevduat kaçışını aşmaya yönelik tasarruf mevduatı sigortası uygulanmaya başlamıştır. Uygulamanın temel amacı finansal piyasalar ve bankaların mali yapıları hakkında 57 yeterli bilgi sahibi olmayan küçük tasarruf sahipleri başta olmak üzere, mudileri korumak ve sistemde banka iflaslarının yayılmasını ve krize dönüşmesini engelleyerek finansal güvenlik ağı kurmaktır. Bu düzenleme kısa vadede 1994 krizinin çözülmesinde önemli bir işlev yüklenmiştir. Ancak uzun vadede bankacılık sektöründe yaşanılan sorunların başlıca kaynağı haline dönüşmüştür. Çünkü özellikle tam mevduat garantisi, piyasa disiplininin ortadan kalkması ile çarpıklıklara neden olmakta ve ahlaki riziko problemini ortaya çıkararak, finansal piyasalarda daha fazla risk alma güdüsünü artırmaktadır (Bahar ve Erdoğan, 2011: 10). 2.2.3.1. 5 Nisan 1994 İstikrar Kararları Türkiye Ekonomisi 1994’ün başında sürüklendiği bunalımın sonucunda istikrar önlemi alınmasını gerektirecek bir duruma gelmiş ve 5 Nisan 1994’te hükümet dengeleri yeniden kurmak amacıyla yeni kararlılık önlemleri paketini ilan etmiştir. 5 Nisan Kararları, kamu açıklarını azaltarak finans piyasalarını dengeye getirmek, ihracatı ve döviz kazandırıcı faaliyetleri teşvik ederek dış açığı azaltmak, yapısal reformlarla kamu açıklarını azaltmaya ek destek vermek amacıyla hazırlanmıştır. Programda temel ilke olarak üretim yapan, sübvansiyon dağıtan bir devlet yapısından ekonomide piyasa mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla işlemesini sağlayan ve sosyal dengeleri gözeten bir devlet geçmek esas alınmıştır (Ardıç, 2004: 154). 5 Nisan 1994’te hükümetin dengeleri yeniden kurmak amacıyla aldığı kararlar şu şekilde sıralanabilir (Ardıç, 2004: 154). Program çerçevesinde kamu gelirlerini artırıcı tedbirler yürürlüğe konarken kamu harcamalarının kısıtlanması yönündeki tedbirlerin taviz verilmeden uygulanması kararlaştırılmıştır. Programın başarısı açısından Nisan-Haziran dönemindeki bütçe uygulaması büyük önem taşımakta olup alınan tedbirlerin uygulanması büyük önem taşımakta olup alınan tedbirlerin uygulanması sonucunda kamu kesimi borçlanma gereğinde önemli bir azalma sağlanabileceği düşünülmüştür. Petrol ürünleri fiyatlarının artırılması, akaryakıt tüketim vergisinden bütçeye aktarılan payın artırılması, tekel ürünlerinin fiyatlarının artırılması ve kuruluşun Hazine’ye olan vergi borçlarının tahsil 58 edilmesi ve bunun yanı sıra diğer gelir artırıcı tedbirlerin uygulanması ile bütçe gelirlerinde artış sağlanabileceği öngörülmüştür. Programda, TCMB’nin özerkliğni artırmak amacıyla, TCMB’nin Hazine’ye ve diğer kamu kuruluşlarına verdiği kredilere sınırlamalar getirilmiştir. Bu amaçla, 1995 yılında hazine bütçe ödeneklerindeki artışın %12’si kadar kısa vadeli avans kullanılmasına imkan sağlanmıştır. Bu oran 1998 yılında %3’e düşürülmüştür. Bunun yanı sıra, TCMB para politikasını ekonomideki fiyat, ücret ve döviz kuru için öngörülen hedeflere uyumlu bir şekilde yürütecek ve parasal büyüklükler kontrol altında tutacaktır. Dolayısıyla, TCMB’nin parasal büyüklükler üzerindeki kontrolünü artırabilmek için mevduat munzam karşılıkları ve disponibilite uygulamaları yeniden düzenlenmiştir. Mali piyasalardaki istikrarsızlık nedeniyle sistem dışına çıkan tasarrufların tekrar mali sisteme dönmesi amacıyla bankalardaki tasarruf mevduatlarının tamamı güvence altına alınmıştır. Bankalar Kanununda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun hükmünde kararname yürürlüğe girmiştir. Böylece, bankaların kuruluş, faaliyet ve öz kaynakları ile denetimleri yeni esaslara bağlanmıştır. Başta ihracat olmak üzere turizm, dış müteahhitlik ve döviz kazandırıcı tüm hizmetler, Türk ekonomisinin itici gücü olarak düşünülmüş ve ihracatı artırmak amacıyla, döviz fiyatının yükselişi ve Exim-Bank kredi ve sigorta programlarının kapsamı genişletilerek destek olunması amaçlanmıştır. 5 Nisan İstikrar Programı IMF tipi istikrar programlarına benzer nitelikte olmakla beraber, uluslararası kuruluşların öngördüğü bir program değildir. Program IMF gözetiminde hazırlanmamış fakat Mayıs 1994 tarihinde IMF ile yapılan görüşmeler sonucunda bir stand-by anlaşması ile bazı performans kriterleri çerçevesinde IMF tarafından kabul ve destek görmüştür. 5 Nisan İstikrar Programı kamu kesiminin dengelenmesi hususunda bir program içermekle beraber bu programın karar alıcılar tarafından nasıl algılanacağı, özellikle de ekonomik krizlerin ve önemli politika 59 değişikliklerinin ilk etkilerinin görüldüğü, fiyatların çok esnek, spekülatif potansiyelin ise yüksek olduğu finansal piyasalarda ne tür tepkilere yol açacağı konusunda herhangi bir düşünceye yer verilmemiştir. İstikrar programlarında finansal piyasaların tepkilerinin ne olacağı dikkate alınarak değişik senaryoların üretilmesinin gerekliliği vurgulanmaktadır. Söz konusu istikrar programında finansal piyasalara ilişkin olarak sadece bu piyasaların önemli bir ayağı olan döviz piyasaları ile ilgili olarak döviz kurlarının serbest piyasada belirleneceğine değinilmiştir (Uygur, 1994: 50). 2.2.4. 2000-2001 Krizi 1994 yılında yaşanan ekonomik krizin ardından alınan tedbirlere rağmen dönemin sonunda yapısal değişimi gerektiren tedbirlerin ertelenmesi, peş peşe meydana gelecek ağır ekonomik krizler için çok güçlü zemin hazırlamıştır. İlk olarak 1999 yılında meydana gelen krizi Kasım 2000’de ikincisi ve Şubat 2001’de üçüncüsü izlemiştir. 2.2.4.1. 1 Aralık 1999 İstikrar Programı Türkiye’nin ekonomi tarihine bakıldığında istikrar programlarının genelde kriz sonrasında uygulamaya konulduğu gözlenmektedir. Nitekim, 1999 istikrar programına tarihsel olarak en yakın olan 5 Nisan istikrar programı 1994 yılında yaşanan finansal kriz, 1980 istikrar programı da yine bir ödemeler dengesi krizi sonrasında uygulanmıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde 1999 istikrar programı diğerlerinden farklılık arz etmektedir (Ardıç, 2005: 159). Programın özünü üç temel unsur oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi, sıkı bir maliye politikası uygulayarak faiz dışı fazlanın artırılması, yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve özelleştirmenin hızlandırılmasıdır. İkincisi, enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikasının uygulanmasıdır. Üçüncüsü ise, bu unsurların enflasyon ve reel faizlerin düşürülmesine yapacağı katkıyı desteklemek ve ekonomik birimlere uzun vadeli bir bakış açısı kazandırmak için enflasyonun düşürülmesine odaklanmış kur ve para politikası uygulamasıdır. 1999 istikrar programı para ve döviz politikaları açısından daha somut politika dönüşümleri içermiştir. Kronik yüksek enflasyon ortamında, kurlarla fiyatlar arasında ortaya çıkan sıkı ilişkiye dayanan ve döviz kurla- 60 rını nominal çıpa olarak kullanan enflasyonu düşürme programı, temelde dış ticarete konu olan malların fiyatlarını sınırlama ve beklentiler yolu ile de dış ticarete konu olmayan malların fiyatlarını etkileyerek enflasyonda kalıcı bir düşüşü sağlama hedefi doğrultusunda belirlenmiştir (Ardıç, 2005: 163). Türkiye ekonomisi 2000 yılı içinde, 1998 yılının ikinci yarısından itibaren yaşamaya başladığı daralmadan çıkarak, istikrar ve genişleme içinde seyretmeye başlamıştır. 2000 yılı programının titizlikle uygulanmasının sonucunda büyüme hedefi yaklaşık %6 düzeyinde gerçekleşirken, sepet kurdaki artışlar, net iç varlıklar ve net dış varlıklarda da programda öngörüldüğü düzeyler yakalamıştır. Ayrıca, 2000 yılı süresince kamu kesimi dengesine ilişkin program hedeflerinin genellikle tutturulmuş olduğu gözlenmiştir. Ocak-Eylül 1999 döneminde %58,6 olan Faiz Dışı Harcama/Konsolide Bütçe Harcamaları oranı 2000 yılının aynı döneminde %49,8’e düşmüş; 1999 yılında %41,4 olan Faiz Ödemeleri/Konsolide Bütçe Harcamaları oranı ise 2000 yılında %50,2 düzeyinde gerçekleşmiştir (Demir, 2001: 61). 2.2.4.2. Kasım 2000 Krizi 2000 Ağustos-Eylül dönemine gelindiğinde Türkiye’nin dış borçlanma görüntüsü “borçlanıyor, ithalat yapıyor, dış borç geri ödeme gücü giderek azalabilir” yorumlarına neden olmuştur. Bu bağlamda, cari açığın GSMH’ya oranı %3,5 düzeyine yani 7 milyar dolara varıncaya kadar Türkiye’nin rahat borçlanabileceği, ancak bu eşik aşıldığında dış borçlanmayı sürdürmenin zor olacağı ifade edilmiştir (İşler, 2004: 37). Enflasyon oranının tahmin edilenden yüksek çıkması nedeniyle aşırı değerlenen TL, ithal malları alımını cazip kılarak ihracatta rekabet gücünün azalmasına yol açmıştır. Düşük faizli tüketim kredilerinin artması ve TL’nin aşırı değer kazanmasıyla birlikte 2000 yılında ithal otomobil satışları %112, tüketim malı ithalatı %31,7, yatırım malı ithalatı ise %29,2 oranlarında artmıştır. Ancak döviz kurunun eksik belirlenmesi ara mallarının ucuzlamasını sağlamış ve sanayi sektörünün ara malları talebini artırmıştır. Sonuçta tüketim ve ithalatta yaşanan artışlar büyüme hızını programda öngörülenin üzerine taşımıştır. İthalatın, eksik belirlenen döviz kuru nedeniyle 61 artması ve Avrupa’ya ihracatın Euro’nun Dolar karşısında değer kaybetmesi nedeniyle, diğer pazarlarda ise rekabet gücünün azalmasından dolayı gerilemesi, cari işlemler dengesinin hızla bozulmasına neden olmuştur. 1999 yılında 1 milyar 364 milyon dolar olan cari işlemler açığı Eylül 2000 itibariyle 6 milyar 823 milyon dolara yükselmiştir. 2000 yılında ithalat %35 artarken, ihracat artışı sadece %7’de kalmış ve ticaret hesabı 20 milyar dolar açık vermiştir (Eğilmez ve Kumcu, 2011: 329-330). Hızla artan cari işlemler açığının sürdürülebilmesi yabancı sermaye girişi ile mümkün hale gelecektir. Ancak 2000 yılında hem portföy yatırımlarında hem de doğrudan yatırımlarda bir önceki yıla göre büyük düşüşler gözlenmiştir. Ekim ayındaki enflasyon oranının beklenenden yüksek çıkması, özelleştirme cephesinde yaşanan güçlükler ve engeller, Arjantin krizinin yan etkileri ve bankacılık sektöründe bir dizi yolsuzluğun ortaya çıkması piyasaya olan güveni azaltmıştır. Bu durum ise yabancıların TL cinsi gelir getiren kağıtlardan kaçmasına ve Eylül ayında önemli satışlar yaparak net sermaye akımının 2000 yılı için ilk defa negatif olmasına neden olmuştur. Net sermaye akımının negatif olması bir krizin olacağına dair ilk erken uyarı sinyali olmuştur (Uygur, 2001: 22). Türkiye’de Güney Doğu Asya ülkelerinin kriz öncesi durumuna benzer bir durum bankacılık sektöründe yaşanmıştır. Özel bankaların birçoğu yapı itibariyle Asya ülkelerindeki holding bankalarını anımsatmaktadır. 1998-2000 yılları arasında Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilen Yaşarbank-Yaşar Grubu, Demirbank, Ulusalbank-Cıngıllıoğlu Grubu, EGS Bank-EGS Grubu, Bank Kapital-Ceylan Grubu, Sümerbank-Garipoğlu Grubu vb. bankaların birçoğu büyük grupların elinde yer almıştır. Tasarruf mevduatına verilen garantiler yüzünden holding bankalarının birçoğu halktan topladıkları mevduatın büyük bölümünü kendi bünyelerindeki şirketlere usulsüzce aktarmışlar ve batık kredi olarak göstermişlerdir (Akyüz ve Boratav, 2002: 29-31). Döviz kurunun çıpaya bağlanması ve ulusal ve uluslararası faiz oranındaki farklılıklar nedeniyle, tıpkı Asya bankaları gibi Türk bankaları da döviz kurunda olabilecek değişimlere karşı koruma almadan (Hedging yapmadan) uluslararası piyasalardan düşük maliyetle aldıkları borçları Türkiye’de TL cinsinden yüksek faiz oranla- 62 rından kredi olarak vermişlerdir. Asya ülkelerindeki bankalardan farklı olarak Türk bankaları yurtdışından elde ettikleri kredileri özellikle kamu kesimine borç olarak vermişlerdir (İşler, 2004: 39). Türkiye 2000 yılının sonbaharında %27’lere ulaşmış TÜFE enflasyonuyla, GSMH’nın %4’ünü geçmiş cari işlemler açığıyla, artan ithalat giderleri ve dış borçlarla, azalan ihracat gelirlerine karşılık yabancı sermaye girişinin sağlanamadığı bir konumda olup devalüasyon beklentisi artmıştır. Sonuçta yabancı fon yöneticileri plasmanlarını tasfiye etmeye başlamış ve kredileri kesmişlerdir. Böylece yaklaşık 4 milyar 800 milyon dolarlık portföy yatırımı ülkeden çıkmış ve devalüasyon beklentisi içindeki bankalar açık pozisyonlarını kapatmak telaşıyla döviz taleplerini artırmışlar ve piyasada likidite sıkıntısı başlamıştır. Merkez Bankası artan likidite ihtiyacına karşılık, IMF programı çerçevesinde belirlenen döviz rezervlerini minimum seviyede tutmak ve parasal tabanı net dış varlıklardaki artış oranında yükseltmek hedefleri uyarınca piyasanın likidite ihtiyacını karşılamamıştır. Döviz talebindeki artış, faiz oranları artırılarak frenlenmek istenmiştir. Faizlerin aşırı derecede yükselmesi sonucunda bünyesinde çok fazla DİBS bulunduran Demirbank’a el konulmuş ve TMSF’ye devredilmiştir (Güloğlu, 2001: 526). Diğer bankalara el konulacağı beklentisi paniğe yol açmış ve 22 Kasım’da bankalararası piyasalarda ortalama gecelik faiz %110,8’e çıkmış ve en yüksek değer olarak da %210’a ulaşmıştır. 15 Kasım’da 13256 olan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (IMKB) 100 Endeksi sürekli azalarak 4 Aralık’ta 7329 puana gerilemiştir (Törüner, 2001: 538-539). Panik havasını dağıtmak isteyen Merkez Bankası, sonuçta piyasaya para sürmek zorunda kalmıştır. 17 Kasım 2000 tarihinde 24 milyar 433 milyon dolar olan Merkez Bankası brüt döviz rezervi 1 Aralık’ta 18 milyar 942 milyon dolara inmiştir (İşler, 2004: 40). Kasım 2000 Krizi likidite sıkışıklığından ve bankacılık sektöründeki aksaklıklardan meydana gelmiştir. Nakit krizlerinden elde edilen deneyimlerden anlaşılmaktadır ki bu krizlerin çok fazla etkileri vardır ve özellikle de reel üretim miktarı üze- 63 rinde büyük etkilere sahiptir. Güçlü finansal sektörlere sahip olgunlaşmış ekonomiler bu tip krizlerle daha kolay başa çıkarken, ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde reel üretim miktarında büyük çökmelere neden olabilmektedir (İşler, 2004: 40). Kasım 2000 Krizi’nin derinleşmesini IMF’nin 7,5 milyar dolar tutarında ek kredi vermesi ve halkın her şeye rağmen TL’den dövize geçmemesi önlemiştir. Kasım Krizi’nden sonra, IMF’nin uyarılarına rağmen kur çıpasına devam edilmiştir. IMF kredisi ek rezerv kolaylığı şeklinde verildiğinden vadesi çok kısa ve maliyeti yüksek olmuştur (Güloğlu, 2001: 527). 2.2.4.3. Şubat 2001 Krizi Türkiye Aralık ayının sonlarına doğru ve Ocak 2001’in başlarına doğru kriz ortamından çıkmaya başlamıştır. 5 Ocak’ta Merkez Bankası rezervleri yeniden 25 milyar doların üzerine çıkmış ve Şubat krizine kadar da bu seviyenin altına inmemiştir. 2000 Aralık sonunda ortalama %199 olan interbank gecelik faiz oranları, Ocak ayında %42’ye düşmüştür. IMKB 100 Endeksi de 4 Ocak’ta 10,198 puana yükselmiştir. Bu arada toplam talep düştüğü için ithalatta gözlenen patlama durmuştur. Enflasyon düşüş trendine girmiş olmasına halen dolar kurundaki artış hızının iki katıdır (Törüner, 2001: 540). Bu dönemde IMF iyimser bir tavır takınarak beklentilerini şu şekilde açıklamışlardır: “Türk Hükümetinin 1999 yılı sonunda uygulamaya koyduğu dezenflasyon ve mali uyum programı sayesinde önemli başarılar elde edilmiştir. Yılsonu itibariyle, enflasyon, 1980’li yılların ortalarından bu yana görülen en düşük seviyeye inmiş olacaktır; büyüme hızı güçlü bir biçimde artmıştır ve geçen yıl hızla büyüyen Kamu Borcu/GSYH oranı şimdi düşmektedir. Özetle, bu program rayına oturmuştur ve hükümet yetkililerinin 2001 yılında uygulamaya koyacakları güçlü politikalar sayesinde, gelecek yıl da programın rayında yürümesi beklenmektedir” (İşler, 2004: 41). IMF yetkililerinin iyimser açıklamalarına rağmen ekonomik yapının temel zaafları aynen devam etmiştir. İstikrar kısa süreli olup, Şubat ayında faizler yeniden %70’lere çıkmış, iç borç çevriminin sürdürülebilmesi konusunda ciddi endişeler yaşanmıştır. 2000 yılı süresince 12-18 ay vadeli kamu kağıtlarını portföylerinde bu- 64 lunduran bankaların çok ciddi problemlerle karşılaşacağı önceden ortaya çıkmış ve piyasada tedirgin bir ortam oluşmuştur. TL’nin aşırı değerlenmesi, düşmemekte direnen enflasyon oranı ve yükselmeye devam eden iç borç stoku kur çıpasının sürdürülebilmesinde şüphe bırakmıştır. Piyasada oluşan şüpheler ve tedirginlik herhangi bir krizini patlak vermesine zemin hazırlamıştır (Gökçen, 2001: 595). Bu esnada 19 Şubat 2001’de Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasındaki bir tartışma ikinci bir spekülatif saldırıyı başlatmış ve bu kez döviz krizi başlamıştır. Özel bankalar böyle bir tartışmadan sonra kendilerini devalüasyondan korumak amacıyla döviz satın almaya çalışmışlar ve sistem yoğun talep karşısında çökmüştür. Özel bankalar devlet bankalarına verdikleri kredileri geri çağırarak elde edecekleri paralarla döviz alıp olası bir devalüasyona karşı kendilerini güçlendirmek istemişlerdir. Devlet bankaları bu ani ve yüksek talebi karşılayamamışlardır. Sorumluluklarını karşılamak için Merkez Bankasına başvurarak kredi talep etmişlerdir. Ancak Merkez Bankası bu talebi TL’yi alan özel bankalar Merkez Bankası’na döviz almak için başvurdukları için bu talebi uzun süre karşılayamamıştır. Başka bir deyişle, Merkez Bankası kendi TL kaynaklarıyla kendi döviz rezervlerini eritmiştir. Bu nedenle Merkez Bankası rezervlerini korumak için piyasaya para vermeyi durdurmuş, ama bankaların TL talebi devam ettiği için faizler görülmemiş seviyelere yükselmiştir (Eğilmez ve Kumcu, 2011: 332-333). 21 Şubat’ta bankalararası para piyasasında gecelik faiz %6200’e kadar çıkmış ve ortalama %4018,6 olmuştur. 16 Şubat’ta 27,94 milyar dolar olan Merkez Bankası döviz rezervi 23 Şubat’ta 22,58 milyar dolara inmiş ve rezerv kaybı 5,36 miyar dolar olmuştur. Kasım 2000 krizinde dövize hücum yabancılarla sınırlı kalmış, Şubat 2001 krizinde yerliler de dövize hücum ettiği için çok ciddi bir likidite krizi oluşmuştur. TL’ye karşı olan bu saldırı hükümetin para politikası üzerinde neredeyse tüm kontrolünü kaybetmesine ve döviz rezervlerinin hızla erimesine neden olmuştur. Hükümet, dövize yapılan saldırıya dayanma gücü kalmayınca üç gün içinde, 21 Şubat gecesi kuru dalgalanmaya bırakmıştır. Bir gece içinde doların TL kuru %40 artarak 1$=680,000 TL’den 960,000 TL’ye yükselmiştir. Ancak bu resmi devalüasyon yeter- 65 li olamamış ve 22 Şubatı takip eden iki hafta içinde piyasada dolar 1.200.000 TL’ye yükselmiştir (Uygur, 2001: 23). Faizler ve enflasyon yükselmiş, döviz kurlarının dalgalanmaya bırakılmasıyla belirsizlik artmıştır. Türk Lirasının devalüe edilmesi bankaların açık pozisyonlarını yükselterek finans sektörün hassaslığın artmasına ve reel sektöre açılan kredilerde kısıtlamaya gidilmesine yol açmıştır. Böylece hem finansal hem de reel sektör krizden büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Reel sektör için kredi imkanları ortadan kalkmıştır. İç talebin daralmasıyla ithalatta düşme olmuş ve TL’nin dolar karşısında devalüe edilmesiyle ihracatta fiyat rekabeti avantajı sağlaması ihracatı artırmıştır. Bu nedenlerle yılsonunda cari işlemler dengesinin fazla vereceği belli olmuştur. Ancak Eylül 2001 ve 22 Şubat aralığında 6 miyar dolarlık bir sermaye çıkışı olmuştur. İstikrar programının uygulamaya konulduğu Aralık 1999 ile Aralık 2001 arasındaki net sermaye akımım eksi 28 milyar dolarlık bir bakiye vermiştir. Bu miktar ise GSYİH’nın %14’üne karşılık gelmektedir (Akyüz ve Boratav, 2002: 34). 2001 krizinin çıkmasında bankacılık sektörünün kırılganlığı ve bu kırılganlığı ortaya çıkaran tetikleyici faktörler de önemli rol oynamıştır. Bankacılık sektörünün kırılganlığının ve tetikleyici faktörlerin olmaması durumunda yüksek cari işlemler açığının ve Liranın reel olarak aşırı değerlenmesinin 2000-2001 yılı krizlerinin oluşması için yeterli nedenler oluşturmayacağı belirtilmektedir. Kriz öncesi dönemde bankacılık sektöründe para ve vade uyuşmazlıklarındaki ve takipteki alacaklardaki artış risk birikimine yol açarak sermaye çıkışı durumunda sistemi son derece savunmasız hale getirmiştir. Bunun yanı sıra bankacılık sistemi içinde risk birikimi farklılık göstermektedir. Kısaca açıklanacak olunursa, kamu bankaları aşırı derecede faiz riskine açıkken, özel bankalar döviz kuru riski ile karşı karşıyadır ve bazı özel bankalar kısa vadeli borçlanma ile taşıdıkları büyük miktarda devlet borçlanma senetlerine sahiptir. Risk birikiminin farklılıkları ise kriz öncesinde piyasada yaşanan tıkanıklıkların aşılmasını sağlamak amacıyla Merkez Bankası’nın yapacağı müdahaleleri zorlaştırmaktadır (Özatay ve Sak, 2002: 25). Bankacılık sektörünün risk birikimleri farklı olmakla birlikte, risk birikimine neden olan sektörün kırılgan olmasına yol açan unsur ortaktır. Bu ortak unsur ise ka- 66 mu sektörünün borçlanma ihtiyacı ve bunun finanse edilme yöntemidir. Bununla beraber, bu finans mekanizmasının devam edilebilirliği devlet tahvillerine olan talebin devam etmesine bağlıdır. Borçlanma ihtiyacının devam ettiği bir ortamda, talebin durması 1994 krizinde olduğu gibi otoriteleri para basarak finansman yapmaya itmekte ve bu da hem döviz kurunun hem de enflasyon oranının artmasına neden olmaktadır. Eğer bütçe denkliği sağlanamıyorsa, böyle bir durumda ekonominin krize girmemesi için yapılacak en iyi şey devlet tahvillerine olan talebin azalmasını önlemektir. Fakat bu bir çözüm değil, çözümün ertelenmesidir. Ayrıca bu erteleme banka portföylerindeki devlet borçlanma senetlerinde artışa ve dolayısıyla bankacılık sisteminin savunmasızlığındaki artışa neden olmaktadır (Ardıç, 2004: 184). Bazı gelişmekte olan ülkelerde kur temeline dayalı istikrar programları uygulanmaya geçilmeden önce bankacılık sisteminde geniş çaplı bir yeniden yapılandırma gerçekleştirilmiş ve bankacılık sistemi sıkı bir gözetim mekanizması ile etkin bir biçimde denetim altına alınmıştır. Bu da, söz konusu ülkelerin bankacılık sistemlerinde mali dengesizlikler olmasına rağmen başarıya ulaşmalarında önemli rol oynamıştır (Akyüz ve Boratav, 2002: 39). Celasun (2001, 26) ve Akyüz ve Boratav (2002, 39) 2000 yılı başında program uygulamaya başlanmadan önce, 2001 yılında kamu bankalarının sermayelendirilmesine ilişkin yapılan operasyonlara benzer bir çalışma ile kamu bankalarının mali yapıları güçlendirilebilseydi, enflasyonla mücadele için daha uygun başlangıç koşulları yaratılmış olacağını belirtmektedir. Ayrıca Akyüz ve Boratav (2002, 39) Türkiye’de bankacılık sisteminin denetiminin ve reformunun gündeme getirilmesinin programın sürdürülebilirliği hakkında kuşkuların oluşmaya başladığı bir dönemde olduğunu ve bu zamanlamadaki yanlışlığın Doğu Asya krizinde görüldüğünü açıklamaktadır. Şubat 2001 Krizinin nedenleri olarak bankacılık sektörünün kırılganlığı ve uygulanmakta olan istikrar programı gösterilebilir. Ayrıca, bu kırılganlığın oluşmasına yol açan kamu açıkları, bu açıkların finansman şekli, enflasyon ve herhangi bir kısıt söz konusu olmaksızın sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesidir (Ardıç, 2004: 186). 67 2.2.4.4. 2001 Krizi Sonrası Uygulanan Regülasyon Politikaları Türkiye’de 1999 Nisan ayı genel seçimlerinde oluşan üçlü koalisyon hükümeti aynı yılın aralık ayında IMF ile 2000-2002 yıllarını kapsayan üç yıllık orta vadeli bir stand-by anlaşması imzalamıştır. Bu çerçevede Ocak 2000’de sıkı para ve döviz politikası ile bankacılık sektöründe yapısal dönüşümleri içeren “Enflasyonu Düşürme Programı” başlatılmıştır. Programın yapısal reformlar ayağı, bankacılık yasası (BDDK’nın oluşturulması), SSK yasasının değiştirilmesi ve pim oranlarının yükseltilmesi ve tarımsal desteklemelerin kaldırılmasıdır. Programın makro ekonomik uygulamaları ise 2000 ve 2001 krizleri nedeniyle aksamıştır. 2000-2002 programının sabitlenmiş kur ve merkez bankasının net iç varlık kısıtına dayalı uygulaması merkez bankasının borç veren son merci olma fonksiyonun ortadan kaldırarak etkinsizleştirmiş, krizi başlatan ve kontrol edilmesini güçleştiren bir neden olmuştur. Merkez bankası Stand- By ile 2000 yılının başından itibaren net iç varlıklar tavanını dış varlıklardaki artışlar dışında aşmamayı taahhüt ettiği için piyasalara açık piyasa işlemleri yoluyla müdahale edememiştir. Böylece bankacılık kesiminin yeterli döviz fazlasına sahip olmaması ve yurt dışına sermaye çıkışının artması ile piyasalardaki güvensizliğin yaygınlaşması likidite sıkışıklığına yol açmıştır. Faizlerdeki hızlı yükseliş kamu ve özel bankaların mali yapılarını daha da bozmuş, özellikle kamu bankalarının aşırı likidite ihtiyaçları ödemelerin kilitlenmesine neden olmuş ve döviz krizine girilmiştir. Bunun üzerine “Enflasyonu Düşürme Programı”na son verilerek Nisan 2001’de önceliği mali istikrara veren “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” uygulanmaya başlanmıştır (Cicioğlu, 2007: 11). 2001 yılının Şubat ayında yaşanan bu krizin yönetim sürecinde, üç aşamalı bir strateji izlenmiştir. Bu stratejinin ilk aşamasında, dalgalı kur rejimi ile birlikte TCMB açısından en öncelikli konu ödemeler sisteminin bir an önce kesintisiz çalışmasının temini ve menkul kıymet ve para piyasalarında istikrarın tekrar tesisi olmuştur. İkinci aşamada, bankaların para piyasaları ve mevduat faizleri üzerindeki baskısını ortadan kaldırmak, sonra kalıcı bir çözüm bulmak amacıyla, Hazine Müsteşarlığı TCMB ile koordineli bir biçimde, kamu bankalarının görev zararları ile TMSF bünyesindeki bankaların sermaye açıkları karşılığında devlet tahvili vermiştir. Kriz yönetiminin 68 üçüncü aşamasını, Hazine’nin iç borç takas işlemi oluşturmuştur (www.bddk.gov.tr. 01.03.2013). Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri bankacılık sektöründeki sorunları artırmış ve sektörde bazı yeni sorunlara neden olmuştur. Bankalar Kasım krizindeki faiz artışından olumsuz etkilenmişler, Şubat krizinde ise hem faizlerden, hem de TL’nin devalüasyonundan büyük kayıplara uğramışlardır. Bu durum acil önlemler alınarak bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılmasını ve özellikle bankaların sermaye yapılarının güçlendirilmesini zorunlu hale getirmiştir (Seyidoğlu, 2003: 150). Yaşanan bu gelişmeler neticesinde 15 Mayıs 2001 tarihinde Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı olarak adlandırılan yeni bir program yürürlüğe girmiştir. Bu program öncelikle bankacılık sektöründe reformların yapılmasını öngörmektedir. Bu bağlamda temel amacı etkin uluslararası ölçekte rekabet edebilir ve sağlam bir bankacılık sistemine geçiş sağlamak olan Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı kamuoyuna duyurulmuş ve uygulamaya konulmuştur (Uzgören ve Şahin, 2011: 186). 2.2.4.4.1. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı Programın temel hedefi, sürdürülemez boyutlara ulaşan borç dinamiğinin ortadan kaldırılarak Türkiye ekonomisinin olağanüstü bir dış yardıma muhtaç yapıdan kurtarılmasıdır. Bu uzun vadeli hedefe ulaşmak için makro ekonomik dengelerin kurulması gerekmektedir. Ancak bu dengelerin kurulması için kısa süreli de olsa bir daralma yaşanması gerekmektedir. Yeni programda sürdürülmekte olan döviz kuru çıpasına dayalı kur rejimi terk edilerek dalgalı kur rejimine geçilmesi kararlaştırılmıştır. Gerekli görüldüğü durumda piyasaya likidite verilmesi öngörülmüştür. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ekonomideki yapısal sorunların önemini vurgulayarak, bu konuda reformlar yapılmasını hedeflemektedir. Reel ekonomi için ise temel politika yurtiçi talebin daraltılarak ihracatın artırılmasıdır (İşler, 2004: 45-46). Programda kısa vadede parasal hedefleme yapılarak, enflasyonun kontrol altına alınması planlanmıştır. Orta vadede ise enflasyon hedeflemesine geçilerek fiyat istikrarı sağlanması hedeflenmiştir. Kısa dönemde toplam talep ve döviz kuru cephesinden gelen enflasyonist baskının azaltılması amacıyla kısa vadeli faiz oranlarının artı- 69 rılması ve TL’nin değerinin yükseltilmesi amaçlanmıştır. Uzun dönemde yapısal reformlar ve bankacılık sisteminin rehabilitasyonu ile, beklentilerin olumlu etkilenmesi suretiyle nominal ve reel faizlerde düşme öngörülmüştür. Döviz kurunun uzun dönemdeki denge değerinin etkilenmemesi temel ilke olarak benimsenmiş, sadece döviz kurunun enflasyonist baskıyı çok artırdığı durumlarda, döviz arz ve talebini belirleyen unsurlarının yüksek faizlerle etkilenmesi hedeflenmiştir. Normal koşullarda döviz arz ve talebinin piyasa şartlarında belirlenmesi öngörülmüştür. Döviz kurunda aşırı dalgalanma eğiliminin olduğu durumlarda, Merkez Bankası’nın dövize müdahalelerinin daha çok ihale yöntemiyle gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır (www.tcmb.gov.tr 01.04.2013). Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı 2001 yılında ekonomik büyüme hedefini %3, enflasyon oranını (TÜFE) %52 olarak öngörmüş ancak bu hedefler iki kez revize edilmek zorunda kalınmıştır. 28 Kasımda açıklanan niyet mektubunda 2001 yılı enflasyon hedefi %65 (TEFE), ekonomik büyüme oranı ise %-8 olarak belirlenmiştir. İç borçların vadesini uzatmak amacıyla 15 Haziran 2001’de yapılan takas operasyonuyla bankaların elinde bulunan TL endeksli menkul kıymetlerin ortalama vadesi 5,3 aydan 37,2 aya çıkarılmıştır. Takas operasyonu sonucunda bankacılık kesimine net bazda döviz endeksli olarak 4,8 milyar dolarlık, TL’ye endeksli ise 2,8 katrilyonluk DIBS ihraç edilmiştir. Takas işlemi kapsamındaki dövize endeksli senetlerin getiri oranları yaklaşık %14 ile %15 arasında değişmektedir. Takas işlemi sırasında yaklaşık 1.200.000 TL/$ olan döviz kuru bir ay sonunda 173.000 TL değer kazanarak 1.373.000 TL yükselmiş ve böylece bankacılık sektörüne bir ay sonunda 830 (173*4,8) trilyon TL’lik kaynak aktarılmıştır. Sonuçta bankaların açık pozisyon yükümlülüklerinin karşılanması yolunda önemli bir adım atılmış, bir anlamda bankacılık sektörü devlet tarafından sübvanse edilmiştir (İşler, 2004: 47). Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı diğer taraftan bankacılık sektöründe reformların yapılmasını öngörmektedir. Bu bağlamda temel amacı etkin uluslararası ölçekte rekabet edebilir ve sağlam bir bankacılık sistemine geçişi sağlamak olan Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı (BSYYP) kamuoyuna duyurulmuş ve uygulamaya konulmuştur (Uzgören ve Şahin, 2011: 186). 70 Yeniden Yapılandırma Programı bankacılık sektöründe temel kırılganlıkları gidermek üzere dört ana blok üzerine kurulmuştur. Bu bloklar şunlardır (www.bddk.gov.tr. 02.04.2013). Kamu bankalarının finansal ve operasyonel açıdan yeniden yapılandırılması, TMSF bünyesindeki bankaların en kısa sürede çözümlenmesi, Yaşanan krizlerden olumsuz yönde etkilenen özel bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, Bankacılık sektöründe gözetim ve denetimin etkinliğini artıracak, sektörü daha etkin ve rekabetçi bir yapıya kavuşturacak yasal ve kurumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesidir. BSYYP ile kamu bankalarının yeniden yapılandırılması sağlanmış, yıllardır biriken görev zararları tasfiye edilmiş ve sermaye yapıları güçlendirilmiştir. TMSF bünyesindeki bankaların bazı kısa vadeli borçları sıfırlanmış, yabancı para açık pozisyonları kapatılmış ve çözümleme süreci başlatılmıştır. Özel bankaların finansal yönden yeniden yapılandırılması kapsamında ise, yabancı para açık pozisyonlarını kapatmak için iç borç takası gerçekleştirilmiş ve sermaye yapılarının iyileştirilmesi için de “Banka Sermayelerini Güçlendirme Programı” uygulanmıştır. Bankacılık sektörü yeniden yapılandırma programı ülke ekonomisine büyük bir maliyet yüklemiştir (Akyüz ve Boratav, 2002: 42). Tablo 3’de Türkiye’de ki bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasının maliyeti gösterilmiştir. 71 Tablo-3: Türkiye’de ki Bankacılık Sektörünü Yeniden Yapılandırma Maliyeti Kamu Bankalarına Aktarılan Kaynaklar 21,9 milyar dolar -Görev Zararları İçin Oluşan Borç 19,2 milyar dolar -Nakit Sermaye Desteği 2,5 milyar dolar -Nakit Dışı Sermaye Desteği 0,2 milyar dolar TMSF Bankaları İçin Aktarılan Kaynaklar 22,5 milyar dolar -Kamu Sektöründen Aktarılan Kaynaklar 17,3 milyar dolar -Özel Bankalar 5,2 milyar dolar Özel Sektörden Aktarılan Kaynaklar 7,9 milyar dolar -Özel Sektör Bankalarınca Aktarılan Kaynaklar 2,7 milyar dolar -TMSF’den Aktarılan Kaynaklar 5,2 milyar dolar Toplam 47,2 miyar dolar Kaynak: Uzgören ve Şahin, 2011: 188 Tablodan da görüldüğü üzere bankacılık sektörünü yeniden yapılandırma programının toplam maliyeti 47,2 milyar dolara ulaşmıştır. Toplam maliyetin en büyük kısmını TMSF’ye devredilen bankalar oluşturmaktadır (Uzgören ve Şahin, 2011: 188). 72 III. BÖLÜM 2008 KÜRESEL KRİZİ VE TÜRKİYE’DEKİ BANKACILIK SEKTÖRÜNE ETKİSİNİN VERİ ZARFLAMA ANALİZİ İLE İNCELENMESİ 3.1. 2008 Küresel Krizi Öncesi ABD Ekonomisinin Genel Görünümü Günümüzün çok karmaşık ve anlaşılması güç finansal araçları, ABD Başkanı Richard Nixon’un dolar-altın konvertibilitesini askıya alması ve Bretton Woods sabit döviz kurları sistemine son verilmesiyle gündeme gelmiştir. Bretton Woods sisteminde kur kontrolü sebebiyle sermaye hareketliliği oldukça sınırlı olmuştur. Ancak dalgalı kur sistemine geçilmesi, finans piyasalarında yeni bir dönüşüme yol açmıştır. Firmaların gerçekleştirdiği faaliyetlere yönelik maliyet ve gelirlerin farklı para birimlerinde olması, kur farkı ile oluşan riskleri dengeleme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı türev piyasalar meydana gelmiştir. Bu piyasalarda alınıp satılan ve türev ürün olarak isimlendirilen kağıtlar, gerçek ürün alım satımını değil, kontratı gösteren bir kağıt parçasını ifade eder. 1972 yılından sonra finans dünyası çok değişik türev ürünlerle tanışmıştır (Kırım, 2009: 27-29). Dünya ekonomisinde başlayan finansal küreselleşme, gelişmiş ülkelerde ulusal finans piyasalarında sınırların kaldırılmasına, buna bağlı olarak gelişmekte olan ülkelerde istikrar amaçlı programların hazırlanmasına zemin hazırlamıştır. 1990’lı yıllarda mal ve hizmet piyasalarının yanı sıra, sermaye piyasalarının da küreselleşme sürecine girmesiyle birlikte uluslararası sermaye piyasalarının serbestleşmesi ekonomik sürecin, özellikle ekonomik krizlerin temel yapısını değiştirmiştir. Gelişmekte olan ülkeler yetersiz tasarruf yapısından dolayı yatırımları artırmak ve sürdürülebilir ekonomik büyüme ve kalkınmayı gerçekleştirmek için uluslararası fonlara ihtiyaç duymaktadırlar. Sermayenin küreselleşmesi, ihtiyaç duyulan bu fonlar için bir fırsat olarak görülmektedir. Küreselleşen sermayenin gelişmekte olan ülkelerde kalkınma hızını artırması beklenirken, bu ülke ekonomilerinin krizlerle karşılaşmasına neden olmuştur (Seyidoğlu, 2003: 143). 73 Finansal piyasalarla ilgili birtakım zorluklara yol açan küreselleşme süreci ekonomide ikili yapının oluşmasını beraberinde getirmiştir. Bir tarafta mal ve hizmet ticaretinin yapıldığı reel ekonomi, diğer tarafta ise spekülatörlerin yer aldığı sanal ekonomi ortaya çıkmıştır. Küreselleşme ile birlikte finans sektörü sanayi yatırımının önüne geçmiştir. Gelir paylaşımında sermayenin emeğe baskınlığı artmış ve kar payları yükselmiştir. Sermaye hareketleri küreselleşme tartışmalarında merkezi bir rol oynamaktadır. Günümüzde özel ve tüzel kuruluşların ellerinde çok büyük miktarlarda fonlar bulunmaktadır. Bu fonlara sahip olan spekülatörler olarak ifade edilen kişi ve kurumlar, kısa vadeli sermaye hareketlerinin bu tür oynaklıklarından faydalanmaya çalışmaktadır (Stiglitz, 2006: 117). Ülkeler arasında sınırların kaldırılması sonucunda herhangi bir ülkede meydana gelen ekonomik krizler diğer ülkeleri kolaylıkla etkilemektedir. Küreselleşmeye bağlı olarak yayılan ekonomik krizler ülkelerin gerçekleştirmek istediği makro ekonomik hedeflerin düşmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla ülkelerin fiyat istikrarı, üretim yapısı, istihdam seviyesi, ödemeler bilançosu ve büyüme rakamları ekonomik krizden olumsuz bir şekilde etkilenmektedir (Altuntepe, 2009: 1). 1980’li yıllarda dünyada meydana gelen iki değişiklik, dünya ekonomisinde ve özelikle finans piyasalarında etkili olmuştur. Bütün ülkeleri ilgilendiren bu değişiklikler; liberal ekonomik politikalar ve teknolojik gelişmelerdir. Liberal ekonomik politikaların finans piyasaları üzerindeki etkisi piyasaların uluslararasılaşma süreci olmuştur. Teknolojik gelişmelerin finans piyasalarına etkisi ise işlem hızının artması ve giderlerin azalmasından dolayı yatırımcıların işlem maliyetlerinin düşmesi yönünde ortaya çıkmıştır. Bu durum fonların hızlı hareket etmesini sağlamış ve dalgalanmanın artmasına neden olmuştur (Baştürk, 1999: 7-8). Ticari bankalar, bir yandan klasik anlamda şirketlere kredi sağlamanın oldukça rekabetçi bir hale gelmesi, diğer yandan perakende bankacılık için şube ağı kurma ve işletmenin yüksek maliyetlere yol açması nedenleriyle, yatırım danışmanlığı alanına daha fazla ilgi duymaya başlamışlardır. Güçlü bilançolara sahip olmaları ticaret bankalarına, yatırım araçlarını sigortalama sektöründe yatırım bankalarını rekabet dışına itme imkanı tanımıştır. Buna karşılık yatırım bankaları da faaliyetlerini çeşitlendire- 74 rek daha büyük hacimlere ulaşmışlardır. 1980’lerde ABD’de enflasyonun tamamen kontrol altına alınmasıyla finans sektörünün büyümesi için uygun ortam hazırlanmıştır. Bu dönemde, menkul ve gayrimenkul varlıklar sürekli değer kazanmıştır. Alıp satmak veya varlık alım satımı yapanlara kredi kullandırmak çok karlı hale gelmiştir. Bu gelişmeler, finans sektörünün milli gelir içinde 1980 yılında %5 olan payının 2007 yılı itibariyle %23,5 düzeyine yükselmesine neden olmuştur (Arıkan, 2008: 5354). Bu dönemde ABD konut piyasası, reel sektörün kar oranlarının düşme eğiliminde olması ve hazine tahvillerinin düşük getiri nedeniyle eski cazibesini yitirmesi uluslararası sermayenin başlıca yatırım alanını oluşturmuştur. Konut piyasasına yönelik artan fon akışları konut kredisi maliyetlerini azaltmış, bu piyasadaki fon arzı artışı piyasada uygulanan bazı standartların gevşetilmesine yol açmış ve yüksek riskli olarak adlandırılan subprime kredilerin hızla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Böylece konut fiyatları önemli ölçüde artmıştır. Bu sürecin oluşmasına ise FED’in 2000 yılının başındaki faiz indirimleri katkı sağlamıştır (Birdal, 2009: 1-2). 2000 yılından sonra, bütün dünyada tüketim harcamaları artmaya başlamıştır. İnsanların daha iyi şartlarda yaşama istekleri, tüketimlerinin iyice artmasına neden olmuştur. Bankalar çok düşük faizlerle tüketici kredileri vermeye başlamıştır. Bu durum sonucunda serbest piyasaların beşiği ABD’de tüketimler olması gerekenin üzerinde artmıştır. Borçlarını ödeyemeyen tüketiciler, haciz işlemi ile karşı karşıya kalmış, ancak borç batağı fazla olmadığı için haczedilen malların satışı artı olarak diğer müşterilerden elde edilen karlar bankaların sağlıklı olarak işlemesine ya da öyle görünmesine sebep olmuştur. Bununla birlikte 2006 yılına gelindiğinde bankaların tüketici kredileri geri dönmemeye başlamıştır. Bu durum, giderek talebi düşürmüş ve 2008 yılının son çeyreğinde dünya ticareti ciddi derecede daralmıştır. Yüz yetmiş ülkenin yüz yirmisinin ciddi ödemeler bilançosu sıkıntısı yaşayacağı açığa çıkmıştır. Bu durumu bertaraf edebilmek için liberalizmin ruhuna aykırı olarak korumacı iktisadi politikaların uygulamaya konulması ciddi olarak tartışılmıştır. Küresel iktisadi daralma özellikle işsizliğin artmasına ve bundan kaynaklanan huzursuzlukların artmasına neden olmuştur (Bacni, 2010: 12). 75 Kriz öncesi büyüme oranlarına ilişkin veriler Tablo 4’de yer almaktadır. Tablo-4: 2008 Küresel Kriz Öncesi GSYH Büyüme Oranları (%) 2004 2005 2006 2007 ABD 3,5 3,1 2,7 1,9 Avrupa 3,1 2,7 3,2 2,8 Japonya 2,4 1,3 1,7 2,2 Çin 10,1 11,3 12,7 14,2 Rusya 7,1 6,4 7,7 8,1 Brezilya 5,7 3,2 4,0 6,1 Türkiye 9,4 8,4 6,9 4,6 Kaynak: stats.oecd.org/Index.aspx?Queryld=51626 15.02.2014 2004-2007 yılları arasında uygulanan genişletici politikaların etkisiyle oldukça yüksek bir büyüme kaydedilmiştir. Bu dönemde gelişmiş ekonomilerde hissedilir bir toparlanma olurken, küresel büyümeye asıl katkı gelişmekte olan ekonomilerden gelmiştir (www.musiad.org.tr 23.03.2014). Tablodan da görülebileceği gibi, 2008 küresel krizi öncesi ülkeler küresel likidite bolluğu içinde büyümüş ve refah dönemi yaşamışlardır. ABD 2004’de %3,5 2005’de %3,1 2006’da %2,7 ve 2007’de %1,9 büyümüştür. Fakat iktisadi bir gerçek de piyasadaki para arzının artırılmasının belli bir dönemde ekonomiye olumlu yansıyacağı ve uzun dönemde ekonomide enflasyona ve krizlere neden olacağıdır (Acar, 2008: 31). Kriz öncesi enflasyon oranları ise tablo 5’de yer almaktadır. Tablo-5: 2008 Küresel Krizi Öncesi Enflasyon Oranları (%) 2004 2005 2006 2007 ABD 2,07 2,23 2,26 2,31 Avrupa 2,33 2,29 2,31 2,37 Japonya 0,20 -0,40 0,30 0,70 Çin 3,23 1,37 2,03 6,63 Rusya 11,70 10,90 9,0 11,90 Brezilya 7,60 5,69 3,14 4,46 Türkiye 9,86 7,91 9,35 8,94 Kaynak: stats.oecd.org/Index.aspx?Queryld=51626 15.02.2014 76 Brezilya ve Türkiye dışında artan likidite bolluğu ve iç talebe bağlı olarak enflasyon oranlarında bir artışın meydana geldiği dikkat çekmektedir. Küresel likidite bolluğunun temelde üç nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Asya’nın içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları ve egemen ülke fonlarıdır. İkinci nedeni, petrolün de içinde bulunduğu emtia ihracatı yapan ülkelerdeki yatırımcılardır. Son nedeni ise yatırım fonlarının 2000 yılından itibaren yaklaşık 11,5 trilyon dolarına ulaşmasıdır. (Öz, 2009: 1). Kriz öncesi işsizlik oranları Tablo 6’da yer almaktadır. Tablo-6: 2008 Küresel Krizi Öncesi İşsizlik Oranları (%) ABD Avrupa Japonya Çin Rusya Brezilya Türkiye 2004 5,5 8,9 4,7 4,2 8,2 11,5 10,6 2005 5,1 8,9 4,4 4,2 7,6 9,8 10,4 2006 4,6 8,4 4,1 4,1 7,2 9,9 10,1 2007 4,6 7,5 3,8 4,0 6,1 9,2 10,1 Kaynak: stats.oecd.org/Index.aspx?Queryld=51626 15.02.2014 2004-2007 yılları arasında dünya piyasalarına hakim olan olumlu yöndeki gelişmeler rağmen, sanayileşmiş ülkelerde genel olarak işsizlik sorun olmaya devam etmiştir. 2007’de işsizlik ABD’de %4,6 Avrupa’da %7,5 Japonya’da %3,8 olarak gerçekleşmiştir. Sözü edilen oranlar bu ülkeler için son derece yüksek sayılmaktadır. Aynı dönemde işsizlik oranı Türkiye’de %10,1 Çin’de %4,1 Rusya’da %6,1 ve Brezilya’da %9,2 olarak gerçekleşmiştir (www.musiad.org.tr 21.03.2014). 3.2. Küresel Finansal Krizin Nedenleri Küresel finansal krizin nedenleri şu şekilde sıralanabilir: Likidite Fazlalığı ve Subprime Mortgage Krediler Menkul Kıymetleştirme Saydamlık Eksikliği 77 Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının Yetersizlikleri Faiz Oranları Türev Ürünler Düzenleyici ve Denetleyici Kuruluşlar 3.2.1. Likidite Fazlalığı ve Subprime Mortgage Krediler 2000 yılının sonlarına doğru, ABD’de daralan ekonomiyi canlandırmak için faiz oranlarının düşürülmesi ve uygulanan genişletici para ve maliye politikaları ile likidite hacmi artmıştır. ABD’de yaşanan para hacmindeki bu artış sonucu, bazı finansal kuruluşlar kredibilitesi düşük olan tüketicilere de mortgage sistemi adı altında kredi vermişlerdir. Mortgage sistemi; ABD’de uzun yıllardır uygulanan ve 20-30 yıla kadar uzayan vadelerle ev sahibi olma imkanı sunan bir ev kredi sistemidir. Bu sistemde, ev satın almak isteyenler aldıkları kredileri sabit ya da değişken faizlerle geri ödemektedirler. Kredi kullanmak isteyenler öncelikli olarak kredi geçmişlerine göre derecelendirilmektedir. Eğer kredi kullanmak isteyen kişinin kredi notu ve gelir düzeyi iyi ise mortgage sistemi ile evini kira öder gibi hemen satın almakta ve ev sahibi olabilmekte ve bu sistem “prime mortgage” kredi sistemi olarak adlandırılmaktadır. Bununla birlikte, kredi kullanmak isteyen kişinin kredi notu ve gelir düzeyi iyi olmasa da mortgage sisteminden faydalanabilme imkanı vardır. Fakat bu durumdaki kişiler, riskli müşteri olarak görülmeleri nedeniyle daha yüksek faiz oranı ile kredi alarak ev sahibi olabilmektedirler ve bu sistem “subprime mortgage” kredi sistemi olarak ifade edilmektedir (Bostan ve Kelleci, 2010: 309). ABD emlak sektöründe yaşanan sorunların temelinde, ülkedeki kuruluşların kredibilitesi düşük olan kişilere mortgage kredisi vermeye başlaması ve bunun sonucu olarak finansal kesimin büyük bir risk alması yatmaktadır. ABD’de bankalar, ekonomiyi canlandırmak amacıyla hem ödeme gücü hem de kredibilitesi düşük olan kişilere mortgage kredisi vererek, riskli kredilerin miktarının artmasına neden olmuştur. Bu şekilde kredi veren bankalar daha fazla kredi verebilmek için, riskli gruba vermiş oldukları kredileri de teminat göstererek emlak tahvilleri çıkarmış ve daha 78 yüksek faizli hedge fonlara satmışlardır. Bunun yanında, ipotekli gayrimenkullerin fiyatlarının artan kısmı kadar yeni ipotekler yaparak, reel bir karşılığı olmayan yeni kredi miktarı artırılmıştır. Böylece ABD’de düşük gelir grubuna açılan konut kredilerinin toplam konut kredileri içindeki payı 2003 yılında %8,5 iken, 2006 yılında bu pay %20,1’e yükselmiştir. Mortgage kredilerinin hacmi arttıkça alınan risk çok yükselmiştir. Bu nedenle kredi kuruluşları bu riskleri azaltmak için verdikleri kredilere dayanan tahvil çıkarmışlardır. Bu tahvillere yatırım yapan yatırımcılar ise yüksek karın cazibesine kapılarak ciddi miktarlarda yatırım yapmışlardır. Bu durumda risk artık menkul kıymet haline gelmiş ve böylece dünyanın her yerinde likit değere dönüşmüştür. Bu riskli ve getirisi yüksek kağıtlara ABD bankalarının yanı sıra Avrupalı güçlü yatırım bankaları da yatırım yapmışlardır (Arıkan, 2008: 40-41). 2006 yılının ikinci yarısından itibaren Amerikan Merkez Bankası (FED)’nın enflasyonun artacağı korkusuyla faiz oranın yükseltmeye başlaması kredi borçlularını borçlarını ödeyemez hale getirmiştir. ABD’deki emlak fiyatlarının da düşmesi sonucu kredi ile ev alan birçok insanın evsiz kalmasına ve mortgage kredisi sağlayan finansal kuruluşların da darboğaza girmesine neden olmuştur. Bu kuruluşlardan fon alarak riske ortak olan büyük bankalar ve şirketlerde domino etkisi ile dünya borsalarını etkilemişlerdir (Vidinlioğlu vd., 2010: 342). 3.2.2. Menkul Kıymetleştirme Menkul kıymetleştirme, likit olmayan aktiflerin ihraç edilebilecek ve sermaye piyasalarında alım satımı yapılabilecek menkul kıymete dönüştürülmesi olarak tanımlanabilir. Bu kapsamdaki aktifler arasında ikametgah amaçlı ipotekler, otomobil kredileri, kredi kartı alacakları ve kira ödemeleri yer almaktadır. Menkul kıymetleştirmenin temel unsuru iyi aktiflerin bir şirket ve finansal kurumun bilançosundan ayrılması ve yatırımcılara yüksek kalitedeki menkul kıymetlere dayanan aktiflerin kullandırılmasının sağlanmasıdır (Erdönmez, 2006: 75). ABD, mortgage kredilerini menkul kıymetleştirerek finansal sistemi tabana yaymış ve buradan elde edilen fonlarla birincil piyasada konut kredilerinin finansmanını ve sürekliliğini sağlamıştır. Ancak özellikle denetim eksikliği nedeniyle ko- 79 nut kredilerinin kullanım amacı konut edinme yerine konut spekülatörlüğüne dönüşmüş ve finansal sistem aksamaya başlamıştır. Bu amaçla konut alanların genel ekonomik görünüme bağlı sebeplerle temerrüde düşmesi, kredi ödemelerinin kesilmesine ve ardından bu kredilere dayalı menkul kıymetlere ilişkin ödemelerin durmasına sebep olmuştur. Menkul kıymetleştirme risklerin hatalı ölçülmesine, daha da kötüsü hiç ölçülemez hale gelmesine yol açmıştır. Buna, denetleyici konumundaki kurumların ihmalleri eklenince, sağlıksız mortgage kredileri tehlikeli boyutlara ulaşmıştır (Alptekin, 2009: 11). 3.2.3. Saydamlık Eksikliği Mortgage piyasası, mortgage kredisinin düzenlendiği birincil piyasalar ile bu kredilere dayalı menkul kıymetlerin alınıp satıldığı ikincil piyasalardan oluşmaktadır. Bu piyasanın, bireysel yatırımcıdan kurumsal yatırımcıya, yatırım bankalarından serbest fonlara kadar çok çeşitli katılımcısı bulunmaktadır. Kredi verenlerin, kredi talebinde bulunanların geçmişini inceledikleri gibi kredi talebinde bulunanların da kredi verenlerin geçmişini dikkate almaları gereklidir. Kredi verenler tarafından faiz oranları hakkında bilgilendirme yapılırken, kredi kullanımına ilişkin ücret ve masraflar hakkında açıklayıcı yeterli bilgilendirme yapılamamıştır. Subprime kredilerin özü gereği riskli krediler grubunda yer almasına rağmen bu riskler yokmuş gibi bu tür kredilerin kullandırılmasıyla sistem sorun çıkarmaya başlamıştır. Kredi veren kuruluşların kredinin kullandırımına ilişkin değerleme sürecinde hassas davranmaması sistemi temelden sarsmıştır. Kredi skorlarının gerçeği yansıtmayan derecelendirme işlemi sonrasında verilmesi kredi kalitesinin bozulmasına ve kar marjlarının azalmasına neden olmuştur. Kredi veren kuruluşlar, karşılaştıkları riskleri bilanço dışına transfer etme konusunda abartılı davranmış, maruz kaldıkları riskleri kaydileştirdiklerinde ise bilançolarında önemli baskı oluşmuştur (Akbulut, 2010: 53). Saydamlıkta bir diğer eksiklik “asimetrik bilgi” olarak adlandırılan olgudur. Böyle bir ortamda bilgi, yatırımcılara, firmalara ve diğer aktörlere farklı hızlarla ve farklı biçimlerde ulaşmaktadır. Örneğin “insider trading” aslında bir tür asimetrik bilgidir. Yasal yaptırımlarla bu tür bilgilenmenin önüne geçilse bile suç teşkil etmeyen asimetrik bilgilendirme problemini aşmak çok kolay değildir. Ampirik araştırma- 80 lar finansal krizle saydamlık eksikliği arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Saydamlık arttıkça daha az finansal kriz oluşmaktadır. Bu tür araştırmalarda gelişmekte olan ülkeler genellikle daha az şeffaf olarak tanımlanmıştır ancak ironik bir biçimde son küresel kriz şeffaflığın en fazla olduğu düşünülen gelişmiş dünyada baş göstermiştir (Alantar, 2008: 4). 3.2.4. Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının Yetersizlikleri Dünyadaki belli başlı derecelendirme kuruluşları; Moody’s, Standart&Poors, Fitch, vb. son on beş yıl içinde meydana gelen üç büyük finansal krizin gelişimini görememişlerdir. Bu krizler; 1997 Asya Krizi, 2000 yılı başındaki finansal skandal ve 2008 krizidir. Derecelendirme kuruluşları, finansal enformasyonun şeffaflığını sağlayarak ve ihraçlarla araçlar arasındaki asimetrik enformasyonu azaltarak ve kredi riskinin değerlendirilmesinde referans hizmeti yaparak işlev görmektedirler. Finansal araçların karmaşık yapısının anlaşılmasında ki zorluk nedeniyle yatırım kararı alanlar derecelendirme kuruluşlarına güven duymaktadırlar. Ancak bu kurumların likit olmayan varlıkların fiyatlandırılmasında saydamlık ilkesi göz ardı edilmiştir. Derecelendirme kuruluşlarının menkul kıymet üreten şirketler tarafından finanse ediliyor olması ve bu şirketlere danışmanlık hizmetlerinde bulunuyor olmaları aralarında bir çıkar ilişkisine yol açarak objektif davranmamalarına neden olmuştur (Ergün ve Gökdemir, 2011: 1159). Kredi derecelendirme kuruluşlarının hizmet alanı finansal piyasalardır. Bu kuruluşlar özellikle kredilerdeki riskin değerlendirilmesinde ve sermayenin gelişmekte olan ülkelere akışında önemli rol oynamaktadırlar. Bununla beraber kredi derecelendirme kuruluşlarının objektif olamamaları, aynı zamanda finansal piyasalarda önemli bir yere sahip olmaları nedeniyle krizlerin oluşum nedenlerinde sürekli karşımıza çıkmaktadırlar. 2008 Küresel Krizi’nin nedenleri arasında gösterilen kredi derecelendirme kuruluşları, Amerikan Senatosu tarafından hazırlanan raporda bankalardan yüklü ücretler tahsis etmeleri nedeniyle yüksek riskli menkul kıymet yatırımları konusunda haksız yere güven telkin etmekle eleştirilmişlerdir (Altunöz, 2013: 220). Şirketlerin sermaye yeterliliği gibi koşulları yerine getirmesinin risk yönetimi ve kredi derecelendirme konusunda yeterli olduğu düşünülmüş, fakat şirket bazında 81 (mikro) denetime odaklanmış olan denetleyici otoriteler, finans sisteminde ortaya çıkabilecek makro riskleri yeterince dikkate almamışlardır. Bu süre zarfında, riski tam değerlendiremeyen ulusal ve uluslararası düzeydeki düzenleyici otoriteler, verimli bilgi alışverişinde bulunamamış ve koordinasyon kuramamıştır. Yaşanan bu krizde banka ve brokerların varlıklarının çeşitleri ve değerinin ne olduğu yeterince şeffaf olarak belirlenememiştir. Bu durum firmaların iflası sonucu ortaya çıkan riskin hesaplanmasını ve analiz edilmesini güçleştirmiştir (Işık ve Tünen, 2011: 17). Kredi derecelendirme kuruluşları genellikle sadece kredi borcu ödememe riskine karşı varlıkların derecelendirmesini yapmışlardır. Ancak bu bakış açısı yatırımcılar tarafından yanlış anlaşılmıştır. İkincil piyasada işlem yapan yatırımcılar için piyasa riski ve likidite riski söz konusudur. Nitekim ikincil piyasalarda yaşanan krizin en belirgin riski likidite riskidir. AAA ile derecelendirilen hükümet devlet borçlarından oldukça farklı olan ticari mortgage kredilerine dayalı CMO’lar da AAA ile derecelendirilmiştir. Derecelendirme kuruluşları, Moody’s tarafından yapılan öneriye kadar holding varlıkları ile benzer özellik gösteren devlet borçlarının aynı olduklarını kabul etmişlerdir. Moody’s, piyasa ve likidite riskini de kapsayan kredi temerrüt riski gibi detaylı kategorilerle derecelendirme yapılmasını önermiştir. İlk aşamada peşin ödemeleri düşük ve kredibilitesi kötü olan subprime mortgage kredilerine dayalı subprime mortgage tahvilleri üretilmektedir. Bu tahviller, kredi kaynağının özelliklerine bakılmadan, ihraç eden kuruluşun yapısına göre geniş bir aralık olan AAA’dan derecesiz gruba kadar 6 kademede derecelendirilmektedir. Dayanak varlığın subprime mortgage kredileri olmasına rağmen bu tahvillerin %81’ine AAA, %11’ine AA ve %4’üne A olmak üzere toplamda %96’sına A grubundan derece notu verilmektedir. %3’lük kısmına ise BBB notu verilmektedir. İhraç edilen bu tahvillere bağlı olarak ikinci aşamada 2 dilimde olmak üzere CDO sözleşmeleri düzenlenmektedir (Demir, vd. 2008: 55). Derecelendirme yapısına bakıldığında, subprime mortgage kredilerine dayalı tahvillerin %96’sına A grubu derece verilerek en başta, sistemin temelinin sorunlu olarak kurulduğu görülmektedir. Eğer kredi türü itibariyle başta sorunlu olan subprime kredilerine dayalı tahvillere bu kadar yüksek notlar verilmeseydi, CDO sözleşmeleri de aşırı yüksek getiri marjlarıyla oluşturulmazdı. Yapılan hatalı derecelendirme- 82 lerle birlikte %3’lük BBB notuna sahip tahvillere dayanak alınarak teminatsız finans kaynaklı ABS CDO sözleşmeleri yazılmakla birlikte, bu sözleşmelerin AA ve A notlarına sahip %14’lük kısmına CDO kare adı verilen yeni sözleşmeler düzenlenmiştir. CDO sisteminin geniş aralıkta ve gereğinden fazla yüksek notlarla derecelendirilmesi, aşırı teminatlandırmanın yapılması, mortgage piyasasında çıkan kriz sonrasında büyük finansal kuruluşların bilançolarından yüksek oranlarda varlık silmelerine neden olmuştur. Özellikle mortgage piyasalarında ortaya çıkan kriz sonrasında derecelendirme kuruluşlarının hızlıca not düşürmeleri sonucu CDO kapsamında yapılması gereken ödemelerin yüklü miktarlarda olması piyasada likidite krizini artırmıştır (Demir ve vd. 2008: 56). 3.2.5. Faiz Oranları Kriz öncesinde ABD’de faizlerin düşük seviyelerde seyretmesi, likidite balonunun şişerek ekonomik krize dönüşmesinde büyük rol oynamıştır. Dolayısıyla mortgage krizi olarak başlayan küresel krizin finansal krize dönüşmesinde faizler oldukça etkili olmuştur. Krize ortam hazırlayan en önemli olaylardan biri varlık fiyatlarının şişmeye başladığı bir dönemde faizin düşük kalarak piyasadaki likiditenin yüksek boyutlara çıkmasıdır (Eğilmez, 2008: 61). 2004 yılında FED’in, hane halkı gelirlerinin satın alamayacağı şekilde artan konut fiyatlarının şişirdiği ekonomiyi rahatlamak ve artmakta olan enflasyon oranını düşürmek için faiz oranlarını yükseltmesi krize giden yolun başlangıç noktası olmuştur. FED 2004-2006 yılları arasında faiz oranlarını 17 defa artırmış, 2004 yılında %1 olan faiz oranlarını 2006 yılında %5,25’e kadar çıkarmıştır. Merkez Bankası’nın müdahalesi sonucunda konut balonu patlamış ve 2006 yılında zirve yapan konut fiyatları düşmeye başlamıştır. Bu gelişmelerden sonra birçok subprime kredi borçlusu kredi geri ödemelerini yapamamaya başlamıştır. Faiz oranlarının yükselmesi ve konut fiyatlarının düşmesi, birçok hane halkının borcunun konut değerini aşmasına sebep olmuştur. 2007’nin başlarından itibaren geri ödenemeyen kredi sayısı artmaya başlamıştır. Ekim 2007 itibariyle geri ödenemeyen subprime kredi sayısının, toplam subprime kredi sayısına oranı %16 olmuştur. Ocak 2008 itibariyle ise subprime konut kredilerinin %24’ü hacze konu olmuştur. Bu oran subprime dışındaki ipotekli 83 krediler için %3,7’ye ve tüm ipotekli krediler için de %7,3’e yükselmiştir. 2007 yılında haciz edilen konut sayısı 2006’ ya göre %79 artarak 1,3 milyona ulaşmıştır. Araştırmalar 2005 ile 2008’in ikinci çeyreği arasında konut fiyatları ile geri ödenemeyen subprime kredi sayısı arasında güçlü bir negatif korelasyon olduğunu ortaya koymuştur (Kutlu ve Demirci, 2011: 124). 3.2.6. Türev Ürünler Türev ürünler, değerlerini dayalı oldukları varlık, fiyat, oran veya endeksten alırlar. Türev ürünlerin bağlı oldukları unsurlar; hisse senetleri, tahviller, ticari ürünler, faiz oranları, döviz kurları, menkul kıymet borsaları ve diğer endekslerdir. Bu ürünler, varolan bir pozisyonun korunması (hedging) veya spekülatif amaçlarla kullanılabilmekte olup, genel olarak, forward sözleşmeler, futures sözleşmeler, opsiyonlar ve swaplar olarak sınıflandırılabilir (Ocakoğlu, 2013: 50). Bir ya da birden fazla geleneksel üründen türetilmiş olan bu ürünlerin piyasası özellikle 1970’li yıllarda ortaya çıkan finansal riskleri kaldıracak ürünlere olan talep sonucunda gelişme göstermiştir. Türev ürünler; forward, futures, opsiyon ve swap sözleşmelerinin geneline verilen isimdir. Oldukça iyi organize olmuş bu piyasalar genellikle gelişmiş ülkeler tarafından yaygın olarak kullanılmakta ve birçok gelişmekte olan ülke için yatırım aracı olarak algılanmaktadır. Finansal türev piyasaları finansal piyasaların deregülasyonu ve finansal yeniliklere tepki olarak 1980’li yıllarda hızlı bir gelişim göstermiştir. Future sözleşmeler, opsiyonlar, para swapları ve faiz oranı swaplarının çevrelediği bu piyasadaki finansal yenilikler bir taraftan ticari işletmelerin risklerden korunmalarına katkı sağlarken, diğer taraftan uluslararası ölçekte zirveye çıkan finansal kırılganlık için de zemin hazırlamıştır (Işık ve Tünen, 2011: 20). 2008 Krizi’nde türev ürünlerinin yüksek hacmi, mali destek paketlerinin daha önce görülmemiş boyutlara çıkarılmasını zorunlu kılmıştır. Çünkü türev araçlarının büyük ve hızla dalgalanan bir risk unsuru olması düzenleyici otoritelerin riziko kontrolünde güçlük yaratmıştır. 2008 Krizi’nin bir nedeni de; ipotekli konut kredilerinden sağlanan nakdin çeşitli türev araçlara bağlanması sonucu ipotekli konut kredilerinin 84 hangi menkul kıymetlere bağlandığının bilinmesini olanaksız kılmasıdır. Asimetrik bilgi sorununu beraberinde getiren bu durum krizin önemli sebeplerinden biridir (Altunöz, 2013: 222). Tablo-7: ABD Bankacılık Sektöründe Türev Ürünlerdeki Gelişim (%) TÜREVLER Krd. Tür. SB Faiz Oranı Söz. Faiz Swapları FaizFut.&Forw.Söz. Opsiyon Söz. Döviz Kuru Söz. Dövaz Swapları USD&Döviz Taah. Opsiyon Söz. Emtia Söz. Swapların SB Fut. Forward Söz. Opsiyon Söz 2001 100 0,9 84,1 53,7 11,7 18,7 12,9 2,5 8,7 1,6 2,1 0,3 0,3 1,5 2002 100 1,1 85,9 55,3 13,1 17,5 11,1 2,3 7,2 1,6 1,8 0,2 0,2 1,4 2003 100 1,4 86,7 59,0 10,1 17,6 10,4 2,5 6,1 1,8 1,5 0,2 0,2 1,1 2004 100 2,7 85,5 61,2 7,4 16,9 10,2 2,4 5,8 2,0 1,6 0,2 0,1 1,2 2005 100 5,7 83,0 61,2 6,9 14,9 9,5 1,9 5,2 2,5 2,4 0,4 0,2 1,9 2006 100 6,8 81,3 59,3 6,5 15,5 9,5 1,9 5,2 2,5 2,4 0,4 0,2 1,9 2007 100 9,5 77,9 59,8 5,5 12,6 10,3 1,9 6,1 2,4 2,2 0,4 0,2 1,6 2008/1 100 9,1 78,1 60,0 6,5 11,9 10,9 1,8 6,4 2,6 1,9 0,4 0,2 1,4 Kaynak: Altunöz, 2013: 224 Tabloda 2001 yılından 2008 yılına kadar ayrıntılı türev kalemleri görülebilmektedir. Kriz öncesi 2006 yılında dünyadaki türev ürünlerinin toplamı 400 trilyon dolardı. Ticari bankacılık sektöründe türev işlemler hacmi, 2000 yılında 40,7 trilyon dolar iken 2007 yılı sonu itibariyle 4 kattan fazla artarak 166,1 trilyon dolara ulaşmış, türev ürün kullanımı artmıştır. Faiz oranı sözleşmeleri içerisinde en büyük pay ise tüm türev işlemlerini %60’ının gerçekleştirildiği faiz swaplarınındır. Kredi türevleri, ürünler içinde en dikkat çeken grubu oluşturmaktadır. 2000 yılında sadece %0,9 paya sahip olan kredi türevlerinin toplam içindeki payı 2007 yılında %9,5’e yükselmiştir. 2008 yılının ilk çeyreğinde de türev ürünlerdeki gelişim 2007 yılıyla paralel seyir izlemiştir. 2007 yılında meydana gelen dalgalanmaya bağlı olarak bu ürünlerde ciddi zararlar yaşanmış, bu zararlar bankacılık sektörü gelir tablosu ve bilançolarına yansımıştır (Altunöz, 2013: 224). 85 3.2.7. Düzenleyici ve Denetleyici Kuruluşlar Her ülkede değişik biçim ve içerikle tasarlanmış olan fakat temelde devlet yönetimini elinde bulunduran siyasi organlardan bağımsız, temel hak ve özgürlükler ve ekonomik etkinliklerle ilgili duyarlı konularda kendine ait etkili ve önemli yetkiler kullanarak, düzenleme, denetim ve gözetim görevi gören bu yapılar öğretide bağımsız idari otoriteler ya da düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar olarak tanımlanmaktadır. Düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar özerk ve bağımsız olan, kamusal alanın duyarlı alanları olarak bilinen enerji, iletişim, ekonomi vb. sektörlerde denetim ve düzenleme esaslarına dayalı güçlü kamusal yetkileri bulunan, merkezi idarenin hiyerarşik yapısından ayrılmış olmalarına rağmen merkezi idarenin ve genel bir deyişle devletin gözetimi dışında olmayan, bir hizmeti sunmaktan çok bir faaliyetin, organizasyonun düzenlenmesini ve denetimini yapan kurumlar olarak tanımlanabilir. Kamusal yaşamın hassas alanlarında düzenleme ve denetleme görevlerini yerine getiren düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar devlet adına etkili karar alma yetkisine sahiptirler. Diğer ifadeyle bunlar, geleneksel idari yapının dışına yerleştirilmiş, bağımsızlıkları güvence altına alınmış ve belirli bir sektörde düzeni ve hukuka uygunluğu sağlama ve müdahalede bulunma yetkisine sahip olan kuruluşlardır (Uysal, 2007: 5). Düzenleyici denetleyici kuruluşların özellikle de FED’in değişen risk ortamına karşı önlem almakta geciktiği söylenebilir. FED Başkanı Mayıs 2007’de yaptığı bir açıklamada konut piyasasındaki sıkıntıların ekonominin geri kalanına ve finansal sisteme yayılacağını beklemediklerini dile getirmişti. Pratikte ise tam tersi oldu. 2.5 yıl içinde konut piyasasında başlayan sorunlar tüm finansal istemi ve reel ekonomiyi etkisi altına aldı. Daha da kötüsü başka ülkelere yayılarak küresel bir boyut kazandı. ABD’de birçok eyalet aşırı riskli mortgage borçlarının menkul kıymetleştirilerek satışını önlemeye çalışmış ancak ABD Hazinesi bazı büyük bankaların istekleri doğrultusunda federal yasalar çiğnendiği gerekçesiyle buna karşı çıkmıştır (Alantar, 2008: 17). Bazı politikacılar Banking Committee, Budget Committee ve Countrywide Financial gibi subprime sektöründe yer alan şirketlerle yasal olmayan ilişkilere girmişlerdir. Bu tür ilişkiler ve düzenleyici kuruluşların bunlara göz yumması ahlaki sorunları da beraberinde getirmiştir. Faizlerin aşırı düşmesi sonucunda kredi temin etmenin maliyetinin azalması ve geri ödeme gücü olmayan insanlara riskli krediler 86 verilmesi tüketicilerin borçlanma düzeylerinin önemli ölçüde yükselmesine yol açmış ve bu sağlıksız yapıya karşı gerekli önlemlerin alınmaması finansal sistemin kırılganlığının artmasına zemin hazırlamıştır (Işık ve Tünen, 2011: 18). 3.3. 2008 Küresel Krizinin Dünya Ekonomisine Etkisi 2008 küresel krizi ABD’de mortgage krizi olarak başlamış ve ülkeler arası finansal ilişkiler sonucu yayılma eğilimi göstererek kimi finans şirketlerinin batmasına veya batmaması için işçi çıkarmalar neden olmuştur. İşten çıkarılan işçiler yaşamlarını sürdürebilmek için, işten çıkarılma korkusunu büyük oranda hisseden çalışanlar tasarrufa yöneldiklerinden harcamalarını azaltmışlar; azaltılan harcamalar şirketlerin satışlarını daha da düşürüp yeni işten çıkarmalara zemin hazırlamakta, bu kısır döngü de ekonomik bunalımın derinleşmesine sebep olmaktadır. Gelişmiş ve büyük ekonomik yapıya sahip ülkelerde başlayan finansal kriz, 2008 yılı Ekim ayından itibaren gelişmekte olan ülkeleri de etkilemeye başlamıştır (Bahar ve Pehlivan, 2012: 5). Krizin başladığı ABD’de finans kuruluşlarının 2008 Haziran zararları Tablo8’da gösterilmiştir. Tablo-8: ABD’de Finans Kuruluşlarının 2008 Haziran Zararları (Milyar Dolar) Finans Kuruluşu City Bank Merril Lynch Bank Of America Morgan Stanley JP Morgan Washington Mutual Lehman Brothers Wachovia Corporation Goldman Sachs Wells Frago Bear Sterns National City Zarar 42,9 37,1 15,1 14,1 9,8 9,1 8,2 7 3,8 3,8 3,2 3,1 Kaynak: Kutlu ve Demirci, 2011: 125 2007 yılında başlayan subprime kredi krizi hızlı bir şekilde tüm ABD finansal sistemini etkilemeye başlamıştır. Kriz ilk önce güvenilir finansman aracı olan mevduat yerine kısa dönemli borçları çevirme üzerine kurulu yatırım bankalarını ve taahhüt- 87 lerini yerine getiremeyen aktörler nedeniyle büyük yükümlülük altına giren sigorta şirketlerini vurmuştur. 12 Mart 2007’de ülkenin en büyük ikinci ipotekli kredi kuruluşu olan New Century Financial Corporation’ın iflas isteminde bulunması krizin üstündeki perdeyi de kaldırmıştır. Temmuz 2007’de ipotekli kredi şirketi Bear Stearns’ın subprime kredi yatırımları yapan yatırım fonu yıkılmış ve bu şirket daha sonra en büyük bankalardan JP Morgan’a satılmıştır. Haziran 2008 itibariyle 12 büyük finansal kuruluşun zararı 153,6 milyar dolara ulaşmıştır (Kutlu ve Demirci, 2001: 125). Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu krizi daha önce yaşanan krizlerden ayıran en önemli özelliklerden biri geçmiş krizlerin büyük oranda gelişmekte olan ekonomileri ve yükselen piyasa ekonomilerini etkilemiş olmasına rağmen, günümüzde sorunların ağırlıklı olarak gelişmiş ülkeleri etkilemiş olmasıdır. Bunun nedeni krizin temelinde ipotekli emlak kredileri piyasalarında yaşanan temel sorunlar olmasıdır. Bu tür piyasalar gelişmiş olan ülkelerde yoğunluk kazanmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin, daha önce yaşamış oldukları krizlere bağlı olarak finans ve bankacılık sektörlerinde gerçekleştirmiş oldukları reformlar sayesinde bu krizden daha az etkilenmelerinin bir diğer nedenidir (Bostan ve Kelleci, 2010: 311). Dünya ekonomilerinde son dönemde izlenen genişlemeci politikalar sonucunda küresel krizin sadece şekil değiştirdiği söylenebilir. Finansal krizin bir borç krizine dönüştüğü ve iflasın eşiğindeki finansal kuruluşların yerlerini de iflasın eşiğindeki devletlerin aldığı görülmektedir. Bu dönemdeki eğilim, küresel büyümenin güçlü, sürdürülebilir ve dengeli bir patikaya oturması için borçluluk oranı yüksek olan ülkelerin tüketimlerini azaltarak kamu borçlarını azaltıcı yönde sıkı, uzun süreli ve inandırıcılığı yüksek bir mali disiplin politikasını benimsemeleri, düşük borçluluk oranına sahip ülkelerin ise ortaya çıkan küresel talep açığını karşılamak üzere yurtiçi talebi artırıcı politikalar yürürlüğe koymaları gerektiği yönündedir. Uluslararası finansal piyasalarda meydana gelen gelişmeler ve birçok ülke finans kurumlarının iflas etmesi, finansal kurumlara olan güvenin azalmasına neden olmuştur. Krizin, küresel piyasalara olan en önemli etkisi banka kredilerinin uzun sürebilecek bir zaman için kısıtlanmış olmasıdır. Bankaların kredi verme standartları ciddi derecede yükselmiştir (Coşkun ve Balatan, 2009: 17). 88 Küresel piyasalarda yaşanan gelişmeler gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasalarını da etkilemektedir. Bu ülkelerin finansal kuruluşlarının Amerika’daki yüksek riskli aktiflere ve bu aktiflerle ilgili menkul kıymetlere olan erişimi sınırlı olmakla birlikte, söz konusu gelişmeler bütün gelişmekte olan ülke ekonomilerini etkilemiştir. Cari açıkları GSYH’nın yüzde 10’undan fazla olan ülkelerde sermaye girişlerinin durmasıyla iç talep ciddi ölçüde daralmıştır. Bankacılık sektöründe özel bankaların dışarıdan borçlanmaları dramatik şekilde düşmüştür. Ocak 2008 – Eylül – 2008 döneminde Kazakistan’da 13,2 milyar dolar, Rusya’da 6,6 milyar dolar, Güney Afrika’da 3,7 milyar dolar, Ukrayna’da 2,1 milyar dolar ve Türkiye’de 3,1 milyar dolar azalma olmuştur. Cari fazlası olan ülkeler de dahil olmak üzere bütün ülkeler küresel piyasalarda yaşanan gelişmelerden fazlasıyla etkilenmiştir (Erdönmez, 2009: 89). 2008 ve 2009 yıllarında çeşitli ülkelerde meydana gelen finansal kuruluş iflasları Tablo-9’ da verilmiştir. Tablo-9: Çeşitli Ülkelerde Bazı Finansal Kuruluş İflasları (2008-2009) 7 Şubat-İngiltere 14 Mart-ABD 7 Eylül-ABD 15 Eylül-ABD 17 Eylül-ABD 18 Eylül-İngiltere 29 Eylül-Benelux 29 Eylül-ABD 29 Eylül-Almanya 29 Eylül-İzlanda 29 Eylül-İngiltere 30 Eylül-Belçika 30 Eylül-İrlanda 7 Ekim-İzlanda 9 Ekim-İzlanda 12 Ekim-İngiltere 16 Ekim-İsviçre 19 Ekim-Hollanda 20 Ekim-Fransa 27 Ekim-Belçika 4 Kasım-Avusturya 11 Kasım-Kazakistan 24 Kasım-ABD 22 Aralık-İrlanda Northern Rock Ulusallaştırıldı Bear Steams satıldı. Freddie Mac ve Fannie Mae ulusallaştırıldı Lehman Brothers iflas etmiştir. AIG ulusallaştırıldı. Lloyd TSB HBOS’u satın aldı. Fortis Kurtarıldı. Citibank Washiova’yı aldı. Hypo gayrimenkul kurtarıldı. Glitnir kurtarıldı. Bradford&Bingley kurtarıldı. Dexia kurtarıldı. İrlanda Bankaları kurtarıldı. Lansbanki ulusallaştırıldı. Kaupthing ulusallaştırıldı. HBOS kurtarıldı. UBS kurtarıldı. ING sermaye yardımı aldı. Fransa Hükümeti 6 büyük bankaya kredi açmıştır. KGB Communalcredit ulusallaştırılmıştır. Hükümet 4 büyük bankaya sermaye enjekte etmiştir. Citigroup sermaye desteği almıştır. AngloIrish Bankası ulusallaştırılmıştır. 88 milyar sterlin 29 milyar dolar 200 milyar dolar 87 milyar dolar 12 milyar pound 16 milyar dolar 12 milyar dolar 71 milyar dolar 850 milyon dolar 32,5 milyar dolar 9,2 milyar dolar 572 milyar dolar 864 milyon dolar 60,5 milyar dolar 59,2 milyar dolar 10 milyar euro 10,5 milyar euro 3,5 milyar euro 3,7 milyar dolar 40 milyar dolar 7,68 milyar dolar Kaynak: Erdönmez, 2009: 87 89 Krizin en büyük etkisi bankalar üzerinde olmuştur. Sadece 2008 yılında ABD’de 11 banka batmıştır. Krizin boyutu bankalar merceğinden, ekonomik verilerle gözlemlendiğinde, ne derece büyük olduğu görülmektedir. Örneğin, Lehman Brothers 613 milyar dolar zarar ederek iflas ederken, AIG’ye ayakta kalabilmesi için 85 milyar dolarlık kaynak sağlanmıştır (Bacni, 2010: 23). Dünya ekonomilerinde makroekonomik göstergelerin bozulmasına yol açan kriz, büyüme oranlarının düşmesine ve işsizlik oranlarının artmasına neden olmuştur. Nitekim krizi derinden yaşayan ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, finans kesiminde yaşanan sorunlar sonrası büyüme oranlarının keskin düşüşler yaşadığı ve bunun doğal bir sonucu olarak işsizlik rakamlarında da çok ciddi artışlar yaşandığı gözlenmiştir. Daralan likidite ortamında ekonomilerin durgunluğa girmesini önlemek için piyasaya kısa sürede trilyon dolarlar sürülmüş, ancak güven bunalımının yaşandığı bu panik ortamında alınan tedbirlere rağmen krizin etkisi oldukça yıkıcı olmuştur. Dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan ABD’de halkın gelir seviyesinde ortaya çıkan gerileme, gerek iç gerekse dış tüketime, bunun doğal sonucu olarak da üretime yansımış ve hem ABD hem onunla yakın ticari bağları olan ekonomilerin temel makroekonomik göstergelerinde bozulmalara yol açmıştır (Işık ve Tünen, 2011: 359). Kriz sonrası büyüme oranlarına ilişkin veriler Tablo-10’da yer almaktadır Tablo-10: 2008 Küresel Krizi Sonrası GSYH Büyüme Oranları (%) ABD Avrupa Japonya Çin Rusya Brezilya Türkiye 2007 3,4 2,7 2,2 14,2 8,5 6,1 4,6 2008 -0,3 0,2 -1,1 9,6 5,2 5,1 0,7 2009 -2.8 -3,5 -5,5 9,2 -7,8 -0,3 -4,8 2010 2,5 2,9 4,6 10,4 4,5 7,5 9,1 Kaynak: stats.oecd.org/Index.aspx?Queryld=51626 15.02.2014 Küresel düzeyde GSYH büyüme oranları 2008 ve 2009’da büyük oranda düşmüş ve ekonomiler küçülmüştür. Dünyanın en büyük ekonomilerinin 2008 son çeyrek büyüme oranları, ABD’de 2007 sonunda etkilerinin hissettirmeye başlayan finans kaynaklı krizin, Eylül 2008’den başlayarak dünyaya yayılmakta olduğunu kanıtla- 90 mıştır. 2008’da ekonomik durgunluk şiddetini artırmıştır. Avrupa ülkelerinde GSYH büyüme oranları -%3,5 ABD’de -%2,8 Japonya’da -%5,5 olarak gerçekleşmiştir. 2010 yılında geniş politika önlemleri ve talep destekleri ile finansal pazarlarda belirsizlik ve sistematik risk azalmıştır. Derin bir küresel durgunluktan sonra ekonomik büyüme yetersiz de olsa olumlu görünüme dönmüştür (Yörük ve Kanışlı, 2010:383). Kriz sonrası enflasyon oranlarına ilişkin veriler Tablo-11’de yer almaktadır. Tablo-11: 2008 Küresel Krizi Sonrası Enflasyon Oranları (%) ABD Avrupa Japonya Çin Rusya Brezilya Türkiye 2007 2,2 2,7 -0,2 4,8 9,0 3,6 8,9 2008 2,8 5,0 0,2 5,9 14,1 5,7 10,1 2009 1,2 1,8 -0,6 -0,7 11,6 4,8 5,1 2010 1,0 1,2 -1,2 -3,2 6,8 5,0 3,7 Kaynak: stats.oecd.org/Index.aspx?Queryld=51626 15.02.2014 Seçili ülkelerde 2008’in ikinci yarısında enflasyon algılaması etkin rol oynamıştır. 2009 ile birlikte enflasyon algılaması yerini resesyona bıraktığından dolayı politika faiz oranları hızla düşürülmüştür. Enflasyon oranlarının aşağı doğru hareketi tüm ekonomilerde 2008 son çeyreği ile 2009 üçüncü çeyreğini içeren dönemi kapsamaktadır. Ekonomilerde büyüme oranlarının en fazla aşındığı bu dönemde, piyasada oluşan talep eksikliği enflasyonu sınırlandırmıştır. Bunun yanında, hükümetlerin ekonomilerin canlanması için uyguladığı vergi indirimi politikası da enflasyona düşüş yönünde katkı yapmıştır (www.musiad.org.tr 22.03.2014). ABD’de 2008’de %2,8 olan enflasyon oranı 2009’da %1,2 seviyesinde gerçekleşirken, Avrupa’da da 2008’de %5,0 olan enflasyonu oranı 2009’da %1,8’e düşmüştür. Kriz sonrası işsizlik oranına ilişkin veriler Tablo-12’de yer almaktadır. 91 Tablo-12: 2008 Küresel Krizi Sonrası Ülke Bazlı İşsizlik Oranı (%) ABD Avrupa Japonya Çin Rusya Brezilya Türkiye 2007 4,6 5,6 3,8 4.0 6,1 9.0 10,1 2008 5,8 6,0 4,0 4.2 6,3 8.0 10,7 2009 9,3 8,2 5,0 4.3 8,5 8.1 13,7 2010 9,6 8,3 5,0 4,0 7,5 7,8 11,6 Kaynak: stats.oecd.org/Index.aspx?Queryld=51626 15.02.2014 Küresel krizin derinleşmesiyle birlikte yurt dışı fonlara erişim zorlaşmıştır. Bu nedenle mali piyasalarda başlayan krizin reel sektöre yayılması ile birlikte yurt içi mallara olan dış talep azalmıştır. Bu durum üretimin daralmasına ve gelirlerin azalmasına yol açmıştır. Üretimdeki daralmanın sonucu olarak tüm ülkelerde işsizlik oranları da hızla yükselmiştir. ABD’de 2007 yılında işsizlik oranı %4,6 iken 2008’de 5,8’e, 2009’da 9,3’e ve 2010’da 9,6’ya yükselmiştir (Bostan ve Kelleci, 2010: 313). 3.5. Ülkelerin 2008 Küresel Kriz Karşısında Aldıkları Önlemler Uluslararası piyasalarda yaşanan gelişmeler sonucu piyasalarda likidite olmaması, sorunlu aktiflerin değeri hakkındaki belirsizlikler ve sermaye eksikliğine karşı ivedi olarak önlemlerin alınması gerekmiştir. Bu kapsamına mevduat garantileri artırılmış, açığa satış yasaklanmış ya da sınırlandırılmıştır. Ancak bu önlemler finansal piyasalara olan güvenin yeniden tesis edilmesini ve piyasa koşullarının iyileşmesini sağlamamıştır. Bunun üzerine ülkelerin bankalararası borçlanmaları yeniden başlamasını sağlayacak ve bankaların yeniden sermayelendirilmesine yönelik kapsamlı pro-aktif önlemlerin alınması gerekmiştir. ABD önlem paketlerini açıklayan ilk ülke olmuştur. Açıklanan kurtarma paketinin temelini sorunlu ipotekli konut kredisine ilişkin aktiflerin satın alınması oluşturmuştur. Ancak birkaç hafta sonra bankalara sermaye enjeksiyonu da yapılmıştır. İngiltere de ABD’yi takip ederek sermaye enjeksiyonları, bankaların likiditeye erişimlerini kolaylaştırmalarına yönelik önlemler açıklamıştır. Akabinde Euro Bölgesi ve birçok Avrupa ülkesinde benzer önlemler açıklanmıştır (Erdönmez, 2009: 89). 92 Kriz esnasında hemen hemen krizden etkilenen birçok ülkenin başvurduğu ve günümüz krizinde de örneklerini gördüğümüz birtakım önlem kategorileri Tablo13’de gösterilmiştir. Tablo-13: Ülkelerin Aldıkları Önlem Kategorileri Para Politikası Araçları Faiz Oranı Değişiklikleri Zorunlu Karşılık Oranlarında Değişiklik Döviz Kuru Müdahalesi Finansal Sisteme İlişkin Kriz Önlem Araçları Mevduat Garantisinin Artırılması Bankaların Yeniden Sermayelendirilmesi Likidite Enjeksiyonu Banka Kredi/Borçlarına Devlet Garantisi Verilmesi Kamulaştırma/Fona Devir Ticari Tahvillerin Alınması İçin Fon Ayrılması İpotekli Konut Kredisi Tahvillerinin Alınması Açığa Satışın Yasaklanması Toksik Varlıkların Alınması Uluslararası Kuruluşlar Swap Kanalı IMF Diğer İstihdam, Altyapı Yatırımlarının Artırılması, KOBİ’lere ve ve Düşük Gelir Gruplarındaki Hanehalklarına Yapılan Yardımlar vb. Kaynak: Erdönmez, 2009: 89 Küresel kriz sırasında birçok ülkede hem mali hem de para politikaları gevşetilmiş ve birçok destek programı açıklanmıştır. Küresel krize karşı dünya ülkeleri ilk önce faiz silahını kullanmıştır. Birçok ülke faiz oranlarını indirerek hem ekonomide oluşan güven eksikliğini hem de muhtemel sermaye çıkışlarını önlemeye çalışmıştır. Bu dönemde gelişmiş ülke merkez bankaları politika faiz oranlarını önemli ölçüde indirerek finansal krizin boyutlarını kontrol altına almaya çalışmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları ise başlangıçta döviz kurlarındaki değer kaybı ve finansal istikrar kaygıları nedeniyle temkinli bir tavır sergilerken, krizin devamında toplam talep koşullarının sert bir şekilde gerilemesi ve enflasyonun endişe kaynağı olmaktan çıkması ile birlikte son dönemde para politikalarını gevşetme eğilimine girmişlerdir. Finansal çalkantının kriz boyutlarına çıktığı 2008 Eylül ayı ile 2009 Şubat ayı arası dönemde, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ortalama politika faiz oranları, sırasıyla 260 ve 140 baz puan indirilmiştir. Düşük faizlerin de işe yaramaması sonucunda ülkeler kurtarma planlarına sarılmışlardır. Bankacılık kaynaklı krize karşı sadece para politikası araçları ile cevap vermeye çalışan ekonomiler açıkladık- 93 ları paketleri maliye politikası araçları ile desteklemek zorunda kalmışlardır (Ergün ve Gökdemir, 2012: 1165). Birçok ülkede aynı zamanda makroekonomik istikrar politikaları oldukça yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Dünyada birçok ülkenin merkez bankası politika faiz oranlarını değiştirmiştir. Bu değişiklikler Macaristan, Brezilya, Meksika, Arjantin ve İzlanda dışında faiz oranlarının keskin şekilde düşürülmesi yoluyla yapılmıştır. Birçok ülkede faiz oranları sıfıra yakın düzeye gerilemiştir. Bankacılık sistemine likidite enjeksiyonları çeşitli şekillerde yapılmıştır. Merkez bankaları düzenli ihalelerle likidite sunmuşlar veya teminat olarak kabul edilen aktiflerin kapsamını genişletmişlerdir. Ayrıca ABD Merkez Bankası, Avrupa Merkez Bankası ve küçük ülke ekonomileri arasında karşılıklı swap kolaylığı anlaşmalarıyla da likidite sağlanmıştır. Bunlara ilaveten IMF stand-by anlaşmaları, Japonya, İsveç, İspanya, İngiltere, Çin, İspanya, Avustralya, Brezilya’da istihdam, altyapı yatırımlarının arttırılması, KOBİ’lere ve düşük gelir gruplarındaki hane halklarına yönelik olarak açıklanan kurtarma paketlerini kapsamaktadır. Son olarak ABD’de işletmelere, birey ve ailelere, işsizlere yönelik teşvikler ile enerji yatırımları, otoyol ve köprü inşaatları, sağlık bilim ve araştırma için kaynak ayrılmasını öngören bir paket açıklanmıştır (Erdönmez, 2009: 91). 94 Tablo-14: Kurtarma Paketlerinin Maliyetleri (Şubat 2009) ABD Almanya Fransa İtalya İngiltere Avusturya Sermaye Enj. 250 milyar dolar 70 milyar euro 40 milyar euro Garantiler 412 milyar euro 320 milyar euro 50 milyar euro 250 bin sterlin 15 milyar euro 85 milyar euro Danimarka Yunanistan İrlanda Macaristan Kore Hollanda Portekiz İsveç İspanya Japonya Norveç Brezilya Rusya Çin Arjantin 15 milyar euro 450 milyar dolar 3 milyar dolar 206 milyar dolar 80 milyar euro 100 milyar dolar 200 milyar euro 20 milyar euro 206 milyar dolar 100 milyar euro 50 milyar dolar Top. Önl. Pak. Tutarı 700+787 milyar dolar 492 milyar euro 360 milyar euro 40 milyar euro 400 milyar strln GSYH (%) 10,1 19,8 19,0 2,6 28,6 100 milyar euro + 26 milyar dolar 36,9 35 milyar kron + 18 milyar dolar 2,1 28 milyar euro 450 milyar dolar 3 milyar dolar 100 milyar dolar 200 milyar euro 20 milyar euro 206 milyar dolar 150 milyar euro 632 milyar dolar 57,4 milyar dolar 13 milyar dolar 86 milyar dolar 586 milyar dolar 3,7 milyar dolar 11,2 235,7 2,2 10,3 26,5 6,1 50,5 14,3 14,1 23,2 1,0 6,6 18,2 1,4 Kaynak: Erdönmez, 2009: 90 14-15 Kasım 2008’de Washington’da, 1-2 Nisan 2009’da Londra’da ve 24-25 Eylül 2009’da Pittsburgh’ta toplanan G-20 liderler zirvesinde küresel ekonominin içinde bulunduğu sorunlara son vermek, finansal mimarinin ve bağlantılı olarak IMF’nin yeniden şekillendirilmesi konusunda kararlar alınmıştır. G-20 Washington DC zirvesinde yeni bir finansal mimarinin oluşumu için aşağıdaki tedbirlerin alınmasına karar verilmiştir (Selçuk ve Yılmaz, 2010: 538): IMF’nin yeni bir rol üstlenmesi, IMF’ye kısa vadede finansal piyasaların canlanmasını sağlayacak kaynak yaratılması, Mevcut finansal kolaylıkların gözden geçirilmesi, 95 Dünya Bankası ve kalkınma bankalarına yeni roller verilmesi Washington zirvesini izleyen Londra zirvesinde ise küresel ekonominin canlandırılması ve finansal sistemin reformuna yönelik bazı ortak politika kararları alınmıştır (Selçuk ve Yılmaz, 2010: 539). Büyüme ve istihdamın desteklenmesi için 2010 yılı sonuna kadar ki süreçte 5 trilyon ABD doları büyüklüğünde genişletici maliye politikaları uygulanacaktır. Merkez Bankaları, fiyat istikrarı amacı ile uyumlu olmak koşuluyla, genişletici para politikaları uygulamaya ve piyasaların düzgün işleyişini temin eden tüm enstrümanları kullanmaya devam edeceklerdir. Finansal sistemde kredi akışının normale dönmesi ve sistemik öneme sahip kuruluşların mali bünyelerinin güçlü kalabilmesi için gereken her türlü tedbir alınacaktır. Ülkeler ekonomi politikalarını uygularken, bu politikaların başka ülkelere olan etkilerini de göz önünde bulunduracak, uluslararası rekabeti bozacak şekilde paralarının değer kaybetmesinden kaçınacak ve IMF’nin finansal sektörleri ve ekonomileri tarafsız bir şekilde izlemesini destekleyeceklerdir. 3.6. 2008 Küresel Finans Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri Dünya ekonomisinin geçtiğimiz yıllara göre kıyasla oldukça farklı dinamiklerin etkili olduğu bir süreçten geçtiği görülmektedir. 2007 yılı ortalarında ABD Emlak piyasalarında ortaya çıkan ardından para ve sermaye piyasalarına yayılan ve 2008 yılı eylül ayında bazı büyük mali kuruluşların iflas etmesiyle derinlik ve yaygınlık kazanan finansal krizin etkileri halen devam etmektedir. Söz konusu krizin reel ekonomi üzerindeki etkileri 2009 yılının ilk çeyreğinde daha da derinleşmiştir (Öztürk, 2010: 386). Pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke resesyona girmiş ve ekonomik yavaşlama küresel ölçekte daha da belirginlik kazanmaya başlamıştır. Gerek gelişmiş gerek gelişmekte olan ülkeler tarafından krize yönelik olarak alınan tüm tedbirlere rağmen, küresel finansal krizin neden olduğu güven kaybı ekonomik aktiviteyi küre- 96 sel ölçekte yavaşlatarak büyüme oranlarının belirgin bir şekilde azalmasına neden olmuştur (Özgöker, 2005: 15). Küresel krizin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerinin 2008 yılının son çeyreğinde hem iç hem dış talep üzerinde belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülmektedir. Küresel ekonomik faaliyette görülen yavaşlama, Türkiye’nin ihracat pazarlarını da olumsuz etkilemiş ve 2008 yılının son çeyreğinde ihracat artışı hem fiyat hem miktar bazında ciddi bir yavaşlama göstermiştir. Türkiye açısından mevcut konjonktürde finansal istikrara yönelik riskler, artan kısa vadeli sermaye girişleri sonucu hızla yükselen cari açık sebebiyle daha da belirginleşmiştir. Kredilerdeki hızlı genişlemenin yanı sıra iç ve dış talep büyümesindeki ayrışma cari açığı yükseltmiş ve bu durum finansal istikrara ilişkin endişelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur (Öztürk, vd. 2012: 300). Yaşanan küresel mali krizin yol açtığı belirsizlik ortamının küresel ölçekte sıkılaşan finansal koşulların yanı sıra yatırım ve tüketim harcamalarının da azalmasına neden olduğu ve artan tasarruf eğiliminin de etkisiyle iç talepte sert bir daralmaya yol açtığı görülmektedir. Küresel ekonomide artan bu sorunlarla birlikte, Türkiye’de GSYH büyüme oranları 2008 yılının ikinci çeyreğinden itibaren belirgin bir şekilde yavaşlama eğilimine girmiştir (Yükseler, 2009: 8). 2008 yılının son çeyreği ve sonrasındaki iktisadi faaliyetlerdeki daralmanın temel sebebinin ihracata dayalı üretim yapan sanayi sektöründe meydana gelen küçülme olduğu söylenebilir. Bu durumun tarım dışı istihdamdaki bozulmayı hızlandırdığı, iş gücüne katılım oranındaki belirgin artışın da etkisiyle işsizlik oranlarında tarihi bir yükselişin yaşanmasına neden olduğu görülmektedir. Toplam işsizlik oranı ilk çeyrekte yıllık yüzde 4,2 puan yükselerek yüzde 16,1 oranında gerçekleşmiştir. İşgücü piyasasında meydana gelen tüm olumsuzluklar ekonomi genelinde toplam ücret gelirleri üzerinde de aşağı yönlü bir baskı oluşturmaktadır (Öztürk ve Gövdere, 2005: 387). Finans sektöründe küresel sorunların ortaya çıkması ile birlikte gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkelerin büyüme dinamiklerinde bir farklılaşmanın ortaya çıka- 97 bileceği olgusu bu ülkelerin gerek kamuoylarında gerekse ekonomi politikalarını yürütenler arasında uzun süredir tartışılmaktadır. Küreselleşmenin hız kazandığı ve ülkeler arasında dış ticaretin artması sonucunda ülkelerin ekonomik büyüme performanslarının birbirlerine bağlı hale geldiği bu dönemde, ülkeler arasında bir ayrışmanın olmasını beklemenin gerçekçi bir yaklaşım olmadığı artık ortaya çıkmıştır (Berberoğlu, 2011: 110). Türkiye’de finansal krizlerin yükselen ekonomik konjonktürde kısa vadeli spekülatif borçlanmaya dayanan bankacılık sisteminin kırılgan yapısı ve uygulanan iktisat politikalarına güvensizlikten kaynaklanan para ikamesi sonucunda ortaya çıktığına inanılmaktadır. Bu inanca bağlı olarak, hızlı ekonomik büyüme ve kırılgan bankacılık sistemiyle istikrarsız hale gelen Türkiye Ekonomisinin bekleyişlerdeki en küçük kötüleşmeyle küresel bir finansal krizin içine yuvarlandığı düşünülmektedir (Apak ve Aytaç, 2009: 218). Mortgage krizini yurtiçinde oluşturacak yapının Türkiye’de kurulmamış olması Türkiye’nin krizden az etkilenmesini sağlamıştır. Ancak tüm dünyada kısılan talebin etkisinin Türkiye ekonomisine yansımaması imkansızdır. 2002-2007 yılları arasında dünyadaki likidite bolluğunun Türkiye’ye de yansıması sonucunda, ülkeye gelen yabancı sermaye artmış ve ekonomik göstergelerde olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Ancak kriz sonucu azalan taleple birlikte, likiditenin büyük oranlarda çekilmesi, cari açığın fonlanmasındaki güçlükler, buna bağlı olarak TL’nin değer kaybetmesi ve bankaların kaynak bulamamaları nedeniyle verdikleri kredileri daraltmaları ve güvensizliğin oluşması, Türkiye’nin krizden olumsuz şekilde etkilenmesine neden olmuştur. Krizin ilk etkileri, ekonomide yavaşlama, iç talepte daralma ve yabancı kaynak girişindeki azalma şeklinde kendini göstermiştir. Küresel krizin Türkiye’ye en önemli yansıması ise reel sektör üzerinden olmuştur (Soylu, 2009: 260). 2008 yılının son çeyreğinde küresel bir yayılma sürecine giren ekonomik kriz dünyanın diğer ekonomilerinde beklenti, ticaret kanalı ve finansman üzerine yansımalarla kendini hissettirmiştir. 2008 küresel ekonomik krizinin Türkiye ekonomisinde şu dört kanal aracılığıyla etkili olduğu varsayılmaktadır (www.dpt.gov.tr 24.02.2014). Mevcut durumda Türkiye bankaları yapısal bir bozukluk yaşamamasına rağmen, bankaların dışarıdan edineceği fonlardaki azalmanın önüne geçile- 98 meyeceği için kredilerde ve döviz cinsinden borçlanmalarda zorluklarla karşılaşılması kaçınılmazdır. Türkiye’de hem bankalar hem de şirketler bilançosu hasarlı gelen yabancı bankalardan kredi kullanmışlardır. Bu kanalın kapanması sonucunda, daralacak olan kredi hacmi, şirketleri ve bankaları bilanço küçültmeye zorlamıştır. Büyük şirketlerin aldıkları kredilerin azalması ise bu şirketlerin tedarik zincirlerini etkilemiştir. Dolayısıyla kredi kanalı ile başlayan süreç mikro ve makro düzeyde domino etkisi yaratarak ekonomide bir daralmaya neden olmuştur. Hedge fonları ve özel yatırım fonları Türkiye’ye finansman akımında önem taşımaktadır. Önümüzdeki dönemde, buradan aktarılacak fonların azalacak olması Türkiye’ye döviz arzının önemli ölçüde azalmasına neden olarak portföy yatırımı kanalıyla ekonomiyi etkileyecektir. Finans ve kredi piyasalarındaki sorunlar 2009’un ilk çeyreğinden itibaren reel sektörü etkilemiştir. Mali piyasalardaki krizin reel sektöre de yansıması sonucu, tüm dünya ülkeleri büyüme hızı öngörülerini aşağı doğru güncellemiştir. Gelişmiş ekonomilerin önemli bir kısmı resesyona girmiştir. Özellikle ihracatın büyük bir bölümünü Avrupa ülkelerine gerçekleştiren Türkiye’nin dış piyasalarda meydana gelen daralmalar nedeniyle dış ticaretinde düşüş yaşanmıştır. 2008’in son çeyreğinde artan belirsizlik ve risk ortamı öncelikle ekonomide güveni olumsuz etkilemiş, sonrasında ortaya çıkan güven bunalımı küresel likidite sıkışıklığına yol açmıştır. Bu belirsizlik ortamından en olumsuz etkilenecek kalem özel yatırım harcamalarıdır. Aynı ortamın hane halkı psikolojisinde ve dolayısıyla bekleyişlerinde neden olduğu bozulma ile özellikle dayanıklı tüketim mallarına olan talep hızla daralmış ve risk algılamasının artması sonucunda azalan güven tüketici ve yatırımcı davranışlarını olumsuz etkilemiştir. 2008 küresel krizinin Türkiye ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Mehmet Yörükoğlu (2009) tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: “Artan belirsizlik ortamında risk algılamalarının bozulma- 99 sının ve güven kaybının etkisiyle kredi piyasasında kaynak akışının durması, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımı olmaksızın, iktisadi faaliyetlerde keskin bir yavaşlama yaşanmasına neden olmaktadır. Özellikle Ekim ayında finans piyasalarındaki dalgalanmanın boyutunun büyümesi, hem borçlanma imkanlarını sınırlamış hem de borçlanma maliyetlerinin artmasına neden olmuştur. Krizin reel kesim üzerindeki etkileri 2008 yılının son çeyreğinde belirgin bir şekilde hissedilmeye başlamıştır. Tüketici ve reel kesim güven endekslerinde süregelen olumsuz seyir ve düşük kapasite kullanım oranları göz önüne alındığında dünyada iktisadi faaliyetteki gerilemenin önümüzdeki dönem içerisinde de süreceği düşünülmektedir” (www.tcmb.gov.tr. 20.03.2014). Bilindiği gibi, kriz dönemlerinde Türkiye’de sıcak para çıkışları büyük bir artış göstermektedir. Bu döviz çıkışları, ödemeler dengesi açıklarının daha fazla yükselmesine neden olmaktadır. 15 Kasım 2008’de gerçekleştirilen G-20 Konferansında, Türkiye’nin iç ve dış kaynaklara %2, yurt içindeki kaynaklara %5 vergi koyarak, bunlara Nerede Buldun? sorgulaması yapmayacağına dair bir madde ele alınmıştır. Bu konferansta, Türkiye’nin sıcak paranın olumsuz etkisin azaltmak için uygun mali politikaları kullanması ve Merkez Bankası’nın munzam karşılıklar yoluyla para politikasını aktif bir şekilde uygulaması gerektiği önerilmiştir (Berberoğlu, 2011: 112). Ekonomik krizin Türkiye ekonomisine etkileri hem finansal piyasalar hem de reel ekonomi üzerinde kendini göstermektedir (Yıldırım, 2010: 48). 3.6.1. 2008 Küresel Finans Krizinin Finansal Piyasalar Üzerine Etkileri ABD mortgage piyasalarında 2007 yılından itibaren öncelikle kredi krizine ve ardından likidite krizine dönüşerek küresel finansal sistemini etkisi altına alan 2008 küresel krizi gelişmiş ülkeler başta olmak üzere birçok gelişmekte olan ülkede hızla yayılmıştır. Para piyasalarında fonlama imkanlarının kaybolması ile birlikte finansal kuruluşların içine düştükleri likidite sorunları, varlık fiyatlarında meydana gelen sert düşüş, tahsili gecikmiş alacaklardaki hızlı artışlar, bilançolar üzerinde ağır hasar yaratan zararlar, birçok banka ve yatırım kuruluşunun zor duruma düşmesine, hatta iflasına neden olmuştur. Finans piyasalarının işlevlerini yerine getirememesi neticesinde kredi koşullarında ortaya çıkan aşırı sıkılaşma ve borçlanma maliyelerinin artması reel ekonomi üzerinde de büyük tahribat yaratmıştır (Çağıl, 2011: 62). 100 Finansal sektör, kaynakların elde edilmesi ve yönetilmesinde piyasa yapısının beyni durumundadır. Gelişmiş ve istikrarlı bir finansal sistemin varlığı, sağlam ve istikrarlı çalışan bir ekonominin ön koşullarındandır. Türkiye’de, finansal sistemin temelini bankacılık sistemi oluşturmaktadır. Bunun sebebi, finansal kaynakların çok büyük bir bölümünün bankalar tarafından toplanması ve kullandırılmasıdır (Afşar, 2011: 155-156). 2008 yılının üçüncü çeyreğinden itibaren etkisi artan küresel kriz hemen hemen her ülkenin finansal ve reel sektörlerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin finansal sektörleri, uluslararası çapta marka olmuş bazı yatırım bankalarının tasfiyesi ile sonuçlanan, bazılarının ise devlet yardımlarıyla ayakta kaldığı, risklerin ve belirsizliklerin arttığı bir dönemden geçerek yara almıştır. Türkiye’de ki bankacılık sektörünün ise bu çalkantılı döneme, gelişmiş ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki rakiplerine göre daha hazırlıklı girdiği gözlemlenmiştir. Kriz karşısındaki bu güçlü duruş, 2001 krizi sonrasında başarıyla gerçekleştirilen Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı’nın, sektöre has bazı yapısal özelliklerin ve TCMB’nin uyguladığı makroekonomik politikaların bir sonucu olarak görülebilir (Yüce, 2009: 32). Tablo 15’de Türkiye’de ki bankacılık sektörüne ait temel bilanço büyüklükleri verilmiştir. Tablo-15: Türkiye’de ki Bankacılık Sektörüne Ait Temel Bilanço Büyüklükleri (Milyar TL) Rezervler Menkul Kıymetler Krediler Diğer Aktifler Mevduat Kısa Vadeli Borçlar Bankalar Özkaynaklar Çeşitli Yükümlülükler 2008 94,7 164 367,4 76,4 454,6 133,9 92,7 86,4 57,6 2009 97,9 262,9 392,6 80,7 514,6 147,7 86,1 110,9 60,8 2010/03 89,2 268,9 416,8 85,7 534,3 145,5 91,7 116,8 63,8 2010/09 85,3 247,7 475,4 91,8 537,0 155,9 101,5 126,9 71,5 Kaynak: Erdem, vd., 2011: 15 Krizin ciddi anlamda etkisinin hissedilmeye başladığı 2007’nin son dönemlerinden itibaren bankaların özellikle sermaye yeterlilik oranı ve likidite göstergeleri düşüş gösterse de, 2010’un ilk çeyreğinden itibaren göstergeler tekrar pozitif yönlü hareketi işaret etmiştir. Nitekim, bankacılık sektörünün toplam aktif büyüklüğü 2010 101 Mart itibarıyla son bir yıllık dönemde %14,2’lik bir artışla 860,5 milyar TL’ye ulaşmıştır (Erdem, vd., 2011: 14). 2001 krizi sonrasında, Türkiye’de ki bankacılık sektörü ciddi bir yeniden yapılanma döneminden geçmiştir. Bu dönemde hayata geçirilen, kamu bankalarının yeniden yapılandırılması, düzenleyici ve denetleyici çerçevenin sağlamlaştırılması, sektörün sermaye tabanının güçlendirilmesi, problemli bankaların sistemden çeşitli yöntemlerle uzaklaştırılması gibi yapısal değişiklikler sektörü olası krizlere karşı bağışıklık kazanmış bir duruma getirmiştir. Yeniden yapılandırılmış Türkiye’de ki bankacılık sektörü’nün, krizi yaratan ve derinleştiren nitelikler açısından diğer ülkelerle karşılaştırıldığında şu temel farklılıklar ortaya çıkmaktadır (Yüce, 2009: 33): Türkiye’de geleneksel bankacılık alanında hala yüksek potansiyel bulunması nedeniyle bankalar ağırlıklı olarak kurumsal ve perakende bankacılık alanına odaklanmış ve krizin tetiğini çeken eşik altı konut kredilerinden ve sofistike türev enstrümanlarından kaynaklanan riskler ortaya çıkmamıştır. Diğer gelişmekte olan ülkelerdeki kadar olmamakla beraber Türkiye’de kredi hacmi büyümesi de son yıllarda yüksek derecede gerçekleşmemiştir. Birçok gelişmekte olan ülkedeki döviz cinsinden borçlanma, önemli boyutta kur riski yaratmışken Türkiye’de döviz cinsinden borçlanma sınırlı düzeyde tutulmuştur. Yüksek sermaye yeterlilik oranları Türk Bankalarının bilançolarını risklere karşı korumuştur. Sektör BDDK tarafından benzerlerine kıyasla çok daha etkin bir düzenleme ve denetim faaliyeti altında hayatını sürdürmüştür. 3.6.2. 2008 Küresel Finans Krizinin Reel Ekonomi Üzerine Etkileri Türkiye ekonomisi son on yıl içersinde 1999, 2000 ve 2001 olmak üzere üç önemli kriz geçirmiş, 2008 yılı ekonomik krizinden de etkilenmiştir. Bu krizlerin üç tanesinde ekonomiyi normalleştirmek için IMF ile stand-by anlaşmaları çerçevesinde 102 istikrar programları uygulanmıştır. Fakat uygulanan istikrar programları başarılı olamamıştır. Bunun en önemli nedeni istikrar programlarının kalıcı ve bir bütün olarak uygulanmaması ve programların kalıcı ve bir bütün olarak uygulanmaması ve programların gerekli kredibiliteyi yaratmamasıdır (Eğilmez ve Kumcu, 2011: 89). Krizin reel ekonomi üzerindeki etkilerini anlayabilmek için büyüme, enflasyon, kamu maliyesi ve istihdam gibi makro ekonomik göstergelerin incelenmesi gerekir (Aras, 2010: 5). Reel sektörde bir yandan kredi koşullarında meydana gelen bozulmalar, diğer yandan küresel talepteki daralmalar üretimin arz yönünü olumsuz etkileyerek işsizlik oranlarında artışa neden olmuştur. Reel sektör olumsuz etkilendikçe ödenmeyen kredi miktarındaki artışlar finansal piyasalarda tekrar bir olumsuz etki yaratmıştır. Finansal ve reel sektör arasında daralan döngü devam ettikçe krizin boyutları artacaktır (Apak ve Aytaç, 2009: 235). Küreselleşen ve finansal piyasaların yanı sıra reel piyasaları da etkisi altına alan kriz, tüm dünya ile ticari ve finansal bağları bulunan Türkiye’yi de makro ekonomik açıdan olumsuz yönde etkilemiştir. Ancak Türkiye’nin Küresel Kriz sürecinde pozisyonu, önceden edindiği tecrübeler nedeniyle biraz farklı olmuştur. Mali sektörde baş gösteren krizin etkileri, ülkemizin 1994 ve 2001 kriz tecrübeleri sonucunda sadece reel sektörle sınırlı kalmıştır (Soylu, 2009: 262). Krizin reel sektörle sınırlı kalmasında özellikle 2001 yılı krizi sonrası “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında, başta mali sektörün yeniden yapılandırılması, devlette şeffaflığın artırılması, kamu finansmanının güçlendirilmesi, ekonomide rekabet ve etkinliğin artırılması olmak üzere genelde ekonominin yeniden yapılanması ve istikrarını kalıcı kılma amacıyla yapılan reformlar ve uygulamaya konulan düzenlemelerin büyük etkisi olmuştur (Ersoy, 2008: 319; Gökçen, 2001: 9-10). Türkiye’de türev ürünlerin fazla olmaması, bankacılık sektöründe düzenlemelerin yapılmış olması ve mevduat bankalarının kontrolü küresel krizin etkisini azaltmıştır (Apak, 2009: 27). Küresel Krizin finans sektörü ve bankacılık kaynaklı olmasına rağmen Türkiye’de bankalar kriz döneminde kar açıklamışlardır. Finans sektörü küresel krizden fazla etkilenmese de kriz reel sektörü fazlasıyla etkilemiştir. Küresel kredi musluklarının kısılması, kredi maliyetlerinin artışı, yurtdışı pazarların daralması gibi daha birçok nedenden ötürü 103 reel sektör büyük kayıplar yaşamıştır. Bu kayıp ülkemizde makroekonomik göstergelere de yansımıştır (Ertuğrul, vd. 2010: 62). Kriz dönemi makroekonomik göstergeler Tablo-16’de gösterilmiştir. Dönem Reel GSYH Büyüme Oranı (%) Kapasite Kullanım Oranı (%) Sanayi Üretim Endeksi İmalat Sanayi Üretici Endeksi Reel Kesim Güven Endeksi Tüketici Güven Endeksi İşsizlik Oranı (%) İhracat(Milyon $) İthalat (Milyon $) Enf. Oranı (%) Tablo-16: Kriz Döneminde Makroekonomik Göstergeler 2008-1 -6,2 80,3 115,1 113,9 104,6 87,2 11,5 35183 -47320 2,8 2008-2 3,2 82,1 121,7 121,7 100,7 75,5 9,5 37671 -54418 3,7 2008-3 11,0 78,7 115,5 112,4 92,0 79,2 10,3 38990 -55171 0,8 2008-4 -13,5 71,4 104,8 102,9 58,7 71,0 12,6 38956 -36912 3,3 2009-1 -13,7 64,1 89,8 85,9 63,3 73,4 15,8 26130 -27396 0,4 2009-2 11,3 70,0 102,9 101,0 93,8 83,1 13,8 25293 -32102 1,1 2009-3 16,8 70,7 106,2 102,2 98,8 81,9 13,2 27220 -36645 0,5 2009-4 -5,5 70,7 114,4 112,8 92,5 79,2 13,2 31017 -38411 3,6 Kaynak: Ertuğrul, vd. 2010: 63 3.6.2.1. Büyümeye Etkisi Türkiye’de finans sektörünün göreli sağlam yapısına rağmen, ihracatın ağırlıklı olarak dış konjonktüre hassas ürünlerden oluşması, üretimin küresel kredi koşullarına duyarlı yapısı ve kriz dönemine yüksek kapasite düzeyiyle girilmiş olması dolayısıyla GSYH keskin bir daralma eğilim göstermiştir. 2009 yılının ikinci çeyreğinde alınan mali tedbirlerin olumlu etkisine rağmen, 2009 yılında GSYH %4,7 oranında küçülmüştür. Türkiye ekonomisi 2008 üçüncü çeyrek sonrası dört çeyrek boyunca devam eden küçülme döneminden, 2009 dördüncü çeyrek itibariyle çıkmış ve sonrasında güçlü ve kalıcı bir toparlanma süreci yakalamıştır (Aras, 2010: 6). 104 Grafik-1: GSYH Büyüme Oranı (%) Kaynak: www.tuik.gov.tr. 25.03.2014 Türkiye 2002-2007 döneminde ortalama olarak reel tabanda yaklaşık %7 oranında büyümüştür. Bu büyümeyi de 2009’un ilk dokuz ayı itibariyle 27 çeyrek kesintisiz olarak sürdürmüştür. Böylece Türkiye en yüksek ve kesintisiz büyüme performansını yakalamış, dışa açıklık oranının yüksek olmasına rağmen, büyümenin oynaklığı da bu dönemde mukayeseli olarak geçmiş dönemlerden daha düşük kalmıştır. Ancak 2008 ve özellikle kriz yılı olan 2009, bu verilerin olumsuz yönde değişmesine neden olmuştur. 2008’in son çeyreğinde başlayan daralma süreci, dört çeyrek sonra, 2009’un son çeyreğinden itibaren yerini yeniden güçlü bir büyümeye bırakmıştır (www.musiad.org.tr 29.03.2014). 2009’un birinci çeyreğinde dibe vuran iktisadi faaliyetlerdeki yavaşlama, GSYH’nın %15’lere vara oranda daralmasına neden olmuş ve bu haliyle Türkiye, krize en sert giren ülkelerden olmuştur. Ancak ikinci çeyrek itibariyle, önce daralma hızı yarı yarıya yavaşlamış, son çeyrekte ise %6 oranında bir büyüme kaydedilerek hızlı bir çıkış sürecine girilmiştir. 2009’un son çeyreğinden itibaren toparlanmaya başlayan ekonomi, 2010’unun birinci çeyreğinde %11,8, ikinci çeyreğinde de %10,2 gibi bir büyüme başarısı göstererek yılın ilk yarısını çift haneli bir büyüme ile kapatmıştır. Yılın üçüncü çeyreğinde ise çok canlı iç talebe rağmen, dış talepte büyü- 105 meyi olumsuz etkileyen yapısal ve dönemsel konjonktüre bağlı gelişmeler nedeniyle büyüme ivme kaybederek gerilemesine rağmen 2010’da GSYH %9,2 oranında gerçekleşmiştir (www.musiad.org.tr. 29.03.2014). 3.6.2.2. Enflasyona Etkisi Türkiye’de 2000’li yılların başında uygulamaya konulan, ancak 2001 krizi ile başarısız olan enflasyonla mücadele programı, belli başlı bileşenlerinde yapılan değişiklikler ve yeni bir siyasi-toplumsal destekle 2002 sonrasında da aralıksız devam etmiştir. Beraberinde birçok makro ekonomik göstergenin de düzelmesine katkıda bulunacağı beklentisiyle, enflasyonla mücadele Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın da bir numaralı kıstası yani “çıpası” olarak belirlenmiştir (www.musiad.org.tr 05.04.2014). Grafik-2: Enflasyon Oranı (%) Kaynak: www.tuik.gov.tr. 25.03.2014 1995-2011 yılları arasında ortalama %70’i aşan kronik enflasyon 2002’den itibaren istikrarlı bir düşüşe geçmiştir. 2005’e kadar hızla gerileyen sürekli olarak belirlenen hedeflerin altında gerçekleşen TÜFE, 2005’de ilk defa %8 bandının altında gerçekleşmiştir. 2006-2008 arasında, TÜFE yeniden yükselme eğilimine girmiş ve hedeflerin üzerinde kalmıştır. Talep ve maliyet şoklarına dayalı enflasyondaki bu 106 bozulma, sadece Türkiye’yi değil, bütün dünyayı 2008 krizine doğru sürükleyen başlıca etkenlerden olmuştur. Bütün bulara rağmen, 2006-2008 arasında, Türkiye, enflasyonun yükselmesini en başarılı şekilde idare eden ülkelerden biri olmuştur. 2008 krizinin dolaylı bir sonucu olarak, %6,5 düzeyine gerileyerek yeniden hedef patikaya dönen enflasyon bu olumlu eğilimini 2010 yılında da sürdürmüş ve %6,4 düzeyine gerileyerek hedefin altında kalmıştır. 2001 krizi sonrasında %70’ler bandından gerilemeye başlayan ve uygulanan ekonomi programının başlıca başarı kıstası olarak ilan edilen TÜFE enflasyonu, 2001-2011 yılları arasında yaklaşık 18 kat düşürülmüştür. Kaydedilen bu gelişme sayesinde, Türkiye’de TÜFE enflasyonu, sadece son yılların en düşük seviyesine gerilemekle kalmamış, aynı zamanda son yıllarda ilk defa, gelişmekte olan ülkelerin ortalama TÜFE enflasyonun da anlamlı bir şekilde altında gerçekleşmiştir (www.musiad.org.tr 05.04.2014). 3.6.2.3. Kamu Maliyesine Etkisi 2008 küresel krizi sonrası küresel çapta iktisadi faaliyetlerin keskin bir şekilde daralması sonucu kamu gelirleri keskin bir düşüş yaşamış, küresel durgunlukla mücadele etmek için büyük ölçekte mali canlandırma paketleri devreye sokulmuştur. Özellikle gelişmiş ülkelerde daha önce benzeri görülmemiş düzeylere ulaşan söz konusu bu müdahaleler sonucu, ekonomik faaliyetler istikrar kazanmış ve iktisadi canlanma hafif de olsa başlamıştır. Ancak bu ülkelerde bütçe ve borç göstergeleri ciddi tahribata uğramıştır. Gelişmekte olan ekonomilerde ise, daha küçük boyutta kamu müdahalelerine başvurulması ve halihazırda bu ülkelerin, kriz öncesi bütçe ve borç göstergelerinin nispeten iyi bir görünüme sahip olması, bu ülkelerdeki bozulmanın görece daha sınırlı kalmasını sağlamıştır. Benzeri şekilde, kriz nedeniyle Türkiye ekonomisinde mali canlandırma paketleri devreye sokulmuş ve 2009’da merkezi yönetim bütçe açığının milli gelire oranı %5,5 düzeyine çıkmıştır. 2010 yılında ise, gerek iktisadi faaliyetteki beklenenden daha erken ve güçlü toparlanma sonucu artan vergi gelirleri, gerekse de faiz giderlerindeki düşüşler kamu mali dengelerinin olumlu bir seyir izlemesine neden olmuştur. İktisadi faaliyetteki istikrarlı toparlanma ve yapılan vergi ayarlamaları sonucu vergi gelirlerinin hızlı ve keski bir şekilde artmasını sağlarken; harcamalar tarafında ise, özellikle faiz dışı harcamaların kontrol altına 107 alınması ve iç borçlanma giderlerindeki düşüşe paralel faiz giderlerindeki azalma, merkezi yönetim bütçesindeki olumlu seyre katkı yapmıştır (www.tusiad.org.tr. 02.04.2014) 3.6.2.4. İstihdam Durumu Küresel ekonomik kriz dünya üzerindeki hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerin emek piyasalarını etkilerken, Türkiye’nin emek piyasası üzerinde de etkiler ortaya çıkarmıştır. Dünya genelinde ekonomik faaliyetlerin daralması, talepteki düşüş Türkiye’nin de üretim yapısını etkilemiştir. Bu ekonomik daralmaya bağlı olarak bazı kuruluşlar işçi çıkarma yoluna gitmişlerdir (Altuntepe, 2009: 142). Türkiye de 2008 küresel krizinden olumsuz yönde etkilenmiş ve işsizlik oranları rekor seviyelere yükselmiştir. Türkiye daha önce yaşadığı krizlerden sonra bankacılık sisteminde aldığı önlemler ve ipotekli konut kredilerine yönelik derinleşmiş bir piyasanın olmaması, küresel krizin etkileri daha çok reel sektörde özellikle ihracat temelli sanayilerde olmuştur (Öksüzler ve Teyyare, 2010: 147). Grafik-3: İşsizlik Oranları (%) Kaynak: www.tuik.gov.tr 26.03.2014 2002-2010 döneminde ekonomide birikimli olarak yaklaşık %55 oranında büyüme kaydedildiği bir ortamda, istihdam artmış, işsizlik ise gerileme sürecine girmiş- 108 tir. İstihdamda kaydedilen dönemlik artışa rağmen, işsizlik ithalatına neden olan küresel yapılanma ve içerideki derin yapısal dönüşüm nedeniyle işsizlik 2001 sonrasında genel olarak yüksek düzeyde seyretmiştir. Bu eğilim, 2008 küresel krizi ile birlikte artmış, 2009’da ortalama olarak %14 bandına kadar tırmanan işsizlik, 2010 ve 2011’de gelen yüksek büyüme ve alınan diğer istihdam dostu tedbirler sayesinde 2011 yılı itibariyle kriz öncesine dönme aşamasına gelmiştir. Karşılaştırmalı olarak bakıldığında geçmiş krizlere nazaran işsizlikteki en yüksek artış 2008 küresel krizinde kaydedilmiştir. İşsizlik kriz ortamında Mart 2009 itibariyle %16 düzeyini gördükten sonra yıl ortalaması olarak %14 civarında gerçekleşmiştir. 2011 Eylül dönemi itibariyle genel işsizlik oranı %8,8 oranına kadar gerileyerek 2002’den sonra en düşük seviyeyi görmüştür (www.musiad.org.tr. 03.04.2014). 3.6.2.5. Dış Ticarete Etkisi Küresel krizin 2008’in son çeyreği ile daha belirgin hissedilmesi, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de iç ve dış talebin önemli ölçüde azalmasına neden olmuştur. 2009’un ikinci yarısından sonra gerek küresel ekonomideki göstergelerin bir nebze olsa da düzenlenmesi, gerekse de Türkiye ekonomisinde toparlanmanın hız kazanması dış ticaret görünümünün seyrini etkilemiştir. Düzelen ekonomik görünüm ve iç talep yönlü büyümenin öne çıkması, 2009’un son çeyreğiyle hız kazanan dış ticaret açığının, 2010 Ocak-Kasım döneminde de sürmesine neden olmuştur. Bu dönemde özellikle küresel ekonomideki sorunların tam anlamıyla giderilememiş olması ve Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olan AB’nin borç krizi ile çalkalanması, ihracat rakamlarının ithalat rakamlarına oranla daha yavaş seyretmesine neden olmuştur (www.tusiad.org.tr 02.04.2014). 109 Grafik-4: İthalat ve İhracat (Milyon $) Kaynak: www.tuik.gov.tr. 28.03.2014 2008’de 107.272 milyon dolar olarak gerçekleşen ihracat 2009’da küresel krizin etkisiyle 102.143 milyon dolara gerilemiştir. Türkiye’nin en büyük dış ticaret pazarları olan ABD ve AB ülkelerinin küresel kriz nedeniyle ekonomik içerisinde olması ihracatın ciddi bir gerileme sürecine girmesine neden olmuştur. Dış talepteki düşüşler üretimin gerilemesine, üretimde kullanılan ara malların ithalatının azalmasına ve buna bağlı olarak da toplam ithalat da gerilemiştir. 2008’de 201.964 milyon dolar olarak gerçekleşen ithalat 2009’da önemli bir düşüşle 140.928 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. 110 Grafik-5: İhracatın İthalatı Karşılama Oranı (%) Kaynak: www.tuik.gov.tr. 28.03.2014 2008’in genelinde oluşan olumsuz kur şartlarına ve enerji fiyatlarındaki artışlara rağmen, ihracatın ithalatı karşılama oranı 2007’ye göre artarak %65,4 düzeyine çıkmıştır. 2009’da ise küresel krizin etkisiyle dış ticarette büyük bir daralma gerçekleşmiştir. 2009’da ihracatın ithalatı karşılama oranı %72,5 seviyesine yükselmiştir. Yıl içerisinde iç ve dış talepteki ayrışmanın belirginleşmesi, ihracatın ithalatı karşılama oranın düşürmüş, 2009’da %72,655 olan bu oran 2010’da %61,4’e gerilemiştir (www.musiad.org.tr 02.04.2014) 3.7. Veri Zarflama Analizi Veri Zarflama Analizi, ilk olarak Charnes, Cooper ve Rhodes (1978) tarafından ürettikleri mal veya hizmet açısından birbirlerine benzer ekonomik karar verme birimlerinin göreli etkinliklerinin ölçülmesi amacı ile geliştirilmiş olan parametresiz bir etkinlik yöntemidir (Coşkun ve Balatan, 2009: 28) Veri Zarflama Analizi ile ilgili ilk çalışma, 1978 yılında A. Charnes, W. Cooper ve E. Rhodes’in Journal Of Operation Research’de yayınlanan makalesidir. Bu çalışmada okul gruplarının performansları karşılaştırılmıştır. Bu çalışmanın ardından, hastanelerin etkinliğinin ölçülmesinde, bankacılık sektöründe, elektrik dağıtım ve 111 üretim alanında, gelişen ekonomilerde enerji sektörünün etkinliğini ölçmede, hizmet sektörünün verimlilik ölçümünde, imalat sanayi alanında, borsada işlem gören şirketlerde ilk 500’e giren şirketlerde verimlilik ölçümünde, sektörel bazda imalat sanayinde, üniversite ve fakültelerin performansında, özel ve kamu okullarının özkaynak etkinliğinde, belirsizlik ortamında maliyet etkinliğinin ölçülmesinde ve kredi riski ve şirket performansı etkinliğinde VZA yöntemi sıklıkla kullanılmıştır (Aktaran: Şahin, 2011: 157). Veri Zarflama Analizi (VZA), çok sayıda girdi ve çok sayıda çıktının sınır analizi olarak tanımlanabilen, göreli etkinlik incelemelerinde sıklıkla başvurulan popüler bir optimizasyon tekniğidir (Demir ve Astarcıoğlu, 2007: 277). Bu teknikte lineer programlama kullanılarak en iyi davranan gözlemlerden oluşan etkinlik sınırı tespit edilmekte ve tüm gözlemlerin sınıra uzaklığı (göreli etkinliği) ölçülmektedir (Ulucan, 2002: 186). VZA yöntemi, homojen oldukları varsayılan üretim birimlerini kendi aralarında karşılaştırmaktadır. En iyi gözlemi etkinli sınırı kabul ettikten sonra, diğer gözlemler bu etkin gözleme göre değerlendirilir. Dolayısıyla etkinlik sınırı, varsayılan bir durum değil; gerçekleşen bir gözlemdir. Etkinlik sınırı bu şekilde tespit edildiği için, bu yöntemde rastsal hata kullanılmaz (Seyrek ve Ata, 2010: 70). Veri Zarflama Analizi (VZA) yönteminde aynı piyasada faaliyet gösteren bir karar biriminin diğer karar birimine göre etkinliğinin ölçülmesi esastır. Bu çözümlemedeki kısıt bütün karar birimlerinin etkinlik sınırı üzerinde veya altında olmaları gerektiğidir. Dolayısıyla, etkin birimler 1 değerini alırken etkin olmayan birimlerin değeri 1’den küçük olmaktadır. 1 ile etkinlik değeri arasındaki fark, aynı miktar çıktının fark nispetinde daha az girdi ile elde edilebileceğini göstermektedir (Ulucan, 2000: 82). Bankacılıkta etkinlik ölçümünde girdi ve çıktıların nelerden oluşacağı konusunda literatürde henüz görüş birliğine varılamamıştır. Ancak Veri Zarflama Yönetiminin kullanıldığı çalışmalarda iki temel yaklaşımdan birinin benimsendiği görülmektedir. Söz konusu yaklaşımlar üretim yaklaşımı ve aracılık yaklaşımı olarak adlandırılmaktadır (Seyrek ve Ata, 2010: 70). 112 Üretim yaklaşımında, bankalar girdi olarak emek, nakdi ve ayni sermaye gibi kaynakları kullanarak, vadeli/vadesiz tasarruf mevduatı ve kullandırdıkları krediler gibi çıktıları üretmek konumundaki kuruluşlar olarak kabul edilmektedir. Aracılık yaklaşımında ise, bankalar topladıkları fonları, fonların kredi ve diğer varlıklara dönüştürülmesinde aracılık işlerini gerçekleştiren finansal kurumlar olarak tanımlanmaktadır. Girdi açısından bakıldığında, üretim yaklaşımında sadece işletme maliyetleri göz önünde bulundurulurken, aracılık yaklaşımında buna ek olarak faiz cinsinden maliyetler de yer almaktadır. Aracılık yaklaşımı tüm sisteme yönelik değerlendirmelerde ya da sistemler arası karşılaştırmalarda daha yaygın olarak kullanılırken, üretim yaklaşımı genelde şube etkinliğini değerlendirmede ve şubeler arası karşılaştırmada kullanılmaktadır (Seyrek ve Ata, 2010: 71). Bu yöntemin sahip olduğu en önemli özellik; her karar alma birimindeki etkinsizlik miktarını ve kaynaklarını tanımlayabilmesidir. Bu özelliği ile yöntem, etkin olmayan birimlerde ne kadarlık bir girdi azaltma ve/veya çıktı miktarını artırmak gerektiğine ilişkin olarak yöneticilere yol gösterebilir. Yöntemin getirdiği en önemli yenilik, birçok girdinin kullanılarak birçok çıktının elde edildiği ortamlarda, parametrik yöntemlerde olduğu gibi önceden belirlenmiş herhangi bir analitik üretim fonksiyonu varlığının öngörülmesine gereksinim duymadan ölçüm yapılabilmesidir. Ayrıca girdi ve çıktılar, ölçüm birimlerinden bağımsızdırlar. Bu nedenle işletmenin değişik boyutlarının aynı zamanda ölçülebilmesi imkanı vardır (Karsak ve İşcan, 2000: 2-3). Veri Zarflama Analizini benzer amaçlı diğer yöntemlerden ayıran temel özellik, çok sayıda girdi ve çıktının olduğu durumlarda değerlendirme yapılabilmesini sağlamasıdır. Analiz sonucunda, her karar noktasının etkinlik değeri, etkin olmayan karar noktalarının hangi girdi/çıktı oranlarında etkinliklerinin nasıl arttırılabileceğine dair iyileştirme değerleri ve referans olarak kullanılabilecek karar noktalarına ilişkin bilgiler elde edilir (Yıldırım ve Gülcemal, 2010: 476). Veri Zarflama Analizi uygulamasının temel amaçları şu şekilde sıralanabilir (Coşkun ve Balatan, 2009: 29): Karşılaştırılan birimlerin her biri için girdi-çıktı boyutlarından herhangi birinde göreli etkinsizliğin kaynaklarının ve miktarlarının belirlenmesi, 113 Etkinliğe göre birimlerin sınıflandırılması, Karşılaştırılan birimlerin yöntemlerinin değerlendirilmesi, Birimlerin kontrolleri dışındaki program ve politikaların verimliliklerini değerlendirmek ve program etkinsizliği ile yönetsel etkinsizliği ayırt etmek, Değerlendirme altındaki birimler için kaynakların yeniden atanması amacıyla niceliksel bir temel oluşturulması. Bu yeniden atama politikalarının genel amacı, sınırlı kaynakların istenilen çıktıları üretmekte daha etkin kullanılabilecek birimler arasında değiştirmektir. Birimler arasındaki karşılaştırma ile doğrudan doğruya ilişkili olmayan amaçlar için etkin birimlerin ya da etkin girdi-çıktı ilişkilerinin belirlenmesi, Spesifik girdi-çıktı ilişkileri için yürürlükteki standartların gerçekleşen performansa göre incelenmesi ve gözden geçirilmesi, Önceki çalışmalardaki sonuçların karşılaştırılması. 3.8. Veri Zarflama Analizi Modelleri Veri Zarflama Analizi modelleri ile aynı girdi ve çıktıya sahip karar birimlerinin karşılaştırmalı ölçümü yapılır. Her karar birimi için model çözülür. Sonuçta amaç fonksiyonu 1’e eşit ise, o karar birimi etkin olarak kabul edilir. Amaç fonksiyonu 1’e eşit olmayan karar birimleri etkin olan karar birimlerini hedef alarak onlara benzetilmeye çalışılır. Bu şekilde etkin olmayan birimler etkin hale getirilmeye çalışılır. Veri Zarflama Analizi başlığı altında farklı yöntem ve modeller geliştirilmiş olmakla beraber temel olarak üç modeli bulunmaktadır. Bu modeller şunlardır (Dinçer: 2008: 832): Charnes, Cooper, Rhodes (CCR) Modeli Banker, Charnes, Cooper (BCC) Modeli Toplamsal Model 114 3.8.1. Charnes, Cooper, Rhodes (CCR) Modeli Charnes, Cooper ve Rhodes tarafından 1978 yılında geliştirilen ilk ve temel VZA modelidir. Bu model, ölçeğe göre sabit getiri varsayımı altında karar birimlerinin toplam etkinlik skorlarını hesaplamaktadır. Toplam etkinlik skoru, teknik etkinlik ve ölçek etkinliği değerlerinin çarpımıdır ve kaynakları belirleyerek, yetersiz olanları tahmin etmektedir. Girdiye yönelik CCR modeli ile çıktıya yönelik CCR modelinde sağlanan zarflama yüzeyi aynıdır. Fakat etkin olmayan karar birimlerinin her iki yöntemde de sınır üzerinde farklı izdüşümleri alınmaktadır. Girdiye yönelik CCR modelinde etkin olan bir karar birimi çıktıya yönelik karar biriminde de mutlaka etkindir. Girdiye yönelik CCR modelinin matematiksel ifadesi aşağıdaki şekilde gösterilmektedir (Behdioğlu ve Özcan, 2009: 305). Aşağıdaki kısıtlar altında: i=1,……..,m =0 r=1,……….,p =0 ≥0 j=1,……,n; Burada 0 i=1,….,m; Karar biriminin etkinliği, lanılan i’nci girdi, ≥0 r=1,…,p J’inci karar birimi tarafından kul- k karar birimi tarafından kullanılan i’inci girdi, birimi tarafından üretilen i’inci çıktı, J karar k karar birimi tarafından üretilen r’inci çıktı, £: Yeterince küçük bir pozitif sayı, n: Karar birim sayısı, p: Çıktı sayısı, m: Girdi sayısı, α: Göreli etkinliği ölçülen k karar biriminin girdilerinin ne kadar azaltabileceğini belirleyen büzülme katsayısı, değer, k karar biriminin i’nci girdisine ait atıl k karar biriminin i’inci çıktısına ait atıl değer, j’inci karar biriminin aldığı yoğunluk değeri olarak tanımlanmaktadır. Bu modelin amaç fonksiyonunda belirli bir çıktı düzeyi için etkinliği ölçülen k karar birimine ait girdilerin ne kadar azaltılabileceği belirlenir. Eğer söz konusu karar birimleri etkin ise, α=1, , ve , olacaktır. Eğer ölçülen karar birimi etkin değilse etkin- 115 lik ölçüsünü belirleyen α büzülme katsayısı 1’den küçük ve kuramsal karar birimlerin ’ları sıfırdan büyük olacaktır. 3.8.2. Banker, Charnes, Cooper (BCC) Modeli Banker, Charnes ve Cooper tarafından 1984 yılında geliştirilen BCC modeli, verilen bir ölçekte teknik etkinliği verir ve ölçeğe göre artan, azalan veya sabit getiri altında, teknik ve ölçek etkinliğinin ayrımını yapmaktadır. CCR modeli ölçeğe göre sabit getiri altında toplam etkinliği ölçerken, BCC modeli ölçeğe göre değişken getiri altında teknik etkinliği ölçmektedir. Ölçeğe göre sabit getiri durumunda etkinliğin karşılaştırılmasında, performansın daha düşük olduğu bir durum meydana gelmektedir. Çünkü karar biriminin etkinlik değerinin 1 olması için hem teknik etkinliğe hem de ölçek etkinliğine sahip olması gerekmektedir. Ölçeğe göre değişken getiri durumunda ise, ölçek etkinliği olmayan bir karar birimi eğer teknik etkinliğe sahipse en iyi gözlem olarak etkin sınır üzerinde bulunabilir. Girdiye yönelik BCC modeli, girdilerin oransal azalması boyunca, sınır doğrultusunda maksimum hareketi, çıktıya yönelik BCC modeli ise çıktıların oransal artırımı ile sınır doğrultusunda maksimum hareketi amaçlamaktadır. Girdiye yönelik BCC modelinin matematiksel ifadesi aşağıda şekilde ifade edilmektedir (Ulucan, 2006: 15). Aşağıdaki kısıtlar altında: i=1,……..,m =0 r=1,……….,p =0 ≥0 j=1,……,n; Burada lanılan i’nci girdi, 0 i=1,….,m; Karar biriminin etkinliği, ≥0 r=1,…,p J’inci karar birimi tarafından kul- k karar birimi tarafından kullanılan i’inci girdi, birimi tarafından üretilen i’inci çıktı, J karar k karar birimi tarafından üretilen r’inci çıktı, £: Yeterince küçük bir pozitif sayı, n: Karar birim sayısı, p: Çıktı sayısı, m: Girdi sayısı, α: Göreli etkinliği ölçülen k karar biriminin girdilerinin ne kadar azalta- 116 bileceğini belirleyen büzülme katsayısı, değer, k karar biriminin i’nci girdisine ait atıl k karar biriminin i’inci çıktısına ait atıl değer, j’inci karar biriminin aldığı yoğunluk değeri olarak tanımlanmaktadır. Bu modelin amaç fonksiyonunda belirli bir çıktı düzeyi için etkinliği ölçülen k karar birimine ait girdilerin ne kadar azaltılabileceği belirlenir. Eğer söz konusu karar birimleri etkin ise, α=1, , ve , olacaktır. Eğer ölçülen karar birimi etkin değilse etkin- lik ölçüsünü belirleyen α büzülme katsayısı 1’den küçük ve kuramsal karar birimlerin ’ları sıfırdan büyük olacaktır. 3.8.3. Toplamsal Yöntem CCR ve BCC modelleri girdiye ve çıktıya odaklı olarak değerlendirmektedir. Eğer bir model, bu iki çeşit odaklanmayı da beraber değerlendiriyorsa toplamsal modeldir. Burada asıl amaç, girdi fazlası ( s ) ve çıktı eksikliğini ( s ) eş zamanlı olarak ele alıp etkinlik sınırı üzerinde etkinsiz karar birimine en uzaktaki noktaya ulaşmaya çalışmaktır. Etkinsizlik ise (1-Etkinlik) ile bulunur. Bu model sonucunda bir etkinlik skoru değeri elde edilmez. Karar birimlerinin etkin olup olmadıkları aylak değişken değerlerine bakılarak belirlenir. Eğer her iki aylak değişkenin değeri de sıfır ise o karar birimi bu modele göre etkin olacaktır (Dinçer, 2008: 85). Teknik Etkinlik: üretim girdilerinin çıktılara dönüştürülme sürecidir. Bu sürecin etkin olabilmesi, zaman boyutu dikkate alınmadığında mevcut teknoloji çerçevesinde, belirli girdi bileşiminin kullanılarak maksimum çıktının elde edilmesine veya belirli bir çıktı bileşiminin en az girdi kullanılarak üretilmesine bağlıdır (Behdioğlu ve Özcan, 2009: 307). Ölçek Etkinliği: Teknik etkinliğin yanında bir başka performans göstergesi olarak en verimli ölçek büyüklüğüne olan yakınlık ele alınmalıdır. Bu kavram ölçek etkinliği olarak ifade edilmektedir. CCR modelinden elde edilen toplam etkinlik değerinin BCC modelinden elde edilen teknik etkinlik değerine oranlanmasıyla ölçek etkinliği elde edilmektedir (Behdioğlu ve Özcan, 2009: 307). Ölçek Etkinliği = Toplam EtkinlikCCR Toplam EtkinlikBCC 117 Bir karar biriminin teknik etkinliği korunmak şartıyla, ölçeği büyütüldüğü zaman verimliliğinin artacağı yorumu yapılabilir. Bu durum ölçeğe göre artan getiri (Increasing Return To Scale-IRS) olarak ifade edilir. Bir karar biriminin teknik etkinliği korunarak ölçeği küçültüldüğü zaman verimliliğinde artış gözlenecektir ve bu durum ölçeğe göre azalan getiri (Decreasing Return To Scale-DRS) olarak ifade edilmektedir. Üretim sınırında, ölçeğe göre artan, azalan ve sabit getiri aralıklarının birlikte bulunabileceğinin kabulü, ölçeğe göre değişken getiri (Varable Retun To Scale-VRS) kavramıyla ifade edilmektedir (Ulucan, 2006: 16). 3.9. Veri Zarflama Analizinin Avantajları, Dezavantajları VZA’nın Avantajları şu şekilde sıralanabilir (Küçükaksoy ve Önal, 2013: 6061) VZA’nın temel gücü objektif olmasıdır. Çünkü VZA bazı notasyonların çözümüne dayalı etkinlik skorlarını sayısal verileri kullanarak karar verme birimleri (KVB) için optimum girdi çıktı ağırlıklarını verir. Böylece, etkinlik skorları analizi yapanın öznel davranışından bağımsız değerler elde edilir. VZA her biri çok girdili ve çok çıktılı olan KVB’lerinin etkinlik oranını ölçebilir. VZA verimli olmayan KVB’leri tespit ederek verimli olabilmeleri için girdi çıktı hedefleri belirler. VZA’da istatistiksel analiz yöntemlerinden farklı olarak parametrik olmadığı için girdi çıktı değişkenlerine ilişkin açık bir fonksiyonel form gereksizdir. VZA ile farklı ölçekli KVB’lerin analizleri kolayca yapılabilir. VZA sürecinde kişiler tarafından kontrol edilemeyen faktörler vardır. Bu faktörler analizin göreceli performansının ölçümünün adil bir şekilde yapılmasını sağlar. VZA bilgisayarda en iyi etkinlik sınırını bulmaya en uygun modeldir. 118 VZA özellikle karar vericilerin üretim sürecini, ilgili tüm girdi ve çıktı kümesini tanımlamak şartıyla daha iyi tanımlamalarına imkan verir. VZA, girdi ve çıktı kümeleri verilerinin rassal bir mekanizma ile üretilmediğini, yani deterministik olduğu varsayılmaktadır. Bu nedenden dolayı parametrik olmayan ve verilerin belirli bir fonksiyonel dağılım kuralına uyması gibi varsayımı olmayan bir yöntem olarak deterministik durumlar için daha avantajlı bir verimlilik analizi yöntemidir. Verimlilik analizi, istatistiksel sınır tahminleme yöntemlerinin ortaya çıkardığı ortalama fonksiyonun yerine, en iyi gözlemlerce oluşturulan sınır fonksiyonuna göre yapıldığı için, belirlenen hedefler, en iyi performans göstermiş birimler baz alınmaktadır. Bu da VZA ile yapılan verimlilik analizlerinin anlamlı ve geçerli bir yöntem olduğunu göstermektedir. VZA’nın dezavantajları ise şu şekilde sıralanabilir (Yaşa, 2008: 47). VZA uygulamasında her girdi çıktı değişkeni için ayrı bir doğrusal programlama olması gerekir ve bu da her KVB için ayrı ayrı yapılmalıdır. Çok fazla değişken olması VZA’yı yavaşlatabilmektedir. Ancak bu zayıf yönü bilgisayar yazılımının geliştirilmesiyle minimize edilmektedir. VZA, parametrik olmayan bir yöntem olduğunda, istatistiksel hipotez tezlerini uygulamak ve VZA üzerinden değerlendirmek oldukça güçtür. VZA girdi çıktı değişkenlerine bağlı bir teknik olduğu için, girdi çıktı hataları ölçüm hatalarına yol açabilir. Bunun içindir ki VZA’nın girdi çıktı değişkenlerinin güvenilir ve doğru olması son derece önem arz etmektedir. VZA genel olarak fiziksel girdi-çıktı ölçüleri ile test edildiği için teknik girdi çıktı verimliliği ile sınırlı kalmaktadır. Yöntemin yetenekleri çıktı ve girdi değişkenlere göreli fiyatlar ya da öncelikli ağırlıklar tanımlanarak güçlendirilmektedir. Kalitatif girdi ve çıktı ölçüleri sonuçların gücünü zayıflatmaktadır. 119 VZA’nde, incelenen performansın en iyi performanstan farkı, sadece verimsizliğe bağlanmakta ve ekstrem gözlem noktaları için ölçüm hataları görmezden gelinmektedir. Dışsallıkların göz ardı edilmesi de yanlış sonuçlar verir. VZA modelleri, statik ve tek zaman kesitinde değerlendirilen modellerdir. Gerçek hayatta ise KVB’nin bazı girdilerinin çıktılara dönüştürülmesi bir periyottan daha uzun bir zaman alabileceğinden, üretim süreci dinamik bir özellik göstermektedir. Bu nedenle farklı periyotlardaki veriler için uygun indirgeme oranlarının kullanılması gerekecektir. 3.10. Türkiye’de ki Bankacılık Sisteminin Veri Zarflama Analizi ile İncelenmesi 3.10.1. Yöntem Bankacılık sektöründe etkinliğin ölçülmesine yönelik yapılacak çalışmalarda banka ürün ve girdilerinin ne olduğu konusunda üretim, aracılık ve karlılık olmak üzere üç temel yaklaşım bulunmaktadır. Üretim yaklaşımı bankaları, sermaye ve işgücü gibi üretim faktörlerini girdi olarak kullanarak, mevduat, kredi menkul değerler cüzdanı gibi bilanço kalemlerini üreten birimler olarak ele almaktadır. Aracılık yaklaşımı, bankaların mali piyasalardaki aracılık fonksiyonuna odaklanmakta ve bankaların, krediler, menkul kıymetler diğer aktiflere dönüştürmek üzere mevduat toplayarak kaynak sağlamakta oldukları varsayımına dayanmaktadır. Karlılık yaklaşımı ise, bankaları kar elde etme amacı güden firmalar olarak görmekte ve buna bağlı olarak bankaların karlılık durumlarını bankaların faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için en önemli unsurlardan birisi olarak kabul etmektedir (Şahin, 2011: 185). Bu çalışmada 2003-2012 yılları arasında kesintisiz faaliyette bulunan yerli ve yabancı 26 adet mevduat bankasına ait veriler kullanılmıştır. Çalışmada mevduat tutarlarının dikkate alınması nedeniyle sektörde faaliyette bulunan kalkınma ve yatırım bankaları analiz dışında bırakılmıştır. Bankaların performanslarında yaşanan değişimler ölçeğe göre sabit getiri varsayımı altında Veri Zarflama Analizi yöntemi kullanılarak analiz edilmiştir. Yöntemin kullanılmasında DEAP 2.1. programı uygulan- 120 mıştır. Bunun yanında yıllık bazda teknolojik değişimin etkisinin görülebilmesi için Malmquist üretim endekslerinden yararlanılmıştır. Bankalara ilişkin veriler Türkiye Bankalar Birliği’nin resmi sayfasında temin edilmiştir. Çalışmada; Türkiye’de ki bankacılık sisteminde yer alan 26 adet mevduat bankasının, veri zarflama analizi ile 2003-2012 yılları arasında etkinlik değerleri ölçülerek etkin olan ve etkin olmayan bankalar belirlenecektir. Etkin olmayan bankaların referans kümeleri oluşturulup Malmquist endekslerine yer verilerek bankaların gelişim gösterip göstermedikleri incelenecektir. 3.10.2. Uygulamada Kullanılın Karar Birimleri ve Değişkenler Çalışmamızda kullanılan 26 mevduat bankası Tablo 17’de gösterilmiştir. 121 Tablo-17: 2003-2012 Yılları VZA Karar Birimleri Kümesi Kodu 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 Bankalar Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş. Türkiye Halk Bankası A.Ş. Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Adabank A.Ş. Akbank A.Ş. Alternatif Bank A.Ş. Anadolubank A.Ş. Şekerbank T.A.Ş. Tekstil Bankası A.Ş. TurkishBank A.Ş. Türk Ekonomi Bankası A.Ş. Türkiye Garanti Bankası A.Ş. Türkiye İş Bankası A.Ş. Kodu 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 Bankalar Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. Arap Türk Bankası A.Ş. Citibank A.Ş. Denizbank A.Ş. Deutsche Bank A.Ş. Finansbank A.Ş. ING Bank A.Ş. HSBC Bank A.Ş. Türkland Bank A.Ş Bank Mellat Habib Bank Limited JPMorgan Chase Bank N.A. Société Générale (SA) Üretim yaklaşımında kullanılan girdi ve çıktılar Tablo-18’de gösterilmiştir. Tablo-18: Üretim Yaklaşımında Kullanılan Girdi ve Çıktılar GİRDİ 1 Ödenmiş Sermaye/Toplam Aktifler (%) 2 Personel Giderleri/Toplam Aktifler (%) 3 Şube Başına Personel ÇIKTI 1 Toplam Krediler ve Alacaklar/Toplam Aktifler (%) 2 Toplam Mevduat/Toplam Aktifler (%) Üretim yaklaşımı kapsamında çalışmada bankalarda “Ödenmiş Sermaye/Toplam Aktifler” 1 nolu, “Personel Giderleri/Toplam Aktifler” 2 nolu ve “Şube Başına Personel” 3 nolu girdiler olarak belirlenmiştir. Çıktı değişkenleri ise “Toplam Krediler ve Alacaklar/Toplam Aktifler” 1 nolu ve “Toplam Mevduat/Toplam Aktifler” 2 nolu çıktılar olarak baz alınmıştır. Tabloda gösterilen girdi ve çıktılar ile bankaların üretim yaklaşımına göre etkin çalışıp çalışmadıkları analiz edilecektir. 3.10.3. Bulgular ve Değerlendirmeler Üretim yaklaşımı için ilk olarak Charnes, Cooper, Rhodes (CCR) Modeli kullanılarak her yıl için toplam etkinlik değerleri hesaplanmıştır. Ardından Malmquist toplam faktör verimliliği analizi ile Malmquist endeksi, teknik etkinlik, teknolojideki değişme, saf teknik etkinlik ve ölçek etkinliği değerleri hesaplanmış ve yıllar itibariyle tablolaştırılmıştır. 122 Üretim yaklaşımına göre 2003-2007 yılları arasında gözlem kümesindeki mevduat bankalarının yıllar itibariyle toplam etkinlik değerleri Tablo-19’da, 2008-2012 yılları arası etkinlik değerleri ise Tablo-20’de verilmiştir. Tablo-19: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesi İçin Etkinlik Değerleri (2003-2007) Bankalar Kodu 2003 Yılı 2004 Yılı 2005 Yılı 2006 Yılı 2007 Yılı Teknik Teknik Teknik Teknik Teknik Etkin. Etkin. Etkin. Etkin. Etkin. 1 Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş. 85,90% 100% 100% 100% 100% 2 Türkiye Halk Bankası A.Ş. 93,40% 100% 96,70% 97,40% 100% 3 Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. 100% 100% 94,40% 100% 99,30% 4 Adabank A.Ş. 93,30% 61,70% 5,60% 4,90% 5,10% 5 Akbank T.A.Ş. 100% 100% 100% 100% 100% 6 Alternatifbank A.Ş. 76,70% 69,60% 81% 85,60% 96,60% 7 Anadolubank A.Ş. 93,70% 76,80% 81,50% 67,90% 70,60% 8 Şekerbank T.A.Ş. 100% 85,20% 100% 100% 100% 9 Tekstil Bankası A.Ş. 82,20% 68,20% 74,00% 72,60% 79,50% 10 Turkish Bank A.Ş. 100% 99,00% 77,30% 73,80% 82,70% 11 Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 100% 100% 100% 100% 83,40% 12 Türkiye Garanti Bankası A.Ş. 91,90% 83,10% 75,20% 100% 100% 13 Türkiye İş Bankası A.Ş. 74,90% 72,00% 80,40% 80,50% 77,20% 14 Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. 95,50% 75,60% 83,00% 77,20% 83,60% 15 Arap Türk Bankası A.Ş. 14,40% 11,30% 13,00% 16,70% 20,00% 16 Citibank A.Ş. 83,70% 98,20% 99,60% 100% 100% 17 Denizbank A.Ş. 83,90% 74,40% 75,40% 90,60% 100% 18 Deutsche Bank A.Ş. 30,30% 3,40% 24,70% 69,40% 11,90% 19 Finans Bank A.Ş. 89,30% 71,60% 69,10% 85,30% 91,00% 20 ING Bank A.Ş. 100% 100,00% 100% 100% 100% 21 HSBC Bank A.Ş. 70,60% 74,20% 73,70% 92,80% 82,70% 22 Turkland Bank A.Ş. 72,70% 51,50% 57,3% 64,30% 67,60% 23 Bank Mellat 82,20% 100% 100,00% 100% 94,70% 24 Habib Bank Limited 41,50% 38,30% 18% 8,50% 38,60% 25 JPMorgan Chase Bank N.A. 5,10% 93,40% 69,30% 23,90% 8,70% 26 Société Générale (SA) 31,70% 48,70% 33,30% 26,10% 12,20% Ortalama 76,60% 75,20% 72,40% 74,50% 73,30% 123 Tablo-20: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesi İçin Etkinlik Değerleri (2008-2012) Bankalar Kodu 2008 Yılı 2009 Yılı 2010 Yılı 2011 Yılı Teknik Teknik Teknik Teknik Etkin. Etkin. Etkin. Etkin. 2012 Yılı Teknik Etkin. 1 Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş. 100% 100% 100% 96,20% 100% 2 Türkiye Halk Bankası A.Ş. 100% 100% 100% 100% 100% 3 Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. 100% 99,60% 100% 99,00% 100% 4 Adabank A.Ş. 6,10% 5,90% 5,40% 6,20% 7,50% 5 Akbank T.A.Ş. 100% 90,70% 88,50% 94,50% 96,90% 6 Alternatifbank A.Ş. 83,40% 95,60% 91,70% 90,50% 78,70% 7 Anadolubank A.Ş. 70,00% 76,20% 72,40% 68,40% 63,10% 8 Şekerbank T.A.Ş. 100% 100% 100% 100% 100% 9 Tekstil Bankası A.Ş. 57,60% 84,40% 81,40% 87,10% 84,30% 10 Turkish Bank A.Ş. 97,20% 96,30% 92,30% 90,20% 80,10% 11 Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 80,90% 86,90% 86,40% 91,70% 89,10% 12 Türkiye Garanti Bankası A.Ş. 95,40% 89,00% 81,50% 90,90% 83,10% 13 Türkiye İş Bankası A.Ş. 90,40% 75,30% 73,00% 75,10% 84,20% 14 Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. 100% 100% 96,10% 100% 99,10% 15 Arap Türk Bankası A.Ş. 33,40% 28,80% 25,80% 36,60% 30,90% 16 Citibank A.Ş. 100% 100% 100% 100% 100% 17 Denizbank A.Ş. 100% 100% 100% 100% 100% 18 Deutsche Bank A.Ş. 16,30% 33,70% 78,70% 26,40% 19,70% 19 Finans Bank A.Ş. 88,80% 83,10% 74,80% 79,70% 81,80% 20 ING Bank A.Ş. 100% 100% 88,00% 100% 94,80% 21 HSBC Bank A.Ş. 92,30% 88,50% 74,50% 81,70% 86,40% 22 Turkland Bank A.Ş. 83,20% 86,00% 78,20% 85,20% 79,80% 23 Bank Mellat 100% 100% 100% 100% 75,40% 24 Habib Bank Limited 45,70% 29,40% 41,30% 55,20% 57,80% 25 JPMorgan Chase Bank N.A. 13,80% 1,70% 51,10% 29,50% 5,90% 26 Société Générale (SA) 75,00% 73,20% 68,60% 52,70% 70,00% Ortalama 78,10% 77,90% 78,80% 78,30% 75,70% 2003’de etkin olan banka sayısı 6’dır. Bu bankalar; Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Akbank T.A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Turkish Bank A.Ş., Türkiye Ekonomi Bankası A.Ş. ve ING Bank A.Ş.’dir. 124 2004’de etkin olan banka sayısı 7’dir. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Akbank T.A.Ş., Türkiye Ekonomi Bankası A.Ş., ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 2005’de etkin olan banka sayısı 6’dır. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Akbank T.A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Türk Ekonomi Bankası A.Ş, ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 2006’da etkin olan banka sayısı 9’dur. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Akbank T.A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Türk Ekonomi Bankası A.Ş., Türkiye Garanti Bankası A.Ş., Citibank A.Ş., ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 2007’de etkin olan bankaların sayısı 8’dir. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Akbank T.A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Türkiye Garanti Bankası A.Ş., Citibank A.Ş., Denizbank A.Ş. ve ING Bank A.Ş.’dir. 2008’de etkin olan bankaların sayısı 10’dur. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Akbank T.A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Yapı ve Kredi Bankası A.Ş., Citibank A.Ş., Denizbank A.Ş., ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 2009’da etkin olan bankaların sayısı 8’dir. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Yapı ve Kredi Bankası A.Ş., Citibank A.Ş., Denizbank A.Ş., ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 2010’da etkin olan bankaların sayısı 7’dir. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Şekerbank T.A.Ş., Citibank A.Ş., Denizbank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 2011’de etkin olan bankaların sayısı 7’dir. Bu bankalar; Türkiye Halk Bankası A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Yapı ve Kredi Bankası A.Ş., Citibank A.Ş., Denizbank A.Ş. ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 125 2012’de etkin olan bankaların sayısı 6’dır. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Şekerbank T.A.Ş., Citibank A.Ş. ve Denizbank A.Ş.’dir. Yıllar bazında en düşük etkinliğe sahip olan bankalar; 2003’de JPMorgan Chase Bank N.A., 2004’de Deutsche Bank A.Ş., 2005, 2006, 2007 ve 2008’de Adabank A.Ş., 2009’da JPMorgan Chase Bank N.A., 2010 ve 2011’de Adabank A.Ş., ve 2012’de JPMorgan Chase Bank N.A.’dır. Üretim yaklaşımına göre yıllar itibariyle ortalama istatistikler Tablo-21’de verilmiştir. Tablo-21: Üretim Yaklaşımına Göre Yıllar İtibariyle Ortalama İstatistikler Ortalama Etkinlik Derecesi Gözlem Kümesinin Oluşturan Banka Sayısı Etkin Birim Sayısı Etkin Olmayanların Ortalaması En Düşük Etkinlik Derecesi 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 0,766 0,752 0,724 0,745 0,733 0,781 0,779 0,788 0,783 0,757 26 26 26 26 26 26 26 26 26 26 6 7 6 9 8 10 8 7 7 6 0,696 0,661 0,649 0,610 0,614 0,643 0,682 0,710 0703 0,684 0,051 0,034 0,056 0,049 0,051 0,061 0,017 0,054 0,062 0,059 Tablonun birinci satırında gözlem kümesi içerisinde yer alan bankaların ilgili yıllar için hesaplanan etkinlik derecelerinin ortalaması, ikinci satır yıllar itibariyle gözlem kümesini oluşturan bankaların sayısı, üçüncü satırda yıllat itibariyle etkin bankaların sayısı, dördüncü satırda gözlem kümesi içerisinde yer alan etkin olmayan bankaların etkinlik derecelerinin ortalaması, beşinci satırda ise yıllarda itibariyle en düşük etkinlik dereceleri verilmiştir. 2003-2012 yılları arası ortalama etkinlik derecesi sırasıyla; %76,6, %75,2, %72,4, %74,5, %73,3, %78,1, %77,9, %78,8, %78,3 ve %75,7 olarak gerçekleşmiştir. Tablodaki verilere göre 2010 etkinlik derecelerinin en yüksek olduğu yıl, etkinlik derecelerinin en düşük olduğu yıl ise 2008 küresel kriz 126 öncesi yani 2007’dir. 2003, 2005 ve 2012 etkin banka sayısının en az olduğu yıllardır. 2006 etkin olmayan bankaların ortalamasının %61 ile en düşük olduğu yıl, etkin olmayan bankalar arasında en düşük etkinlik derecesinin olduğu yıl ise 2008 küresel krizinin etkisinin hissedildiği 2009’dur. 2005 ve 2006 yıllarında gerçekleşen banka satın almalarının satın alınan bankaların etkinliklerini etkilediği görülmektedir. 2005 ve 2006 yılında gerçekleşen banka satın almaları aşağıda gösterilmiştir (Kılıç ve Akın, 2008: 244): 2005’de Türk Ekonomi Bankası’nın %50’si Fransa bankası BNB Paribas tarafından satın alınmıştır. 2005’de Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. İtalyan Unicredit’e satılmıştır. 2005’de Türkiye Garanti Bankası A.Ş. ‘nin %25,5’i ABD menşeli General Electric Grubu’na satılmıştır. 2006’da Şekerbank T.A.Ş. Kazakistan Bank Turan Alem’e satılmıştır. 2006’da Akbank T.A.Ş.’nin %20’si ABD menşeli Citigroup’a satılmıştır. 2006’da FinansBank A.Ş’nin %80,4’ü Yunanistan bankası National Bank Of Greece’e satılmıştır. 2006’da Denizbank A.Ş. Belçika menşeli Dexia tarafından satın alınmıştır. Bu bankalardan Türk Ekonomi Bankası A.Ş. satın almanın gerçekleştiği 2006’dan sonra hiçbir yıl etkinliğe ulaşamamıştır. Unicredit’e satılan Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. ise 2008, 2009 ve 2011 yıllarında etkinliğe ulaşabilmiştir. Türkiye Garanti Bankası A.Ş. sadece satın alma işleminin gerçekleştiği 2005 sonrası 2006 ve 2007 yıllarında etkin olduğu gözlemlenmiştir. Şekerbank T.A.Ş. 2004 hariç bütün yıllarda etkindir. Akbank T.A.Ş. 2009, 2010, 2011 ve 2012 yılları dışında sürekli etkin konumdadır. 2006’da National Bank Of Greece’e satılan Finansbank A.Ş. analiz dönemini kapsayan 2003-2012 yılları arasında etkinliğe ulaşamamıştır. 2007’de Dexia tarafından satın alınan Denizbank A.Ş. ise 2007 sonrası sürekli etkin olmuştur. Bu bağlamda 2005 ve 2006 yıllarında gerçekleşen satın almaların bu 7 bankanın etkinliğini olumsuz ya da olumlu olarak bir şekilde etkilediği söylenebilir. Özel sermayeli bankalardan biri olan Adabank A.Ş. 1984’de Uzan Grubu tarafından kurulmuş bir Türk bankasıdır. 2004’de TMSF tarafında n Adabank A.Ş.’ye el konulmuştur. Bu gelişme sonrası sonrası 2003’de %93,30 gibi bir etkinliğe sahip 127 olan banka el koymanın gerçekleştiği 2004 ve sonrası sürekli düşük etkinlik göstermiştir. Türkiye’de şube açan yabancı bankalardan olan Société Générale (SA)’nın 2008-2012 yılları arasında etkinliğinin artmasındaki temel faktör olarak şube sayısını 2008-2012 yılları arasında artırmaması, aynı ölçekte faaliyette bulunması ve bakir alanlarda kredi faaliyetinde bulunarak belli bir müşteri portföyü ile çalışması şeklinde değerlendirebilir (Akbalık ve Sırma, 2013: 12). Türkiye’de şube açan yabancı bankalardan JP Morgan Chase Bank N.A. 1984’de faaliyetine The Chase Manhattan Bank adıyla başlamış 2001’de gerçekleşen birleşme sonrası JP Morgan Chase Bank N.A. olarak faaliyette bulunmaktadır. JP Morgan Chase Bank N.A. bir Amerikan çokuluslu bankacılık ve finansal hizmetler holding şirketidir. JP Morgan Chase Bank N.A.’nın analizimizde en etkin olduğu yıl %93,40 ile 2004’dür. ABD merkezli bir banka olması sebebiyle 2008 küresel krizinin bankanın etkinliğini ciddi biçimde etkilediği görülmektedir. 2007 etkinliği %5,90, 2008 etkinliği %13,80 ve 2009 etkinliği %1,70 olarak gerçekleşmiştir. ABD’de krize karşı alınan önlemlerin 2010’da etkisini göstermesiyle JP Morgan Chase Bank N.A.’nın 2010’da etkinliği artış göstererek %51,10 olarak gerçekleşmiştir. Analiz döneminde etkinlik derecelerinin geliştirilip geliştirilmediği incelendiğinde, 10 banka 2003 etkinlik değerlerinin koruyamayarak 2012 itibariyle etkinlik değerlerini düşürmüşlerdir. Bu bankalar; Adabank A.Ş., Akbank A.Ş., Anadolubank A.Ş. Turkish Bank A.Ş., Türk Ekonomi Bankası A.Ş. Türkiye Garanti Bankası A.Ş., Deutsche Bank A.Ş., Finans Bank A.Ş., ING Bank A.Ş. ve Bank Mellat’dır. 14 banka ise aynı dönemde etkinlik değerlerinin artırmışlardır. Bu bankalar; Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası A.Ş., Türkiye Halk Bankası A.Ş., Alternatifbank A.Ş., Tekstil Bankası A.Ş., Türkiye İş Bankası A.Ş., Yapı ve Kredi Bankası A.Ş., Arap Türk Bankası A.Ş., Citibank A.Ş., Denizbank A.Ş., HSBC Bank A.Ş., Turkland Bank A.Ş., Habib Bank Limited, JPMorgan Chase Bank N.A. ve Société Générale (SA)’dır. 2 bankanın ise etkinlik değerleri 2003 ve 2012’de değişmeyerek sabit kalmıştır. Bu iki banka; Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. ve Şekerbank T.A.Ş.’dir. Bu iki banka aynı zamanda tam etkin olan yani 1,0 etkinlik değerine sahip olan bankalardır. 128 Tablo-21’deki verilere göre 2003’de 20, 2004’de 19, 2005’de 20, 2006’da 17, 2007’de 18, 2008’de 16, 2009’da 18, 2010’da 19, 2011’de 19 ve 2012’de 20 banka teknik etkinlik gösterememiştir. Bir başka deyişle, bu bankalar mevcut girdileriyle sektör içerisinde ölçeklerine göre ulaşabilecekleri çıktı düzeyinin altında kalmışlarıdır. Etkin olmayan bankaların etkin hale gelebilmeleri için referans almaları gereken etkin bankalar ve hangi oranda referans almaları gerektiği Tablo-22’de verilmiştir. 129 Tablo-22: Üretim Yaklaşımına Göre 2012 Yılı İçin Etkin Olmayan Bankaların Referans Kümeleri ve Yoğunluk Değerleri Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş. Türkiye Halk Bankası A.Ş. Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Akbank T.A.Ş. 0,814 Akbank T.A.Ş. 0,424 T. Vakıflar Bankası T.A.O. 1 Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi ING Bank A.Ş. 0,429 Akbank T.A.Ş. 1 Akbank T.A.Ş. 1,249 Akbank T.A.Ş. Anadolubank A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi 0,762 Şekerbank T.A.Ş. Şekerbank T.A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi 1 Akbank T.A.Ş. 1,156 Turkish Bank A.Ş. 1 Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 1 Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 0,207 Adabank A.Ş. Akbank T.A.Ş. Alternatifbank A.Ş. Tekstil Bankası A.Ş. Turkish Bank A.Ş. Türk Ekonomi Bankası A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Türkiye Garanti Bankası A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Türkiye İş Bankası A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Arap Türk Bankası A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Citibank A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Denizbank A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Deutsche Bank A.Ş. Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Yoğunluk Referans Kümesi Finans Bank A.Ş. ING Bank A.Ş. HSBC Bank A.Ş. Turkland Bank A.Ş. Bank Mellat Habib Bank Limited JPMorgan Chase Bank N.A. Yoğunluk Referans Kümesi Société Générale (SA) Yoğunluk Turkish Bank A.Ş. 0,398 Turkish Bank A.Ş. 0,614 ING Bank A.Ş. 0,144 Turkish Bank A.Ş. ING Bank A.Ş. 0,047 0,117 T. Vakıflar Bankası T.A.O. 0,219 ING Bank A.Ş. 0,393 Akbank T.A.Ş. 0,770 T. Vakıflar Bankası ING Bank A.Ş. T.A.O. 0,099 0,464 Akbank T.A.Ş. Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 0,513 0,640 Akbank T.A.Ş. Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 0,898 1,604 Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 1,358 Türk Ekonomi Akbank T.A.Ş. Bankası A.Ş. 0,152 0,747 Türk Ekonomi Bankası A.Ş. 0,741 ING BANK A.Ş. Akbank T.A.Ş. 1,404 0,150 ING BANK A.Ş. 1 Akbank T.A.Ş. ING Bank A.Ş. 0,141 1,411 ING Bank A.Ş. Akbank T.A.Ş. 1,380 0,566 ING Bank A.Ş. Akbank T.A.Ş. 0,611 0,230 ING Bank A.Ş. Akbank T.A.Ş. 0,437 0,493 ING Bank A.Ş. T. Vakıflar Bankası T.A.O. 0,077 Turkish Bank A.Ş. Akbank T.A.Ş. 0,210 0,367 ING Bank A.Ş. T. Vakıflar Bankası T.A.O. 0,094 0,146 2,500 Akbank T.A.Ş. ING Bank A.Ş. 2,399 0,758 130 Etkin bankalar tam etkinliğe ulaşmış bankalardır ve yoğunluk olarak 1,00 değerini almışlardır. 2012 için tespit edilen 6 etkin bankaya referans olarak yine kendileri gösterilmişlerdir. Bu bankalar; Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O., Akbank T.A.Ş., Şekerbank T.A.Ş., Turkish Bank A.Ş., Türk Ekonomi Bankası A.Ş.ve ING Bank A.Ş.’dir. Bu bankalar hedefe ulaşmışlardır ve başka bir bankayı referans almalarına gerek yoktur. Üretim yaklaşımına göre gözlem kümesini oluşturan bankaların Malmquist Endeksi sonuçları Tablo-23 ve Tablo-24’de verilmiştir. Tablo-23: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesini Oluşturan Bankaların Malmquist Endeksi Sonuçları (2004-2008) Bankalar Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş. Türkiye Halk Bankası A.Ş. Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Adabank A.Ş. Akbank T.A.Ş. Alternatifbank A.Ş. Anadolubank A.Ş. Şekerbank T.A.Ş. Tekstil Bankası A.Ş. Turkish Bank A.Ş. Türk Ekonomi Bankası A.Ş. Türkiye Garanti Bankası A.Ş. Türkiye İş Bankası A.Ş. Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. Arap Türk Bankası A.Ş. Citibank A.Ş. Denizbank A.Ş. Deutsche Bank A.Ş. Finans Bank A.Ş. ING Bank A.Ş. HSBC Bank A.Ş. Turkland Bank A.Ş. Bank Mellat Habib Bank Limited JPMorgan Chase Bank N.A. Société Générale (SA) 2004 Yılı Malmquist Endeksi 2005 Yılı Malmquist Endeksi 2006 Yılı Malmquist Endeksi 2007 Yılı Malmquist Endeksi 2008 Yılı Malmquist Endeksi 1,23 1,07 1,11 1,05 1,07 1,14 1,18 0,64 1,04 1,12 0,90 0,83 1,11 0,86 1,14 1,03 1,04 1,06 1,39 1,40 1,00 0,15 1,13 1,18 1,42 0,96 2,29 1,35 18,37 2,02 0,93 0,92 0,08 1,21 1,20 1,12 1,06 1,12 0,79 1,46 1,09 1,13 1,13 1,17 1,42 1,11 7,96 1,02 1,02 1,11 1,18 0,94 0,47 0,81 0,76 1,09 1,01 0,95 0,95 1,11 0,81 1,05 0,98 1,04 1,21 1,27 1,04 0,96 1,20 2,21 1,19 2,96 1,23 0,94 1,20 1,11 0,88 0,49 0,38 0,82 1,09 1,05 1,06 1,08 1,10 1,00 0,90 1,09 1,13 0,65 1,12 1,01 1,09 1,25 0,69 1,15 0,18 1,08 0,98 0,95 1,03 0,88 4,40 0,37 0,53 1,16 1,08 1,15 1,00 0,92 0,96 1,07 0,73 1,14 0,97 0,91 1,28 1,26 1,70 1,19 0,84 1,40 1,02 0,95 1,13 1,16 1,15 1,21 1,51 6,05 131 Tablo-24: Üretim Yaklaşımına Göre Gözlem Kümesini Oluşturan Bankaların Malmquist Endeksi Sonuçları (2009-2012) Bankalar Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş. Türkiye Halk Bankası A.Ş. Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Adabank A.Ş. Akbank T.A.Ş. Alternatifbank A.Ş. Anadolubank A.Ş. Şekerbank T.A.Ş. Tekstil Bankası A.Ş. Turkish Bank A.Ş. Türk Ekonomi Bankası A.Ş. Türkiye Garanti Bankası A.Ş. Türkiye İş Bankası A.Ş. Yapı ve Kredi Bankası A.Ş. Arap Türk Bankası A.Ş. Citibank A.Ş. Denizbank A.Ş. Deutsche Bank A.Ş. Finans Bank A.Ş. ING Bank A.Ş. HSBC Bank A.Ş. Turkland Bank A.Ş. Bank Mellat Habib Bank Limited JPMorgan Chase Bank N.A. Société Générale (SA) 2009 Yılı Malmquist Endeksi 1,06 1,09 0,98 0,96 0,91 1,12 1,09 1,02 1,52 1,03 1,07 0,98 0,87 0,96 0,99 0,85 1,08 2,11 0,93 1,04 1,00 1,07 1,13 0,67 0,12 1,04 2010 Yılı Malmquist Endeksi 1,16 1,21 1,17 1,00 1,13 1,10 1,06 1,12 1,07 1,06 1,14 1,11 1,08 1,09 1,07 1,05 1,09 2,66 1,04 0,95 0,90 1,06 2,13 1,57 33,08 1,04 2011 Yılı Malmquist Endeksi 0,09 1,14 1,02 1,07 1,10 0,98 0,97 0,98 1,10 0,91 1,05 1,15 1,05 1,07 1,78 1,15 1,00 0,50 1,09 1,17 1,10 1,08 1,23 1,36 1,69 0,76 2012 Yılı Malmquist Endeksi 1,11 1,07 1,03 1,32 1,03 1,91 1,01 1,13 1,03 0,98 1,03 0,93 1,33 1,01 0,56 1,00 1,05 0,67 1,06 1,02 1,12 1,00 0,33 1,13 0,08 1,52 Tablo-23 ve Tablo-24’de verilen Malmquist Endeksleri 1’den büyük olması toplam faktör verimliliğinin bir önceki döneme göre arttığını, 1’den küçük olması ise toplam faktör verimliliğinin bir önceki yıla göre azaldığını göstermektedir. 2004 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 20 bankanın 2003’e göre toplam faktör verimliliği artmış, 6 bankanın ise 2003’e göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 132 2005 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 18 bankanın 2004’e göre toplam faktör verimliliği artmış, 8 bankanın ise 2004’e göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2006 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 16 bankanın 2005’e göre toplam faktör verimliliği, 10 bankanın ise 2005’e göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2007 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 17 bankanın 2006’ya göre toplam faktör verimliliği artmış, 9 bankanın ise 2006’ya göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2008 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 19 bankanın 2007’ye göre toplam faktör verimliliği artmış, 7 bankanın ise 2007’ye göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2009 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 15 bankanın 2008’e göre toplam faktör verimliliği artmış, 11 banka ise 2008’e göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2010 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 24 bankanın 2009’a göre toplam faktör verimliliği artmış, 2 bankanın ise 2009’a göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2011 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 19 bankanın 2010’a göre toplam faktör verimliliği artmış, 7 bankanın ise 2010’a göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. 2012 Malmquist Endeks sonuçlarına göre, 20 bankanın 2011’e göre toplam faktör verimliliği artmış, 6 bankanın ise 2011’e göre toplam faktör verimliliği azalmıştır. Malmquist endeks sonuçlarına göre, 2008 küresel krizinin bankacılık sektörüne üretim yaklaşımı açısından düşük seviyede de olsa etkilerini gösterdiği söylenebilir. Krizin etkisinin hissedildiği 2009 yılında 11 bankanın toplam faktör verimliliği azalmıştır. 133 SONUÇ Finans kesiminin alt sektörlerinde para, bankacılık ve dış borç ile ilgili ortaya çıkan ani ve büyük ölçekli sorunlar şeklinde tanımlanan finansal krizler ülkelerin temel ekonomik yapısını derinden etkilemektedir. Finansal piyasaların kuruluşundan bu yana dünya ekonomisinde birçok finansal kriz yaşanmıştır. Özelikle 1980 sonrası dönemde finansal krizler ekonomi literatüründe hem kuramsal hem de deneysel çalışmalar yönünden önemli yer tutmaktadır. Birinci kuşak kriz modelleri, ikinci kuşak kriz modelleri ve üçüncü kuşak kriz modelleri 1970’li yılların ortalarından itibaren geliştirilen kriz modelleridir. Paul Krugman tarafından 1979’da geliştirilen birinci kuşak kriz modellerine göre, makroekonomik politikaların hükümetin döviz kuru hedefleriyle tutarsızlık göstermesi finansal krizlerin temel nedenini oluşturmaktadır. 1994’de Maurice Obstfeld, finansal krizlerin kendi kendini besleyen beklentiler (selffulfilling expectations) sonucunda ortaya çıktığını ifade ederek ikinci kuşak finansal kriz modellerini ortaya koymuştur. Üçüncü kuşak kriz modelleri ise 1997 Asya Krizinden sonra bankacılık ve finans sektörünün rolünü vurgulayarak, banka krizleri ile para krizlerinin birbirini besleyen bir kısır döngü yarattığı ana düşüncesine dayanmakta ve krizlerin ülkeler arasında bulaşma mekanizmasını açıklamaya çalışmaktadır. Finansal liberalizasyon, sabit döviz kuru sistemi, aşırı borçlanma ve enflasyon genel olarak finansal krizlere neden olan faktörler olarak belirtilmektedir. Finansal krizlerin öncü göstergeleri ise uluslararası rezervler, reel döviz kurundaki artış, rezerv yeterliliği ve cari açıktır. 1990’lı yıllarda dünya ekonomisinde birçok finansal kriz yaşanmıştır. Bu krizlerin yaşanmasında 1980 sonrası dönemde iletişim teknolojisindeki gelişmeler, finansal yenilikler, finansal liberalizasyon ve buna bağlı olarak uluslararası sermaye akımlarında görülen kontrolsüz artış etkili olmuştur. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin bu dönemde güçlü bir ekonomik altyapıya sahip olmadan sınırlarını açması bu ülkelerde birçok ciddi finansal krizin yaşanmasına neden olmuştur. Finansal liberalleşme ile birlikte sermaye, sıcak para, faiz oranları yüksek olan gelişmekte olan ülkelerde varolan tasarruf yetersizliğinin bir ölçüde giderilmesinde yardımcı olmaktadır. Bunun yanında piyasaların serbestleştirilmesi ile oluşan hassas dengeler piyasadaki ak- 134 törlerin karşılaştıkları riskleri artırmıştır. Bu riskler ülkeye gelmiş olan sıcak paranın çıkmasına neden olmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde uygulanan serbestleşme politikaları tasarruf ve yatırımları artırmada başarısız olurken, faizlerin yükselmesine ve iç ve dış borçların yükselmesine neden olmuştur. Bu durum da gelişmekte olan ülkeler ekonomilerinde ciddi sorunlar meydana getirmiş ve finansal krizler yaşanmıştır. 1980 sonrası dönemde Türkiye’de de finansal serbestleşmeye yönelik ciddi politikalar uygulanmıştır. Güçlü bir ekonomik altyapı olmadan uygulanan bu politikalar sonucu gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ciddi finansal krizler yaşanmıştır. 1994 ve 2001 krizleri olarak bilinen krizler finans sektörü, bankacılık sektörü, ağırlıklı başlayıp diğer sektörlere hızlı bir şekilde yayılmıştır. Yaşanan bu iki kriz sonrasında da piyasaların daha etkili çalışmasını sağlayan regülasyon politikaları uygulanmıştır. Özellikle 2001 krizi sonrası uygulamaya konulan bankacılık sektörünü yeniden yapılandırma programı ülke ekonomisi için ciddi bir maliyet oluşturmuştur. Buna rağmen Türkiye’de ki bankacılık sisteminde uygulanan bu yapılanma sayesinde Türkiye, 2008 yılında ABD’de mortgage krizi olarak başlayan daha sonra küresel bir likidite ve kredi krizi haline gelen 2008 küresel krizinden minimum düzeyde etkilenmiştir. Çalışmamızda finans sektörünün en önemli unsuru olarak kabul edilen bankaların etkinliklerinin 10 yıllık süre zarfında veri zarflama analizi yöntemiyle analiz edilmesi amaçlanmıştır. Veri Zarflama Analizi, ürettikleri mal veya hizmet açısından birbirlerine benzer ekonomik karar verme birimlerinin göreli etkinliklerinin ölçülmesi amacı ile geliştirilmiş olan parametresiz bir etkinlik yöntemidir. hastanelerin etkinliğinin ölçülmesinde, bankacılık sisteminde, elektrik dağıtım ve üretim alanında, gelişen ekonomilerde enerji sektörünün etkinliğini ölçmede, hizmet sektörünün verimlilik ölçümünde, imalat sanayi alanında, borsada işlem gören şirketlerde ilk 500’e giren şirketlerde verimlilik ölçümünde, sektörel bazda imalat sanayinde, üniversite ve fakültelerin performansında, özel ve kamu okullarının özkaynak etkinliğinde, belirsizlik ortamında maliyet etkinliğinin ölçülmesinde ve kredi riski ve şirket performansı etkinliğinde VZA yöntemi sıklıkla kullanılmaktadır. 135 Türkiye’de ki bankacılık sistemi 2001 krizi ile başlatılan ve halen devam eden yeniden yapılandırma çalışmaları sonucunda, çok önemli gelişmeler kaydetmiştir. Bu bağlamda 2003-2012 yılları arasında bankacılık sektörünün etkinlik ve verimlilikleri ölçülmüştür. Analizimizde 26 adet mevduat bankası yer almıştır. Çalışma kapsamında bankacılık sisteminde etkinliğin ölçülmesine yönelik yapılan çalışmalarda banka ürün ve girdilerinin ne olduğu konusunda sıklıkla kullanılan üretim yaklaşımına göre analiz yapılarak sonuçlar değerlendirilmeye çalışılmıştır. Üretim yaklaşımı; bankaları sermaye ve çalışan personel gibi üretim faktörlerini girdi olarak kullanarak, mevduat ve krediler gibi bilanço kalemlerini üreten birimler olarak ele almaktadır. Çalışmamızda Türkiye’de ki bankacılık sisteminde yer alan 26 adet mevduat bankasının veri zarflama analizi ile 2003-2012 yılları arasında etkinlik değerleri ölçülerek etkin olan ve olmayan bankalar belirlenmiş, etkin olmayan bankaların hedef girdi ve çıktı düzeyleri oluşturulmuştur. Aynı şekilde etkin olmayan bankaların referans kümeleri oluşturulmuş, son olarak da Malmquist endekslerine yer verilerek ilgili bankaların gelişim gösterip gösteremedikleri incelenmiştir. Üretim yaklaşımına göre elde edilen bulgular şu şekildedir: Üretim yaklaşımına göre 2003-2007 yılları arasında gözlem kümesindeki mevduat bankalarının yıllar itibariyle toplam etkinlik değerleri Tablo-19’da, 2008-2012 yılları arası etkinlik değerleri ise Tablo-20’de verilmiştir. Etkin banka sayısının en düşük olduğu yıllar, 2003, 2005 ve 2012’dir. 2008 küresel krizinin başladığı 2008’de etkin banka sayısı 10 olarak gerçekleşmiş olup, incelenen yıllar arasında en fazla banka 2008’de etkin olmuştur. 2008 küresel krizin etkilerinin hissedildiği 2009 ve 2010 yıllarında etkin banka sayısı 8 ve 10 olarak gerçekleşmiştir. Bu bağlamda üretim yaklaşımına göre 2008 küresel krizinin Türkiye’de ki bankacılık sektörünü etkilediği görülebilir. Üretim yaklaşımına göre yıllar itibariyle ortalama istatistikler Tablo-21’de verilmiştir. 2010 etkinlik derecelerinin en yüksek olduğu yıl, etkinlik dere- 136 celerinin en düşük olduğu yıl ise 2008 küresel kriz öncesi yani 2007’dir. Analiz döneminde etkinlik derecelerinin geliştirilip geliştirilmediği incelendiğinde, 10 banka 2003 etkinlik değerlerinin koruyamayarak 2012 itibariyle etkinlik değerlerini düşürmüşlerdir. 14 banka ise aynı dönemde etkinlik değerlerinin artırmışlardır. 2 bankanın ise etkinlik değerleri 2003 ve 2009’da değişmeyerek sabit kalmıştır. Üretim yaklaşımına göre gözlem kümesini oluşturan bankaların Malmquist Endeksi sonuçları Tablo-22 ve Tablo-23’de verilmiştir. Malmquist Endeksleri 1’den büyük olması toplam faktör verimliliğinin bir önceki döneme arttığını, 1’den küçük olması ise toplam faktör verimliliğinin bir önceki yıla göre azaldığını göstermektedir. 2010’da 24 banka toplam faktör verimliliğini 2009’a göre artırırken sadece 2 bankanın toplam faktör verimliliği 2009’a göre azalmıştır. 2010, analizde en fazla bankanın toplam faktör verimliliğini artırdığı yıl olarak dikkat çekmektedir. 2008 küresel krizinin etkilerinin hissedildiği 2009’da ise 15 banka toplam faktör verimliliği 2008’e göre artırırken, 11 bankanın toplam faktör verimliliği düşmüştür. Analiz döneminde en fazla bankanın toplam faktör verimliliğini düşürdüğü yıl 2009’dur. 2010, 2011 ve 2012 yıllarında toplam verimliliğini düşüren banka sayısı 2, 7 ve 6 olarak gerçekleşmiştir. Bu sonuçlara göre 2008 küresel krizinin Türkiye’de ki bankacılık sektörünü, etkilerinin hissedildiği 2009’dan itibaren kısmen etkilemeye başladığı söylenebilir. 2008 küresel krizinin Türkiye’de ki bankacılık sektörüne etkileri incelendiğinde, Türkiye ekonomisinde yaşanan 2001 krizi sonrası uygulamaya konulan ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’ ile Türkiye’de ki bankacılık sektörünün mali yapısını güçlendirmeye yönelik önemli tedbirler alınmıştır. Alınan bu tedbirler sayesinde 2008 küresel krizinin Türkiye’de ki bankacılık sistemindeki olumsuz etkileri sınırlı kalmıştır. Bunun yanı sıra, küresel krizin temelini oluşturan mortgage kredilerine yatırım yapılmaması, risk yönetimi ve iç kontrol sistemlerine verilen önem bankacılık sisteminin krizden ciddi şekilde etkilenmesini önlemiştir. Türkiye’de ki bankacılık sisteminin önümüzdeki dönemdeki seyri birkaç kanalda kendini gösteren dinamikler sonucunda belirlenecektir. Bu kanallardan en 137 önemlisinin, hem küresel hem yerel anlamda genel ekonomik görünüm olduğu düşünülmektedir. Gerek kaynakların gelişiminde gerekse bankacılık ürün ve hizmetlerine olan talebin seyrinde ekonomik görünüm önemli bir unsurdur. Hangi ürün ve hizmetlerin, hangi niteliklerle talep edileceği ise, bankacılık piyasasındaki müşteri yapısı ile yakından ilgilidir. Gerek demografik dinamiklerle gerekse teknolojiyle paralel bir değişim gösteren müşteri alışkanlık ve tercihlerinin bankacılığın şekillenmesinde önemli rol oynayacağı düşünülmektedir. Bir diğer kanal ise, mevcut ekonomik ortamda, değişen müşteri taleplerine bankaların nasıl ve hangi araçlarla uyum sağlayacağıdır. Türkiye ekonomisi için gelecek yıllarda öngörülen büyüme performansının yanında, ülkenin demografik avantajları ve ekonominin yakaladığı istikrar, bankacılık sektörünün güçlü yapısı ve dinamizmi, önümüzdeki yıllarda sektörün büyüme ivmesinin yüksek olabileceğine işaret etmektedir. Bu büyüme ivmesinde istikrarlı bir fonlama kaynağı olarak değerlendirilen en önemli unsur mevduattır. Türkiye’de mevduat tabanının genişletilmesi ve mevduat vadelerinde uzamayı mümkün kılacak bir güvenin ortamının yaratılması, sektörün öncelikleri arasındadır. Faiz oranlarının özellikle gelişmekte olan ekonomilerde bir miktar yükselebileceği, bu doğrultuda tasarruf oranlarının da artacağı düşünülmekte olup, bu gelişmelerin mevduat hacmini olumlu etkilemesi beklenmektedir. Ayrıca, kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınmasının, bankacılık sektöründe mevduat ve kredi hacmine katkı yapacağı düşünülmektedir. Türkiye’deki bankacılık sisteminin şu an ki konumu dikkate alındığında mevduat dışı kaynakların çeşitliliğinin artırılması ve derinleştirilmesi sektörün önemli hedefleri arasında gösterilebilir. Sonuç olarak Türkiye’de ki bankacılık sisteminin iç ve dış finansal krizlerden etkilenmemesi, sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için aşağıdaki önlemlerin alınmasının faydalı olabileceği düşünülmektedir: Genel ekonomik göstergelerin iyileştirilerek istikrarlı bir iktisadi yapı tesis edilmelidir. Bankacılık sisteminden kaynaklanabilecek krizlerin oluşmaması için bu kesimin sağlam bir yasal altyapı üzerinde faaliyetlerini yürütmesi sağlanmalıdır. Ayrıca ilgili üst kurullar tarafından bankaların yakından izlenmesi, sisteme ilişkin krizleri minimize edecektir. 138 Kredi geri dönüş risklerinin en aza çekilebilmesi için asimetrik bilgi sorununu azaltabilecek çözümlere odaklanılmalıdır. Sisteme daha fazla mevduat çekebilmek için gerekli olan güven ortamı tesis edilmeli ve yatırım iklimi teşvik edilmelidir. Bankaların daha nitelikli elemanlar istihdam etmelerini sağlayacak politikalar izlenmelidir. Elektronik ortamda bankacılık işlemlerinin yaygınlaştırılmasına yönelik girişimler artırılarak işlem maliyetleri düşürülmelidir. 139 KAYNAKÇA Acar, Mustafa (2008), “Devletçiliğin İflası, Piyasanın Değil”, Stratejik Boyut Dergisi, 1(1), 24-32 Afşar, Muharrem (2011), “Küresel Kriz ve Sektörüne Yansımaları”, Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 6(2), 143-171, Eskişehir Ağcakaya, Serpil ve Nadide Sevil Halıcı (2005), “Bir İktisat Politikası Aracı Olarak Regülasyon Politikası”, Telekomünikasyon ve Regülasyon Dergisi, 2 Akbalık, Murat ve İbrahim Sırma (2013), ‘‘Türkiye’de Yabancı Bankaların Etkinliği: Veri Zarflama Analizi Uygulaması’’, Finansal Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, 4 (8) Akbulut Ramazan (2010), “Son Yaşanan Küresel Finansal Kriz ve Türk Finans Sektörü Üzerine Etkileri”, Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, 2(2) Akçağlayan, Anıl (2005), “Para Krizleri”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi SS:110-123 Akdiş, Muhammet (2000), “Global Finansal Sistem Finansal Krizler ve Türkiye”, Beta Basım, İstanbul Aktaş, Cihan (2003), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Rekabet Politikası: Bir Çerçeve Anlaşması”, Rekabet Kurumu Yayınları, 0114, Ankara Aktan, Coşkun Can (2002), “Anayasal İktisat”, Siyasal Kitabevi, İstanbul Aktan, Coşkun Can ve Dilek Dileyici (2005), “Devlet Niçin Başarısız? Kamu Ekonomisindeki Etkinsizliklerin Kaynakları”, Seçkin Yayınları, Ankara Aktan, Coşkun Can ve Hüseyin Şen (2001), “Ekonomik Kriz: Neden ve Çözüm Önerileri”, Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Krizler Özel Sayısı, 42, 1225-1230 Aktan, Coşkun Can ve Yusuf Tuğrul Karaaslan (2005), “Regülasyon Ekonomisi ve Kamusal Regülasyonlar Teorisi”, Seçkin Yayınları, Ankara Aktaş, Cihan (2003), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Rekabet Politikası: Bir Çerçeve Anlaşması”, Rekabet Kurumu, 0114 Akyüz, Yılmaz ve Korkut Boratav (2002), “Türkiye’de Finansal Krizin Oluşumu”, İktisat, İşletme ve Finans Mali ve Ekonomik Sorunlara Yönelik Yayın, 197 140 Alantar, Doğan (2012), “Küresel Finansal Krizin Nedenleri ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme”, http://kariyertez.net/FileUpload/ks212629/File/do- gan_alantar_kuresel_finansal_kriz_nedenleri_sonuclari_mfy81.pdf Allen, Mark, Christoph Rosenberg, Christian Keller, Brad Setser, Nouril Roubini (2002), “A Balance Sheet Approach To Financial Crisis” IMF Working Paper Alptekin Erdem (2009), “Menkul Kıymetleştirme ve Küresel Finans Krizindeki Rolü”, Ar-Ge Bülteni, 11-16 Altıntaş, Halil ve Bülent Öz (2007), “Para Krizlerinin Sinyal Yaklaşımı İle Öngörülebilirliği: Türkiye Uygulaması”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7(2), 19-44 Altunöz,, Utku (2013), “Finansal Krizler Erken Uyarı sistemleri ve 2008 Krizi İçin TR-ABD Örneği”, Beta Basım, İstanbul Altuntepe, Nihat (2009), “2008 Küresel Krizinin Ülkelerin İstihdamı Yapısı Üzerine Etkilerinin Dinamik Bir Analizi”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1(1), Isparta Anzuini, Alessio ve Giancarlo Gondolfo (2000), “Currency Crises and Speculative Attacks: A Comporison Between Two Different Forecasting Approaches”, CIDEI Working Paper, 60 Apak, Sudi (2009), “Küresel Kriz ve Türkiye”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, 42 Apak, Sudi ve Ayhan Ataç (2009), “Küresel Krizler: Kronolojik Bir Değerlendirme ve Analiz”, Avcıol Basım Yayın, İstanbul Aras, Osman Nuri (2010), “Türkiye’ye Makro Etkileri Bakımından 2008 Küresel Krizi”, http://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=2180794 Ardıç, Hülya (2004), “1994 ve 2001 Ekonomik Krizlerinin Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Bilançosunda Yarattığı Hareketlerin İncelenmesi”, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Uzmanlık Yeterlilik Tezi, Ankara Ardıyok, Şahin (2002), “Doğal Tekeller ve Düzenleyici Kurumlar: Türkiye İçin Düzenleyici Kurum Modeli”, Rekabet Kurulu Lisansüstü Tez Serisi, No:9 Arıcan, Erişah (2002), “Gelişmekte Olan Ülkelerde İstikrar Politikaları: Türkiye”, Kardeşler Matbaası, İstanbul 141 Arıkan, A.Naci, (2008), “Amerika Birleşik Devletlerindeki Mali Kriz ve Petrol Fiyatlarındaki Değişimler: Nedenleri ve Sonuçları”, T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayın No: 2008/383, Ankara Arslan, Ceren (2005), “Döviz Kuru Riski ve Yönetimi”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara Aslan, Murat (2005), “Analytical Survey On Regulation Theories”, Hukuk, Ekonomi ve Siyasal Bilimler Dergisi, 40 Atamtürk, Burak (2003), “Finansal Liberalizasyonun Etkileri”, iktisat Dergisi, 438, 42-46 Ateş, Gürkan (2002), “Borç Yönetim Ofisi ve Türkiye Uygulaması Üzerine Bir Çalışma”, Hazine Müsteşarlığı Ekonomik Araştırmalar Genel Müdürlüğü, Ankara Atiyas, İzak (2001), “Rekabet Kurumu Regülasyon ve Rekabet Sempozyumu”, Ankara, 15-16 Mart 2001 Bacni, Zeynep (2010), “Global Mali Kriz Sürecinde Kriz Yönetimi ve Yeniden Yapılandırmalar”, Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Bahar, Ozan ve Ebru Erdoğan (2011), “1994 ve 2000 Krizleri Sonrasında Türkiye’de Uygulanan Finansal Regülasyon Politikaları”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 27, Muğla Bahar, Seçil ve Nazan Pehlivan (2012), “Finansal Krizlerin Bulaşıcılığı: 2008 Global Krizinin Türkiye’ye Bulaşma Kanalları ve Etkileri”, CES Working Papers Series, 12-04 Bahçeci, Sema (1997), “Ortodoks ve Heterodoks İstikrar Politikaları: Seçilmiş Ülke Örnekleri ve 1994 Türkiye Deneyimi”, DPT Uzmanlık Tezleri, Ankara Bakırtaş, Tahsin ve Sohbet Karbuz (2004), “Finansal Küreselleşme ve Çevre Ülkelerin Durumu”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, 215 Bastı, Eyup (2006), “Kriz Teorileri Çerçevesinde 2001 Türkiye Finansal Krizi”, SPK Yayınları No:191 142 Baştürk, Hakan (1999), “Finansal Piyasaların Düzenleyici Otoritelerin Yapılanmaları”, Yeterlilik Etüdü, Sermaye Piyasa Kurulu, 75(9) Behdioğlu, Sema ve Gözde Özcan (2009), “Veri Zarflama Analizi ve Bankacılık sektöründe Bir Uygulama”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 14(3), Isparta Berberoğlu, Bahar (2011), “2008 Global Krizinin Türkiye ve Avrupa Birliği’ndeki Etkilerinin Kümeleme Analizi İle İncelenmesi”, Anadolu Üniversitesi İİBF Dergisi, 11 (1), 105-130, Eskişehir Berkman, Ayberk Nuri (2005), “AB ve Türkiye’de Bağımsız Düzenleyici ve Denetleyici Ekonomik Kurumların İktisat Politikasına Etkileri”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Adana Berlemann, Michael, Kalin Hristov, Nikolay Nenovsky (2002), “Lending Of Last Resort, Moral Hazard and Twin Crises: Lessons From the Bulgarian Financial Crisis 1996/1997”, William Davidson Working Paper, 464 Binay, Şükrü ve Kürşat Kunter (1998), “Türkiye’de Mali Liberalleşme Çabalarında Merkez Bankasının Rolü”, TCMB Araştırma Genel Müdürlüğü, Tartışma Tebliği, No:9803, Ankara Birdal, Murat (2009), “Bir Krizin Anatomisi: ABD Mortgage Piyasasının Kurumsal Yapısı ve Krizin Dinamikleri”, Anadolu International Conference In Economics, June 17-19, Eskişehir Bostan Aziz ve Serap Ürüt Kelleci (2010), “Global Krizin Nedenleri ve Sonuçları”, Uluslararası Sempozyum-V Küresel Kriz sonrasında Ekonominin Yeniden Yapılanması, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Celasun, Merih (2001), “Ekonomide Uzun Dönemli Büyüme, Enflasyon Süreci ve IMF Destekli Program”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, 16(179), 7-31 Coşkun, M. Necat (2001), “Gelişmekte Olan Ekonomilerde Bankacılık Krizleri”, Gazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 3 (2), Ankara Coşkun Yaprak Sevil ve Zeynep Balatan (2009), “Küresel Mali Krizin Bankacılık Sektörüne Etkileri ve Türk Bankacılık Sektörünün Veri Zarflama Analizi 143 İle Bilançoya Dayalı Mali Etkinlik Analizi”, 12. İktisat Öğrencileri Kongresi, İzmir Çağıl, Gülcan (2011), “2008 Küresel Kriz Sürecinde Türk Bankacılık Sektörünün Finansal Performansının Electre Yöntemi İle Analizi”, Maliye Finans Yazıları, 93 Çağlar, Ünal (2003), “Döviz Kurları, Uluslararası Para Sistemi ve Ekonomik İstikrar”, Melisa Matbaacılık, İstanbul Çalışkan, Ömer Veysel (2003), “Uluslararası Finansal Krizler”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, 14 (44-46) Çetin, Tamer (2005), “Regülasyon İktisadı Üzerine Farklı Yaklaşımlar”, Telekomünikasyon ve Regülasyon Dergisi, 2 Çetin, Tamer (2009), “Regülasyonun Etkinlik Analizi ve Regülasyon Türleri”, Çimento İşveren Dergisi, Makale/2 Çinko, Levent ve Rengin Ak (2009), “Küreselleşen Ekonomilerde Yaşanan Bankacılık Krizleri’nin Anatomisi”, Maliye Finans Yazıları, 83 Çonkar, Kemalettin ve H. Ali Ata (2003), “Finansal Krizleri Önlemede Kullanılabilecek Kriz Rasyolarının Türkiye Açısından Değerlendirilmesi”, Kocatepe Üniveristesi İİBF Dergisi, 2, Afyonkarahisar Delice, Güven (2003), “Finansal Krizler: Teorik ve Tarihsel Bir Perspektif”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, 20, 57-81 Delice, Güven, Adem Doğan ve Meral Uzun (2004), “Finansal Regülasyon ve Piyasa Disiplini”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 5 (1), Sivas Demir, Faruk, Ayşegül Karabıyık, Emine Ermişoğlu ve Ayhan Küçük Karabıyık (2008), “ABD Mortgage Krizi”, BDDK Çalışma Tebliği, 3, www.bddk.gov.tr Demir, Osman (2001), “2000 Yılı Sonunda Yaşanan Finansal Kriz ve Uygulanan İstikrar Programı Üzerine Düşünceler”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, 16(184), 54-65 144 Dinçer, S. Erdal (2008), “Veri Zarflama Analizinde Malmquist Endeksiyle Toplam Faktör Verimliliği Değişiminin İncelenmesi ve İMKB Üzerine Bir Uygulama”, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 2, İstanbul Dooley, Michael P. (1997), “A Model Of Crises In Emerging Markets”, The Economic Journal, 110, 256-272 Dornbusch, Rudiger (2001), “A Primer On Emerging Market Crises”, University Of Chicago Press Dura, Yahya Can (2006), “Kamu Tercihi teorisinde Kamusal Etkinlik Problemi”, Türk İdare Dergisi, 451 Eğilmez, Mahfi (2008), “Küresel Finans Krizi, Piyasa Sisteminin Eleştirisi”, Remzi Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul Eğilmez, Mahfi ve Ercan Kumcu (2011), “Ekonomi Politikası Teori ve Türkiye Uygulaması”, Remzi Kitabevi, İstanbul Eğilmez, Mahfi ve Ercan Kumcu (2011), “Krizleri Nasıl Çıkardık?”, Creative Yayıncılık, İstanbul Ekşi, İbrahim H. (2007), “Finansal Krizlerin Kobi’ler Üzerindeki Etkileri ve Başarılı ve Başarısız Kobi’lerin Kriz Dönemi Stratejileri”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Kayseri Erdem, Ekrem, M. Fatih İlgün ve Cüneyt Dumrul (2011), “Finansal İstikrarın Bankacılık Sisteminin Borç Verme Politikaları Üzerindeki Etkisi: 2008 Küresel Krizi Çerçevesinde Türkiye Üzerine Bir İnceleme”, BDDK Bankacılık ve Finansal Piyasalar, 5(1) Erdoğan, Bülent (2006), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizler ve Finansal Kriz Modelleri”, Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş Erdönmez Pelin Ataman (2006), “Aktif Menkul Kıymetleştirmesi”, Bankacılar Dergisi Sayı: 57 Erdönmez, Pelin Ataman (2009), Küresel Kriz ve Ülkeler Tarafından Alınan Önlemler Kronolojisi, Bankacılar Dergisi Sayı:68 145 Eren, Aslan ve Bora Süslü (2001), “Finansal Kriz Teorileri Işığında Türkiye’de Yaşanan Krizlerin Genel Bir Değerlendirmesi”, Yeni Türkiye, Sayı:41 Yıl:7 Eylül-Ekim Ergün Suzan ve Levent Gökdemir (2011), “Küresel Krizden Kurtulmanın Yolu Rasyonel Beklentiler Olabilir mi?”, http://iys.inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1427/file/suzanergun.pdf Ersoy, Hicabi (2008), “Finansal Risk Ortamında Bankacılık Sisteminin Yeniden Yapılandırılması, Türkiye Örneği,” Uluslararası Finans Sempozyumu 2008: Küresel Dalgalanmalar ve Finans Sektörüne Yansımaları, Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Yüksekokulu, İstanbul Erol, Mesut (2003), “Doğal Tekellerin Düzenlenmesi ve Telekomünikasyon Sektöründe Düzenleyici Kurum”, Yayın No: 2680 Ertuğrul Cemil, Evren İpek, Olcay Çolak (2010), “Küresel Mali Krizin Türkiye Ekonomisine Etkileri”, http://www.bjmer.net/Makaleler/354500762_59- 72%20cemil-evren-olcay.PDF Frexias, Xavier ve Jean Carlos Rochet (1999), “Microeconomics Of Banking”, The MIT Press, Cambridge Fisher, Stanley (1988), “Real Balances, the Exchange Rate, and Indexation: Real Variables in Disinflation”, Quarterly Journal Of Economics, 103(1) Gök, Abdülkerim (2006), “Alternatif Döviz Kuru Sistemleri”, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, 21(1), İstanbul Gökçen, Ahmet (2001), “İstikrar Tedbirleri ve Ekonomik Kriz”, Yeni Türkiye Dergisi, Ekonomik Kriz Özel Sayısı, 41, Güloğlu, Bülent (2001), “İstikrar Programından İstikrarsızlığa: Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Ekonomik Kriz Özel Sayısı, 41 Günal, Mehmet (2007), “Para, Banka ve Finansal Sistem”, Yeni Dönem Yayınları, Ankara Güvenek, Burcu (2009), “Devletin Regülasyonlar Yoluyla Piyasalara Müdahalesi ve Türkiye Enerji Piyasaları”, Selçuk Üniversitesi İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 12 (18), Konya 146 Işık Nihat ve Tuba Tünen (2011), “Türev Ürünlerin 2008 Küresel Finans Krizindeki Rolü”, T.C. Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı Avrasya Etüdleri, 39 Işık Sayım, Koray Duman ve Adil Korkmaz (2006), “Türkiye Ekonomisinde Finansal Krizler: Bir Faktör Analizi Uygulaması”, Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Dergisi Cilt:19 Sayı:1 İçöz, Özge (2003), “Telekomünikasyon Sektöründe Regülasyon ve Rekabet”, Rekabet Kurumu Uzmanlık Tezi, Rekabet Kurumu Yayınları, Ankara İpeker, Melih (2002), “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının Finansal Sistem İstikrarının Sağlanmasındaki Rolü”, Uzmanlık Yeterlilik Tezi, TCMB, Ankara İşler, Didar Büyüker (2004), “Türkiye’de Krizler ve Çözüm Önerisi Olarak: ETicaret Uygulamaları,’ Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Isparta Kansu, Aydan (2006), “Döviz Kuru Sistemleri ve Döviz Krizleri Türkiye 1994 ve 2001 Krizleri”, Scala Yayıncılık, İstanbul Kar, Muhsin, S. Taş (2003), “İktisadi Kalkınmada Para ve Sermayenin Yeri”, Kalkınma Ekonomisi Seçme Konular, Ekin Kitabevi, Bursa Karabulut, Gökhan (2002) “Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin Nedenleri”, Der Yayınları, 328, İstanbul Karaçor, Zeynep ve Volkan Alptekin (2006), “1980 Sonrası İstikrar Politikaları Işığında Türkiye Ekonomisinin Trend Analizi Yardımıyla Değerlendirilmesi”, Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 6(11) Karagül, Mehmet ve Mahmut Masca (2008), “Uluslararası Sermaye Hareketleri, Kriz Etkisi ve Muhtemel Önlemler” Uluslararası Sermaye Hareketleri ve Gelişmekte Olan Piyasalar Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İİBF, Bandırma Karakaş, Mehmet (2008), “Devletin Düzenleyici Rolü ve Türkiye’de Bağımsız İdari Otoriteler”. Maliye Dergisi, 154 147 Karsak E. Ertuğrul ve Firuzen İşcan (2000), “Çimento Sektöründe Göreli Faaliyet Performanslarının Ağırlık Kısıtlamaları ve Çapraz Etkinlik Kullanılarak Veri Zarflama Analizi İle Değerlendirilmesi”, Endüstri Mühendisliği Dergisi, 11(3) Kayacan, Murat (2004), “Finansal Liberalleşme ve Finansal Sınırlama Politikaları Üzerine Tartışmaların Temeli”, Maltepe Üniversitesi İİBF Ekonomik Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi, 1 Kazgan, Gülten (1995), “Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri”, Altın kitaplar Yayınevi, İstanbul Kazgan, Gülten (2002), “Tanzimattan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul Kepenek, Yakup ve Nurhan Yentürk (2000), “Türkiye Ekonomisi”, Remzi Kitabevi, Ankara Kılıç, Merve ve Ahmet Akın (2008), ‘‘Banka Satın Almalarının Hedef Bankaların Performansına Olan Etkileri: Türk Bankacılık Sektörü Üzerinde Ampirik Bir Çalışma’’, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10 (3), 229-255 Kınaytürk, Zuhal (2006), “1990 Yılından Sonra Yaşanan Ekonomik Krizlerin Küşük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ) Üzerindeki Etkileri, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Isparta Kırım, Arman (2009), “Krizden Nasıl Çıkarız?”, Sistem Yayıncılık, İstanbul Kibritçioğlu, Aykut (2001), “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Hükümetler 19692001”, Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, 1 (41), 174-182 Korkmaz, Esfender ve Arzu Tay (2011), “Küresel Kriz, Türkiye’ye Etkileri ve Çözüm Önerileri”, Kafkas Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 1, 2 Krugman, Paul (1979), “A model Of Balance Of Payment Crises” Journal Of Money, Credit and Banking, 11, 311-315 Krugman, Paul (1999), “Balance Sheets, The Transfer Problem and Financial Crises”, http://web.mit.edu/krugman/www/FLOOD.pdf 148 Kutlu, Hüseyin Ali ve Savaş Demirci (2011), “Küresel Finansal Krizi Ortaya Çıkaran Nedenler, Krizin Etkileri, Krizden Kısmi Çıkış ve Mevcut Durum”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, Ekim Küçükaksoy, İsmail ve Selcan Önal (2013), “Türk Bankacılık Sektöründe Faaliyet Gösteren Bankaların Etkinliklerinin Veri Zarflama Analizi Yöntemi İle Ölçülmesi: 2004-2011 Yılları Uygulaması”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri ve İstatistik Dergisi, 18, İstanbul Mangır, Fatih (2006), “Finansal Deregülasyonun (1989-2001) Türkiye Ekonomisi Üzerine Etkileri: Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16, Konya May, Peter J. (2007), “Regulatory Regimes and Accountability”, University Of Washington, Seatle, Regulation&Governance, 1 Meriç, Metin (2003), “Borçlanmanın Konsolide Bütçe Kaynak Üzerindeki Etkisi”, 18. Türkiye Maliye Sempozyumu, Girne, KKTC Mishkin, Frederic (1997), “Understanding Financial Crises: A Developing Country Perspective”, NBER Working Papers 5600 Mishkin, Frederic (1999) “Global Financial Instability: Framework, Events, Issues”, Journal of Economic Perspective, 13 (4), 3-20 Obstfeld, Maurice (1986), “Rational and Self-Fufilling Balance Of Payment Crises”, American Economic Rewiev 40, 72-81 Obstfeld, Maurice (1996), “Models Of Currency Crises With Self-Fulfiling Features”, Europen Economic Review 40, 1037-1047 Ocakoğlu, Orçun (2013), “Türev Ürünlerin Muhasebeleştirilmesi”, İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası Mali Çözüm Dergisi, Kasım-Aralık Oktar, Suat ve Levent Dalyancı (2010), “Finansal Kriz Teorileri ve Türkiye Ekonomisinde 1990 sonrası Finansal Krizler”, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, II, İstanbul Öksüzler, Oktay ve Erdoğan Teyyare (2010), “Küresel Ekonomik Sürecinde Türkiye’de Alınan Önlem Paketlerinin İstihdam Üzerindeki Etkileri”, Akademik Fener, 14 149 Öz, Sumru (2009), “Büyük Bunalım Deneyimi Işığında Küresel Kriz”, Ekonomik Araştırma Forumu Politika Notu, 09-03 Özatay,Fatih (1998), “Para Krizleri”, DTM Dünya Ekonomik Bülteni, 13 Özatay, Fatih (1995), “1994 Krizinden Alınacak Dersler: Kamu İç Borç Yönetiminde Yapılan Yanlışlıklar ve Güven Bunalımı”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, 109, 17-33 Özatay, Fatih (2000), “The 1994 Crisis In Turkey”, The Journal Policy Of Reform, 3(4) Özatay, Fatih,ve Güven Sak (2002), “Banking Sector Fragilitiy And Turkey’s 200001 Financial Crisis”, The Cenral Bank Of The Republic Of Turkey, Discussion Paper Özdemir, Bilge Kağan (2007), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizler ve Erken Uyarı Sistemleri: Makrov Geçiş Modellemesi”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Eskişehir Özer, Mustafa (1999), “Finansal Krizler, Piyasa Başarısızlıkları ve Finansal İstikrarı Sağlamaya Yönelik Politikalar”, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir Özrahat, Nihan (2009), “Regülasyon Teorileri ve Politikası: 1980 Sonrası Türkiye Örneği”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Kayseri Öztürk, Serdar (2010), “Küreselleşme ve Küresel Ekonomik Kriz: Krizin Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülke Ekonomilerine Etkilerinin Karşılaştırmalı Analizi”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11, Isparta Öztürk, Serdar ve Bekir Gövdere (2010), “Küresel Finansal Kriz ve Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Dergisi, 15(1), 377-397, Isparta Öztürk, Serdar, Ali Sözdemir ve Özlem Ülger (2012), “Küresel Ekonomik Kriz ve Türkiye’nin Para Politikaları Üzerine Etkileri”, International Conference On Eurasian Economies 150 Pan, Eric (2009), “Structual Reformof Financial Regulation In Canada”, A Research Study Prepared For The Expert Panel On Securities Regulation, http://www.uiowa.edu/~tlcp/TLCP%20Articles/19-3/pan.finalfinal.jyz.121610.pdf, 11.07.2013 Paşaoğlu, M. Ömür (2002), “Doğal Tekelerde Regülasyon ve Rekabet bir Örnek: İngiliz Sektörünün Yeniden Yapılandırılması”, Rekabet Kurumu Uzmanlık Tezi, Rekabet Kurumu Yayınları, 0096, Ankara Pervan, Nalan (2006), “Türkiye’de Doğalgaz Piyasasının Yeniden Yapılandırılması ve Sonuçları”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara Sarısoy,, Sinan (2010), “Düzenleyici Devlet ve Regülasyon Uygulamalarının Etkinliği Üzerine Tartışmalar”. Maliye Dergisi, 159 Sarpkaya, Suna Simla (2009), “Finansal Krizler ve Kriz Dönemlerinde Uygulanan Para Politikası Araçları”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara Saxena, Sweta C. (2004), “The Changing Nature Of Currency Crises”, Journal Of Economic Surveys 18(3) SS:320-350, http://rbidocs.rbi.org.in/ rdocs/content/pdfs/73213.pdf Selçuk, Bora ve Naci Yılmaz (2010), “Küresel Kriz Sonrasında Küresel Finansal Sistemde Yapısal Dönüşümler”, Uluslararası Sempozyum-V Küresel Kriz sonrasında Ekonominin Yeniden Yapılanması, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Serdengeçti, Süreyya (2005), “Dolarizasyon/Ters Dolarizasyon” www.tcmb.gov.tr 01.07.2013 Sevim, Cüneyt (2012), “Öncü Göstergeler Yaklaşımına Göre Finansal Krizler ve Türkiye Örneği”, BDDK Kitapları, 11, Ankara Seyidoğlu, Halil (2003), “Uluslararası İktisat: Teori, Politika ve Uygulama”, 15. Baskı Gizem Can Yayınları, İstanbul 151 Seyrek, İbrahim Halil ve H. Ali Ata (2010), “Veri Zarflama Analizi ve Veri Madenciliği İle Mevduat Bankalarında Etkinlik Ölçümü”, BDDK, Bankacılık ve Finansal Piyasalar, 4(2) Soylu, Hülya (2009), “Global Krize Karşı Politika Önlemleri ve Türkiye”, Maliye Dergisi, 157, 251-266 Sönmez, Sinan (1998), “Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye”, İmge Yayınları, Ankara Stigler, G.J. (1971), “The Theory Of Economic Regulation”, Bell Journal Of Economics and Management Science, 2 Stiglitz, Joseph E. (2006), “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı”, Çeviren: Arzu Taşçıoğlu, Deniz Vural, Plan b Yayınları Şahin, Hüseyin (2002), “Türkiye Ekonomisi: Tarihsel Gelişimi-Bugünkü Durumu”, Ezgi Kitabevi, Bursa Şahin, İbrahim Erem (2011), “Şirket Birleşmelerinin Etkinlik Açısından Değerlendirilmesi ve Türk Bankacılık Sektöründe Bir Uygulama”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Konya Şimşek, Ayça (2004), “Finansal Küreselleşmenin Ekonomik Krizler Üzerindeki Etkileri ve Örnek Kriz Ekonomileri”, Finans, Politik&Ekonomik Yorumlar Dergisi, 63-73 Tokatlıoğlu, İbrahim (2003), “Rekabet; Nereye Kadar, Nasıl”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, 47 Tosuner, Ayhan (2005), “Finansal Krizler ve Kırılganlık: Türkiye için Bir Erken Uyarı Sistemi Denemesi”, İktisat, işletme ve Finans Dergisi, 20, 42-61 Törüner, Yaman (2001), “Kasım-Aralık 2000 Krizinin Hikayesi”, Yeni Türkiye Dergisi, Ekonomik Kriz Özel Sayısı, 41 Turgut, Ahmet (2007), “Türleri, Nedenleri ve Göstergeleriyle Finansal Krizler”, TÜHİS İş Hukuku ve İktisat Dergisi, 20, 4 -5 Ulucan, Aydın (2006), “Şirket Performanslarının Ölçülmesinde Veri Zarflama Analizi Yaklaşımı: Genel ve Sektörel Bazda Değerlendirmeler”, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 18, Ankara 152 Uludağ, İlhan ve Erişah Arıcan (2003), “Gelişmekte Olan Ülkelerde İstikrar Politikaları: Türkiye”, Derin Yayınları Uslu, Kamil (1999), “Meksika Finansal Krizi İle Asya Finansal Krizinin Karşılaştırılması ve Asya Krizinin Çıkışı”, Marmara Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Orhan Oğuz’a Armağan, Marmara Üniversitesi, 640, İstanbul Uyar, Seçil (2003), “Bankacılık Krizleri”, Ziraat Matbaacılık, Ankara Uygur, Ercan (1994), “Türkiye’de Ekonomik Kriz: Oluşumu, Seyri ve Geleceği, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, 9 Uygur, Ercan (2001), “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri”, Türkiye Ekonomi Kurumu Tartışma Metni, www.tek.org.tr Uysal, Mehmet (2007), “Bağımsız İdari Otoriteler ve Türk Kamu Yönetimine Etkileri”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Isparta Uzay, Nısfet (2012), “Finansal Krizlerin Reel Sektör Üzerindeki Etkileri ve Kriz Sonrası Temel Göstergelerdeki Değişim; Kayseri Örneği”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 17 (2) Uzgören, Ergin ve Güller Şahin (2011), “Türk Bankacılık Sektörü’ndeki Mevduat Bankalarının Yeniden Yapılandırma Uygulamaları Sonrası Finansal Etkinlik ve Verimlilik Değişimleri”, TİSK Akademi, 6(12) Varlık, Cemil (2002), “İkiz Krizler: Para Krizleri İle Bankacılık Krizler Arasındaki Bağlantılar”, http://ekonomikyaklasim.org/pdfs2/EYD_V13_N42_43_- A09.pdf Varlık, Cemil (2006), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sermaye Akımlarındaki Ani Durmalar ve Makroekonomik Etkiler”, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3 (1) Vidinlioğlu Erol, Buğra Özer, Ergun Kaya (2010), “Küresel Ekonomik Kriz Üzerine Değerlendirme”, Uluslararası Sempozyum-V Küresel Kriz sonrasında Ekonominin Yeniden Yapılanması, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Williamson, John ve Molly Mahar (2002), “Finansal Liberalizasyon Üzerine Bir İnceleme”, Çeviren: Güven Delice, Liberte Yayınları, Ankara 153 Yaşa, Ahu (2008), “Bankacılık Sektöründe Etkinlik ve Veri Zarflama Analizi Yöntemi İle Ölçülmesi”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara Yay, Turan (2004), “Avusturya İktisat Okulunun Tarihsel Gelişimi ve Metodolojisi”, Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF Dergisi, 11, İstanbul Yay, Turan, Gülsün Gürkan Yay ve Ensar Yılmaz (2004), “Finansal Krizler, Finansal Regülasyon ve Türkiye”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 30, İstanbul Yeldan, Erinç (2002), “İstikrar, Kim İçin?”, Kriz İdaresi Üzerine Değerlendirmeler, Birikim Dergisi, Ankara Yıldırım, Süreyya (2010), “2008 Yılı Küresel Ekonomi Krizinin Dünya ve Türkiye Ekonomisine Etkileri”, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 12(18), 47-55, Karaman Yörük, Nevin ve Erdem Kanışlı (2010), “Küresel Finansal Kriz Sonrası İstihdam Piyasası ve Önlemler”, Uluslararası Sempozyum-V Küresel Kriz sonrasında Ekonominin Yeniden Yapılanması, Balıkesir Üniversitesi Bandırma İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yörükoğlu, Mehmet (2009), Küresel Mali Kriz ve Türkiye Ekonomisi, http://www.tcmb.gov.tr/yeni/iletisimgm/Yorukoglu_ActiveAcademy.pdf 12.06.2013 Yüce, Burcu Civelek (2009), “Küresel Finansal Kriz ve Türk Bankacılık Sektörü”, http://www.mgmt.boun.edu.tr/images/stories/dokumanlar/leaders/Issue_0 10/09-008.pdf Yükseler, Zafer (2009), “Türkiye’de Kriz Dönemlerinde Ekonomik Gelişmeler ve Ödemeler Dengesi Uyumu”, www.tcmb.gov.tr http://www.bddk.gov.tr http://www.ekodialog.com http://www.oecd.org http://www.musiad.org.tr http://www.tcmb.gov.tr 154 http://www.tuik.gov.tr http://www.tusiad.org.tr 155 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Özgeçmiş Adı Soyadı: Şevket Süreyya KODAZ İmza: Doğum Yeri: Doğum Tarihi: Medeni Durumu: Öğrenim Durumu Derece Okulun Adı Program Yer Yıl İlköğretim Ortaöğretim Lise Lisans Yüksek Lisans Becerileri: İlgi Alanları: İş Deneyim: Hakkımda bilgi almak için önerebileceğim şahıslar: Adres-Tel: 156