Durmuş Hocaoğlu Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye [1nci Edisyon] Bu yazı, Yeniçağ’da tefrika edilen onyedi bölümlük dizinin gözden geçirilmiş birinci edisyonu olup, matbû orijinal metnin bölüm başlıkları değiştirilmeden bir miktar genişletilmiş, referanslar dipnot şekline dönüştürülmüş, bir “ek not” ilâve edilmiş ve bibliyografya düzenlenmiştir. Yayın Aralığı: 07 Haziran-19 Temmuz 2005 Durmuş Hocaoğlu, Yeniçağ Yazıları Sıra No: 265-281 Edisyon Tarihi: Ocak 2007 Göztepe, İstanbul Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye I Yeniçağ [Analiz]., 07 Haziran 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 265; 2005-063; Haziran-03 Hemencecik “AB’nin çöktüğü” şeklinde yorumlara yönelmek doğru olmayacağı gibi mahzurlu da olacaktır; ancak, Fransa ve Hollanda’daki halk oylaması ile başlayan ve sırada bulunan diğer oylamalarla daha da derinleşeceği açığa çıkan krizin, Avrupa Birliği’nin bugüne kadar karşılaşmış bulunduğu krizlerin en derinliklisi, en köklüsü, en zorlusu ve en sarsıcısı olduğu gizlenemez bir hakîkattir.1 Kriz cidden çok ağır; çünkü, ilkin, asıl olarak, toplum ile elitler arasında, telâfîsi çok müşkil, çok ciddî bir fikir ayrılığını işâret etmektedir. Bundan önce de defaatle tekrarladığım bir şeyi bir kere daha ve çok özet olarak dile getirmeme müsâade verilecek olursa, tam ve sıkı bir Birleşik Avrupa fikrinin, halklar arasında değil de siyâset ve fikir dünyasının elitlerinin arasında uzun asırlar boyunca pişe-pişe belirli bir kıvâma getirilmiş ve oradan da ahvâl ve şerâitin de zorlaması ile kuvveden fiile dönüştürülmeye başlanmış bir büyük idea, “Megalo Idea Europeanus” olduğuna dikkat edilmelidir. Yâni, Avrupa’nın en buhranlı dönemlerinde bile, Taban’dan Tavan’a müteveccîhen, bu şekilde bir birleşme arzusu ve talebi vuku’ bulmamış, tam aksine Tavan’dan Taban’a doğru son derece ‘soft” ve “light”, post-modern bir dayatma olmuştur. “Soft ve light”; yâni, Avrupa’nın, tam bir bütünlük oluşturacak şekilde bir araya gelmemesi hâlinde, şu veya bu Avrupa devletinin değil topyekûn Avrupa’nın, iktisâdî, askerî, kültürel ve medenî bakımdan belki de bir daha asla altından kalkamayacağı çapta küllî bir inkırâza mâruz kalabileceği fikrinden yola çıkan elitlerin, II. Harb’in hemen akabinde kolları sıvayarak, nihâî hedefi bir federal Avrupa Devleti olan bir projeye girişmeleri sırasında Avrupa milletlerini ve halklarını da bu yönde iknâ etmek üzere siyâsî ve kültürel olarak bugüne kadar uygulamaya koydukları elitistentellektüalist projedir söz konusu olan ve bu pojenin belirli bir başarı seviyesini yakalamış olduğu da red ve inkâr edilemez. Ne var ki, işbu “belirli başarı”, görünüş o ki, imkân sınırlarını çok fazla zorlamış bulunmaktadır. İşte ikinci husus da burada ortaya çıkmaktadır. İmdi; Platon’dan beri bilinmektedir ki, yüksek idealler her zaman için elitlere hastır; ancak, yine Platon’dan beri bilinmektedir ve bizzat O’nun hayâtı şâhittir ki, yüksek idealler ile gerçek hayat arasındaki farkı farketmekte zorlanmak da yine bir elit hastalığıdır ve bu hastalık konumuzda da görülmektedir: Bütün tarihi boyunca sâdece bir tek defa ⎯ ve tabiî ki “zor”un mârifeti ile ⎯ yekpâre bir bütünlüğe kavuştuğu Roma’dan beri, en yüksek oranda ortak noktalar etrafında buluşmuş en homojen kıt’a olmasına rağmen, hep parçalı/parçalanmış bir coğrafya olarak mevcut olagelmiş bulunduğu için bütün siyâset kültürü buna göre şekillenmiş olan Avrupa’nın bir İkinci Roma inşâ edecek şekilde hızlı bir bütünleşmeye doğru gitmesi ve bir de bu hızın son birkaç yılda aşırı derecede ivmelenmesinin husûle getirdiği ve getireceği problemler elitler katmanında farkedilememiş bulunmaktadır. 1 Bu yazı dizisinin kaleme alınmasına vesîle olan Avrupa Birliği Anayasası referandumları hk., bkz.: “Ek Not”. 1 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Bu problemleri kısaca sıralayacak olursak, bunların birincisi, elbette, birçok halktan bir halk, birçok milletten bir millet ve birçok devletten bir devlet inşâ etmenin zorluğudur ve bu zorluğun en başında geleni de, final noktasına doğru yaklaşıldıkça, tam bütünleşmiş bir Avrupa’nın, ancak ulus-devletlerin tarihin kabristanına defnedilmesiyle mümkün olacağının berrak bir şekilde görülür olmasıdır. Bu noktada, Euro’nun verdiği ilk sinyal, Anayasa ile pekişmiştir ki artık bu da işin iyice ciddiye bindiğinin resmidir. Çünkü, Rusconi’nin dediği gibi, “....devletsiz (veya daha mütevazı ifadeyle “devletin dışında”) bir Avrupa anayasasından cidden söz edemezsiniz.”2 Yâni, Avrupa Anayasası demek, artık Avrupa Devleti demektir ve dahi bir ipte iki cambaz oyna(ya)mayacağına göre, Avrupa Anayasası’na “evet” demek de Avrupalıların kendi devletlerine “hayır” demesi olacaktır. İşin şakası yok: Ya tam bütünleşmiş bir Avrupa, ya da kendi devletiniz; ikisi bir arada gidemez! Joschka Fischer, bidâyetinden beri sarâhaten bilinen bu fikri daha 2005 Ocak ayında Humboldt Üniversitesi konuşmasının son cümlesinde vâzıhan şöyle dile getirmişti: “Bu, hanımlar ve beyler, benim gelecek vizyonumdur: Güçlendirilmiş bir işbirliğinden çıkışla bir Avrupa anayasa anlaşmasına ve Robert Schuman’ın bir Avrupa Federasyonu’na dair büyük fikrinin tekemmülüne. Bu, gidilecek yol olabilir!”.3 Filozof Jürgen Habermas’ın Fischer’i de referans gösterdiği “Avrupa’nın Niçin Bir Anayasaya İhtiyâcı Var?” isimli makalesi de aynı fikir üzerine binâ edilmişti.4 Her şey güzel ⎯ ya da “gibi”⎯; ama kaahır ekseriyeti filozoflardan ve politikacılardan değil de kitle-adamlardan oluşan “Büyük Kitle”, acaba Habermas ve Fischer ile mutâbık mı? Bugüne kadar işler hep tepede, “ekâbirân” katında halledildiği için bunu bugüne kadar pek merak eden olmamıştı; işte, alınan cevap budur: “Hayır! Biz öyle düşünmüyoruz!” II Yeniçağ [Analiz]., 10 Haziran 2005, Cuma., s.13; “Analiz” Sıra No: 266; 2005-064; Haziran-04 Şu ân îtibâriyle Avrupa Birliği’nin karşı-karşıya bulunduğu ve git-gide büyüme istîdâdı gösteren kriz, “Bir ve Bütün Bir Avrupa”, bir “Birleşik Avrupa” idealinin kuvveden fiile çıkmaya başladığı ilk günlerden itibâren Avrupa’nın geleceğini şekillendirmek isteyen elitlerin zihinlerindeki proje ile, dünyanın her yerinde olduğu gibi, kaahır ekseriyeti filozoflardan ve politikacılardan değil de kitle-adamlardan oluşan “Büyük Kitle”nin, elitler ile zihnî uyuşmazlığının git-gide büyümekte olmasının bir mahsûlü olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır; ancak, mes’ele aslında zâhiren göründüğünden çok daha derinlerde yatmaktadır. Acaba, “Büyük Kitle”, niçin en üst düzey entellektüel filozof Habermas ve en üst düzey siyâsetçi Fischer gibi elitler ile zihnî bir farklılaşmaya 2 3 4 G. E. Rusconi., “Bir Avrupalı Kimliği İnşa Etmenin Zorluğu”., Çev.: Y. Z. Çelikkaya., Türkiye Günlüğü., Sayı: 80, Bahar 2005., s.120 Joschka Fischer., “Devletler İttifakından Federasyona: Avrupa Bütünleşmesinin Nihâyeti Üzerine Düşünceler”., Joschka Fischer’in Berlin Humboldt Universtesi’nde 12 Mayıs 2000’de Yaptığı Konuşma., Almanca aslından tercüme eden: Gültekin Yıldız (yayınlanmamıştır)., p.17 Jürgen Habermas., “Why Europe Needs a Constitution”., New Left Review., Issue: 11., Sep-Oct 2001., pp.5-26 2 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye girmiş ve söz sırası kendisinde geldiğinde “Hayır! Biz sizin gibi düşünmüyoruz” cevabının bir darbe gibi indirmiştir? Nedir, veya ne olabilir, Akbudun Avrupalı ile Karabudun Avrupalı arasındaki bu ihtilâfın aslî sebepleri? Alâ tarîki’l-ihtisar, en ehemmiyetlilerini nazar-ı îtibâre alarak tâdat eylemeye çalışacağız; korkarım, “yine bir yazı dizisi mi” diyenler olacak; evet öyle görünüyor, ama değer. Yâni biraz felsefe; çünkü, felsefesi bilinmeyen şey, bilinmeyen şeydir ve dahi, bilinmeyen şey üzerine ⎯ hem de bu derece ⎯ konuşmak ise değersiz birşeydir. ÌÌÌ İmdi, ilk olarak şu hususla yola koyulalım: Bu ihtilâfın en temel sebebi, Hegel-gil (Hegelian) Ulus-Devletçilik ve Milliyetçilik ile Kant-gil (Kantian) Dünya Devletçiliği (Kozmopolitanizm) ve onun hem bütün dünya için öncüsü ve modeli ve hem de husûsen başka hiçbir yerde tahakkuk edemese dahi mutlaka Avrupa’da kuvveden fiile çıkarılması anşart gerekli olan Avrupa Federalizmi arasında cereyan eden çatışmadır. Yâni mevzûmuzu şu şekle getirebiliriz: Avrupa Birliği’nin içine düştüğü kriz, Hegel ve Kant felsefeleri arasındaki çatışmanın bir uzantısıdır ve Birlik’in ve tabiatiyle O’na bağlı olarak Türkiye’nin ve daha ileri safhalarında da umûmen Dünya’nın kaderi ve istikbâli bu çatışmanın sonucuna bağlıdır. Öyle ki, daha iki gün önce [8 Haziran] Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Borroso’nun Avrupa Parlementosu’nda yaptığı konuşmada “milliyetçiliğin beslenmemesi” yolunda yapmaya ihtiyaç duyduğu îkaz da5 bu husûsu te’yid etmektedir. Şu hâle göre: Hegel mi, Kant mı? Avrupa’nın ⎯ ve ne yazık ki irâdesini Avrupa’nın eline teslîm etmiş olması hasebiyle Türkiye’nin de ⎯ istikbâli ve kaderi bu iki filozofun fikirlerinin düellosunun netîcesine bağlı. Shakeaspeare’in mesel-i meşhûrunda dendiği gibi: “That’s the problem!” ÌÌÌ Hegel, “Tarih Felsefesi” ve “Hukuk Felsefesi” adlı eserlerinde geliştirmiş olduğu felsefesinde, Devlet’i metafizik bir kökene bağlar. O’na göre, her ne kadar zâhiren insan eliyle kurulduğu düşünülebilirse de, Devlet, mâhiyeti gereği insan-üstüdür; aslında Devlet değildir İnsan’ın eseri olan; bilakis, İnsan’dır Devlet’in eseri olan. Çünkü, Devlet, tarihte ilerleyen Geist’ın somutlaşarak insan dünyasında açığa çıkmasıdır ve bütün hürleşmelerin ⎯ yâni insan olmanın ⎯ te’mînatı da O’dur ki bu sûretle de Devlet, metafizik âlemden fizik âleme inmekte ve müşahhas ve mücessem bir varlık olarak da bir nevi’ bir Yer-Yüzü Tanrısı konumuna yükselmiş olmaktadır; bunun içindir ki, “Devlet, Arz üzerinde mevcut olduğu sürece İlâhî İde’dir”.6 “Gerçek ahlâkî hayat” ve “yeryüzünde var olan ilâhî düşünce” olan Devlet, “millî hürriyetin, kendisini nesnel biçimde tanıyan ve anlayan somutlaşması, Evrensel Ruh’un (Geist’ın), insan irâdesinin ve onun hürriyetinin dıştan görünüşü içindeki düşüncesidir.” Hâsılı Devlet, netîce 5 6 Radikal., 09.06.2005, s.12 Hegel., The Philosophy of History., p.54 3 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye îtibâriyle, “yeryüzünde var olan ilâhî varlık”tır ve bu vazıyete binâen, bittabiî, hiçbirşey Devlet’ten daha yüksek, daha değerli, daha kutsal olamaz.7 Hâl böyle olunca, “en yüksek, en değerli, en kutsal varlık” olan Devlet’in bir başkasına tâbî olması, irâdesinin üstünde bir irâde bulunması tasavvur dahi edilemez: Devlet, elbette hür ve müstakil olmalıdır ve elbette O’nun hürriyet ve istiklâli için herşeyin yapılması câizdir; savaş da dâhil. Çünkü, işbu Hegelian devlet, bütün insanlığı kuşatan tek ve biricik bir Dünya Devleti’ni değil, her milletin kendisine âit olan “bağımsız devletler”i işâret etmektedir. Bu sebeple, o, Kozmopolitanizm’i, yâni, “Evrensel Dünya Vatandaşlığı” fikrini savunan Kant’ın aksine bu fikre şiddetle muhâlefet etmekte ve “Bağımsız Ulus-Devlet”i müdâfaa etmekte ve meselâ Avrupa Birliği gibi “supranasyonel”, yâni “devletler-üstü” siyâsî birlikleri kesinlikle reddetmektedir. Bu açıdan de Hegel ⎯ henüz o vakitler tedâvüle girmemiş bulunan bu iki terimi hiç kullanmamış olmakla berâber ⎯ Ulus-Devlet’in ve onunla çok yakın bir bağlantı içerisinde olan Modern Milliyetçilik’in teorisini yapan en önemli filozoflardan birisi olarak kabul edilebilir. .. görüldüğü gibi, Hegel, bir anlamda, Osmanlı’nın “fenâ fi’d-devlet” kavramı ile anlattığı şeyin felsefesini yapmaktadır. Devlet, varlığı ve bekası içün herşeyin fedâ edilebileceği, herşeyin göze alınabileceği, her şeyin, O’nun yanında değerinin sâkıt olduğu en yüksek, en üstün varlıktır. III Yeniçağ [Analiz]., 11 Haziran 2005, Cumartesi., s.13; “Analiz” Sıra No: 267; 2005-065; Haziran-05 Hegel, devleti bütün varlıklar hiyerarşisinde en üstün mevkıe yerleştirmekle berâber, tarih içerisinde belirli dönemlerde belirli toplumlara ve belirli devletlere daha öncelikli bir rol de vermekte ve, belirli bir tarihî dönemde, Dünya Rûhu’nun (Geist) biricik temsilcisi addettiği belirli bir toplum ve devlet karşısında ⎯ O’nun, “tarihin sonu” ilân ettiği kendi çağında, bu belirli toplum Germanlar, belirli devlet ise Prusya devletidir ⎯ diğerlerine kesinlikle bir hak tanımamaktadır ki bu da, Ernst Cassirer’in “daha önce Hegel’in düzeyindeki hiçbir filozofun böyle konuşmadığını” şaşkınlık ve ürpertiyle belirtikten sonra “acımasız bir emperyalist milliyetçilik” olarak nitelediği mühim bir husustur.8 Ancak, hemen, bunun modern totaliteryanizm ile radikal bir farklılık arzettiğini belirten Cassirer’i hâtırlattıktan sonra9 Hegel felsefesinde esas olanın, “hür, müstakil ve hükümran ulus-devlet” olduğunu vurgulamalıyız. Devlet’i “hür, müstakil ve kendine yeterli bir varlık” olarak gören Hegel, Fransız İhtilâli İnsan Beyannâmesi’nin “Dibâce”sinde zikredilen “tabiî, devir ve ferağ olunmaz ve mukaddes hakları”nı, aynıyla, hattâ daha fazlasıyla, devlete vermektedir: Nasıl ki kişilerin, “insan” olmanın gereği olarak, doğuştan sâhip olunan ve devir ve ferâgat edilemez, paylaşılamaz hakları var ve bu haklar aynı zamanda O’nun üstünde bir “vazîfe” hâline dönüşürse, aynı şekilde devlet de hür, müstakil, hükümrân ve kendine 7 8 9 Hegel., Seçilmiş Parçalar., Çeviren: Nejat Bozkurt., s.123 Cassirer., Devlet Efsanesi., s.276 Cassirer., Devlet Efsanesi., s.276-277 4 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye yeterli bir varlık olmakla ⎯ O’nu bir var-olan olarak “O” kılan ⎯ bu vasıflarından vazgeçemez, onları başkasına devredemez ve paylaşamaz ve bu hakları için mücâdele etmek de artık bir vazîfedir. Böylelikle: 1: Devletler arası münâsebetlerde, her bağımsız devlet, kendi ferdiyetçiliğini ve mutlak bağımsızlığını korumakla mükelleftir; bu, vazgeçilemez bir hak olduğu gibi bir vazîfedir de; 2: Her devletin en yüksek kaanunu, kendi menfaatidir. Bu sebeple, onların arasındaki münâsebetler hukukî ya da ahlakî normlarla ifâde ve tahdît edilemezler. Yâni, ahlâk ile milletlerarası siyâset arasında bir ilgi yoktur; çünkü, Devlet, fertleri bağlayan sıradan ahlâkî kaanunlara tâbî bir kurum değildir; 3: Hür, müstakil ve hükümran bir müessese olan devletin bu tartışılmaz hassasından dolayıdır ki, devletler arasındaki siyâsî problemler, ancak karşılıklı halledilebilir; bunun hâricinde, devletlerin hükümranlık haklarına müdâhale eden, bu hakları sınırlandırmayı, paylaşmayı veya devretmeyi öngören “devletler-arası” (international) ve/veya “devletler-üstü” (supranational) herhangi bir üstün otoritenin, bir siyâsî kuruluşun kabûlü bahse mevzû dahi edilemez; 4: Buradan da Hegel’in “savaş ve barış” felsefesine geçilebilir ki buna göre de, devletler arası münâsebetlerde Barış yoluyla çözülemeyen problemler ancak Savaş yolu ile çözülebilir; Savaş, en son ve en kesin çözüm şeklidir. Böylece, bilhassa konuyu ele aldığı Hukuk Felsefesi’nde Savaş’ın “mutlak bir kötülük olarak algılanmaması gerektiğini” ileri süren10 ve Savaş’ı devletler arası münâsebetlerde kaçınılmaz olarak gören Hegel, Savaş’a meşrûiyet ve pozitif bir ahlâkî değer de atfetmiş olmaktadır. Yâni, Hegel, “her neye mâl olursa olsun, yeter ki barış olsun” fikrini zül telâkkî etmekte olduğu gibi, daha da ileri giderek, Savaş’ın sâdece kötü olmayan değil iyi olan birşey olduğunu da ileri sürmektedir. Devlet’in ahlâkî ölçülerin yegâne koyucusu ve kanunlarının bizzarûre âdil olduğunu ve devletler arasında ahlâkîlikten bahsedilemeyeceğini ileri süren Hegel, Barış’ın dumûra uğratıcı, gevşetici niteliğine karşılık, Savaş’ın dinamizm getirdiğini ve bu sebeple değil ki ⎯ Kant’ın şiddetle savunduğu ve Avrupa Birliği ideasının temelini oluşturan ⎯ “Ebedî Barış”ın, hattâ uzun süreli bir barışın dahi bir millet için felâkete yol açacağını söylemektedir.11 Hegel’in bu fikirlerine birçok veya birkaç noktadan îtiraz şerhi koymak elbette mümkün ve hattâ zarûrîdir de; “her devletin en yüksek kaanununun, kendi menfaati olduğu” gibi meselâ. Fakat, bütün olarak ele alındığında, aslında Hegel’in, ana hatlarıyla, her “gerçek devlet”in sâhip olması gereken mümeyyiz evsâfını sofistike bir dille ifâde etmekten başka birşey yapmadığını söyleyebiliriz. Hangi “gerçek devlet”, hükümranlığından, hürriyet ve istiklâlinden vazgeçebilir ve geçebilmiştir; hangi “gerçek devlet”, irâdesinin üstünde irâde kabûl edebilir ve edebilmiştir ve dahi Mağrib’den Maşrık’a tarihte hangi “gerçek devlet” bundan başka bir şey yapmıştır ki? Bu kadarı için Hegel’i okumaya da hâcet yok; sâdece “hürriyet” denen ve doğuştan insan rûhuna basılan cevhere sâhip olmak fazlarıyla kifâyet edecektir. ÌÌÌ 10 11 Hegel, G. W., The Philosophy of History., §324 Cassirer., Devlet Efsanesi., s.276 Peters, R. S., “Hegel and the Nation-State”, David Thomson (Ed.)., Political Ideas, Penguin Books, 1966., pp.133-134 5 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Görüldüğü gibi, Hegel felsefesinden, üye devletlerin hürriyet ve istiklâllerini önce tahdit ve devir, sonra külliyen ilga ve ifnâ ederek bir büyük üstün otoritenin şahsında eritmeyi amaçlayan bir Süper Avrupa Devleti çıkabilemez. Pekâlâ, ya Kant ne diyor? Onu da bir sonraki yazıya... IV Yeniçağ [Analiz]., 14 Haziran 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 268; 2005-066; Haziran-06 Immanuel Kant (1724, Könisberg – 1804, Könisberg) Georg Wilhelm Friedrich Hegel (27 Ağustos 1770 - 14 Aralık 1831, Berlin) Batı felsefe tarihinde, büyüklük bakımından mukayesesi yapılacak olursa, hangisinin galebe çalacağı sık-sık merak ve tartışma konusu olan ama bir türlü kesin bir hüküm verilemeyen birçok filozoftan birisi de Immanuel Kant ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir. Her ikisi de Aydınlanma’nın filozofu; “Aydınlanma Nedir Sorusuna Cevap” isimli makalesiyle de ayrı bir şöhret kazanan Kant sinnen daha kıdemli; sistem kurucu değil kritisyen olarak tarihe kaydolmuş, tam ve hakikî mânâda bir filozof. Aydınlanma’nın sona erdiği tarihte fevt olan Hegel ise bir sistem kurucu filozof, hem de en başatlarından: Her ne kadar Diyalektik’in vaftiz babası Herakleitos (M.Ö. 545 – 475) ise de onu büyütüp besleyen Hegel olmuştur; öyle ki Marx dahi bu hususta O’nun bir şâkirdi sayılır. “Büyük” mefhûmu ile neyin kastedildiği de ayrı bir bahis ammâ, hangisinin daha büyük olduğuna karar vermek hayli zor, haddi zâtında belki de anlamsız. Kesin ve çok mânidar olan birşey varsa, o da, teknolojinin göklere çıktığı çağımızda, her iki üstâdın âyarında bir tek filozofun dahi yetişmemiş olduğudur. Ancak, her ikisinin felsefelerinin arasında ciddî ihtilâfların bulunduğu hususlar da mevcuttur ki bunların en mühimlerinden birisi de, devlet ve milletlerarası siyâset hakkındadır. Hegel’in nasıl radikal bir bağımsızlıkçı ve milliyetçi olduğunu gördük; Kant ise, bir kozmopolitan; bir 6 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye “vatan-sevmez” değil, ama bir kozmopolitan, yâni asıl amacı, bir tek “dünya devleti” değil ama bir “milletler devleti”. Kant’ın, bütün aydınlanmacılar gibi, İnsan’ın fıtratan iyi mi, kötü mü olduğu sorusunu irdeleyen “tabiî hâl” (status naturalis) üzerinde durarak yola koyulduğunu söyleyebiliriz. Kestirmeden giderek ifâde edecek olursak, O’na göre, bu tabiatların her ikisi de Âdem neslinde iç-içe geçmiş vazıyettedir: O’nun “Toplumdışı Toplumsallık” (Unsocial Sociability) kavramına göre, İnsan bir yandan her şeyi kendisi için ister; bu, O’nun toplum-dışı yanıdır; lâkin toplum dışında kalınca da tek başına hiçbir şey yapamaz, bu da O’nun toplumsal yanıdır. Beri yandan, insanda “eğrilik” bir hilkat mes’elesidir, öyle ki, “insanın yaratılmış olduğu eğri odundan dümdüz olan hiçbir şey yontulamaz”;12 ancak yine aynı zamanda O’nda bir tekâmül kaabiliyeti de vardır. 12 “Beşinci Önerme “İnsan türü için en büyük sorun, evrensel adalet yaptırımını uygulayacak bir yurttaslar toplumuna ulaşmaktır; doğa insan türünü bunun çözümüne doğru zorlamaktadır. Doğanın insanlık için en üstün amacı olan bütün doğal yeteneklerin geliştirilmesi ancak toplumda gerçekleşebilir ve doğa insanın bunu ve belirlediği bütün erekleri kendi çabasıyla gerçekleştirmesini istemektedir. Bu amaç sadece en fazla özgürlüğü olan ve bu sebepten de üyeleri arasında sürekli antagonizm bulunan bir toplumda değil, aynı zamanda bu özgürlüğün sınırlarını kesinlikle belirleyip güven altına alarak başka toplumların özgürlüğüyle de beraber varolabilen bir toplumda gerçekleşebilir. O halde, doğanın insanlığın önüne koyduğu en üstün görev, dışsal yasalar altındaki özgürlüğün, karşı konmaz bir güçle olabildiğince birleştirildiği bir toplum düzeni kurulması, tam adaletli bir yurttaşlar anayasasının yapılmasıdır. Ancak bu görevin çözümü ve gerçekleştirilmesinden sonra doğa, türümüz üzerindeki diğer niyetlerine geçebilir. Başka durumlarda sınırsız özgürlüğe bunca tutkun olan insan, bu sınırlanmışlık durumuna zorunlulukla girer. Gerçekten bu durum zorunluluk biçimlerinin en belirginidir, çünkü bu, insanların kendilerine yükledikleri bir zorunluluktur ve çünkü onların eğilimleri vahşi bir özgürlük durumunda uzun süre yanyana yaşamalarına elvermez. Ama onlar, yurttaşlar birliğinin sınırları içinde kalırlarsa aynı eğilimlerin pek yararlı etkileri olacaktır. Aynı şekilde, bir ormandaki ağaçlar da, birbirini hava ve güneş ışığı bulmaya zorlarlar ve birbirinin yukarı doğru büyümelerine sebep olurlar. Böylece düz ve güzel büyürler; oysa dallarını istediği gibi, özgürce ve diğerlerinden ayrık koyveren ağaçlar bodur, eğik ve çarpık kalır. İnsanlığı bezeyen bütün kültürle sanat ve insanın yarattığı en güzel toplum düzeni, onun toplumdışılığının ürünleridirler. Toplumdışılığın bir disipline girmesi de onun yapısı gereğidir ve doğanın ektiği çekirdekler sanatın iticiliğiyde yetkince gelişir.” Altıncı Önerme” “Bu sorun insan türünün çözeceği hem en güç hem de en son sorundur. Sorundaki düşünceden açıkça belli olduğu gibi güçlük şuradadır: İnsan türdaşları arasında yaşadıkça bir yöneticiye ihtiyaç duyan bir hayvandır; çünkü türdaşlarıyla ilişkisinde insanın özgürlüğünü kötüye kullandığı kuşku götürmez. Üstelik, akıllı bir yaratık olarak herkesin özgürlüğüne sınır çekecek bir yasayı istese bile, gene de bencil hayvansal eğilimleri, yapabildiği yerde kendisini bu yasanın dışında saymaya sürükler onu. Kendi iradesini kıran, evrensel geçerli olan ve herkesi özgür kılan bir iradeye onu boyun eğmeye zorlayacak bir yöneticiye ihtiyacı vardır. Ama böyle bir yöneticiyi nerde bulacak? İnsan türünden başka hiçbir yerde bulamayacak. Ama bu yönetici de bir yöneticiye ihtiyaç duyan bir hayvandır. Öyleyse, insan ne kadar uğraşsa da, kamu adaletini kurmak için, kendisi adaletli olan en üstün otoriteyi ⎯ bunu ister tek bir kişide, ister bu amaç için seçilmiş birçok kişiden oluşan bir grup içinde arasın ⎯ elde edebileceğini söylemek güçtür. Kendi üstünde ve yasaların gerektirdiği şekilde 7 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye İnsan harp çıkarır, kan döker; nitekim, O, “Harbin, hususi bir saike ihtiyacı yoktur; kökleri bizzat insan tabiatına uzanmış gibidir” diyerek harbetmenin köklerinin O’nun tabiatında bulunduğunu, yâni oradan sökülüp atılamayacağını söyledikten sonra şunları eklemektedir:13 “...hatta insanın, zafer aşkiyle, her türlü menfaatçı saikden bağımsız olarak sürüklendiği asil bir iş sayılır. Böyle olduğu içindir ki, Amerika vahşileri arasında olduğu gibi şövalyelik Avrupa’sında da askerî şecaat, yalnız harp sırasında değil (böylesi yerinde olurdu), fakat harbe sürüklemesiyle de çok şerefli bir haslet sayılırdı; çoğu zaman harbe, bu meziyeti ortaya koymak için girişilirdi; öyle ki, harbe bir nevi asalet atfedilirdi; hatta, bir Yunanlı’nın “harp, yok ettiğinden daha fazla kotü insan yetiştirdiği için, bir âfettir” dediğini unutarak, harbi insanlığın asil bir imtiyazı olarak öven filozoflar da görülmüştür.” Bunun içindir ki, Avrupa Birliği’nin felsefî temellerinin atılmış olduğunu söyleyebileceğimiz, yukarıda ismi zikredilen meşhur “Ebedî Barış”ta, “Bir arada yaşayan insanlar arasında tabiî hâl (status naturalis) bir barış hâli değil, her zaman îlân edilmiş olmasa bile her ân patlayabilecek gibi görünen bir harp hâlidir”14 ifâdesiyle, İnsan’ın bu vuruşkanlığa temâyülünün tabiîliğini dile getirir, fakat hemen bu cümlenin akabinde söyledikleri ile de, savaşın tabiîliğini kabûl etmekle berâber ibrâ etmemekte olduğunu açıkça beyân eder: “Böyle olunca, bir barış halinin kurulması gerekir; çünkü düşmana karşı korunmuş olmak için, düşmanca hiçbir fiilin işlenmez olması yeter bir teminat sayılamaz; her komşu, diğerinin şahsî güvenliği hakkında teminat vermelidir; bu da ancak kanunî bir hal (hukuk düzeni) içinde olabilir; böyle bir düzen kurulamazsa, herkes diğerinden boşu boşuna bu çeşit bir korunma bekledikten sonra, komşusuna düşman muamelesi yapabilir.” Yâni, İnsanlık için aslolan tabiî hâl değil, medenî hâldir ve bu da ancak “barış” ile kaabildir. Ancak Kant’ın kastetmekte olduğu, “herhangi bir barış” değil, bir daha hiç bozulmayacak bir barıştır: “Ebedî Barış”! “Ebedî Barış”; yâni... onu zorlayacak bir kimse olmadıkça her insan her zaman özgürlüğünü kötüye kullanacaktır. Oysa en üst otorite hem kendi başına adaletli olmalı, hem de bir insan olmalı. İşte bu, görevlerin en zorudur ve tam bir çözümü olanaksızdır. İnsanın yapılmış olduğu bu eğri odundan dümdüz çıkacak hiçbir şey yontulamaz. Doğa bizden yalnızca bu ideye yakınlaşmamızı ister. Bu görevin en son gerçekleştirilecek görev olmasının başka bir sebebi de şudur: Görevin gerçekleşmesi için yazılabilecek bir anayasanın yapısı üzerinde doğru bir kavrayış, dünya sorunlarına ilişkin çalışmalarla sınanmış büyük bir tecrübe ve her şeyden önce de bu tecrübenin bulgularını kabule hazır bir iyi niyet gerekir. Ama bu üç etken kolayca bir arada bulunmaz ve bulunsa da ancak çok geç ve birçok başarısız girişimden sonra bulunabilir.” 13 14 [I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., s.121-123] Immanuel Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.31 Immanuel Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.17 8 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye V Yeniçağ [Analiz]., 17 Haziran 2005, Cuma., s.13; “Analiz” Sıra No: 269; 2005-067; Haziran-07 “Kant’a göre, İnsanlık için aslolan tabiî hâl değil, medenî hâldir ve bu da ancak “barış” ile kaabildir. Ancak Kant’ın kastetmekte olduğu, “herhangi bir barış” değil, bir daha hiç bozulmayacak bir barıştır: “Ebedî Barış”! “Ebedî Barış”; yâni...” demiştik. ... ...yâni, “içinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunmayan bir andlaşma”!. Kendi ifâdesiyle: “İçinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunan hiçbir andlaşma bir barış andlaşması sayılamaz.”15 Böyle der ve şöyle devam eder Kant: “Gerçekten, böyle bir andlaşma, bütün düşmanlıkların sona ermesi demek olan barış değil, fakat ancak bir mütareke, bir silâh bırakımı olabilecektir. Bu çeşit bir barışa ebedî sıfatını da vermek, kuşku uyandıran bir tekerlemeden başka bir şey olmaz. Bir barış andlaşması, ileride doğması muhtemel (belki o sırada taraflarca da bilinmeyen) bütün harp sebeplerini, ⎯ bunlar isterse kılı kırk yararcasına arşivlerdeki tozlu belgelerden çıkarılsın, ⎯ ortadan kaldırır. Taraflardan her birinin, harp edemiyecek kadar yıpranmış olması yüzünden, ileride ilk elverişli fırsatta faydalanmak üzere, iddialarını öne sürmekten şimdilik, kötü niyetle beri durması, cezvit kazüistiğine benzer bir içten - pazarlıkdan (reservatio mentalis) başka bir şey değildir; bu şekilde davranmak hükümdarların vekarlarına yakışmıyacağı gibi, bu çeşit hesaplara kendilerini kaptırmak da nazırlık vekarı ile bağdaşamaz.” İmdi, Ebedî Barış kavramının onun Avrupa Birliği için nasıl önemli bir felsefî zemîn oluşturduğunun irdelenmesine geçmeden önce, hemen belirtelim ki, bu terim, Kant’ın bu risâlesini kaleme aldığı tarih olan 1795’den hayli bir zaman önce, 1713’de, bir Fransız, Charles-Irénée Castel Abbé de Saint-Pierre tarafından îcad edilerek tedâvüle sürülmüştür, hem de doğrudan doğruya “Avrupa”yı kastederek: “Avrupa’da Ebedî Barışı Vaz’ Etme Projesi” [Projet Pour Rendre La Paix Perpetuelle En Europe]. Abbé de Saint-Pierre’in “Avrupa’da Ebedî Barış” isimli eserinin I. Cildinin kapağı. 15 I. Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., Birinci Bölüm, §I 9 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Bu, milletlerüstü bir yeniden yapılanma anlamına gelmekte olup tabiatiyle “kozmopolitan” bir düşüncedir ve dönemiyle de hayli uygunluk arzetmektedir; çünkü XVIII. asır, hem Avrupa’nın Avrupalılar arasındaki savaşlardan bıktığı ve hem de kökenleri çok eskilere kadar uzanan Kozmopolitanizm’in, yâni “Devletlerüstü Dünya Vatandaşlığı”nın yeniden yükseldiği bir dönemdir. Ulrich Im Hoff’un cümleleriyle:16 “Devletler arası barışçıl işbirliği sorusu, kozmopolitliğin açık bir sorunu olarak kalmıştı. Bu işbirliği eskiden olduğu gibi savaşlardan sonra barış kongreleri düzenlemekle, yeni savaşların çekirdeğini zaten içinde taşıyan ülkelerin yerlerini değiştirmeyi garantilemekle mi yetinecekti?” “1517’de Querela Pacis’iyle Erasmus, savaşların anlamsızlığını artık fark etmeleri için insanlığa yalvardığından bu yana hukukçular ve ilahiyatçılar, yeni baştan bir tür dünya ve barış düzeni kurmaya uğraşıyorlardı. 1625’te Savaş ve Barış Hukuku’yla Grotius, uluslararası düzeyde tanınan halklar hukukuna dayalı bir hükümdarlar kongresi toplanmasını önermişti. XIV. Louis rejiminin Fransız yazar ve eleştirmeni CharlesIrénée Castel, Abbé de Saint-Pierre, daha da ileri gitmişti. 1713’te Projet de Paix Perpetuelle’inde Ebedi Barış Projesinde, sırayla yönetilen merkezî bir yönetimle, barış mahkemesiyle ve ortak bir orduyla birlikte bir Avrupa birliği önermişti. Abbé de SaintPierre’in tasarısı, yüzyıl içinde tekrar tekrar tartışılmıştır. Bu sorunlarla uğraşan en son kişilerden biri, yeni bir barış kongresinin düzenlendiği 1795 tarihli Ebedi Barış Üzeriııe Felsefı Deneme makalesiyle Kant’tı. Fakat bundan sonra milliyetçi düşünce, kozmopolit düşünceye giderek daha çok gölge düşürecekti.” Yâni, Kant’ın düşüncesinin kökleri hayli eskiye dayanıyor, ama, daha şumûllü ve daha sofistike bir felsefî düstura dönüştüren O. Daha şumûllü ve daha sofistike; çünkü böyle bir ebedî barışı, münhasıran Avrupa için değil, bütün insanlık için istiyor. Vâkıa, insanın kıyıcılığını, kan dökücülüğünü, harbetmenin köklerinin O’nun rûhunun derinliklerine kök saldığını biliyor ve dahası, görmüş olduğumuz gibi, “İnsanın yapılmış olduğu bu eğri odundan dümdüz çıkacak hiçbir şey yontulamaz” diyen de kendisi. “Fakat yine de bütün bunlara karşılık, Tabiat’ın zorlaması, bütün insanlığı, kültür yükseldikçe ve insanlar genel prensipler üzerinde anlaştıkça, bütün kuvvetlerin kurdukları dengede meydana getirilen ve teminat altına alınan bir barış içinde yaşamaya götürecektir.”17 Şu hâle göre, Tabiat’ın ⎯ burada Kant’ın Tabiat kelimesini İlâhî İrâde mânâsında kullanmakta olduğunu hâtırlatalım18 ⎯ zorlaması bütün insanlığı, bir daha bozulmayacak bir ebedî sulh ü sükûna götürecektir. 16 17 18 Ulrich Im Hoff., Avrupa’da Aydınlanma., s.101 I. Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.34.,ayrıca,bkz.: Durmuş Hocaoğlu., “Savaş ve Barış Üzerine”., Köprü., Sayı: 83., s.123 Tabiatta bir “gaye” (Telos) bulunduğunu, yâni O’nun gayeli bir varlık alanı olduğunu düşünen Kant, bu konuda şunları söylemektedir [Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.29 [“Birinci Ek: Ebedi Barışın Teminatı Hakkında”]: “Bize bu teminatı veren tabiat (natura doedala rerum) diye adlandırdığnıız büyük sanatçıdan başkası değildir. Tabiatın tesadüfi olmıyan mekanik akışı insanlar arasındaki anlaşmazlıktan, hattâ onların iradesine rağmen, ahenk yaratmak gayesini güttüğünü açıkça göstermektedir. İşleyiş kanunları bizce bilinmez, zaruri neticeler yaratan bir sebep olarak düşünce tabiata 10 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye İmdi bu noktada Kant’ın işbu milletlerüstü (supranasyonal) ve “dünya vatandaşlığı”nı (kozmopolitanizmi) hedef ittihaz edinen projesi hakkında iki şeyi şimdiden söyleyelim: 1: Hedef bütün dünyadır, ama çekirdek Avrupa’dır; 2: Supranasyonalizm ve Kozmopolitanizm, bütün devletlerin hürriyet ve istiklâllerine son verilmesi ve bir ve tek adet bir “dünya devleti” kurulması demek değildir. VI Yeniçağ [Analiz]., 18 Haziran 2005, Cumartesi., s.13; “Analiz” Sıra No: 270; 2005-068; Haziran-08 Avrupa Birliği fikrinin felsefî mîmârı sayabileceğimiz Immanuel Kant’ın supranasyonalizm ve kozmopolitanizmi, bütün devletlerin hürriyet ve istiklâllerine son verilmesini ve bir ve tek adet bir dünya devleti kurulmasını öngörmekte değildir. İmdi; Hegel’in felsefesine muhâlefeten, Kant, Ebedî Barış için bir dünya devletini gerekli görmekte ve bir “milletler federasyonu” (league of nations) önermektedir. Fakat, bu, Federasyon’a katılacakların bir ve tek devlet meydana getirmeleri demek değildir. “Ebedî Barışın Nihâî İkinci Maddesi”ne, “Devletler Hukuku Hür Devletlerden Kurulu Bir Federasyona Dayanmalıdır” hükmünü başlık olarak koyan Kant’ın, söz konusu bu federasyonun niçin “hür devletler”den müşekkel olması gerektiğini anlamak için ilkin O’nun Devlet’ten ne anladığını açıkça ifâde eden “bir devlet, üzerinde kurulmuş olduğu toprak parçası gibi bir mülk (patrimonium) olmayıp, kendi hakkında ancak kendisinin karar verebileceği ve kimsenin emrine ve arzusuna bağlı olmayan bir insan topluluğu olduğu”19 şeklindeki prensibine dikkat çektikten sonra açıklamasını görelim:20 19 20 mukadderat demekteyiz. Dünyanın akışı içinde ortaya çıkan gayesini göz önünde tutarak, insan nev’inin en son objektif gayesi bakımından, eşyanın akışını ezelden takdir ve tâyin eden bir yüce sebebin derin hikmeti olarak düşününce tabiata İlâhî Takdir diyoruz. Gerçekten bu İlâhî Takdiri tabiatın san’atkârcasına düzenlediği tertipler aracılığı ile keşfedemediğimiz, hattâ bu tertiplerden İlâhî Takdiri muhakeme yolu ile de çıkaramadığımız doğrudur. Bunu ancak, eşyayı gayelerine irca ettiğimiz zamanlar yapıldığı gibi, insan san’atına kıyasla, tasavvur ederek anlıyabiliriz. Fakat Aklın bize zarurî olarak emrettiği gaye ile (ahlâkî gaye) tabiatın münasebeti ve buna uygunluğu nazarî bakımdan deney-üstü ise de, amelî bakımdan (meselâ, tabiatın bu mekanizmayı ebedî barış mükellefiyetini yerine getirmek istikametinde kullanması bakımından dogmatik yoldan sabit olmuş) bir gerçektir. Akıl. neticelerin sebeplerle olan münasebeti bakımından, imkân dahilindeki tecrübenin sınırlan içinde kalmalıdır; böyle olunca da tabiat terimi, burada olduğu gibi, nazariye (din değil) kasdedildiği zaman, insan aklının sınırlarına daha uygun düşen bir sözdür; ayni zamanda, tabiat terimi, tanıyamıyacağımız bir varlığı anlatan ve bizim tarafımızdan, niyetlerinin içine girilmez sırrına varmağa çalışmak gibi, Icarus’un uçuş teşebbüsünden daha cüretkârane bir düşünceyi gösteren İlâhî Takdir sözünden daha mütevazidir.” I. Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.9-10 I. Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.22-23 11 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye “Fertler için olduğu gibi, devletleri teşkil eden milletler için de, tabii halde ve kanunlardan yoksun olarak yaşamak, sadece komşulukları yüzünden bile, bir tehdit yaratır. Bu devletlerden herbiri, kendi güvenliğini teminat altına almak için, beraberce, herkesin haklarını sağlıyacak şekilde bir esas teşkilât kurmalarını isteyebilir. Böylece bir milletler federasyonu kurulmuş olacaktır; bununla beraber bu federasyona katılanlar bir tek ve ayni devlet meydana getirmiş olmıyacaklardır. Her devlet bir üst (kanun koyucu) ile bir astın (itaat eden, yani halk) münasebetini gerektirdiğinden, bir devlet şeklinde birleşmiş türlü milletlerin tek bir millet meydana getirmelerine imkan yoktur; aksi halde esas faraziye ile çelişmeye düşülmüş olur; halbuki burada bahis konusu olan, kendi sayıları kadar tek tek devletler meydana getiren ve bir tek devlet içinde erimeyen milletlerin karşılıklı haklarıdır.” Kant’ın bu fikrinin bir kozmopolitanizm olduğu aşikârdır; çünkü, sonuç olarak bir dünya devleti istemektedir. Fakat yine âşikâre görülmektedir ki, O, bu fikri ile bütün milletleri bir tek millete ve bütün devletleri de bir tek devlete dönüştürmeyi düşünüyor değildir. İşte, Kant’ın Hegel-gil devlet ve milliyetçilik anlayışına muhâlif olmakla berâber kozmopolitanizminin “anti-patriotizm”e kapıyı aralamaması, “Kant-gil Vatanseverlik” (Kantian Patriotism) kavramı ile açıklanmaktadır.21 Nitekim, O, devletlerin haklarının tâkip usûlünün, bir alenî mahkemede olduğu gibi dâva usulü değil de, sâdece harp olabileceğini söylerken bir sınıra kadar mes’eleye Hegelci bir bakışla bakmaktadır;22 ancak hemen bunun akabinde, harbin ve elde edilirse zaferin, dâvalarının da haklı olduğunu herhangi bir şekilde ispat etmeyeceğini ve ilâve olarak da, Barış andlaşması girişilmiş olan harbi sona erdirirse de, her zaman yeni bir harp için bahane teşkil edebilecek olan harp haline de son verdirmiş olmayacağını; herkesin hem dâvâcı hem yargıç olduğundan, hiç kimsenin böyle bir bahânenin haksız olduğunu ileri süremeyeceğini eklemektedir. Yâni Kant’a göre, bir devletin hükümranlığının üstünde O’nu tâbî bir devlet şekline sokacak bir hükümran müessesenin meşrûiyeti yoktur; her devlet kendi irâdesiyle bu problemini çözmelidir. Fakat, bu durumda son meşrû çâre olarak kabûl edilebilecek olan Harp, problemi çözmek yerine muvakkaten ortadan kaldırmakta, te’hir ve temhil etmekte ve hattâ derinleştirmektedir; çünkü, her barış andlaşması mutlaka bir yeni harbin tohumunu içinde taşımaktadır. O hâlde bir kalıcı barışın te’sîsi şartı olmaktadır. Bu ise, bir “barış andlaşması” ile değil, bir “barış ittifakı” ile kaabil olabilecektir. Kant bunu, yukarıdaki ifâdesinin akabinde şöyle îzah eder: “....Akıl, harbi bir hukukî yol olarak kullanmayı şiddetle tel’in eder; barış halini de mutlak bir mükellefiyet olarak tanır; milletlerarası bir andlaşma olmaksızın barış halinin de kurulmasına imkan bulunmadığından, devletlerin daha özel mahiyette bir ittifakı gerekmektedir; buna da barış ittifakı (foedus pacificum) adı verilebilir. Barış ittifakı ile barış andlaşması (pactum pacis) arasındaki fark, barış ittifakının bütün harpleri, barış andlaşmasının ise yalnız bir harbi sona erdirmesindedir. Bu ittifakın gayesi, herhangi bir devlet üzerinde hükümranlık kurmak değildir; sadece, ittifaka katılan her devletin tabiî halde insanlar hakkında olduğu gibi âmme gücünün zorlamasına tâbi olmaksızın, hürriyetini teminat altına almaktır.” 21 22 Msl., bkz: Pauline Kleingeld., “Kantian Patriotism”., Philosophy and Public Affairs; Princeton; Fall 2000., Volume: 29, Issue: 4., pp.313-341 I. Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.24 12 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Nitekim, O, “Tabiat, milletlerin birbirleriyle karışmasını önlemek ve onları birbirlerinden ayrı tutmak için iki vasıta kullanır. Dillerin ve dinlerin çeşitli olması” derken,23 milletlerin birbirinden ayrı olmasının Tabiat’ın takdîri olduğunu ve öyle de kalmasını gerekli görmekte, ancak, hemen şunu eklemeyi de ihmâl etmemektedir: “Bu çeşitliliğin, karşılıklı kin tohumları ihtiva ettiği ve harp için sık sık bahane yarattığı da doğrudur; fakat kültür yükseldikçe ve insanlar prensipler üzerinde görüş birliğine yaklaştıkça, bu çeşitlilik onları, hürriyetin mezarı üzerinde kurulan ve bütün kuvvetleri sıfıra indiren despotizm ile değil, fakat aksine, en canlı bir muhalefet ortasında bütün kuvvetlerin kurdukları muvazene ile meydana getirilen ve teminat altına alınan bir barış içinde anlaşmağa götürecektir.” VII Yeniçağ [Analiz]., 21 Haziran 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 271; 2005-069; Haziran-09 Kant’ı özetleyelim: “Bir arada yaşayan insanlar arasında tabiî hâl (status naturalis) bir barış hâli değil, her zaman îlân edilmiş olmasa bile her ân patlayabilecek gibi görünen, bitip tükenmek bilmez bir harp hâlidir. Bu, tabiîdir, ancak, medenî/insânî değildir. Tabiî olan ile medenî olan karşıttır, tabiî hâlin “savaş hâli” olmasına mukabil, medenî hâl, “barış”ı gerekli kılmaktadır. Çünkü her savaş, getirdiğinden daha fazlasını götürmekte, bir millet kazansa bile netîceten bütün insnalık bundan mutazarrur olmaktadır. Fakat bu barış, herhangi bir barış değil, içinde gizli bir savaşın tohumlarını taşımayan bir kalıcı barış, teknik adıyla “ebedî barış” olmalıdır. Ebedî Barış, yalnız bir harbi sona erdiren ve ekseriyetle de bir devletin bir diğeri üzerinde hükümranlık kurmasıyla sonuçlanan ve dolayısıyla da yeni bir savaşın tohumlarını atan “barış andlaşması” (pactum pacis) ile değil, gayesi, herhangi bir devlet üzerinde hükümranlık kurmak değil, sâdece, ittifaka katılan her devletin tabiî hâlde insanlar hakkında olduğu gibi âmme gücünün zorlamasına tâbi olmaksızın, hürriyetini te’mînat altına alarak bütün harpleri sona erdirecek olan “barış ittifâkı” (foedus pacificum) ile sağlanabilir. Bu kadar yüce bir hedef ise ancak bir “halklar federasyonu”, veya diğer bir ifâde ile bir “devletler topluluğu” (civitias gentium) ile kaabil olabilir. Bunu insanoğluna yaptıracak olan Tabiat’tır; zîra Kant’a göre, insan türünün bütün tarihi, Tabiat’ın gizli bir planının gerçekleşmesi olarak görülebilir.24 Bu plan ise, insanlığın bütün fıtrî yeteneklerinin gelişebilmesini sağlamak sûretiyle, bu tekâmülün nihâyetinde bir savaş hâli olan tabiî hâlden bir ebedî barış hâli olan dünya birliğine yükselmektir.Yâni, Devletler Topluluğu, bir dünya federasyonudur ve dahi bunu bize, bizim tekâmül 23 24 I. Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., s.34 “İnsan türünün bütün tarihi, doğanın gizli bir planının gerçekleşmesi olarak görülebilir. Bu plan içte ⎯ ve aynı amaçla dışta da ⎯ yetkin bir anayasayla insanlığın bütün doğal yeteneklerinin gelişebilmesini sağlamaktır.” [I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Sekizinci Önerme., s.126] 13 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye etmemizi isteyen bir plana sâhip bulunduğu düşünülebilecek olan Tabiat zorlar ve bunun için de O ⎯ paradoksal bir biçimde ⎯ Savaş’ı kullanır:25 “Aklın gösterdiği yön, yasasız vahşilik durumundan çıkmak ve bir halklar federasyonuna girmektir. Bu federasyonda her devlet, en küçüğü bile, güvenliğini ve haklarının verilmesini kendi gücünden yahut kendi hukuki yargısından değil, yalnızca bu büyük federasyondan (Foedus Amphictyonum), birleşmiş bir güçten, birleşmiş bir iradenin yasal dayanaklı, ilkeli kararlarından bekleyebilir. Bu düşünce ne kadar fantazi görünse de ⎯ Abbe St. Pierre ve Rousseau bunu ileri sürdüklerinde (belki de gerçekleşmesinin pek yakın olduğunıı düsündüklerinden) alaya alınmışlardı ⎯, yine de insanların birbirine verdiği sıkıntıların kaçınılmaz sonucudur. Çünkü bu sıkıntı, devletleri (onlar için ne kadar zor olsa da) insanın vahşi durumunda aynı isteksizlikle almak zorunda kaldığı kararın, yani hayvansal özgürlüğünü reddetmek ve ilkeli bir anayasayla huzur ve güvenlik arama kararının aynısını almaya zorlar. Buna göre bütün savaşlar (insanların niyetiyle değil, doğanın niyetiyle), devletler araşında yeni ilişkiler kurmak ve, eski yapıları yıkarak, en azından dağıtarak yenilerini kurmak için girişimlerdir. Fakat bu yeni yapılar da, gerek kendi başlarına gerek birbiri yanısıra hayatlarını sürdüremeyeceklerdir ve buna benzer türde devrimlerden zorunlulukla geçeceklerdir. Sonunda, kısmen içte yurttaşlar anayasasının en iyi şekilde düzenlenmesiyle, kısmen de ortak dış anlaşmalar ve hukuk düzeniyle, bir uluslar topluluğunu andıran, otomat gibi işleyebilen bir toplum yaratılacaktır.” Bu federasyon mutlaka, eninde-sonunda kurulmalıdır; çünkü bütün insanlığın geleceği buna bağlıdır. Nitekim, Kant bunu, Rousseau’nun 1749’da Dijon Akademisi’nin açtığı ve “ilimlerin ve san’atların ihyâsı insanlığı ahlâken yükseltmiş midir?” konulu müsâbakada birinciliği kazanan ve bu suâle menfî cevap vererek vahşeti medeniyete tercîh eden “İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk” (Discours sur les Sciences et les Arts, 1750) isimli eserindeki ana fikre atıfta bulunarak, “İnsan doğası, gelişiminde yarı yola henüz varmışken, bu son adımı, devletlerin birleşmesi adımını atmadan, dıştan bakıldığında bolluk ve bereket gibi görünen en büyük kötülüğün üstesinden gemek zorundadır; ve eğer biz, türümüzün aşması gereken bu son aşamayı hesaba katmayacak olursak, Rousseau’nun vahşilik durumunu yeğlemesi pek de haksız görünmez.”26 cümleleriyle açıkça dile getirir ve şunu demek ister: Ya Dünya Federasyonu, veya, insanlığın toptan vahşete dönüşü! . Acaba bu hulyanın tahakkuk imkânı nedir? Kant’a sorulacak olursa, bu, büyük bir umuttur:27 “Ve şu umut cesaret kazanıyor: birçok devrimlerden ve devrimlerin dönüştürücü etkilerinden sonra, doğanın en üstün amacı olan dünya yurttaşlığı düzeni, insan türünün bütün özgün yeteneklerinin içinde gelişebileceği dölyatağı olarak en sonunda gerçekleşmiş olacaktır” Ancak, her şey gibi bunun da bir başlangıç noktası olmalıdır ve o da Avrupa’dır; dünyanın merkezi olan Avrupa. 25 26 27 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Yedinci Önerme., s.123 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Yedinci Önerme., s.125 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Sekizinci Önerme., s.127 14 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye VIII Yeniçağ [Analiz]., 24 Haziran 2005, Cuma., s.13; “Analiz” Sıra No: 272; 2005-070; Haziran-10 Ya Dünya Federasyonu, veya insanlığın toptan vahşete dönüşü; tıpkı Rousseau’nun yücelttiği gibi! Fakat acaba ne diyordu Rousseau, tam olarak? Rousseau, 1750’de kaleme aldığı ve bugün dahi hâlâ te’sîrini koruyan bu eserinde, medeniyetin, san’at, ulûm, funûn ve felsefe gibi inceliklere dalmanın bir cemiyeti yumuşattığını, gevşettiğini, savaşçı rûhunu öldürdüğünü ve böylelikle yabancı müstevlî güçler karşısında dirençsiz bırakarak netîcede hürriyet ve istiklâlini de kaybetmesine yol açtığını, yâni topyekûn bir inkırâza sebebiyet verdiğini ileri sürerek, medeniyet karşıtı bir duruş sergilemiştir. Nitekim kendisi de bir filozof olmasına rağmen, ziraatin yanında ehemmiyetini mukayese etmeyi dahi reddettiği felsefeyi “...felsefe nedir? En tanınmış filozofların kitaplarında bulduğumuz nedir? Bu hikmet âşıklarının bize verdikleri dersler nelerdir? Onları dinlerken insan kendini bir pazar yerinde avaz avaz müşteri çağıran bir sürü madrabaz arasında sanır; her biri: Bana gelin, bana gelen aldanmaz, diye bağırır durur. Kimi cisimlerin mevcut olmadığını, her şeyin tasavvurda yaşadığını iddia eder; kimi maddeden gayrı varlık olmadığını ileri sürer ve, Allah dünyanın kendisidir, der; birisi ispata kalkar ki dünyada iyilik kötülük yoktur, hayır ve şer birer kuruntudan ibarettir; öteki der ki, insanlar birer canavardır, biribirlerini parçalayıp yemeleri cürüm sayılmaz. Ey büyük filozoflar, bu faydalı dersleri yalnız kendi dostlarınıza, kendi çocuklarınıza verseniz ne olur! Hem siz fikirlerinizin meyvasını daha çabuk elde edersiniz, hem de bizim çocuklarımız sizin mezhebinize girmek tehlikesinden kurtulmuş olurlar.” diyerek en ağır, alaycı, hattâ aşağılayıcı, yerden yere çarpan bir dille eleştiren Rousseau’nun28 bu medeniyet kritisyenliği, “Ahlâk üzerinde düşünürken, ilk çağların sadeliğini hasretle anmamak mümkün değildir” ifâdesi de göstermektedir ki,29 medeniyet-öncesi döneme methiyeye kadar varmaktadır. Vâkıa, “Hayatta rahatlıklar arttıkça, sanatlar ilerledikçe, lüks her tarafa yayıldıkça mertlik bozuluyor; askerlik değerleri kayboluyor: bu da yine, kapanık odalarda türeyen ilimlerin ve sanatların işidir./..../ savaşa hazırlıyan düzende ve ona benzer daha başka düzenlerde, ilimlerle uğraşmak yüreklere dirilik ve sağlık vermekten çok, onları yumuşatıp kadınlaştırmaya yarıyor. Romalı’lar, tabloları, gravürleri, süslü vazoları anlamakta, güzel sanatları yaymakta ileri gittikçe askerlik değerlerinin söndüğünü gizlememişlerdir”30 ve “İlimler ve sanatlar askerlik değerleri kadar ahlâk değerleri için de zararlıdır. Hayatımızın daha ilk senelerinden kafalarımıza yerleşen mânâsız bir terbiye, düşüncemizi kötü bir yola sokuyor. Her tarafta açılmış büyük kurumlarda, birçok masraflarla yetiştirilen gençlere, asıl ödevlerinden başka, öğretilmiyen şey yoktur. Çocuklarımız kendi dillerini bilmezler, ama hiçbir yerde konuşulmıyan başka diller öğrenirler; mânalarını zor anladıkları mısralar düzerler; doğruyu yanlıştan ayırdetmesini bilmezler, ama onları, aldatıcı fikir oyunlariyle kimsenin anlıyamıyacağı bir hale sokmak sanatını edinirler; mertlik, hakseverlik, fedakârlık, insanlık, yiğitlik 28 29 30 J. J. Rousseau., İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk., s.41 J. J. Rousseau., İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk., s.32 J. J. Rousseau., İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk., s.32-33 15 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye kelimelerinin ne olduğunu bilmezler; güzel vatan sözü kulaklarına hiç çalınmaz; Allahın adını işitirler, ama ondan çekinmez, sadece korkarlar.”31 ifâdeleri Haldûn’u ciddiyetle tedâî ettirmektedir ve en azından muayyen bir nisbette pek de o kadar haksız sayılmaz doğrusu; ancak bunun bir medeniyet yıkıcılığına dönüşmesi de elbette tasvîb edilemez. İşte, Kant’ın “ya Dünya Federasyonu, veya, insanlığın toptan vahşete dönüşü” şeklinde özetleyebileceğimiz fikrinin Rousseau ile ilişkilendirdiği kalkış noktası kısaca bu. Doğrusu, şâyet hakîkaten bir “dünya federasyonu”, bir “milletler ligi” kurulmadığı takdirde Rousseau’nun göklere çıkardığı “insan insanın kurdudur” (humus humulus lupus) düzeninden başka seçenek olmayacaksa, Kant’a hak verilebilir; ama acaba öyle mi? Aslında pek de öyle görünmüyor; nitekim, O’nun müstakbel dünya federasyonunun teşekkül merkezi olarak gördüğü Avrupa’nın bugüne kadarki mâcerâsı dahi, Rousseau’nun medeniyet eleştirisini birçok noktadan ve büyük ölçüde çoktan te’yid etmiş bulunmaktadır diyebiliriz. Filhakîka, Rousseau’nun, medeniyetin yol açtığı çürümenin en mümtaz nümûnelerinden addettiği eski Yunan için kullanmış olduğu “insan aklının bütün sapkınlıklarına düşmüş olan Yunanlılar” ibâresinin32 haklılığını test etmek üzere, Yunan cemiyetinde ahlâken onaylanmış, sıradan, normal bir davranış tarzı olarak kabûl edilen cinsî sapkınlıkların hangi mertebelere kadar uzandığını anlamak için Richard Sennett’in “Ten ve Taş”ından “Çıplaklık” bölümünü33 okumak ve sonra da bu keyfiyeti, Kant’ın teorisyeni olduğu Avrupa Birliği daha tam olarak nihâî hedefine vâsıl dahi olamadan, şu ândaki “her erkeğin her kadının kocası, her kadının her erkeğin karısı ve kız gibi oğlanların, oğlan gibi kızların diyârı”na dönüşmüş bulunan hâliyle mukayese etmek bile yeterli bir fikir verebileceği gibi, “ya Kant veya Rousseau” şeklinde başka alternatif bırakmayan bir tercih zorlaması karşısında sırf bu sebeple dahi Rousseau’nun tercîhi insanlık haysiyeti adına mecbûrî tek istikamet olsa gerektir. Ama biz yine de Rousseau’yu görmezlikten gelerek Kant’a bakalım... IX Yeniçağ [Analiz]., 25 Haziran 2005, Cumartesi., s.13; “Analiz” Sıra No: 273; 2005-071; Haziran-11 Kant, Haldûn da dâhil, Tarih’e filozof nazarıyla bakan her derin düşünürün ⎯ ki Üstâd’a nazaran gerçek tarih de ancak budur ⎯ karşılaştığı ve tarih felsefesinin en çetrefilli, en temel problem alanlarından olan “tarihin bir bilim olup-olmadığı” sorusunun üzerinde dururken, onun bir bilim olabilmesi için, bilim olma iddiasındaki her disiplinde olduğu gibi, muayyen kanunlar vaz’ edebilmesi ⎯ daha doğrusu, mevcûdiyetinin keşfedilebilmesi ⎯ imkânının şart olduğunun mükemmelen bilincinde olarak, tarihte de bu şekilde bir kanun idesi aramakta ve bu konuda, en büyük tutamak olarak, Kâinat’ta bir “gaye”nin bulunduğunu ve ayrıca “israf”ın mevcudiyetsizliği”ni 31 32 33 J. J. Rousseau., İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk., s.35-36 J. J. Rousseau., İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk., s.41 R. Sennett., Ten ve Taş., s.25 v.dv. 16 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye temel bir aksiyom şeklinde kabûl etmekle işe başlamaktadır: “Tabiat, gereksiz hiçbir şey yapmaz ve amaçları için kullandığı araçlarda müsrif değildir.”34 Descartes’ın, Tanrı eliyle kurulan ve çalıştırılan bir mekanik makina, bir Tanrısal Makina (Machinarum Divinium) olarak telâkkî ettiği Kâinat’ta peşin bir aksiyom olarak vaz’ ettiği “Tabiat en basit araçları kullanır”35 ve Said Nursî’nin Saâdet-i Ebediye, yani Eskaton için öne sürdüğü burhanlardan olan “Üçüncü Medar’da “Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehâdetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudâttaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyâr ve intihab etmesidir ve bâzan bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gàyeleri takmasıdır. Mâdem israf yok ve abesiyet olmaz; elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder; her şey israf olur” ifâdeleriyle düsturlaştırdığı36 ve aynı zamanda Fizik’in de temel prensiplerinden olan “israfsızlık, en kısa yol, en basit araç, en az enerji” prensipleri, Kant için de cârîdir. Öyleyse, Tabiat ⎯ yine hâtırlatalım, bu terim Kant için bu kontekstte Takdîr-i İlâhî demektir ⎯ ne gibi bir gaye gütmekte olabilir; ne gibi kısa yollar ve araçlar kullanarak? Kant’ın cevâbını biz de ‘en kısa yoldan ve en basit araçları kullanarak’ verelim: Tabiat, insanoğlunun, “hayvansal varlığının mekanik düzeni ötesindeki her şeyi kendisinin yapmasını, içgüdüsü olmadan kendi aklıyla yarattığından başka bir mutluluktan ve yetkinlikten pay almamasını”37 ve “yeteneklerini geliştirmesini” istemektedir ve bu maksatla kullandığı araç da, toplumdaki antagonizmadır, yâni “Toplum Dışı Toplumsallık”.38 Bu, bir antagonizmadır; yâni aralarındaki ihtilâfların 34 35 36 37 “... doğa gereksiz hiçbir şey yapmaz ve amaçları için kullandığı araçlarda müsrif değildir”. [I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Üçüncü Önerme., s.119] Descartes., Felsefenin Prensipleri., VI/187., Bkz.: John Cottingham., Descartes Sözlüğü., s.160, pr: 2’den naklen Bedîüzzaman Said Nursî., Sözler., s.473, st: 1-2 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Üçüncü Önerme., s.119 38 “Ferd olarak Ruh ve Beden gibi birbiriyle gayri kaabil-i imtizâc iki ayrı unsûrun terkîbinden müteşekkîl ve bu îtibarla da bir düaliteler kompleksi olan İnsan, bir başka nokta-i nazardan da yine bir düaliteler kompleksidir. İnsan’ın fıtratındaki bu antagonizma, yukarıda da temas edildiği veçhiyle, onun ancak bir cemiyet içerisinde “insan” olabilmesinden neş’et etmektedir ki, buna göre, İnsan, bir yandan hem kopmaz bir şekilde cemiyete bağlıdır ve hem de cemiyet ile çatışma hâlindedir. Yâni insan, hem “diğerleri”ne, Cemiyet’e muhtaç, bağlı ve bağımlı olmakta, yalnız olamamakta ve hem de kendi başına alabildiğince yalnız, Diğerleri’nden bağımsız, yalnız kendisi ve kendi menfâatleri için var olma isteği taşımaktadır.” “Kant’ın “Toplum–Dışı Toplumsallık” olarak târiflediği bu antagonizma, İnsanlık için en büyük, en ağır, en zorlu problem alanlarından birisi ve hattâ yukarıda zikredilen her üç fonksiyon çemberiyle, ama bilhassa “Korunma” ile de alâkadar olması bakımından da birçok hâllerde birincisi ve Dünya’nın bir cennet olmasına mânî olan en mühim sebeptir diyebiliriz. Toplum-dışı Toplumsallık antagonizmasının bu mühim özelliği, Siyâset’in menşeini oluşturmasıdır. Siyâset, bir yanıyla Uexküll’ün “Korunma Çemberi”nin insan dünyasındaki bir uzantısıdır; bir yanıyla da bu çemberle ilintili olarak, toplum-dışı toplumsallığın bir sonucu. Kezâ, Devlet’in ve Hukuk’un doğuş kaynaklarından birisi de budur. Diğeri ise, aşağıda temas edeceğimiz, maddî/fizikî yanıyla fıtrî olarak Fonksiyon Çemberleri’ne tâbî 17 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye giderilmesi mümkün olmayan bir çelişkiler bütünü. Çünkü, Toplum Dışı Toplumsallık, bir yanıyla insanın herşeye sâhip olmasını dürtükleyen nefsinden, egoizminden beslenen a-sosyal ve hattâ anti-sosyal bir vasfı, diğer yanıyla da insanın toplum olmadan “insan” olamayışından beslenen sosyal bir vasfı hâizdir:39 Yeteneklerin gelişmesini gerçekleştirmek için doğanın kullandığı araç toplumdaki antagonizmdir; öyle ki, sonunda bu antagonizm yasaya uygun bir düzenin sebebi olur. Burada antagonizm ile, insanların toplumdışı toplumsallığını, yani bir toplum olma eğilimlerini, ama bu eğilimin de toplumu hep parçalamayı tehdit eden sürekli bir dirençle bağlantısını anlıyorum. Bu yeteneğin kökünü insan doğasında bulduğu apaçıktır. İnsanda toplumlaşma eğilimi vardır, çünkü toplumsal durumda kendisinin insan olduğunu, yani doğal yeteneklerini geliştirebileceğini daha çok hisseder. Ama onda birey olarak yaşamak, kendisini başkalarından ayrı tutmak için de güçlü bir eğilim vardır; çünkü o kendisinde toplumdışı bir özellik, her şeyi kendi düşüncelerine göre yönlendirme isteği bulur. Bu yüzden insan her yönden direnç bekler, tıpkı kendisinin de başkalarına direnç gösterme eğiliminde olduğunu bilmesi gibi. İşte bu direnç insanın bütün gücünü uyandırır ve tembellik eğilimini aşmasını sağlar. Şeref, güçlülük ve olan insanın, rûhî/mânevî yanıyla da dış-dünyada ontolojik bir karşılığı bulunmayan ve sâdece “İnsan dünyası”na, Geist’a âit olan Hak ve Adâlet gibi “değerler alanı”dır.” “İnsan’da bir yandan fıtratan hayvânî ihtiraslar ve korunma ihtiyâcından ve içtimâîlikten neş’et eden bir toplum-dışı toplumsallık, ve diğer yandan da buna taban-tabana zıt olarak, bir “hak” ve “adâlet” duygusu ve temâyülü bulunmaktadır. Bir düaliteler kompleksi olan ve Carrell’in “meçhûl” olarak adlandırdığı İnsan’da “diğergâmlık” bulunduğu gibi “hodgâmlık” da bulunur: İnsan, bir yandan ontolojik ve epistemolojik olarak bütün varlığın merkezine kendisini, Ben’i kor; bu normal ve tabiîdir. Fakat aynı insan değerler ve menfâatler dünyasının merkezine de kendisini koyma eğilimi taşır. Ve kezâlik insanda bir yandan birlikte olma ihtiyâcı ve temâyülü vardır ve bir de buna karşılık olarak sınırsız hürriyet eğilimi.” “İmdi: İktisat’taki Gossen Kaanunları’nda zikredilen hususlara benzer olarak, kendi kendisini motive eden ve fakat birbiriyle yolları kesişen bütün bu arzu, istek, ihtiyaç, eğilim, tutum ve davranışlar kompleksinin tümünün birden aynı nisbette karşılanması, Eşya’nın tabiatı muktezâsınca, mümkün değildir. Meselâ, her insanda fıtratan mevcut olan kazanma, sâhiplenme gibi eğilimler, şâyet bir limit konmayacak olursa herşeyi kendinde toplamaya kadar varabilir; bu ise toplumsallığa aykırıdır; ama beri yandan bu gibi şeyler de ancak bir toplum içerisinde, toplumsal hayatta karşılanabilecektir. Ama beri yandan, her insanda, sevgi, fedâkarlık, feragat gibi tam aksi istikaamette zorlayıcı kuvvetler yaratan motivasyon kaynakları da vardır. İşte, Siyaset, bütün bu karmaşık motivasyon kaynaklarının ürettiği en komplike bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.” “İnsan’ın fıtratındaki menfâatperestlik ve hodgâmlık, kısacası İhtiras, aynı zamanda insanlığın motorudur; nasıl ki bir yandan en büyük ahlâksızlıkların kaynağı olan, Üreme Çemberi’nin muharrik kuvveti Şehvet diğer yandan neslin temâdiyeti için de an-şart ise ve onsuz insanlık biterse, bilumum Hayvânî Fonksiyon Çemberleri’nin insan dünyasındaki yansımalarının mecmû-u yekûnu olarak nitelendirilebilecek olan İhtiras olmadan da insanlık biter; İhtiras, insanlığın terakkî ve tekâmülünün en başat güç kaynaklarındandır.” 39 [Durmuş Hocaoğlu., “Siyâset ve Kirlilik”., Türkiye Günlüğü., Sayı: 65., Bahar 2001-02, Ankara., s.21-23] I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Dördüncü Önerme., s.120-121 18 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye mülkiyet isteği de eklenince bu direnç, insanı tahammül edemediği ama vazgeçemediği diğer insanlar arasında bir mevki elde etmeye yöneltir. O zaman barbarlıktan insanın asıl toplumsal değerini oluşturan kültüre doğru ilk gerçek adımlar atılmış olur. Artık insanın bütün becerileri yavaş yavaş gelişmekte, beğenisi biçimlenmekte ve ahlaki ayrımlar yapan ilkel-doğal yeteneğini zamanla belli pratik ilkelere dönüştürebilecek bir düşünce tarzının yerleşmesine doğru sürekli aydınlanma sayesinde bir başlangıç yapılmaktadır. Patolojik biçimde zorlanmış olan toplumsal birlik böylece ahlaki bir bütünselliğe dönüşür. İnsanda, bencil çabalarını ilerlettikçe kaçınamazcasına karşılaştığı dirence sebep olan (kendi başlarına alındıklarında hiç de takdire layık olmayan) bu toplumdışı nitelikler olmasaydı, o tam uyumlu, yetinen, karşılıklı sevgiye dayanan bir Arkadyalı çoban hayatı sürdürürdü. Ama o zaman bütün beceriler sonsuza dek çekirdek halinde gizli kalırdı; ve güttükleri koyunlar kadar uysal olan insanlar, hayatlarını, sahibi oldukları hayvanların hayatından daha değerli kılamazlardı. Uğrunda yaratıldıkları amaç, akıl sahibi olmaları, doldurulmamış bir boşluk olarak kalırdı. Bu yüzden insan doğaya, kendisinde, bir uyumsuzluk, kıskançça ve boşuna da olsa rekabet ve mülkiyet isteği, hatta iktidar sahibi olmaya eğilimli doymak bilmeyen arzular yarattığı için şükran duymalı. Bu arzular olmasaydı insandaki bütün üstün doğal yetenekler sonsuza dek gelişmemiş olarak uyuklarlardı. İnsan uyum ister, ama insan türü için neyin daha iyi olduğunu bilen doğa uyumsuzluk ister. İnsan rahat ve hoşnut yasamak ister, ama doğa onun başıboşluktan, eylemsiz yetinme durumundan çıkmasını, çalışmaya ve zorluklara atılmasını ve yine kendi kıvrak zekâsıyla çalışmaktan ve zorluklardan kurtulma yolları bulmasını ister. Bunu olanaklı kılan doğal itilimler, bunca kötülüklere sebep olan toplumdışı kalmanın ve sürekli direncin kaynakları, aynı zamanda insanı, gücünü yeniden toparlamaya, doğal yeteneklerini daha da geliştirmeye teşvik eder. Bu itilimler, yaradanın görkemli işine karışan ve kıskançlıkla onu bozan kötü bir ruhun elini değil, bilge yaradanın düzenini gösteriyorlar. Bu antagonistik zıtlıklardan da elbette çatışmalar çıkar, ama yine barışlar da buradan çıkacaktır: Bir arada yaşayan insanlar arasındaki tabiî hâlin, her zaman îlân edilmiş olmasa bile her ân patlayabilecek gibi görünen bir harp hâli olmasının ve kezâ, harbin, husûsî bir sâike ihtiyacı bulunmayışının ve köklerinin bizzat insan tabiatına uzanmış gibi olmasının aslî sebebi de bu antagonizmadır, ve kezâ, bir barış hâlinin, nihâî safhada ise, içinde, gizlenmiş yeni bir harp vesîlesi bulunmayan ve bütün savaşları hitâma erdirerek bir daha hiç bozulmayacak olan büyük barışın, “Ebedî Barış”ın te’sîs edilmesinin gereği de, zarûreti de yine bu antagonizmadır; hattâ kaçınılmazlığı da! Nitekim, Dokuzuncu Önerme’de, meâlen, tasarısının gizli mekanizmasını kavrayabilecek kadar uzak görüşlü olmamakla berâber, düzenli bir varlık olması hasebiyle gayeden uzak kalamayacağını kabûl etmekliğimiz gereken Tabiat’ın İnsanlık için bir plan hazırlamış olduğunu düşünebiliriz bu da “yetkin bir yurttaşlar birliği”, yâni Ebedî Barış ile kurulacak bir dünya devletidir, diyen Kant, bu oluşumun merkez noktası olarak Avrupa’yı nasıl tâyin ettiğini de şöylece anlatır:40 “Nitekim eğer biz, kendilerininkinden daha eski bütün tarihleri ya da çağdaşı oldukları tarihleri tanıyan, yahut en azından onların inandırıcılığını kabul eden Grek tarihinden yola çıkarsak, sonra da Grek devletini içine sindiren Romanın siyasal yapısının düzgün ve bozuk biçimlenmeleri üzerine Greklerin etkisini izlersek, ve sonra da Romanın, onu 40 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Dokuzuncu Önerme., s.128 19 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye yıkan barbarlar üzerine etkisini günümüze dek izlersek; en sonunda da, bu aydınlanmış uluslar sayesinde, üzerinde bilgi edindiğimiz diğer halkların siyasal tarihini eposlar tarzında bunlara eklersek, kıtamızın siyasal anayasalarında düzenli bir ilerleme buluruz (ve kıtamız bununla belki de bütün öbür kıtalara yasalar sağlayacaktır).” Bu “büyük umut” muhakkak tahakkuk etmeli/ettirilmelidirdir; aksi takdirde sâdece insanlığın Rousseau’nun övgü dizdiği vahşet değil, Tabiat’ın anlamsızlığı gibi çok daha büyük, makro bir problemle karşı karşıya kalmamız mukadder olacaktır. Yâni vazıyet bu derece mühim, Avrupa’nın ve Avrupalı’nın omuzlarındaki mes’uliyet bu derece ağır. X Yeniçağ [Analiz]., 28 Haziran 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 274; 2005-072; Haziran-12 Kant’ın bütün insanlığı kucaklayan bir dünya federasyonunu hedefleyen Avrupa Federasyonu konusundaki felsefî görüşünün çok kısaltılabilecek hulâsası bu: Tabiat’ın, Âdemoğulları’na yüklediği vazîfe, ağır-ağır ama sürekli bir ilerleyişle ⎯ adetâ “gündüz”ün “gece”den, “hayat”ın “ölüm”den çıkması gibi ⎯ “savaşlar”dan bir daha bozulmayacak, müstakarr, ebedî bir barışa doğru gidiş! Bu savaşlar, insan fıtratının ⎯ yâni “tabiî hâl”in ⎯ gereği, bidâyetinden beri var olmakla “ezelî”dirler diyebiliriz. Şu hâlde, Kant’ın fikrince, “Ebedî Barış”, “Ezelî Savaşlar”ın içinden çıkacaktır. Kant’a göre bunun aslî sebebi, insan eylemlerinin de netîceten, bir tabiat olayı olması ve tabiatiyle, tabiat kanunlarına bağlı, ve, hür irâdenin de, geniş planda ele alındığında, bir ilerlemeye tâbi’ oluşudur.41 Bu noktada, Kant, 20’nci yüzyılda kurulan Kaos teorisini öncüleyen bir görüşle, tabiatta düzensiz ve evvelce tam olarak kestirilemeyen olayların sonucunun düzenliliğe varışından ⎯ yârınki veya birkaç gün sonraki hava tahmînini tam yapamamakla berâber, tabiatın düzenliliği gereği mevsimlerin ardarda geleceğinden emîn olmamız gibi ⎯ hareketle, nasıl ki Kaos’tan (karmaşa) Kozmos (düzen) çıkmakta ise, benzer şekilde, düzensiz (gibi görünen) insan eylemlerinin de düşe-kalka yüksek bir düzene doğru ilerlediğine inanmaktadır ki bu, Savaş’tan Barış’a giden süreçtir. Ancak, ne var ki, yine de, insanoğlu, her ne kadar tabiat kanunlarına tâbi’ olsa da “insan”dır; kör bir mekanik otomat değil. Binâenaleyh, işbu Ebedî Barış’ın te’sîsi, yine de insanlığın irâdesiyle başarılabilecek bir muzafferiyyet olacaktır ve bu sebepledir ki, Kant, yine de kırık ve buruk bir umutla konuşmaktadır; nitekim, bu “büyük umut”un muhakkak tahakkuk etmesi / ettirilmesi gerektiğini ifâde eden, “Çünkü, bütün diğer şeylerin ereğini kendisinde toplayan, en üstün bilgeliğin ortaya çıkmasında başlıca rolü oynayan insanlık tarihi, eğer bütün diğer şeyler karşısında sürekli bir kusur olarak kalacaksa, o zaman doğanın akıldışı olan alanında yaratılışın görkemini ve bilgeliğini 41 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Dördüncü Önerme., s.117 20 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye övmeye, onu derinden düşünmeye ne gerek vardır? Böyle bir manzara bizi tiksintiyle uzaklaşmaya zorlar; bizi, onun ardında duran, tamamlanmış bir ereğin hiç bulunamayacağı umutsuzluğuna düşürüp bu amaca ancak başka bir dünyada erişeceğimiz umuduna yol açar” şeklindeki cümleleri de42 bunu açıkça göstermektedir. Yâni, Kant’ın tasarlamış olduğu Avrupa Federasyonu, münhasıran Avrupa için değil, bütün insanlığın selâmeti olacak olan Ebedî Dünya Barışı için ilk safhadan başkası değildir ki burada Kant’ın, “Gökler Teorisi”nde bir galaksinin teşekkülünde belirli bir noktada bir gravitasyon merkezinin oluşmasına benzer bir rolü, Avrupa’ya verdiğini söyleyebiliriz. Şu hâlde, nihâî hedef Avrupa değildir, ama Avrupa “merkez”dir; eğer orada ebedî barış kurulamayacak olursa, bu, dünyada da asla kurulamayacağı anlamına gelmektedir. Acaba, Kant’ın bu büyük umudu ne derece kuvveden fiile çıkabilir? Gerçekten de insanlar arasında hiç bozulmayacak, ebedî bir barış mümkün olabilir mi? Ebedî Barış, “içinde gizlenmiş bir savaşın tohumlarını taşımayan ve sâdece bir savaşı değil bütün savaşları bitirerek dünya çapında bir âdil yurttaşlar cemiyeti, bir milletler ligi te’sîs etmek” ile kabil olduğuna binâen, böyle bir tasavvurun gerçekler dünyasında teşahhus ve tecessüm etmesi beklenebilir mi? Bunun irdelenmesi elbette apayrı bir konu teşkîl eder; ancak, bizzat bu güzel rüyanın teorisyeninin kendisinin dahi îtiraf ettiği üzere, harbin kökleri, bizzat, yaratılmış olduğu eğri odundan dümdüz çıkacak hiçbir şey yontulamayacak olan insanın rûhunun derinliklerine gömülü olduğuna göre, böyle bir tasavvur, ancak tekâmül ede-ede hatâdan münezzeh bir seviyeye terfî eden bir ideal insanlık tipine ulaşılmasını da öngörüyor demektir ki bu vazıyette, Ebedî Barış’ın bir “ebedî hayâl” olmaya mahkûm olduğunun da kabûl edilmesi gerekecektir.43 Zîra, nasıl ki sonlunun gelişmesi hiçbir zaman sonsuza kadar ulaşamaz ise, hâtalının gelişmesi de hatâsızlığa ulaşamaz ve kezâlik, böyle bir tasavvur, Hegel’in diliyle söylenecek olursa, insanlık için bir zarûret mesâbesinde bulunan, “insanın kendindeki tüm ferdiyet, sâhip olduğu ve olabileceği bütün başka ilgiler ve gayeleri bir kenara bırakarak damarlarındaki bütün istekle kendisini belirli bir konuya adadığı, bu gaye üzerinde bütün ihtiyaç ve güçlerini yoğunlaştırdığı zamanki ilgi” olan ve Tarih’in motoru hükmündeki İhtiras’ın44 da topyekûn ifnâsını gerektireceği için insanlık ile çelişkindir. Bu sebeple böyle bir müstakarr barış, ancak belki bir tek kıt’ada, Kant’ın merkez addettiği Avrupa’da kurulabilir; ama o da ancak, içine aldığı milletleri bir tek millete ve devletleri de bir tek devlete dönüştürmek şartıyla. Nitekim, bu teze detaylı bir eleştiri kaleme alan T. Carson’ın da üzerinde durduğu gibi, üyeleri olan devletlerin birliği ile oluşacak olan bu büyük devletler liginin âkıbeti, Kant’ın, müeyyide uygulayacak bir askerî güç öngörmemesi yüzünden, te’mînatsızlığa mahkûmdur.45 42 43 44 45 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Dokuzuncu Önerme., s.129 Bkz.: msl: Gabriel L. Negretto., “Kant and the Illusion of Collective Security”., Journal of International Affairs., Winter93, Vol. 46, Issue 2., pp.501-523 Hegel., Tarihte Akıl., s.86, pr.3 Thomas Carson., “Perpetual Peace: What Kant Should Have Said”., Social Theory and Practice., Vol. 14, No. 2, 1988, Summer., pp.173-214 21 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye XI Yeniçağ [Analiz]., 01 Temmuz 2005, Cuma., s.13; “Analiz” Sıra No: 275; 2005-073; Temmuz-01 Kant’ın tasavvur etmiş olduğu, bütün insanlığa Tabiat tarafından verilmiş bir görev olan Ebedî Dünya Barışı’nın kurulabilmesi gerçekten güzel ama çok zor; hattâ muhtemelen imkânsız. Biz insanız, kavga çıkarırız, kan dökeriz; hepimizin atası, önce Peygamber Hz. Âdem, sonra da bir kısmımızın atası, O’nun kardeş kaatili oğlu olan ve Hz. Peygamber’in, “cinayeti âdet edenlerin ilki” diye tavsîf ettiği Kâbil’dir. Biz insanız, her şeyin merkezine kendimizi koruz; cemiyet olmadan yaşayamayız, hattâ var bile olamayız, ama diğer yandan da, en azından, Allah’ın sâlih kulları insân-ı kâmiller müstesnâ, herkes, önüne bir engel çıkmayacak olursa, herkes, herşeyi kendisi için ister. Biz insanız; Pierre Bayle’ın tâbiriyle, “bütün sistemlerin sindirmekte zorlandıkları en sert lokma”. Hele bir de bütün kürre-i arzdaki insanların tamâmının ve üstelik hiç bitmeyecek bir barışa katılması; olacak gibi değil! Hattâ, olup-olmayacağı bir yana, olması gerçekten de iyi mi olur diye düşünmek dahi gerekir. Hegel, takrîben 1801-1802 civârında yazmış olduğu “Ahlâk Sistemi” (System der Sittlichkeit) isimli eserinde, ahlâkîliğin, hayâtiyetini ancak, kendisinden farklı olan birisinde gösterebileceğini söylemektedir ki, bu, kendisinden farklı olan, “düşman”dır.46 Bu sebeple, tekrar edelim: Böyle bir müstakarr barış, ancak belki bir tek kıt’ada, Kant’ın merkez addettiği Avrupa’da kurulabilir; ama o da ancak, içine aldığı milletleri bir tek millete ve devletleri de bir tek devlete dönüştürmek şartıyla. Çünkü, ancak kendi içinde tam bir “birlik ve bütünlük” olusturan, kendi içinde sağlıklı bir barış kurabilir ve birlik ve bütünlük denen şeyin kemâl şekli ise “millet”tir. Avrupa, ancak ve yalnız, bir tek devlet, bir tek halk, bir tek millet olduğu takdirde asıl hedefine varmış olabilecektir. İşte, “Pax Europeana” olarak da adlandırılan ve Avrupa’nın bir barış adasına dönüştürülmesi şeklinde de özetlenebilecek fikri müdâfaa edenlerin hepsinin, ancak Avrupa halklarının tam birliği ile sonuç alınabileceğinde ısrar etmelerinin sebebi budur. II. Harp’ten sonra Avrupa’nın çöküşünü durdurmak için baş role soyunan Churchill “Hristiyan ahlâkının ve Hristiyan îmânının çeşmesi, antik ve modern bütün bilim ve felsefelerin menbâı, asîl kıt’a” ifâdeleriyle başladığı 19 Eylül 1946 tarihli meşhur Zürih Üniversitesi nutkunda bu hedefi şöyle belirtiyordu:47 “... Çözüm, Avrupa Ailesi’ni veya elimizden gelen kadarını yeniden yaratmak, ona barışın, güvenliğin ve özgürlüğün oturtulacağı yapıyı kazandırmaktır. Bir çeşit Avrupa Birleşik Devletleri oluşturmalıyız. Bu şekilde, milyonlarca çalışan insan, hayatı yaşanılır kılan basit zevkleri ve umudu yeniden kazanabilir. Süreç basittir. Bütün gereken, yüz milyonlarca erkeğin ve kadının yanlış yerine doğru yapmasını ve kötülük yerine iyiliğin getireceği mutlu günleri yaşamalarını sağlamaktır. 46 47 Bkz.: Shlomo Avineri., “The Problem of War in Hegel’s Thought”., Journal of the History of Ideas., Vol. 22, No. 4 (Oct., 1961), pp. 463-464 Sir Winston Churchill., “We Must Build A Kind of United States of Europe!”., An address at the University of Zurich, 19 September 1946., Ayşe Banu Karadağ trafından yapılan yayınlanmamış tercüme. 22 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye “.... Neden bu çalkantılı ve güçlü kıtanın aklı karışmış insanlarına, geniş bir yurtseverlik ve ortak yurttaşlık duygusu veren bir Avrupa grubu olmasın? Ve bu grup neden diğer büyük gruplaşmalar arasında haklı yerini almasın? Niçin ileriye bakarak insanların geleceğini şekillendirmeye yardım etmesin? Bunun gerçekleştirilmesi için, pek çok dili konuşan milyonlarca ailenin bilinçli katılımıyla ortak bir eylem inancı olmalıdır. Konuşmasının müteâkip kısmında, Avrupa’nın düşüşünün müsebbibi olarak, “Almanya’nın dünyaya hükmetme konusundaki boş ihtirası”nı gösteren ve bunun da Moğollar’ın on dördüncü yüzyıldaki işgalinden bu yana görülmüş en büyük saldırganlık olduğunu belirten Churchill, geçmişin geri getirilememekle birlikte, “Eğer Avrupa sonsuz sefaletten, son kötü kaderden kurtulacaksa bu, Avrupa Ailesi inancının hayata geçirilmesiyle olmalıdır” derken ifâde ettiği “Avrupa âilesi”nden neyi kastettiğini de yine aynı sebeple, “resmî adı ne olursa olsun, Amerikan modelli federal bir devlet, bir Avrupa Birleşik Devletleri” olarak teşahhus ettirmiştir. İmdi; birden fazla millet var ise birden fazla farklı menfaat istikametleri de var demektir; işte problemin kökü burada ve Kant’ın Dünya Federasyonu teorisinin belki en zayıf tarafı da burası! Eğer bir dünya federasyonu olacaksa, bu, bütün dünyanın veya şâyet bir Avrupa federasyonu olacaksa bu, bütün Avrupa’nın “devletler topluluğu” (civitias gentium) şeklindeki teşkîlâtı ile bir arada ilelebed gidebilemez; yâni Kant’ın kozmopolitan patriyoritozminde açığa çıkan zaaf, teorinin aksayan ayağını oluşturmaktadır: Hem kozmopolitanizm, hem patriyotizm; ne yârdan ne de serden olabilmek! Ya birisi olmalı, ya da öteki; ya millî bir devletle müşekkel bir gerçek patriyotizm, veya gerçek bir kozmopolitanizm, yâni bir anlamda “dünya milliyetçiliği”. İşte şimdi Avrupa’nın kapısını çalan zorlu imtihan da burada zuhur etmiş bulunmaktadır; bu, Avrupalıların, millî devletleri ile, onları yutarak vücud bulacak olan Avrupa Birleşik Devletleri arasında bir tercîh yapmanın eşiğinde olduklarını daha vâzıhan görmüş bulundukları kritik noktadır. Şu hâlde, AB’nin geleceği Kant ve Hegel arasındaki düellonun netîcesine bağlıdır diyebiliriz. ... mükerrreren: Hangisi? XII Yeniçağ [Analiz]., 05 Temmuz 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 276; 2005-074; Temmuz-02 “AB’nin geleceği Kant ve Hegel arasındaki düellonun netîcesine bağlıdır diyebiliriz... mükerrreren: Hangisi?” demiştik. Evet: Acaba, hangisi bu düellodan galip çıkacak? 19. asır Avrupasında Milliyetçilik ve Ulus-Devlet ile Kozmopolitanizm ve Birleşik Avrupa idealleri, bir bakıma birbiri ile yarış hâlindedir. Devir esas olarak, yarışı açık farkla önde götüren milliyetçiliğin muzafferiyyet devridir diyebiliriz. Fakat, milliyetçiliğin bu versiyonunun git-gide tırmanan kan dökücülüğüne ve kıyıcılığına 23 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye paralel olarak, ilk bakışta garip ve tuhaf olduğunu düşündürecek bir şekilde kozmopolitanizm de yükselme trendine girmiştir. Bu suâlin cevâbını irdelerken dikkat çekilmesi gereken mühim bir husus, Kantgil Kozmopolitanizm’in, bir bakıma, Hegel’in felsefesine aykırı ve fakat diyalektiğine uygun bir şekilde, Avrupâî milliyetçiliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Acaba neden? Fikrimce, birinci “acaba”nın cevabı, işte bu ikinci “acaba”nın cevâbının içinde gizli olsa gerektir ki bu da yine felsefî bir analiz anlamına gelir; ancak, değer de. Değmeden de öte, ucuz ⎯ hattâ çoğunlukla ucuzdan da öte müptezel ⎯ beyin ifrâzatlarının fikir diye orta yerde gezindiği bahtsız bir ülkede bu iş bir vecîbedir ve hattâ farzdır da ⎯ en azından farz-ı kifâye. ÌÌÌ İmdi; Hegel felsefesi, kendisine çok şey borçlu olduğu bizzat Hegel tarafından “hiçbir önermesi yoktur ki, Mantık’ıma uyarlamamış olayım” şeklinde dürüstçe ifâde edilen ve ilk defa, fikirlerinin müphem ve zor anlaşılır olması hasebiyle “karanlık” ünvânıyla da anılan Antik Grek filozofu Herakleitos (535-470 veya 540-480) tarafından temellendirilen ve “oluş yoktur, sâdece varlık vardır” diyen Elea filozoflarının statik varlık anlayışı yerine “varlık yoktur, sâdece oluş vardır” şeklinde özetlenebilecek bir prensibine dayanan dinamik varlık anlayışı üzerine binâ edilen ve bilâhare Marxist felsefenin de omurgasını oluşturan Diyalektik Mantık ve onun rüknü olan “değişim” üzerine kuruludur. Hegel’e göre Düşünce ile Varlık bir ve aynı şeydir ve binâenaleyh, Düşünce’nin (Mânâ’nın) diyalektiği ile Varlık’ın (Madde’nin) diyalektiği aynıdır; aynı kökten gelmedir ve aynı gerçeğin iki yüzüdür. Çünkü, O’na göre, Diyalektik, sadece bir akıl yürütme metodu değil, Tabiat’ta ve Tarih’te kendisini gösteren Geist’ın değişmesinin ve gelişmesinin ifâde tarzı, bir anlamda “anayasa”sıdır. Şu hâle göre, herşey durmadan değişir; Varlık, ya da var-olmak, değişmek demektir. Fakat bütün bu değişmenin arka-planında, Mutlak Varlık olan ve bütün varlıkları (tek-tek ferdî varlıkları) kaplayan ve kendisinden çıkaran şey, yâni Geist bulunmaktadır. Hegel Diyalektiği’nin özü “Çelişme, Zıtların Birliği ve Mücâdelesi ve Sentez” olup, buna göre, ilkin, her şeyin, kendisi ile çelişki içerisinde olan bir zıddı vardır; bu, Çelişme prensibidir. Beri yandan çelişki dışta değil içtedir, yâni, her şey, kaçınılamaz bir şekilde kendi zıddını kendi içinde taşır, ondan ayrılamaz ve fakat aynı zamanda da onunla mücâdele hâlindedir; bu da Zıtların Birliği ve Mücâdelesi prensibidir. Yâni: Her şey bir ‘tez’dir; fakat hiç bir şey “değişim”den müstağnî, sâbit ve müstakarr olmayıp, kendi zıddı olan ‘anti-tez’ini de içinde taşır. Bunların her ikisi bir arada mündemiç iken dahi öncelikle, aralarında zıtlıktan kaynaklanan bir ‘muhâlefet’ mevcut olup bu muhâlefet kemmiyet (nicelik, kantite) îtibâriyle büyüyünce “mücâdele” başlar. Tez, varlığını korumak, anti-tez ise bu varlığa son vermek ister; netîcede, mücâdelenin belirli bir nicelik değeri aşılınca devrim niteliğinde bir dönüşüm vuku’ bulur; niceliksel (kemmî, kantitatif) birikim, niteliksel (keyfî, kalitatif) bir hâle inkılab eder; tez yıkılır ve ortadan kalkar. Fakat meydana gelen ‘yeni’ tam tamına anti-tez’in kendisi de değildir; daha doğru bir ifâde ile, ne ‘tez’dir, ne de ‘anti-tez’, her ikisinin devâmı ve netîcesi olan yepyeni bir şeydir: “Sentez”. İşte, bu da Sentez prensibidir. 24 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Tez, varlık’tır, Antitez bu varlığın inkârı (nefy, negation), Sentez ise ‘inkârın inkârı’ (nefyin nefyi, negation of negation) ve yeni bir varlıktır. Tez’in “kendisine yabancılaşma” (alienation) süreci de olan bu süreç ile ortaya çıkan Sentez de bir varlık olmak îtibâriyle netîcede bir ‘tez’den başka bir şey değildir ve kendi zıddını yâni antitezini de içinde taşır; böylece “tez, anti-tez, sentez”den oluşan bu üçlü çevrim her şey için, her zaman ve mekân için geçerli bir ve tek kanun olmaktadır. Ne var ki, bu değişimin ilânihaye sür-git devam etmeyeceğini düşünen Hegel, değişimi bir noktada durdurur; içtimâî planda değişimin durduğu nokta, O’nun Augustinus felsefesinden aldığı ve çağımızda Fukuyama tarafından daha basit bir uyarlamasına teşebbüs edilen “Tarihin Sonu” olup bu da, yine Hegel’e göre, İdeal Devlet olan ve ideal olduğu için de antitezi bulunmayan Prusya devletidir. Yâni, bidâyetinde dâimî değişmeden yola çıkan Hegel, nihâyetinde değişmezliğe varmış olmaktadır. Ancak, tarih, Hegel’i tekzîb etmiş bulunmaktadır: O, gerçekten değişmektedir; muhtemelen paradoksal bir biçimde, Hegel’i aşan Hegelgil bir mantık ve metodla. XIII Yeniçağ [Analiz]., 08 Temmuz 2005, Cuma., s.13; “Analiz” Sıra No: 277; 2005-075; Temmuz-03 Kantgil Kozmopolitanizm’in Hegel Patriotizmi ile aynı çağda yükselmesinin, Hegel’in umûmî felsefesine aykırı ve fakat mantık ve metoduna uygun olarak açıklanabileceğini söylerken, bu olgunun sâdece tarihin belirli bir dönemine hasredilmesinin de hatâlı olacağını eklemeden geçmemeliyiz. Filhâkîka, ister Kant versiyonunda olduğu gibi “patriyot”, ister “vatanseverlik hürriyet için bir tehdittir” diyen [“Patriotism, A Menace To Liberty” (1911)] Emma Goldmann’ın “anarşist” versiyonunda olduğu gibi “antipatriyot” olsun, Kozmopolitanizm ile Patriyotizm’in, aşağı-yukarı bütün tarih boyunca, yan-yana mevcut olageldiğini söyleyebiliriz. Nitekim, tarihte bilinen en kıdemli devlet formasyonunun ortaya çıkmış bulunduğu ve aynı zamanda bilâ fâsıla en uzun süre devam ettiği Eski Mısır’da vatanseverlik ile kozmopolitanizm ve dünya devleti idealleri adetâ yaşıt olduğu gibi, meselâ Eski Yunan’da edebî olarak Homeros’un, Iliada’da bilhassa Hector’un şahsında yücelttiği,48 felsefî olarak da Platon ve Aristoteles’in birçok eserinde temellendirdiği Grek vatanseverliği ve milliyetçiliği ile yine aynı çağlarda Stoacılar’ın kozmopolitanizmi de yaşıttır. Yapışık düşman kardeşliği Roma’da da devam etmiş, İmparator Marcus Aurelius’un katı vatan aşkı ve disiplinli ahlâk üzerine temellendirilmiş patriotizmi ile, büyük kısmı îtibâriyle pagan Roma’nın Hristiyan vatandaşlarına uyguladığı görülmemiş zulümlerin eseri olan Din ile Devlet arasındaki çatışmalar döneminde, Roma’nın çökmesinde yıkıcı bir te’sir icra edecek 48 Msl., bkz: Moses Hadas., “From Nationalism to Cosmopolitanism in the Greco-Roman World”., Journal of the History of Ideas., Vol. 4, No. 1., Jan. 1943., pp.105-111 25 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye kadar yükseliş dahi kaydedebilmiştir.49 Sonraki tarihlerde Roma’yı yıkmak üzere gelen barbarların Kilise tarafından ehlîleştirilerek modern Avrupa milletlerine dönüştürülmesi ile vatanseverlik tekrar tırmanışa geçmiş; ancak daha sonra, modern milliyetçilikler çağı ile birlikte, her türlü vatanı ve düzeni reddeden Anarşizm yanında Marksizm de kozmopolitan bir ideoloji olarak milliyetçilik ve vatanseverliğe paralel bir ilerleme sağlamıştır. İşte, teferruatta aralarında farklar olsa da esas olarak kozmopolitan bir karakteri bulunan, bütün Avrupa millletlerini ve devletlerini velev konfederasyon, federasyon veya herhangi bir başka usûlle bir araya toparlayarak milletler ve devletler üstü bir Avrupa birliği inşâ etmeye yönelen bilumum fikirler de bu dönemde yükselmiştir. Milliyetçilik ve vatanseverlik (patriyotizm) ile zıddı ve muhâlifi olan kozmopolitanizm arasındaki bu kavgalı birliktelikte kıdem ve başat rol ikincisinin değil birincisinin olmuştur. Çünkü kozmopolitanizm, esas olarak aktif değil pasif bir eylem ve fikirdir; bir “anti”dir, bir “zıd”dır, zıddı olmadan kendisi olamaz. Bunun yanında, bu kavgalı birliktelik, Hegel’in kavaramıyla “zıdların birlikteliği”, her ne kadar Hegel diyalektiğinin metoduna ve mantığına uygunsa da sonuna kadar değildir; zîra, bu birlikten bugüne dek sentez olduğu söylenebilecek pek birşeyler çıkmamış, doğrudan ya da dolaylı, birisi – hemen ekseriyetle de patriyotizm - galip gelmiştir. Meselâ, felsefî temel olarak kozmopolitan bir ideolojiyi, nihâî safhada ise önce bütün dünyayı kapsayan “Tüm Halkın Devleti”ni50, sonra da Devletsiz Dünya’yı hedef ittihaz edinen 49 50 Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’ndaki yayılması sırasında git-gide artan nisbette mâruz kaldığı kötü ve alçaltıcı muâmeleler, Hristiyanlar’da Roma devleti ile, O’nu kendi devletleri saymamaya kadar varan bir psişik bir kopuk yaratmış; buradan da bir “Hristiyan Kozmopolitanizmi” doğmuştur. Buna mukabil, putperest Romalılar da, yıkıcı bir faaliyet olarak gördükleri Hristiyanlığı ve Roma’nın düşmanı olarak kabûl ettikleri Hristiyanları, Roma’nın hızlı çöküşünün bir numaralı müsebbibi addetmeye başlamışlardı. Buna göre, Roma’nın başına gelen bütün musîbetler, Roma tanrılarının, kendilerinden uzaklaşmaya başlayan Romalıları cezâlandırmak kastıyla gönderdikleri felâketlerdi. William Ebenstein, Roma’nın son yıllarındaki bu vazıyeti şu şekilde tasvîr etmektedir [William Ebenstein., Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri., s.69-70]: “Roma Vizigotlar tarafından M.S. 410 yılında yağma edildiğinde, en yaygın açıklama bunun kabahatini Hıristiyanlara yükleyen tarzdaydı. Hıristiyanlık resmen M.S. 313 yılında Roma İmparatorluğu’nda müsamahaya mazhar sayıldı ve seksen yıl sonra putperestliğin engellenmesi ve yasaların zoruyla devletin resmî dini haline geldi. Roma’nın M.S. 410’da çöküşü Hıristiyanlığın zaferinden hemen sonra vuku bulduğu için, birçok putperest, hatta bazı Hıristiyanlar ⎯ o güne kadar resmen yıkıcı bir faaliyet olarak görülen ⎯ Hıristiyanlığın yükselişiyle Roma iktidarının zayıflaması arasında bir bağ görme eğilimindeydiler. Geleneksel putperest üst sınıf Romalı bakış açısına göre, öte dünyaya yöneliş, tevazu, barışseverlik, devlet işlerini küçük görme ve saygı duyulan millî mukaddesattan nefret gibi Hıristiyan nitelikleri Roma’nın gücünü sürekli olarak baltalamaktaydı. Herşeyden öte, Hıristiyanların, Roma’ya sadakati sadakatlerin ilki olarak görmeyi reddetmeleri; bir yabancı dini ailenin, toplumun ve devletin üstünde görmeyi aralıksız sürdürmeleri, “Roma ya karşı” bir sadakatsizliğin suç üstü beyanı olarak belirmiş olmalı.” Marksist teoride, Evrensel Komünizm’in nihâî safhasından bir öncekiş devlet olan “Tüm Halkın” Devlet”ini Rosenthal ve Yudin şu şekilde tanımlamaktadırlar: TÜM HALKIN DEVLETİ, bütün halkın çıkarlarını ve iradesini ifade eden bir devlet, komünizmin vücut bulması için bir alet. Tüm halkın Devleti SSCB’nde sosyalizmin tam ve nihai zaferinin bir ürünü olarak ortaya çıkmış, ve proletarya diktatörlüğü devleti kendisine düşen tarihsel görevleri tam olarak ifa ettikten ve toplum komünizmin tam-çapta vücut 26 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Marksizm, “işçilerin vatanı yoktur, sâhip olmadıkları şey ellerinden alınamaz”51 sloganını bir prensip hâline dönüştürmesine rağmen, eninde-sonunda patriyotizme mağlûp olmuştur; hem de Berlin duvarından çok önce. Nitekim, tek bir örnek olarak, Lenin’in Proletkült taraftarlarına karşı en umûmî mânâda Rus millî kültürünü, aslen bir Gürcü ⎯ daha doğrusu, Joseph Vissarionovich Dzhugashvili nâm bir Gürcü Yahûdisi ⎯ olmasına rağmen kendisini Rus hisseden Stalin’in “Marksizm ve Dil Üzerine”de Rus dilini savunurken göstermiş olduğu celâdeti vermek kâfi olsa gerektir.52 Bunun yanında, belirli bir topluma aît olan ve belirli bir asabiyeye dayanan Milliyetçilik ve Patriyotizm’den farklı olarak Kozmopolitanizm, herkese âit olmakla hiç kimseye âit 51 52 bulması dönemine girdikten sonra, Tüm Halkın Devleti onun yerini alır. Tüm Halkın Devleti’nin başlıca özellikleri şunlardır: bir sınıf baskısı için bir alet değildir, tek bir sosyal temel üzerinde yükselir ve komünist kamusal (public) öz-yönetim’e geçişte bir temel taşıdır. Tüm Halkın Devleti komünizmin tam zaferine kadar varlığını korur. “Tüm halkın iradesini dile getirerek, o, komünizmin maddi ve teknik temellerinin hazırlanmasını organize eder, ve sosyalist ilişkileri komünist ilişkilere dönüştürür, ve emeğin ölçümü ile tüketimin ölçümünü baştan sona kontrol eder, halkın refahını yükseltir, vatandaşların haklarını ve özgürlüklerini, sosyalist kanun ve düzeni, ve sosyalist mülkiyeti korur, halkı bilinçli bir disipline ve çalışma konusunda komünist bir tutuma sokar, ülkenin savunma ve güvenliğini garanti altına alır, sosyalist ülkelerle kardeşçi işbirliğini geliştirir, dünya barışını korur, ve bütün ülkelerle normal ilişkiler yürütür” (SBKP programı). [M. Rosenthal, P. Yudin., Materyalist Felsefe Sözlüğü., s.506] “İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şey ellerinden alınamaz. Her ülkenin proleteryası ilk önce siyasal iktidarı ele geçirmek, ulusal sınıf haline gelmek, bizzat uluslaşmak zorunda olduğundan kelimenin burjuva anlamında değil, ama bu anlamda ulusaldır” [K. Marx, F. Engels., Manifesto: II: Proleterler ve Komünistler., s.59, pr: 1/2] Marksist felsefe gereği, bütün varlık ve oluşun temel kanununun Diyalektik olduğunu kabûl eden Stalin, Dil söz konusu olduğunda, O’nun diyalektik kanunalrdan bağımsız olduğunu ileri sürmektedir [Marksizm Ve Dil Üzerine., s.16]. Nitekim, “... dil, üstyapıdan köklü bir biçimde ayrılır. Sözgelimi, Rus toplumunu ve Rus dilini alalım. Rusya’daki eski, kapitalist altyapı son otuz yıl içinde ortadan kaldırılmış ve yeni, sosyalist bir altyapı kurulmuştur. Bunun sonucunda, kapitalist altyapı üzerinde yükselen üstyapı da ortadan kaldırılmış ve sosyalist altyapıya uygun düşen yeni bir üstyapı yaratılmıştır. Dolayısıyla eski siyasî, hukukî, kurumların yerini yeni, sosyalist kurumlar almıştır. Ama bütün bunlara karşın, Rus dili, Ekim Devriminden önce nasılsa genellikle öyle kalmıştır.” diyerek, Rus dilinin ve dolayısıyla Rus kültürünün kesintisizliğini savunan Stalin [a.e., s.10], ileriki sayfalarda şunları söylemektedir [a.e.,s.11-12]: “... dil üstyapıdan köklü bir biçimde ayrılır. Dil, belli bir toplumdaki eski ya da yeni, şu ya da bu altyapının bir ürünü değil, toplumun ve altyapıların yüzyıllardır süregelen bütün bir tarihî sürecinin ürünüdür. Belli bir sınıf tarafından değil, bütün toplum tarafından, toplumdaki bütün sınıflar tarafından, yüzlerce kuşağın çabalarıyla yaratılmıştır. Dil, belli bir sınıfın gereksinimlerini karşılamak amacıyla değil, bütün toplumun, toplumdaki bütün sınıfların gereksinimlerini karşılamak amacıyla yaratılmıştır. İşte dilin bütün toplum için tek bir dil olarak, o toplumun bütün üyeleri için ortak bir dil olarak ve bütün halkın ortak dili olarak yaratılmış obuasının nedeni budur. Dolayısıyla dilin insanlar arasında bir haberleşme aracı olma işlevi, öteki sınıfların zararına tek bir sınıfa hizmet etmek değil, ayırım gözetmeksizin bütün topluma, toplumdaki bütün sınıflara hizmet etmektir. Bu nedenle dil eski, cançekişen düzene olduğu kadar yeni, yükselen düzene de, eski altyapıya olduğu kadar yeni altyapıya da, sömürenlere olduğu kadar sömürülenlere de hizmet edebilir.” “Herkesin bildiği gibi, Rus dili bugün nasıl Rus toplumunun sosyalist düzenine ve sosyalist kültürüne hizmet ediyorsa, Ekim Devriminden önce de Rus kapitalizmine ve Rus burjuva kültürüne hizmet etmiştir.” 27 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye olamama tehdîdi altına bulunduğu gibi, yine bu sebeple de asabiyesiz kalmaktadır ve bu da Haldûn’un nazariyesine binâen ciddî bir zaaf ve mukavemetsizlik teşkîl etmektedir ki bu da O’nun öncelik ⎯ yâni inisyatif ⎯ sâhibi olmasını neredeyse imkânsız kılmaktadır. Hegel’in mantığına ve diyalektiğine “zıdların birliği” açısından uygunluk arzedilmesine karşılık bir senteze yol açılamaması, burada bir aykırılık yaratmakta ve her iki zıddiyet arasındaki münâsebetin Yunânî menşe’li diyalektik ile İrânî menşe’li düalitenin bir nevi’ eklektizmi gibi bir sonuç yaratmaktadır. Yine belirtilmesi gereken bir başka husus da şudur ki, yukarıda anlatılanlara binâen, bir dinin ancak ve yalnız, adı ne olursa olsun, bir başka din ve/veya dinleştirilen bir başka şey tarafından yerinden oynatılabilmesi gibi, bir asabiye, milliyetçilik ve vatanseverlik de, esas olarak ancak, adı ne olursa olsun, bir başka asabiye, milliyetçilik ve vatanseverlik tarafından yerinden oynatılabilmektedir ve bu noktai nazardan bakılınca, Avrupa Birleşik Devletleri projesinin elitlerinin niçin bir yeni asabiye, bir yeni vatan ve bir yeni milliyetçilik inşâ etmeye gayret ettikleri açıkça görülebilmektedir. XIV Yeniçağ [Analiz]., 09 Temmuz 2005, Cumartesi., s.13; “Analiz” Sıra No: 278; 2005-076; Temmuz-04 Mes’elenin çözüm noktasına doğru yaklaşmış sayılabiliriz: Anlamlı bir içtimâî/siyâsî varlık, birlik ve bütünlük oluşturmak üzere bir araya cem’ olmuş insanları birlikte var kılan asıl bağ, dayanışma gücü (social solidarity), İbn Haldûn’un “asabiye” dediği şeydir; Asabiye adetâ her şeydir, O olmadan diğerleri olmaz ve kökü de muayyen bir soya âit olmaktır. Bu âidiyet hissi fıtrîdir, amma, muhakkak ki beslenerek büyür; işte onun adı da ⎯ resmen konmuş olsun ya da olmasın ve hangi türden olursa olsun ⎯ vatanseverlik ve milliyetçiliktir, başkası değil. Tabiatiyle, yeri gelmişken çok kısaca ihtar etmek gerekir ki, milliyetçilik ile vatanseverliğin arasındaki farkı farkeden ve “milleti adına güç toplama arzusu”na indirgediği söylenebilecek olan milliyetçiliğe vatanseverliğe nisbetle aşağı türden bir yer veren birçok kişiye ⎯ meselâ, bkz: George Orwell, Notes On Nationalism., Mayıs 1945 ⎯ karşılık, hakîkat hâlde, Maurizio Viroli’nin “Yurtseverlik bir kendini verme biçimi olarak anlaşılmaz; onlar daha çok saygı, şefkat ve merhametten (charity) bahseder. Fark yalnızca terminoloji farkı değildir; fark yurtseverliğin özünü oluşturan tutkuların farklı bir yorumu ile ilgilidir. Yurtseverin aşkının ve şefkatinin nesnesi cumhuriyet ve belli bir yerde özgür yaşayabilmektir. Milliyetçiliğe gelince, onu millet adına güç arzusu olarak tanımlamak milliyetçi birçok düşünür açısından kuşkusuz doğru olmakla birlikte, örneğin, önde gelen bir milliyetçi olan Herder için uygun değildir”53 cümleleri ile isâbetle belirttiği gibi, milliyetçilik vatanseverlikten daha yüksek düzeyde bir şey demektir: Her milliyetçi vatanseverdir, hem de herkesten ziyâde, “salt vatansever” de dâhil; çünkü O, çok daha 53 Maurizio Viroli., Vatan Aşkı., s.14 28 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye yüksek, hattâ en yüksek, limitlere varmış bir sadâkat ve fedâkârlık ile beslenen bir dayanışma hissinden beslenir. İmdi buna göre, bir toprak, bir arâzi, O’nun üzerinde mukîm olanlarca fizikî bir toprak olmaktan çıkarılıp, anadan, babadan, yardan, evlâd ü ıyâlden, mâl ü mülkten, servet ü sâmândan geçerek, uğruna bir yedeği olmayan bedenlerini seve-seve, gerçekten seve-seve, gerçekten aşk ile ⎯ yâni “vatan aşkı” ile ⎯ toprağa sermekten târifsiz bir haz duydukları nisbette ancak “vatan” kılınmış ve ancak varlığı, bekası ve istikbâli en sağlam te’mînât altına alınmış olur; ne var ki, bu denli aşırı mertebeden ağır bir fedâkarlığın yapılabilmesi için, ancak ve yalnız, o toprağın kalplerde temellük ettirilmiş olması anşart gerektir: Hiç kimse “benim”, ama münhasıran, yâni tekelinde addederek “benim” demediği bir toprak için bu kadar ağır bedel ödemeye yanaşamaz; bu, insan fıtratına muhâliftir ve her türden kozmopolitanizmin Aşil Topuğu da burasıdır: Bir kozmopolitanın vatan dediği şey, ya birçok hâlde olduğu üzere, hudutları belirsizdir, veya belirli olsa bile “herkes”indir ⎯ çünkü Kozmopolitan Tevfik Fikret’in “vatanım rû-yi zemîn, milletim nev’i beşer” sloganında görüldüğü gibi vatan her yer, millet ise herkes olmaktadır ⎯ ve bu sebeple de herkese âit olan hiç kimseye âit olacağı için, hiç kimsenindir ve dahi hiç kimsenin olanın âkıbeti ise “hiç”tir, “lâşey”dir. Binâenaleyh; Avrupa Birliği’nin geleceğinin te’mînat altına alınabilmesi, yâni O’nun “hiç” olmaktan kurtarılıp “var”, “lâşey” olmaktan kurtarılıp “şey” kılınabilmesi de ancak ve yalnız kurucu babaların tasarlamış olduğu gibi üye devletlerin bir tek devlete dönüştürülmesi ile sağlanabilecek olan ve resmî adı ne olursa olsun ⎯ çünkü işin o ciheti esas olarak bir nominalizm mes’elesidir ⎯ mâhiyeti ve fonksiyonları îtibâriyle bir “Avrupa Birleşik Devletleri” inşâ etmek ile kabil olacağına göre, bu devletin gerçekten gerçek patriyotizmini ve nasyonalizmini temellendirmek de birinci dereceden mühim bir hedef olmak durumundadır ki bu ise üye milletlerin bir tek millete, “Avrupa Milleti”ne tahvîli demektir. Bu noktada, tam denk düştüğü için, bir yazımdan kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum:54 “O hâlde Avrupa Birliği’nin hem nihâî hedefine sâlimen varabilmesi ve hem de o hedefte mümkün olduğunca istikrarlı ve dayanıklı olabilmesi için yapılacak olan şey, söz konusu bu dayanışma rûhunun, bütün üye milletleri bir ve tek millete tahvîl edecek olan bütüncül ve kapsayıcı bir yeni toplumsal kollektif kimliğin, yâni bir tür “Avrupa Milleti”nin ve binâenaleyh bir Avrupa Milliyetçiliği’nin inşâıdır. Bir kere daha ve vurgu ile belirtelim ki, ya Avrupalılar bir tür Avrupa Milleti ve buna dayalı bir Avrupa Milliyetçiliği geliştirerek Avrupa Birliği’nin nihaî hedefine varmasını sağlayacaklar ve çapı çok daha büyük bir tür “Hiper Ulus-Devlet” inşâ edecekler, veya, üye milletlerin geleneksel kimlikleri ve buna dayalı milliyetçilikleri ve ulus-devletleri, er ya da geç, ama mutlaka ve behemehâl bir gün, hâricî bir baskıya hâcet kalmadan AB’nin başını yiyecektir.” “Milletler-üstü bir yapılanma için “milliyetçilik” kavramı ilk ve kaba nazarda paradoksal gibi görünse de, “Avrupalılık” kimliğinin “Avrupa Milliyetçiliği”ni de, zarûrî olarak berâberinde getirmesi gerektiğinin ve dahi getirdiğinin ve bunun da aslında milliyetçilikler ve ulus-devletler çağının bitmediğinin ve fakat format değiştirirerek devam ettiğinin ve hattâ çapının büyüdüğünün delillerinden birisi olduğu gibi, aynı zamanda, Avrupa’da el’ân mevcut olan milletler ve milliyetçilikler ile, bütün bu 54 Durmuş Hocaoğlu., “Avrupa İnsanı” ve Eğitim., Eğitim-Bilim., Sayı: 66, Mart 2004, s.28-29 29 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye milletleri ve milliyetçilikleri potasında eritmeye yönelmiş yeni bir millet ve yeni bir milliyetçilik oluşumu arasındaki kıyasıya mücâdelenin de delîli olduğu kabûl edilmelidir.” XV Yeniçağ [Analiz]., 12 Temmuz 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 279; 2005-079; Temmuz-05 İmdi; çok kesin olarak ileri sürebiliriz ki, Avrupa Birliği’nin önünde, bidâyetinden beri, iki seçenek bulunmaktadır: Ya, resmî adı ne olursa olsun, mâhiyeti ve fonksiyonu itibâriyle, kurucu babalarının büyük ideali olan ve ilk defa Victor Hugo’nun 21 Ağustos 1849 tarihli Paris Barış Kongresi’nin açılışında irâd ettiği nutkunda kavramlaştırdığı55 ve bir asır sonra bu kerre de Winston Churchill’in 19 Eylûl 1946 tarihli Zürih Üniversitesi’nin açılışı münâsebetiyle irâd ettiği nutkunda siyâsî bir projeye dönüştürdüğü “Avrupa Birleşik Devletleri” olmak, veya bunun dışında “herhangi birşey”; yâni, hepsi, er ya da geç ⎯ ya aşağı yukarı yâhut da tamâmen ⎯ aynı kapıya çıkacak olan “ve diğerleri”. Avrupa Birleşik Devletleri dışındaki bütün varyasyonların tamâmının, kabaca, işbu “ve diğerleri” kategorisi altında toplanabileceğini bilmek gerektir; çünkü, Avrupa Birliği’nin kaderine hükmetme mevkıinde bulunan Avrupalı akbudun zimamdarların ve reyleri ile kendi geleceklerine katkıda bulunan karabudunların, Avrupa Birliği ile anladıkları ve düşündükleri şey şâyet “pazara kadar” değil de “mezara kadar” kopmaz bir birlik ise, bunun tek, rakipsiz ve alternatifsiz hall tarzı, ancak ve yalnız Avrupa Birleşik Devletleri olacak, bunun dışındaki bütün yolların tamâmı er ya da geç ama mutlaka ve behemehâl, kaçınılamaz bir sûrette, üç aşağı-beş yukarı, aynı kapıya çıkacaktır: Ya daha küçük bir AB ⎯ yâni küçük bir Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüşmüş bir AB ⎯ veya külliyen dağılma. Zîra, bir devlet, yâni gerçek bir devlet, bir bağımsız devlet formasyonu ancak, bire-bir onun yerini alan, onun bütün mâhiyetini hâiz olan ve bütün fonksiyonunu îfâde bir başka gerçek, yâni bağımsız devlet formasyonu tarafından ilga ve iptâl edilebilir. Bu ise, AB’nin kaderini tâyin edecek olan felsefelerden hangisinin bu düellodan galip çıkacağının da belirlenmesi demektir: Her iki hâlde de bütün yollar, Hegel-gil bir kapıya çıkmaktadır, Kant-gil değil. Kuşkusuz Avrupa Birleşik Devletleri, Kant’ın kozmopolitanizmini de aşan bir proje demektir ve “Kant-çı” (Kantist) değil Kant-gil (Kantian) olarak adlandırışım bundandır; aynı şey, Hegel felsefesi için de geçerlidir: Hegelci (Hegelist) değil, Hegel-gil (Hegelian). Tam olarak Kantçı değil; çünkü, hâtırlanacağı gibi, Kant, tasarlamış olduğu Dünya Devleti’nin oluşum merkezi ve modeli olacak olan Avrupa Federasyonu’nu, bir “milletler ligi” (civitias gentium) olmasını önermekteydi; nitekim, devletlerin ilga edilmesini, Ebedî Barış’ta “Bir devlet, üzerinde kurulmuş olduğu toprak parçası gibi bir mülk (patrimonium) değildir. Kendi hakkında ancak kendisinin karar verebileceği ve kimsenin emrine ve arzusuna bağlı olmıyan bir insan topluluğudur. Devletin, bir ağaç gövdesi gibi, kendine hâs kökleri 55 Victor Hugo., Actes et Paroles I: Avant L’exil, 1841-1851., pp.487-491 30 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye vardır. Onu, aşı yaparmışcasına, bir başka devlete katmak, manevî kişiliğinden yoksun bırakmak, bir eşya derecesine indirmek olur. Bu da aslî mukavele fikrine aykırıdır. Böyle bir mukaveleye dayanılmaksızın halk üzerinde hiçbir hak da düşünülemez.” diyerek reddeden Kant,56 “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”nde de, hasretle beklediği Dünya Devleti’nin emârelerinin görüldüğünden bahsederken, “Devletler arası ilişkiler şimdiden öylesine içiçe geçmiştir ki, kendi kültürünü ihmal eden her devlet diğer devletler üzerinde etki gücünü yitirmek zorunda kalır.” derken57 aynı kararlılığını tekrarlamaktadır ve esâsen Kantgil Kozmopolitanizm’in aynı zamanda nevi şahsına münhasır bir patriyot (vatansever) vasfı taşıdığının kabûl edilmesinin gerekçesi de budur. İmdi tekrar edelim: Şâyet Avrupa Birliği, nihâî durakta tam olarak Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüşecek olursa, bu Hegelgil felsefenin galebesi demektir; çünkü, Avrupa Birleşik Devletleri, diğer devletleri yutarak, onların gövdelerini sindirerek vücud bulmuş bir gerçek bağımsız devlet olacaktır; mükerreren: Böyle olmalıdır da; çünkü Haldûn’un bu güne kadar hep doğrulanmış alan tarih felsefesi, “şan ve ihtişâma – yâni hükümranlığa – tek başına sâhip olmanın, mülkün tabiatından olduğunu”, daha açık bir dil ile, “hükümranğın taksîmat kabûl etmediğini” defaatle isbat etmiştir ki bu da aynı toprak parçası üzerinde aynı anda iki devletin birlikte var-olamayacağı demektir.58 56 57 58 Immanuel Kant., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme., Bölüm: II., s.9-10 I. Kant., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi”., Sekizinci Önerme.,s.126 Haldûn’un aşağıdaki ifâdeleri, bütün devirlerde Hükümranlık’ın (Egemenlik, Sovereignity) tekelci olduğunu en iyi şeklide dile getiren ebedî bir düstur niteliğindedir [İbn Haldun., Mukaddime., III/X., Süleyman Uludağ tercümesi., C: I., 1988., s.499-500]: X. Şan ve ihtişama tek başına sahip olmak, mülkün tabiatındandır Şöyle ki: Belirtmiş olduğumuz gibi mülk sadece asabiyetle vücuda gelir. Asabiyet ise, bir çok asabelerin birleşmesinden ve kaynaşmasından meydana gelir. Bu asabelerden bir tanesi, diğer tüm asabelerden daha kuvvetli olduğundan onlara galip gelir, onları istilâ eder, nihayet tümünü kendi bünyesinde (ve çevresinde) toplanmış bir hale getirir. İçtima da, halka ve devletlere karşı galip gelmek de bu suretle husule gelir. Bunun sırrı ve hikmeti de şudur. Belli bir kabile için umumi asabiyet, mütekevvin, (oluşma halindeki) bir şey için mizaç (ve maya) gibidir. Mizaç, sadece unsurlardan hasıl olur. Yerinde açıklanmıştır ki, unsurlar birbirine denk olacak şekilde bir araya gelirse, hiç bir şekilde bundan bir mizaç hasıl olmaz. Daha doğrusu unsurlardan biri diğerlerinin tümüne galip olmalıdır ki, onları birleştirsin, kaynaştırsın ve asabelerin hepsini şümulüne alan tek bir asabiyet haline getirsin. Bu takdirde, artık diğer asabiyetler onun zımmında mevcut olur. Sözkonusu en büyük asabiyet, sadece hanedan olan ve kendilerinde riyaset bulunan bir kavimde mevcut olur. Bu durumda, onlardan birinin kendileri için reis ve üzerlerine galip olması zaruridir. Şu halde en büyük asabiyetin, diğer asabelerin tümüne reis olacağı belirlenmiştir. Zira onun mensup olduğu ocak hepsine galip gelmiştir. Bu asabe için bu husus belirince, bilmek lazımdır ki, kibir ve gurur hayvani tabiatlardandır, onun için reis olan şahıs, halkı kendine tâbi kılma ve onlara hükmetme hususunda müsaheme ve müşareket (eşitlik ve ortaklık) kabul etmekten imtina eder. Bu suretle insanların tabiatında mevcut olan “ilahlaşma” (teellûh, egoism) huyu ortaya çıkar. (Nemrud’un ve Firavundun ben ilahım, demeleri gibi). Bununla beraber, hâkimlerin ihtilafa düşmeleriyle her şey fesada uğrayacağından, siyaset de hükümdarın infiradını ve tek olmasını icabettirir. “Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, buralardaki nizam fesada uğrardı” (Enbiya, 21/22). Bu 31 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye Buna göre, aksi ihtimâlde ise Avrupa Birleşik Devletleri projesi tarihe gömülürken belki bir çekirdek kalacak, geri kalanı er-geç dağılacak ve bu dağılma da bağımsız devletlerin rövanşı olacaktır ki bu da yine Hegelgil bir süreçtir. Tabiatiyle burada dikkat edilmesi gereken mühim bir husus, bilhassa Türkiye açısından bâhusus mühim bir husus, AB sürecinin çok uzunca sürmesi durumunda, dağılırken dahi, içine giren milletlerin aynen çıkmalarının beklenmemesidir. Nasıl ki vaktiyle Roma’yı yıkmaya, talan etmeye gelen barbar kavimler Roma’nın içine girip yerleşince Roma’yı içten yıkmalarının bedelini, Roma tarafından adetâ tanınmayacak şekilde değiştirilmeye mâruz kalmakla ödediler ise, aynı sonuç, böyle birAB sürecinde ortaya çıkabilir; hattâ çıkacaktır da. Şimdi şuna kısaca bakıp konuyu kapatalım: Acaba son referandumlara bakarak AB’nin kesin bir çöküş sürecine girmiş olduğunu düşünmek mümkün olabilir mi? XVI Yeniçağ [Analiz]., 16 Temmuz 2005, Cumartesi., s.13; “Analiz” Sıra No: 280; 2005-078; Temmuz-06 Konuyu münhasıran bir tek noktaya odaklayarak ele aldığım ve bugün onaltıncısına vâsıl olduğum, Avrupa Birliği’nin geleceğini irdelemeye katıda bulunmaya çalışan yazı dizimin nihâyetinde varmış olduğum sonucu muhtasaran şu bir tek maddede hulâsa edebiliriz: AB’nin geleceğini asıl olarak tâyin edecek olan şey, süreç içerisinde belirli bir miktar törpülenmiş olmakla berâber hâlâ kritik geri dönülemezlik noktasına varmamış olan ⎯ büyük ölçekte korumuş olduğu ⎯ bağımsız kimlikleriyle mevcut ulus-devletlerin millî hâkimiyetleri ile, oluşturulmaya çalışılan Avrupa Devleti’nin hâkimiyeti arasındaki çatışmadan hangisinin galip çıkacağı, Birliğin geleceğini belirleyecektir. 1885 tarihli “Halklar ve Vatanlar” başlıklı yazısında, Nietzsche, Avrupalıların, müstehzî bir ifâdeyle “vatan toprağı tiryakiliği” olarak nitelendirdiği vatanseverliği ve sinir depresyonlarına müşâbih addettiği milliyetçiliği yenerek, “yeniden akıla, yâni, “iyi Avrupacılığa” dönmenin” gereğinden söz ederken, definitif bir târif yapmasa da, “Bir ve Bütün Bir Avrupa”yı kastetmekte idi şüphesiz;59 tıpkı daha net bir ifâde ile 59 suretle öbür asabiyetlerin burunları yere sürtülmüş, dizginleri çekilerek serkeşliklerine mâni olunmuş, hükmetme hususuna ortak olma hevesinden vazgeçirilmiş ve öbür asabiyetler bu konuda bir kenara atılmış olur. Reis, gücü yettiği kadar hâkimiyet konusunda tek başına kalır, o derecede ki (iktidarını, yetkilerini ve) işi onlardan hiç birine bırakmaz, dişi veya erkek bir deveye bile. (Dişi veya erkek deve hususunda bile kimseyi işe karıştırmaz). Böylece şan ve şeref (mecd, glory, infirad bi’1-mecd, şanda tek olmak) tümü ile sadece ona kalmış olur. Onları defeder, bunu kendileriyle paylaşmaz. Bu durum devletteki hükümdarlardan ilki için gerçekleşebilir ama gerçekleşmeyebilir de. Asabiyetlerin kuvveti ve mukavemeti ölçüsünde ikinci ve üçüncü hükümdar için gerçekleşebilir. Şurası muhakkaktır ki, bu husus devletlerde ve hanedanlıklarda mutlaka tahakkuk eden bir şeydir. Allah’ın kulları içinde câri olagelen sünneti ve âdeti budur. En iyi bilen yüce Allah’tır. F. Nietzsche., İyinin ve Kötünün Ötesinde., §.241 32 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye “Avrupa, bir tek Avrupa, ruhu çok yönlü hırçın bir sanatla, özlemle dolu olarak, yolunu yukarı ve öteye zorlayan...” diye tam olarak telâffuz etmesi gibi;60 ve yine, Batı’nın bir “tarihî kader” ile, topyekûn bir çöküşe gittiğini ileri süren Spengler’i abartılı bulmakla birlikte, şâyet bütün Avrupa bir “büyük millet” hâlinde teşkîlâtlanmayacak olduğu takdirde bu çöküşün mutlaka geleceğini ileri süren ve tarihî kader olarak addetmediği için önlenebilir kabûl ettiği bu çöküşe çâre olarak da, “Avrupalı, bir büyük birleştirici teşebbüse girmedikçe yaşayamaz. Bu olmadığı zamanlarda yozlaşır, gevşer, ruhu körleşir./...“Avrupa’nın nabzına hayat verecek olan, ancak kıtadaki halklar topluluklarından büyük bir millet vücuda getirmek azmidir. O zaman, Avrupa, yeniden benliğini bulmaya başlayacak ve otomatik olarak taleplerde bulunacak, kendini disipline sokacaktır” diyen ve “Avrupa’nın büyük bir millî Devlet hâlinde inşâ edilmesi gereğini” vurgulayan61 Gasset gibi: Büyük bir millî devlet olarak teşkîlatlanmış, “Bir ve Bütün Bir Avrupa”! Yâni; bir yeni devlet, bir yeni millet! Ancak pek de o kadar kolay olmasa gerek. Turgut Özal, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini “uzun ve ince bir yol” diye tanımlamıştı; ama aslında Avrupa Birliği Avrupalılar için daha uzun ve daha ince bir yol; kıldan ince, kılınçtan keskin bir sırat köprüsü. Kolay mı, herbirisinin tarihi bin yıldan eskiye dayanan milletleri ve devletleri bir tek millete ve bir tek devlete tahvîl edivermek? İmkânsız değil; ama çok zor. Nitekim, 2005 Mayıs-Haziran referandumları akabinde, Blair’in “Avrupa’nın bugünkü hâliyle uğruna mücâdele etmeye değmeyeceğini ve şahsen Afrika’yı AB’ye tercîh edebileceğini” söylemesi gibi,62 Avrupa Birleşik Devletleri fikrinin siyâsî projeye dönüştüren Churchill’in dahi, her şeye rağmen Birleşik Avrupa için Birleşik Krallık’tan fedâkârlıkta bulunmakta nasıl zorlandığını, S. J. Lee’nin şu cümlelerinden de görebilmekteyiz:63 “Britanya, aşırı “güç dengesi” kaygısı dışında, uzun bir Avrupa’dan ayrı kalma geleneğine sahipti. Bundan dolayı, Churchill savaştan önce şunun altını çizmişti, “Avrupa ileyiz, ama onun parçası degiliz.” Her halükârda, Britanya, Birleşik Devletler ile “özel ilişkileri” ile birlikte, denizciliğe dair ve emperyalist çıkarlara sahipti. 1944’te de Gaulle ile bir görüşmesinde Churchill, Britanya’nın önceliklerini gayet açık bir biçimde ortaya koydu: “Ne zaman ki Avrupa ile açık deniz arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsak, her zaman için açık denizden yana kullanırız tercihimizi. Ne zaman ki siz ve Roosevelt arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsam, tercihimi Roosevelt’ten yana kullanırım.” Elbette kolay değil; 2005 yaz referandumları şoku da göstermiştir ki, sürekli olarak ulus-devletler aleyhine gelişen AB, ulus-devletlerin çok ciddî bir engeliyle karşılaşmıştır. Bu sıkıntıyı, korkmuyor görünmek için gecenin kör karanlığında mezarlıktan geçerken titrek sesle ıslık çalanlar misillû, “yok bişiycikler” diyerek yandaşlarına moral vermeye çalışan AB lobicilerinin bozuk morallerinden de anlayabiliriz; yok bişiycikler diyorlar ama, onlar da biliyor ki var birşeyler; hem de bayağı ciddî. Bu yazıyı daha fazla temdîd etmemek için tek bir örnekle yetinecek 60 61 62 63 F. Nietzsche., İyinin ve Kötünün Ötesinde., §.256 Ortega y Gasset., Kütlelerin İsyanı., 1992, s.146-147, 149 Radikal., 07.06.2005, s.13 Stephen J. Lee., Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1989)., s.321-323 33 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye olursak, Avrupa Birliği fikrinin siyâsete dökülmesinin arkasında bulunan kurucu babalardan olan Richard Coudenhove-Kalergi’nin, Bir Avrupa için gerekli saydığı üç mücbir sebepten birisi olan Sovyet tehdîdinin64 bugün ortadan kalkması gibi... XVII Yeniçağ [Analiz]., 19 Temmuz 2005, Salı., s.13; “Analiz” Sıra No: 281; 2005-079; Temmuz-07 Avrupa Birliği gerçekten de uzun ve ince bir yol; çok uzun ve çok ince. Çünkü tarihte ilk defa olarak soy asabiyesi olmadan kurulmaya çalışılan en büyük devlet teşebbüsü. Soy Asabiyesi yok, sâdece Sebeb Asabiyesi var: “Avrupalılık.” Hayli güçlü, ama nice yeterli olabileceği meçhûl; zîra, tarihte bir örneği ve modeli yok ve dahi karşısında herbirisi çok güçlü asabiyelere dayanan milletlerin devletleri ve milliyetçilikleri var; bir ipte iki cambaz oynamayacağına ve iktidar ise paylaşım kabûl etmeyeceğine göre, birisinin muzafferiyyeti diğerinin izmihlâlini şart kılmaktadır ve bu noktada AB sürecinin ilerlemesinde, milliyetçilikler aleyhine çalışan bir yeni milliyetçiliğin ⎯ en azından, adı öyle olsa da olmasa da kesinlikle bir tür yeni bir milliyetçiliğin, yâni “Avrupa Milliyetçiliği”nin ⎯ mevcut milliyetçilikler üzerinde tahrik edici bir fonksiyon îfâ ettiği ve etmeye devam edeceği de âşikârdır. Bu noktada Nietzsche’nin, “Avrupalı oluş sürecinin temposu büyük geriye dönüşlerle aksayabilir, ama belki de tam da bu bakımdan, bir şiddet, derinlik kazanacak ve büyüyecektir ⎯ hâlâ patlamasını sürdüren “milliyetçi hisler” fırtınası ve gerginliği buraya aittir.” ifâdeleri65, üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Acaba, gerçekten de, AB, Nietzsche’nin tahmîni veya ümmîdi üzere, zaman-zaman büyük geri dönüşlerle aksayarak ve milliyetçiliklerle çatışıp çarpışarak düşe kalka yolunun nihâyetine kadar varabilecek midir? Şimdiden kestirmek zor; yine Nietzsche’nin “Almandan daha karanlık, daha duyarlı, daha şehvetli, daha güçlü istemeye sahip, daha kaba ve binâenaleyh, Hıristiyanlığa daha muhtaç olduğu için daha kaba, daha dindar” olduğunu ileri sürdüğü66 İngilizlere dikkati çekerek “derin sıradanlıklarıyla bir kez daha Avrupa ruhunun toplu çöküntüsüne neden olacaklarını” ihtar etmesinin üzerinde67 ayrıca tefekkür edilmelidir ve bu da sanırım muhtemelen, bundan önce sözünü ettiğim üzere, Churchill’in, “Avrupa’nın kuşkusuz bir parçasıyız, ama onun içinde değiliz” şeklindeki ifâdesi ile anlatılmak istenen şeydir. ÌÌÌ 2005 Mayıs ve Haziran referandumlarından, Avrupa Birliği’nin bir çöküşe doğru gittiği şeklinde acele bir hüküm çıkaran ve bundan da hem Türkiye’nin üzerindeki 64 65 66 67 Richard Coudenhove-Kalergi., “The Pan-European Outlook”., International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1931-1939), Vol. 10, No. 5. Sep. 1931., p.639 v.dv. F. Nietzsche., İyinin ve Kötünün Ötesinde., §.242 F. Nietzsche., İyinin ve Kötünün Ötesinde., §.252 F. Nietzsche., İyinin ve Kötünün Ötesinde., §.253 34 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye tazyıkinin zayıflayacağı ve hem de uzun vâdede Türkiye’nin halâs bulacağı yönünde iyimser ümit besleyenlerin bu ümitlerinde bir haklılık payı bulunmakla berâber, gereğinden fazla iyimserliğin, bir gevşeme hâsıl ederek bir nevi’ Uhud sendromuna yol açması ve daha büyük bir bozguna sebebiyet vermesi ihtimâlini unutmamak gerektir. ÌÌÌ Avrupa Birliği’nin âkıbeti hakkında daha çok şeyler söylenebileceği şüpheden âridir; ama ortada iki apaçık gerçek bulunmaktadır: Referandumlar, Avrupa’yı sarsmıştır; öyle ki, bu, ucu çöküşe kadar gidebilen bir dizi çözülmeyi de tetikleyebilir. Beri yandan, bir başka gerçek de şudur ki, Avrupalılar’ın Avrupa Birliği’nden bir çırpıda vazgeçmeleri için henüz çok kuvvetli gerekçeler ortada bulunmuyor; başka bir formata dönüşmesi ihtimâline evet, ama külliyen dağılıp gitmesi henüz ufukta gözükmüyor. ÌÌÌ Tabiatiyle, Avrupa Birliği’nin, teorik nihâî hedefi olan Avrupa Birleşik Devletleri’nin en son noktasına kadar sıhhat ve selâmet üzre varabilmesinin ve vardığında da, o noktada müstakarr ve pâyidâr olarak kalabilmesinin önündeki tek mâni’ milliyetçilikler değil elbette; burada sayılamayacak kadar mebzûl miktardaki ciddî problemler kümesi, şâyet önlemeyecek olursa O’nu içten çökertmeye yetip de artacak kadardır: Gitgide aylaklaşan, çalışma azmi körelen ve iş ahlâkı ve disiplini çözülme sinyali veren, nüfûsu tehlikeli şekilde gerileyen, dinsizliğin tırmandığı, hattâ bâzı kaynaklarda “Hristiyanlık Sonrası Dönem”e (Post-Christian Era) girdiği dahi iddia edilen; homoseksüelliğin, insestin, pedofilinin, erkek-erkeğe kadın-kadına evliliklerin meşrûiyet kazanmaya başladığı, iffetin, sadâkatin kaybolduğu, nüfûsun handiyse yüzde kırkının evlilik dışı menşe’li hâle geldiği, ailenin ciddî ciddî çöküş emâreleri gösterdiği, uyuşturucunun kol gezdiği, “atomizm” düzeyine yükselen ferdiyetçiliğin yıkıcılığının sosyal devlet ilkesinin aşırı derecede mübâlâğa edilmesi ile süperpoze olduğu; haklar ve vazîfeler arasındaki dengenin “hak” lehine aşırı bozulup vazîfe ahlâkını eritmeye yüz tuttuğu; büyüyen göçmen dalgası ile, yükselen ırkçılıkları ve kontrol dışı ekonomileri ile Avrupa tam bir cadı kazanına dönebilir. Ama yine de unutmayalım: Avrupa, kendi kendisini yenileyebilme kabiliyetini hâiz olduğunu tarihte en az bir kere gösterebilmiştir; yine de gösterebilir. ÌÌÌ Hâsılı, henüz birçok şey belirsiz; ama kesin belirli olan tek bir şey var: Türkiye’nin ve Türkler’in AB’de yeri yok! Türkiye’nin AB’ye girmesi, AB ister çöksün ister çökmesin, Türk devletinin yok olması, Türklerin de uzun vâdede Türk’ten başka bir şeye tahvîl olması demektir; ama beri yandan, Bernard Lewis’in korktuğu gibi Avrupa’yı Müslümanlaştırmayacaktır,68 68 Bernard Lewis, Princeton’da Wolfgang G. Schwantz tarafından yapılan ve 26 Temmuz 2004 tarihinde Die Welt’te yayınlanan bir mülâkatta, kendisine “Avrupa Birliği Amerika’ya karşı global bir güç olabilecek mi?” şeklinde yöneltilen bir soruya karşılık olarak şu cevabı vermiştir: “Hayır. ABD yanında global oyuncular Çin, Hindistan ve muhtemelen de iyileşmiş Rusya olacaktır. Gerçi hiç 35 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye ama ihtimâl-i galibe ile çökerteceğini düşünebiliriz; tabiatiyle, Avrupalıların çok saf olduğunu ve bu üyeliğin de yine bir o kadar saf Türklerin tahayyül ettikleri gibi bir üyelik olacağını varsaymak şartıyla... ◄:;:;:;► EK NOT: Bu yazının yazıldığı tarihten kısa bir müddet önce, önce 29 Mayıs 2005 tarihinde Fransa’da, bilâhare 1 Mayıs 2005 tarihinde Hollanda’da yapılan Avrupa Anayasası Referandumu, şaşırtıcı sonuçlar vermişti: Fransızlar yüzde elliyedi, Hollandalılar ise yüzde altmışüç gibi çok yüksek oranlarda “hayır” oyu vererek Anayasa’yı reddetmişlerdi. Her iki refandumun sonuçları adetâ bir derin dalga te’siri yaratarak diğer ülkeleri de tetiklemiştir; öyle ki, kendi ülkelerinde daha bile yüksek nisbette bir red oyu çıkabileceğini tahmîn eden Almanya ve İngiltere’nin siyâsî elitleri, kendi ülkelerinde referandum yapmaktan vazgeçmişlerdir. Hollanda referandumunun sonuçlarını 2 Haziran’da “Hollanda reddetti, AB şokta” manşetiyle veren Radikal gazetesinin ilgili yazısının giriş kısmı şu şekilde: “Yürürlüğe girmesi için 25 üye ülkesi tarafından da onayı gereken AB Anayasası, Fransa’nın ardından dün de birliğin kurucu ülkelerinden Hollanda’da ezici çoğunlukla reddedildi. 157 yıllık demokrasi tarihlerinde ilk kez referandum deneyimi yaşayan 11.6 milyon Hollandalı seçmen anayasaya yüzde 37’ye karşılık yüzde 63 gibi ezici bir çoğunlukla ‘Hayır’ dedi. Seçime katılım ise yüzde 63 gibi büyük bir orana ulaştı. AB Anayasası 29 Mayıs’ta da Fransa’da yüzde 45’e karşılık yüzde 55 oranıyla reddedilmişti.” Aynı gazetenin Fransız sonuçlarıyla ilgili “Fransızlar ‘Hayır’ dedi” başlıklı haberinin tam metni aşağıdadır [30 Mayıs 2005]. PARİS - AB’ye tarihinin en büyük darbesini, birliğin kurucu ülkesi ve ağır topu Fransa indirdi. 25’e çıkan üye sayısını daha da artırmayı planlayan AB’nin işleyişini kolaylaştırma ve 21. yüzyılın meydan okumalarıyla başa çıkmasını sağlama amacıyla hazırlanan anayasa, dünkü referandumda Fransız halkı tarafından reddedildi. Fransızlar yüzde 57 gibi ezici bir oranla anayasaya ‘Hayır’ derken, ‘Evet’ oyları yüzde 43’te kaldı. Katılımın yüzde 70’in üzerinde yüksek bir düzeye erişmesiyle, Fransızlar ‘Hayır’ için sandıklara akın etmiş oldu. ‘Mesaj alındı’ Cumhurbaşkanı Jacques Chirac açısından yüzkarası olan bu sonucun AB’yi büyük bir krize kimse Moskova’daki gücün ne tür bir güç olacağını bilmiyor, ama komünist olmayacağı kesin. Avrupa Batı Arap dünyasının, Mağrib’in bir parçası olacak. Göç ve demografi bunu gösteriyor. Avrupalılar geç evleniyor ve ya hiç ya da çok az çocukları oluyor. Ancak güçlü bir göç var. Almanya’da Türkler, Fransa’da Araplar ve İngiltere’de Pakistanlılar. Bunlar erken evleniyor ve çok çocukları oluyor. Aktüel trende göre Avrupa nüfusunda en geç 21. yüzyılın sonunda Müslümanlar çoğunluk olacak.” [Die Welt., “Europa wird am Ende des Jahrhunderts islamisch sein” (Avrupa Yüzyılın Sonunda İslamlaşacaktır). Almanca’dan Çeviren: Cemal Yıldız [yayınlanmamış çeviri] 36 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye sokarak tüm dünyaya şok dalgaları yaymasından korkuluyor. Sonuçların belli olmasının ardından Chirac, “Avrupalı ortaklarımızla çalışmaya devam edeceğiz. 16 Haziran’daki Avrupa Konseyi toplantısında verilen mesajı dikkate alacağım. Fransa için zor bir süreç başlıyor. Hükümetle ilgili alınacak kararlar da önümüzdeki günlerde açıklanacaktır” açıklamasını yaptı. Fransa Dışişleri Bakanı Michel Barnier “Gerçek bir hayal kırıklığı” derken, Savunma Bakanı Michele Alliot-Marie, “Avrupa ve Fransa için büyük bir yenilgi” diye konuştu. Aşırı sağcı lider Jean-Marie Le Pen ise Chirac’ı istifaya davet etti. AB’nin şoku atlatmak için nasıl bir yol izleyeceği merakla beklenirken, Dönem Başkanı Lüksemburg Başbakanı Jean Claude Juncker ile Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun diğer ülkelere onay sürecine devam çağrısı yapması bekleniyor. Dün 42 milyon seçmen için TSİ 09.00’da açılan sandıklar 21.00’de, Paris ve Lyon’da ise 23.00’te kapandı. Fransa’nın denizaşırı topraklarındaki 1.4 milyon seçmenin oy verme işlemi önceki gün tamamlanmıştı. Fransızların ‘Hayır’ının gerisinde, Chirac’ın 10 yıldır hiçbir ekonomik soruna çözüm bulamaması, işsizliğin yüzde 10’da seyretmesi ve Türkiye’nin AB üyeliği sürecine duyulan tepki yatıyordu. Dün ‘Hayır’ oyu kullanan Fransızlar gerekçelerini şöyle açıkladı. 52 yaşındaki memur Armel Bompart: “Tümüyle bilinçi olarak ‘Hayır’ı bastım. Metni okudum. İçinde bugün Avrupa’nın bir numaralı sorunu olan işsizliği çözme konusunda en ufak irade yok.” 33 yaşındaki işçi Jean-Paul Brandhuy: “Siyasiler, farklı bir türmüşüz gibi sıradan halktan söz ediyor. Şimdi söz sırası bizde. Ben frankla bile ayın sonunu getiremiyordum, şimdi avroyla halim harap. İki çocuğum var, asgari ücretle yol paramı bile karşılayamıyorum. Benim gibiler Fransa’nın umurunda değilse, Avrupa’nın hiç değildir. Tüm Avrupa halkoyuna gitseydi, yüzde 80’i reddederdi.” Fransa’nın ‘Hayır’ının, anayasayı onay sürecinde domino etkisi yaratması kuvvetle ihtimal. Çarşamba günü referanduma gidecek diğer kurucu ülke Hollanda’da da ibre ‘Hayır’ı gösterirken, AB’nin şüpheci ülkeleri Polonya, Danimarka ve Britanya’daki halk oylamaları tehlikeye girdi. Fransa’da siyasi deprem Anayasanın reddi Fransa’da da taşları yerinden oynatacak gibi gözüküyor. 72 yaşındaki Chirac, ‘Hayır’ çıkarsa istifa etmeyeceğini daha önce açıklamakla birlikte, bu sonuçla 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde üçüncü adaylık şansını kaybetti. Başbakanlığa İçişleri Bakanı Dominique De Villepin ya da Savunma Bakanı Michele Alliot-Marie’nin getirilmesi beklenirken, sonuçtan en kârlı çıkan iktidardaki Halk Hareketi Birliği’nin lideri Nicholas Sarkozy olacak. Gönülsüz ‘Evet’çi Sarkozy, artık Chirac engelini yüksek atlayıp 2007’nin en güçlü adayı olacak. ‘Türkiye’yi etkilemez’ Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, ilgilendirmeyeceğini söyledi. (afp, Reuters) 37 referandumun neticesinin Türkiye’yi hiç Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye BİBLİYOGRAFYA Kitaplar • Bedîüzzaman Said Nursî., Sözler., Envâr Neşriyat., İstanbul, 1985 • Cassirer, Ernst., Devlet Efsanesi., Çeviren: Necla Arat., Remzi Kitabevi Yayınları., İstanbul, 1984., Eserin Orijinal Adı: The Myth of the State • Castel de Saint-Pierre, Charles-Irénée., Projet Pour Rendre La Paix Perpetuelle En Europe., Tome: I, II., Autrecht, Chéz Antoine Schouten., Marchand Libraire., MDCCXIII • Cottingham, John., Descartes Sözlüğü., Çevirenler: B. Gözkân, N. Ilgıcıoğlu, A. Çitil, A. Kovanlıkaya., Sarmal Yayınevi., İstanbul, Ekim 1996 • Ebenstein, William., Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri (Great Political Thinkers)., Türkçesi: İsmet Özel., Şûle Yayınları., İstanbul, 1996 • Gasset, Ortega y., Kütlelerin İsyanı (La Rebelion De Las Masas)., Çeviren: Nejat Muallimoğlu., Bedir Yayınevi., İstanbul, 1992 • Hegel, G. W. F., Seçilmiş Parçalar., Çeviren: Nejat Bozkurt., Remzi Kitabevi., Büyük Fikir Adamları Dizisi: 70., İstanbul 1980 • Hegel, G. W., The Philosophy of History., With Prefaces by Charles Hegel and the Translator, J. Sibree, M.A.., Kitchener., 2001., Batoche Books., 52 Eby Street South., Kitchener, Ontario, N2G 3L1, Canada., URL: [http://socserv.mcmaster.ca/econ/ugcm/3ll3/hegel/history.pdf]., Date of Retrieving: 02.03.2002 • Hegel, Georg Wilhelm Friedrich., Tarihte Akıl (Die Wernunft in der Geschichte)., Çeviren: Önay Sezer., Kabalcı Yayınevi., İstanbul 1995 ISBN 975-7942-15-4 • Hoff, Ulrich Im., Avrupa’da Aydınlanma (Das Europa de Aufklärung)., Çeviren: Şebnem Sunar., AFA Yayıncılık A.Ş., İstanbul, 1995 • Hugo, Victor., Actes et Paroles I: Avant L’exil, 1841-1851., [Oeuvres Complètes de Victor Hugo., Actes et Paroles I: Avant L’exil, 1841-1851]., Publication: Num. BNF de l’éd. de Paris: J. Hetzel , A. Quantin, 1882., Discours D’ouverture., 21 Août 1849, Clôture du Congrès de La Paix., pp.487-491 • İbn Haldun., Mukaddime., 2 cilt., Hazırlayan: Süleyman Uludağ., Dergâh Yayınları., İstanbul, C: I: İkinci Baskı: Mayıs 1988 (Birinci Baskı: Mayıs 1982)., C: II: İkinci Baskı: Ocak 1991 (Birinci Baskı: Mayıs 1983) • Kant, Immanuel., Ebedî Barış Üzerine Felsefî Bir Deneme [Zum Ewigen Frieden, Ein Philosophishcer Entwurf, 1795]., Çevirenler: Dr. Yavuz Abadan., Seha L. Meray., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 113-95., Dış Münasebetler Enstitüsü Yayınları, No: 14. Ankara, 1960 • Lee, Stephen J., Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1989)., ISBN 975-298-018-X., Çeviren: Savaş Aktur., Dost Kitabevi Yayınları., Ankara, Mayıs 2002; Orijinal Metin: Aspects of European History, 1789-1980; 1982 • Marx, Karl; Engels, Friedrich., Manifesto., Çeviren: Mümtaz Yavuz., Evren Yayınları., Bilim Dizi: 38 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye • Nietzsche, Friedrich., İyinin ve Kötünün Ötesinde; Bir Gelecek Felsefesini Açış., Türkçesi: Ahmet İnam., Ara Yayıncılık., İkinci Basım, İstanbul, Temmuz 1990., ISBN 975-373-001-2 • Rosenthal, M.; Yudin, P., Materyalist Felsefe Sözlüğü., Çevirenler: Enver Aytekin, Aziz Çalışlar., Sosyal Yayınlar., Dördüncü Basım., İstanbul, Ağustos 1980 • Rousseau, Jean Jacque., İlimler ve San’atlar Hakkında Nutuk., Tercüme: Sabahattin Eyüboğlu., Maarif Vekâleti Yayınları., Ankara, 1943 • Sennett, Richard., Ten ve Taş, Batı Uygarlığında Beden ve Şehi.,r Çeviren: Tuncay Birkan, Metis Yayınları., İstanbul, 2002., ISBN 975-342-374-8., Orijinal Metin: Flesh and Stone; The Body and the City in Western Civilization., Norton, 1996 • Stalin, J. V., Marksizm Ve Dil Üzerine., Türkçesi: Celal Üster., Koral Yayınları, No: 18., İstanbul, 1976 • Thomson, David [Ed.]., Political Ideas., Penguin Books., C. A. Watts & Co. Ltd., 1969 • Viroli, Maurizio., Vatan Aşkı, Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme., Çeviren: Abdullah Yılmaz., Ayrıntı Yayınları., İstanbul., Nisan 1997., ISBN 975-539-176-2 Orijinal Metin: For Love of Country, An Essay on Patriotism and Nationalism., Oxford University Press, 1995 Makaleler ve Konuşmalar • Avineri, Shlomo., “The Problem of War in Hegel’s Thought”., Journal of the History of Ideas., Vol. 22, No. 4 (Oct., 1961), pp. 463-474 • Carson, Thomas., “Perpetual Peace: What Kant Should Have Said”., Social Theory and Practice., Vol. 14, No. 2, 1988, Summer., pp.173-214 • Churchill, Sir Winston., “We Must Build A Kind of United States of Europe!”., An address at the University of Zurich, 19 September 1946., URL: [http://www.proeuropa.gr/euroreader/1churchill. html]., Date of Retrieving: 31.01.2001., Resource received from [http://www.winstonchurchill.org/ unite.htm], at 04.07.2002: “Complete Speeches of Winston Churchill., The Tragedy of Europe, 19 September 1946, Zurich University”., Published in The Sinews of Peace (London: 1948, Boston:1950) and in Finest Hour 92, Autumn 1996 by kind permission of the copyright holder, Winston S. Churchill, MP • Coudenhove-Kalergi, Richard., “The Pan-European Outlook”., International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1931-1939), Vol. 10, No. 5., Sep. 1931, pp.638-651 • Fischer, Joschka., “Devletler İttifakından Federasyona: Avrupa Bütünleşmesinin Nihâyeti Üzerine Düşünceler”., Joschka Fischer’in Berlin Humboldt Universtesi’nde 12 Mayıs 2000’de Yaptığı Konuşma., Almanca aslından tercüme eden: Gültekin Yıldız (yayınlanmamıştır), Tercüme Tarihi: Mayıs 2005., Kaynak: What Kind of Constitution for What Kind of Polity - Responses to Josckha Fisher., Editors: C. Joerges, Y. Mény, J. H.H. Weiler., European University Institute, The Robert Schuman Centre for Advanced Studies., November 2000, Badia Fiesolana, Italy., URL 1: [http://www.iue.it/RSC/pdf/J.%20FISCHER%20text %20.pdf]., Date of Retr.: 20.03.2002., URL 2: [http://www.iue.it/RSCAS/e-texts/Symposium_Fischer.pdf]., Date of Retr.: 22.09.2004., Home Page of European University Institute, The Robert Schuman Centre for Advanced Studies: URL: [http://www.iue.it/RSCAS/]. Speech of Joschka Hisher: Original German Text: “Vom Staatenverbund zur Föderation - Gedanken Über die Finalität der Europäischen Integration”., pp.5-17; English Translation: “Thoughts on the Finality of European Integration”., pp.19-30; French Translation: “De La Confédération à La Fédération: Réfléxion sur La Finalité de L’intégration Européenne”., pp.31-43 39 Durmuş Hocaoğlu., Avrupa Birliği’nin Geleceği ve Türkiye • Goldmann, Emma., “Patriotism, A Menace To Liberty” (1911)., URL for HTML format: [http://www.spunk.org/library/writers/goldman/sp000064.txt]., URL for TEXT format: [http:// dwardmac.pitzer. edu/Anarchist_Archives/goldman/aando/patriotism.html] • Habermas, Jürgen., “Why Europe Needs a Constitution”., New Left Review., Issue: 11., Sep-Oct 2001., pp.5-26 • Hadas, Moses., “From Nationalism to Cosmopolitanism in the Greco-Roman World”., Journal of the History of Ideas., Vol. 4, No. 1., Jan. 1943., pp.105-111 • Hocaoğlu, Durmuş., “Avrupa İnsanı” ve Eğitim., Eğitim-Bilim., Sayı: 66, Mart 2003, s.28-29 • Hocaoğlu, Durmuş., “Siyâset ve Kirlilik”., Türkiye Günlüğü., ISSN 1300-2767., Sayı: 65., Bahar 200102, Ankara., s.20-27 • Kant, Immanuel., “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi” [“Idee zu einer allgemeinen Geschichte in weltbürgerlicher Absicht”] (1784)., Çeviren: Uluğ Nutku., Yazko - Felsefe Yazıları., 4.Kitap., İstanbul, 1982., s.117-129; ayrıca: Kant, Immanuel., “Idea for a Universal History with Cosmopolitan Intent”., in The Philosophy of Kant – Immanuel Kant’s Moral and Political Writings., Translated by Carl J. Friedrich., Edited with an Introduction by Carl J. Friedrich., Professor of Government, Harvard University., The Modern Library, New York., pp.116-131 • Kleingeld, Pauline., “Kantian Patriotism”., Philosophy and Public Affairs; Princeton; Fall 2000., Volume: 29, Issue: 4, ISSN: 00483915 • Negretto, Gabriel L., “Kant and the Illusion of Collective Security”., Journal of International Affairs., Winter93, Vol. 46, Issue 2., pp.501-523 ZY 40