Giorgio de Santillana Seçme Metinlerle Rönesans Filozofları İngilizceden çevirenler İbrahim Yıldız - Aydın Gelmez dipnot yayınları İçindekiler Giriş 5 1 Nicholaus Cusanus 53 2 Akademili Bilgin ya da Aydın Eşek 73 3 Leonardo da Vinci 77 4 Sir Thomas More 102 5 Machiavelli 119 6 Albrecht Dürer 147 7 Erasmus 152 8 Martin Luther 166 9 Michelangelo 1 74 10 Copernicus 183 11 M o n t a i g n e 194 12 Paracelsus 215 13 Kepler 226 14 Böhme 235 15 Galileo 254 16 Hakluyt 266 17 Giordano Bruno 276 Dizin 309 GİRİŞ B ütün çağlar geçiş çağlarıdır, ama bazı çağların.bu özelliği diğerlerine göre daha belirgindir. Rönesans ise, âdeta bir Restorasyon dönemi gibi, hakiki düşünsel koşullara ni­ haî bir dönüş olarak görülmekteydi. Onu önceleyen çağ "Orta­ çağ" diye adlandınlmışür hemen: (Bir geçiş dönemini imleyen media aetas terimi, ilk kez Cusanus'un kâtibi G.A. Bussi tarafın­ dan 1450'lerde kullanılmıştır.) Bizim görüşümüze göre burada­ ki perspektif farklıdır. Bin yıllık İnanç Çağı, ağır ve sancılı ge­ lişmeler sonrasında meyvelerini veren bir dönem olarak gö­ zükmektedir bize; oysa Rönesans, daha çok, bir patlamayı andı­ rır. 1450-1550 yıllan arasında Pasifik ve Güney Atlantik okyanuslanyla birlikte Amerika kıtası keşfedilir, dünyanın çevresi denizden kat edilir ve gezegenin gerçek boyutu anlaşılır; Copernicus'un ortaya attığı teori Yer'in merkezde olduğu kapalı evren düşüncesini yalanlar; Reformasyon Batı Avrupa'nın her yerinde patlak verir; elyazması yapıtların yerini almak üzere yirmi milyon cilt kitap matbaada basılır. Bunların hepsine, hatta ayn ayn her birine uyum göstermek kolay iş değildir. Bu nedenledir ki, bir yeniden kuruluş olmanın çok ötesinde olan Rönesans tüm cephe boyunca gerçekleştirilen hızlı bir hü­ cum haline gelmiştir, kişiyi şaşkına çeviren yeniliklerin (öyle ki, bunların taşıdığı önemi tam anlamıyla kavramak olası değildir) zoruyla olup biten bir hücumdur bu, kendini üç yüzyıldan az bir süre içerisinde bilim çağının o sonu gelmez akışına kapür- 6 | Seçme Metinlerle Rönesans Filozofları mış bir yükseliştir^öneşâns'a ilişkin böylesi bir imge ilk haliyle Hölderlin'in kafasında doğmuştur ve elbette diğer imgeler ka­ dar özneldir. Fakat şundan büyük ölçüde emin olabiliriz: Özgül bir dönem olarak Rönesans hızlı bir geçişi anlatan, kısa sürmüş bir dönemdir ve güzel sanatlar dışında herhangi bir dalda gözle görülür bir istikrara sahip değildir. Bundan dolayı Rönesans'ın tutarlı düşünce sistemlerini karakterize etmek kolay değildir, böylesi bir girişim ödüllendirici olmaktan da uzaktır; felsefi çaba gelişigüzel bir gelişme göster­ miş, bakir topraklara keşif kollan çıkanlmıştar. Düşünsel tutar­ lılık, eski sistemleri hızla dönüştürme ve onları -geçmişten taşı­ yıp getirdikleri belli başlı fikirleri yitirmeksizin- yeni öğelerle zenginleştirme yolunda inatçı bir çaba sarf etmekte yatmakta­ dır. Bu büyük serüvenin sonunda manzara bütünüyle değişmiş­ tir; gökyüzünde yeni yıldızlar parlamaktadır. Dolayısıyla, bu dönemde bizim açımızdan ön plana çıkan şey sistematik felsefe değil, kendi geçici/anlık kozmosları üze­ rinde derinlemesine düşünen güçlü şahsiyetlerde cisimleşmiş yaratıcı düşünce ve eleştirel revizyon olgusudur. Hakikati bul­ mayı hedefleyen çağdaş girişimlerin değerlendirilmesi, elbette felsefenin de aslî bir parçasıdır; Montaigne gibi kimi düşünür­ lerde bu çaba insana dair yeni bir düşüncenin inşasıyla el ele gi­ der. O halde bunun ardmdan gelen şey, bizim belli bazı düşünce­ lerimizin nasıl şekillenip hayata geçtiğinin hikâyesidir; bunlar artık düşüncenin sarsılmaz temelleri olarak gözükmektedir, fa­ kat bir zamanlar hiç de olası olmayan öngörülere dayanan birer derin düş, maceraperest tercih ve bedel ödemeyi gerektiren ka­ rarlar olarak başlamıştır. Tarihçiler arasında görülen modern bir eğilim Rönesans'ın "özgünlüğü"nü vurgulayan o geleneksel düşünceyi zayıflatmış­ tır. Ortaçağ nasıl Şarlman'dan başlayarak yüzyıllar sürdüyse, Giriş I 7 Kuzey Avrupa'da da birçok Rönesans'ın gerçekleştiği ileri sü­ rülmektedir. Bu düşünce, Ortaçağ'ın hareketsizliğini/donmuşluğunu anlatan bir diğer geleneksel miti yerle bir etmesinden dolayı oldukça yerinde bir düşüncedir, fakat 1400'den ya da bu tarihin hemen öncesinden başlayıp iki yüzyıl devam eden za­ man dilimi içerisinde çok farklı şeylerin gerçekleştiği yollu o ka­ tı gerçeği ortadan kaldıramamaktadır. Rönesans, Erwin Panofsky'nin de belirttiği üzere, Robert Grosseteste gibi Ortaçağ'da yaşamış biri teleskopa çok daha önceden sahip olmuş olsaydı ve onunla hiçbir şey yapmamış olsaydı- gene de kendisini gös­ terecekti. Rönesans, Burckhardf ın ileri sürdüğü üzere, İtalya'da doğ­ du. İtalyan tarihinin özel koşullarından etkilendi, bu tarihin öz­ gül özelHlderinin birçoğu Kuzey Avrupa'nın o geniş kapsamlı "Renascence"ına aktanldı. İtalyan hümanizmine ait değerler manzumesi Ortaçağ'da, özgür topluluklann kent uygarlığında doğdu: Kendi yazgısını kendisi belirleyen, inisiyatif sahibi olan insanın keşfiydi bu; dünyevî yeterlik ve başanya ve bunlara eş­ lik eden duygu ve tutkulara övgüler düzüldü. Böylece gerçekçi anlatimın ve içebakışçı (introspektif) şürin önü açıldı, skolastik düşünce gözden düştü; özgür bir etik anlayış, yaşama ilişkin laik bir kavramlaştırma gelişti. Bir anda böylesine büyük bir önem kazanan hümanizm söz­ cüğü nereden çıktı? Bu sözcüğün kökeni konusunda dikkatli olmak durumundayız. Bugün hümanizm, muğlak bir biçimde, bilimsel ve teknik uzmanlaşmanın karşısında olan bir akımı an­ latmaktadır; modern sorunlann baskısı altında esas anlamından uzaklaşmıştır. Bununla yalandan ilgili bir terim olan "liberal" de öyle; günümüzde bu sözcük, kabaca, "muhafazakâr" karşıtı diye tanımlanmaktadır. Ne ki, tanım gereği, gerçek bir liberal daima muhafazakâr biridir bir bakıma. Bu terim İspanya'da or- 8 | Seçme Metinlerle Rönesans Filozofları taya çıktığında "servil"in -"kralın keyfî tutumunun hizmetkâr­ ları"- karşıtı bir anlam taşıyordu. Humanitas Roma'da, İ.S. 150 yıllarında, Scipios çevresinde doğdu. Yunanistan'ın mirasçısı olan yeni bir emperyal uygarlı­ ğın parolasıydı bu sözcük. Barbaritas'a ya da feritas'a -"dişe diş bir yaşam tarzı"- karşıttı ve eğitimle gelişmiş zekâ demekti. Hıristiyan çağında bu terim, sonsuzluk karşısında geçiciliği ve sefilliği anlatan bir yan anlam kazandı: "Chetive creature humaine..."* Böylelikle Rönesans geniş bir anlam devraldı: Hu­ manitas, yeniden, insanın yüksek orunu oldu, fakat aynı za­ manda yanılabilirliği ve insanî zafiyetleri ve dolayısıyla da cü­ retkârlığı, risk almayı, sorumluluğu, özgürlüğü ve hoşgörüyü imliyordu. Ortaçağ felsefesinin gösterdiği büyük çaba, kendi mantıksal sonucuna Ockhamcılıkta ulaşü. Burada dikkatlice tanımlanmış bir dünya söz konusudur; birbirinden bütünüyle ayrı ("mut­ lak") kendilikler, ancak soyut bir düzen aracılığıyla birleştirilir­ ler; bu kesikli evrende neden-sonuç ilişkisi bile, düşünmeye iliş­ kin nesnelerin birbirinden kesin surette ayrılması ve açıkça ayırt edilmesiyle birlikte, bulanıklasın Mantıksal bir atomizm dünya­ sıdır bu; saf analitik akıl açısından tatmin edicidir, fakat kay­ naklandığı Aristotelesçi görü'nün yapısal sıkılığından çok öteye düşmüştür. Kavramların havada uçuştuğu bu ortamda telafi edilemez biçimde yitirilen şey, Yunanlıların kendi kozmoslarını bir arada tutmak için daima ellerinde bulundurdukları poetik öğedir. Poetik görü adma ne varsa doğaüstü gerçeklik ve mistik sezgi mertebesine yükseltilmiş ve bunlar Aquinas'ın sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığı doğal dünyayı terk etmiştir. O halde bizler, Rönesans felsefesinin başlangıç noktaların­ dan birini, Floransalı hümanist ve devlet adamı Coluccio Salutati'nin 1390'da Padua'daki Ockhamcı bir hekime yazdığı mek* "Zavallı insanoğlu" (ç.n.). Giriş | 9 tupta bulabiliriz. "Gerçeklik," der Salutati, "tüm bu ayrımlarda, sorularda ve sayüularda olamaz. Sofist süslemeleri kaldırıp atın, bize gerçekliğin bilgisini geri verin... Her şeyden önce şiire dö­ nün, zira şiirin değeri mantıksal bilgiden daha yüksektir ve sa­ dece şiir Tann'dan bahsedebilir." Burada "şiir", eski anlamıyla, poiesis demektir; etkinlik ve yaratımın tamlığına, humanitas diye anlaşılmış şeyin kendisine tekabül etmektedir. Coluccio bir başka mektubunda şöyle yazar: "Kalabalıktan kaçmanın, güzel şeylerin görüntüsünden sakınmanın, kendini bir manasüra kapatmanın mükemmeliyete giden yol olduğuna inanmayın dostum. Dünyadan kaçarken gökyüzünden yeryü­ züne tepetaklak düşebilirsiniz; oysa ben, dünyevî şeyler arasın­ da kalıp, gönlümü emin bir biçimde yücelere çıkartabileceğim. Çalışıp çabaladığınızda; ailenize, dostlarınıza ve tüm bunlan içinde barındıran kentinize kol kanat gerdiğinizde, doğru yol­ dan giderek Tann'yı hoşnut etmekten başka bir şey yapmış ol­ mazsınız." Bu, felsefeye karşıt bir yaklaşım ya da ani bir mutasyon de­ ğildir. Salutati Ortaçağ düşüncesinin olgun eğilimini paylaşır, inanç ve iradenin entelektüel yetkinlik üzerindeki önceliğinin yeniden kurulmasında Fransisken Ockhamcılara açıkça yakın durur; gerçekte onun, araştırma nesnesinin Yaradılışın gizleri (bu gizlere ilişkin çok az şey bilmekteyiz) değil, dilin yapısı ve hukuk olduğu yollu beyanı bu nedenden ötürüdür. "Spekülas­ yonun amacı," der, "gerçekliktir, fakat biz gerçekliğin ancak su­ retine ulaşabiliriz; yasaların amacı insanın eylemlerini denetim altına almaktır, bizi iyi yapan iyi insanlardır. (...) Onların sahip olduğu ilkeler dış şeylerde değil, bizim içimizdedir, dimağımız tarafından bize dayatılmaktadır; aileleri, kentleri ve kavimleri bir arada tutan bu ilkeler içimizdeki Tann'run hikmetinden kaynaklanır." İşte bu, diye devam eder Salutati, Sokrates'i par 10 I Seçme Metinlerle Rönesans Filozofları excellence" filozof yapan şeydir, eğer Sokrates inanç yolunda öl­ müş olsaydı "hiç şüphesiz bizim en büyük martirimiz olurdu." Burada sağlam bir yaklaşım, fakat aynı zamanda gelecekteki o üzücü düşünsel çatışmanın tohumu da var. Bu çauşmanın patlak verişini Rönesans'ın felsefi akımlarının en ünlüsünde, Floransa'daki Platon Akademisi'nde gözlemleyebiliriz. Bu akı­ mın tarihteki belli başlı temsilcileri Platon'un yapıtlarını ilk kez derleyip çeviren Marsilio Ficino (1433-1499) ve İnsanın Erdemi Üzerine Söylev'in yazan, Mirandola kontu Giovanni Pico'dur (otuz yaşında ölen Pico, kısacık yaşamma müthiş bir düşünsel etkinlik sığdırmışür). Floransalı Platoncular, Aristotelesçi düzeyde bir doğa bili­ mini kabul edilebilir bulurlar; bu da, pekâlâ, bu büyük yenilikçi­ lerde cesaret k ı n a bir etken olarak gözükebilir. Fakat şunu da göz önüne alalım: Galileo'nun gelişine dek, bilgiyle ilintili dü­ şüncelerin izlediği klasik yörüngenin dışına çıkmak kolay değil­ dir. Bir nesnenin "doğası", onun kendi ereğini gerçekleştirmek üzere taşıdığı eğilim olarak görülüyordu ve bu da onun "niçin" var olduğunun yanıüydı. Öyleyse doğa bilimi, bu erekleri en mantıksal sistem içerisinde düzene koyup tanımlayan Aristote­ les'e neden bırakılmasındı? Floransa Akademisi'ne göre Platon entelektüel metodun en büyük ismi, ruhu kanatlandınp uçuran ve onu doğanın ötesindeki aşkm dünyaya çıkaran "Tannsal filo­ zoftur. Gerçekte onlann ilgisini çeken şey Yeni-Platonculuktur. "Platoncu öğretinin özü," diye yazar Ficino, sadece Plotinus ta­ rafından değil, gizli erdemin üstatlan olan Iamblikhos ve Porphyrios tarafından damıtılmıştır. Bu da, kaçınılmaz biçimde, bizimle üst dünyalar arasında gidip gelen ruhsal kendilikler ve "anlaklar"a dair bütün fantastik katmanlarla ve gizemci gele­ nekle içli dışlı olmak demektir. Pico, daha geniş bir uyum ve spekülasyon çabası kapsamında, Hermes Trismegistus (Üç Kez * En âlâsından (ç.n.). Giriş | 11 Büyük Hermes)'u ve Yahudi Kabalası'm tanıtır. Leibniz bu tür düşünceyi, temel sorulan ele almadan önce aşkm ve "hiperbo­ lik"* sorularla ilgilenen bir düşünce olarak tanımlayarak yerinde bir saptama yapmıştır. Öte yandan, burada gözüken sonsuzluğa yeni bir ilgi duyul­ ması ereksiz olmaktan uzaktır. Bunu ilgi odağına dönüştüren kişi Nicolaus Cusanus'tur. Pico ve Ficino'daysa bu, mantıksal olmaktan ziyade romantik açıdan geuştirilmiş, ne ki bu kavram onların düşüncelerine hayat veren bir rol oynamıştır, insanın ruhu, onun sunduğu olasılıkların sonsuzluğuyla karakterize edilmiştir. "Sonsuzluk, Tannsal kendiliklerin imgelerinden çı­ kıp gelir," der Ficino, "o, kendi içinde, aşağı şeylerin sebep ve modellerini taşır ve bunlan sanki kendisininmiş gibi yeniden yaratır. Her şeyin merkezi ve her gücün sahibi odur. Şeylerin gerçek bağlantısı olmasından ötürü, bir şeyi bırakmaksızın baş­ kasına dönüp ona nüfuz edebilir. Bundan dolayı sonsuzluk; doğanın merkezi, evrenin orta noktası ve dünyayı bir arada tu­ tan zincir olarak tanımlanabilir." Doğanın daha yüksek bir ger­ çekliğe ulaşma arzusu ne maddi şeylerde (bunlar aşın derecede zorunluluğa tâbidir), ne de ruhsal anlaklarda (bunlar da aşın derecede uzaktır) kendisine bir destek bulur: ancak ruh ve ey­ lem yoluyla kendi dönüş yolunu işe yarar kılabilir. Bunlar Montaigne'nin acımasızca alaya alacağı nosyonlardır, fakat onun verdiği hükmün tuhaf bir biçimde (kuşku sonucu) nasıl paralize bir vaziyette kalakaldığını daha sonra göreceğiz; bu arada Ficino'nun o olağandışı kehaneti, bir şekilde, şeylerin nasıl bir görüntü alacağını ana çizgileriyle belirlemektedir: Sarsılan evreni yeniden kuracak olan şey insanın ruhudur, onun eylemi sayesinde fiziksel dünya bir zamanlar kendilerinden türediği ruhsal bölgelere doğru yol alır ve sürekli bir biçimde dö­ nüşüme uğrar. * Olağanüstü derecede abartılı (ç.n.). 12 | Seçme Metinlerle Rönesans Filozofları Salutati, sağduyu adına Sokrates'i Ockham üzerinden yeniden kurmaya ve felsefeyi kent-devletin yönetimine sokmaya çalışır­ ken, felsefe de yeni bir noktaya doğru kaymaktadır. Ve çatış­ manın da gizlisi saklısı yoktur. Yüzlerce yıllık bir aynlıktan sonra felsefe ve din tekrar bir olmaktadır. Ficino'nun teorisi o dönemde mistik Yeni-Platonculuk olarak tanımlanmaktadır; ne ki düşünümsel (contemplative) bir geriye bakış işin edebi tarafıyla ilgilidir daha çok, onun entelektüel ihtirası ise gerçekliğe sıkı sıkıya bağlanmıştır. Pico'nunki gibi Ficino'nun teorisi de "doğanın büyüsü"nün (ev­ renin kaptan köşkünde duran insanın ruhuna hükmetme kapa­ sitesi) fethedilmesi yönünde bir gayret gösterir. Bugün rahatlık­ la tartıştığımız yeni yaşanabilir gezegenler yaratma düşüncesi, bu tür bir imgelem açısından pekâlâ inamlırlık sınırlan içerisin­ de kalırdı. Buna göre bizim henüz bilinmeyen harmonilerle ve güçlere ulaşmamız mümkündür, çünkü "imkânsız olan, ina­ nılmaz olan hiçbir şey yoktur, yadsıdığımız olasılıklar tesadüfen bilmediğimiz olasılıklardır." Pico, Ficino'nun bu cesur çıkışma İnsanın Erdemi'nde yeni ve çarpıcı bir biçimde özgün bir içerik katar, insanın evrendeki merkezî konumu, kendi içinde, birçok kez prova edilmiş eski bir hikâyedir, ve dolayısıyla, aynı za­ manda, kendi doğamızı anlatan mikrokozmos ile evrensel makrokozmos arasındaki mistik tekabüliyettir. Bu tekabüliyet iki kapalı ve tamamına erdirilmiş düzen düşüncesini içerir. Esas itibariyle eski bir düşüncedir bu. Pico'ya göre insanın asıl ayırt edici özelliği, daha çok, sabit şeylere sahip olmaması, fakat ken­ di özgür seçimi doğrultusunda bir şeyleri diğer bütün varlıklar­ la paylaşma gücü taşımasıdır. O, dönüşümün evrensel ve deği­ şime açık öznesidir, dolayısıyla da kendi ruhunu yolu yordammca iyiye doğru yönlendirmesi, böylece yetkilerini yanlış bir biçimde kullanmaması yerinde bir tutumdur. Onun vurgulanan özelliği evrenselliğinden çok, özgürlüğüdür.