Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Mayıs 2015 Sayı: 25 Ayl ı k sürel i yay ı n 55. yılında 27 Mayıs...20 Akif Çağatay Kılıç: Her zaman gençlerimizin yanındayız...18 Nevzat Pakdil: TBMM 25. Dönem’de Türkiye yeni bir anayasaya kavuşmalıdır...40 Fethi şanlı, tarihi köklü, güzelliği büyüleyici şehir İstanbul...56 ISSN 2147-6616 9 772147 661000 25 Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Mayıs 2015 Sayı: 25 Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş Yazı İşleri Çağla Taşkın Gökçe Doru İrem Coşkunseven Nehir Öztürk Nil Özben Pınar Ünsal Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner Genel Koordinatör İsmail Demir TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL Kahramanmaraş Milletvekili YAYIN KURULU Yahya AKMAN Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Nuri USLU Genel Sekreter Yardımcısı 23. Dönem Uşak Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Matbaası Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6 İvedik/Ostim/ANKARA Basım Tarihi: 02.05.2015 T: 0312 395 06 08 MAYIS 2015 İÇİNDEKİLER 20 27 MAYIS 55 YIL ÖNCE YAŞANDI AMA… 18 Her zaman gençlerimizin Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç: yanındayız 48 Bir siyasetçi hangi Abdulkadir Ateş: kademede görev yapıyor olursa olsun zaman zaman halkın terazisine çıkmak zorundadır 40 NEVZAT PAKDIL: TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI GENEL BAŞKANI TBMM 25. Dönem’de Türkiye yeni bir anayasaya kavuşmalıdır 74 Atatürk’ün yadigârı Metin Cizreli: Anadolu Kulübü Derneği, tarihî misyonu bakımından büyük önem taşıyor 56 FETHI ŞANLI, TARIHI KÖKLÜ, GÜZELLIĞI BÜYÜLEYICI ŞEHIR ISTANBUL 64 TÜRKIYE-PAKISTAN PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI BURHAN KAYATÜRK ILE SÖYLEŞI 70 GAYRETTEN ÇILEYE TEVFIK ILERI 4 BAŞKAN’IN MESAJI 5 BIRLIK’TEN 6 HABERLER 16 DÜNYADAN 38 24. DÖNEM YASAMA FAALİYETLERİ SONA ERDİ 52 ONLARI ANLAMAK VE ŞARTLARINI IYILEŞTIRMEK IÇIN: 10-16 MAYIS ENGELLILER HAFTASI 62 TARIHÎ VESIKALAR: ISLAHAT FERMANI 67 ŞU SONSUZ KOŞU 68 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE NISAN 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR 78 TARIH SAHNESI 86 ERBAY KÜCET: DILLENEN TÜRK DILI 88 KITAP 90 MÜZIK 91 FILM 92 VEKILLER NE OKUYOR / NE IZLIYOR 94 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI 95 CHP MANISA MILLETVEKILI SAKINE ÖZ ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI 96 UNUTMAYACAĞIZ 32 BIRLEŞIK KRALLIK ÜZERINDE GÜNEŞ BATMAYAN ADA 44 HIDIRELLEZ BAHARIN MÜJDELEYICISI 82 EKREM BORA KÖTÜ ROLLERIN IYI KALPLI JÖNÜ BAŞKAN’IN MESAJI KÖKÜ MAZIDEKI MILLET G eçmişten bugüne, bugünden geleceğe bırakacağımız tek mirasın millî değerlerimiz olduğunu, millî ve manevi değerleri olmayan toplumların kanadı kırılmış bir kuşa benzediğini söyleyebiliriz. Küreselleşen dünyada kültürel değerlerimize sahip çıkmamız gerektiğini, millî değerlerin ortak yaşama biçimimiz için gerekli olduğunu unutmamalıyız. İnsana geçmişten yadigâr olan, geleceğe miras kalacak, korunması ve kollanması gereken millî değerler, ruhumuzu şenlendirirken yokluğuyla bizi derin hüzünlere sevk eder. İstiklal Marşımızla, bayrağımızla, dilimizle, dinimizle, örfümüzle, âdetlerimizle, gelenek ve göreneklerimizle, bizi biz yapan tarihimizle, uğruna can verdiğimiz vatanımızla canımızı ortaya koyarcasına koruyacağımız ve kollayacağımız millî değerlerimize milletçe sahip çıkılması gerektiğini bir kere daha hatırlatma ihtiyacı duydum. Milletlerin millî değerlerine verdiği önem, onu yüzyıllar sonrasına taşır. Yahya Kemal, Ne harâbiyim ne harâbâtiyim / Kökü mazide olan bir atiyim diyerek geleceğe bakmak için geçmişi unutmamak gerektiğini söyler; Mehmet Âkif, Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez / Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez mısralarıyla birlik ve beraberlik vurgusu yapar; Yunus Emremiz gönül dünyasından farklı bir avaz ile Gelin birlik olalım / İşi kolay tutalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz diyerek kültürümüzün en belirleyici unsuru olan sevgiye çağırır. Millî değerlerimiz bizi biz yapan tarihimizdir demiştik ya, her taşının altında yatanlarıyla ve akan gözyaşlarıyla bugüne gelindiğini bilenlerimiz geleceğe bir adım önde başlar. Bu nedenle geçmişten bugüne tarihimiz ve bu tarihin en önemli hediyesi olan bağımsızlığımızın bir miras olduğunu unutmadan, millî değerlerimizi korumanın kutsal görevlerimiz arasında bulunduğu bilincini diri tutmalıyız. Vazifesini en iyi şekilde yapan kişi devletini, tarihini, o tarih içindeki millî değerlerini korur ve geleceğe aktarır. Millî ve manevi değerlerimizin en önemli yapı taşlarından olan kültürümüzün, sanatın tüm dallarıyla hayranlık uyandıracak kadar güzel olduğunu, bu nedenle her zaman büyük bir ilgi gördüğünü de biliyoruz. Tarih sahnesinde bu kadar uzun süre kalmamızın en büyük nedeni her an iç içe olduğumuz kültürümüz ve millî değerlerimizi korumamız ve yaşatmamızdır ki, bu milletimizin en büyük özelliklerindendir. Kültürümüz ve millî değerlerimiz tarih boyunca insanların hayatına her zaman bir ışık tutmuştur. Bu ışığın sönmemesi için daha fazla çalışmalı, bu ışığı daha fazla parlatmalı ve bu ışık yolunda ilerlemeliyiz. Çünkü gelecek ancak ve ancak geçmişin ışığıyla aydınlanır. O ışığın çakıl taşlarını da aydınlatması bu aziz milletimizin varlığının devamını sağlayacaktır. Umudumuzu, sevgimizi, birlikteliğimizi, emeğimizi, bayrağımızı ve Anadolumuzu yüreğinin en müstesna köşesinde mukaddes bir emanet gibi yarınlara taşıyacak olan gençlerimize de bu vesile ile selamların en güzelini gönderiyorum. 4 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı, Kahramanmaraş Milletvekili MILLÎ DEĞERLERIMIZI KORUMANIN KUTSAL GÖREVLERIMIZ ARASINDA BULUNDUĞU BILINCINI DIRI TUTMALIYIZ. BİRLİK’TEN NEVZAT PAKDİL: AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN KARARINI REDDEDIYORUZ TÜRK Parlamenterler Birliği, Avrupa Parlamentosu’nda (AP) 1915 Olayları’na ilişkin Ermeni iddialarına destek veren karar tasarısının kabul edilmesine tepki gösterdi. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, 15 Nisan 2015 tarihinde Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda alınan kararı yazılı bir açıklamayla değerlendirdi. “Türk Parlamenterler Birliği olarak Avrupa Parlamentosu’nun kararını reddediyoruz” diyen Pakdil, Avrupalıların Türkiye-Ermenistan ilişkilerine katkıda bulunma konusunda samimi olmaları, Ermenistan ve diasporaya Türkiye ile diyaloğa girme çağrısında bulunmaları gerektiğini belirtti. Pakdil, tarihi yanlış bilgi ve belgelerle çarpıtmaya çalışan çevrelerin Türkiye-AB ilişkilerine zarar verebileceğine vurgu yaparak, Türkiye ve Ermenistan arasında uzlaşıya varılmasına dönük çabaların da bu süreçte olumsuz etkilenebileceğine işaret etti. Nevzat Pakdil, Ermenistan’a 1915 Olayları’nın incelenmesine yönelik ortak tarih komisyonu kurulması için hükümetin yaptığı önerinin olumlu karşılık bulması gerektiğini ifade ederek, “Uzlaşıya varılması ancak karşılıklı çabalarla mümkün olabilecektir” dedi. PROF. DR. ZIYA GÖKALP MÜLÂYIM’DEN SULUBOYA RESIM SERGISI 1970-71’DE CHP Yüksek Danışma Kurulu Başkanlığı, 1973-79’da CHP Samsun Senatörlüğü, 1977-79’da ise Senato Dışişleri Komisyonu Başkanlığı yapan Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülâyim, siyasetin yanı sıra sanatla da yakından ilgileniyor. Yıllardır suluboya resim yapan Mülâyim’in 14’üncü kişisel sergisi Ankara’da Medya Sanat Galerisi’nde açıldı. Sergi, 20 Mayıs’a kadar gezilebilecek. Sergi davetiyesinde Şefik Kahramankaptan imzasıyla yayımlanan yazıda, “Ziya Gökalp Mülâyim’in 14’üncü kişisel sergisinde İstanbul, Bodrum, Datça, Marmaris peyzajları ağır basıyor. Vazgeçemediği Kız Kulesi’nin üç ayrı görünümü, yat limanları, begonvilli görünümler, gene kendine özgü kuru-sulu karışık tekniği ile kağıt üzerinde yaşam buluyor. Suluboya ressamları arasında kendine özgün bir yer edinen Mülâyim’in gelecek yıla hazırlayacağı sergide gene peyzaj alanındaki ustalaşmasının ürünlerini göreceğiz kuşkusuz” deniliyor. Türk Parlamenterler Birliği üyesi, Ankara Üniversitesi’nde 35 yıl öğretim üyeliği yapmış Prof. Dr. Ziya Gökalp Mülâyim’in Kooperatifçi Atatürk, Kooperatifçilik ve İsmet İnönü’den Siyaset Dersleri Niteliğinde Anılar isimli kitapları da bulunuyor. 5 HABERLER TBMM 95. YAŞINI KUTLADI 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 95’inci yılı törenlerle kutlandı. TBMM Başkanı Cemil Çiçek başkanlığındaki heyetin Anıtkabir’i ziyaretiyle başlayan etkinlikler, TBMM Atatürk Anıtı’nda yapılan tören ve İlk Meclis’e düzenlenen ziyaretle devam etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kutlamaları kabul eden Çiçek, daha sonra Genel Kurul Salonu’na geçerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da izleyici olarak katıldığı 23 Nisan Özel Oturumu’nu yönetti. 6 Kutlamalar çerçevesinde Cemil Çiçek, Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı ve beraberindeki öğrencileri makamında kabul etti. Kabule dört torunuyla gelen Çiçek, koltuğunu Feride Bekçioğlu Ortaokulu 6. sınıf öğrencisi 12 yaşındaki Tuğrulhan Şeyihoğlu’na bıraktı. Çocukların bayramını kutlayan Çiçek, “Bugün iki bayram yapıyoruz, biri Çocuk Bayramı. Dünyada yalnız bizde var, bununla övünüyoruz. Bize bu bayramı armağan eden başta aziz Atatürk olmak üzere bütün büyüklerimizi saygıyla, minnetle, şükranla anıyoruz. Öbür taraftan da bugün biz milletvekillerinin, siyasetçilerin ve milletimizin de bayramı. Çünkü 95 yıl evvel TBMM bugün açıldı. Biz de bunu her sene özel oturumla anıyoruz, şükran duygularımızı büyüklerimize ifade etmek için. Bugünün millet hayatımızda ne kadar önemli olduğunu, siyasi partilerimizin genel başkanları ya da onlar adına konuşanlar Genel Kurul’da ifade ediyorlar” dedi. Kutlamaların son ayağında Cemil Çiçek ve eşi Gülten Çiçek, TBMM’nin 95’inci açılış yıldönümü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı resepsiyonuna evsahipliği yaptı. İstanbul’daki Barış Zirvesi’ne gitmek için Ankara’dan ayrılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılamadığı resepsiyona Başbakan Ahmet Davutoğlu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve bazı bakanlar, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kuvvet komutanları, Sayıştay Başkanı Recai Akyel, Kamu Başdenetçisi Nihat Ömeroğlu, milletvekilleri, bürokratlar ile bazı meslek ve sivil toplum örgütü temsilcileri iştirak etti. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun rahatsızlığı nedeniyle katılmadığı resepsiyonda grup başkanvekilleri Akif Hamzaçebi ve Levent Gök ile bazı milletvekilleri bulundu. HDP’den ise resepsiyona katılım olmadı. Resepsiyonda konuklarıyla sohbet eden TBMM Başkanı Cemil Çiçek, gazetecilerin gündeme ilişkin sorularını da yanıtladı. Çiçek, Meclis’in 24. Dönemi’ni değerlendirirken, “Çok sıkıntılı bir dönem oldu. Evvela yemin işiyle başladı sıkıntımız, sonra Meclis’i açtık. Ana muhalefet partisi Meclis’te yok. O tabii ciddi bir sıkıntı, kırılma konusu, dış dünyadaki algı bakımından. Sonra tutuklu milletvekilleri, zaman zaman yaşadığımız üzücü olaylar. İnşallah önümüzdeki dönem bunlar yaşanmasın da iyi şeyleri gelecek döneme taşıyalım” dedi. Yeni anayasanın yapılması konusundaki görüşleri sorulan Çiçek şunları söyledi: “Meclis aritmetiği yine aynı şekilde oluşacaksa, öyle anlaşılıyor ki, dört partinin uzlaşabileceği madde sayısı altmış civarında. Ama en temel konular sonraya bırakıldı. Orada dördü de evet diyecek gibi gözükmüyor. O zaman başka bir yöntem bulmak gerekecek. Bu çıktı orta yere. İkincisi, iyi bir birikim oldu. Şu an Meclis’in arşivinde hiçbir dönemde olmadığı kadar herkesin düşünceleri var. Üçüncüsü de biz bu işlere başladığımızda hiçbir partimizin birinci maddeden yürürlük maddesine kadar Anayasa metni yoktu, şimdi var. Elbette onun üzerinden değerlendirmeyi partilerimiz yapabilir, ama bir önemli çalışma da böylece yapılmış oldu. Ayrıca meslek odalarının çok önemli katkısı oldu bütün Türkiye’de. Bunlar önemli bir birikim, önemli kazanım. Yeni bir anayasa yapılırken sıfırdan hareket edilmeyecek herhalde, bunlar değerlendirilecek. Ümit olmazsa hiçbir işe girişilmez, ama bu Anayasa ile Türkiye yoluna devam edemez. Ben bunu çok söyledim. Söyledim ama magazin konuları ya da günlük siyasi çatışmalarla ilgisi gözükmediği için o zaman, sizler de üzerinde durmadınız. Bu sistem, çatışmayı körükleyen bir sistem. Yirmi defa değişmiş, iç dengesi bozulmuş. Bu dengesizlikle yoluna devam etmesi mümkün değil. Bir kararı Türkiye verecek, vermek mecburiyetinde, ama hangi usulle bunu yapacak? Geçen sefer dediler ki ‘Dört parti uzlaşarak yapalım.’ İşte uzlaşabildiğimiz yer belli. Yani ondan sonraki kısmında uzlaşma imkanları gözükmüyor. Bir partimiz ‘başkanlık sistemi’ diyor, diğerleri ‘parlamenter sistem’ diyor. O zaman nasıl olacak? Ya başkanlık sistemi diyen talebinden vazgeçip parlamenter sisteme ikna olacak ya da parlamenter sistem diyen partilerimiz ötekine ‘evet’ diyecek. Bir orta yolu gözükmüyor. Onun için başka yöntem bulmaları gerekiyor. Bunun çözümü olarak aklıma gelenlerden biri nitelikli çoğunluk.” 7 ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ 100. YILDA ANILDI ÇANAKKALE Kara Savaşları’nın 100. yılı dolayısıyla Çanakkale Şehitler Abidesi’nde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşik Krallık Galler Prensi Charles ve birçok yabancı devlet adamının katılımıyla tören düzenlendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Prens Charles’ın anıta çelenk sunmasıyla başlayan tören, saygı duruşu ve tören kıtasının saygı atışıyla devam etti. Şehitler için Kuran-ı Kerim okunmasının ardından Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez dua etti. Görmez’in, “Bundan tam bir asır önce bu topraklarda insanlık büyük bir acı yaşadı. Nice kanlar döküldü, nice canlar verildi. Kadınıyla erkeğiyle gencecik bedenini vatanına siper eden, canını senin uğrunda feda kılan şehitlerimizin ruhlarını şad eyle Allah’ım” sözleri katılımcıları duygulandırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Galler Prensi Charles’ın konuşmalarının ardından tören geçişi yapıldı. Tören geçişine Türk askerlerinin yanı sıra yabancı askerler ve gaziler de katıldı. Daha sonra temsilî şehitliğe karanfil bırakan Erdoğan ve Charles, şehitlik defterini de imzaladı. Tören, protokol üyelerinin seyir alanına yerleşip Türkiye, İngiltere, Fransa, Yeni Zelanda ve Avustralya donanmalarına ait unsurların Çanakkale Boğazı’ndan geçişini izlemesiyle devam etti. TCG Salihreis Fırkateyni geçiş sırasında Çanakkale şehitlerini ve törende bulunan devlet büyüklerini selamlamak için top atışı gerçekleştirdi. Tören, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın akrobasi timi Türk Yıldızları'nın gösterisiyle sona erdi. 8 HABERLER Törene, Birleşik Krallık Galler Prensi Charles’ın yanı sıra Arnavutluk Devlet Başkanı Bujar Nishani, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Bosna Hersek Başkanlık Konseyi Başkanı Mladen İvaniç, Cibuti Devlet Başkanı İsmail Ömer Guelleh, Güney Sudan Devlet Başkanı Salva Kiir Mayardit, İrlanda Devlet Başkanı Michael D. Higgins, Karadağ Cumhurbaşkanı Filip Vujanoviç, Katar Emiri Tamim bin Hamad El Sani, Makedonya Devlet Başkanı Gjorge İvanov, Mali Devlet Başkanı İbrahim Boubacar Keita, Nijer Devlet Başkanı Mahamadou Issoufou, Pakistan Devlet Başkanı Memnun Hüseyin, Senegal Devlet Başkanı Macky Sall, Somali Devlet Başkanı Hasan Şeyh Mahmud, Türkmenistan Devlet Başkanı Gurbangulu Berdimuhamedov, Afganistan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Orgeneral Raşit Dostum, Sudan Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Bakri Hassan Salih ile Avustralya Başbakanı Tony Abbott, Yeni Zelanda Başbakanı John Key, Moldova Başbakanı Chiril Gaburici, Romanya Başbakanı Victor Ponta ve Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Halid Hoca katıldı. Şehitler Abidesi'ndeki törende, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Millî Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ile kuvvet komutanları da hazır bulundu. TBMM’DEN AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN KARARINA BÜYÜK TEPKİ TÜRKIYE ve dünya gündeminde geçtiğimiz ayın en önemli konularından biri 1915 Olayları’ydı. Avrupa Parlamentosu (AP) ve çeşitli ülkelerden Ermeni iddialarıyla ilgili açıklamalar birbiri ardına gelirken Türkiye konunun tarihî gerçekler göz ardı edilmeden ele alınması gerektiğini bir kez daha dünya kamuoyuna duyurdu. Avrupa Parlamentosu 15 Nisan 2015 tarihinde Türkiye’ye Ermeni tezlerini kabul etmesi çağrısı yapan bir karar tasarısını oy çokluğuyla kabul etti. 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak nitelendiren karara hükümet ve muhalefet kanadından sert tepkiler gelirken Türkiye Büyük Millet Meclisi de ortak bir bildiriyle kararı kınadı. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in öncülüğünde hazırlanan bildiri, AK Parti, CHP ve MHP tarafından imzalanarak yayımlandı. HDP grubu ise bildiriye imza vermeyeceğini açıkladı. Bildiride şu ifadeler yer aldı: “TBMM olarak Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nun 1915 Olayları konusunda 15 Nisan 2015 tarihinde kabul ettiği kararı, her bakımdan fevkalade talihsiz buluyor ve esefle karşılıyoruz. Avrupa Parlamentosu’nun Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm imparatorluk halkı için trajik olan bir dönemine yönelik seçici ve tek taraflı yaklaşımını bir kez daha ortaya koyduğu, I. Dünya Savaşı koşullarında Anadolu’daki tüm halkların çektiği acıya duyarsız kalarak sadece Ermenilerin acılarını yücelttiği bu yakışıksız karar, kabulü mümkün olmayan, yok hükmünde bir karardır. Bu kararıyla AP, hukuka aykırı şekilde yargılama yetkisini eline alarak, ülkemize ilişkin tarihsel gerçekle bağdaşmayan haksız suçlamalarda bulunmakta ve insaf- sızca hüküm vermektedir. Parlamentonun, kendini tarihçilerin ve uluslararası mahkemelerin yerine koyarak tarih yazması ve soykırım gibi çok ciddi bir suç hakkında hüküm vermesi, insan haklarını, adaleti, tarih ve hukuku hiçe sayması anlamına gelmektedir. Ermenilerin I. Dünya Savaşı sırasında diğer Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi yaşadıkları acıları paylaşmak tabiatıyla bir insanlık vazifesidir. Ancak bu acıları, evrensel değerleri göz ardı ederek ve uluslararası hukuku çarpıtarak, siyasi amaçlarla ve Türkiye karşıtlığı için istismar etmek kesinlikle kabul edilemez. Avrupa Parlamentosu, çağrılarımıza rağmen, sorunu derinleştirmeyi tercih etmekte, konunun tarafsız ve bilimsel şekilde araştırmasından kaçınan Ermeni tarafını bu yönde diyaloğa teşvik etmek yerine iki toplum arasındaki uçurumu daha da derinleştirmektedir. Bu tarafgir yaklaşımı şiddetle kınıyoruz.” Öte yandan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı, Siirt Milletvekili Afif Demirkıran yaptığı yazılı açıklamada, “Tarihî gerçekler ortaya konmadan, ülkemiz aleyhinde kara propaganda yaparak sözde soykırımı Türkiye’ye kabul ettirmeye çalışmak, ancak gerçeklerle yüzleşmekten korkan bir ruh halinin aciz çabaları olabilir” dedi. Türkiye’nin Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı acıları inkar etmediğinin altını çizen Demirkıran, 1915 Olayları’nın “soykırım” olduğuna dair herhangi bir hukuki karar olmadığı gibi genel bir konsensüs de bulunmadığını; kararın politikacıların değil, tarihçilerin işi olduğunu vurguladı. 9 Obama “kitlesel vahşet” ifadesini kullandı Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, göreve geldiğinden bu yana yedinci kez “24 Nisan konuşması” yaptı. Bu yıl bir gün önce yaptığı konuşmada yine “soykırım” ifadesini kullanmayan Obama’nın ilk kez “kitlesel vahşet” demesi dikkat çekti. ABD Başkanı şunları söyledi: “Bu yıl, 20. yüzyılın ilk toplu mezalimi olan Meds Yeghern’in (Büyük Felaket) 100. yılını anıyoruz. 1915’ten başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni halkı sürgün edildi, katledildi ve ölüme yürütüldü. Tarihî anayurtlarındaki kültür ve mirasları silindi. Tüm tarafları acılara maruz bırakan korkunç şiddet sırasında 1,5 milyon Ermeni can verdi. 1915 yılının dehşetleri gözler önüne serildiğinde, ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau ABD hükümeti içinde alarm zilini çaldı ve Osmanlı liderlerine karşı durdu. Onunki gibi çabalar sayesinde Meds Yeghern gerçeği ortaya çıktı ve ilk BM İnsan Hakları Sözleşmesi’nin oluşturulmasına katkı sağlayan Raphael Lemkin gibi insan hakları savunucularının sonraki çalışmalarına etkide bulundu.” Olayların yüzüncü yıldönümünde acılarını anmak için Ermeni halkının yanında durduklarını bildiren Obama, “Gerçeklerin tam, samimi ve adil kabulü hepimizin çıkarına. İnsanlar ve uluslar, geçmişlerin acılı unsurlarıyla hesaplaşarak ve onları kabul ederek, daha fazla güçlenir, daha adil ve hoşgörülü gelecek inşa eder. Tarihin bu karanlık sayfasına ışık tutmaya çalışan Papa Franciscus, Türk ve Ermeni tarihçiler ile diğer birçokları tarafından görüşlerin ifade edilmesini memnuniyetle karşılıyoruz” dedi. Papa’nın sözleri dikkat çekti 100. yıldönümü dolayısıyla dünya kamuoyunda geniş yer bulan 1915 Olayları, kiliseler ve parlamentoların da gündemindeydi. Vatikan’ın ünlü Aziz Petrus Bazilikası’nda düzenlenen ayini yöneten Papa Franciscus’un yaptığı konuşmada kullandığı “Ermeni soykırımı” ifadesi geniş yankı uyandırdı. Vatikan Basın Sözcüsü Federico Lombardi, tepkiler üzerine yaptığı açıklamada, “Papa gayet açık konuştu. Selefi Papa II. Jean Paul ile II. Karekin’in imzaladığı ortak 10 HABERLER deklarasyona atıfta bulundu. Bir atıfta bulunma kapsamında ‘soykırım’ kelimesini kullandı. Daha önce kullanılan bir terimin kullanımını sürdürmüş oldu” dedi. Papa Franciscus’un sözleri ve Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararın ardından 25 Nisan’da toplanan Almanya Parlamentosu da “soykırım” sözcüğünü de içeren bir metni kabul etti. Koalisyon hükümetini oluşturan Hıristiyan Birlik Partisi (CDU/CSU) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) grup yöneticileri oylama öncesinde yaptıkları açıklamada şunları söyledi: “Biz önergede o zamanki Jön Türk rejiminin talimatıyla 24 Nisan 1915’te Osmanlı Konstantinopolü’nde bir milyonu aşkın etnik Ermeni’nin planlı olarak tehcir ve kıyımına başlandığına dikkat çekmek istiyoruz. Onların kaderi 20. yüzyılda korkunç biçimde yaşanan kitlesel kıyım, etnik temizlik, tehcir ve soykırım tarihine bir örnek teşkil ediyor. Aynı zamanda Holocaust’un eşsiz olduğunun ve Almanya’nın bunun suç ve sorumluluğunu taşıdığının bilincindeyiz.” Almanya Hükümet Sözcüsü Steffen Seibert karar metnini hükümet olarak desteklediklerini açıkladı. Bu kararla, yıllarca “soykırım” ifadesini kullanmayan Almanya 1915 Olayları’nı artık bu adla anacak. Ancak nihai metin üzerinde anlaşamayan partiler tasarıyı yeniden komisyona havale etti. Ayrıca Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Berliner Dom katedralinde düzenlenen “Ermenilere, Süryanilere ve Pontus-Rumlarına uygulanan soykırımı anma töreni”nde yaptığı konuşmada, “Ermenilerin kaderi 20. yüzyıla dehşet veren bir şekilde damgasını vuran toplu kıyım, etnik temizlik, tehcirler ve evet soykırım tarihi için bir örnektir” dedi. Öte yandan Avusturya Parlamentosu’nda temsil edilen 6 parti tarafından yayımlanan bildiride “Yaşanan korkunç olayları soykırım olarak tanımlamak Avusturya’nın üzerine düşen bir sorumluluktur. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye, tarihinin karanlık ve acılarla dolu bu bölümüyle yüzleşmeli ve Ermenilere karşı işlenen bu suçu soykırım olarak tanımalıdır” ifadelerine yer verildi. Bunun üzerine Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Hasan Göğüş, istişareler için Ankara’ya çağrıldı. İSTİKLAL MAHKEMELERI BELGELERİ KAMUOYUNA AÇILDI BUGÜNE kadar TBMM arşivinde kapalı duran İstiklal Mahkemeleri belgelerinin kamuoyuna açılması yönündeki çalışmaların son aşamasına gelindi. Parlamentonun tatile girmesiyle birlikte geçmiş yasama dönemini değerlendirmek üzere kahvaltılı basın toplantısı düzenleyen TBMM Başkanı Cemil Çiçek konuyla ilgili açıklamalarda bulundu. Bülent Arınç’ın TBMM Başkanlığı döneminde başlatılan projenin geldiği aşamanın önemine dikkat çeken Çiçek, çalışmanın Türkiye’nin siyasi, tarihî ve bilimsel birikimine büyük katkı vereceğine inandıklarını belirtti. 1920-1927 yılları arasında görev yapan İstiklal Mahkemeleri’nin on ikisine ait belgelerin tasnif edildiğini, elektronik ortama aktarıldığını ve indekslendiğini; İstiklal Mahkemesi kararlarının orijinal hali, çevirisi, zabıtları ve diğer belgelerle birlikte kitaplaştırıldığını belirten Çiçek, “Bu belgelerin internetten araştırmacıların kullanımına açılması ve kitap olarak basılması, büyük devlet olarak tarihimize sahip çıkmanın gereği olduğu kadar, geçmişimizden ders çıkararak geleceğe barış ve huzur içinde güvenle yürüdüğümüzü de göstermektedir” diye konuştu. Meclis arşivlerindeki üzerinde en çok tartışılan belgelerin İstiklal Mahkemeleri’yle ilgili dokümanlar olduğunu kaydeden Çiçek, şunları söyledi: “İstiklal Mahkemeleri, Millî Mücadele’de, ölüm kalım savaşı verildiği dönemde, öncelikli olarak asker kaçaklarının önlenmesi amacıyla kurulmuştur. Bugünün şartlarından o günü değerlendirmek zor olabilecektir. Onun için bu mahkemelerin neden kurulduğunu, o günün şartlarını çok iyi bilmek gerekmektedir. Yoksa bugünün kolaycılığıyla geçmişi suçlamak çok doğru, çok ahlaki, çok da insaflı tutum olmaz. Cumhuriyetin ilanından önce olduğu gibi sonra da ihtiyaca binaen İstiklal Mahkemeleri kuruldu. İstiklal Mahkemesi evrakını araştırmacıların ve tarihçilerin hizmetine sunarken amacımız geçmişimizde yaşanan olayları tartışma malzemesi, suçlama malzemesi haline getirmek değildir. Kim bunu yaparsa bu çalışmalara en büyük saygısızlığı yapmış olur. Geçmişte olup bitenleri o günün şartları içinde değerlendirmek, günümüzü ve geleceğimizi daha sağlıklı teminata bağlamak açısından bu arşiv kayıtlarının açılmasında fayda gördük.” Çiçek, mahkemelerin tutanak ve evrakını olduğu gibi yayımladıklarını vurgulayarak, “Bir tek cümle eklemedik. Maksadımız tarihimizin bu dönemini de sıkça yapıldığı gibi dedikodu malzemesi olmaktan çıkarmaktır. Her şey ortaya çıkmadığı takdirde, ‘tarihçiyim’ diyen, eline kalem alan, kürsüye çıkanın, çok önemli başarılarımızı dahi nasıl karalama kampanyasına, önyargılarla dedikodu malzemesine dönüştürdüğünü biliyoruz” dedi. Çalışmaya birçok kurumun destek olduğunu dile getiren Çiçek, emeği geçenlere teşekkür etti. İstiklal Mahkemeleri tutanaklarına ilişkin belgeler toplantı sonunda harici bellek ile gazetecilere dağıtıldı. 11 AB PARLAMENTO BAŞKANLARI TOPLANTISI İTALYA’DA YAPILDI TEMMUZ 2014’ten Ocak 2015’e kadar Avrupa Birliği dönem başkanlığı görevini yürüten İtalya, bu döneme ilişkin son organizasyon olarak üye ve aday ülkelerin parlamento başkanlarının katıldığı konferansa evsahipliği yaptı. Konferansa Türkiye’den TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i temsilen TBMM Başkanvekili Sadık Yakut katıldı. Yakut konferansta yaptığı konuşmada insan hakları, İslamofobi, göçmenlerin sorunları gibi uluslararası meselelere değindi. Günümüzde Orta Doğu coğrafyası ile Akdeniz ve Karadeniz havzalarında yaşanan kaygı verici gelişmelerin yanı sıra terörizmden etnik ihtilaflara, iklim değişikliğine, mali krizlere; enerji ve gıda güvenliğinden siber saldırılara; kitle imha silahlarının yayılmasından kültürel, dinî kutuplaşmalara ve yasa dışı göçe kadar birçok farklı riskin, istikrarı küresel ölçekte etkileyen boyutlara ulaştırdığından bahseden Yakut, “Mevcut konjonktürde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi ortak değerleri paylaştığımız Avrupa Birliği de önemli sınamalarla karşı karşıyadır” dedi. Yakut sözlerini “Özellikle son dönemde artan biçimde Avrupa projesini sorgulayan, yabancı düşmanı, göçmen karşıtı, aşırılık yanlısı söylemlerin, Avrupa genelinde güç kazandığına üzüntüyle tanık oluyoruz” şeklinde sürdürdü. Avrupa’da yaşayan Müslüman toplulukların giderek artan bir şekilde İslamofobi, hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığın hedefi haline geldiğini ve sıklıkla dışlanmışlık hissettiklerini belirten Yakut, “Avrupa’da belirli grupların teşvik ettiği Müslümanlara karşı mesnetsiz korku ve İslam’ın negatif tasviri sorunu daha da büyümekte, toplumun bütünlüğünü tehdit etmektedir” diye konuştu. Almanya’da gelişmekte olan İslamofobik PEGIDA hareketinin, Almanya’nın batı eyaletlerine sirayet edemediğinin altını çizen Yakut, şunları kaydetti: “Başta Şansölye Sayın 12 HABERLER Merkel olmak üzere sorumluluk sahibi pek çok Alman siyasetçinin bu kişilere karşı kararlı duruşunu memnuniyetle gözlemledik. Alman halkının da büyük kısmı PEGIDA’yı benimsememiştir. Konu, bizim için özellikle önemli ve önceliklidir. Zira, Batı Avrupa ülkelerinde Müslümanların büyük bölümünü Türkler oluşturmaktadır. Dolayısıyla İslam karşıtlığı ve bunun sebep olduğu saldırıların ana hedefi de bizim insanlarımızdır.” Sadık Yakut ayrıca İslam ile terörizmi bir arada ele almanın yanlışlığına değinerek bir kişiyi öldürenin bütün bir insanlığı öldürmüş gibi olacağını öğreten bir medeniyetin, bu yılın ocak ayında Paris’te gerçekleştirilen menfur saldırılar örneğinde olduğu gibi şiddet eylemlerine gerekçe yapılmasının kabul edilemeyeceğini söyledi. Bu hususta Avrupalı dostlarından beklentileri olduğunu ifade eden TBMM Başkanvekili, “Beklentilerimiz popülizme fırsat vermemeleri, kısa vadeli politik söylemler yerine halklarımızın ortak geleceğini hedefleyen bir yaklaşım belirlemeleridir. Sonuçta İslam dini de Müslümanlar da ortak evimiz olan Avrupa’da kalıcıdırlar” diye konuştu. Yakut, çoğulculuk, göçmenlerin siyasi hayata katılımını artırıp teşvik etmek ve katılımcılığı genişletmenin, bu sorunların bertaraf edilmesi için en önemli çözümlerden olduğunu da söyledi. Sadık Yakut, iç savaştan ötürü Türkiye’nin ağırladığı Suriyeli sayısının 1,7 milyonu aştığı bilgisini paylaşarak, Suriyelilere sadece gıda ve gıda dışı malzemeler değil, sağlık ve eğitim hizmetleri, psikolojik destek, mesleki eğitim ile sosyal aktivite imkanları da sunulduğundan söz etti. TBMM Başkanvekili Yakut, barınma merkezleri dışında yaşayan 1,4 milyondan fazla Suriyelinin de Türkiye tarafından sağlanan geçici koruma ve ücretsiz sağlık hizmetlerinden istifade etmekte olduğunu bildirdi. YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLE SAĞLIK PROTOKOLÜ TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu, TBMM Milletvekili Hizmetleri Başkanı İsmail Kargulu ve TBMM Tıbbi Koordinatörü Dr. Jale Devran Van’a giderek Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde temaslarda bulundu. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Peyami Battal ve üniversite yöneticileriyle görüşen heyet, üniversitenin sağlık birimleri konusunda bilgi aldı. TBMM ile Yüzüncü Yıl Üniversitesi arasındaki sağlık protokolünün imzalanmasının ardından söz alan Rektör Battal, “Bu protokolü imzaladıktan sonra TBMM çalışanları, milletvekilleri ve yakınlarına sağlık hizmeti vereceğiz. Hastanemize il dışından ve yurt dışından hastalar geliyor. Özellikle sağlık hizmetleri konusunda iddialıyız. Bizi tercih ettikleri için başta Meclis Başkanımız Sayın Cemil Çiçek ve TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu olmak üzere yetkililere teşekkür ediyorum” dedi. İrfan Neziroğlu ise Van’ı ve üniversiteyi çok beğendiklerini belirterek protokolün hayırlara vesile olmasını diledi. KESİN ADAY LİSTELERİ BELLİ OLDU YÜKSEK Seçim Kurulu, 7 Haziran’da yapılacak 25. Dönem Milletvekili Seçimi’ne katılacak partileri, kesinleşmiş aday listelerini ve partilerin oy pusulasındaki yerlerini belirledi. 20 partinin ve Türkiye genelinde 165 bağımsız adayın katılacağı seçimde geçici aday listelerine yapılan itirazların incelenmesinden sonra YSK kararıyla kesinleşen listeler Resmî Gazete’de yayımlandı. Buna göre seçime katılacak partiler şunlar oldu: Adalet ve Kalkınma Partisi, Anadolu Partisi, Bağımsız Türkiye Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Demokratik Sol Parti, Halkın Kurtuluş Partisi, Halkların Demokratik Partisi, Komünist Parti, Milliyetçi Hareket Partisi, Millet Partisi, Saadet Partisi, Vatan Partisi, Hak ve Özgürlükler Partisi, Merkez Parti, Doğru Yol Partisi, Liberal Demokrat Parti, Yurt Partisi, Toplumsal Uzlaşma Reform ve Kalkınma Partisi, Hak ve Adalet Partisi. 156 BİN KİŞİ EVLİLİK HAYATI EĞİTİMİ ALDI AILE ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın düzenlediği Evlilik Öncesi Eğitim Programı ile Türkiye çapında 156 bin 318 kişiye eğitim verildiği açıklandı. Evlilik çağında olan, yuva kurmak isteyen gençlerin mutlu ve sağlıklı evlilikler yapabilmesini amaçlayan program, evlenmek üzere olan çiftlerin yanı sıra silah altındaki er ve erbaşları, polis okulları ve üniversitelerin son sınıf öğrencilerini de kapsıyor. Program, çiftlerin evlilik öncesi hazırlıklarının sağlıklı bir şekilde yürümesini ve evlilik içinde problemler çıkmadan çözümler üretilebilmesini hedefliyor. Aile Eğitim Programı kitaplarına http://www.aep.gov.tr/ internet adresinden ulaşılabiliyor. Bakanlık ayrıca 81 ilde il müdürlükleri ve sosyal hizmet merkezlerindeki uzman personel aracılığıyla ücretsiz Aile ve Boşanma Süreci Danışmanlığı hizmeti sunuyor. Danışmanlık, Boşanma Öncesi Danışmanlık Hizmeti, Boşanma Sürecinde Danışmanlık Hizmeti ve Boşanma Sonrası Danışmanlık Hizmeti olmak üzere üç aşamalı veriliyor. Hizmetin yürütülebilmesi için 280 meslek elemanına hizmet içi eğitim verildi. Eğitime başvuran 2 bin 854 çifte danışmanlık hizmeti sunuldu. 13 ERMENI MESELESIYLE ILGILI HER ŞEY ermenisorunu.gen.tr’de 1915 Olayları’nın 100. yılı olması dolayısıyla “Ermeni meselesi” odaklı çalışmalar, açıklamalar ve yayınlar birbirini izliyor. Ülkemizde ve dünyada konunun çeşitli yönleri farklı pencerelerden ele alınırken, tartışmalar ağırlıklı olarak “soykırım” kavramı etrafında şekilleniyor. 2015 yılıyla birlikte daha fazla konuşulmaya başlayan Ermeni meselesi, özellikle geçtiğimiz nisan ayında ana gündem maddesi oldu. Konuyla ilgili olarak Türkiye’nin tepkisine yol açan açıklamalar ve kararların da art arda geldiği bu günlerde “1915’le ilgili her şey” ermenisorunu.gen.tr adlı web sitesinde yayımlanmaya başladı. Ermeni meselesini sadece 100 yıllık bir süreçte değil, tarihî arka planı ve bugünüyle de ele alan web sitesi, konuyu tüm yönleriyle öğrenmek isteyenler için en doğru adres olma iddiası taşıyor. Türk ve yabancı akademisyenler anlatıyor ermenisorunu.gen.tr, Ermeni meselesiyle ilgili her türden fikre bütün açıklığıyla yer vererek farklılığını ortaya koyuyor. Ermeni tehcirine giden süreç, tehcir dönemi ve sonrasına ilişkin metinler ve tarihî belgelerle doyurucu bir içeriğe sahip olan web sitesi, konuyla ilgili önemli çalışmalara imza atmış Türk ve yabancı akademisyenlerin açıklamalarını kısa videolarla doğrudan kendilerinden 14 HABERLER dinleme imkanı sunuyor. Web sitesinin içeriği, Ermeni meselesine yönelik güncel gelişmelerle ilgili haberlerle de zenginleşiyor. ermenisorunu.gen.tr, Aynı Çatı Altında 700 Yıl, Güneş Batıdan Doğuyor, Kılıçlar Çekilirken, Hürriyet Müsavat Uhuvvet, Cihanı Tutan Umumi Acı, Geciken Doğum Sancıları, Sular Çekiliyor, Enstitü ve Vakıflar, Arşivler, Sorularla 1915, Kaynaklar, Belgeler, Ortak Acı/Adil Hafıza başlıkları altında 1915 Olayları ile ilgili her şeyi tüm açıklığıyla kullanıcılarının dikkatine ve değerlendirmesine sunuyor. “Son derece titiz bir çalışma yürüttük” ermenisorunu.gen.tr’deki “Editörden” yazısında “Ermeni meselesinin serüvenini Türklerle Ermenilerin ilk karşılaşmalarından günümüze kadar olan geniş safahati içinde bu sitede bulabileceksiniz” denilerek şu ifadelere yer veriliyor: “ermenisorunu.gen.tr’yi yeniden organize ederek yayına hazırlarken birkaç şeye özellikle dikkat ettik. Öncelikle tarafların görüşlerini olabildiğince berrak ve doğrudan ortaya koymaya çalıştık. İnternette bu ve benzeri konularda yayın yapan sitelerden ayrılmak amacıyla içeriği hazırlarken son derece titiz ve çeşitliliğe alabildiğine geniş bir yer ayıracak biçimde hazırlık yaptık. Seçtiğimiz kısa videolarda bu çabanın seçik bir şekilde izlenebileceğini sanıyoruz.” Türk Parlamenterler Birliği’nden Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2015 yılında yıllık 120 TL’dir. Bankalar tarafından müşterilerine Uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir. Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir. Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir. Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur. TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr Fax Hattı: 0312 420 66 24 Sayın Üyelerimiz her konuda bize ulaşabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği Ankara Konukevi: Ankara Hotel Pino Bayraktar Mahallesi Vedat Dalokay Caddesi Bayraklı Sokak No: 35 GOP/ANKARA Tel: 0312 446 36 86 Türk Parlamenterler Birliği TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 DÜNYADAN KKTC YENİ CUMHURBAŞKANINI SEÇTİ KUZEY Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 26 Nisan Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Mustafa Akıncı oldu. Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler ve Toplumcu Demokrasi Partisi’nin desteği ile bağımsız olarak seçime giren Akıncı, geçerli oyların %60,38’ini alarak KKTC’nin dördüncü cumhurbaşkanı seçildi. Akıncı’nın rakibi, KKTC’nin üçüncü cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ise %36,62 oranında oy aldı. 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti Kurucu Meclisi üyeliğine seçilen Mustafa Akıncı, daha sonra Lefkoşa Belediye Başkanlığı, milletvekilliği, bakanlık ve başbakan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Ağa Han Mimarlık Ödülü de dahil olmak üzere uluslararası mesleki ödüllere sahip olan Akıncı, Annan Planı döneminde oluşturulan Barış ve Demokrasi Hareketi’nin kurucuları arasında yer almıştı. MURSİ’YE 20 YIL HAPİS MISIR’DA askerî darbeyle görevinden uzaklaştırılan eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, kamuoyunda “İttihadiyye olayları” olarak bilinen davada 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Şiddete teşvik suçlamasıyla açılan davada Mursi’nin yanı sıra dönemin yetkililerinden 12’si de aynı cezayı aldı. İki sanık ise 10’ar yıl hapse mahkum edildi. 16 Sanık avukatları karara itiraz edeceklerini açıklarken, dünya kamuoyundan da karara tepkiler geldi. Uluslararası Af Örgütü mahkemeye Mursi’nin ya yeniden yargılanması ya da serbest bırakılması çağrısında bulundu. Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, ABD’nin siyasi tutuklamalara güçlü bir şekilde karşı olduğunu belirterek Mursi’ye yargı sürecindeki temel haklarının verilmesi gerektiğinin altını çizdi. Türkiye’nin olaya tepkisi ise Dışişleri Bakanlığı kanalıyla ortaya koyuldu. Bakanlık’tan yapılan açıklamada kararın esefle karşılandığı bildirilirken şu ifadelere yer verildi: “Mısır halkının gerçek bir demokrasiye ve hukuk devletine yönelik meşru taleplerinin karşılanması hususundaki samimi çağrılarımız geçerliliğini korumaktadır.” NATO’DAN SİBER GÜVENLİK TATBİKATI NATO Ortak Siber Savunma Mükemmeliyet Merkezi Sözcüsü Liisa Past, Estonya’nın başkenti Tallinn’de düzenlenen siber güvenlik tatbikatıyla ilgili bilgi verdi. “Kilitli Kalkan 2015” adı verilen tatbikata 16 ülkeden yaklaşık 400 bilgisayar uzmanının katıldığını ifade eden Past, tatbikatın hayali bir ülkedeki kurmaca bir senaryoya dayandığını belirtti. Past’ın açıklamasına göre, olası siber saldırılara karşı NATO’nun savunma kapasitesini artırmak amacıyla 2010 yılından bu yana düzenlenen tatbikatın katılımcıları, olası bir siber saldırıya karşı teknik çözümler üretiyor. ABD Başkanı Barack Obama ve NATO’ya üye diğer ülkelerin liderleri, geçtiğimiz eylül ayındaki zirvede NATO’nun siber savunma kapasitesinin artırılması konusunda fikir birliğine varmış ve üye bir ülkeye karşı olası bir siber saldırıya tıpkı askerî saldırıda olduğu gibi ortak yanıt verilmesini kararlaştırmıştı. GÜRCİSTAN’DA HÜKÜMET DÜŞTÜ GÜRCISTAN’DA Spor Bakanı Davit Kipiyani’nin istifası ve daha önce altı bakanın yerine yenilerinin gelmesiyle kabine üyelerinin üçte biri değişti. Gürcistan yasaları bu durumda hükümetin yeniden güvenoyu almasını şart koştuğundan hükümet fiilen düştü. Yeni hükümetin güvenoyu almasına kadar geçici olarak göreve devam edecek olan mevcut kabinenin Başbakanı Garibaşvili, “Hükümette değişikliklerin yapılması doğaldır. Bu değişiklikler sağlam bir demokrasi prosedürüdür” dedi. Tüm uluslararası ortaklarının Gürcistan’a güvendiğini vurgulayan Garibaşvili, “Parlamento hükümete yeniden güvendiğini gösterecek ve ekibimiz çalışmaya devam edecek” açıklamasında bulundu. Gürcistan Anayasası’na göre parlamentonun yeni başbakan ve bakanlar kurulunu yasada belirtilen süre içinde ve uygun prosedürle onaylamaması durumunda, cumhurbaşkanı mevcut parlamentoyu feshedip, erken genel seçim yapılmasını isteyebilecek. NAZARBAYEV’İN 5. SEÇİM ZAFERİ KAZAKISTAN, devlet başkanını seçmek için sandık başına gitti. Kazakistan Merkez Seçim Komisyonu, oyların %97,7’sini alan Nursultan Nazarbayev’in yeniden devlet başkanı seçildiğini açıkladı. Nazarbayev’in rakipleri Komünist Parti’nin adayı Turgun Sızdıkov %1,6, bağımsız aday Abelgazi Kusainov ise yüzde 0,7 oy aldı. Kazakistan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılından bu yana görevde olan Nazarbayev, düzenlediği basın toplantısında, yüksek bir oranla seçimi kazanmasının uluslararası gözlemciler tarafından eleştirildiği yönünde bir hatırlatmayla karşılaşınca, seçime katılımın yüzde 95’in üzerinde olduğunu, halkın kendisini tercih etmesi karşısında yapılacak bir şey bulunmadığını söyledi. Kazak lider, ülkesinin geçen sürede olağanüstü bir dönüşüme sahne olduğunu dile getirdi. Nazarbayev, yaptıkları icraatlar ve dönüşümle kişi başı gelirin 400 dolardan 13 bin dolara çıktığını söyledi. 17 HER ZAMAN GENÇLERİMİZİN YANINDAYIZ AKIF ÇAĞATAY KILIÇ GENÇLIK VE SPOR BAKANI G GENÇLERIMIZIN TÜRKIYE’YI EN IYI ŞEKILDE GELECEĞE TAŞIMAK IÇIN KARARLI VE EMIN ADIMLARLA KOŞACAĞINA YÜREKTEN INANIYORUM. 18 azi Mustafa Kemal’in 96 yıl önce Samsun’da yaktığı bağımsızlık ateşi, milletimizin cesaret ve özgüveniyle birleşerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna öncülük etmiştir. Milletimizin 19 Mayıs 1919’da başlattığı bu hürriyet ve bağımsızlık yürüyüşü 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’le taçlandırılmış, ülkemiz çağdaş uygarlık yürüyüşünde çok büyük mesafeler katetmiştir. Özellikle son 13 yıl içinde Türkiye, hükümetimizin de gayretleriyle birçok kronik sorununu çözüme kavuşturmuş, birçok alanda “sessiz devrim” diye nitelendirilen önemli reformları gerçekleştirmiş, demokratikleşme, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler yolunda dünyada ve bölgesinde örnek bir ülke haline gelmiştir. Şimdi Yeni Türkiye hedefimiz ise Cumhuriyetimizin 100. yılında ülkemizi demokratikleşme, temel hak ve özgürlükler noktasında çok daha ileri bir seviyeye taşımak ve dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri haline getirmektir. Ben bu yüzden 19 Mayıs’ı anmaktan ziyade 19 Mayıs ruhunu anlamayı daha çok önemsiyorum. Gazi Mustafa Kemal’in bu bayramı armağan ettiği gençlere 19 Mayıs’ın ruhunu anlama noktasında büyük sorumluluk ve görevler düşüyor. Ülkemizin en önemli potansiyeli olan gençler daha çok okumalı, daha çok araştırmalı, daha çok sorgulamalı, hızlı bir dönüşüm ve değişim geçiren dünyayı anlamak, değişimleri ve yenilikleri yakalamak için yeteneklerini geliştirmelidir. Bir taraftan özgürce düşünürken diğer taraftan millî ve manevi değerlere bağlı, yenilikçiliğin peşinde koşan, üreten, teknolojiyi iyi kullanan ve yeni buluşlar geliştiren bir nesil olmalıdır. Ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatta önemli roller üstlenmelidir. Tüm bu ifade ettiklerimin bilincinde nesiller olarak iyi şekilde yarınlara hazırlanmalıdır. Gençlerimizin Türkiye’yi en iyi şekilde geleceğe taşımak, milletimize, ülkemize ve insanlığa karşı sorumluluklarını en iyi şekilde yerine getirmek için kararlı ve emin adımlarla koşacağına yürekten inanıyorum. Başarılı olmaları, gençlerimize sağlanan imkanların yanı sıra kendi gayretlerine ve yoğun bir şekilde çalışmalarına bağlıdır. Gençler daima büyük düşünmeli, hedefleri doğrultusunda ilerlemekten vazgeçmemelidir. Yeni Türkiye’ye inanan, özgüvenli, umutlu, heyecanlı bir gençliğin yetiştiğini görmekten dolayı mutlu olduğumu da belirtmek isterim. Şunu da biliyorum ki gençlerimiz kendilerinden sonraki nesillere daha gelişmiş, daha müreffeh bir ülke bırakmak için çalışacaktır. Türkiye’yi daha büyük, daha güçlü yapma mücadelesinde hep en ön saflarda yer alacak, ülkesi ve milleti için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacaktır. 200’den fazla gençlik merkezinde 1 milyona yakın üyeye ulaştık Tabii sadece gençlere değil, bizlere de sorumluluk düşüyor. Hükümet olarak her zaman gençlerimizin yanındayız. Sorunlarını çözmek, ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak, her şeyden önce gençleri anlamak, görüşlerine değer vermek bizim görevimiz. Bir görevimiz daha var: Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk gençliğine armağan edilen bu değerli bayramı yaşatmak ve korumak, gelecek nesillere en iyi şekilde aktarmak. Gençlik ve Spor Bakanlığı olarak bu emaneti en iyi şekilde muhafaza ediyor, geleceğe sağlıklı bir şekilde ulaşması için çalışıyoruz. Amacımız bu bayramın ruhunu kavrayan, geçmişle gelecek arasında köprü kuran, bilgili, donanımlı, paylaşımcı, üretken, yenilikçi gençler yetiştirmek. Bu çerçevede yaptıklarımızdan da bahsetmek istiyorum. Gençler için birçok proje ürettik, üretmeye de devam ediyoruz. Gençlerin ürettiği projelere destek veriyoruz. Özellikle tarih bilincine sahip, millî ve manevi değerlere bağlı bir gençlik için 57. Alaya Vefa Yürüyüşü, Sarıkamış Şehitlerini Anma Günü gibi etkinlikler düzenliyoruz. Gençlerden Ecdada Mektup adı altında düzenlediğimiz yarışmaya rekor başvuru oldu. 550 binin üzerinde genç bu vatan için canlarını seve seve veren ecdadına duyduğu şükran ve minneti kaleme aldı. Önümüzdeki ay içinde duygu ve düşüncelerini en iyi şekilde dile getirenler açıklanacak. Her yıl 50 binden fazla gencimizi kamplarımızda bir araya getirerek kaynaştırıyoruz. Dünya ülkelerinin gençleri ile kendi gençlerimizi çeşitli projelerin çatısı altında bir araya getiriyoruz. Uyuşturucu ile mücadele konusunda gençlik liderlerimize ve antrenörlere eğitimler vererek, gençlere ulaşmalarını sağlıyoruz. Türkiye’nin dört bir yanına yayılan 200’den fazla gençlik merkezinde 1 milyona yakın üyeye ulaştık. Gençler burada eğitimden sanata, kültürden spora kadar her tür etkinliğe katılıyorlar. Kredi ve Yurtlar Kurumu yurtlarında kalan öğrencilerin daha rahat ve iyi şartlar altında barınmaları için büyük bir özveriyle çalışıyoruz. Öğrencilerimizin 6-8 kişi olarak kaldıkları ranza sistemini kademeli olarak kaldırıyoruz. 5 yıldızlı oteli aratmayan yurtlar yapıyoruz. Şu anda yurtlarımızda barınan öğrenci sayısı 400 bine ulaştı. Yıl sonuna kadar 500 bini hedefliyoruz. Sporda hedefimiz marka ülke olmak Bu bayramın hatırlattığı şeylerden biri de spordur. Gençlik ve Spor Bakanlığı olarak hayata geçirdiğimiz dev yatırımlar spora verdiğimiz önemin bir kanıtıdır. Yeni Türkiye yolunda gerek tesisleşme, gerek lisanslı sporcu sayısında büyük mesafeler katettik. Bakanlığımın imza attığı yatırımların karşılığı önümüzdeki yıllarda daha net bir şekilde görülecek ve daha iyi anlaşılacaktır. Cumhuriyet tarihi boyunca 2002 yılına kadar toplam 2 bin 905 spor tesisinde hizmet veriliyordu. Bu rakama son 12 yılda (20022014) 1309 tesis ekledik. Yıl sonuna kadar yaklaşık 200 tesisin yapımını tamamlamayı hedefliyoruz. Bu tesislerimizden hem sporcularımız, hem gençlerimiz, hem de halkımız yararlanıyor. Sporu bir yaşam tarzı haline getirmek için gayret ediyoruz. Sağlıklı bir nesil için en önemli etkenlerden birinin spor olduğunun farkındayız. Uluslararası turnuva, müsabaka ve olimpiyatlarda başarıdan başarıya koşuyor millî sporcularımız. Ülkemizin sporda bir marka ülke olmasını istiyoruz. Uluslararası alanda prestiji yüksek organizasyonlar ülkemizde yapılıyor. Artık bu organizasyonları seçici duruma geldik. Bu hizmetlerin hepsi gençlerimiz için. Eğer bugün güçlü, gelişen, yükselen yeni bir Türkiye’den söz edebiliyorsak bunu geçmişte atılan kararlı ve ileri görüşlü adımlara borçluyuz. Şehitlerimize borçluyuz. Şehitlerimize vefa borcumuzu ancak böyle yetişerek ödeyebiliriz. Başta Gazi Mustafa Kemal olmak üzere bağımsızlık mücadelesi uğruna şehit düşmüş bütün kahramanlarımızı saygıyla ve minnetle anıyor, tüm milletimizin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyorum. Her şey güçlü Türkiye için… 19 55 YIL ÖNCE YAŞANDI AMA… YAŞAR TAŞKIN KOÇ 20 C umartesi günleri de yarım gün okula gitmiş bir nesildenseniz 27 Mayısların bayram olarak kutlandığını da hatırlarsınız. Ben hatırlayanlardanım. 23 Nisan, 27 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim… sırasıyla dört millî bayramdı. Hayal meyal hatırlayabildiğim şeylerden biri de bu 27 Mayıs’a bir anlam vermekte zorlandığımdı. “Bu bir darbe” veya “Başbakan astılar nasıl bayram olur” gibi düşüncelerden tabii ki çok uzaktım bir ilkokul öğrencisi olarak. Bana uygun gelmeyen, aklımın almadığı başka bir şeydi. 23 Nisan kolaydı; Meclis açılmış, o Meclis savaşı yönetip kazanmış ve Cumhuriyet’i kurmuştu. Üstelik çocuk bayramıydı aynı zamanda ki en güzeli biz çocuklar için… 30 Ağustos kolaydı; düşmanı yenmiş denize dökmüştük. 29 Ekim de anlaşılırdı; Cumhuriyet kurulmuştu işte o gün. Ama bu 27 Mayıs bir çocuğun aklının aldığı şey değildi ta o zaman… “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” neyin nesiydi? 23 Nisan’da hürriyete adım atmış, 30 Ağustos’ta bunu kazanmış, 29 Ekim’de taçlandırmamış mıydık zaten? İşte o zaman ne kadar sakil duruyorsa sonra anladık ki hep beraber hep sakildi zaten… Bir darbenin yıldönümünü, askerî bir darbenin yıldönümünü, sonu bir başbakan, iki bakanın idamıyla biten bir cunta girişimini bayram diye kutlamanın ne kadar tuhaf ve zorlama olduğu artık ortada. Tarihin cilvesi şu ki onun torunu ve çok daha kanlısı olan 12 Eylül darbesi çıkardı kendilerini bayram olmaktan. 1982’den beri kutlanmıyor. Hürriyet Şehitleri adı verilen, DP’nin son döneminde ve darbe günü çok farklı sebeplerle ölenlerin Anıtkabir’e defnedilmiş cenazeleri de yine 12 Eylül’de başka mezarlıklara taşındı. Son 10 yıldır da sadece milletin yarısının değil artık nihayet hemen tamamının reddettiği bir şey 27 Mayıs darbesi ve temsil ettiği zihniyet. Sıcak bahar günlerinde bir türlü yerine oturmayan o “bayram” neyin nesiymiş öğrenebileceğim kadar öğreneceğim, belgeselini çekeceğim… hiç aklıma gelmezdi o yaşlarda. Sonra gerçek bir av tüfeğine çok benzeyen oyuncak tüfeği annem sandığa kaldırırken itiraz ettiğimde “askerler arama yapıyor, görmesinler” diye beni avutup kandırırken anladım ki oturduğumuz Ankara Cebeci civarında gerçekten az çok operasyonlar yapılıyormuş. Yıllar sonra öğrendim 12 Mart ve sonrasında Balyoz diye bir şey yaşanıyormuş meğer. Sonra yıllar geçti, sonra delikanlı olmaya doğru 12 Eylül faşizmini iyi kötü daha yakından tanıdım. Kızılay’da okul asmanın keyfiyle cebinde bir paket Birinci, bir çay parası, bir otobüs bileti, belki şiir veya resim karalamak için kurşunkalem ve kağıt iç cebinde gezerken Mithatpaşa’da Yenişehir Postanesi’nin yanındaki eski DGM binasına gelen demir kasalı askerî kamyonlarla karşılaştım. Daracık, tel örgülü penceresinden bakan karanlıkta kalmış yüzler vardı içinde. Siviller görür korkusuyla kısa bir an el salladım ancak. Merakla bakıyor olmalılardı dışarıya, güzelim bahara, simitçiye, Kızılay’a… Mamak Cezaevi’ne teyze oğlunun duruşmasına bile gittik annemle. Her şey ve her yer haki yeşille koyu gri arasındaydı sanki. Bulutlar, ağaçlar, toprak, insan yüzleri… her şey… Rengi kadar ürkütücüydü her şey. Sol örgütün Altındağ sorumlusu teyze oğlunun kısacık bir an dönüp yarım zorlama gülümsemesi bile tedirginliği dağıtmadı, artırdı hatta. Yıllar sonra bir ülkücü mahkumdan sadece bir izmariti alabilmek için nice dayağı göze aldığını bizzat dinlemiştim. İşkenceleri, kışın içine girilmek zorunda bırakılan bahçedeki kim bilir hangi güzel hevesle yaptırılmış küçük havuzu, sıra dayaklarını, Ankara, İstanbul, Erzurum, Kayseri, Diyarbakır cezaevlerinin ününü falan anlatmaya gerek bile yok. Sıradan ve hatta normal sayılabilecek bir mahkeme ziyaretinin, bir duruşmanın dışarıdaki özgür bir sivilde bıraktığı his yetiyordu İtalyanca o kelimeyi iliklerinize kadar hissetmenize. Aynı teyze oğluna bir kat temiz çamaşır ulaşsın diye kim bilir hangi komşunun tanıdığının bilmem nesi üzerinden polis amirine verilen rüşvetleri hatırlıyorum. O çamaşır ulaştı mı ulaşacak mıydı asla bilemezdi kimse. Bir umut veriliyordu işte kaçak girmiş ama lüks viski, biraz para vesaire… Ankara Emniyeti’nin hâlâ soğuk hâlâ çirkin binasında herhangi bir kayıt ya da hukukî süreçten bağımsız “sorgu”daydı insanlar. Birçoğunun bilmem kaçıncı kattan “intihar ettiği” yıllardı. Artık dünyayı iyi kötü anlamaya başladığımda 28 Şubat gelmişti ve bir gazeteci olarak; çalıştığı dergi ve televizyon “irticaî yayın” olarak “kara liste”de bir insandım. 27 Nisan e-muhtırası verildiğinde gece çalıştığım televizyon kanalına gelip olup biteni anlamaya yorumlamaya çalışıyordum. O savuşturuldu, başka bir darbe girişimi olarak iktidar partisine kapatma davası açıldı. Darbeler şekil ve yöntem değiştirerek hayatımızda, hayatımdaydı hep. Bir iradenin kırılması, kendi iradenin dayatılması anlamında darbe Türkiye’nin gerçeği olmuştu ve son süreç bununla mücadelenin yeni bir boyutuydu. 21 Dünya şartları, Türkiye’nin geldiği yer, siyasal iktidarın tutumu darbeleri, bildiğimiz, klasik anlamda darbeleri ve ihtimallerini büyük ölçüde tasfiye ederken “iradeyi kırma ve kendi iradesini kabul ettirme” girişimleri yeni yeni icatlarla sürdü. Bundan sonra da sürecek şüphesiz. Tıpkı 17/25 Aralık gibi… Ya da bu yazıyı yazdığım saatlerde Türkiye’de en çok konuşulan, tartışılan konu olan Paralel Yapı mensuplarının tahliye ettirilmesi girişiminde olduğu gibi… 27 Mayıs üzerine bir yazı neden aradan geçen 55 yılın sonunda bugünkü aktüel gelişmelerden bile bağımsız olamıyor acaba? Neden kurtulamıyoruz o meşum günün hatırasından? Yazının ortasındayım ve Cumhurbaşkanı Erdoğan KKTC’de yeni seçilen Cumhurbaşkanı Akıncı’nın “Yavru vatan değiliz, eşit iki kardeş ülkeyiz” cümlesine itiraz ediyor. Bu cümleler bile 27 Mayıs’la nasıl ilintili hatta çok ilgili olabiliyor? 27 Mayıs’ı kim ve neden yaptı acaba? 22 Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir grup mu? ABD etkisi altındaki genç subaylar mı? Perde arkasında İngiltere mi vardı? Hangisi… Belgesel çalışmaları sırasında araştırdığım ama net cevabını, somut delilini bulamadığım bu soru bugün de cevabını arıyor. İngiltere DP iktidarının, hatta başta Başbakan Menderes ve Dışişleri Bakanı Zorlu’nun kişisel ısrarının da büyük katkısıyla imzalanan Londra ve Zürih Anlaşmaları’nı mı affetmemişti? İstanbul başta olmak üzere İzmir ve Ankara’da yaşanan 6/7 Eylül Olayları’nı mı? Selanik’teki Atatürk Evi’ne kimin attığı hâlâ anlaşılamamış bombanın basın aracılığıyla birden köpürtülmesiyle zemini hazırlanan 6/7 Eylül Olayları’nda devletin rolü olduğu hemen hemen kesin gibi. Ama olayların tam anlamıyla zıvanadan çıkması sanki devlete rağmen yaşandı. En azından iktidara rağmen… Olaylar kontrolden çıktığında trenle Ankara’ya gitmekte olan merhum Başbakan geri döndü kara yoluyla. Ertesi gün Beyoğlu’ndaki facia görüntüsüne bakarken çekilmiş bir fotoğraftaki gergin, yıkılmış yüz hatları anlatıyor aslında beklediği manzaranın o olmadığını. Olayların yaşandığı gece İstanbul’da uluslararası bir toplantının, İnterpol toplantısının yapılıyor olması ve James Bond’un ünlü yazarı Ian Fleming’in de o gece İstanbul’da olması; toplantıdan sıkılıp seccade almak için dışarı çıkması, olaylara şahit olması falan kendisinin resmî bir İngiliz ve hatta Amerikan ajanı olması kadar tesadüftü tabii ki. Sonunda her şeye rağmen evdeki hesap çarşıya uymadı. Yıllar geçti ve Zürih, Londra, Lefkoşa Anlaşmaları Türkiye’yi de Yunanistan ve İngiltere gibi Ada’da garantör ülke haline getirdi. İngiltere’nin Kıbrıs’ı dolaylı olarak kendine bağlı bırakıp ayrılma planı biraz değişikliğe uğramıştı. Atina’nın tamamen el koymasını önlemek için Türkiye’nin meseleye dahil olması elini rahatlatmadı. İspatı da 1974’te bu anlaşmalara dayanarak Türkiye’nin yaptığı harekât. Her şey ne kadar iç içe ve ne kadar birbirine bağlı… Yine bu yazıyı yazdığım saatlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KKTC’nin çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı’nın sözlerine karşı çıkıyor olmasının 27 Mayıs’la ilgisi olması inanılmaz ama gerçek. 74 sonrasında bir anlaşmaya varılamadığı ve bölgesel sorunlardaki artan ivme, tehdit Akdeniz’in doğusunu Ankara için hayatî hale getirdiği için KKTC konusunda artık çok daha temkinli. Ada’daki yeni Cumhurbaşkanı’nın bugün söylediği sözleri not edin; yarın tam tersini söyleyeceğini şimdiden garanti ediyorum. Hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını bu yazı ispatlıyor; Sayın Akıncı da yakında, yaşadıkça, gördükçe anlayacak. O yüzden 27 Mayıs’ta Londra parmağı ne kadar var kestiremiyoruz ama belli ki yoksa şaşıracağız… Tıpkı, geçerken Ankara’ya inen uçağıyla Esenboğa Havaalanı’nda ayaküstü darbenin lideri Cemal Gürsel’le konuşan İngiltere Kraliçesi’nin ne konuştuğu hakkında tahmin yapmaktan başka çaremiz olmadığı gibi. Bildiğimiz, Londra’nın işler iyice sarpa sarmadan hem Atina hem Ankara’ya aynı anlaşmalar içinde Ada’da iki askerî üs kuracağını kabul ettirmesi oldu. Üslerin statüsü “devlet statüsü”… Evet, inanılır gibi değil ama bu da gerçek… Ve Kıbrıs’la ilgili her şey söylenir hele ki Türk askerinin varlığı neredeyse kendi aramızda bile eleştirenlerin, kınayanların, protesto edenlerin bulunduğu bir vakıa iken o iki üs “devlet statüsü” ile gözlerden ırak hayatını sürdürmektedir tam 55 yıldır. Bir gün oradan ayrılacaklarına da kimsenin inanmadığı, doğal hak hatta Kıbrıs’taki bir orman, bir dağ gibi algılanıyor/algılatılıyor olmaları ayrı bahis… Üstelik Gürsel gaspla geçtiği Cumhurbaşkanlığı makamında hastalanarak heyet raporuyla indirilen ilk ve tek Cumhurbaşkanı olurken Kraliçe’nin dünya sisteminde İngiltere’nin en önemli simgesi olarak hâlâ zaman zaman medyada boy göstermesi ayrı bir ironi olmalı… Veya darbeyi yapan ve kendilerine Millî Birlik Komitesi adını veren o “genç subaylar”? Cumhuriyet gazetesinin manşetinde AK Parti hükümetinin daha ilk aylarında verilmiş örtük muhtıradaki “Genç subaylar rahatsız”ın kökenindeki o “genç subaylar”… Manşetin ilgili temsilcinin çarpıtması olduğu yıllar sonra ortaya çıktı ama bu tanımlamanın dayandığı MBK’daki o subayların kaçı Kore’de savaşmış veya barış döneminde Kore’de görev almıştı acaba? Bu Kore bağlantısı ile doğrudan ABD’de eğitim görenler toplanınca MBK’da bu ikisinden birinde yer almamış “genç subay” kalıyor muydu? Hiç sanmam… Öyleyse darbede Amerikan parmağı da güçlü ihtimal mi? Bu da bir gün “hayır, ilgileri yokmuş” cevabı çıkarsa şaşıracağımız bir soru. Belki de birlikte yaptılar ki en normali bu. Değil mi ki Soğuk Savaş atmosferinden diğer bütün ülkelerden daha fazla yararlanmasını bilen ve ciddi kredi koparan DP iktidarı paralar kısıldıkça nihayet Moskova’ya da uğramayı düşünmeye başlamıştı. Dönemin Sağlık Bakanı eski İstanbul Belediye Başkanı Lütfü Kırdar ilk ziyareti yapmış, Haziran ayında Başbakan’ın gideceği kesinleşmişti. Darbeden hemen önce Ankara’da bulunan Hindistan Başbakanı Nehru’ya bağlantısızlıktan, bloklardan bağımsız dış politikadan falan bahsediyordu artık Menderes. Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşünün bu görüşmeye denk gelmesi yine nasıl bir tesadüftü oysa… Tam da “yoruldum, artık ayrılmak istiyorum” diyen Sağlık Bakanı Kırdar’a Menderes “yakında erken seçime gideceğiz, o zaman ayrılırsınız” demişti… Oysa Kırdar Yassıada’da savunmasını yaparken kalp krizi geçirip hayata veda edecekti… Ne kadar isterseniz o kadar benzerlik, etki bulabilirsiniz. Günü- 23 müzde, mesela Mayıs 2015’teki rastgele bir tartışma, atışma, kapışma konumuzla 27 Mayıs darbesinin bağlantısını kurabilirsiniz. Onunla kuramıyorsanız çocuğu 12 Mart veya torunu 12 Eylül’le mutlaka kurarsınız. 27 Mayıs Cuma gününün ilk saatlerinde başlayan o darbe sonraki 55 yılımızı derinden etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Başımıza gelen her felaketin sorumlusudur demiyorum. Ama şikayet ettiğimiz, geri kaldığımız, yanlış yaptığımız her şeyde bazen tamamen bazen bir parça da olsa etkisi, katkısı olduğu çok açık. Ekonomik büyümeden bize özgü modellere; yaşadığımız sarsıntılardan kutuplaşmışlığımıza hepsinde büyük katkısı var. Yıllar geçtikçe böyle olduğu daha iyi anlaşılıyor. Geldiğimiz noktada, dünyanın geldiği yerde hâlâ sınırlı sayıda darbe özlemcilerinin kalmasına bile bundan dolayı şaşıramıyoruz. Mesele darbenin yapılıp yapılamayacağı da değil; mesele darbelerin memlekete verdiği hasarı görmezden gelmelerinde. Adnan Menderes ve hükümetleri için yazılmış yüzlerce kitap var; yapılmış yüzlerce röportaj; kaleme alınmış on binlerce makale, köşe yazısı, yorum… En az yarısı bütün gücüyle bütün kötülükleri o iktidara yıkan yayınlardır. Tümünü toplasak, tümünü doğru kabul etsek, Yassıada yargılamaları kadar tarihte örneği az bulunur trajik ve kof mahkemenin, iddia sahibinin tüm kararlarını, sözlerini doğru kabul etsek darbenin kendisinden daha fazla hasar veremediğini kabul etmek zorunda kalırız. DP 1960’ta gideceği kesin olan o erken seçim, bilemediniz bir sonraki seçimde kaybedecekti zaten. Tarım başta olmak üzere ekonomi, eğitim, dış politika, sanayi, ulaştırma, haberleşme ve daha nice konudaki Cumhuriyet’e birkaç basamak birden atlatan icraatlarını da yok sayabilirsiniz. 24 Böyle düşünenlerden olsanız bile yine de bir darbenin, hele ki 27 Mayıs’ın yani “darbelerin anası”nın o gün ve sonrasında verdiği hasarı affedemezsiniz; daha büyük zararlar verdiğini inkâr edemezsiniz. Hepsinden vazgeçin, bizzat Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülkesinin savunmasını üstlenmesi, sınırlarını sapasağlam beklemesi gerekirken verili düzenin koruyucusu haline dönüşmesine ne demeli? Türkiye’de siyaset, ideolojiler, üretim ve bölüşüm ilişkileri ordunun müdahale etmesi gereken; taraf olması gereken şeyler midir? Taraf olmadı mı diyorsunuz? O yüzden mi hem 27 Mayıs hem onun geleneğinin sıkı takipçisi 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri, başarısız olmuş, akim kalmış 27 Nisan e-muhtıra, 2007 parti kapatma, 17/25 Aralık gibi darbe girişimleri açık veya örtük hep tekelci sermayenin desteğini aldı. Hep o sermayenin medyasınca alkışlandı. Hep o sermayenin sözcüsü bürokratlarca desteklendi, tasarlandı, omuz verildi. 27 Mayıs 1960 klasik tabiriyle Türk demokrasisinin kara günü değildir. 27 Mayıs 1960 sabahı demokrasi kadar bu ülkede mezhep, ideoloji, etnik ayrım olmadan hepimize ait geri kalan maddi manevi ne kadar değer, birikim, potansiyel, gelecek varsa hepsinin düşmanı bir sabahtır. Darbeden 55 yıl sonra açık seçik gerçek sadece budur. Size naçizane tavsiyem, DP ve Menderes düşmanı bir yazarın veya bir gazetecinin o dönemlerde, darbeden sonra yazdıklarını okumanız. 1960 Haziranı’nda normal gibi algılanan, algılatılan şey bugün nasıl görünecek gözünüze acaba? Ne işinize mi yarayacak? Okumadan anlayamazsınız… “27 MAYIS DARBESI TÜRK DEMOKRASI TARIHINDE KARA BIR LEKEDIR” RÖPORTAJ: SONGÜL BAŞ DEMOKRATLAR KULÜBÜ ÜYELERI, MECLIS’TEKI GELENEKSEL PAZARTESI BULUŞMALARINDA TPB PARLAMENTO’NUN 27 MAYIS 1960 ASKERÎ DARBESIYLE ILGILI SORULARINI YANITLADI. TECRÜBELI SIYASETÇILER, “27 MAYIS DARBESI TÜRK DEMOKRASI TARIHINDE KARA BIR LEKEDIR. SONRAKI DARBE VE MUHTIRALARA ÖNCÜLÜK ETMIŞTIR” DIYOR. 25 T ürkiye Büyük Millet Meclisi yıllardır her pazartesi günü geleneksel bir buluşmaya evsahipliği yapıyor. Geçmiş dönemlerde milletvekili ve bakan olarak ülkemize önemli hizmetlerde bulunmuş Demokratlar Kulübü üyeleri bu yemekli buluşmada eski günleri yâd ediyor, tecrübeleri ışığında bugünkü gelişmeleri değerlendiriyor. Geçtiğimiz ay bu buluşmalardan birine katılarak hem keyifli sohbete ortak olduk hem de bu sayıda ele aldığımız 27 Mayıs darbesiyle ilgili kısa röportajlar yaptık. Tecrübeli siyasetçiler yaşadıkları ve tanık oldukları olaylardan yola çıkarak yakın tarihimize dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Röportajımız sırasında ilk önce Demokratlar Kulübü Derneği -yaygın kullanılan adıyla Demokratlar Kulübü- hakkında bilgi edinmek üzere Sanayi, Çalışma ve Millî Eğitim eski Bakanı Ali Naili Erdem’le konuştuk. Demokratlar Kulübü’nün başkanlığını yürüten Erdem, “Siyasi partilerin yeniden açılmasına karar verildiği zaman Demokrat Partili bir grup arkadaş ‘Siyasi olarak Demokrat Parti’nin misyonu bitmiştir, biz bir dernek çalışması yaparak Demokrat Parti’nin sosyal ve kültürel hizmetlerini devam ettirelim’ dediler ve bu dernek kuruldu. Diğer bir kısım arkadaşlar da ‘Hayır, biz Demokrat Parti’yi siyasi zeminde devam ettireceğiz’ dediler ve onlar da parti olarak faaliyetlerini sürdü- 26 RÖPORTAJ rüyorlar. Derneğin kuruluşundan itibaren Demokrat Parti’nin 27 Mayıs 1960’a kadarki muhalefet ve iktidar süresi içerisinde yaptıkları kitap haline getirildi. Bu kitapların adedi 30’u geçti. Böylece Demokrat Parti’nin geçmişte kalan hizmetleri kitaplar marifetiyle halka yeniden anlatılmış oldu” diyor. 10 yılı aşkın süredir Demokratlar Kulübü’nün başkanlığını üstlendiğini belirten Ali Naili Erdem sözlerini şöyle sürdürüyor: “Demokratlar Kulübü, demokrasinin tavizsiz, hiç kimseye minnet etmeden ayakta kalabilmesini sağlamak için bir araya gelmiş fikir adamlarının oluşturduğu bir kulüptür. Biz Türkiye’nin inkılapları, batılılaşma hareketi, modernleşmesi gibi konularda fikirler üretiyoruz. Bu ürettiğimiz fikirler, ortaya koyduğumuz görüşler ülkemizin yarınlarını amaçlamaktadır, herhangi bir siyasi niteliği yoktur. Doğrudan doğruya kültürel çalışmaların içerisindeyiz. Cumhuriyet’in temeli kültürdür diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu görüşünü benimsemiş bir kulübüz. Bu kulüpte Atatürk düşüncesi egemendir, yani çağdaşlaşma önemlidir; bilimi iktidar, insan sevgisini hakim kılma önemlidir. Demokratlar Kulübü’nde siyasi mevkilere gelmek için bir arada bulunan insanlar yoktur, fitne fesat yoktur, kıskançlık yoktur, aksine herkes kendine verilen görev neyse onu zevkle ve hevesle en mükemmel şekilde yapmaya çalışır.” “HARP OKULU, PIYADE YEDEK SUBAY OKULU’NA ÇOK YAKINDI. BIZE DE HARP OKULU’NDA GÖREV VERMIŞLERDI. DEMOKRAT PARTI VE HÜKÜMETIN TANINMIŞ ÜYELERINDEN BAZILARININ CIPLERLE, BAZILARININ ÇÖP ARABALARIYLA HARBIYE’YE GETIRILDIĞINI GÖRÜYORDUM. TABII KI TARIFSIZ KEDERLER IÇINDEYDIM.” Ali Naili Erdem, Demokratlar Kulübü üyelerinin geleneksel olarak her pazartesi günü Meclis’te buluşup yemek yediğini belirterek, “Ayda bir de ailelerimizle birlikte Anadolu Kulübü’nde bir araya geliyoruz ve kültürümüzün en zengin kaynağı musikimizi öne çıkararak yemekli toplantı yapıyoruz” diyor. Tecrübeli siyasetçi yemeklerdeki sohbet konularını sorduğumuzda “Daha güzel, daha huzur ve barış içinde bir Türkiye’yi konuşuyoruz, ama bu sohbetleri siyasi partiler bazında değil, fikir bazında ve tecrübeler ışığında yapıyoruz” yanıtını veriyor. “Ayten Sokak’ta patlayan silah heyecan yarattı” Röportajımız sırasında Demokratlar Kulübü üyelerine 27 Mayıs 1960 askerî darbesiyle ilgili değerlendirmelerini soruyoruz. 14. Dönem Bursa Milletvekili Ertuğrul Mat, 27 Mayıs’ı Piyade Yedek Subay Okulu’nda askerliğini yaptığı dönemde yaşadığını belirterek o günleri şöyle anlatıyor: “27 Mayıs Cuma sabahı Piyade Yedek Subay Okulu’nda silah sesleriyle uyandık. İhtilal duyulmuştu. Demokrat Parti’ye yakınlığı bilinen Okul Kumandanı Tuğgeneral Abidin Tüzel’e güvenmeyen ihtilalciler, Piyade Yedek Subay Okulu’nu ihtilal hareketinin dışında bırakmışlardı. Öğlene doğru Abidin Paşa’yı gözaltına almış, onun yerine de güvendikleri bir subayı tayin etmişlerdi. Bu tayinden sonra Piyade Yedek Subay Okulu da ihtilalcilerin yanında yer almıştı. Harp Okulu, Piyade Yedek Subay Okulu’na çok yakındı. Bize de Harp Okulu’nda görev vermişlerdi. Demokrat Parti ve hükümetin tanınmış üyelerinden bazılarının ciplerle, bazılarının çöp arabalarıyla Harbiye’ye getirildiğini görüyordum. Tabii ki tarifsiz kederler içindeydim.” 27 “O GECE VE ERTESI SABAHIN ERKEN SAATLERINDE HARP OKULU ÖNÜNDE NÖBET TUTARKEN, KAPUTLARIMIZ OLMADIĞI IÇIN O KADAR ÜŞÜMÜŞTÜK KI, BAZI ARKADAŞLARIMIZ ‘HAYATIM BOYUNCA BIR DAHA SICAKTAN ŞIKAYET ETMEYECEĞIM’ DIYE YEMIN EDIYORDU.” Ertuğrul Mat, 27 Mayıs gecesi Ankara’daki Ayten Sokak’ta yankılanan silah sesleriyle ilgili olarak da şunları söylüyor: “O gece Piyade Yedek Subay Okulu’nun 4. Bölüğü, İsmet Paşa’nın kaldığı Tandoğan Ayten Sokak’ta nöbet tutacaktı. Sokağın başından itibaren birer metre arayla dizilmeye başladık. Bizim mangaya sıra geldiğinde 22 numaralı evin önündeydik. İsmet Paşa orada kalıyordu ve bizim manganın ekseriyeti Demokrat Partiliydi. Bölük Kumandanı ‘Siz şu tarafa’ diyerek bizi sokağın öteki köşesine sevk etti. Bunu bize güvenmediği için değil, bizi korumak için yapmış, bölükteki Demokrat Parti aleyhtarlarının bizi tahrik etmesi ihtimaline karşı tedbir almıştı. Saat 23:00’e doğru Ayten Sokak’ta bir silah patladı. Herkes silah sesinin geldiği yere doğru koştu. Bir de gördük ki, bölük arkadaşlarımızdan biri, ‘Nasıl oldu bu iş?’ diye hayretle tüfeğine bakıyordu. Kendisi Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra şizofreniye yakalanmış, buna rağmen askere alınmıştı. Bir an elindeki tüfeği merak etmiş, orasını burasını kurcalarken silah ateş almıştı. Allah’tan namlu yukarıya doğru olduğu için kimseye bir şey olmamıştı. O gece ve ertesi sabahın erken saatlerinde Harp Okulu önünde nöbet tutarken, kaputlarımız olmadığı için o kadar üşümüştük ki, bazı arkadaşlarımız ‘Hayatım boyunca bir daha sıcaktan şikayet etmeyeceğim’ diye yemin ediyordu. 16 Ocak 28 RÖPORTAJ 1960’ta başlayan ve 27 Mayıs 1960’ta sona eren bu okul döneminde, Türk demokrasi tarihinin en acı olaylarına şahit olmuştum. İhtilal teşebbüsüne karşı bir mukavemet olmayınca ve ihtilal de başarıya ulaşınca yedek subay talebelerini Ankara’da daha fazla tutmadılar. Kıtalarımıza intikal etmemiz için bize on beş gün izin verip evlerimize gönderdiler.” Ertuğrul Mat, 27 Mayıs döneminde insanların farklı yüzlerini gördüğünü de ifade ederek, “27 Mayıs’tan evvel Demokrat Parti’yi savunan bazı yedek subay adaylarının, Harbiye Okulu talebelerinin önüne geçip onları mensup oldukları ilin milletvekillerinin evlerine götürdüklerine, büyük bir utanmazlıkla bağırıp çağırdıklarına şahit oldum. İnsanların iki yüzünü görmek siyasi hayatımın en kötü hatıralarından biridir” diyor. “İdam kararını duyunca gözyaşlarıma hakim olamadım” Uzun yıllar İçişleri de dahil olmak üzere pek çok bakanlık görevi üstlenen Nahit Menteşe, 27 Mayıs dönemini merhum Adnan Menderes’le ilgili anılarını paylaşarak değerlendiriyor. Menteşe o günleri şöyle anlatıyor: “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken aynı zamanda Aydın Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanıydım. Rahmetli Adnan Menderes’i İstanbul’a gelişlerinde bazen havaalanında, bazen de Haydarpaşa İstasyonu’nda karşılardık. 27 Mayıs’a takaddüm eden 15 Mayıs’ta Adnan Menderes İzmir’e geldi. Aydın’dan hemen hemen 500 arabayla kendisini karşıladık. İzmir’de muhteşem bir miting oldu. Mitingden sonra üç arkadaş, “IDAM FEVKALADE ACI BIR OLAYDI. TÜRKIYE’NIN KALKINMASI IÇIN BÜYÜK GAYRET SARF ETMIŞ, GECESINI GÜNDÜZÜNE KATARAK ÇALIŞMIŞ ADNAN MENDERES’IN IDAM EDILMESI ÜZERINE KENDIMI TUTAMAYIP HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLADIM.” Adnan Menderes’le görüşmek için Vali Konağı’na gittik. O sırada orada rahmetli Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu da vardı. Menderes’le karşılaşınca ‘Sayın Başbakanım Aydın’a ne zaman teşrif edeceksiniz?’ diye sordum. Omzumu tuttu, ‘Nahit Bey kardeşim, Ankara’ya çok önemli bir misafirimiz gelecek. Onun için dönmek mecburiyetindeyim. İnşallah daha sonra Aydın’a bir gezi tertip ederiz’ dedi. Bu konuşmamızdan sonra maalesef 27 Mayıs darbesi yapıldı ve kendisini bir daha görmemiz mümkün olmadı.” Nahit Menteşe, Yassıada Mahkemesi’nin aldığı idam kararları nedeniyle büyük üzüntü duyduğunu belirterek sözlerini şöyle sürdürüyor: “Hiç unutmam, bir sabah arabayla büroma doğru giderken radyodan Adnan Menderes’in idam edildiğini öğrendim. Bu benim için fevkalade acı bir olaydı. O gün duruşmalarım olduğu halde gidemedim, bir esnafın dükkanına girip hüngür hüngür ağladım. Türkiye’nin kalkınması için büyük gayret sarf etmiş, gecesini gündüzüne katarak çalışmış Adnan Menderes’in idam edilmesi beni derinden etkiledi.” Enerji ve Tabii Kaynaklar ile Devlet eski Bakanı Esat Kıratlıoğlu, 27 Mayıs darbesi yapıldığında ağabeyinin Demokrat Parti Nevşehir Milletvekili olduğunu ve Yassıada Mahkemesi’nde yargılandığını belirterek, “1960 yılının 26 Mayıs akşamı, petrol araması yapmak üzere Kızılcahamam’ın Pazar nahiyesinde kurduğumuz kampta kalıyordum. Uykuda olduğum sırada kampın idari işleriyle meşgul olan görevli yanıma gelerek ‘Efendim radyoda birtakım konuşmalar yapılıyor, ama ne olduğunu anlayamadım’ dedi. Hemen radyonun başına gittim, Alparslan Türkeş konuşuyordu. ‘Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız’ diyordu. 27 Mayıs ihtilalini bu şekilde öğrendim” diyor. Kıratlıoğlu, darbeyle ilgili görüşlerini ise şöyle dile getiriyor: “27 Mayıs Türk demokrasi tarihinde kara bir lekedir. Bugün memleketin geri kalmasında, demokrasinin arızalı bir şekilde yürümesinde bir numaralı sebeplerden biri 27 Mayıs ihtilalidir. Çünkü o günkü şartlar altında bazı sıkıntılar olmasına rağmen ihtilal yapılmasını gerektirecek bir hadise yoktu. Rahmetli Adnan Menderes Türkiye’yi endüstri ülkesi yapmak için girişimde bulunmuştu ve bunun için paraya ihtiyaç duyuluyordu. Amerika ve Almanya’dan olumlu cevap alınamaması nedeniyle Adnan Menderes Rusya ile kredi görüşmesi yapacaktı. Bunun için Haziran 1960’ta Rusya’ya gidecekti. Sırf bunu engellemek için 27 Mayıs ihtilali yapıldı. Türkiye’deki diğer ihtilal ve muhtıraların da başlangıcı olan 27 Mayıs, Türk demokrasisinde kara bir lekedir ve Türkiye’nin temeline konulan bir dinamittir.” 16. Dönem Kırşehir Milletvekili Mustafa Eşrefoğlu, 27 Mayıs’ta Ankara Erkek İlköğretmen Okulu’nda öğrenci olduğunu belirterek sözle- 29 “RADYODA ALPARSLAN TÜRKEŞ, ‘BUGÜN DEMOKRASIMIZIN IÇINE DÜŞTÜĞÜ BUHRAN VE SON MÜESSIF HADISELER DOLAYISIYLA KARDEŞ KAVGASINA MEYDAN VERMEMEK MAKSADIYLA TÜRK SILAHLI KUVVETLERI MEMLEKETIN IDARESINI ELE ALMIŞTIR’ DIYORDU.” rini şöyle sürdürüyor: “Sabah erken saatte kalktığımda yurttaki radyodan Alparslan Türkeş’in sesini duydum. Türkeş, ‘Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. En kısa zamanda adil ve serbest seçimler yapılacaktır. İdare, seçimi hangi taraf kazanırsa o tarafa devir ve teslim edilecektir’ diyordu. İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na gittiğim dönemde Yassıada yargılamaları başlamıştı. Bu yargılamalar tamamen taraflı bir şekilde gerçekleşmiştir. 27 Mayıs meşru bir hükümete karşı yapılmış gayrimeşru bir ihtilaldir.” 19. Dönem Bursa Milletvekili Fethi Akkoç, “27 Mayıs Demokrat Parti iktidarını yıkmakla kalmamış, askerin Türkiye’de siyasete bulaşmasının, devlet yönetimine karışmasının başlangıcı olmuştur. Asker bu geleneğini 12 Mart’la, 12 Eylül’le ve ‘postmodern 30 RÖPORTAJ darbe’yle sürdürerek günümüze kadar getirmiştir” diyor. Askerî darbe dönemlerinin görünen ve görünmeyen yüzleri olduğunu, “perde arkası”nda yaşananları iyi tahlil etmek gerektiğini ifade eden Akkoç, “Darbe dönemleriyle ilgili yazılmış çeşitli kitaplar var. Bu konuda benim de çalışmalarım bulunuyor. Ekose Etekli Levrek isimli kitabım yakında yayımlanacak. Bu kitapta 12 Mart darbesinin yapılacağının ve Nihat Erim’in başbakan olacağının beş buçuk ay önceden Amerikalılardan nasıl duyulduğu anlatılmaktadır” diye konuşuyor. Demokratlar Kulübü Genel Sekreteri, 66 yıllık gazeteci Ali Abalı, unutamadığı bir anısını şöyle anlatıyor: “İhtilal olduktan sonra Gümrük ve Tekel Bakanı, Muğla Milletvekili Nuri Özsan’ı da alıp götürdüler Harbiye’ye. Hanımı ile iki kızı yanıma geldiler ve ‘Pijamayla alıp götürdüler’ dediler. Bunun üzerine Nuri Özsan’ın elbise ve çamaşırlarını alıp Harbiye’ye doğru yürüdüm. Herkes “HEP MÜCADELE IÇINDE OLDUM, KORKMADIM, YOLUMA DEVAM ETTIM. TES-İŞ GENEL BAŞKANI, TÜRK-İŞ YÖNETIM KURULU ÜYESI OLDUM. SONRA DA İZMIR VE KAYSERI MILLETVEKILI SEÇILDIM. EĞILMEDEN BÜKÜLMEDEN BUGÜNLERE GELDIK. ” ‘Çılgınlık yapma, kurşunlarlar seni’ dese de ağzımda Basın Kartı, elimde çanta Harbiye’ye gittim ve Nuri Özsan’a elbiselerini verdim.” “Çok sıkıntılı günler geçirdik” Demokratlar Kulübü Başkan Yardımcısı, İzmir ve Kayseri eski Milletvekili Enver Turgut, 27 Mayıs döneminde çok sıkıntılı günler geçirildiğini belirterek şunları söylüyor: “1960 ihtilali yapıldığında Diyarbakır Karayolları’nda görev yapıyordum ve Yol-İş Sendikası Başkanıydım. Amcam Diyarbakır milletvekili olarak Yassıada’ya sürülmüştü. Dolayısıyla aile olarak ihtilalden zarar görenlerdendik. Amcamın milletvekili olmasından dolayı işe girmiş biri değildim. Daha önce iş hayatına başlamıştım. 1955 yılının Temmuz ayında kurduğumuz sendikanın başkanı olmuştum. İhtilal yapan komite mensupları Diyarbakır’a gelecekler diye okullar, işyerleri tatil edildi. Bütün kurumlara komite mensuplarını karşılama talimatı verildi. Bunun üzerine işçileri topladım ve ‘Karşılamak isteyen varsa gidebilir, ancak ben katılmak istemiyorum’ dedim. Bunun üzerine bazı arkadaşlar üzerime yürüyerek ‘Sen ihtilale karşı mısın?’ dediler. Ben de ‘Evet’ demek mecburiyetinde kaldım. İki gün sonra evime iki asker geldi. ‘Kolordu’da sizi bekliyorlar’ dediler. Heyecanlandım, kime gideceğimi soramadım. Diyarbakır Kolordu Komutanlığı’na gittik. ‘Beni istemişsiniz, onun için geldim’ dedim. ‘Emir subayına haber verelim’ dediler. Emir subayı da yüzbaşıymış, beni soru yağmuruna tuttu. Neticede Korgeneral’in makamına götürdü. Bu sefer Korgeneral sorular sormaya başladı. Kendimi tanıttım. O sırada ye- rinden kalkarak bana çikolata ikram etti. Çikolatayı yemeden elimde tutmuştum. Korgeneral konuşma bittiğinde bana dedi ki: ‘Oğlum şu anda olağanüstü bir durumdayız. Seni anlıyoruz. Biz sizi buraya çağırmış değiliz.’ Paşa’nın içinde bulunduğum durumu görünce üzüldüğünü fark ettim. Bunun üzerine ‘Paşam bir sıkıntı yoktur. Sıkıntısı olanlar var, benimle boşuna uğraşıyorlar. Ben sizi üzdüğüm için sıkıntı çekiyorum. İzin verirseniz kalkmak istiyorum’ dedim ve kalktım. O sırada elimdeki çikolatanın eridiğini fark ettim. Çikolata beyaz pantolonumun dizinden aşağıya doğru akıyordu. Korgeneral, ‘Dur bakalım’ dedi. Postasını çağırdı, bir ıslak bez getirmesini söyledi. Çikolatayı silince pantolonuma daha çok bulaştı. Bunun üzerine Korgeneral emir subayını çağırdı, ‘Bir arabayla evine bırakınız’ dedi. İşte o an çok üzüldüm. Bana dönerek ‘Bu kapı sana her zaman açıktır. Bir sıkıntın olursa bana söyleyebilirsin’ dedi. Çok zor günler geçirdik. Karayolları’nda iş akdim feshedildi; hep mücadele içinde oldum, korkmadım, yoluma devam ettim. Tes-İş Genel Başkanı, Türk-İş Yönetim Kurulu Üyesi oldum. Sonra da İzmir ve Kayseri milletvekili seçildim. Eğilmeden bükülmeden bugünlere geldik. Vatan sağ olsun.” 31 ÜZERINDE GÜNEŞ BATMAYAN ADA 32 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI İNGILTERE VE İSKOÇYA KRALLIKLARININ BIRLEŞMESI SONUCU 1707 YILINDA EGEMEN BIR DEVLET OLARAK ORTAYA ÇIKAN BIRLEŞIK KRALLIK, YAŞADIĞI TARIHÎ TECRÜBELERLE HEM ÇEVRE ÜLKELERIN SIYASI TARIHINI HEM DE IÇINDE YAŞADIĞIMIZ MODERN DÜNYAYI ŞEKILLENDIREN BIR GÜÇ OLMUŞTUR. HASAN ERKANAR 33 G ünümüzde bir Avrupa Birliği ve NATO ülkesi olan modern Birleşik Krallık siyasi çekişmelerin, iktidar mücadelelerinin, savaşların ve devrimlerin süslediği köklü bir siyasi geçmişe sahiptir. Modern hukukun üstünlüğü prensibinin doğduğu bu topraklar asırlar sonra sanayide öncü olmuş ve tarihte benzeri görülmemiş büyüklükte bir toprağa hükmeden imparatorluk düzeni kurmuştur. Adada birleşmeyle başlayan süreç deniz aşırı topraklara sahip bir imparatorluğa ve nihayet günümüzde anayasal monarşi çerçevesince belirlenmiş demokratik parlamenter rejimle yönetilen bir Avrupa ülkesine evrilmiştir. Krallığın modern dönemde, özellikle 19. yüzyılda tartışmasız tek süper güç konumuna yükselmesi ve bu yükselişin ardından yaşadığı düşüşe rağmen yüz milyonlarca insanı etkileyecek kültürel mirasa sahip bir imparatorluk haline gelmesi, tarihini daha da çekici kılmaktadır. 17. yüzyıldan başlıyoruz. 1688 Devrimi ya da diğer adıyla “Muhteşem Devrim”, Krallık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Oranjlı William olarak da bilinen Hollanda “stadtholder”ı (15 ila 18. yüzyıl arasında Hollanda eyaletlerinde en üst düzey yöneticiye verilen isim) III. William, parlamenter rejim yanlısı İngiliz seçkinlerinin daveti üzerine 1688 yılında mutlakiyetçi Katolik Kral II. James’i tahttan indirerek İngiltere, İrlanda ve İskoçya Kralı oldu. Devrim ile birlikte monarkların haklarını kısıtlayıp siyasi rejimin parlamenter karakterini tekrar tesis eden 1689 Haklar Kanunu imzalandı. III. William’ın ölümünden sonra tahta, karısı Kraliçe II. Mary’nin kız kardeşi Anne geçti. Kraliçe Anne döneminde Galler dahil İngiltere ve İskoçya’nın siyasi birliğini sağlayan 1707 Birleşme Yasası yürürlüğe girdi. Yine aynı dönemde patlak veren İspanya Veraset Savaşı’nda İngiltere ve 1707 itibarıyla yeni ismiyle Birleşik Krallık, Fransızlara karşı önemli bir zafer kazanarak hem deniz aşırı birçok toprağın hakimiyetini devralıyor hem de Avrupa’da etkinliğini artıyordu. 1714 yılında Kraliçe Anne öldüğünde Birleşik Krallık tarihinde “Georgian Dönemi” olarak da bilinen ve Hannover Hanedanı’ndan sırasıyla I, II, III ve IV. George’un kral olduğu bir dönem başladı. I. George döneminde, Muhteşem Devrim ile devrilen kral II. James’in soyunun tahta geçmesi taraftarı olan Jakobit grupların yoğun isyanlarıyla mücadele edildi. Tahtın varisi Kral George’un oğlu II. George Augustus döneminde Jakobit isyanları bastırıldı ve Birleşik Krallık’ta anayasal sistem sürdürüldü. II. George döneminde yaşanan Yedi Yıl Savaşları, Krallığın geleceğini etkileyen başlıca olaylardan biriydi. 1756’da patlak veren bu savaş günümüzdeki anlamıyla ilk dünya savaşıydı. Avrupa, Kuzey Amerika, Hindistan ve Filipinler, savaşın yaşandığı cephelerden sadece birkaçıydı. Yedi Yıl Savaşları’ndan büyük kazanımlarla çıkan Birleşik Krallık, Fransa’nın Kuzey Amerika’daki birçok toprağını devralmıştı. Yeni 34 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI Dünya’nın keşfinde İspanyollara ve Portekizlilere göre geç kalan Krallık, kuzeyde Fransa ve Hollanda’nın gücünü yitirmesiyle ise deniz aşırı imparatorluk kurma yolunda büyük bir fırsat ele geçirmişti. Fakat on üç kolonideki bu hakimiyet fazla uzun sürmemişti. Kral III. George döneminde gerçekleşen Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın sonunda, Kuzey Amerika’da Kanada hariç önemli merkezlerin kontrolünü yitirmişti. Bu yenilgi sonrası yüzünü Asya’ya, Pasifik’e ve daha sonra ise Afrika’ya dönmüştü. Siyasi olarak da Adam Smith’in tezleri uygulanmaya başlamış ve ekonomik başarı için siyasi kontrolün gerekli olmadığı tezi destek kazanmıştı. 19. yüzyılın rakipsiz süper gücü Amerikan Bağımsızlık Savaşı’yla Kuzey Amerika’da kan kaybeden imparatorluğun faaliyetlerinin seyri değişmişti. İmparatorluk yeni düzenine uygun olarak Hindistan’da ticari faaliyet tekeline sahip olan, meşhur Doğu Hindistan Şirketi’ni kurmuştu. En başlarda şirket, bölgede Fransızların kurduğu benzer yetkiye sahip ticaret şirketiyle rekabet içerisindeydi. Fakat Fransızları Karnatik Savaşları’nda yenilgiye uğratan Britanya İmparatorluğu 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Doğu Hindistan Şirketi’ni sadece ticari 1837 YILINDA TAHTA GEÇEN KRALIÇE VIKTORYA’YA ATFEN, O TARIHTEN 20. YÜZYILA KADARKI DÖNEM VIKTORYA DÖNEMI OLARAK ADLANDIRILMAKTADIR. amaçlar için değil, bölgesel hakimiyet için de kullanmaya başladı. Babürlerin güç kaybetmesiyle Britanya İmparatorluğu şirket aracılığıyla Hindistan’da etkisini artırmaktaydı. İmparatorluğun güç kazandığı tek yer Hindistan değildi. 1770 yılında James Cook’un Avustralya’nın doğu kıyısına ayak basmasından kısa bir süre sonra Britanya İmparatorluğu Botany Körfezi’nde yerleşimler kurarak bölgeyi sömürgeleştirmeye başlamıştı. Britanya İmparatorluğu’nun 18. yüzyıldaki bu hızlı yükselişi, sonraki yüzyılın başında Avrupa’yı kasıp kavuracak Napolyon Savaşları’nda onu Fransa’yla kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirmiştir. Fransız Devrimi’nin etkisini kırmak için bir araya gelen Avrupalı monarklar, Fransız ordusu ile uzun yıllar süren, farklı kıtalarda yapılmış bir dizi muharebenin ardından Napolyon’u mağlup edip Avrupa Uyumu ya da Viyana Düzeni olarak bilinen bir sisteme geçmişlerdi. Bu sistem Avrupa’daki mevcut güç dengesini temsil etmekteydi. 1815 yılında Waterloo Muharebesi’nde Napolyon’un nihai hezimete uğramasından Birinci Dünya Savaşı’na kadarki süreçte kolonilerde göreceli barış ve istikrar ortamı yaratan döneme Pax Britannica da denmektedir. Bir başka ifadeyle 19. yüzyılın başı itibarıyla Britanya İmparatorluğu, Avrupa’da ve tüm dünyada rakipsiz süper güç konumuna yükselmişti. 19. yüzyıl Britanya İmparatorluğu’nun iç siyaseti açısından da önemli bir yüzyıldı. 1801 yılında Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı ilan edilerek İrlanda’nın tamamı üzerinde resmen hak iddia edilmeye başlamıştı. Birleşme Kanunu’ndan sonra yıllar boyunca Protestan Büyük Britanya ile merkezi ve çoğunluğu Katolik olan İrlanda arasındaki mezhebî ve siyasi gerilim sürecekti. Yine 19. yüzyılda Britanya içerisinde yaşanan en mühim olaylardan biri sanayileşmenin başlamasıydı. Napolyon Savaşları’ndan mutlak galip olarak çıkan İmparatorluk şimdi sanayileşen ve giderek şehirlileşen Kraliçe Victoria ile eşi Albert, en büyük iki çocukları Albert Edward ve Victoria’yla birlikte kraliyet tören alayının 1851 Büyük Endüstri Fuarı’na yürüyüşüne eşlik ediyor. 35 IV. GEORGE VE KARDEŞI IV. WILLIAM DÖNEMLERINDE TÜM BRITANYA TOPRAKLARINDA KÖLELIK KALDIRILMIŞ VE ÇOCUK IŞÇI KULLANIMINI KISITLAYAN BIR DIZI REFORM UYGULANMIŞTIR. bir sosyal yapıya sahipti. Georgian Dönemi’nin son kralları IV. George ve kardeşi IV. William siyasete fazla müdahil olmuyorlardı. Onların döneminde 1833 yılında tüm Britanya topraklarında kölelik kaldırılmış ve çocuk işçi kullanımını kısıtlayan bir dizi reform uygulanmıştı. 1837 yılında tahta geçen Kraliçe Viktorya’ya atfen, o tarihten 20. yüzyıla kadar geçen dönem Viktorya Dönemi olarak adlandırılmaktadır. Viktorya’nın 1901 yılındaki ölümüne kadar geçen sürede Britanya İmparatorluğu siyasi, iktisadi ve askerî olarak en parlak dönemini yaşamıştır. Sanayileşme, ticaret ve askerî başarılar, zaferleri beraberinde getiren etkenler olmuştur. Mevcut güç dengesini muhafaza etmek isteyen İmparatorluk 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen Rusya’ya karşı Kırım Savaşı ve 93 Harbi’nde Osmanlı’nın yanında yer almıştı. Yine bir başka tehdit ise Otto von Bismarck önderliğinde güçlenen, sanayileşen, Afrika ve Pasifik’te koloni edinen Prusya olmuştu. Fakat yine de Viktorya devrinde, üzerinde güneş batmayan imparatorluğa meydan okuyanlar başarılı olamamıştı. Viktorya’nın ölümünden sonra tahta geçen oğlu VII. Edward’ın krallığı ise bir dizi sosyal reformun hayata geçirildiği bir dönem olmuştur. 20. yüzyıl siyasi ve toplumsal hayatının beklentilerine uygun olarak bu dönemde kadınlarla ve emekçilerle ilgili konular siyasetin gündemini oluşturmuştur. Günümüzde Britanya siyasetinde etkinliğini sürdüren İşçi Partisi bu dönemde kurulmuştur. 36 DÜNYA DEMOKRASI TARIHI VII. Edward Milletler Topluluğu oluşuyor Birinci Dünya Savaşı’nda galip devletlerin arasında yer alan Britanya İmparatorluğu savaşın olağanüstü insani ve maddi maliyetlerine rağmen gücünü perçinlemişti. Almanya tehdidi bastırılmış ve Arap isyanları desteklenerek Osmanlı bakiyesi Orta Doğu’da hakimiyet kurulmuştu. Fakat savaşın beklenmeyen bir sonucu ise, önceden beri sorunlu olan İrlanda ile birleşmenin tehlikeye düşmesiydi. 1919 yılında patlak veren İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın ardından imzalanan anlaşmayla İrlanda bölünerek Serbest İrlanda Devleti kurulmuştu. Kuzeyde Protestan nüfusun yoğun yaşadığı bölgede ise Birleşik Krallığa bağlılığı devam eden bir Kuzey İrlanda oluşmuştu. İkinci Dünya Savaşı ve devamı ise imparatorluk için çok daha belirleyici sonuçlar doğuran bir dönemdi. 1939’da dominyonlarıyla beraber Nazi Almanyası’na karşı savaş ilan eden Britanya önceki yüzyılda zirveye taşıdığı imparatorluğunu korumak için Sovyetler ve Amerika ile ittifak kurdu. Asya kolonilerini tehdit eden Japonya da düşmanları arasındaydı. Londra’nın günlerce bombalanmasına, oluşan korku ve panik havasına rağmen savaş Britanya’nın lehine sonuçlanmıştı. Savaş sonrası dönem ise hararetli tartışmalarla geçti. Savaşın yıkıcı maliyetinin ardından Refah Devleti talebi yükselmiş; sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik konularında reform isteyenlerin sayısı artmıştı. 1945 genel seçimlerinden zaferle çıkan İşçi Partisi bu taleplerin büyük bir kısmını hayata geçirmişti. Savaşın kalıcı etkilerinden biri ise Britanya’nın kolonilerle olan ilişkisinin geri alınamaz bir şekilde değişmesiydi. 19. yüzyıl boyunca kolonilere göre bağımsız bir statüde yer alan Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda artık İngiliz Milletler Topluluğu ismi verilen teşkilatın üyesiydi. 1947 yılında, en önemli koloni Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlık ilan etmesiyle “imparatorluk” formu yerini “milletler topluluğu”na bırakmıştı. Dağınık halde bulunan İngiliz kolonileri, dekolonizasyon ismi verilen dönem boyunca sırasıyla bağımsızlığına kavuşuyordu. Siyasi hakimiyet ise yerini sadece kültürel ve tarihî bağları sürdürmek amacıyla kurulmuş İngiliz Milletler Topluluğu’na bırakmıştı. Kolonilere bağımsızlık cesareti vermede Soğuk Savaş’ın dengeleyici etkisi şüphesiz yüksek olsa da asıl büyük olay 1956 yılında yaşanmıştı. Mısır’da başkan Cemal Abdül Nasır’ın, Fransız-İngiliz ortaklığı Süveyş Kanalı’na el koyarak millîleştirmesine Britanya engel olamamıştı. Hezimetin ardından Muhafazakar Parti başbakanı Anthony Eden istifa etmişti. Tarihçilerin yorumu bu başarısızlığın Britanya’nın süper güç konumunu kesinkes sona erdirdiği yönündedir. Zaten 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren hızlanan dekolonizasyon hareketleriyle bir zamanların dünya imparatorluğu Britanya’nın artık sayılı deniz aşırı toprağı kalmıştı. Bu şartlar altında 1960’lı yıllardan itibaren Britanya kendi iç meselelerine daha fazla yönelmiş, Avrupa Birliği fikrinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. 1973 yılında ise Krallık Avrupa Topluluğu’na katılmıştır. Modern bir Avrupa devleti olarak Birleşik Krallık, Falkland Savaşı gibi birkaç örnek hariç, ilk deniz aşırı müdahalesini Afganistan’ın işgali ve Irak Savaşı’na destek vererek gerçekleştirdi. Tony Blair yönetimindeki İşçi Partisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin “terörizm ile savaş” politikalarına, içerideki yoğun siyasi muhalefete rağmen aktif destek verdi. Fakat öte yandan Birleşik Krallık’ın birleşimden gelen iç meselelerinin tam olarak çözüme kavuşturulduğunu söylemek hâlâ güçtür. 2000’li yılların başında yükselmeye başlayan bağımsızlık yanlısı İskoç siyasetinin etkisiyle, 2014 yılında İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasını içeren bir bağımsızlık referandumu yapılmıştır. Az bir farkla reddedilen referandum, üç yüz seneden fazla bir zamandır geçerli olan Birleşik Krallık fikrini de tartışmaya açmıştır. Önceki yüzyılda imparatorluk olarak kıtalara hükmeden, şimdilerde ise gelişmiş bir Batı Avrupa ülkesi olan Birleşik Krallık’ın köklü tarihi dünyanın birçok yerinde halen devam eden kültürel miraslar bırakmıştır. Siyasi olarak iki meclisli Westminster Modeli, bağımsızlığını ilan eden birçok eski koloninin yönetim biçimi olmuştur. Dünyada bugün var olan ülkelerin kabaca onda dokuzunu işgal ve istila etmişliği olan Birleşik Krallık, bu topraklarda İngilizcenin kullanımını yaygınlaştırmış, futbol, kriket, rugby gibi sporları tanınır hale getirmiştir. İngiliz kültürünün diğer kültürlerdeki etkilerini başka bir vesileyle daha ayrıntılı ele almak gerekir. 37 24. DÖNEM YASAMA FAALİYETLERİ SONA ERDİ T ürkiye Büyük Millet Meclisi, 24. Dönem yasama çalışmalarını tamamlayarak 7 Nisan 2015 tarihi itibarıyla tatile girdi. 4 Nisan’da TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu’nun başkanlığında toplanan Genel Kurul’da Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve siyasi partilerin grup başkanvekilleri söz alarak 24. Dönem’le ilgili değerlendirmelerde bulundu. “Gerçekten çok yorucu, zorlu bir süreç geçirdik. Tüm Meclis başkanvekillerimize, Başkanlık Divanı üyelerimize, komisyon üyelerimize, siyasi parti gruplarımıza, Meclis çalışanlarımıza şükranlarımızı sunuyorum” diyen Yalçın Akdoğan, bu dönemde hayatını kaybeden milletvekillerine Cenab-ı Hak’tan rahmet dilediğini ifade etti. Akdoğan, “7 Haziran seçimlerinin ülkemiz, milletimiz için hayırlar getirmesini diliyorum” diye konuştu. AK Parti Grup Başkanvekili Naci Bostancı, Meclis’in yoğun bir çalışma dönemi geçirdiğine işaret ederek, “Shakespeare’in Romeo ve Juliet’te ölümsüz bir repliği vardır. Romeo, Juliet’in balkonuna gelir, 38 uzun uzun konuşurlar, vaktin nasıl geçtiğini bilmezler, sabah olurken Juliet der ki: ‘Romeo, çok geç oldu, artık git.’ Romeo tan yerine bakar ve ‘Vakit o kadar geç ki artık erken sayabiliriz’ der. Burada da vaktin çok geç olduğu, erken saydığımız zamanlarda birlikte çalıştık. Bu çalışmaların hepsi ne söylenirse söylensin, biliyorum, milletimiz adınaydı. Buradaki arkadaşların hepsinin niyeti, kastı, sözü bu milletin geleceği içindi. Belki telaffuzlarımız farklıydı, belki yaklaşımlarımız farklıydı, ama sonuçta bireyi olduğumuz, içinden geldiğimiz bu milletin çıkarları ve geleceğe daha güçlü bir şekilde ilerlemesi için konuşmaya çalıştık” dedi. Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler yolunda ilerlediğini, geleceğinin parlak olduğunu ifade eden Bostancı, “Bir ülke modernleşirken, şehirleşirken, zenginleşirken merak etmeyin orada totaliterlik olmaz, orada özgürlükleri sınırlayan olmaz, orada tahakkümcü siyasetler olmaz. Hele ki bu kadar tahakküme, otoriter anlayışlara, özgürlük düşmanlarına itiraz etmiş olanlar, halktan gelen bu insanlar, hiç kimse, ne siz ne de biz, buna izin vermeyiz” diye konuştu. “İktidar ve muhalefet olarak aynı gemide yer alıyoruz” CHP Grup Başkanvekili Levent Gök, Türkiye’de yaşayan herkesin çıkarını korumak ve onların sesi olmak için gayret sarf ettiklerini belirterek, “Sesimiz çoğu zaman yüksek çıktı, burada haykırdığımız zamanlar oldu, ama biliniz ki sesimizin en yüksek çıktığı anda dahi her şey Türkiye içindi. Bir gemide gidiyoruz hep beraber, iktidar olarak muhalefet olarak. Tüm arzumuz bu geminin batmamasıdır. Türkiye’nin demokrasi çıtasını yükseltmek, hukukun üstünlüğünü artırmak, insan haklarını en üst seviyeye getirmek için çalışmak durumundayız” dedi. 24. Dönem’de Meclis’te şiddet olaylarının yaşandığına işaret eden Gök, “Umuyorum ve diliyorum ki bu olaylardan herkes dersini almıştır. Siyaset kurumunu ve siyasetçiye itibarı en çok sarsan konulardan bir tanesi olan Meclis’teki şiddetin bir dahaki dönemde asla ve asla olmaması temel arzumuzdur” diye konuştu. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, 24. Dönem’de milletvekillerinin 24 Haziran 2011 tarihinde yemin ederek göreve başladığını anımsatarak, “Farklı siyasi partiler olabilir, ama unutmayalım ki biz burada köklü bir milleti, binlerce yıllık devlet geleneğini temsil ediyoruz. Bu bakımdan, sahip olduğumuz bu değerlerin idraki içerisinde olmamız gerektiğini düşünüyorum” dedi. Milliyetçi Hareket Partisi olarak Meclis’te 52 milletvekiliyle temsil edildiklerini belirten Vural, “Sorumlu olduğumuz milletin değerleri, ilkeleri, prensipleri, tarihi, inancı, kimliği, bütün bunların hepsi bizim yol haritamız olmuştur. Bu çerçevede meselelere baktık, önergelerimizi verdik, milletvekillerimiz komisyonlarda, Genel Kurul’da çok önemli çalışmalarda bulundular” diye konuştu. HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, dört yılın çok hızlı ve fırtınalı geçtiğini dile getirerek, “Önemli olan buradan ayrıldıktan sonra ardında birkaç olumlu, hayırlı cümle bırakabilmektir, halkın arasına başı dik, alnı ak bir şekilde gidebilmektir. Bunu başarmış milletvekillerinin dünyanın en mutlu insanları olduğunu düşünüyorum” dedi. Dört yıllık süre içerisinde darbe anayasasını bir kenara bırakarak demokratik, özgürlükçü, sivil bir anayasa yapamamış olmanın burukluğunu özellikle ifade etmek istediğini belirten Baluken, demokratikleşme ve özgürlükler konusunda da iyi bir sınav verilemediğini söyledi. İdris Baluken, “Tabii her şey olumsuz değildi. 24. Dönem’de özgürlükler adına başörtüsü sorununun çözülmüş olmasını büyük bir demokrasi kazancı olarak görüyoruz” dedi. “Aramızdan ayrılan milletvekillerini saygıyla anıyorum” TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu ise birleşimi kapatmadan önce şu görüşleri dile getirdi: “Meclis çatısı altında sizlerle birlikte çalış- Rakamlarla 24. Yasama Dönemi TBMM Başkanlığı’na sunulan 772 kanun tasarısının 383’ü, 2 bin 828 kanun teklifinin ise 366’sı kanunlaştı. 234’ü uluslararası anlaşmaların uygun bulunmasına ilişkin olmak üzere 418 kanun kabul edildi. 8 bin 635 sözlü soru önergesi, 68 bin 784 yazılı soru önergesi, 3 bin 329 Meclis araştırması önergesi, 85 genel görüşme önergesi, 13 Meclis soruşturması önergesi, 55 gensoru önergesi verildi. İşleme alınan 7 bin 78 sözlü soru önergesinin 2 bin 134’ü, 63 bin 462 yazılı soru önergesinin ise 38 bin 741’i cevaplandırıldı. Dilekçe Komisyonu’na 35 bin 290, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na 7 bin 594, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’na 86 başvuru yapıldı. Meclis’i 1 milyon 668 bin 773 kişi ziyaret etti. maktan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde başkanvekili olarak görev yapmaktan büyük onur, kıvanç ve mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum. Tüm Meclis çalışanlarına, basın mensuplarına, birlikte çalışmaktan onur duyduğum Başkanlık Divanı’nda görevli milletvekili arkadaşlarıma, tüm milletvekillerine ve hükümet üyelerine çok teşekkür ediyorum. Bu dönem ne yazık ki aramızdan ayrılan milletvekillerimizi bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyor, kendilerine Allah’tan rahmet ve yakınlarına sabır diliyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Genel Kurulu’nun bundan sonra ve her zaman evrensel hukuk ilkelerinin uygulamalarına sahne olduğu, fiziki şiddet eylemlerinin değil, fikirlerin özgürce ortaya konulduğu ve hep böyle anıldığı bir yer olmasını temenni ediyorum. Hepinize sağlıklı, huzurlu, mutlu ve sevgi dolu günler diliyorum.” 39 NEVZAT PAKDIL: TBMM 25. DÖNEM’DE TÜRKIYE YENI BIR ANAYASAYA KAVUŞMALIDIR SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ KAHRAMANMARAŞ MILLETVEKILI VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI GENEL BAŞKANI NEVZAT PAKDIL, TBMM 24. DÖNEM’DE ÜLKE GÜNDEMINDE ÖNE ÇIKAN KONULARI TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI. ÖZELLIKLE YENI ANAYASA VE BAŞKANLIK SISTEMI ÜZERINDE DURAN PAKDIL, “DEĞIŞEN DÜNYA ŞARTLARI IÇERISINDE TÜRKIYE’NIN IHTIYAÇ DUYDUĞU DÜZENLEMELER YENI YASAMA DÖNEMINDE MUTLAKA YAPILMALIDIR” DEDI. 40 SÖYLEŞI 24. Dönem’de öne çıkan en önemli konulardan biri yeni anayasa hazırlanmasına yönelik çalışmalardı. Görünen o ki bu konu 25. Dönem’de de gündemde olacak. Siz ülkemizin yeni bir anayasaya kavuşmasına yönelik çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Hatırlanacağı gibi AK Parti 2011’deki genel seçimlere yeni bir anayasa vaadiyle katıldı ve bu vaadini gerçekleştirebilmek için milletimizden yetki istedi. Seçim neticesinde AK Parti’nin anayasa değişikliğini tek başına referanduma götürebilmesi için gerekli 330 oy çoğunluğuna ulaşılamadı. Bunun üzerine Meclis’teki diğer siyasi partilerin de yeni bir anayasa hazırlanması gerektiği yönündeki düşünceleri doğrultusunda Anayasa Uzlaşma Komisyonu kuruldu. AK Parti 325 milletvekili ile iktidar partisi olmasına rağmen bu komisyonda her partinin eşit sayıda üyeyle temsil edilmesini istedi. Bu çok önemli bir husustu. Meclis Başkanımız Sayın Cemil Çiçek’in başkanlığında çalışmalarına başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda belirli bir sayıda madde üzerinde mutabakat sağlandı, fakat bunlar milletimizin beklentilerini tam manasıyla karşılayacak, bir başka ifadeyle sadra şifa verecek hususlar değildi. Yaklaşık iki buçuk yıl süren çalışmalar neticesinde siyasi partiler çeşitli nedenlerle tam bir mutabakat sağlayamadı ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun görevi sona erdi. 12 Eylül askerî darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasası’nda bugüne kadar pek çok değişiklik yapılmıştır. Bu değişikliklerle adeta yamalı bohçaya dönen mevcut anayasa, bugün Türkiye’nin ihtiyaçlarına tam manasıyla cevap verememektedir. Ülkemizin yeni bir anayasaya ihtiyacı bulunmaktadır. AK Parti bu husus üzerinde önemle durmaktadır. Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı Seçim Beyannamesi’nde, içerisinde başkanlık sisteminin de yer alacağı yeni anayasa çalışmalarına yönelik kararlılık vurgulanmaktadır. Sayın Başbakanımızın ifade ettiği gibi doğrudan halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı ile başbakanın siyasal sistem içindeki yetki ve görev paylaşımı yeni bir düzenlemeyi zorunlu kılmaktadır. Netice itibarıyla bütün siyasi partiler yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu hususunda uzlaşıyor. Toplumumuz da bu yönde bir beklenti içinde bulunuyor. Ümit ederiz ki 25. Yasama Dönemi’nde siyasi partilerin asgari müşterekte uzlaşacağı yeni bir anayasa çalışması yapılır ve bu çalışma neticesinde Türkiye bugünün ihtiyaçlarına uygun bir anayasaya kavuşur. 24. Yasama Dönemi’nde iki önemli seçim yaşadı Türkiye. Biri cumhurbaşkanlığı seçimi, diğeri yerel seçimler. Bu iki konudaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Bildiğiniz gibi 2007 yılında Sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde “367 krizi” yaşandı. Geçmişte hiç örneği olmamasına rağmen seçimin yapılabilmesi için Meclis’in 367 milletvekiliyle toplanmasının şart olduğu tezi ileri sürüldü. Anayasa Mahkemesi de bu yönde karar alınca o dönemde 11. Cumhurbaşkanı seçilemedi. 22 Temmuz 2007 tarihindeki genel seçimlerden sonra Milliyetçi Hareket Partisi’nin cumhurbaşkanlığı için kendi adayını göstermesi ve Meclis’e katılımı sağlaması üzerine “367 krizi” aşılmış oldu. Sayın Abdullah Gül 28 Ağustos’taki oylamada 11. Cumhurbaşkanı seçildi. “367 krizi”nin ardından 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği referandumunda ise cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi kabul edildi. 10 Ağustos 2014 tarihindeki cumhurbaşkanlığı seçiminde Sayın Recep Tayyip Erdoğan yüzde 52’ye varan oranda oy alarak 12. Cumhurbaşkanı oldu. Böylece Türkiye tarihinde ilk defa halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı göreve geldi. Burada şunu ifade etmek isterim, milletimiz seçimlere katılma, sandığa sahip çıkma konusundaki iradesini her zaman gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de bu iradesini açıkça beyan etti ve Sayın Erdoğan’ı cumhurbaşkanımız olarak seçti. 24. Yasama Dönemi’ndeki en önemli gelişmelerden biri de cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından yaşandı. AK Parti 1. Olağanüstü Büyük Kongresi’nde Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu genel başkan seçildi ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından görevlendirilerek 62. Hükümet’i kurdu. Dış politikadaki ciddi tecrübesinin yanı sıra akademik birikime de sahip bulunan Sayın Davutoğlu’nun Türkiye’ye çok önemli katkılarda bulunduğuna inanıyor, kendisine ve hükümetimize başarılar diliyoruz. Sizin de ifade ettiğiniz gibi 24. Yasama Dönemi faaliyetleri sırasında yerel seçimler de gerçekleşti. 30 Mart 2014 tarihindeki seçimler neticesinde milletvekilleri Sayın Fatma Şahin, Ahmet Edip Uğur, Enver Yılmaz, Menderes Türel, Mehmet Siyam Kesimoğlu, Recep Gürkan, Kazım Kurt, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Gültan Kışanak belediye başkanlığına seçildiler. Kendilerine görevlerinde başarı diliyorum. Hayatını kaybeden milletvekilleri de oldu… 24. Dönem yasama faaliyetleri sırasında aramızdan ayrılan Sayın Harun Çakır, Şerafettin Elçi, Ferit Mevlüt Aslanoğlu ve Murat Bozlak’a Allah’tan rahmet, ailelerine ve yakınlarına sabır diliyorum. Ayrıca geçmiş dönemlerde görev yapmış milletvekili ve bakanlarımızdan da hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet diliyor, aileleri ve yakınları için kalpten duygularla sabr-ı cemîl niyaz ediyorum. 24. Yasama Dönemi’nde en dikkat çeken konulardan biri de bazı milletvekillerinin başörtülü olarak Genel Kurul çalışmalarına katılmalarıydı. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir? 41 “YASAMA FAALIYETLERI KARŞILIKLI SAYGI IÇERISINDE, TOPLUMA VE DIĞER ÜLKE PARLAMENTOLARINA ÖRNEK TEŞKIL EDECEK ŞEKILDE YÜRÜTÜLMELIDIR.” Malumunuz, 1999 yılında Merve Kavakçı milletvekili seçilmiş ve Yüksek Seçim Kurulu’ndan mazbatasını alarak yemin merasimine iştirak etmek üzere Genel Kurul Salonu’na gelmişti. Fakat kendisinin başörtülü olması nedeniyle Meclis’te büyük bir kargaşa yaratılmış ve Sayın Kavakçı milletvekili yeminini edememişti. Aslında İçtüzük’te başörtüsüyle ilgili bir yasak bulunmuyordu. Buna rağmen o dönemde milletvekillerinin başörtüsüyle Meclis’e gelmemesi konusunda bir zorlama vardı. Bu konunun aşılması için öncelikle bayan arkadaşlarımızın öncülük etmesi lazımdı; çünkü milletimizin oylarıyla milletvekili seçilmiş insanların sadece kılık kıyafetten dolayı haklarının gasp edilmesi söz konusuydu. Neticede 24. Dönem yasama faaliyetleri sırasında AK Partili bazı milletvekili arkadaşlarımız başörtüsüyle Meclis’e gelerek Genel Kurul çalışmalarına katıldılar. Cumhuriyet Halk Partisi’ne mensup bir kısım milletvekilleri haricinde Meclisimizin çoğunluğunun bu konuda bir itirazı olmadı ve bu mesele de aşılmış oldu. 24. Dönem’de görev yapmış milletvekili arkadaşlarımızı yıllardır süregelmiş bir haksızlığın giderilmesine katkıda bulundukları için tebrik ediyorum. Başörtüsüyle Meclis çalışmalarına katılan arkadaşlarımızı da bu işe öncülük ettikleri için kutluyorum. 42 SÖYLEŞI Tabii 24. Yasama Dönemi’ni değerlendirirken konuşulması gereken daha pek çok konu var; çözüm sürecindeki gelişmeler, 17-25 Aralık operasyonları… Bu konularla ilgili kısaca görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Çözüm süreci bu memlekette yaklaşık otuz yıldır akan kanın durması, anaların gözyaşının dinmesi, ülkenin barış ve huzur ortamına kavuşması, Türkiye’nin normalleşmesi için atılmış çok önemli adımları ifade ediyor. Bu süreçte bugüne kadar çok ciddi mesafeler alındı. Bundan sonraki dönemde de hak ve hukuka riayet edilerek, kamu düzeni korunarak bu konunun olumlu bir neticeye ulaşacağını ümit ediyorum. 17-25 Aralık operasyonlarını hükümete karşı bir darbe girişimi olarak değerlendirmek gerekir. Hükümetimiz bu operasyonlar karşısında dik durmuş, millet iradesinin temsili noktasında üzerine düşen görevi bihakkın yerine getirmiştir. Darbe girişimine karşı mücadele hukuk içerisinde kalarak sürdürülmüş ve millet iradesinin alaşağı edilmesine fırsat verilmemiştir. 24. Dönem’de milletvekilleri arasında sert tartışmalar, kavgalar oldu. Siz bu tür davranışları nasıl değerlendiriyorsunuz? Genel Kurul’da veya komisyon toplantılarında konuşurken kendisine saygı gösterilmesini isteyen bir milletvekili, başkası söz aldığında da aynı hassasiyet içinde olmalıdır. Herkes düşüncesini özgürce ifade edebilmelidir, fakat bunu yaparken hakaret, küfür içerikli kelimelerden uzak durulmalıdır. Ayrıca insanların kültür ve inanç değerleriyle ilgili hususlarda incitici ifadeler kullanmamaya büyük özen gösterilmelidir. 24. Yasama Dönemi’nde milletvekilleri arasında sert tartışmalar ve kavgalar oldu, Genel Kurul’da oturma eylemleri yapıldı, sloganlar atıldı. Bunlar Meclis çatısı altında tasvip edilmesi mümkün olmayan davranışlardır. Kaba kuvvetle hiçbir neticenin alınamayacağını herkes bilmelidir. Yasama faaliyetleri karşılıklı saygı içerisinde, topluma ve diğer ülke parlamentolarına örnek teşkil edecek şekilde yürütülmelidir. Ümit ediyorum, önümüzdeki dönemde Yüce Meclisimize yakışır bir çalışma ortamı içerisinde olunur. 2012 yılında yapılan seçimle Türk Parlamenterler Birliği’nin genel başkanlığına seçildiniz. İlk defa aktif görevdeki bir milletvekili genel başkanlığı üstlendi. Dolayısıyla 24. Dönem’de hem milletvekili hem de Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı olarak önemli faaliyetler yürüttünüz. Özellikle milletvekilliği kanunu çıkarılmasına yönelik çalışmalarla ilgili bilgi verebilir misiniz? Türk Parlamenterler Birliği’nin yaklaşık 40 yıllık bir geçmişi var. 2012 yılına gelinceye kadar önceki dönemlerde görev yapmış arkadaşlarımız genel başkanlığı üstlenmişti. 2012’de milletvekilliğim devam ederken bu önemli göreve talip oldum ve genel başkanlığa seçildim. O günden bugüne kadar yönetimdeki bütün arkadaşlarımızla birlikte Meclis Başkanlığımızla, grup başkanvekillerimizle, komisyon başkanlarımızla ve Meclis’teki diğer yetkililerle çok iyi bir iletişim içerisinde bulunarak belli bir kısım meseleleri çözüme kavuşturmaya çalıştık. Bu konuda Meclis Başkanımız Sayın Cemil Çiçek’ten yakın ilgi gördük, grup başkanvekili arkadaşlarımızla, komisyon başkanlarımızla ciddi temaslarımız oldu, hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Bu süreç içerisinde başta sağlık olmak üzere bir kısım konularda önemli faaliyetler gerçekleştirildi. Mesela Meclis Başkanlığımız ile üniversite hastaneleri arasında sağlık protokolleri imzalandı. Önemle üzerinde durduğumuz bir başka husus ise sizin de ifade ettiğiniz gibi milletvekilliği kanununun çıkarılmasıydı. Türk Parlamenterler Birliği’nin öncülüğü ve katkılarıyla hazırlanan “Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeliği Kanunu Teklifi” Meclis’teki siyasi partilerimize mensup grup başkanvekili arkadaşlarımızın imzalarıyla Meclis Başkanlığı’na sunuldu ve Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşüldü. Fakat daha sonra bir kısım nedenlerle muhalefete mensup grup başkanvekili arkadaşlarımız imzalarını geri çekti. Kanun teklifi AK Partili grup başkanvekillerimizin imzalarıyla gündemdeki yerini aldı. Bu arada konuyla ilgili çalışmalar yürütülmeye devam etti. Geçtiğimiz aylarda bu defa Meclis Başkanımız Sayın Cemil Çiçek bir kanun teklifi verdi. Bu teklif de Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülerek kabul edildi, fakat yoğun çalışmalar sırasında bu husus neticelenemedi. Burada şunu ifade etmek istiyorum, ülkemizde her kesimin kanunu olmasına rağmen milletvekillerinin kendilerine ait bir kanunu bulunmuyor. Milletvekillerini ilgilendiren hususlar bir kısım yasalar, yönetmelikler veya genelgelerde yer alıyor. Biz bir kanun çıkararak bu hususları tek çatı altında bir araya getirmeyi amaçlıyoruz. İlk hazırlanan kanun teklifi de, Meclis Başkanımızın verdiği teklif de akçeli hususları içermiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği ile ilgili mevzuatın toplulaştırılmasını öngören kanun teklifinde, geçmiş dönemlerde görev yapmış milletvekillerinin protokol sırası, cenaze töreni, diplomatik pasaport gibi konular düzenleniyor. Ümit ederim, kanun teklifi 25. Dönem’de yasalaşma imkanı bulur ve milletvekilleri kendi kanunlarına kavuşur. Türk Parlamenterler Birliği olarak bu konuda girişimlerde bulunmaya devam edeceğiz. Son olarak 7 Haziran’daki seçimlerle ilgili mesajınızı alabilir miyiz? Ülke olarak huzur ve güven içerisinde bir seçim geçirmemizi temenni ediyor, milletvekili adayı arkadaşlarımıza başarı diliyorum. 43 BAHARIN MÜJDELEYICISI HIDIRELLEZ 44 KUL DARA DÜŞÜNCE YETIŞEN HIZIR, GEÇTIĞI ÇORAK TOPRAKLARI YEŞILLENDIREREK BERABERINDE BAHARI VE BEREKETI GETIRIYOR. KÖKÜ ÇEŞITLI KAYNAKLARA UZANAN HIZIR-İLYAS KÜLTÜ, MÜSLÜMAN VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE KENDINE BIR YER EDINIYOR VE HALK, HIZIR’IN KENDILERINE BAĞIŞLAYACAĞI NIMETLERI KOLLARINI, KESELERININ AĞIZLARINI VE EVLERININ KAPILARINI AÇARAK KARŞILIYOR. İREM COŞKUNSEVEN H alk arasında Hızır ile İlyas’ın ölümsüz ruhlarının yeryüzünde buluştuğu gün olarak bilinir 6 Mayıs. Efsane der ki, ab-ı hayat içerek ölümsüzlüğe kavuşan Hızır ve İlyas, her yıl Jülyen takvimine göre 23 Nisan’da, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs’ta yeryüzünde buluşarak insanlara sağlık, bolluk ve bereket dağıtır. Türkiye’de Hızır günü anlamına gelen Rûz-ı Hızır ya da çoğunlukla Hıdırellez olarak bilinen bu gün, Kırım Türkleri arasında Kıdırlez, Gagavuz Türkleri arasında Ederlez olarak adlandırılır. Hızır-İlyas deyiminin halk dilinde zamanla Hıdırellez halini aldığı söylenir. Peki kimdir bu Hızır ve İlyas? Gerçekten var olmuşlar mıdır, yoksa halkın sözlü kültürünün ürünleri midir? Ete kemiğe bürünmüş yeryüzüne inen ilahi varlıklar mı, yoksa birer ermiş mi? İslam kültüründe Hızır, Kehf suresinde anlatılan ve iki denizin birleştiği yerde Hz. Musa ile buluşarak onu engin bilgisiyle aydınlatan gizemli bir alimle ilişkilendirilir. Kuran-ı Kerim’de Hızır ismi doğrudan geçmez. Bu nedenle Hızır’ın kimliği konusunda kesin bir bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte bazı hadisler ayak bastığı her yeri yeşile büründüren anlamına gelen “el-Hadır” lakaplı bir kişiden bahseder. Bu kişinin Hızır olduğu düşünülür. Tasavvuf inancında da yer alan Hızır, mutasavvıflara yol gösteren, sırlarını açıklayan, gerçeğin ortaya çıkması konusunda yardımcı olan, felaket gibi kötü olaylar ve zor durumlar esnasında insanların yardımına koşan bir varlıktır. Aslı Akad dilinde yazılan Gılgamış destanı, ilahi bir varlık olan Enkidu ile dostluk kuran kraldan bahseder. Enkidu hayatını kaybedince kral, bu dostunu canlandırmak için her tür yola başvurur ve sonunda ölüme çare olan bir ot bulunduğunu ve bu otun yerini yalnızca bir kişinin bildiğini öğrenir. Nihayetinde otu bulsa da onu ele geçiremez ve dostunu sonsuza dek kaybetmiş olur. İskendernamelerde de Hızır kültüyle ilişkilendirilebilecek benzerlikler bulunur. Efsanelerden birine göre Büyük İskender kulları ölümsüz kılan bir kaynak olduğunu öğrenir ve onu bulmak için ordusuyla birlikte yollara düşer. Mola verdikleri bir sırada Büyük İskender’in aşçısı yanına azık olarak aldığı tuzlanmış balığı yıkamak üzere bir çeşme bulur. Balık bu çeşmeden akan suyla canlanır, bunun üzerine aşçı da sudan içer. Durumu Büyük İskender’e anlattığında İskender, ondan çeşmenin yerini tarif etmesini ister. Gittiği yerde çeşmeyi bulamayan İskender aşçısını öldürmeye çalışır, fakat ab-ı hayat içen aşçı ölmemektedir. Bunun üzerine boynuna bir ip bağlayıp aşçıyı denizin derinliklerine gönderir. İşte bu aşçının o zamandan beri bir deniz cini olarak yaşamına devam ettiği rivayet edilir. 45 TÜRK KÜLTÜRÜNDE HIZIR, INSANLAR DARA DÜŞTÜĞÜNDE YARDIMA KOŞAR. SAVAŞLARDA KENDISINE ITIMAT EDENLERIN YANINDA OLUR. BEREKET VE BOLLUK GETIRIR. ÜZERINDE YÜRÜDÜĞÜ TARLALAR MAHSULLERLE RENKLENIR, BOZKIRLAR ÇIÇEKLERLE KAPLANIR. UĞRADIĞI EVLERE DOKTOR GIRMEZ. Hıristiyan kültüründe Hızır ile bağdaştırılan isim ise Aziz Georges veya bir diğer adıyla Aya Yorgi’dir. Babası Kapadokyalı bir Yunan olduğuna inanılan Georges’un bugünkü Filistin ve Suriye topraklarında Müslüman bir Yunan ailede doğduğu rivayet edilir. Kendisiyle ilgili efsanelerin çoğunda beyaz atlı bir asker olarak betimlenir. Halka korku salan ejderhayı öldürerek kahraman olur. Fakat dönemin Nikomedya hükümdarının Romalı tanrılara kurban sunma isteğini reddetmesinin ardından başı kesilerek idam edilir ve böylece şehitlik mertebesine ulaşmış olur. Kaynağı tam olarak belirlenemese de bu efsane ve varsayımların ortak noktası su kaynakları, bolluk, bereket, ölümsüzlük gibi unsurlardır. Hızır ve İlyas’ın hangi dönemde var olduğu veya gerçekten yaşayıp yaşamadıkları hâlâ bir sır olsa da, Türk efsanelerinde genelde atlı, yeşil cübbe giyen bir asker veya alim olarak tanımlanırlar. Hızır ile İlyas’ın ilişkisine dair dinî kaynaklarda doğrudan bir kanıt bulunmasa bile bazıları İlyas’ın İlyas peygamber olduğuna, yani 46 Talmud’ta ve Yeni Ahit’te de atıfta bulunulan Elijah peygamber olduğuna inanır. Kökeni ne olursa olsun Hıdırellez, Türk kültüründe ve coğrafyasında geniş bir yer tutar. Öyle ki dilimize Hızır gibi yetişmek, Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez gibi ifadeler yerleşmiştir. Önemli isimler de eserlerinde Hızır ve İlyas’tan bahsetmiştir. Mesela Yunus Emre der ki: Şol Hızır’la şol İlyas hayat içdiler / Bu bir kaç gün içinde bunlar ölesi değil / Hızr u İlyas değil iken ölmek dirliğe sataşdum / Hergiz yemez içmez iken içüm toptolu aş oldu. Türk kültüründe Hızır, insanlar dara düştüğünde yardıma koşar. Savaşlarda kendisine itimat edenlerin yanında olur. Bereket ve bolluk getirir. Üzerinde yürüdüğü tarlalar mahsullerle renklenir, bozkırlar çiçeklerle kaplanır. Uğradığı evlere doktor girmez, genç kızların bahtı açılır. Kendisine bu kadar önem atfedilen ve hep iyiyle ilişkilendirilen Hızır’a Hıdırellez kutlamaları için ülkemizin çeşitli yerlerinde hıdırlık adı verilen yerler bile ayrılmıştır. Bunlardan bazıları Evliya Çelebi’nin de bahsettiği Afyonkarahisar’daki Hızırlık Dağı, Çorum’daki Hıdırlık Mahallesi, Merzifon’da eteklerinde yatır olan Hızırlık Tepesi’dir. Hatta inşasına 1196 yılında başlanan Sivas’taki Ulu Camii’nin sütunlarından birine Hızır Direk adı verildiği bile söylenir. Hızır ve İlyas kültünün en önemli parçalarından biri de Hıdırellez kutlamalarıdır. Hıdırellez kutlamalarının İslamiyet öncesi dönemden beri gerçekleştirildiğine inanılır. Boğazköy’de bulunan ve günümüzde Louvre Müzesi’nde sergilenen Hitit tabletleri, Hititlerin bitki ve yeşillik tanrısı olduğuna inandıkları Telipinu için Purulli adında ayinler düzenlediklerini ve bu ayinlerle birlikte baharın gelişini kutladıklarını ortaya koyar. Gök Tanrı inancına sahip olan Göktürklerin de tanrıya kuzu kurban ettikleri bilinir. Bu törenlerin izine günümüzdeki Hıdırellez kutlamalarında da rastlanır. Aslen 6 Mayıs’ta kutlansa da Hıdırellez hazırlıkları bir hafta önceden başlar. Evler silinir süpürülür, dağlardan bayırlardan otlar toplanır, 6 Mayıs’ta ateş yakmak üzere çalı çırpı bulunur. Kutlamaların mahiyeti yöreden yöreye değişse de Hızır ve İlyas kültünde sıklıkla karşımıza çıkan su ögesi burada da vardır. Hıdırellez gününde suya girenlerin o yıl süresince hiçbir hastalığa yakalanmayacaklarına inanılır. Evlenmek veya talihinin açılmasını isteyen genç kızlar ile herhangi bir dileği olanlar, istediklerini bir kağıda yazarak suya bırakır. Bazı yörelerde ise dileklerin yazıldığı kağıtlar su kenarındaki yeşillik yerlere, özellikle de varsa gül ağacının dibine bırakılır. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece İlyas’la buluşup dünyayı gezen Hızır’ın suya bırakılan veya su kenarlarına gömülen dilekleri okuyarak gerçekleştireceği inancı yaygındır. Hızır’ın üzerinde yürüdüğü yeşillik alanlarda otlayan kuzuların etinin şifalı olacağına inanan halk, 6 Mayıs’ta yeşillik alanlarda toplanarak kuzu eti yer. Yine bu hayvanlardan elde edilen süt ve peynir gibi yiyeceklerin de şifa getireceğine inanıldığından gün boyunca bu ürünler tüketilir. Toplanan çalı çırpıdan bir ateş yakılarak bu ateşin üstünden atlanır, böylece nazara ve kem gözlere karşı önlem alınmış olur. Hızır’ın iyi insanları ödüllendirip kötü niyetlileri cezalandıracağı düşünüldüğünden bazı yörelerde Hıdırellez gününde yoksullara yemek dağıtılır. Yine şifa getirmesi amacıyla kırlardan toplanan otlarla yapılan börek ve çörekler pişirilir. 5 Mayıs gecesi evlerdeki tüm erzak kaplarının ağızları, para keseleri ve cüzdanlar açık bir şekilde ortada bırakılır. Mal mülk sahibi olmak isteyenler ise istedikleri şeyin küçük bir maketini veya resmini çizerek yine bahçeye, gül ağacının dibine gömer veya dallarına asar. UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne dahil edilmesi için 2010 yılında çalışmaların başlatıldığı Hıdırellez, baharı, tüm güzellikleri ve iyilikleri çağrıştıran, gelecek güzel günleri müjdeleyen bir bayram olarak kök salmıştır. 47 ABDULKADIR ATEŞ: BIR SIYASETÇI HANGI KADEMEDE GÖREV YAPIYOR OLURSA OLSUN ZAMAN ZAMAN HALKIN TERAZISINE ÇIKMAK ZORUNDADIR RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ TURIZM VE DEVLET ESKI BAKANI ABDULKADIR ATEŞ, MILLETVEKILI ILE VATANDAŞ ARASINDAKI ILIŞKININ SAMIMIYET VE GÜVENE DAYANMASI GEREKTIĞINI VURGULAYARAK, “VATANDAŞIN TALEBININ YERINE GETIRILMESI MÜMKÜN DEĞILSE ‘HALLEDERIZ’ DENILEREK BOŞ YERE ÜMIT VERILMEMELIDIR” DIYOR. ATEŞ, BUGÜN TÜRKIYE’NIN EN ÖNEMLI SORUNUNUN ISE TOPLUMSAL BIR AYRIŞMAYA DOĞRU GIDILMESI OLDUĞUNU BELIRTIYOR. 48 RÖPORTAJ “B u şehri anlatmaya ne dil ne de kalem yeter” diyor Evliya Çelebi, 1641 ve 1671 yıllarında ziyaret ettiği Gaziantep için. 17. yüzyılın ünlü gezgininin Seyahatname’sinde “Şehr-i Ayıntab-ı Cihan” (Dünyanın Gözbebeği Şehri) olarak nitelendiriliyor bu kadim topraklar. Evliya Çelebi’nin bolluk ve bereketini anlattığı, “Cennet bağlarına örnek öyle bağları vardır ki, yalancı ve ölümlü dünyaya özgü ‘İremler’ sayılırlar” dediği Gaziantep, tarihî ve kültürel zenginliğinden sanayi ve ticaretteki gelişmişliğine kadar pek çok yönüyle günümüzde de önemini ve değerini koruyor. Bu ayki röportaj konuğumuz Abdulkadir Ateş, kuşaklar boyu Gaziantep’te yaşamış bir ailenin ferdi olarak 1944 yılında bu şehirde doğuyor. 1987-1995 ve 2002-2007 yılları arasında Gaziantep milletvekili olarak Meclis çatısı altında yer alan Ateş ile hayat ve siyaset yolculuğunu, bakanlık yıllarını ve ülke gündemindeki konuları konuştuk. Abdulkadir Ateş altı çocuklu bir ailenin üç erkek evladından biri olarak dünyaya geliyor. Esnaflıkla uğraşan babası, o henüz altı yaşındayken hayata veda ediyor. Anne Beşire Hanım çocuklarına kol kanat geriyor, okumaları için onları teşvik ediyor. O günün kıt imkanları ve zor koşulları içerisinde Abdulkadir Ateş, ailenin ilkokula gidebilen ikinci çocuğu oluyor. Ateş, o yılları şöyle anlatıyor: “Babamı küçük yaşta kaybettiğim için annemin hayatımda çok önemli bir yeri oldu. Rahmetli annem eğitimim konusunda beni teşvik etti, yönlendirdi. Gaziantep’te bir gelenek vardır, çocuklar yaz tatilinde sokakta gezmek yerine bir yerde çırak olarak çalışmaya başlar. Annem beni bir mobilyacının yanına verdi, liseyi bitirene kadar orada çıraklık yaptım. Bu nedenle mobilya konusunda bilgi ve beceri sahibiyim. Evde bazı mobilya işlerini hâlâ kendim yaparım.” Abdulkadir Ateş, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. “Küçük yaştayken çeşitli törenler sırasında karşılaştığım vali ve kaymakamlar beni çok etkilerdi. Onların kürsüdeki konuşmaları, arabalarıyla geçişleri hoşuma giderdi. Herkese büyüyünce kayma- kam olacağımı söylerdim” diyen Ateş, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirince maiyet memurluğu stajına başlıyor. Karkamış’ta görevli olduğu sırada devlet bursuyla yurt dışında yüksek lisans ve doktora yapma imkanı sağlayan 1416 sayılı yasa çerçevesinde açılan sınava giriyor. “1967 yılının sonlarıydı. Sınavı kazanınca Karkamış’tan New York’a gittim. Doğrusu, bu benim için kültürel şoktu. O tarihe kadar uluslararası gönüllü çalışma kamplarında yabancılarla birlikte yer almıştım, ama bizzat farklı bir kültürün içinde yaşamak ilk başlarda oldukça zor gelmişti” diyen Abdulkadir Ateş, New York Üniversitesi’nde dil eğitimi aldıktan sonra Pittsburgh Üniversitesi’nde ekonomi alanında yüksek lisans ve doktora yapıyor. Doktorasını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönen Ateş, Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü’nün kurucuları arasında yer alıyor. Abdulkadir Ateş, akademik çalışmaları devam ettiği sırada 12 Eylül askerî darbesinin olduğunu ve 1402 sayılı yasada yapılan değişiklikle üniversitedeki görevinin sona erdiğini belirtiyor. Bu gelişme üzerine yolu bir kez daha Amerika ile kesişen Ateş, “Doktoramı tamamladığım üniversitenin daveti üzerine Amerika’ya gittim ve 1987 yılına kadar orada profesör olarak hocalık yaptım. O dönemde benim de aralarında bulunduğum 1402’liklerin haklarının iadesiyle ilgili bazı gelişmeler olmuştu. Bunun üzerine gerek arkadaşlarımdan gerekse Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) içinde tanıdığım çevrelerden artık Türkiye’ye dönerek siyasete girmem gerektiği yönünde telefonlar almaya başladım. 1987 seçimlerine kısa bir süre kala Türkiye’ye döndüm ve SHP’den milletvekilliği adaylığı için ön seçime girdim. Neticede TBMM 18. Dönem’de SHP Gaziantep Milletvekili olarak Meclis’te yer aldım” diye konuşuyor. “Milletvekilliğimin her üç döneminde de ön seçimle geldim” Abdulkadir Ateş siyasete ilgisinin nasıl başladığını şu sözlerle anlatıyor: “Siyasal Bilgiler’de öğrenci olduğum dönemde Türkiye’de bir toplumsal kalkınma hareketi vardı. Özellikle üniversite gençliğinin köylere açılarak halkımızı tanımasına önem veriliyordu. Öğrenciliğim sırasında her yaz kırsal kesimlerdeki gönüllü çalışma kamplarına katıldım. Bazen bir köy okulunda boya-badana işlerine yardım ettim, bazen bir sağlık ocağı veya su kanalının yapımında çalıştım. Üniversiteli gençler olarak bütün bu işleri yöre halkıyla 49 “TURIZM BAKANI OLDUĞUM DÖNEMDE TÜRK TURIZMI DENINCE AKLA SADECE DENIZ-KUM-GÜNEŞ GELIYORDU. BU ALGIYI DEĞIŞTIRMEK AMACIYLA KAYAK, TREKKING, RAFTING GIBI TURIZM TÜRLERINDE ÇEŞITLI FAALIYETLER VE YATIRIMLAR YAPTIK.” nel merkezler zaman zaman partinin ihtiyaç duyduğu birikime ve yeteneğe sahip kişileri aktif siyasete katmak zorundadır. Bu, partinin çıkarları açısından gereklidir, ama sayı sınırlı tutulmalıdır ve bir kişi bu haktan sadece bir kere yararlanabilmelidir. Bugün olduğu gibi aynı kişinin üç-dört kere üst üste merkez yoklamasıyla aday yapılmasını doğru ve anlamlı bulmuyorum. Çünkü bir siyasetçi milletvekili olduktan sonra kendini parti tabanına ve halka kanıtlayabilmelidir, bunu yapamadığı zaman ayrılması en doğru davranış olacaktır.” birlikte yapıyorduk. O dönemde ‘gemisini kurtaran kaptan’ anlayışı geçerli değildi, toplum olarak gelişip kalkınmanın önemi vurgulanıyordu. Biz bu anlayış içinde yetiştik. Üniversitede öğrenci derneklerinde sorumluluklar alarak yurtlardan yemekhanelere kadar çeşitli alanlardaki sorunların çözümü konusunda aktif rol üstlendik. Tüm bunlar hem yönetim becerileri kazanmamıza hem de siyasal açıdan bilinçlenmemize yardımcı oldu. Öğretim üyeliğim sırasında gönüllü olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin eğitim ve araştırma çalışmalarına katkı sağladım. Ayrıca Köy Kalkınma Kooperatifleri’nin proje ve eğitimlerine destek verdim. 1987 yılında ise aktif olarak siyasette yer aldım.” Abdulkadir Ateş 1987-1991, 1991-1995 ve 2002-2007 yılları arasında olmak üzere üç dönem milletvekilliği yapıyor. Tecrübeli siyasetçi 1995’le 2002 arasında Meclis’te yer almama nedenini ise şu sözlerle anlatıyor: “Milletvekilliğimin her üç döneminde de ön seçimle geldim. Gaziantep’te ön seçim yapılmadığı zaman adaylığımı koymadım. Ön seçim, parti teşkilatının çeşitli kademelerinde gönül vererek çalışan insanların önünü açma, onları teşvik etme, çalışmalarının karşılığını alabilecekleri inancını yerleştirme gibi konular açısından büyük önem taşır. Ayrıca ben hep şuna inanırım: Bir siyasetçi hangi kademede görev yapıyor olursa olsun zaman zaman halkın terazisine çıkmak zorundadır. Ön seçimin yapılacağı bölgelerde milletvekili adayı halka gider, halkla bütünleşir. Merkez yoklamasında ise milletvekili adayı öncelikle genel başkanı veya genel merkezi memnun etmeye yönelik çalışmalar içine girer. Bu da demokrasi açısından olumsuz sonuçlar ortaya çıkmasına yol açar. O nedenle genel başkanların veya genel merkezlerin terazisine değil, halkın terazisine önem vermek gerekir. İstatistiki açıdan da binlerce, on binlerce parti üyesinin alacağı karar, üç-beş kişinin alacağı karardan daha isabetli olacaktır. Şunu da ifade etmek gerekir, şüphesiz genel başkanlar, ge- 50 RÖPORTAJ “Turizmin çeşitlendirilmesi için önemli çalışmalar yaptık” Abdulkadir Ateş 49. ve 50. Hükümet’te Turizm Bakanı olarak görev yapıyor. Yaklaşık üç yıllık bakanlığı dönemindeki çalışmalarını konuştuğumuz Ateş, şu görüşleri dile getiriyor: “Turgut Özal döneminde Turizmi Teşvik Yasası çıkarılmış ve turizmde büyük bir yatırım atağı başlatılmıştı. 1991’de bakan olduğumda bu çalışmalar çerçevesinde yapılmış arazi tahsisleri bir sorun olarak önüme geldi. Tahsis işlemi beş-altı yıl önce gerçekleştirilmiş olmasına rağmen herhangi bir çalışma yapılmamış veya yarıda bırakılmış araziler olduğunu, bir kısmının spekülatif amaçlı el değiştirdiğini tespit edince bu konunun üzerine gittik. Süresi içerisinde taahhütlerini yerine getirmeyenlerin tahsislerini iptal ettik. Bununla birlikte ciddi biçimde bu işe sarılıp bir an önce turizm tesisinin kapılarını açmak isteyenlere gerekli katkı ve desteği sağladık. O dönemde Türkiye’nin turizmden elde ettiği gelir yıllık 3,5 milyar dolar civarındaydı. Turist sayısı, turizm geliri ve yatak kapasitesini artırmak için kolları sıvadığımız dönemde çok önemli bir sorun karşımıza çıktı. PKK terör örgütü direkt turizm sektörünü hedef aldı ve tesislere yönelik saldırılar düzenlemeye başladı. Aynı zamanda yurt dışında Türkiye’deki turistlerin can güvenliğinin bulunmadığı yönünde propaganda yapıldı. Bu durum turizmimizi vurmaya başladı. Gerekli önlemleri almak üzere harekete geçtik. Ülkemizle ilgili olumsuz bir imaj yaratılmasına fırsat vermemek için çaba harcadık. Öyle ki, aynı gün içinde üç ülkede basın toplantısı düzenlediğimi hatırlıyorum. Terör saldırılarının yarattığı olumsuzluklara Birinci Körfez Savaşı’nın da eklenmesiyle turizmde zor yıllar geçirmemize rağmen bakanlıktan ayrıldığımda turizm geliri yaklaşık iki kat artmış ve 6 milyar doların üzerine çıkmıştı. Turizm belgeli yatak sayımız ise birçoğu beş yıldızlı otellere ait olmak üzere iki katına ulaşmıştı.” Abdulkadir Ateş bakanlık çalışmaları sırasında özellikle turizmin çeşitlenmesine verdiği öneme değinerek, “O yıllarda Türk turizmi denince akla sadece deniz-kum-güneş geliyordu. Bu algıyı değiştirmek amacıyla kayak, trekking, rafting, mağaracılık, inanç turizmi gibi Türkiye’nin avantajlı olabileceği turizm türlerini belirleyerek bu alanlarda çeşitli faaliyetler ve yatırımlar yaptık. O dönemde beni eleştirenler de oldu. Mesela ‘Dünyada kaç kişi rafting yapıyor? Sayın Bakan kendi hobilerine göre mi hareket ediyor?’ diyenler oldu. Rafting ve diğer alanlarda bugün gelinen nokta o dönemde yaptığımız işlerin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor” diyor. Ateş’in turizmle ilgili üzerinde durduğu konulardan birini de çevre ve eğitim faaliyetleri oluşturuyor. “Turizm Eğitim Merkezleri sayısını 4’ten 12’ye çıkardık ve sektörün ihtiyaç duyduğu kalifiye ara eleman yetiştirdik. Bu eğitimler gençlerin istihdamına da önemli katkı sağladı” diyen tecrübeli siyasetçi, belli kriterlere sahip plaj ve marinalara verilen uluslararası “Mavi Bayrak” ödülüyle ilgili çalışmaların bakanlığı döneminde başlatıldığını hatırlatıyor. Turizm Bakanlığı’nın yanı sıra 52. Hükümet’te Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Abdulkadir Ateş, “Devlet Bakanlığım sırasında Türkiye’de belli başlı üniversitelerde kadın hakları ile ilgili araştırma merkezlerinin kurulmasına öncülük ederek destekte bulundum” diyor. TBMM 22. Dönem’de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Siyasi İşler Komisyonu Başkanlığı’na seçildiğini ve yaklaşık üç yıl bu önemli görevi yürüttüğünü ifade eden tecrübeli siyasetçi, “AKPM’de ilk kez bu kadar önemli bir görev üstlenmiş Türk parlamenter olmanın mutluluğunu her zaman yaşayacağım. Siyasi İşler Komisyonu Başkanı olarak Avrupa Konseyi içerisinde birçok yeniliğe katkıda bulunduğum gibi Konsey’i pek çok defa BM toplantılarında ve Venedik Komisyonu çalışmalarında temsil ettim. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hakimlerinin seçimine karar veren 11 kişilik komisyonun da üç yıl boyunca üyeliğini yaptım” diye konuşuyor. “Toplumsal ayrışmaya yol açacak söylemlerden uzak durulmalı” Abdulkadir Ateş, siyasette nelere dikkat edilmesi gerektiğine yönelik sorumuza şu yanıtı veriyor: “Bir siyasetçi halkla yakın ilişki içinde olmalıdır. Bu ilişkide samimiyet ve güven çok önemlidir. Vatandaşın herhangi bir konudaki talebinin yerine getirilmesi mümkün değilse ‘Hallederiz’ denilerek boş yere ümit verilmemelidir. Bununla birlikte vatandaşa talebinin neden gerçekleşemeyeceği iyi bir şekilde izah edilmelidir. Bir başka önemli konu ise siyasete girildiğinde ekonomik faaliyetler tamamen bırakılmalıdır. Bir kişi siyasete girdiğinde onunla birlikte ailesi de sorumluluk almış demektir. Bu nedenle aile fertleri de başta ekonomik faaliyetler olmak üzere her konuda gerekli dikkati ve özeni göstermelidir.” Röportajımız sırasında tecrübeli siyasetçiye ülke gündemindeki konularla ilgili değerlendirmelerini de soruyoruz. Abdulkadir Ateş, Türkiye’nin toplumsal bir ayrışmaya doğru gittiği uyarısında bulunarak, “Bu ayrışmanın kendiliğinden oluşmakta olduğunu düşünmüyorum. Bana göre bugünkü siyasi liderler ve kadrolar ayrışmaya yol açacak çeşitli söylemlerde bulunuyor ve bundan bir siyasi kazanç elde etmeye çalışıyorlar. Bu anlayıştan mutlaka vazgeçilmesi gerekiyor. Farklılıkları ön plana çıkaracak, sorunları çözümsüz hale getirecek yaklaşımların kimseye bir faydası yok. Toplumu ayrıştırıcı değil, bütünleştirici politikalar uygulanmalıdır. Sadece etnik köken, inanç, sınıfsal farklılık gibi konular üzerinden siyaset yapma anlayışı yerine toplumun tüm kesimlerini kucaklayıcı politikalar benimsenmelidir” diyor. 51 ONLARI ANLAMAK VE ŞARTLARINI IYILEŞTIRMEK IÇIN: 10-16 MAYIS ENGELLILER HAFTASI ÇAĞLA TAŞKIN ENGELLI VATANDAŞLAR YALNIZCA HAYATLARINI IDAME ETTIRMEDE, SAHIP OLDUKLARI HAKLARDAN GEREKTIĞI GIBI VE KOLAYLIKLA FAYDALANMADA DEĞIL, SOSYAL HAYATA KARIŞMADA DA ÖNEMLI SORUNLARLA KARŞILAŞIYOR. ÖZELLIKLE TOPLUMSAL ÖNYARGI VE SOSYAL KISITLAMALAR ONLAR IÇIN BÜYÜK ZORLUKLAR YARATIYOR. 52 G elişmişlik düzeyi ne olursa olsun toplumların en önemli sorunları arasında yer alan, çözümüne ilişkin stratejilerin her gün geliştirilmeye devam ettiği engellilik, zihnimizin bir köşesinde durması gereken bir mesele. Zira, engelli olma durumu bizim veya yakınlarımızın her an başına gelebilecek bir şey. Dahası, doğrudan etkilenmesek bile içinde yaşadığımız topluma karşı taşıdığımız sorumluluklar, engellilik konusunun her daim gündemde kalması için yeterli birer sebep. Bu doğrultuda, bilinçlendirme ve bilgilendirme çalışmalarına katkıda bulunması amaçlanan 10-16 Mayıs Engelliler Haftası boyunca farklı düzeylerde çeşitli etkinlikler düzenleniyor. “Engelli” son derece geniş kapsamlı bir terim olduğu için kesin bir tanımını vermek de pek mümkün gözükmüyor. Bununla birlikte, özellikle kanun metinlerinde ifade birliği sağlanması amacıyla genel bir tanıma başvurulduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, engelli birey “Doğuştan veya sonradan herhangi bir nedenle bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yeteneklerini çeşitli derecede kaybetmesi nedeniyle toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılama güçlükleri olan ve korunma, bakım, rehabilitasyon, danışmanlık ve destek hizmetlerine ihtiyaç duyan kişi” olarak tanımlanıyor. Beş temel engellilik kategorisi ise zihinsel engelli, görme engelli, işitme ve konuşma engelli, ortopedik engelli ve süreğen (kronik) engelli olarak belirlenmiş. Engelli olma durumunun birçok farklı nedeni bulunuyor. Bunlardan bazıları doğuştan gelen faktörlere, bazıları da sonradan gelişen olgulara ilişkin. Engelliliğin doğum öncesi süreçle alakalı sebepleri arasında anne ve/veya babadan geçen kalıtsal hastalıkları, kan uyuşmazlığını ve akraba evliliklerini saymak mümkün. Bunun dışında hamilelikte geçirilen enfeksiyon hastalıkları, hamilelik döneminde annenin kötü veya yetersiz beslenmesi, röntgen ışınlarına maruz kalması da engellilik durumuyla sonuçlanabilecek olaylar. Ayrıca doktor kontrolü dışında ilaç kullanımı da büyük risk teşkil ediyor. Doğum öncesinde olduğu gibi doğum esnasında meydana gelebilecek birtakım aksiliklerin de engellilik haliyle sonuçlanması ihtimali bulunuyor. Bunlar arasında en üst sırada bebeğin doğum esnasında oksijensiz kalmasını saymak mümkün. Çocuk için doğum sonrası dönem de bir o kadar önemli. Yüksek ateşli hastalık, zehirlenme, kafa travmaları gibi durumlar büyük risk teşkil ediyor. Engelliliğin sebepleri genetik unsurlar ve doğumla ilgili faktörlerle sınırlı değil elbette. Bireyin ilerleyen hayatında geçireceği herhangi bir ciddi rahatsızlık, başına gelebilecek bir iş, ev veya trafik kazasının da bir engellilik durumuyla sonuçlanması oldukça muhtemel. Engelli olma durumunun tek ve belirli bir nedeninin olmaması, çeşitli tür ve derecelerde karşımıza çıkması bize aslında konunun ne kadar çok boyutlu olduğunu, bu çok boyutluluğun bir neticesi olarak da meseleye sosyal, hukuki, mali, idari birçok farklı açıdan bakılması gerektiğini gösteriyor. Engelli haklarının eksiksiz yerine getirilebilmesi ve engellilerin sorunlarının kamuoyu gündemine gelerek çözümünün hızlandırılması için en önemli araçlardan biri kuşkusuz hukuki düzenleme ve yaptırımlar. Ülkemizde özellikle 80’li yıllardan sonra ivme kazanan engellilere yönelik politika geliştirilmesi çabalarında 3 Aralık 1996 tarihli yetki kanununun önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Engelliler Günü ilan edilen 3 Aralık tarihine denk gelen bu önemli gelişme sayesinde hükümete Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın kurulması ve engellileri doğrudan ilgilendiren kanunlarda değişiklik yapılması için kanun hükmünde kararname çıkarılması yetkisi verilmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde atılan bu somut adım, ilerleyen yıllarda yapılan değişiklik ve düzenlemelerle desteklenmiştir. Bunlar arasında özellikle 7 Temmuz 2005 tarihli kanunla engellilere yönelik hizmet ve yardımlarda yeni yapılanmalara gidilmesi ve daha kapsamlı 53 ENGELLI HAKLARININ EKSIKSIZ YERINE GETIRILEBILMESI VE ENGELLILERIN SORUNLARININ KAMUOYU GÜNDEMINE GELEREK ÇÖZÜMÜNÜN HIZLANDIRILMASI IÇIN EN ÖNEMLI ARAÇLARDAN BIRI DE KUŞKUSUZ HUKUKI DÜZENLEME VE YAPTIRIMLARDIR. düzenlemelerin hayata geçirilmesi sayılabilir. Bu tarihten itibaren katılma, eğitim ve istihdam konularının başı çektiği sorunlarının 5378 sayılı Özürlüler ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Karar- çözümü için hâlâ atılması gereken birçok adım olduğu rahatlıkla namelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun üzerine yapılan söylenebilir. Örneğin okul ve hastanelerin yanı sıra bazı kamu düzenlemelerle engellilere yönelik politikalarda iyileştirmeye binalarının engelli dostu olmayışı engellilerin bazı temel hak- gidilmiş, yardım ve hizmetlerde belirli bir artış gözlemlenmiştir. larından istifade etmelerini zorlaştırırken, kentsel planlamada Bahsedilen bu hukuki adımlar ve devlet bütçesinden engelli hak engellilerin ulaşımını kolaylaştıracak yol kenarlarındaki sarı şe- ve hizmetlerinin teminatına ayrılan payın artırılmasının yanı ritler, rampalar, sesli uyarı veren trafik lambaları gibi unsurların sıra Avrupa Birliği müktesebatına uygun birtakım yeniliklerin de eksikliği veya gerektiği gibi işlememesi de engellilerin sosyal devreye sokulmasıyla ülkemizdeki engelli vatandaşların hayat yaşamlarını kısıtlayan faktörler olarak ortaya çıkmaktadır. standardının yükseltilmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır. Bunun yanı sıra, devletin engellilik derecelerine göre belirlediği mali yardımların her engelli vatandaşa eşit ve düzenli bir şekilde Bütüncül yaklaşım ön planda ulaşmaması, istihdam sürecinde engelli vatandaş çalıştırma Bununla birlikte, bahsedilen gelişmelerin yeterli olduğunu ifade yükümlülüğü bulunan iş yeri sahiplerinden bazılarının bu yü- etmek mümkün değildir. Engelli vatandaşların kendi kendine kümlülüğü görmezden gelmesi, tedavi için gereken ilaç ve/veya yetebilme, sağlık hizmetlerinden faydalanabilme, sosyal hayata araçlara erişimin rahatlıkla ve maddi kolaylıkla sağlanamaması da 54 10-16 MAYIS ENGELLILER HAFTASI’NDA ENGELLI SORUNLARINA DIKKAT ÇEKME VE BU VATANDAŞLARIN SAHIP OLDUĞU HAKLAR ILE FAYDALANDIKLARI HIZMETLERI IYILEŞTIRME AMACIYLA ETKINLIKLER DÜZENLENMEKTEDIR. engelli bireylerin karşılaştığı önemli sorunlardan bazılarıdır. Bununla birlikte, yasal olarak düzenlenmiş sakat aylığı, iş göremez aylığı, malullük aylığı, bakım ücreti, taşımalı eğitim desteği gibi mali yardımların da engelli vatandaşlar için son derece önemli olduğunun belirtilmesi gerekir. Bu türden girişimlerin artmasının yanı sıra sosyal koşulların da önyargı ve anlayışsızlığın azaltılmasıyla iyileştirilmesi, ülkemizi engelli vatandaşlar için daha da yaşanılır kılacaktır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi karar verici kuruluşların son yıllarda ısrarla üzerinde durduğu ve politikalarına dahil ettiği bütüncül yaklaşım da engellilik durumunu fiziksel, zihinsel ve psikolojik bir olgu olmanın yanında sosyal ve idari bir konu olarak ele almakta, engellilere yönelik geliştirilen stratejilerde bütün bu unsurların göz önünde tutulmasını öngörmektedir. Bu bağlamda, “engelli” kelimesi de “özürlü” kelimesine tezat bir şekilde bireyin yaşadığı zorlukları ve içinde bulunduğu olumsuz koşulları kendisinden kaynaklı olarak görme yaklaşımından uzaklaşmakta, bunları bir bütünün yansıması olarak değerlendirmektedir. Giderek daha çok kabul gören bu “sentez model”, engelliliği yalnızca bireyin kendisiyle ilişkilendirmekten uzaklaşıp durumu çok yönlü bir olgu olarak ele almaktadır. Engellilik durumu hakkında bir bilinçlilik yaratmak, toplumun çeşitli kesimlerinde bu konuya ilişkin bilgi ve duyarlılığı artırmak amacıyla ulusal ve uluslararası düzeyde birçok girişimde bulunulmakta, çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Bu etkinliklerin “kutlama” olarak adlandırılması ise başta engelli vatandaşlar için olumsuz bir çağrışım yapmaktadır. Bu etkinlikleri bilgilendirme ve bilinçlendirme çabaları olarak adlandırmak gerekir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler tarafından 1992 senesinde Uluslararası Engelliler Günü ilan edilen 3 Aralık’ta idari ve toplumsal seviyelerde çeşitli etkinliklere imza atılmaktadır. Her sene belirli bir tema çerçevesinde gerçekleşen Uluslararası Engelliler Günü’nün 2014 yılı teması “Sürdürülebilir kalkınma: Teknoloji vaatleri” olarak belirlenmişti. Engelli sorunlarına dikkat çekme ve bu vatandaşların sahip olduğu haklar ile faydalandıkları hizmetleri iyileştirme amacıyla düzenlenen bir diğer etkinlik ise 10-16 Mayıs Engelliler Haftası. Aynı zamanda engelliliğin önlenmesine yönelik tedbirler üzerinde de durulan Engelliler Haftası boyunca önceden belirlenmiş bir program izleniyor. Bu çerçevede, 10 Mayıs günü Engelliler Haftası’nın açılış günü ve genel bilgilerin sunulduğu bir gün olurken, 11 Mayıs görme engellilere, 12 Mayıs işitme ve konuşma engellilere, 13 Mayıs ortopedik engellilere, 14 Mayıs zeka ve ruhsal engellilere, 15 Mayıs ise güçsüz yaşlılar ve korumaya muhtaç çocuklara ayrılmıştır. Böylelikle her gün bir engellilik veya dezavantaj türüne tek tek eğilirken Engelliler Haftası’nın son günü 16 Mayıs’ta da haftanın etkinliklerinin genel bir değerlendirmesi yapılır. Özellikle kamu kuruluşları, yerel idareler ve okullarda oldukça yoğun geçen 10-16 Mayıs Engelliler Haftası sayesinde bilgi ve duyarlılık düzeyinin artırılması, önlenmesi mümkün olan engellilik hallerinin önüne geçilmesi ile engelli ve dezavantajlı konumdaki vatandaşların sosyal hayata dahil olma süreçlerinin iyileştirilmesi amaçlanmaktadır. 55 FETHI ŞANLI, TARIHI KÖKLÜ, GÜZELLIĞI BÜYÜLEYICI ŞEHIR İSTANBUL PINAR ÜNSAL 56 KÜLTÜR VARLIKLARI İSTANBUL ÖYLE BIR ŞEHIR KI EN ÜNLÜ RESSAMLAR ŞEHRIN MANZARASINI ORIJINALI KADAR GÜZEL BETIMLEYEMIYOR, EDEBIYATÇILAR BURANIN GÜZELLIĞINI ANLATIRKEN KELIME BULMAKTA ZORLANIYOR. ŞEHIR BINLERCE YILLIK TARIHE TANIKLIK ETSE DE KIMSE ONU “YAŞLI” BULMUYOR, BILAKIS UZUN VE EFSANELER YAZDIRAN TARIHI, BÖLGEYI INSAN POPÜLASYONU AÇISINDAN YOĞUN KILARAK ONU DAHA DINAMIK, DAHA CANLI YAPIYOR. F arklı farklı deniz manzaraları sunmasaydı İstanbul, ünlü Fransız romancı Pierre Loti’yi büyüleyen isimlerden en çok büyüleyeni olur muydu yine de? İki kıtayı bağlamasaydı eğer yedi tepeli şehir, Romantizm’in öncülerinden Chateaubriand dünyada İstanbul kadar güzel görünen başka bir kent olmadığını söyleyenlere kolayca hak verir miydi? On altı asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı’ya başkentlik yapmış şehir, dünya tek bir devlet olsaydı onun da başkenti miydi Napolyon’un dediği gibi? Öyleydi muhtemelen; zira kaderi güzel yazılmış İstanbul’un. Anadolu’yu Avrupa’ya kavuşturan, dünyanın en etkileyici coğrafyasında olmak da onun kaderi; Sarayburnu’dan Edirnekapı’ya uzanan tepeleriyle siluetine âşık etmek de; ılık iklimi, taze havası, serin sularıyla dertlere şifa olmak da… İstanbul, konumu ve konumundan doğan stratejik önemi dolayısıyla insanlık tarihi boyunca pek çok medeniyetin ele geçirmek istediği yerlerden biriydi. 1453 yılında II. Mehmed tarafından fethedildiğinde Roma ve Bizans İmparatorluklarının en hünerli ustalardan yardım alarak süslediği şehrin kıymetini Osmanlı da iyi bilmişti. Artık bir İslam devleti şehri olan İstanbul’un meşhur siluetini hafızalara kazıyan bazı mimari yapılar da bu dönemde inşa edildi. Ancak İstanbul, en meşhur sanat eserlerine konu edilen manzaraları; Ayasofya’sı, Süleymaniye’si, Kız Kulesi, Rumeli Hisarı, Sultanahmet’i, Kapalı Çarşı’sı, Topkapı’sıyla, yani farklı dinleri ve kültürleri buluşturan mimarisiyle bir dünya şehri oldu. Üç imparatorluğun başkenti Bir şehir, orada izi olanların adını yaşatır. Bu yüzden İstanbul tarihinde Romalılar, Bizanslılar ve Türklerin adı geçer en çok. İstanbul’un keşfi çok daha önceki yüzyıllara dayandırılsa da bölgeye ilk yerleşmeler MÖ 7. yüzyılda başlar. Megaralı Byzas, kabilesi için bir şehir kurma niyetindedir ve kabilenin kahinine fikrini sorar. Aldığı cevap şaşırtıcıdır; “Şehri körler ülkesinin karşısına kur.” Byzas körler ülkesinin neresi olduğunu bilmemektedir, ancak bugünkü Yunanistan dolaylarından Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaşan Megaralılar şimdiki Kadıköy’de Khalkedon 57 KONSTANTINOPOLIS FARKLI MEDENIYETLER TARAFINDAN DEFALARCA KUŞATILIR, HIÇBIRINDE BAŞARI SAĞLANAMAZ. AYIN YERYÜZÜNDEKI SILÜETI OLAN ŞEHRI ALMAK, OSMANLI PADIŞAHI II. MEHMED’E NASIP OLUR. İstanbul bu adı Roma İmparatorluğu’nun başkenti olana kadar taşır. İmparator I. Konstantin 330 yılında ona Nova Roma (Yeni Roma) der, imparatorun ölümünden sonra ise şehrin adı Konstantinopolis (Konstantin’in Kenti) olarak anılır. Coğrafi konumu, güzelliği, elverişli iklimi, milattan önceki yüzyıllara dayanan efsanevi tarihi nedeniyle Konstantinopolis farklı medeniyetler tarafından defalarca kuşatılır, hiçbirinde başarı sağlanamaz. Ayın yeryüzündeki silüeti olan şehri almak, Osmanlı Padişahı II. Mehmed’e nasip olur. İstanbul hedefi, II. Mehmed’in çocuk denecek yaşta tahta geçmesi sonrasında şekillenir. II. Murad’ın tahtı devretmesinin ardından Balkanlar bu durumdan istifade etmek için harekete geçmiş, Haçlı tehlikesi gündeme gelmiştir. Zira ülke 12-13 yaşlarında bir padişaha, bir komutana emanettir. Osmanlı vezirleri ve askerleri de durumdan memnun değildir. II. Murad’ın tekrar tahta geçmesi, II. Mehmed’in yeniden sultan olduktan sonraki başarılarını kamçılayan olaydır. Özellikle İstanbul’un fethi, hem Osmanlı padişahları hem de dünyanın en başarılı komutanları arasında Fatih’i ayrı bir yere koyar. Yaklaşık bin yıllık Bizans’ın sonunu getiren bu olay, gemilerin karadan yürütüldüğü destanıyla dilden dile tüm dünyaya yayılır. şehrinin karşısına, Sarayburnu’da Byzantion adlı şehri kurar. Byzas’a göre Khalkedon şehrindekiler kördür; çünkü Sarayburnu’nun yemyeşil güzelliğini fark edememiş, şehirlerini çorak bir araziye kurmuşlardır. Byzas, dünyanın en mükemmel coğrafyasında bir şehir inşa ettiğine inanmakta, kendisi ve kabilesi adına gururlanmaktadır. Byzantion, İstanbul’un atası olan şehir kabul edilir. Byzantion önce Spartalı Pausanlılar, sonra da Roma İmparatorluğu hakimiyetine girer ve adı dahil pek çok yönüyle Latinleştirilir. Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından adeta baştan inşa edilen şehre önce Byzantium, ardından Augusta Antonina adı verilir. 58 KÜLTÜR VARLIKLARI Binlerce yıl yaşındaki delikanlı İstanbul, dünyada yabancıların “Godmade” (Allah yapımı) olarak nitelendirdiği nadir şehirlerden biri. Bu yüzden en ünlü ressamlar şehrin manzarasını orijinali kadar güzel betimleyemiyor, edebiyatçılar buranın güzelliğini anlatırken kelime bulmakta zorlanıyor. Ancak İstanbul’un DÜNYA ŞEHIRLERI ARASINDA İSTANBUL, GÖRÜLMESI “OLMAZSA OLMAZ” YERLERDEN BIRI SAYILIYOR. YALNIZCA OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMINDE INŞA EDILMIŞ YAPILARIYLA DEĞIL, ŞEHIR ROMA VE BIZANS KALINTILARIYLA DA GÖZ ALIYOR. “insan eli değmiş” hali büyük bir kültürel miras kabul ediliyor. Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camii ve Topkapı Sarayı’nı içine alan Arkeolojik Park; Süleymaniye Camii ve çevresini içine alan Süleymaniye Koruma Alanı; Zeyrek Camii ve çevresini içine alan Zeyrek Koruma Alanı ile Tarihî Surlar Koruma Alanı’nı içeren, küçük bir yüzölçümüne sahip Tarihî Yarımada bile 1600 yıllık bir tarih galerisi sunuyor. Şehir binlerce yıllık tarihe tanıklık etse de Roma ve Venedik’te olduğu gibi kimse onu “yaşlı” olarak nitelendirmiyor, bilakis uzun ve efsaneler yazdıran tarihi bölgeyi insan popülasyonu açısından yoğun kılarak onu daha dinamik, daha canlı yapıyor. Dünya şehirleri arasında İstanbul, görülmesi “olmazsa olmaz” yerlerden biri sayılıyor. Yalnızca Osmanlı İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş yapılarıyla değil, şehir Roma ve Bizans kalıntılarıyla da göz alıyor. Türkiye’de Antalya’dan sonra en çok turistin ziyaret ettiği İstanbul’da Ayasofya önemli destinasyonların başında geliyor. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından MS 500’lü yıllarda 59 yaptırılan Ayasofya yüzyıllarca Hıristiyanlar için önemini koruyan, dünyanın en büyük mabetlerinden biriydi. Devasa kubbesi, kubbe etrafındaki dört melek tasviri, duvarlarındaki ikonlar; fethin ardından cami olarak kullanılmaya başlamasıyla eklenen dev levhalar Ayasofya’yı özel kılan unsurlardır. Buranın çokça ziyaret edilmesinde en büyük paylardan biri de planının bal peteğine işlenmiş olması, inşasında kullanılan malzemeyi Hızır Aleyhisselam’ın vermesi, temelinde hazine bulunduğuna inanılması, yapımı sırasında meleklerin yardım etmesi, kapılarda Nuh peygamberin gemi tahtalarının kullanılması, Hz. Muhammed’in (s.a.v) Mirac’a yükseldiği gece Ayasofya’yı görmesi ve bu mabedin günün birinde Müslümanların eline geçeceğini müjdelemesi, sütunlarından birinde Hz. Meryem’in el izinin bulunması gibi efsanelerdir. Yaşadığı dönemde İstanbul’un şekillenmesine büyük katkıları 60 KÜLTÜR VARLIKLARI olmuş Mimar Sinan’ın eserleri bugün de şehrin en ünlü, en güzel mimariye sahip yapıları arasında sayılır. Mimarın emeği olan camiler, medreseler, türbeler, köprüler, saraylar, hamamlar, imaretler arasında Kanuni Sultan Süleyman adına inşa ettiği Süleymaniye Camii, şehrin en olağanüstü yapılarından biri kabul edilir. Zira cami, hem dönem padişahının adını taşır, hem Mimar Sinan gibi büyük bir ustanın elinden çıkmıştır, hem de beş yüz küsur yılda meydana gelen yüzden fazla depremde zarar görmemiştir. Cami, zarafeti ve işçiliğine övgülerin yanı sıra, Mermerden yontulmuş bir dağa benziyor / Kıt’alar üstünde yükselen bu çatı mısralarında olduğu gibi heybetiyle de pek çok edebi esere konu olur. MS 203’te Roma İmparatoru Septimus Severus’un emriyle yapımına başlanmış, I. Konstantin döneminde tamamlanmış Hipodrom, İstanbul’un en önemli tarihî yapılarından biri kabul KÜLTÜR TURIZMININ DÜNYADAKI EN ÖNEMLI DESTINASYONLARINDAN BIRI KABUL EDILEN İSTANBUL, INANÇ VE GASTRONOMI TURIZMI AÇISINDAN DA BÜYÜK BIR POTANSIYELI ELINDE BULUNDURUR. edilir. 330 tarihinde açılan yapı, döneminde dünyanın en büyük hipodromudur. Osmanlı’da At Meydanı denilen, bugün Sultanahmet Meydanı olarak adlandırılan yerde yapımı Roma’dan Bizans’a uzanan Hipodrom’un çok az kalıntısına rastlanmış olsa da bölge Sultan Ahmet Camii, Ayasofya, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Obelisk, Konstantin Dikilitaşı, Yılanlı Sütun gibi önemli yapılara evsahipliği yapması bakımından değer taşır. Edebi eserlerde hem hakikat, hem masal gibi sözleriyle nitelenen, Üsküdar’ın süsü Kız Kulesi; Osmanlı’nın dört yüz yıllık idare merkezi Topkapı Sarayı; koleksiyon bakımından dünyanın en büyük ve en önemli müzeleri arasında gösterilen İstanbul Arkeoloji Müzeleri; 19. yüzyıl Osmanlı eserlerinden, görkemine rağmen bir zarafet timsali Dolmabahçe Sarayı; esrarengiz havası, Medusa başlarıyla ilgili ilginç hikayeleriyle Yerebatan Sarnıcı; tarih kokan mimarisi, çeşit çeşit dükkanları, 24 saat hareketli yapısıyla Türkiye’nin en ünlü caddesi İstiklal; Tanzimat Fermanı’nın okunduğu yer olması nedeniyle ayrı bir önem arz eden Gülhane Parkı; dünyanın en büyük ve eski çarşılarından biri olan Kapalıçarşı… Bunun gibi yüzlerce yapısıyla kültür turizminin dünyadaki en önemli destinasyonlarından biri kabul edilen İstanbul, inanç ve gastronomi turizmi açısından da büyük bir potansiyeli elinde bulundurur. Avrupa ve Asya kıtaları arasında yer alması, yüksek popülasyona sahip olması gibi nedenlerle İstanbul, pek çok kongre, sergi, bienal, konser ve seminere de evsahipliği yapar. Yalnızca camileri, kiliseleri, sarayları, hisarları, çeşmeleri, çarşıları, rıhtımları, parklarıyla değil, mahalleleri ve sokaklarıyla da pek çok romana, şiire, filme konu olmuş şehir, hâlâ daha binlerce edebi esere ve filme ilham verecek kadar güzel ve alımlıdır. 61 ISLAHAT FERMANI 18 ŞUBAT 1856 DR. POLAT SAFI 18 ŞUBAT 1856 (H. 11 CEMAZIYELAHIR 1272) TARIHINDE BÂB-I ÂLÎ’DE BIR MERASIMLE OKUNAN ISLAHAT FERMANI HEM MODERNLEŞME TARIHIMIZIN HEM DE BU TARIHIN EN ÖNEMLI DÖNÜM NOKTALARINDAN BIRINI TEŞKIL EDEN TANZIMAT DÖNEMININ BIR VETIRESIDIR. TANZIMAT DÖNEMININ GENELLIKLE 3 KASIM 1839 TARIHINDE IMZALANAN GÜLHANE HATT-I HÜMÂYÛNU ILE BAŞLADIĞI, 1878’DE MECLÎS-I MEBÛSÂN’IN KAPATILMASIYLA SON BULDUĞU KABUL EDILMEKTEDIR. İ ki fermanın yayımlanması üzerinde Avrupa’nın etkisi söz konusu olsa da bu etkinin türü bakımından ciddi farklar bulunmaktadır. Zira Tanzimat Fermanı üzerinde Avrupa’nın siyasi, sosyal ve ekonomik fikir ve müesseselerinin etkisinden bahsedilirken, her ne kadar bu etkinin boyutu tartışma konusu olsa da, Islahat Fermanı için Avrupa’nın açık bir dayatması olduğu her tür tartışmanın dışındadır. Nitekim Kırım Harbi (1853-56) sonunda imzalanacak Paris Antlaşması’na esas teşkil eden Viyana Protokolü’nün 1 Şubat 1856’da imzalanmasının ardından ıslahat programlarının hazırlıklarına sadrazam ve Hariciye nazırlarının yanı sıra İngiliz, Fransız ve Avusturya elçileri de katılmıştır. Konunun uzmanı Ufuk Gülsoy’a göre müzakereler sırasında verilen 21 farklı muhtıradan meydana getirilen Islahat Fermanı, 30 Mart 1856 tarihinde imzalanan Paris Antlaşması’nın 9. maddesinde de zikredilmiştir. Bu madde 62 Osmanlı yöneticileri açısından iç işlerine müdahaleyi önleyecek bir tedbir olarak telakki edilirken büyük güçler, söz konusu maddenin kendilerine fermanın tatbikine nezaret etme hakkı verdiğinden bahisle Osmanlı iç işlerine karışmalarını meşru göstermeye çalışmışlardır. Islahat Fermanı’nın Tanzimat Fermanı ile bir diğer temel farklılığı sadece Osmanlı tebaası gayrimüslim ve ecnebilere yönelik olmasıdır. Tanzimat Fermanı can emniyeti, ırz, namus ve mülkiyetin korunması, vergi düzenlemesi, askere alım ve hizmet süreleriyle alakalı olması bakımından bütün Osmanlı tebaasına hitap ediyordu. Islahat Fermanı bu kaideleri teyit etmekle beraber daha ziyade Osmanlı tebaası arasında müslim-gayrimüslim eşitliğini sağlamaya yönelik bir vesika olarak kaydedilmiştir. Düzenleme yapılan konular arasında gayrimüslim tebaa ve cemaat teşkilatlarının hak ve yetkileri, gayrimüslim cemaatlerin vergileri, gayrimüslim cemaat temsilcilerinin mali durumları, gayrimüslim tebaanın askerlik durumları, müslim-gayrimüslim anlaşmazlıklarının ele alınacağı hukuk sistemi, gayrimüslim tebaanın askerlik durumu ve mali sisteme ait düzenlemeler bulunmaktadır. Ferman genel kanının aksine gayrimüslimlerden de oldukça tepki çekmiştir. Rumların Ermeni ve Yahudilerle bir tutulmak istememesi, cizye vergisinin kaldırılarak gayrimüslimlere askerî yükümlülüğün getirilmesi, gayrimüslim cemaat görevlilerinin aldıkları vergilerin kaldırılması ve yerine rütbe esasına göre maaş verilmesi, göreve başlarken devlete sadakat yemini zorunluluğunun getirilmesi ve cemaat yönetimindeki temsil sisteminin değişmesi tepki çeken uygulamalar arasındaydı. Müslümanlar ise hakim millet olma vasfını yitirdiklerinden ve gayrimüslimlerin maddi zenginliklerine bir de siyasi güç kattıklarından şikayetle fermana tepki göstermişlerdir. Ahmet Refik “Türkiye’de Islahat Fermanı” adlı makalesinde bu durumu şöyle özetler: “...müslim ve gayrimüslim tebaanın bi’l-cümle hukukda müsavatı kabul olunmuşdu. O gün Müslümanlardan pek çoğu müteessirdi. Hemen herkes: aba ve ecdadımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-ı mukaddese-i milliyemizi bu gün gaib etdik. Millet-i İslamiye millet-i hakime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i İslam’a bu bir ağlayacak gündür.” Fermanın sosyal yapı taşlarında meydana getirdiği sarsıcı gelişmeler, modernleşme tarihimizin bir ayağı olan toprak kayıpları ve sömürgecilik faaliyetleriyle birleşince ülkede birtakım olayların patlak vermesi gecikmemiş; Maraş, Halep, Şam, Cidde ve Lübnan’da meydana gelen olaylar Avrupalı güçlerin Osmanlı’nın iç işlerine karışmasını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bu durum Avrupa’ya karşı bir dizi taviz veren Osmanlı yöneticilerinin Müslüman ahaliye aynı maddeleri farklı surette tefsir etmelerine yol açmakla beraber fermandaki bazı maddelerin en başından atıl kalmasına sebep olmuştur. Hatta bazı yorumlara göre ferman, 1859 yılında Sultan Abdülmecid’in yerine Veliaht Abdülaziz’in tahta çıkarılması için düzenlenen ve son anda engellenen bir fiili tertibin (Kuleli Vakası) önünü bile açmıştır. Bu anlamda, Islahat Fermanı’nın sadece ortaya çıkış süreci ve istikameti bağlamında değil muhtevası ve sonuçları itibarıyla da demokrasi tarihimizin oldukça erken dönemli ve zihin açıcı bir örneğini teşkil ettiği söylenebilir. 63 TÜRKIYE-PAKISTAN PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI BURHAN KAYATÜRK: DOSTLUK GRUBUMUZ IKI ÜLKE ARASINDAKI IYI ILIŞKILER VE GÜÇLÜ SEVGI BAĞLARI ÇERÇEVESINDE ÖNEMLI FAALIYETLER GERÇEKLEŞTIRIYOR SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: NEHIR ÖZTÜRK TÜRKIYE VE PAKISTAN ARASINDAKI ILIŞKILERIN EN ÜST DÜZEYDE OLDUĞUNU IFADE EDEN BURHAN KAYATÜRK, “İKI MILLET ARASINDA DÜNYAYA ÖRNEK GÖSTERILEBILECEK BIR SEVGI BAĞI VAR” DIYOR. KAYATÜRK, PAKISTAN DOSTLUK GRUBU OLARAK YENI YASAMA DÖNEMINDE DIŞ TICARET VE KÜLTÜREL FAALIYETLER KONUSUNA AĞIRLIK VERMEYI PLANLADIKLARINI BELIRTIYOR. 64 DOSTLUK GRUPLARI Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun başkanlığını ne zamandır yürütüyorsunuz? İki dönemdir Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanıyım. AK Parti Ankara Milletvekili olarak görev yaptığım 23. Dönem’de Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Üyesi ve Pakistan Dostluk Grubu Başkanıydım. 24. Dönem’de ise AK Parti Van Milletvekili olarak Meclis’te yer aldım ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Türk Grubu Üyesi ve Pakistan Dostluk Grubu Başkanı oldum. Yani seçim bölgem ve üyesi olduğum uluslararası komisyon değişti, ama Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığım iki dönem devam etti. İnşallah 25. Dönem’de de Pakistan Dostluk Grubu’nda yer almayı istiyorum. Özgeçmişinize baktığımızda üniversite yıllarınızın Pakistan’da geçtiğini görüyoruz. Bu ülkeyle yolunuz ne zaman kesişti? Pakistan’a gittiğimde 19 yaşındaydım. Hayatımın 11 yılını bu ülkede geçirdikten sonra 30 yaşımda Türkiye’ye döndüm. Dolayısıyla Pakistan’ın ve bu ülkenin kalbi olarak kabul edilen Lahore’un benim hayatımda önemli bir yeri ve etkisi vardır. Pakistan’la ve Pakistanlılarla aramda çok güzel ve güçlü bir sevgi bağı bulunuyor. Zaten Türkiye ve Pakistan arasındaki ilişkiler ve iki ülke halklarının karşılıklı sevgi ve dostluğu geçmişten günümüze oldukça güçlüdür. Türkler Pakistan’ı, Pakistanlılar da Türkiye’yi sever. Ben hem burada hem de Pakistan’da bu sevgiye şahit olduğum ve bire bir yaşadığım için kendimi şanslı hissediyorum. ladım. Daha sonra proje müdürü ve bölge müdürü oldum. Bölge müdürlüğü yaptığım dönemde sadece Pakistan’da değil, Hindistan ve Nepal’de de çeşitli proje çalışmaları yürüttüm. Biraz önce ifade ettiğiniz gibi iki dönemdir Türkiye-Pakistan Dostluk Grubu Başkanısınız. Öncelikle dostluk gruplarının ülkeler arasındaki ilişkilere katkıları konusundaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Dostluk grupları her şeyden önce ülkeler ve parlamentolar arasındaki ilişkilerin gelişmesine ve güçlenmesine katkıda bulunur. Parlamenterlerin yürüttüğü temaslar siyaset, ekonomi, kültür, turizm gibi alanlarda ülkelerin birbirlerini daha yakından tanımalarına imkan sağlar. Dostluk gruplarının faaliyetleri ülkeler arasında karşılıklı anlayış, işbirliği ve dayanışma sağlanması bakımından da önem taşır. Bugün dostluk grupları önemli faaliyetler gerçekleştirmekle birlikte özellikle ülkeler arasındaki ticaretin gelişmesine daha fazla katkıda bulunmaları gerektiğini düşünüyorum. Aynı zamanda ülke kültürlerinin karşılıklı olarak daha iyi tanınmasına yönelik faaliyetlere de hız kazandırmak gerekiyor. Pakistan Dostluk Grubu olarak bu iki konuya büyük önem veriyoruz. Türkiye ile Pakistan arasındaki ilişkiler hangi düzeyde ve daha çok hangi alanlarda yürütülüyor? Biraz önce ifade ettiğim gibi Türkiye ve Pakistan arasında muazzam bir sevgi var. Dünyada iki millet arasındaki sevgi bakımından örnek gösterilebilecek bir ilişki söz konusu. Tabiatıyla bu güçlü sevgi ve dostluk bağları çeşitli alanlardaki ilişkilere olumlu yönde yansıyor. Ekonomi alanına baktığımızda Pakistan’da Türk iş adamlarının önemli yatırımlar yapmaya başladıklarını görüyoruz. Özellikle Pencap eyaletinde büyük yatırımlar söz konusu oldu. Bunlar daha çok enerji ve inşaat alanlarında yoğunlaşıyor. Yol, metrobüs çalışmaları ile temizlik şirketlerinin faaliyetleri de önemli bir yer tutuyor. Öte yandan dış ticarette artış sağlanmakla birlikte henüz çok iyi bir seviyeye ulaşılabilmiş değil. İki ülke arasında ekonominin yanı sıra kültürel alandaki faaliyetleri de önemsiyoruz. Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu olarak önümüzdeki yasama döneminde karşılıklı kültürel faaliyetlerin artırılmasını hedefliyoruz. Türk kültürünün Pakistan’da uzun yıllar bulunduğunuza göre öğrencilik döneminizden sonra da bu ülkede kalmış olmalısınız… Evet. Pakistan Lahore Mühendislik ve Teknoloji Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra Pakistan’da mühendis olarak çalışmaya baş- 65 Pakistan’da, Pakistan kültürünün Türkiye’de tanıtılmasına yönelik faaliyetler gerçekleştirilmesini arzu ediyoruz. Ayrıca turizm konusunda çalışmalar yapılabilir. Pakistan’daki tarihî ve kültürel değere sahip yerler ile doğal güzellikler turizm açısından önem taşıyor. Mesela Lahore bir tarih, kültür, park ve bahçeler şehri. Pencap’ta isminden de anlaşıldığı gibi beş önemli ırmak var. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Kısacası turizm alanında yapılacak çalışmalar iki ülkenin turist sayısına önemli katkıda bulunabilir. Pakistan’da Türkiye Dostluk Grubu bulunuyor mu? Evet. Türkiye Dostluk Grubu heyeti ülkemize ziyaret de gerçekleştirdi. Biz çeşitli nedenlerle henüz gidemedik, ama inşallah 25. Dönem’de Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu olarak Pakistan’a bir ziyarette bulunacağız. Bu arada iki ülke arasında cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar düzeyinde resmî ziyaretler devam ediyor… Evet. Bildiğiniz gibi Pakistan Başbakanı Sayın Navaz Şerif geçtiğimiz ay Türkiye’ye bir çalışma ziyareti gerçekleştirdi. Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu ile görüşen Navaz Şerif, daha sonra Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından kabul edildi. Hatırlayacağınız gibi Sayın Davutoğlu geçtiğimiz şubat ayında Pakistan’a resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. O ziyarette Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı olarak ben de yer aldım. Daha önceki dönemlerde Sayın Recep Tayyip Erdoğan da Pakistan’ı ziyaret etmişlerdi. İki ülke arasındaki karşılıklı temasların çok olumlu neticeleri oldu. Türkiye-Pakistan Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun 25. Dönem’de gerçekleştirmeyi planladığı faaliyetlere ilişkin bilgi verebilir misiniz? Türkiye ve Pakistan arasındaki iyi ilişkilerin sürdürülmesi, sevgi ve dostluk bağlarının daha da güçlendirilmesi yönünde dostluk grubumuzun katkıları artarak devam edecektir. Pakistan’da yatırım yapmak isteyen iş adamlarımıza her tür katkının sunulması, iki ülke arasındaki dış ticaret hacminin artırılması, kültürel alanda faaliyetler gerçekleştirilmesi gibi konularda çalışmalarda bulunulacaktır. İki ülke ilişkilerine önemli katkılarınız var. Pakistan Devlet Nişanı almış olmanız da bunun bir göstergesi olsa gerek… Söyleşimizin başında da belirttiğim gibi Pakistan’ın hayatımda önemli bir yeri var. Üniversite öğrenciliği dönemim ve iş hayatımın bir bölümü bu ülkede geçti. Pakistanlılarla karşılıklı sevgi bağımız oluştu. Bu bakımdan 2011 yılında layık görüldüğüm Pakistan Devlet Nişanı’nın benim için çok büyük değeri bulunuyor. 66 DOSTLUK GRUPLARI 19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA, GENÇLIK VE SPOR BAYRAMI KUTLU OLSUN ŞU SONSUZ KOŞU Samsun'a ayak basmış kahraman bugün, Çayır, çimen yeşermiş zafer yolunda. Davul zurna sesinde şahlanır düğün, Gönlüm coşup öter bir bahar dalında. Nasıl çıkmış bir sabah Samsun'dan yola Dağlardan dağlara o zafer türküsü, Şahlanıp bayrak çekmiş her eski kola, Taze bir bahar açmış yurdun gözünü. Ata'nın rüyasına gelincikler sun, Emek bahçelerinin güzel gülünü. Biz sonsuz bir sabahtayız... O uyusun, Sevincimiz coşturur onun gönlünü. Al bayrağım Ankara Kalesi'nde hür, Dalgalanmakta altın bir çağa doğru, Yeni kahramanlar kol kol, boy boy yürür Şu karlı dağlardaki bayrağa doğru. 19 Mayıs'ın hür başına çelenk, Kiraz mevsimi, gençlik ayı, gül ayı. Bir bahar bahçesinde gönüller renk renk, Şu sonsuz koşuya bak, sarmış yaylayı. Ceyhun Atuf KANSU 67 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE NISAN 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR Kanun Numarası Kabul Tarihi Başlığı 6641 01/04/2015 Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6642 01/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Nükleer Güç Santrallerinin ve Nükleer Güç Sanayisinin Geliştirilmesi Alanında İşbirliğine İlişkin Anlaşma ile Türkiye Cumhuriyeti’nde Nükleer Güç Santrallerinin ve Nükleer Güç Sanayisinin Geliştirilmesine Dair İşbirliği Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6643 01/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Arasında Üçüncü Taraf Maliyet Paylaşımı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6644 01/04/2015 Yargıtay Kanunu ile Hukuk Muhakemeleri Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun 6645 04/04/2015 İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6646 04/04/2015 Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Merkez Anlaşmasının Ekinde Değişiklik Yapılmasına ve KEİ Merkezinin Kalıcı Olarak Taşınmasının Usullerine İlişkin Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6647 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti ve Avrupa Komisyonu Arasında Katılım Öncesi Yardım Aracı (IPA II) Çerçevesinde Birlik Tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne Yapılacak Mali Yardımın Uygulanmasına İlişkin Düzenlemeler Hakkında Çerçeve Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6648 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sudan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İkili Tarımsal İşbirliği ve Ortaklığına İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6649 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti ile Kosova Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6650 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Arama ve Kurtarma Hizmetlerinin Koordinasyonuna Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun 6651 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Gençlik ve Spor Alanında İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6652 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kosova Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Kültür Merkezlerinin Kuruluşu, İşleyişi ve Faaliyetleri Hakkında Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6653 04/04/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Bulgaristan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Acil Durumlar Alanında İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 68 Türk Parlamenterler Birliği’nden Sağlık protokolü imzalanan hastanelerdeki TBMM Hattı Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi: Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi : Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (Pendik Devlet Hastanesi): Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: 0312 202 44 91 0312 305 32 62-63 0312 508 30 03 0232 390 41 06 0242 249 65 91 0342 360 95 05 0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212 0212 414 22 27 0212 414 34 54 0332 224 49 70 0462 377 54 22 0332 223 79 79 0312 291 27 01 0272 246 33 36 0212 453 18 58 0216 625 47 16 0432 216 05 16 Sağlık Hattı: Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 ve 0312 420 72 24 numaralı telefonu arayabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 69 GAYRETTEN ÇILEYE TEVFIK İLERI 70 ZORLUKLAR VE YOKLUKLARLA DOLU BIR ZAMANDA DÜNYAYA GELEN TEVFIK İLERI, YINE ZORLUKLAR VE YOKLUKLARLA DOLU BIR ŞEKILDE SON YILLARINI YAŞAMIŞTIR YAŞAMASINA AMA KENDISININ DEDIĞI GIBI VATAN VE MILLET IÇIN GÖSTERDIĞI ÇABA BUGÜN HÂL SAYGI ILE ANILAN BIR ISMIN TARIHE KALMASINA YETMIŞTIR. FAZIL BAŞ A hmet Tevfik İleri, 1911 yılında Rize’nin Hemşin ilçesinin Yaltkaya köyünde dünyaya gelir. Babası Hafız Celal Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. Küçük Tevfik’in çocukluk yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun yoğun savaşlardan geçtiği son dönemine rast gelir. Önce Balkan Harbi, sonra Cihan Harbi… Aile çocuklara bakmakta zorlanmaktadır. Babası, Tevfik yedi yaşına geldiğinde onu ve kardeşini İstanbul Fatih’te oturan dedelerinin yanına gönderir. Dedeleri emekli kaymakamdır gerçi, ama yokluk İstanbul’da da peşlerini bırakmaz. Mütareke yıllarında Tevfik boynunda kutusu ile sigara kağıdı satarak harçlığını çıkaracaktır. Önce ilk mektebi bitirir, daha sonra ise Gelenbevi Ortaokulu’na devam eder. Bu yıllarda okuldan kendisine verilen potinleri bayramlarda kardeşi ile dönüşümlü olarak giymektedir. Hitabet ve liderlik Tevfik 16 yaşına geldiğinde, sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüşecek Yüksek Mühendis Mektebi’nin sınavlarına girerek “leyli meccani” yani parasız yatılı olarak bu okulda okumaya hak kazanır. Tevfik zaten küçüklüğünden itibaren matematik ile haşır neşirdir. Fakat bu okulda, bir protesto sonucu öğrencilerin okuldan uzaklaştırıldığını görmesi üzerine hayatın matematikten ibaret olmadığını anlar. Ve artık ömrünün geri kalanında en sık anılan iki özelliği öne çıkmaya başlar; hitabet gücü ve liderlik vasfı. Tevfik İleri, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk kuşağına mensuptur. Yani o kuşağın bütün heyecanını ve aktivizmini içinde taşır. Gençlik yılları da bunu bize açıkça göstermektedir. Yüksek Mühendis Mektebi içinde geçirdiği yıllarda etrafındaki insanlar arasında kolayca öne çıkar ve önce Mühendis Mektebi Talebe Cemiyeti’nin, daha sonradan ise 1916’da kurulan Millî Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) başkanlığına seçilir. MTTB milliyetçi bir çizgiye sahiptir o yıllarda. Genç Tevfik de hem ailesi hem de okulda hocalarının etkisinde milliyetçi-muhafazakar bir düşünce yapısına sahiptir. MT TB yıllarında özellikle iki olay karşısında sergilediği önderlik ile hafızalarda yer eder. Türkiye’de çalışan bir Fransız şirketi olan Vagon-Li’nin müdür ünün Tür kçe konuşan bir memura hakaret etmesi üzerine bütün Türkiye’de tepki oluşmuş, Tevfik İleri liderliğindeki MTTB de şirkete yönelik protestolarda ön sıralarda yer almıştır. Yine Bulgarların Razgrad’daki Türk mezarlığını tahrip etmesi üzerine genç Tevfik önderliğinde 71 İstanbul’daki Bulgar mezarlığına gidilir ve buraya çelenk bırakılır. Tevfik İleri’nin protesto gerçekleştirirken ölülere gösterdiği hürmet takdirle karşılanmıştır. İleri’nin başkanlığı döneminde aynı zamanda MTTB, Birlik adı altında bir dergi de yayımlamaya başlamıştır. İleri’nin düşünce yapısı ve sonraki hayatını büyük ölçüde belirleyen bu okul yılları, 1933 yılında mezun olması ile sona erer. Aslında hocaları genç Tevfik’teki cevheri görmüş ve okulda asistan olarak kalmasını istemişlerdir. Ama Tevfik İleri Anadolu’ya memur olarak giderek buralarda bilfiil çalışmayı tercih edecektir. Önce Erzurum’da Karayolları Kontrol Mühendisi olarak çalışmaya başlar. Aynı yıl Vasfiye Hanım ile evlenir. Vasfiye Hanım’a evlenmeden önce “Biz önce vatanımızı ve milletimizi, sonra birbirimizi seveceğiz” diyen Tevfik İleri’nin vatan ve millet sevgisi bu sözlerinde de görülmektedir. Bu evlilikten Cahide, Ayşe ve Cahit isimli üç çocukları olur. Tevfik İleri daha sonraki yıllarda Çanakkale ve Samsun’da Nafia Müdürü olarak çalışır, Karayolları Yedinci Bölge Müdürlüğü görevini üstlenir. Fakat onun hayatı düz bir memuriyetten ibaret kalamaz şüphesiz. Çanakkale’de Halkevi Köylülük Kolu Başkanlığı’nı yürütür. Yine Çanakkale yıllarında 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma törenlerinin başlatıcısı olur. Gittiği her yerde bölge halkı ile yakın bağlar kurar. Millet ve devlet hayatının tamamıyla içindedir. 72 İcraat adamı 1945 yılında Türkiye’de çok partili hayata geçildikten sonra şüphesiz siyasette yeni yüzlere talep de artmıştır. Kritik 1950 seçimleri öncesinde Tevfik İleri’ye hem Cumhuriyet Halk Partisi’nden hem de Demokrat Parti’den milletvekilliği teklifi gelse de o DP’yi seçer. Hayatının son on yılında DP’den 9, 10 ve 11. Dönem Samsun milletvekili olarak Meclis’te yer alacaktır. İleri ilk olarak kısa süreliğine Ulaştırma Bakanlığı’na getirilir. Sonraki dönemlerde ise Millî Eğitim, Bayındırlık ve Devlet Bakanlıklarının yanı sıra, Meclis Reis Vekilliği ve Başbakan Yardımcılığı gibi farklı görevler üstlenecektir. Tevfik İleri, kritik bir dönemde bulunduğu bu üst makamlarda, gerçekten de döneminin en önemli icraatlarının altına imza atmıştır. Tek parti döneminden çıkmış bir Türkiye’de, Demokrat Parti’den beklenti yüksektir. Özellikle kültür ve iktisat politikaları noktasında yapılması gereken çok şey vardır. İleri, özellikle Millî Eğitim Bakanlığı döneminde yaptıkları ile bugün dahi sıklıkla yad edilmektedir. 1930’larda kaldırılan din dersini ilkokul müfredatlarına yeniden kazandırır. Tartışmalı köy enstitülerini öğretmen okulları ile birleştirerek İlk Öğretmen Okullarını kurar. Taşrada çok sayıda yeni okulun açılmasını sağlar. Batı klasiklerinin yanı sıra Türk kültür eserlerinin yayımını başlatır. Yine 1930 yılında kapatılan İmam Hatip Okullarının yeniden açılmasını sağlar. TEVFIK ILERI 1930’LARDA KALDIRILAN DIN DERSINI ILKOKUL MÜFREDATLARINA YENIDEN KAZANDIRIR. TARTIŞMALI KÖY ENSTITÜLERINI ÖĞRETMEN OKULLARI ILE BIRLEŞTIREREK İLK ÖĞRETMEN OKULLARINI KURAR. TAŞRADA ÇOK SAYIDA YENI OKULUN AÇILMASINI SAĞLAR. BATI KLASIKLERININ YANI SIRA TÜRK KÜLTÜR ESERLERININ YAYIMINI BAŞLATIR. 1959 yılında İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü de açılacaktır. İleri, aynı zamanda ilk Boğaz Köprüsü projesini de ihale aşamasına getirir, fakat bu adım 27 Mayıs 1960 ihtilali ile atıl kalacaktır. 27 Mayıs Tevfik İleri’nin bütün hayatı boyunca gösterdiği gayretlerin yarıda kalmasına yol açacak ve çile dolu bir dönemi başlatacaktır. Gerçi İleri’nin ihtilal günü gösterdiği metanet takdire şayandır. İhtilalde tutuklanan bütün siyasiler Harp Okulu’na getirildiğinde herkes telaşla etrafta gezinirken İleri uykuya dalar. Nasıl bu kadar rahat olduğu sorulduğunda ise, “Ben yıllardır bu milletin yükünü omzumda taşıdım, bir gün rahat uyuyamadım. Şimdi o yükü omzumdan aldılar, bırakın da uyuyayım” der. İleri, mahkemelerde gösterdiği dik duruşla da kayda geçmiş, hatta Vatan Cephesi davasında savunma yaparken mahkeme başkanı tarafından salondan çıkarılmıştır. Mahkeme sonucunda İleri hakkında önce idam cezası verilir, bu ceza müebbet hapse çevrilir. İleri ve arkadaşları Kayseri’ye nakledilirler. Bu dönem Tevfik İleri için bir çile dönemi olduğu kadar ailesi için de bir yokluk dönemidir. Cemal Cebeci’nin Hatıralarım kitabında anlattığına göre, Vasfiye Hanım ve kızı Cahide ziyaret için Kayseri’ye geldiklerinde, Tevfik Bey’e bir havlu takımı almak isterler. Fakat beğendikleri takım pahalı çıkınca tereddüt gösterirler. Dükkan sahibi durumu anlar. Biraz sohbet ettikten sonra ise en iyi takımı onlar için paketler. Vasfiye Hanım takımın ücretini ödemek istediğinde ise “Bunların bedeli geldiğiniz kişilerce fazlasıyla ödendi” der. Bu olay aynı zamanda halkın İleri’ye olan vefasını da göstermektedir. Tevfik İleri son mektuplarında ise eşi ve çocuklarına şöyle seslenir: “Size mal mülk servet bırakamadım. Bütün hayatım boyunca bir tekaüdiye maaşı bırakmaya çalıştım. Tecelli eden Adalet onu da kuşa çevirdi. Ne yapayım kader böyle imiş. Yalnız size, şerefli, namuslu, erkek bir ad bırakabildim.” Zorluklar ve yokluklarla dolu bir zamanda dünyaya gelen Tevfik İleri, yine zorluklar ve yokluklarla dolu bir şekilde son yıllarını yaşamıştır yaşamasına ama kendisinin dediği gibi vatan ve millet için gösterdiği çaba bugün hâlâ saygı ile anılan bir ismin tarihe kalmasına yetmiştir. Tevfik İleri bu şartlar içinde kansere yakalanmış ve Adnan Menderes’in idamından üç ay sonra, 1961 yılının son günü bu dünyaya gözlerini kapamıştır. 73 METIN CIZRELI: SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: ZEYNEP YIĞIT 13. DÖNEM DIYARBAKIR MILLETVEKILI METIN CIZRELI, 1998’DEN BU YANA ANADOLU KULÜBÜ DERNEĞI’NIN GENEL BAŞKANLIĞINI YÜRÜTÜYOR. CIZRELI, “ATATÜRK ILKE VE DEVRIMLERININ ÇIZGISINDE ILERLEYEREK ÇEŞITLI ALANLARDA FAALIYET GÖSTERIYOR, ÜYELERIMIZ ARASINDA BIRLIK, BERABERLIK VE DAYANIŞMA SAĞLANMASI AMACIYLA ÇALIŞMALAR YÜRÜTÜYORUZ” DIYOR. 74 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA Söyleşimizin başında Anadolu Kulübü Derneği’nin -yaygın kullanılan adıyla Anadolu Kulübü’nün- kuruluş öyküsünü öğrenebilir miyiz? Anadolu Kulübü, Büyük Atatürk’ün direktifleriyle 31 Ekim 1926 tarihinde Ankara’da kurulmuştur. Genç Cumhuriyet’in çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi doğrultusunda Atatürk devrimlerinin sosyal aşaması olarak faaliyete geçmiştir. Nitekim ilk tüzüğünün 1. Madde’sinde “Anadolu Kulübü Ankara’da oturan Türk ve yabancı üyelerine buluşup görüşme imkanı sağlamak ve Başkent’te bir kuruluş meydana getirerek kulübe girecek üyeler arasında sosyal ilişkileri kolaylaştırmak ve geliştirmek amacı ile kurulmuştur” denilmektedir. Anadolu Kulübü’nün kurucuları ve ilk üyeleri Riyaset-i Cumhur Başkatibi Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu) başta olmak üzere Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşları, bakanlar ve milletvekilleridir. İlk yönetim kurulu başkanı ise Başbakan İsmet İnönü’dür. Anadolu Kulübü, Anadolu Ajansı ve Türkiye İş Bankası, Büyük Atatürk’ün emir ve direktifleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında hayata geçirilen üç büyük kurumdur. Tarihî misyonu ve manevi değeri olan bu kurumlar haberleşme, ekonomi ve sosyal alanlarda Türkiye’nin simgesi olmuşlardır. Bir sivil toplum kuruluşu olarak bugüne kadar sosyal ve medeni hayatın gelişmesine yönelik pek çok önemli faaliyet gerçekleştiren Anadolu Kulübü, tarihî misyonu ve Atatürk’ün yadigârı olması bakımından büyük değer taşımaktadır. Kulübümüz 1996 yılından bu yana kamu yararına çalışan dernek statüsündedir. ğünün korunması; sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik, eğitim, sağlık gibi alanlarda faaliyet gösterilmesi ve sorunlara çözüm üretilmesi yönünde çalışmalar yapılması; Türk ve dünya milletleri arasında işbirliğinin gelişmesine ve ülkemizin tanıtılmasına katkıda bulunulması gibi amaçlar doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmektedir. Bunların yanı sıra üyeler arasında birlik, beraberlik ve dayanışma sağlanması, kültürel alışverişte bulunulması ve sosyal ihtiyaçların temin edilmesi de derneğimizin amaçları arasında önemli yer tutmaktadır. Anadolu Kulübü’nün kuruluş amaçları doğrultusunda çeşitli konularla ilgili söyleşi, panel, sempozyum ve konferanslar düzenlenmekte, Atatürk’ü anma etkinlikleri gerçekleştirilmektedir. Çeşitli yayınlarımız ile yemek organizasyonlarımız bulunmaktadır. Umumiyetle üniversite öğrencilerine burs verilmektedir. Derneğimizin merkez üye sayısı 1666’dır. Üyelerimizin büyük bir kısmı geçmiş dönemlerde Meclis’te yer almış ve bugün hâlâ bu görevini sürdüren milletvekillerinden oluşmaktadır. Anadolu Kulübü’ne milletvekillerinin yanı sıra yüksek yargı organları üyeleri, Genelkurmay Başkanı, general ve amiraller, rektör ve dekanlar, başbakanlık müsteşarları, büyükelçiler, valiler ve büyükşehir belediye başkanları üye olabilmektedir. Anadolu Kulübü 1950 yılına kadar Ankara Ulus’ta Vakıflar İdaresi’ne ait binalarda, 1953 yılına kadar da şimdiki Merkez Bankası’nın bir katında kiracı olarak hizmetlerini sürdürmüştür. 11 Aralık 1952 tarihinde eski başbakanlardan Hasan Saka’nın Kızılay’da bulunan iki katlı evi satın alınmış ve burası 23 Mart 1953’te hizmete açılmıştır. 1965 yılına gelindiğinde ise gelişen ihtiyaçlara cevap vermek üzere söz konusu hizmet binası yıkılarak bugün de kullanmakta olduğumuz merkez binasının yapımına başlanmıştır. Anadolu Kulübü’nün İzmir Caddesi’ndeki merkez binası 14 Haziran 1968 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Cevdet Sunay tarafından hizmete açılmıştır. Anadolu Kulübü Derneği kuruluş amaçları doğrultusunda ne tür faaliyetler gerçekleştiriyor? Derneğimiz demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve yaşatılması; ülkenin birlik ve bütünlü- Anadolu Kulübü Derneği’nin Metin Cizreli’den önceki genel başkanları şöyle sıralanıyor: İsmet İnönü (1926-1934), Abdülhalik Renda (1935-1940), Hasan Saka (1941-1945), Tevfik Rüştü Aras (1946-1949), Şemi Ergin (1950-1960), Nüvit Yetkin (1960-1961), Daniş Yurdakul (1961-1962), Nevzat Gökeri (1963-1964), Ziya Soylu (1965-1966), Rıfat Öçten (1967-1970), İ. Sabri Çağlayangil (1971-1972), Dr. Münif İslamoğlu (1973-1990), Ali Naili Erdem (1991-1992), Dr. Münif İslamoğlu (1993-1998). 75 “ÖZELLIKLE 60’LI, 70’LI, 80’LI YILLARDA MILLETVEKILLERI VE BAKANLAR MECLIS’TEKI ÇALIŞMALARINI TAMAMLADIKTAN SONRA ANADOLU KULÜBÜ’NDE BIR ARAYA GELIR, YEMEK YER, SOHBET EDERLERDI. HATTA MECLIS’TE UFAK TEFEK TARTIŞMALAR YAŞANMIŞSA BURADA TATLIYA BAĞLANIRDI. SIYASETÇILER PEK ÇOK ÖNEMLI KARARI ANADOLU KULÜBÜ’NDEKI GÖRÜŞMELER, TARTIŞMALAR SIRASINDA ALMIŞTIR.” Derneğin tek şubesi bulunmaktadır. 2 bin 631 üyeye sahip İstanbul Büyükada Şubesi’nin yapı ve tesisleri 1937’de Büyükada Yat Kulübü’nden milletvekillerinin istirahati için satın alınmıştır. Büyükada Şubemizde 251 yatak, plaj, lokanta gibi iktisadi işletmelerimiz bulunmaktadır. Şubemiz genellikle 1 Haziran-30 Eylül günleri arasında faaliyet göstermekte, üyelerimizin yazın dinlendikleri ve tatillerini geçirdikleri nezih bir yer olarak hizmet vermektedir. Büyükada Şubemizde bulunan ve Atatürk’ün kaldığı tarihî köşk ve binalar her tür restorasyonu ve tefrişi yaptırılarak aslına uygun haliyle yaşatılmaktadır. Anadolu Kulübü, üye aidatları ve iktisadi işletme gelirleri ile ayakta kalabilmektedir. Neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt bir sivil toplum kuruluşundan söz ediyoruz. Siz ne zamandır Anadolu Kulübü Derneği’nde yer alıyorsunuz? 1965’ten beri Anadolu Kulübü’nün üyesiyim. 1979 yılında yönetim kurulu üyeliğine seçildim. 1998’den bu yana da genel başkanlık görevini yürütüyorum. Az önce ifade ettiğiniz gibi Anadolu Kulübü Derneği’nin üyeleri ağırlıklı olarak milletvekillerinden oluşuyor. Geçmişten bugüne bu çatı altında kim bilir kimler bir araya gelmiştir… Elbette. Burası Meclis’in istirahat yeri gibidir. Özellikle 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda milletvekilleri ve bakanlar Meclis’teki çalışmalarını tamamladıktan sonra Anadolu Kulübü’nde bir araya gelir, yemek yer, sohbet ederlerdi. Hatta Meclis’te ufak tefek tartışmalar yaşanmışsa burada tatlıya bağlanırdı. Siyasetçiler pek çok önemli kararı Anadolu Kulübü’ndeki görüşmeler, tartışmalar sırasında almıştır. Türk siyasetinde iz bırakmış değerli isimler sık sık bu çatı altında buluşmuştur. Günümüzde de özellikle geçmiş dönemlerde görev yapmış milletvekilleri ve bakanlar Anadolu Kulübü’nde bir araya gelerek eski günleri yâd etmekte, güzel vakit geçirmektedirler. Geçmiş dönemlerde görev yapmış milletvekillerinin bilgi ve tecrübelerini sivil toplum alanında değerlendirmeleri önem taşıyor. Sizin bu konudaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Milletvekilleri Meclis çatısı altında bulundukları dönemde bir taraftan yasama faaliyetlerini yürütmekte diğer taraftan halkla ve sivil toplum kuruluşlarıyla iletişim halinde olmaktadırlar. Bu sırada uzmanlık alanlarının dışındaki pek çok konuda bilgi ve tecrübe edinmektedirler. Bu birikimin milletvekilliği dönemi bittikten sonra dernek ve vakıflardaki faaliyetlerle topluma aktarılması büyük önem taşımaktadır. İnzivaya çekilmek yerine sivil toplum kuruluşlarında aktif bir biçimde görev yapmanın hem kişinin kendisine hem de topluma faydası bulunmaktadır. Bugün pek çok milletvekili arkadaşımız umumiyetle mahalli dernek ve vakıflarda görev yapmaktadır. Ben de Anadolu Kulübü Derneği’nin yanı sıra 1998’den beri Diyarbakır Tanıtma Kültür ve Yardımlaşma Vakfı’nın genel başkanlığını yürütüyorum. Geçmiş dönemlerde milletvekilliği yapmış arkadaşlarımıza da sivil toplum alanındaki çalışmalara katılarak birikimlerini topluma aktarmalarını ve bu şekilde ülkemize hizmet etmeyi sürdürmelerini tavsiye ediyorum. 76 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA 77 5 Mayıs 1955 - Türk Kadınlar Birliği’nin (TKB) girişimiyle her yıl mayıs ayının ikinci pazarının Anneler Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı. Nene Hatun, TKB tarafından yılın annesi seçildi. 1 Mayıs 1923 - İşçi ve Emekçiler Bayramı, Türkiye’de ilk kez resmî olarak kutlandı. 1 Mayıs 1964 - Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) kuruldu. MAYIS 1 3 1 Mayıs 1840 - Değeri 1 Penny olarak belirlenen ve dünyanın ilk yapıştırılabilir posta pulu olan “Penny Black” üretildi. 5 13 3 Mayıs 1993 - Dünya Basın Özgürlüğü Günü ilk kez kutlandı. 13 Mayıs 2014 Manisa’nın Soma ilçesindeki bir kömür madeninde meydana gelen kaza sonucu 301 maden işçisi yaşamını yitirdi. Olay tarihe “Soma Faciası” olarak geçti. 78 19 Mayıs 1919 - Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla düşmanı yurttan atmak üzere tüm ülkenin seferber olduğu Millî Mücadele başladı. 27 Mayıs 1960 - Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbe olan 27 Mayıs Askerî Müdahalesi davaları, yargılamaları, tutuklamaları ve sonuçlarıyla bir devre damgasını vurdu. 17 Mayıs 1995 - Nasuh Mahruki, yaklaşık 9 bin metre yüksekliğindeki Everest Tepesi’ne tırmanmayı başaran ilk Türk dağcı oldu. 17 18 19 24 27 18 Mayıs 1944 - Kırım Tatarları, Kızıl Ordu’nun mekanize birlikleri tarafından Rusya’yı terk etmeye zorlandı. 24 Mayıs 2003 - Letonya’da gerçekleştirilen 48. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye 1. oldu. 79 5 MAYIS 1955 BAHARIN EN GÜZEL HEDIYESI ANNELER GÜNÜ GÖKÇE DORU T anımı yapılamayan sözcüklerden biri olmalı annelik. “Çocuk doğuran kadına verilen ad” gibi dümdüz de ifade ediliyor, “Meleklerin yeryüzündeki gölgesi” gibi daha edebi bir şekilde de. “Bizi 9 ay boyunca karnında taşıyan…” diye başlayan cümleyi bir kenara bırakırsak -çünkü yavrusunu taşımak hiçbir ana için külfet olamaz- annelik şefkat, fedakarlık, güven, karşılıksız sevgi, emek, aşk gibi onlarca yüce duyguyla ifade ediliyor. Bu güzel duyguların bedeli bir demet çiçek, yanağa kondurulan sıcak bir buse, rengarenk bir şal olabilir mi? Gözümüzde dünyanın en güzel kadını olan birini bir çift küpe mi daha güzel kılacak? Değil elbette. Ancak “Anneler Günü, Sevgililer Günü gibi özel tarihler kapitalizmin bir oyunu” değerlendirmesini de bir kenara bırakmalı. Mor kurdeleyle bağlanmış bir buket sarı papatyayla yüzü gülüyorsa gönlümüzün sultanının, varsın kapitalizmin oyununa gelmiş olalım. Ayrıca asla yılda bir kere hatırlanmıyorlar, her an aklımızda değillerse de hep gönlümüzdeler; madden yanımızda, başka bir şehirde, başka bir dünyada da olsalar… Türkiye’de her yıl mayıs ayının ikinci pazarı kutluyoruz Anneler Günü’nü. Neden bu tarihi seçtiğimizin cevabı ta antik Yunan’a kadar uzanıyor. Mitolojiye göre Rhea, oğlu Zeus’u Kronos’un (Zeus’un babası olduğuna inanılan tanrı) elinden kurtarmıştır. Çocuklarını doğar doğmaz yutan Kronos, Zeus’u yiyemeyince diğer tanrılar ve insanlar oluşur. Yunan mitolojisine göre insanların var olabilmesi tanrıların anası Rhea sayesindedir. İşte bu nedenle her yıl bahar ayında Rhea için şenlikler düzenlenirmiş. Bazı görüşler Rhea’ya ithaf edilen şenliklerin Anneler Günü’nün 80 başlangıcı olmadığı yönünde. Zira antik çağda bahar ayında pek çok şenlik düzenleniyor. Savaş mevsiminin başlaması bile bir şenlikle kutlanıyor. Aradan geçen yüzyıllar içinde bu kutlamaların anlam değiştirdiği, birbiri içine girdiği, kimisinin tamamen unutulduğu düşünülüyor. Annelere özel bir gün adanması 1600’lü yıllarda İngiltere’de oluyor. Aslında bu gün, İngiliz asilzadelerinin evinde çalışan yoksullar sayesinde kendiliğinden oluşmuş. Bu yoksulların görev yaptığı malikaneler kendi evlerinden genellikle çok uzaktaymış. Kırk gün süren Lent’in (Büyük Perhiz) son pazarının tatil olması ve malikane hizmetçilerinin bu tatilde ailelerini görmeye gitmeleri nedeniyle günün adı Annelik Pazarı olmuş. Anneler Günü’nde onlara çiçek verilmesi geleneğinin de Annelik Pazarı’yla ilişkili olduğu düşünülüyor. Malikaneden köylerine giden çocuklar annelerine vermek veya kiliseye götürmek üzere yolda kır çiçeği toplarmış. Ana gibi yâr… Bugün hemen hemen bütün dünyanın benimsediği Anneler Günü, ilk kez Philadelphia’da kutlanır. 1861-1865 yılları arasında meydana gelen, ülkeden ayrılmak isteyen on bir güney eyaleti arasında çıkan Amerikan İç Savaşı sırasında Ann Jarvis adında bir kadın toplumu birleştirici rol oynar. Jarvis’in 1905’te vefatından üç yıl sonra kızı Anna Marie Jarvis annesinin ölüm yıldönümünün ulusal gün olarak kutlanması için çeşitli yerlere mektup yazar ve bir kampanya başlatır. Anna’nın çabalarıyla 1908’den itibaren Philadelphia, 1911’den itibaren ise tüm Amerika’da Anneler Günü kutlanmaya başlar. TARIHIMIZDE NENE HATUN GIBI HEM ANNE HEM DE BAŞARILARLA DOLU BIR HAYAT HIKAYESI OLAN PEK ÇOK KADIN BULUNUYOR. DÜNYACA ÜNLÜ DOKTORLAR, AKADEMISYENLER, OPERA SANATÇILARI, MÜZISYENLER… “Ana gibi yâr olmaz…” demişler. Anna Marie, Ann Jarvis’in on üç çocuğundan biri de olsa annesinin ölümünün ardından gösterdiği hassasiyet tüm dünyayı en güzel şekilde etkiliyor. Bu özel günün başlangıcı ister antik Yunan’a, ister Annelik Pazarı’na, isterse de bir savaşın iyi niyet elçisine dayandırılsın, annelere baharın tüm tazeliğiyle hissedildiği, güneşin en tatlı ısıttığı günlerden birinin armağan edilmesi güzel bir olay. Dünyanın çoğunluğu bu güne mayıs ayının ikinci pazarını ayırsa da haziran, hatta ekimde de Anneler Günü kutlayan ülkeler bulunuyor. Bu gün, Türkiye’de 1955 yılından beri kutlanıyor. Kadının siyasal haklarını elde etmesi ve sosyal yaşama aktif olarak katılmasının sağlanması amacıyla 1924 yılında kurulan Türk Kadınlar Birliği (TKB), Anneler Günü’nün kutlanmasına önayak olanlardan. Hatta cesur, kuvvetli, gözükara biri olarak bilinen, Türk Kurtuluş Savaşı emekçisi, savaşa katıldığı dönemde küçük bir erkek çocuk ve henüz bir yaşına basmamış bir kız çocuğu sahibi Nene Hatun TKB tarafından 1955’te yılın annesi seçiliyor. Tarihimizde Nene Hatun gibi hem anne hem de başarılarla dolu bir hayat hikayesi olan pek çok kadın bulunuyor. Dünyaca ünlü doktorlar, akademisyenler, opera sanatçıları, müzisyenler… Bir de “Analar vardır yiğit doğurur, oymağı devlet eder” demişler. Onlar da yetiştirdiği evlatlar sayesinde kendilerine minnettar olduğumuz annelerimiz. Millî Mücadele döneminin en önemli ismi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, modern Türkiye’nin yaratıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ün validesi Zübeyde Hanım gibi… 81 KÖTÜ ROLLERIN IYI KALPLI JÖNÜ EKREM BORA 82 EKREM BORA IYI ADAMI DA, SÜREKLI YUMRUKLARINI KONUŞTURAN ZORBA BIR ADAMI DA OYNASA 1950-60’LI YILLARIN SINEMA SEYIRCISININ YERINE EN YAKIŞTIRDIĞI YILDIZLARDAN. MESLEKTAŞI VE DOSTU CÜNEYT ARKIN’IN DEYIMIYLE “DÜNYADA HEM IYI HEM DE KÖTÜ ROLÜ BAŞARIYLA OYNAYABILEN BIRKAÇ AKTÖRDEN BIRI.” PINAR ÜNSAL K oca bir asrı devirdi Yeşilçam. Darbe dönemleri hariç tutulursa bu uzun yolculukta pek az tökezledi. Son zamanlarda daha çok destekleniyor belki, ancak on yıllarca yönetmen ve oyuncuların seyirciden başka dostu olmadı. Yeni filmlerin çekilmesi için de, bir filmde emeği geçen bireylerin geçinmesi için de gerekli para yalnızca seyircinin satın aldığı biletten karşılanıyordu. Bu yüzdendir hangi oyuncunun bir Yeşilçam yıldızı olacağına yönetmen veya yapımcının değil, seyircinin karar vermesi. Türk Sineması’nın onlarca filminde imzası bulunan yönetmenler 1950’lerde başlayan yıldız sisteminin asıl sahibinin seyirci olduğunu söyler; yani sinemayı ayakta tutan, ona ekmeğini verenlerin. Yıldızlar çok güzel ya da çok yakışıklıdır. Ancak tek başına bu kriter yetmemektedir. Seyirci ve oyuncu arasında her iki tarafın da nasıl geliştiğini bilmediği mistik bir bağ vardır. Zira Türkan Şoray gibi güzel gözlere sahip her oyuncu yıldız olamamıştır. Yeşilçam yıldızı ister şımarık bir fabrikatör kızı/oğlu olsun, isterse bir bar şarkıcısı, mutlaka iyi kalpli olmalıdır. Seyirci güzel/yakışıklı ve iyi kalplileri her zaman aynı rolde görmek ister. Yeşilçam, yüz yıllık ömründe bu klişenin dışına pek fazla çıkamamış. Kötü bir adamı iyi rolde oynattığında başarı sağlayamamış; tam tersi bir durum söz konusu olduğunda, iyi bir kadına, mesela Filiz Akın’a yuva yıkan kadın rolü hiç verememiş. Seyircinin yıldız yaptığı yüzlerce oyuncu içinde bu klişeyi bozan bir isim bulunuyor. Öyle ki, film başlarken adı göründüğünde iyiyi mi yoksa kötüyü mü oynayacağı seyirci tarafından kestirilemiyor. İyi adamı da, sürekli yumruklarını konuşturan zorba adamı da oynasa, Ekrem Bora 1950-60’lı yılların sinema seyircisinin yerine en yakıştırdığı yıldızlardan. Meslektaşı ve dostu Cüneyt Arkın’ın deyimiyle “Dünyada hem iyi hem de kötü rolü başarıyla oynayabilen birkaç aktörden biri.” “Acı Hayat”la gelen şöhret Dünyada sinema tarihi çok daha önceki yıllara dayansa da sinemanın Türkiye’deki gelişimi 1950’li yıllarda başlar. Bu yıllarda oyuncularla ilgili magazin ağırlıklı haberler de izleyicinin Türk Sineması’na merak salmasını sağlar. Magazin haberleri, sinema eleştirileri ve artist fotoğrafları- 83 20-30’LU YAŞLARINDA DAHI YÜZÜNDEKI DERIN ÇIZGILER ONA PEK AZ SINEMA OYUNCUSUNDA OLABILEN BIR KARIZMA KAZANDIRIR. ÇIZGILERI ONU SERT GÖSTERIRKEN, DERIN MAVI VE GÜZEL GÖZLERI ROLÜNE GÖRE HAŞIN VEYA HÜZÜNLÜ BAKABILMEKTEDIR. nın bolca yer aldığı Yıldız dergisi de Türkiye’de sinemanın gelişimine katkı sağladığı gibi pek çok aktris ve aktörü “yıldız” yapar. Ayhan Işık, Belgin Doruk gibi Ekrem Bora da Yıldız dergisinin oyuncu müsabakalarını kazanarak sinemaya girer. Ekrem Bora’nın bir jön olmak istemesinde sinemaya duyduğu ilginin yanı sıra maddi olanaksızlıklar da vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk pilotlarından olan babası, Ekrem Bora’nın doğduğu yıl uçağıyla yere çakılır. Babasını tanıma fırsatı bulamayan Bora, annesi ve üç ağabeyiyle Ankara’dan İstanbul’a, anneannesinin yanına taşınır. Suadiye’de ilkokulu okur, ancak ortaokulun ikinci sınıfında eğitimini yarım bırakmak zorunda kalır. Babasından kalan şehit maaşı ailenin geçimini sağlamaya yetmemektedir. Ekrem Bora, bir ciltçinin yanında çıraklığa başlar. 17-18 yaşlarına geldiğinde artist olmak için Yıldız dergisine fotoğraflarını ailesinden gizli gönderir ve birinci seçilir. Annesi ve ağabeylerine durumu anlattığında biraz azar işitmiş, ancak bu durum sonraları hoş karşılanmıştır. Ekrem Bora’nın kamera önüne geçmesindeki tek engel ise askerlik yoklamasının gelmiş olmasıdır. Bora, iki sene sürecek askerliğin ardından hayallerine kavuşabilecektir ancak. Askerden döner dönmez soluğu Yıldız dergisinde alan Bora, orada Sezai Solelli ile tanışır. Rivayete göre Solelli kimin yıldız 84 olabileceğini gözünden anlayan bir kişidir. Uzun boylu, heybetli, Avrupai bir görünüme sahip, gözleri deniz mavisi Ekrem Bora’nın acilen onlarca fotoğrafının çekilmesini ister. O zamanlar adı Ekrem Uçak olan sanatçı, Solelli’nin isteğiyle sinemaya Ekrem Bora adıyla, 1956 yılında “Alın Yazısı” filmiyle giriş yapar. 1962 yılına kadar “Bana Gönül Bağlama” (1958), “Kanundan Kaçılmaz” (1959), “Divane” (1960), “Yeşil Köşkün Lambası” (1960), “Camp Der Verdammten” (1961), “İnleyen Dağlar” (1961), “Beş Kardeştiler” (1962) gibi, değerli oyuncularla başrolü paylaştığı, kimi yerli kimi yabancılarla ortak yapım olan onlarca film çeviren Ekrem Bora, adını sinemanın unutulmazları arasına “Acı Hayat” (1962) filmiyle yazdırır. Türk Sineması’nın klasiklerinden olan, “Aşkların en büyüğü, ızdırapların en korkuncu, kaderin en acısı ve yıllarca unutulmayacak bir film” olarak nitelenen “Acı Hayat”ta zengin ve şımarık bir adamı oynayan Ekrem Bora; Ayhan Işık, Türkan Şoray, Nebahat Çehre, Hüseyin Baradan gibi dönem sinemasının en meşhur isimleriyle çalışır. 1966 ise Bora’nın başarısını ödülle taçlandırdığı yıldır. Ekrem Bora, 1965 yapımı bir Ertem Eğilmez filmi olan “Sürtük”te sokaklarda şarkı söyleyen bir kızı keşfederek ona sınıf atlatan, ancak kızın piyano hocasına âşık olmasını engelleyemeyen bir gazinocular kralını canlandırır. Yılın hasılat rekorunu kıran film, Ekrem Bora’ya 1966 yılında düzenlenen 3. Antalya Film Festivali’nde “En Başarılı Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırır. “Paydos”tan sonra bambaşka bir insan Türk Sineması’nın yalnız adamı olarak bilinir Ekrem Bora. Çevirdiği iki yüze yakın filmin içinde hayatının aşkıyla tanışıp, bir süre ızdıraplı yollarda onun için mücadele verdikten sonra sonsuza kadar mutlu yaşayan aktörlerden değildir. Ya karizmatik kötü adamı oynar ya da kadınını başka bir adama âşık olmaktan alıkoyamamış ve sonunda onların mutluluğu için aşkından vazgeçmiş sert, ancak merhametli adamı. Fazla yakışıklı bulunduğu için filmlerde ölesiye kötü, çok kötü, en kötü adamı hiç oynayamaz Ekrem Bora. 20-30’lu yaşlarında dahi yüzündeki derin çizgiler ona pek az sinema oyuncusunda olabilen bir karizma kazandırır. Çizgileri onu sert gösterirken, derin mavi ve güzel gözleri rolüne göre haşin veya hüzünlü bakabilmektedir. Sert görünümlü olsa bile iyi kalpli, merhametli birini oynayacağı roller için de çokça tercih edilmektedir Bora; zira tipi güven vermektedir. Bir jön olabilmek için gerekli fiziksel tüm özellikleri bulundursa da “esas oğlan”ı oynadığı filmler yok denecek kadar azdır. Sinema eleştirmenleri bu durumun sanatçının kendisiyle ilgili olduğunu düşünür. Bunun nedeni Bora’nın “Yumuşak, romantik, pelte gibi rolleri kabul etmiyorum (...) Bir artist karakterini tahlil etmeli ve oynayacağı rolleri de buna göre belirlemelidir” gibi oynamak istediği rolü kendinin seçtiğine dair sözlerinin bulunmasıdır. Ekrem Bora’nın olgunluğu ve yaşıyla uyumlu rollerde gösterdiği başarı ona ikinci kere ödül getirir. 1990 yılı yapımı Engin Ayça filmi “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu”da Türk Sanat Müziği solisti olan Leyla’nın (Türkan Şoray) çalgı ekibinden arkadaşı olan udi Cemal Bey (Ekrem Bora) ile yaşadığı duygusal yakınlaşma anlatılır. Film Ekrem Bora’ya 28. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırır. Ölümünden önce “Olduğum gibi anılmak isterdim, ne fazla ne eksik” diyen Ekrem Bora, Yeşilçam camiası içinde gülmeyi seven, espritüel ve şakacı olarak biliniyor. Özellikle “Paydos” sesinden sonra film için büründüğü rolden tamamıyla sıyrılıp, set arkadaşlarını şakalarıyla eğlendiren biri olduğu söyleniyor. Eleştirmenler tarafından ise Türk değil -muhtemelen fiziksel özellikleri nedeniyle- hep Amerikan Sineması’ndaki aktörlerle karşılaştırılmış. Ekrem Bora için belki de en uygun sözleri, yıldız olmasına vesile olan Sezai Solelli söylemiş: “Burt Lancaster gibi sert, Clark Gable gibi yakışıklı, Rory Calhoun gibi tatlı.” 85 DILLENEN TÜRK DILI SON IKI YILI AŞKIN BIR SÜREDIR ILGIYLE TAKIP EDILEN VE GERÇEK BIR EDEBIYAT DERGISI KIMLIĞINE KAVUŞAN TÜRK DILI, YAZAR VE ARAŞTIRMACILARIN YANI SIRA ÖĞRENCILERIN DE YARARLANDIĞI BIR DERGI HALINE GELDI. ERBAY KÜCET T ürk dilinin güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, diğer milletlerin dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek amacıyla 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti olarak kurulan, bir süre Türk Dili Araştırma Kurumu adı altında hizmet veren ve 1936’dan bu yana Türk Dil Kurumu olarak tanıdığımız kurumdan bahsetmek istiyorum. Üniversite öğrenciliğim yıllarından beri hem mesleki açıdan hem de dilimizle ilgili gelişmelerden haberdar olmak üzere takip etmeye gayret ettiğim Türk Dil Kurumu’nu, özellikle son yıllarda yaptığı çalışmalarla sevmeye başladığımı itiraf etmeliyim. Bunun nedenini okul arkadaşım ve dostum Ali Karaçalı’ya bağlayabilirim, ama aslında öyle olmadığını yazımı okuduktan sonra anlayacaksınız. Türk Dil Kurumu’nun açılmasıyla birlikte Türk dili üzerinde araştırmalar yapma, yaptırma, Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları arama, araştırmacıları Türk dili üzerinde çalışmalar yapmaya yönlendirme gibi amaçlar söz konusu olmuştur. Kurum, Türkçemizde sadeleştirme akımı başlatarak Türkçenin yabancı kökenli kelimelerden temizlenmesi, dilimize girip yerleşmiş kelimelerin atılması çalışmalarıyla benimsenmemişse de, Atatürk’ün ölümünden sonraki yıllarda öz Türkçe denilen akım dilbilimcilerimiz arasında sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Türk Dil Kurumu yeni akımın öncülüğünü yaparken, 1980’den sonra tartışmalara bilimsel çalışmalarla devam edilerek dilbilimcilerimiz konuyla ilgili olarak ikiye ayrılmışlardır. Yürürlükte olan 1982 Anayasası’yla Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına girmiştir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türkologlardan oluşan Türk Dil Kurumu, 20’si Yüksek Öğretim Kurumu, 20’si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahiptir. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından planlanarak hayata geçirilmektedir. Kurum içinde; Sözlük Bilimi, Gramer Bilimi, Dil Bilimi, Terim Bilimi, Ağız Araştırmaları ve Kaynak Eserler ile ilgili kurulan komisyonlar yer almaktadır. 86 Kurum, Türkiye Türkçesinin 75 bin civarında kelime içeren Türkçe Sözlük’ünü yayımlamıştır. İmla kuralları kitabı ve meslek sözlüklerinin yanı sıra kurumun yayınları arasında Divan-ı Lügat-ı Türk baş köşede yer alır. Son yıllarda birçok bilimsel eseri yayın dünyasına kazandıran kurumun güncel dil konularını ve geniş bir kitlenin anlayacağı biçimde yazılmış araştırmaları içine alan Türk Dili dergisi ayda bir; Kazak, Kırgız, Tatar vb. toplumların dil ve edebiyatlarıyla ilgili araştırmalara yer veren Türk Dünyası Dil ve Edebiyat dergisi altı ayda bir yayımlanır. Tamamen bilimsel araştırmalara yer veren Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten ise yılda bir sayı yayımlanmaktadır. Türk Dil Kurumu, yayınları ve araştırma kütüphanesiyle Türkiye’nin saygın bilim kuruluşlarından biri olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Bu yazımda TDK’nın süreli yayın olarak yazar ve araştırmacılara hizmet eden Türk Dili dergisinden söz etmek istiyorum. Dergi yayıncılığında seçkin bir yerde duran ve yayımlandıkları dönemden bugüne birer başvuru kaynağı olan özel sayılarını tekrar tekrar basarak okurlarının hizmetine sunan dergi, geçtiğimiz yılın sonunda “Çocuk ve İlk Gençlik Edebiyatı Özel Sayısı” ile dikkat çekmiştir. Kurumun bu sayıyla geçtiğimiz yıl Türkiye Yazarlar Birliği’nce “Yılın Çocuk Edebiyatı Ödülü”ne layık görüldüğünü belirtmek gerekiyor. Derginin özel sayısının editörü, ömrünü çocuğa ve çocuk edebiyatına adamış Mustafa Ruhi Şirin. Özel Sayı, çocuk edebiyatının tarihçesinden başlamak üzere kitaplar ve okuma kültürü bağlamında çocuk görüşlerine de yer verirken, çocuk kitabı yayıncılığından çocuk edebiyatı yazarlarının sorunlara yaklaşımına, Türkiye’de çocuk edebiyatı öğretiminden medyada çocuk edebiyatındaki işlev değişikliğine, çocukluk felsefesinden çocuk edebiyatı sosyolojisine, okuma kültüründen eleştiri ve çeviri sorunları ile kaynaklardan yararlanmaya varıncaya kadar çocuk edebiyatını bütün boyutlarıyla ele alıyor. Bu sayının arşivlik bir eser olarak kitaplığımdaki yerini aldığını burada ifade etmek gerekiyor. Öznesi çocuklar olan dergide Gülten Dayıoğlu, Selahattin Dilidüzgün, Fatih Erdoğan, Mevlâna İdris, Muzaffer İzgü, Hasan Lâtif Sarıyüce, Tacettin Şimşek, Mustafa Ruhi Şirin, Yalvaç Ural’ın isimlerine rastlıyoruz. Kosovalı yazar ve şair Zeynel Beksaç’ın “Balkanlarda Türk Çocuk Edebiyatı” hakkındaki araştırması dikkat çekerken, “Çocuk ve İlk Gençlik Edebiyatı Özel Sayısı”nın bütün dil ve edebiyatseverlere, araştırmacılara Türk Dili’nin bir armağanı olarak kalacağını söylemek gerek. Türk Dili dergisinin bugüne gelmesinde araştırmacı ve yazarların emeği çoktur. Onlara şükranlarımızı yinelerken, Türk Dil Kurumu Başkan Yardımcısı Ali Karaçalı’nın son dönem çalışmalarda yaptığı güzellikleri ayrıca zikretmemiz gerekmektedir. Onun deneyimli idareciliği ile yazar kimliği birleşince Türk Dili dergisi, ruhsuz bir resmî kurum dergisi olmanın uzağına düşmüştür. Özellikle son iki yılı aşkın bir süredir ilgiyle takip edilen gerçek bir edebiyat dergisi kimliğine kavuşan Türk Dili’nin yazar ve araştırmacıların yanı sıra öğrencilerimizin de aradığı bir dergi haline gelmiş olmasında şüphesiz Ali Karaçalı’nın payının büyük olduğunu söyleyebilirim. Bahsettiğim canlılığın bir başka göstergesi olarak derginin diğer özel sayılarına da göz attığınızda bu farkı göreceğinizden eminim. Bu vesileyle TDK Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaçalin ve Yardımcısı Ali Karaçalı başta olmak üzere emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı noktalıyorum. 87 DEDEM ENVER PAŞA OSMAN MAYATEPEK, FATIH BAYHAN TIMAŞ YAYINLARI İSTANBUL, 2015 288 S. Yakın tarihimizin en çok konuşulan ve tartışılan karakterlerinden biri olan Enver Paşa’nın hayat hikayesini torunu Osman Mayatepek’in anlatımıyla okura sunuyor Dedem Enver Paşa. Titiz bir çalışmanın ürünü olan kitap, bugüne kadar yayımlanmamış belge, mektup ve fotoğraflarla da dikkat çekiyor. Sohbet havasında hazırlanmış eser, Atatürk’ün “Enver bir güneş gibi doğmuş, bir gurûb ihtişamıyla batmıştır; arasını tarihe bırakalım” dediği Enver Paşa’nın hayatıyla birlikte bir döneme ışık tutuyor. İKI YÜZ MEHMET AYCI CÜMLE YAYINLARI İSTANBUL, 2015 376 S. “Benim aynamdaki sureti neyse onu yazdım. Bir nevi ruh/karakter eşkâli” diyor Mehmet Aycı, İki Yüz’deki portre yazıları için. Kitapta tam 247 kişi buluşuyor; yazarın dostları, takdir ettikleri, etkilendikleri, sevdikleri… İki Yüz, portre yazarlığına yeni bir bakış kazandırırken akıcı üslubu, doğallığı ve içtenliğiyle okuru kendine çekiyor. DEMOKRASI YOLUNDA KARINCA MISÂLI (1-2) ERTUĞRUL MAT BERIKAN YAYINEVI ANKARA, 2015 1000 S. “Politika sadece partiler arası bir kavga değil, aynı zamanda parti içi bir kavgadır da. Bu yüzden değirmen gibi dost ve dostluk öğütür” diyor Ertuğrul Mat, Demokrasi Yolunda Karınca Misâli isimli kitabında. İstanbul ve Ankara Günleri ile Bursa Günleri olarak iki cilt halinde yayımlanan eser, 14. Dönem Bursa Milletvekili Ertuğrul Mat’ın hayat ve siyaset yolculuğunun yanı sıra Türkiye’nin yakın tarihinden kesitler sunuyor. Akıcı bir üslupla kaleme alınmış kitap, bir solukta okunacak türden. 88 TEMMUZDA KURUT BENI ŞÜKRÜ ÜNAL MINA AJANS ANKARA, 2015 103 S. 21. ve 22. Dönem Osmaniye Milletvekili Şükrü Ünal, Karanfiller Kırılınca isimli anı-şiir kitabının ardından Temmuzda Kurut Beni ile şiirseverlerle buluşuyor. “Söylemez dilim laldir/Bilmem bu nice haldir/Islandım nisanda ben/Temmuzda kurut beni” diyen Ünal’ın şiirleriyle duygu yüklü bir gezintiye çıkarken “Mevla sana yâr olsun başka bir yâr isteme/Rasûlünün yurdundan başka diyar isteme” mısralarıyla tasavvufi derinliklere dalıyorsunuz. ERZURUM-TARIHE MÜHRÜNÜ VURAN ŞEHIR MÜCAHIT HIMOĞLU FENER YAYINLARI İSTANBUL, 2015 1055 S. Tarihe Mührünü Vuran Şehir’de Erzurum’u 21. Dönem Erzurum Milletvekili Mücahit Himoğlu’nun kale- minden okuyoruz. Bu hacimli eserde tarihî ve kültürel değerlerinden coğrafyasına, ilçelerinden turizm imkanlarına kadar çeşitli yönleriyle Erzurum’u tanımak mümkün. Anekdot ve hatıralarla zenginleşen Tarihe Mührünü Vuran Şehir, bu güzide ilimizle ilgili başucu kitabı olma özelliği taşıyor. VAKIF SOHBETLERI TÜRK PARLAMENTERLERI VAKFI YAYINLARI-1 BERIKAN YAYINEVI ANKARA, 2015 200 S. Türk Parlamenterleri Dayanışma Bilimsel ve Siyasal Araştırmalar Vakfı’nın (TÜPAV) düzenlediği sohbetler kitap haline getirildi. Erol Tuncer’in “Başkanlık Sistemi Tartışmaları” ve “Seçim Sistemleri”, Ali Naili Erdem’in “Balkan Bozgunu” ve “Şiir Üstüne”, Ali Bozer’in “Müzakerelerin Başlamasından Sonra Avrupa Birliği ile İlişkilerimizin Seyri”, Ertuğrul Mat’ın “Çok Kutuplu Dünya ve Türkiye”, Kemal Aydın’ın “21. Yüzyılda Küresel Yaşlanma” başlıklı sohbetlerinin yer aldığı kitap, TÜPAV’ın Sinop, KKTC, Balkan ülkeleri, Mardin ve Çanakkale gezilerine ilişkin notlar da içeriyor. 89 YAYLI TAMBUR NAZ MÜZIK Türk Sanat Müziği’nin kendine has enstrümanı yaylı tamburla çalınan eserlerin bir araya getirildiği derleme albüm “Yaylı Tambur”da bu zorlu enstrümanın birçok yorumcusunun emeği bulunuyor. 1900’lü yılların başında icat edildiği düşünülen yaylı tamburla Türk Sanat Müziği’nin Nihavend, Uşşak, Hicaz, Muhayyer Kürdî, Segah, Rast gibi birçok farklı makamından eserlere yer verilen albüm, hem Türk Sanat Müziği hem de enstrümantal müzik sevenler için keyifli bir deneyim vadediyor. SHADOWMAKER APOCALYPTICA SONY MÜZIK Ünlü heavy metal grubu Metallica’nın hafızalara yer etmiş parçalarını yaylı enstrümanlarla yeniden yorumlayarak müzik piyasasına giriş yapan ve geniş bir hayran kitlesi olan Fin grup Apocalyptica’nın son albümü “Shadowmaker”da grubun klasik müzikle rock ve metali harmanlayan alışılagelmiş tarzına Franky Perez’in vokali eşlik ediyor. Apocalyptica’nın sekizinci albümünde yer alan kendi bestelerinden bazıları “Hole in My Soul”, “House of Chains” ve “Cold Blood”. LIVE AT PANNONICA YAVUZ AKYAZICI TRIO ESEN MÜZIK Amerika’da jazz eğitimi gören, bu müzik türünün en önemli isimleriyle çalışma fırsatı yakalayan ve Türkiye’de jazzın önde gelen isimleri arasında yer alan Yavuz Akyazıcı’nın yeni albümü “Live at Pannonica” canlı konser kayıtlarından oluşuyor. İki CD’lik albümde Akyazıcı’ya kontrabasta Volkan Hürsever ve davulda Turgut Alp Bekoğlu eşlik ediyor. “Live at Pannonica”daki parçaların hepsi Yavuz Akyazıcı imzası taşırken doğaçlama performanslar da albüme renk katıyor. 90 SENDEN BANA KALAN YÖNETMEN: ABDULLAH OĞUZ SENARYO: LEVENT KAZAK OYUNCULAR: NESLIHAN ATAGÜL, EKIN KOÇ, ZEYNEP KANKONDE, SABRI ÖZMENER, WILMA ELLES YAPIM: 2015, TÜRKIYE TÜR: ROMANTIK, DRAM Başarılı bir Kore filminden uyarlanan “Senden Bana Kalan”da küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Özgür (Ekin Koç) ile sürpriz bir şekilde karşısına çıkan Elif’in (Neslihan Atagül) hikayesi anlatılıyor. Özgür’ün büyükbabasından kalan mirası alabilmesi için büyükbabasının vasiyetinde yer alan bir şartı yerine getirmesi gerekmektedir. Bu şart da bir köye gidip burada bir süre yaşamaktır. Mirası hak edebilmek için konforlu ve lüks hayatından vazgeçip Çanakkale’nin Adatepe köyüne doğru yola çıkan Özgür’ü burada birçok heyecanlı gelişme bekliyordur. Kendisini hiç alışık olmadığı bir hayatın içinde bulan Özgür, Adatepe’de gönlünü kaptıracağı Elif’le de tanışır. Fakat Elif ve Özgür’ün mutlu günleri kısa sürecek, hayatları tamamen değişecektir. HIZLI VE ÖFKELI 7 FAST AND FURIOUS 7 YÖNETMEN: JAMES WAN SENARYO: CHRIS MORGAN, GARY SCOTT THOMPSON OYUNCULAR: VIN DIESEL, PAUL WALKER, JASON STATHAM, MICHELLE RODRIGUEZ, DWAYNE JOHNSON YAPIM: 2015, ABD-JAPONYA TÜR: AKSIYON Dünya çapında önemli hayran kitlesi olan “Hızlı ve Öfkeli” serisinin son filmi, izleyicilere serinin diğer filmlerinde olduğu gibi bol aksiyon ve heyecan vadediyor. “Hızlı ve Öfkeli 7”de Dominic Torretto (Vin Diesel) ve ekibi önceden alt ettikleri terörist Owen Shaw’ın kardeşi Deckard Shaw’ın (Jason Statham) peşine düşüyor. Filmde, ağabeyinin intikamını almak üzere yola çıkan Shaw ile Toretto’nun kesişen yolları dostluk ve sadakat temaları üzerinden anlatılıyor. “Hızlı ve Öfkeli” serisinin yıldızlarından Paul Walker’ın 2013 senesinde hayatını kaybetmesi üzerine yapım ekibi Walker’ın filmdeki akıbetinin ölüm olmayacağını, oyuncunun canlandırdığı Brian O’Conner karakterinin “emekli edileceğini” açıklamıştı. Söz konusu sahnelerin çekilebilmesi için Walker’ın kendisine son derece benzeyen kardeşlerinin görüntülerine başvuruldu. 91 NE OKUYOR NE IZLIYOR İLYAS ŞEKER - AK PARTI KOCAELI MILLETVEKILI Genellikle tarih kitaplarını tercih ediyorum. En son Prof. Dr. Seyit Sertçelik’in Rus ve Ermeni Kaynakları Işığında Ermeni Sorunu-Ortaya Çıkış Süreci 1678-1914 isimli kitabını okudum. Yakın zamanda sinemada “Bizim Hikaye” isimli filmi seyrettim. 12 Eylül dönemiyle ilgili filmi herkese tavsiye ediyorum. Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği dinliyorum. RAMAZAN KERIM ÖZKAN - CHP BURDUR MILLETVEKILI Son dönemde Serhat Ünal Er’in Deniz Çekildi, Jack Goody’nin Tarih Hırsızlığı, Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi ve Fahir Armaoğlu’nun 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi adlı kitaplarını okudum. En son izlediğim filmler ise “Kış Uykusu”, “Nefes-Vatan Sağolsun” ve “Esaretin Bedeli”. Genellikle Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği ve Burdur yöresel müzikleri dinliyorum. Neşet Ertaş, Sümer Ezgü ve Muazzez Ersoy beğeniyle dinlediğim sanatçılar arasında yer alıyor. ALI AŞLIK - AK PARTI İZMIR MILLETVEKILI Daha çok tarih kitaplarını tercih ediyorum. En son Taha Akyol’un Rumeli’ye Elveda: 100. Yılında Balkan Bozgunu isimli kitabını okudum. Sinemaya pek sık gidemiyorum. Fırsat bulduğum zamanlarda genellikle komedi filmleri izliyorum. Türk Halk Müziği söylüyor, Türk Sanat Müziği dinliyorum. Türkülerimizin her birinin ayrı hikayesi bulunuyor. Bu hikayeler beni etkiliyor. 92 AYTUĞ ATICI - CHP MERSIN MILLETVEKILI Genellikle kişisel gelişim ve inanç tarihleri kitapları okuyorum. Komedi ve duygusal filmler seviyorum. Beni en çok “Babam ve Oğlum” filmi etkilemiştir. Müzik tercihimin ilk sırasında Türk Sanat Müziği yer alıyor. Zeki Müren’i ve Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz sözlerine sahip şarkıyı beğeniyle dinliyorum. FUAT KARAKUŞ - AK PARTI KILIS MILLETVEKILI Daha çok dinî kitaplar ile tıp doktoru olduğum için tıpla ilgili kitaplar okuyorum. En son Salih Suruç’un Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı adlı kitabını okudum. Sinemaya pek gidemiyorum. Film izlemeye fırsat bulduğum zamanlarda genellikle tarihî yapımları tercih ediyorum. Şu sıralar “Diriliş”, “Filinta”, “Milat” gibi dizileri seyrediyorum. Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği ve Türk Pop Müziği’ni seviyorum. Kilisli bestekar Alaeddin Yavaşça’nın eserleri ile Yıldız Tilbe ve Sezen Aksu’nun şarkılarını beğeniyle dinliyorum. ARIF BULUT - CHP ANTALYA MILLETVEKILI Tıp doktoru olmam nedeniyle daha çok mesleğimle ilgili kitaplar okuyarak bu alandaki gelişmeleri takip ediyorum. Bunun yanı sıra yakın tarihi konu alan kitaplar ile İslam tarihi üzerine eserler okuyorum. Filmleri genellikle evde DVD’den seyrediyorum. Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği dinliyorum. Enstrümantal müzik de hoşuma gidiyor. 93 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ @_fatihsahin @yeniceriozcan Bazı golcüler golden sonra nasıl sevineceklerine çalıştıkları kadar son vuruşlara çalışsalar daha başarılı olacaklar... Türk milletinin merhametini kimse zaaf olarak görmesin, ağırbaşlılığını da hantallık zannetmesin! @idrisgulluce @yusufhalacoglu @gunaydingokhan Yoğun katılım ve coşku ile AK Parti Çekmeköy İlçe SKM açılışını yaptık. Milletimizin bize olan ilgisi, sevgisi ile bu yolda dimdik yürümeye devam edeceğiz! Kent merkezine kayık bağlanabilen il: Çanakkale... @gurseltekin34 @necdetunuvar Giydik kırmızı yeleğimizi, İstiklal Caddesi’nden geçen vatandaşlarımıza “Aile Sigortası”nı ve projelerimizi anlattık. Aladağlı hanımlar nefis kuru fasulyeyi yapmış, bize de servis etmek düştü. :)) @AliSahin501 7 Haziran hazırlıklarımız köy, esnaf, taziye, düğün ziyaretlerimizle devam ediyor. 94 Sakine Öz @sakine_oz Cumhuriyet Halk Partisi 24. Dönem Manisa Milletvekili-Mimar 25. Dönem Manisa Milletvekili Adayı sakine.oz@tbmm.gov.tr Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? Milletvekilliği görevimden önce oluşturduğum ve seçildikten sonra dört yıl boyunca tüm çalışmalarımı paylaşmak için kullandığım Facebook hesabımı, günde 3 ila 5 defa aktif biçimde güncelliyorum. Üç yıldır düzenli kullandığım Twitter ve Youtube hesaplarımda, hem Genel Merkezimizin, örgütlerimizin paylaşımlarını, hem de kendi çalışmalarımı günde ortalama 8 ila 10 defa öne çıkarıyorum. Gün içinde sürekli paylaşımda bulunmak yerine etkili, kısa ve net cümlelerle desteklenmiş, görselliği önde tutan paylaşımları tercih ediyorum. Milletvekili seçildikten sonra artan yeni arkadaş ve takipçi sayımla birlikte, “zaman tüneli” ve tweetler çok daha yoğun akmasına rağmen gün içinde zamanım olduğu her fırsatta sosyal medyayla ilgileniyorum. Programımın yoğunluğuna bağlı olarak günlük paylaşım sayım değişiyor. Sosyal medya gündemini, özellikle öne çıkan gelişmeleri, Twitter’da “TT” olmuş başlıkları gün içinde düzenli izliyor, buradaki gündemi ve iddiaları günlük çalışmalarımda dikkate alarak bölgemde ve Meclis’teki etkinliğimi sürdürüyorum. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir şekilde kullanması ne bakımdan önemli? Siyasetçinin TBMM’de ve bölgesindeki siyasi çalışmalarını, gündem hakkında görüşlerini şeffaf, doğru, etkili ve hızlı biçimde vatandaşlarımızın bilgisine sunması ve vatandaşlarımızın seçmiş oldukları temsilcilerini denetleme ve değerlendirme yapabilmeleri açısından sosyal medyayı önemli buluyorum. Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Evet, son yıllarda medya üzerinde yaratılan baskılar ve iktidarın kendine has, yanlı bir grup medyası oluşturmasından dolayı, toplumun doğru ve güvenilir bilgiye istediği kaynaktan ulaşabilir ve kendi düşüncelerini de iletebilirliği açısından sosyal medyanın önemli ve gerekli olduğununa inanıyorum. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Birçok kullanıcı gibi benim de bazen yanlış kişilere, yanlış mesaj yolladığım oldu, ama bunlar genelde sorunsuz, çoğu zaman da arkadaşlıkları pekiştiren, sevindirici sonuçlar doğurdu. Özel ve direkt mesajla ya da paylaştığım bir fotoğrafımın altına derdini yazarak bana ulaşan kişiye birkaç dakika içinde sosyal medyada dönüş yapmama, hatta doğrudan cep telefonundan aramama şaşırıp “Gerçekten siz misiniz? Bir milletvekili, kankam gibi nasıl bu kadar hızlı yanıt verir?” diyen takipçilerim beni mutlu etmeye devam ediyor. Tüm talepleriyle doğrudan ilgilendiğimi görerek bir teşekkür için yüzlerce kilometre yoldan kalkıp yanıma gelen, sosyal medya yoluyla uzaklığı ortadan kaldırdığımız çokça takipçim oldu. Sosyal medya sayesinde, belli sorunları yaşayan meslek gruplarını ve mağdurları bu sayede çok daha yakından tanıma, Meclis’te sürekli dile getirme ve sonuca ulaşma olanağım doğdu. Sorunları sosyal medyada yazışıp paylaştık, buluşup yerinde gördük ve gündeme taşıdık. Sosyal medya sayesinde hızın politikadaki gücüne, kulağını tıkayan iktidarlara karşı gözleri açan, engel tanımaz etkisine şahit olduk. “Selfie” sevgimizi bilen genç arkadaşlarımla, onlarca hatıra fotoğrafımız sosyal medya hesaplarımızı doldurdu. Sosyal medya yoluyla tanışıp evlerinde ziyaretlerine gittiğim ailelerimizle görüşmeye, “Vatandaşın Derdi, Bizim Derdimiz” sloganımı bu kanaldan da sürdürmeye devam ediyorum. 95 UNUTMAYACAĞIZ Mümin Kahraman 18. Dönem Çanakkale Milletvekili ve TBMM Başkanlık Divanı Katip Üyesi Mümin Kahraman 1949 Karadağ doğumludur. İstanbul Yapı Enstitüsü’nü bitiren Kahraman, Çan Belediye Başkanlığı ve yapıcılık kursu öğretmenliği görevlerinde bulundu. Mümin Kahraman’ın cenazesi 3 Nisan 2015 tarihinde Çanakkale Kocatepe Camii’nde cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Veli Gülkan 14 ve 15. Dönem Edirne Milletvekili Veli Gülkan 1920 Yeniköy doğumludur. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi mezunu olan Gülkan, Tarım Bakanlığı Merkez Teşkilatı Mühendisi ve Bakanlık Müşavirliği görevlerinde bulundu. Veli Gülkan’ın cenazesi 27 Nisan 2015 tarihinde Edirne Anıtpark Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Anıtpark Mezarlığı’nda toprağa verildi. NİSAN AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ. 96