www.sde.org.tr Aylık Uluslararası İlişkiler ve Strateji Dergisi Yıl: 1 Sayı: 5 NİSAN 2010 SD STRATEJİK DÜŞÜNCE Fiyat: 7 TL (KDV Dahil) Anayasa’da Yapılacak Her Anayasa Değişikliğinde Coğrafyamızdaki Sorunlarda Türkiye ve Ermenistan Üzerinde Jeopolitik Oyunlar Artan Çözümsüzlük Görüntüleri Değişiklik Türkiye’nin Kazancıdır “Garip Ama Normal” Bir Yol Hasan KÖNİ Nüzhet KANDEMİR Aydın BOLAT Yasin AKTAY Açılımın İlk Adımlarını Doğru Anlamak Necdet SUBAŞI NİSAN 2010 010 | STRATEJİK STR TRA AT ATEJİK DÜŞÜNCE 1 Nisan Gündemi D evleti kuran iradenin, anayasasında kendi meşruiyetini garantiye alması, anlaşılabilir ve basit bir korunma refleksinden kaynaklanmaktadır. Bu refleks devletten devlete değişse de temelde aynı motivasyona dayanır. Halkın temsil edildiği parlamentoların ötesinde işleyen başka bir üst irade vardır. Bu senato, mahkeme, güvenlik konseyi, devlet başkanlığı veya ‘derin devlet’ organizasyonları şeklinde resmi veya gayri resmi kurumlaşabilir. Bu kurum veya gruplar demokrasiyle bağdaşmasa da varlıklarını sürdürür. Seçimden seçime oy kullanan sokaktaki vatandaş yanlış yollara saptığında onları hizaya getirecek ve devletin kuruluş esaslarını devam ettirecektir! Nitekim Ermenistan Anayasa Mahkemesi, “Türkiye-Ermenistan protokolünü” kendi hükümetini de bağlayacak bir irade beyanıyla, 1915 olaylarına atıfta bulunarak kabul etti. Böylece hem ‘muhalefet’ hem de parlamento ötesinde işleyen bir yapının sözcülüğünü üstlendi. Ülkemizde de parlamenter sistem, TBMM’nin üstünde egemenlik iddiasında bulunan yapılanmalarla sürekli cedelleşiyor. Mevcut durum öylesine alışkanlık haline dönüştü ki; partiler, kapanacaklarını bu sürtüşmelerden hissedebiliyor! Hükümetler zorlukları aştığı, icraatın akışına alıştığı yahut iktidarın baş döndüren cazibesine kendini kaptırdığı zaman yoldaki problemleri unutuyor. Kendilerini iktidara getiren dinamizmin beklentilerini başka bahara bırakıyor. Zora düşeceklerini anladıkları anda ise en başta çözmesi gereken hayati tedbirleri yeniden gündeme alıyor. Bu durum güvenirliğinin sorgulanmasına yol açıyor. Sistemsizlik, programsızlık temel sorunlarımızdan birisi. Muhalefetteyken söylenenler iktidarda anlamını yitiriyor. Konunun dramatik yönü ise muhalefetteyken hazırlanan raporların gereğinin, başka bir iktidar tarafından yürürlüğe geçirilmek istendiğinde, siyasi gerekçelerle bizzat yazanlar tarafından engellenmesidir. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu var. Türkiye ve dünya için söyleyecek sözü olanların; düşünce kuruluşları, strateji merkezleri kurmaları gerekiyor. Ayağı yere basmayan fantastik çalışmalar yerine, üzerinde beyin fırtınaları, paneller, konferanslar düzenlenerek ortak akıl ürünü eserler ortaya konulmalıdır. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE), yaşadığımız sorunlarla ilgili olarak çözüm yollarını kamuoyuna anlatmak, özel ve resmi kurumlara yol haritası hazırlamak amacıyla kuruldu. Ufkunu, vizyonunu ve hedeflerini buna göre belirledi. Rafları süsleyecek raporlar yerine hemen hayata geçirilebilecek stratejileri gündeme getiriyor. Ülkemizin temel sorunlarını tek tek masaya yatıran SDE, önce kendi uzmanları ve konunun otoriteleri ile beyin fırtınaları düzenliyor, ardından bunu daha çaplı organizasyonlarla kamuoyuna duyuruyor. Bu kapsamda, 25-26 Şubat 2010 tarihleri arasında düzenlediğimiz “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı” konulu konferans ses getirdi ve Yargı Reformu’nu güçlü bir şekilde ülke gündemine taşıdı. Mart sonunda “Judaist İdealler, 21. yy. Gerçeği ve Judaizmin Evrensel Değerleri”, Nisan ayında da “Dersim” ve “Ermeni Meselesinde Yeni Boyutlar” konulu beyin fırtınası ve çalıştaylar gerçekleştirdik ve gerçekleştiriyoruz. Bu arada gençleri de ülke sorunlarında sahaya çekecek projelerimiz var. Ortadoğu Genç Düşünce Platformu’nun planladığı, “Sınırları Aşmak: Türkiye, İran, Irak, Suriye İlişkileri” paneli bunlardan sadece birisi. Konuyla ilgilenenler www.sde.org.tr web sitemizden detaylı bilgi alabilir. Bu çalışmalar ileriye yönelik hamlelerin ilk aşamaları… Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Başkanı 2 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 1 Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Hasan Köni Prof. Dr. Yasin Aktay Büyükelçi (E) Nüzhet Kandemir Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Sencer İmer Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Ramazan Gözen Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ziya Öniş Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Mustafa Aydın Doç. Dr. Ertan Beşe Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı Mehmet Akif Ak Aydın Bolat Veli Şirin Bayram Girayhan Danışma Kurulu Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Yavuz Unat Prof. Dr. Gökhan Koçer Prof. Dr. Harun Gümrükçü Prof. Dr. E. Ethem Atay Prof. Dr. Hasan B. Paksoy Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Doç. Dr. Cihat Göktepe Doç. Dr. Ensar Nişancı Doç. Dr. Ertan Efegil Doç. Dr. M. Vedat Gürbüz Doç. Dr. Mehmet Dikkaya Doç. Dr. Mert Bilgin Doç. Dr. Yaşar Akgün Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Yayın Koordinatörü Faruk Can Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ünal Yayın Asistanları Feyzan Ece Çapa, Özlem Pınar Oran, Yasemin Küçer Grafik ve Sayfa Tasarımı OMEDYA www.omedya.com Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Baskı Yeri / Tarihi Öncü Basımevi Kazım Karabekir Cad. Ali Kabakçı İşhanı No:85/2 İskitler / ANKARA T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46 Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok. No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46 www.sde.org.tr Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 04 Prof. Dr. Yasin AKTAY Anayasa Değişikliğinde Garip Ama Normal” Bir Yol ” Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Gündemde kısmî de olsa yeni bir anayasa tartışması var. Mevcut Anayasanın tamamen değiştirilmesi ile ilgili 2007 yılında başlamış olan süreç, AK Parti’ye açılan kapatma davasıyla sekteye uğramıştı. 66 İÇİNDEKİLER ” STRATEJİK DÜŞÜNCE 04 Anayasa Değişikliğinde Garip Ama Normal” Bir Yol Prof. Dr. Yasin AKTAY Nüzhet KANDEMİR Coğrafyamızdaki Sorunlarda Artan Çözümsüzlük Görüntüleri Uluslararası düzeyde harcanan tüm çabalara karşın, Türkiye’nin bulunduğu Bölge ve onun ötesinde, mevcut uluslararası sorunların bir çözüme kavuşturulabileceği konusunda belirgin bir iyimserliğe yol açabilecek herhangibir iyileşme görülmüyor. 07 Atatürkçülük Kılıfında Darbe Cumhuriyeti Alper TAN 09 Anayasa’da Yapılacak Her Değişiklik ... Aydın BOLAT 11 Yargı Bürokratları Kuvvetler Ayrılığı... Doç. Dr. Yusuf TEKİN 15 Hangi Adalet Mülkün Temelidir? Doç. Dr. Murat ÇEMREK 17 Gerginliğe Değecek Bir Yargı Reformu Yapılmalı Doç Dr. Bekir Berat ÖZİPEK 19 Yargıyı Adalete Çekmek 45 Prof. Dr. Hasan KÖNİ Türkiye ve Ermenistan Üzerinde Jeopolitik Oyunlar Türkiye’nin bölgedeki konumu ve ilgili taraflarla ilişkilerinin mahiyeti, bu alanda çok dikkatli bir diplomasi yürütmesini kaçınılmaz kılmaktadır. 09 Doç. Dr. Mustafa AYDIN 23 Toplumsal Talepler Yargı Reformunu Zorunlu Kılıyor Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ Aydın BOLAT Anayasa’da Yapılacak Her Değişiklik Türkiye’nin Kazancıdır Kısmi Anayasa Değişikliği veya Yargı reformunu Türkiye’nin gündemine Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) getirdi. SDE önce bir beyin fırtınasıyla bugün şekillenen Anayasa değişiklikleri paketinin maddelerini kapsamlı olarak tek tek ele aldı, irdeledi ve değişiklik önerilerini Yargı Raporu yayınlayarak ortaya koydu. 29 Anayasa Reformu Önündeki Engeller Doç. Dr. Faruk BİLİR 31 Anayasa Reformu mu? Zihniyet Reformu mu? Faik TARIMCIOĞLU 33 Anayasa Paketi: Önemli Ama Eksik Av. Reşat PETEK 35 Anayasa Reformu Önündeki Engeller İçin Çözüm Yolları SDE Haber 37 SDE’den Yargı Reformu Hamleleri SDE Haber 39 Açılımın İlk Adımlarını Doğru Anlamak Yrd. Doç. Dr. Necdet SUBAŞI 41 Strateji Bilim mi Fantazi mi? 07 Alper TAN Atatürkçülük Kılıfında Darbe Cumhuriyeti Medeniyet yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve yaşayışa hakim olan kanunların zaman ile değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zaruridir. 39 Ahmet ÜNAL 45 Türkiye ve Ermenistan Üzerinde Jeopolitik Oyunlar Prof. Dr. Hasan KÖNİ Yrd. Doç. Dr. Necdet SUBAŞI Açılımın İlk Adımlarını Doğru Anlamak Devletin Alevi sorununu çözümlemeye yönelik yaklaşımlarının ana gerekçesi hiçbir zaman güvenlik endişesi olmamalıdır. Adım atmak için güvenlik kaygıları önemli olmakla birlikte mümkün tek gerekçe sayılamaz. Asıl hedef vatandaşlık kimliğinin temel bileşenleri arasında yer alan Alevilerin de diğer bileşenlerin sahip olduğu haklara sahip olmasıdır. 49 Ermeni Sorunu Türk Dış Politikasının... Prof. Dr. Birol AKGÜN 54 Ermeni Sorunu Kördüğümü Büyükelçi (E) Emin GÜNDÜZ 58 Soykırım Oyunu Prof. Dr. Mehmet Emin ÇAĞIRAN 60 Soykırım Temcidi Yrd. Doç. Dr. Caner ARABACI 66 Coğrafyamızdaki Sorunlarda Artan Çözümsüzlük... Büyükelçi (E) Nüzhet KANDEMİR 71 KKTC Seçimleri ve Siyasi Tablo Doç. Dr. Yılmaz ÇOLAK 11 Doç. Dr. Yusuf Tekin Yargı Bürokratları Kuvvetler Ayrılığına Katlanmak Zorunda! Türkiye kamuoyu son birkaç aydır yoğun bir biçimde yargı reformu tartışmalarına odaklanmış durumda. Bir tarafta yargı bürokrasisinin dayatmaları nedeniyle çalışamadığını söyleyip, reform talebini gündeme getiren iktidar partisi, diğer tarafta ise yargı reformunu yargıya siyasetin müdahalesi olarak algılayan yargı bürokrasisi ve diğer siyasi partiler. İlginç bir tartışma yaşandığı kuşkusuz. 17 Doç. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK Gerginliğe Değecek Bir Yargı Reformu Yapılmalı Dünyanın hiçbir yerinde, demokrasiye giden yol dikensiz bir gül bahçesinden geçmemiştir. Ayrıcalıklı konumlarını korumaya çalışan, sahip oldukları ekonomik ve siyasi gücü toplumun geri kalanıyla paylaşmaya yanaşmayan zümre ve sınıflar, demokrasiye geçiş çabalarını engellemeye çalışmışlardır. 74 Varşova Paktı’nın Boşluğu Doldurulabilir mi? Ali ERTAN 79 Hizbullah’ta Siyasi Değişimin Kısa Tarihi Hüseyin BEHEŞTİ 84 Bosna Savaşındaki Kirli Eller Selvet ÇETİN 86 Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Projesi Doç. Dr. Erkin EKREM 92 Beklentilerden 'Irak', IRAK Seçimleri Ali SEMİN 96 Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ndan Beklentiler Doç. Dr. Ertan BEŞE 101 Tüm Boyutlarıyla İnsan Ticareti Suçu Ömer ERSOY 107 Müfettişlerin Hâkim ve Savcı İletişimini ... Doç. Dr. Aytekin GELERİ Analiz Anayasa Değişikliğinde Garip Ama Normal” Bir Yol ” Prof. Dr. Yasin AKTAY* Meclis açık olduğu her gün yasa yapabilir, anayasa da yapabilir. Bu meclisin en olağan fonksiyonudur. Meclis asıl yasama yapmaktan geri durmaya çalıştığı zaman bunun hesabını sormak gerekiyor. Doğrusu MHP’lilerin mevcut parlamento aritmetiğini yetersiz görmeleri kendi parlamenter misyonlarını inkar etmeleri anlamına da geliyor ki, bunun halka anlatılmasında ciddi bir zorluk yaşayacaklarını beklemek gerekiyor. G ündemde kısmî de olsa yeni bir anayasa tartışması var. Mevcut Anayasanın tamamen değiştirilmesi ile ilgili 2007 yılında başlamış olan süreç, AK Parti’ye açılan kapatma davasıyla sekteye uğramıştı. Oysa toplumun bir anayasa yapmak kadar ciddi bir anayasa tartışmasına da ihtiyacı olduğu, bu girişimin öncesinde ve sonrasında yaşananlarla açıkça ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin şu ana kadar görmüş olduğu hiçbir anayasa “normal” sayılan yollarla yapılmamıştı. Peki, anayasa yapımında “normal” olan yol neydi? sum ifadesiyle hatırlatılan “kurucu meclis” mutlaka bir darbe veya asker iradesinin gerekliliğini de anlatmış oluyor. Dolayısıyla darbe veya silah zoru, anayasa sürecinde bir tür normallik hatta gereklilik şartı olarak sunulmaya başlandı. CHP lideri zaman zaman demeçlerinde bunu bir tür tehdit içerecek şekilde dillendirmekten geri durmadı. “Anayasa yapmak için bir şeyleri göze almak lazım. Bu rejim hukuk yoluyla kurulmadı” derken aslında bir bakıma hukukun altında yatan Hobbesçu gerçeği, Leviethan gerçeğini hatırlatmış oluyor. Asıl gariplik bu soruya verilen cevaptan sonra ortaya çıkıyor. Zira anayasa yapımında normal olarak tanımlanmış olan yol şimdiye kadar hiç gidilmemiş, hiç yürünmemiş bir yoldur. Anayasa hep en anormal şekillerde yani bir darbe ortamından sonra, darbecilerin marifetiyle kotarılan bir zoraki süreçlerin sonucu olmuştur. Bu durum anayasa yapımında normal olanı unutturmuş hatta normal olana karşı bir nevi yabancılaşmayı da getirmiş. Normal olan yol teklif edildiğinde bu bir sapma olarak bile nitelenebiliyor. Anayasa yapmak için en ma- Hukuk şiddetle kaim olur ve ne kadar eşitlikçi bir mantığa dayanırsa dayanır, mutlaka onu kaim kılan egemenlerin imtiyazlarını kamufle ederek de olsa garantiye alır. Bu kadarını monarşi rejimlerinin tesis ettikleri hukuklara yeterince alışık olduğumuzdan zaten biliyoruz. Ama bu kadar gerçekçiliğin, bu kadar açık sözlülüğün bir hukuk ve meşruiyet mantığı içinde artık geçerli olamayacağını unutarak hatırlatıyor bunu. Zaten artık yeni bir anayasa tartışmasına duyulan ihtiyacın da en büyük nedeni bu değil mi? Artık devir değişmiştir. 4 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 İnsanların devletin kulu veya “tebası” olmaktan, devletin eşit katılımcı ortağı anlamında “vatandaşı” olmaya doğru bir yol alınmaktadır. Devletin belli bir kişinin (monarkın) veya belli bir zümrenin, ailenin, hanedanın veya sınıfın hatta gizli bir örgüt gibi çalışan bazı oluşumların özel mülkü gibi algılandığı bir paradigmadan, devletin bütün vatandaşların sözleşmesiyle oluştuğu ve herkesin hesabına ve denetimine açık olduğu bir yapı olarak algılandığı bir paradigmaya doğru bir geçiş yaşanmaktadır. Bu sadece Türkiye’de yaşanan bir süreç değil üstelik. Yaşadığımız çağın ruhu devlet ve vatandaş kavramında böylesi bir değişime tanıklık ve faillik etmemizi gerektiriyor. Anayasa tartışması bir ülkede bir arada yaşayan insanların birbirleriyle olan ilişkilerini çok daha sağlıklı bir temele yani hukuk ve toplumsal sözleşme esasına oturtmanın çok iyi bir yoludur. Bu yol kat edildikçe Kürt sorunundan Alevi sorununa, din sorunundan sair insan hakları sorunlarına kadar her konu çok daha farklı ve tabii ki çok daha esaslı bir raya oturtulmuş olacaktı. 2007 yılında başlatılmış olan sürecin bilhassa yargı erki tarafından kesintiye uğratılmış olması bir açıdan şaşırtıcı değildi, çünkü bu değişimden ilk etkilenecek olan ve mevcut haliyle ciddi imtiyazları ve iktidar alanları oluşmuş olan bu erkin yetki alanları tanımlanmış ve sınırlanmış olacaktı. Bugünkü Anayasanın en açık gerçeği 12 Eylül askeri darbesinin iliklerine kadar sinmiş olmasıdır. Kurucu ruhu darbenin sürekliliğinin temini olan bu anayasanın içinde tanımlanmış kurumların korporatist bir ilişik içinde bütün misyonları “sürekli darbe düzeninin korunması ve kollanması” olmuştur. Asker-sivil ilişkisinin Anayasa’da tanımlanmış çerçevesi darbe yapmayı neredeyse bir hak olarak örüyor. HSYK ve Yüksek yargının birbirlerini seçmelerini ve bu seçimde başka hiçbir unsurun devreye girmemesini temin eden düzenek, sistemin kapalı devre çalışmasını ve her tür sızmaya karşı güçlü bir güvenlik duvarının işlemesini temin ediyor. Aslında her tarafı mükemmel bile olsa sadece bir darbenin ürünü olması dolayısıyla mevcut anayasanın değişmesi, Türkiye toplumunun kendi olgunlaşması açısından, kendine olan saygısının temini açısından bir zorunluluk arz ediyor. Darbe şartlarında hazırlanmış ve darbenin ve darbecilerin hukukunu ve psikolojisini her şeyden daha çok gözeten bir anayasa ile Türkiye’nin, bugünlerde çok sevilen ve sık değinilen deyimiyle “yüzleşme” ihtiyacı, bir toplum ve millet olarak bir isbat-ı rüşd zaruretinden de ileri geliyor. Sonuçta aynı anayasa olacaksa bile bir tartışmanın veya darbe ürünü olmayan bir sözleşmenin ürünü olarak ortaya çıkması anayasaya kuşkusuz bambaşka bir hüviyet kazandırmış olacaktır. Ancak, tabii ki özgürce yapılacak hiçbir anayasa bugünkünün yanından geçemez. Bugünkü anayasa soğuk savaş yıllarının şartlarında, Türkiye nüfusunun ancak yüzde 40’lar düzeyinin şehirlerde yaşadığı geriye kalan yüzde altmışlara yakınının köylerde yaşadığı, eğitim seviyesinin bugünküne nazaran birkaç kat daha düşük olduğu, dünyada sağ-sol çatışma ekseninin ciddi bir yer tuttuğu, Sovyetler Birliğinin yayılma politikalarının Türkiye için bir tehdit oluşturduğu, dünyayla iletişim, ulaşım ve alışverişin alabildiğine kısıtlı olduğu bir dönemin ufkunda yazılmıştır. O ufkun içinde de darbeyi yapanların kendilerini dünyaya açmak üzere değil, alabildiğine kapatmak suretiyle ülke güvenliklerini tasavvur edebildikleri bir zihniyeti yansıtıyor. Bu da kuşkusuz mevcut anayasanın hazırlanışındaki dar ufku işaret eden güçlü verileri sağlıyor. Bu anayasanın günümüzde bölgesinde ve dünyanın tamamında neredeyse hatırı sayılır bir aktör olmaya doğru hızla ilerleyen bir ülkenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekten çok uzak olduğu açıktır. Topyekun yeni bir anayasa ihtiyacı gün gibi ortadayken bu sürecin kapatma davasıyla birlikte akamete uğramasının ardından seçimlere bir yıldan biraz daha fazla bir zaman kala kısmi de olsa bir anayasa değişikliği yapılması üzerinde çok duruldu. Anayasa değişikliği sürecinde bu tartışmanın yine yapılabileceğini bekleyebiliriz. Özellikle MHP çevrelerinin mevcut TBMM’ne, siyasal aritmetiği dolayısıyla bir anayasa değişikliği liyakati tanımıyor olması, Meclis algımız açısından ciddi bir sorunu işaret ediyor. Sorun edinilen Meclis aritmetiğinde muhtemel bir anayasa değişikliği için AK Parti’nin oyları zaten bir referandum süreci için yeterli. BDP ve DSP sürece en azından kategorik olarak olumsuz bakmıyorken MHP’yi ikna edecek bir mutabakat için gerekli olan tek şart CHP’nin de bu mutabakata katılması imiş gibi görünüyor. Oysa bu durumda MHP’nin CHP’nin avukatlığına soyunmuş olmak veya daha kaba bir ifadeyle CHP’nin peşine kapılmış olması gibi bir algı kaçınılmaz olarak doğuyor. CHP’nin mutabakattaki yokluğunu kendi katılımını geri tutmak için bir bahane olarak ileri sürebilen bir MHP’nin, CHP ile iyice pekişecek gibi görünen yapışıklığının kendisine ucuza mal olmayacağının bilinmesi gerekiyor. MHP’nin bugün bu anayasa değişikliğine olumlu karşılık vermemek için ileri sürebildiği daha iyi bir mazereti yok ne yazık ki. Oysa bu mazeret MHP’nin CHP’yi gereğinden fazla ciddiye almaktan başka bir sonuç doğurmuyor ve MHP’nin kendi varlığını bu şekilde CHP’nin razı edilmesine adamış olması onu her şeyden önce kendi tabanıyla ciddi anlamda koparıcı bir etki yapmaktadır. Meclis açık olduğu her gün yasa yapabilir, anayasa da yapabilir. Bu meclisin en olağan fonksiyonudur. Meclis asıl yasama yapmaktan geri durmaya çalıştığı zaman bunun hesabını sormak gerekiyor. Doğrusu MHP’lilerin mevcut parlamento aritmetiğini yetersiz görmeleri kendi parlamenter misyonlarını inkar etmeleri anlamına da geliyor ki, bunun halka anlatılmasında ciddi bir zorluk yaşayacaklarını beklemek gerekiyor. Ayrıca yine MHP’nin halka anlatmakta yaşayacağı diğer bir zorluk da AK Parti’nin anayasa değişikliğinde liyakatsiz oluşuna bahane olarak kapatma davasının AYM tarafından AK Parti’yi laikliğe karşı eylemlerin odağı olmakla itham ederek sonuçlanmış olmasını ileri sürmesidir. MHP tabanında bu bahanenin veya argümanın parti için çok olumlu bir karşılığı olmayacağının açıkça bilinmesi gerekiyor. MHP tabanının önemli bir kısmı laiklik konusunda AYM tarafından geliştirilen veya başvurulan söyleme en az AK Parti tabanı kadar duyarlıdır. Diğer yandan AK Parti’nin topyekûn bir Anayasa değişikliği yerine kısmi de olsa bir anayasa değişikliği ile yetinmesini, daha NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 5 Analiz Muhtemel bir referandumda, oylanan yasaların her birinin içeriği teker teker hatırlatıldığında partilerin neye karşı çıkıyor olduklarının hesabını vermeleri zor görünmektedir. Özellikle CHP hayır oyu verdiğinde 12 Eylül’cülerin yargılanmasına da hayır demiş olacaktır. Ayrıca sendikal hakların, kadın ve çocuklara yönelik hakların ilerlemesine de karşı çıkmış olacaktır. iyisi varken kötüye razı olmak gibi görmemek gerekiyor. Doğrusu, imkânsız ama mükemmel olanın arayışı veya bundaki ısrar genellikle mümkün ama daha iyinin gerçekleştirilmesinin önündeki en önemli engele, hatta sabotaja dönüşebiliyor. Daha kapsamlı, tamamen yeni bir anayasa girişiminin nasıl sonuçlandığını açılan kapatma davasıyla gördük. Bu saatten sonra tümüyle yenilenmiş bir anayasa yapımına girişmenin geriye kalan “mümkün siyasi zaman” açısından gerçekçi olmadığını takdir etmek daha kolay. Ama tamamının değiştirilemiyor olması, bu saatten sonra katlanılması iyice zorlaşmış bazı yanlarının acilen değiştirilmesine engel değildir. “Siyasi zaman” diye bir kavramı kabul edeceksek bu zaman açısından bu kapsamdaki bir anayasa değişikliğinin bile çok büyük önemi vardır. Bu kısmi değişim daha topyekûn bir değişimin 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 önünün açıcı bir rol oynayabilir. Paketin açıklanması üzerine, hatta daha açıklanmadan önce muhalefet partileri tarafından verilen beyanlara bakıldığında, Anayasa değişiklik paketinin mecliste AK Parti milletvekillerinin dışında kabul görmeyeceği anlaşılıyor. Muhalefet partileri paketin içeriğini daha görmeden ret cevaplarını verdiler bile. Bu tavrın ufukta iyice görünmeye başlayan referandum sürecinde paket lehine bir kamuoyu oluşturmakta olduğunu görmek mümkün. Bu yüzden önümüzdeki birkaç ayın gündeminde bir referandumun olması kaçınılmaz görünüyor. CHP’nin referanduma AK Parti ile hesaplaşmanın bir vesilesi anlamı yüklediğine dair işaretler kamuoyuna ilan edilmiş olduğuna göre referandumun Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeme ihtimali daha ağır basıyor. Aksi durumda CHP, ya iktidarı davet ettiği hesap meydanından kaçan veya yine eline gelmiş bir fırsatı değerlendiremeyen bir parti konumuna düşecek ki, referandumdan daha farklı bir sonuç beklentisi oluşsa bile bu yolu tıkayan bir CHP görüntüsünün maliyetinin daha ağır olacağını hesaplayabilir. Kaldı ki CHP girişimiyle ve Anayasa Mahkemesi marifetiyle engellenmiş bir anayasa değişikliği durumunda gidilecek bir seçimin bir 27 Nisan veya 22 Temmuz etkisi yapacağını şimdiden kestirmek zor değil. Bu ise AK Parti’nin işine daha çok yarayacaktır. O yüzden referandum ihtimalini şu anda devre dışı bırakacak bir ihtimal matematiksel olarak gözükmüyor. Referandumun bir demokratikleşme veya yargı reformu sorusundan ziyade AK Parti iktidarının bir güven oylamasına dönüştürülmesi beklentisi, muhalefet partilerinin referanduma başka türlü asılmasını ama aynı zamanda referandumu gerçek bağlamından koparmaya çalışmalarına da yol açacaktır. Ancak oylanan yasaların her birinin içeriği teker teker hatırlatıldığında partilerin neye karşı çıkıyor olduklarının hesabını vermeleri bir o kadar zor görünmektedir. Çünkü paketteki düzenlemelerin hiçbirine, çağdaş anayasal ufuk açısından karşı çıkılması göze alınacak gibi değildir. Özellikle CHP hayır oyu verdiğinde 12 Eylül’cülerin yargılanmasına da hayır demiş olacaktır. Ayrıca sendikal hakların, kadın ve çocuklara yönelik hakların ilerlemesine de karşı çıkmış olacaktır. MHP ise “hayır” dediğinde hem bunlara hayır demiş olacak hem de özellikle yüksek yargı konusunda bizzat MHP tabanının da çok duyarlı olduğu bazı düzeltmelere hayır demiş olacak ki, bunu kendi tabanına anlatmakta asıl zorlananın MHP olacağı şimdiden görünüyor. Yakın zamanda yaşanan yargı kazalarının bilhassa MHP tabanını da yakından ilgilendiren (başörtüsü, katsayı) konularda olduğu bilinmektedir. Paketin içeriğine bakıldığında olabildiğince dikkatli hazırlandığı, uzlaşmaya yanaşmayanların temel eleştirilerinin gereğinden fazla gözetildiği görülüyor. Genel olarak bakıldığında iktidar talep eden hiçbir partinin, bu paketin işaret ettiği çizginin altında bir vaatle gelmesi artık mümkün değildir. Çünkü paket sadece Türkiye’nin iç kavgalarıyla ilgili değil, çağdaş dünya ile bütünleşme ufkunda oluşan ihtiyaç ve beklentilere de zorunlu ve asgari karşılıkları içeriyor. Daha aşağısına bundan sonraki siyasal söylem zaten imkân tanımayacaktır. Dolayısıyla pakete hayır diyecekleri bekleyen asıl zorluk, muhalefet için üretmek zorunda kalacakları argümanlardır. Yarın aynı düzenlemeleri yapmak zorunda kalacaklarsa bugün neden karşı çıkmış olacaktır? Muhalefet bugün, belki ilk defa bu ölçüde geleceğin aynasından yargılanmanın baskısı altındadır. SDE Başkanı* Atatürkçülük Kılıfında Darbe Cumhuriyeti Alper TAN* Darbe Anayasası ülkenin önünü tıkıyor, demokrasinin ve memleketin gelişmesini engelliyorsa, darbeciler, “Değiştirilemez” dediği için kıyamete kadar katlanmak zorunda mıyız? Bütün bunlar Atatürkçülük maskesi altında yapılıyorsa, Atatürk’ün müspet ilim ve aklı referans alan “muasır medeniyet” hedefi nerede kalıyor? M edeniyet yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve yaşayışa hakim olan kanunların zaman ile değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zaruridir. Medeniyetin buluşları, tekniğin harikaları, cihanı değişmeden değişmeye uğrattığı bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılıkla varlığını korumak mümkün değildir." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 181) Ülkenin en önemli gündemi Anayasa değişikliği tartışmaları. Aslında 12 Eylül darbe anayasasını toptan değiştirmesi gereken TBMM, bunu göze alamadı. Kısmi değişiklikler öneren bir paket var ortada. Ama bu pakette de Anayasa Mahkemesi’nin yapısı, HSYK’nın yapısı, HSYK ve YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması, askeri mahkemelerin alanının daraltılması, darbecileri koruyan anayasa maddesinin kaldırılması gibi çok önemli değişiklik önerileri var. Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran lider olan Atatürk, kendi çıkardığı kanunların bile gelişen dünya şartlarının gereği olarak zamanla değişebileceğini söylerken, Atatürk’e sığınan muhalefet partileri ve bazı yüksek yargı mensupları, anayasanın değişemeyeceğini savunuyorlar. 12 Eylül darbe anayasası eliyle milletin etrafına örülen yasak duvarlarını korumaya çalışıyorlar. Üstelik bu hurafe yasakçılığı Atatürkçülük olarak gösterme çabasındalar. Bunların gizledikleri çok önemli gerçekler var. Atatürk Cumhuriyeti 27 Mayıs darbesini yapan askerler tarafından yıkılmıştır. 1961 Anayasası ile yeni bir cumhuriyet kurulmuş, 1961 cumhuriyetini de 12 Eylül darbecileri ortadan kaldırmıştır. Ancak 27 Mayıs rejimini yıkan 12 Eylülcüler, tekrar Atatürk cumhuriyetini tesis etmediler. Atatürk cumhuriyetine de temelde uymayan bambaşka bir rejim getirdiler. 12 Eylül darbesi, ABD-NATO eliyle organize edilmiş bir müdahaleydi. O dönemin ABD yönetimi, 12 Eylül’ü yapanlar için “Bizim çocuklar” demişti. 27 Mayıs darbesinin patenti de aynı. Ancak iki darbenin farklılaşan özellikleri var. Şimdi bu farklılıklara girmeyelim. Lakin iki darbenin benzeşen yönleri de mevcut. Şekilcilik, millet karşıtlığı, NATO işbirlikçiliği, yasakçılık ve korku siyaseti, darbelerin temel karakteristiğidir. Devletin kurucusu Atatürk döneminde hazırlanan 1921 ve 1924 anayasalarında değişmez maddeler konulmamışken, darbecilerin hazırladığı anayasalara “değişmez, değişmesi teklif bile edilemez” maddeler yerleştirilmiştir. Yapılan iş anayasa olmaktan çıkmış “vahiy” kutsallığına büründürülmüştür. 1961 Anayasası sadece “Cumhuriyet”ten bahseden birinci maddeyi “değiştirilemez” kabul etmişken, 12 Eylül darbecileri yasağın boyutlarını iyice genişletmişlerdir. 1982 Anayasasında şeklen, değiştirilemez 3+1=4 madde var görünürken anayasanın ruhuna yerleştirilen zihniyet ve mevcut Anayasa Mahkemesi’nin o maddeleri yorumlama biçimi çok sayıda maddeyi değiştirilemez hale getirmektedir. Sadece bu durum bile anayasanın topyekün değiştirilmesinin ne kadar kaçınılmaz ve NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 7 Analiz acil olduğunun göstergesidir. Bu durumu görünce insanın aklına şöyle bir soru geliyor. Eğer Atatürk şimdi hayatta olsaydı, Kenan Evren’in darbe anayasasını değiştirebilir miydi? Değiştirmek isteseydi anayasanın dokunulmazlığı bulunan ilk dört maddesi nasıl bir engel oluşturabilirdi? Atatürk, zamanın gereklerine göre değişimi mecburi görürken, Atatürkçü geçinenler nasıl oluyor da Atatürk devriminin ruhuna aykırı olan darbe anayasasını rejimin koruyucusu olarak görüyorlar? Aklı ve aydınlanmayı savunurken, dinin değişmez kaidelerini bile değiştirmeye çalışan zihniyetler var. Ama aynı çevrelere, kendilerine darbe ürünü dinler oluşturup, bu dine de değiştirilemez kabul ettikleri Anayasa’yı “kutsal kitap” sayan akıl ve mantık dışı skolastik anlayışlar hakim. Bu anlayışı tasvip etmek mümkün değil. 2008 yılında 550 sandalyeli parlamento, 411 oyla Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yaptı. 411 milletvekilinin yaptığı değişikliği Anayasa Mahkemesi, 9 oyla yürürlükten kaldırdı. Şimdi bu şartlarda “Egemenliğin kayıtsız ve şartsız millete ait” olduğuna gerçekten inanılabilir mi? Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bu kararla milli iradeye ipotek konulmuş ve TBMM çalışamaz hale getirilmiştir. Bu durum tam anlamıyla bir yargıçlar darbesidir. Bu bir yargı diktasıdır. Anayasa Mahkemesi, bu kararlarla “Demokrasi karşıtı odak” haline gelmiştir. Bu durum da 82 Anayasası’nın 2. maddesine açıkça aykırıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi Atatürk’ün arkasına sığınan 1960 darbecileri, Atatürk’ün hazırladığı 1924 Anayasasını, 27 Mayıs darbesi ile ilga etmişti. 12 Eylül darbesini yapanlar da 1961 Anayasasını kaldırdılar. Muhalefetin bir çelişkisi de şu: “Onlar için bu hak meşrudur. Çünkü onlar darbecidir. Ama biz, Atatürk’ün yaptığı anayasayı ortadan kaldıran darbecilerin anayasasını Türkiye’ye dar gelse bile tartışamayız, değiştiremeyiz. Tartışırsak Devletin kuruluş niteliklerine aykırı olur.” Neden devletin kuruluş felsefesine aykırı olsun? Devletin kuruluş felsefesini, Atatürk’ün Anayasası’nı ortadan kaldıran 12 Eylül darbecileri mi temsil ediyor? Darbe Anayasası ülkenin önünü tıkıyor, demokrasinin ve memleketin gelişmesini engelliyorsa bile, darbeciler, “Değiştirilemez” dediği için kıyamete kadar katlanmak zorunda mıyız? Bütün bunlar Atatürkçülük maskesi altında yapılıyorsa ve eğer sonuç bu ise, Atatürk’ün müspet ilim ve aklı referans alan gayretleri ve “muasır medeniyet” hedefleri nerede kalıyor? Türkiye’ye dar gelen bu yasakçı anayasayı ülkenin kurucuları mı koydu, yoksa Washington’un darbeci “Bizim oğlanları mı?” Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ipotek konulmuş ve TBMM çalışamaz hale getirilmiştir. Bu durum tam anlamıyla bir yargıçlar darbesidir. Bu bir yargı diktasıdır. Anayasa Mahkemesi, bu kararlarla “Demokrasi karşıtı odak” haline gelmiştir. Bu durum da 82 Anayasası’nın 2. maddesine açıkça aykırıdır. Atatürk'ün işaret ettiği çok önemli bir gerçek de, bu yüzyılın hızla ilerleyen dünyasında, medeni ülkeler arasında yer alabilmenin yolunun yeniliğe bağlı olduğudur. Kimse Atatürk’e, cumhuriyete sığınarak darbecilerin yasakçı düzenlemelerine sığınmamalı, geri adım atılmadan hazırlanan anayasa paketi tamamlanmalıdır. Millet adına ama millete rağmen karar veren mahkeme zihniyetinden bu ülke acilen kurtarılmalıdır. Mevcut sistemde millet iradesi, TBMM duvarında asılı sözden ibaret. O sözün hayat bulması için millet iradesine dayalı bir anayasa bu milletin hakkıdır artık. SDE Yönetim Kurulu Üyesi* 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Anayasa’da Yapılacak Her Değişiklik Türkiye’nin Kazancıdır bu kararla milli iradeye Aydın BOLAT* Süreç muhalefet için de kolay değildir. Onlar da akıllıca hazırlanmış bu paketin içeriği ile alakalı halkın önünde bir samimiyet testinden geçiyor. Bu işin sonunda seçim vardır. Süreç siyaset kurumunu derinden etkileyecek ve hesapları alt üst edecek sonuçlara gebedir. Biz Türkiye kazansın istiyoruz. SDE Yargı Reformunu Türkiye’nin Gündemine Taşıdı K ısmi Anayasa Değişikliği veya Yargı reformunu Türkiye’nin gündemine Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) getirdi. SDE önce bir beyin fırtınasıyla bugün şekillenen Anayasa değişiklikleri paketinin maddelerini kapsamlı olarak tek tek ele aldı, irdeledi ve değişiklik önerilerini Yargı Raporu yayınlayarak ortaya koydu. Şubat ayı içerisinde yapılan çalışmalar sonrasında 25-26 Şubat 2010 tarihleri arasında geniş bir yelpazede farklı görüşlerden 30’un üzerinde akademisyen ve uzmanın katıldığı kapsamlı bir konferans düzenlendi. Enstitü merkezinde, iki gün boyunca yedi oturum şeklinde çalışan, “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansı”na hükümet üyeleri, milletvekilleri, akademisyenler, hukukçular ve sivil toplum temsilcilerinden geniş bir katılım sağlandı. Yazılı ve görsel medyada canlı yayınlar, haberler ve yorumlarla geniş olarak yer alan Konferans sonunda yayınlanan ‘Sonuç Bildirisi’ bugün TBMM gündemine gelen ve değiştirilmesi planlanan acil değişikliklerin hepsine işaret ediyordu. İnternet ortamında binlerce adrese ulaştırılan Yargı Raporu ve Sonuç Bildirisi, posta, kargo ve elden, yargı kurumları, TBMM’deki siyasi parti grupları, barolar, meslek kuruluşları, basın, sivil toplum örgütleri ve ilgili adreslere iletildi. Ayrıca SDE tarafından özel ziyaretler gerçekleştirilerek konuyla ilgili aktörlere detaylarıyla bizzat anlatıldı. TRT ve özel kanallarda ‘Yargı Reformu’ konusunda onlarca program yapılarak kamuoyu uyarıldı ve bilgilendirildi. Anayasa değişikliği Mart ayı içerisinde böylece yoğun olarak Türkiye’nin gündemine girdi. Şimdi kısmi Anayasa değişikliği paketi TBMM’ye geldi. Önce komisyonlarda ele alınacak ve sonra Genel Kurul’da görüşülecek. SDE’nin bu konudaki tarafsız, bilimsel ve özverili çalışmaları ülke için hayırlı bir sürecin, Yargı Reformu Süreci’nin başlamasına vesile oldu. Anayasa Değişikliği Paketinde Ne Var? 3’ü geçici ve toplam 26 madde olarak belirlenen Anayasa Değişiklik Paketinde öne çıkan başlıklar şöyle; Anayasa Mahkemesi(AYM) ve HSYK’nın yeniden yapılandırılması, 145. madde değişikliğiyle askeri personele sivil yargı yolunun açılması, YAŞ ve HSYK kararlarının yargı denetimine alınması, AYM’ye kişisel başvuru hakkının verilmesi, parti kapatmaların zorlaştırılması, kadın ve çocuklara pozitif ayrımcılık, kamu denetçiliği/ombudsmanlık kurumunun getirilmesi, yurtdışına çıkma yasağının sadece mahkeme kararı ile verilebilmesi, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen maddeye insan haysiyetine dokunulamayacağı kuralının ilavesi, Geçici 15. maddenin kaldırılması, memurlara toplu sözleşme hakkı, disiplin suçundan yargılanan memurlara yargıya gitme hakkı, yüce divan kararlarına itiraz hakkı... Anayasa değişikliği paketi; yapılması gerekenlerden ziyade bugünün konjonktüründe yapılabilecekleri kapsıyor. Paketin hazırlanmasında çeşitli çevrelerin istismarını önleyecek belirli dengelerin dikkatle gözetildiğini söylemeliyiz. Türkiye’nin ihtiyacının sivil, demokratik yeni bir Anayasa olduğu ortak bir kabuldür. Kısmi bir anayasa değişikliği bile öncelikler ve bugün başarılabilecekler özenle seçilerek hazırlanabilmiştir. Anayasa Paketinde Öncelikler Ve Dengeler Yangında ilk kurtarılacaklar, öncelikler, aciliyet arz eden konular ve dengeler derken şu önemli maddelerin seçildiğini anlıyoruz: - Demokratik sistemin arızasız sürdürülebilmesi için siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması, Yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 9 Yargı Reformu diğini gözlemliyoruz. Pozitif ayrımcılık, kamu denetçiliği, yerleşme ve seyahat hürriyeti maddelerinin bu ihtiyaca göre düzenlendiği anlaşılıyor. Anayasa Reformu Sürecini Etkileyen Dinamikler sağlanabilmesi için HSYK’nın yapısının değiştirilmesi konusundaki düzenlemeler getirilmiştir. Yargı vesayetini engelleyerek yasama iradesini güçlendirebilmek için AYM’nin yeniden yapılandırılması, ‘Askeri Yargı’daki bazı yanlış yorumlamaların önlenmesi için askere sivil yargı yolunu açan 145. maddenin yeniden düzenlenmesini sağlayacak değişiklikler öncelenmiştir. Ayrıca büyük mağduriyetlere yol açan hukuksuz uygulamaların durdurulabilmesi için de Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarına karşı yargı yolunu açacak değişiklikler öngörülmüştür. - Muhalefetle görüşmelerde uzlaşma zemininde çeşitli alternatif düzenlemelere açık bulunulmasına, muhalefetin talep ve beklentilerine yakınlık için bazı değişikliklerde özenli davranılmıştır. CHP’nin teklifi olan geçici 15.madde ile dokunulmazlık konusu, MHP’nin parti kapatma ile ilgili daha önce ortaya koyduğu öneriler ile BDP’nin ilgilendiği bazı değişiklikler buna örnek olarak görülebilir. - Anayasa paketinin referanduma gitme ihtimalinin yüksekliği düşünülerek, halk indinde desteklenebilir olması ve kolay anlaşılabilmesi içinde tatlandırıcı bazı değişiklikleri kapsamasına da ayrıca dikkat edil10 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Anayasa değişiklik paketinin muhalefet partilerine, meslek örgütlerine ve sivil toplum kuruluşlarına götürülmesinden sonra nihai şeklini alması ve Nisan ayı içerisinde TBMM’ye getirilmesi bekleniyor. Anayasa’da yapılabilecek her değişikliği, Türkiye’nin kazancı olarak değerlendirebiliriz. Ancak bu sürecin önündeki engelleri ve süreci etkileyen dinamikleri ihmal etmemek gerekiyor. Türkiye artık bir genel seçim sathı mailindedir. Bu paketin şu veya bu şekilde engellenmesi, ortamın olağanüstü provokasyonlarla ve müdahalelerle gerilmesi, çatışma ve kutuplaşmaların tırmandırılması, AK Parti’ye kapatma davasının açılması (her anayasa değişikliğinde gündeme geliyor) ya da demokratik açılım çalışmalarındaki risklerin gündemi olumsuz etkilemesi gibi durumlar ile Ergenekon ve Darbe Planları davalarında meydana gelebilecek sarsıntılar süreci sıkıntıya sokarsa Türkiye erken seçime gidebilir. Bu ihtimal yüzde 50’nin üzerindedir. O zaman Ekim veya Kasım 2010’da seçim yapılması zorunlu hale gelebilir. Eğer şartlarda yukarıdaki olumsuzluklar yaşanmaz ise Türkiye seçimini, Nisan-Mayıs 2011’de yapabilir. Bu süre zarfında, kısmi Anayasa değişikliği Meclis’in yapabileceği son hamledir. Başarılması ülke için hayırlı bir hizmet olur. Uluslararası konjonktür ve AB’nin yaklaşımları da sürecin başarısına katkı yapabilir. 24 Nisan Ermeni soykırımı tasarısının ABD kongresinde görülmesi ve diğer batılı ülkelerde bu konudaki gelişmeler de süreci etkileyebilecek diğer dış unsurlardır. Halk İradesinin Güçlenmesi İçin Tarihi Sınav AK Parti seçim sürecinde kısmi yargı reformunun bütün risklerini göze alarak siyasi bir irade ortaya koymuştur. Bunun artık geri dönüşü yoktur. Oyunu AK Parti kurmuştur. Muhalefet de referandumda çıkabilecek sonuçları dikkate alarak kendilerini de doğrudan etkileyebilecek sürecin siyasi risklerini iyi hesaplamak durumundadır. Süreç muhalefet için de kolay değildir. Onlar da akıllıca hazırlanmış bu paketin içeriği ile alakalı halkın önünde bir samimiyet testinden geçiyor. Bu işin sonunda seçim vardır. Süreç siyaset kurumunu derinden etkileyecek ve hesapları alt üst edecek sonuçlara gebedir. Biz Türkiye kazansın istiyoruz. Zamanın ve değişimin gerisinde kalmış yargımızı da, ordumuzu da rehabilite edeceğiz. Kurumlarımızı, ülkemizin ileri ve güçlü kurumlarıyla, dinamik yetenekleriyle uyumlu hale getireceğiz. Demokrasiye darbe planlarının sorgulandığı bir süreçte Türkiye ‘darbe anayasası’ ile yönetilemez.ABstandartlarındagetirilen önerilerle halkın egemenliğinin ve iradesinin güçlendirildiği düzenlemeleri Türkiye gerçekleştirebilmelidir. Her kesimden eleştiriler alan, şimdiye kadar 16 kez değiştirilen ‘1982 Darbe – Tepki Anayasası’ hiçbir bahaneye sapılmadan iktidarıyla, muhalefetiyle, sivil toplumuyla ve halkın iradesiyle değiştirilebilmelidir. Bu Türkiye’nin geleceği için hayırlı bir başlangıç olacaktır. Bu düzenlemeler ve değişiklikler Türkiye’nin büyük değişiminin bir parçasıdır. Bugün değilse yarın değişmesi gereken her şey değişecek, Türkiye normalleşecek, demokratikleşecektir. Statüko yıkılacak, ezberler bozulacaktır. Dünyada süratle değişiyor. Türkiye de değişimin hızla yaşandığı ülkelerden biri. Değişimin gücü toplumda, kurumlarda, kurallarda, anayasada makes bulacaktır. Bunun geri dönülemez işaretleri yaşadığımız gündemlerde adım adım hissedilmiyor mu? Hayır diyorsanız bir kez daha bakın Türkiye’ye ve yaşananlara… SDE Yönetim Kurulu Üyesi* Yargı Bürokratları Kuvvetler Ayrılığına Katlanmak Zorunda! Maalesef Türkiye’de yargı kendisini sürekli siyasetin üstünde görüp, siyaseti kendisine bağlı bir kamu kurumu olarak görmekte ve siyasetin diğer tüm bürokratlar gibi yargı bürokratları üzerinde etkin olabileceğini kabullenememektedir. Yargı kendisini siyasetin önünü tıkamakla görevli bir kurum olarak görmeye devam etmektedir. Doç. Dr. Yusuf TEKİN* T ürkiye kamuoyu son birkaç aydır yoğun bir biçimde yargı reformu tartışmalarına odaklanmış durumda. Bir tarafta yargı bürokrasisinin dayatmaları nedeniyle çalışamadığını söyleyip, reform talebini gündeme getiren iktidar partisi, diğer tarafta ise yargı reformunu yargıya siyasetin müdahalesi olarak algılayan yargı bürokrasisi ve diğer siyasi partiler. İlginç bir tartışma yaşandığı kuşkusuz. Bu yoğun tartışma ortamı içinde gazetelerde İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’nin İtalyan yargısına yönelik serzenişlerini içeren haberler tartışılmadan sıcaklığını kaybetti. Habere1 göre Berlusconi, 1994 yılında göreve geldiğinden beri hakkında açılan onlarca yolsuzluk davasına kızmış ve yargıçlar hakkında şu cümleleri kullanmış: “Egemenlik artık milletin değil yargıç ve savcıların. İtalyan yargıçlar Taliban gibi, halkın gücünü elinden almaya çalışıyorlar. Üzerinde çalıştığımız reform paketinin yargıdaki Talibanların hoşuna gitmeyeceğine eminim.” Aslında bu haber biraz daha kibar bir tonla ve isimler değiştirilerek okunduğunda, hemen her gün Türkiye’de yaşanan süreci birebir özetlediği görülecektir. Yargı kararları nedeniyle sıkıntı içindeki bir başbakan, yani yürütmenin sorumlu ve yetkili başı, sorunlarını çözmek istediği ama çözüm üretmesine izin vermeyen bir bürokratik örgüt ile adeta karşı karşıya. Ve maalesef Türkiye’deki tartışmalar, asıl yoğunlaşması gereken ana eksenden bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde teknik konulara doğru kaymış durumda. Tüm bu tartışmaları öncelemesi ve asıl konuşulması gereken husus kuvvetler ayrılığı prensibinde ifadesini bulan üç ana güç olan yasama, yürütme ve yargı silsilesinde yargının pozisyonudur. Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ve Yargı Siyaset İlişkisi Bu tartışmalarda sürekli kuvvetler ayrılığı prensibine vurgu yapılmaktadır. Ve maalesef kuvvetler ayrılığı prensibi üzerinde açıkça bir manipülasyon dikkat çekmektedir. Kuvvetler ayrılığı teması genellikle anayasal demokrasi kavramını ilk olarak ortaya attığı bilinen Montesquieu ve onun takipçisi pozisyonundaki Hayek’e atfedilir. Bu fikrin odağında, tüm bu güçlerin tek bir merkezde toplanmasına engel olarak, diktatoryal eğilimdeki kişi ve kurumların bu heveslerine set çek vardır. Yani bu yönüyle kuvvetler ayrılığı bir denge müessesesidir. Bu güçlerden herhangi birisinin diğerinin çalışmasına engel olmak yönünde kullanılacak bir silah asla değildir. Kuvvetler ayrılığı bu yönüyle siyasetin yani yasama ve yürütmenin yargı kurumlarının oluşum, işleyiş NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 11 Yakın geçmişimizde yargı-siyaset ilişkilerini en iyi özetleyen ifade Osmanlı şeyhülislamlarının “her maslahatın vech-i şer’isi bittaharri bulunabilir” şeklindeki fetvasıdır. Döneminin en önemli hukuki otoritesi açıkça her türlü devlet maslahatının hukuki formüllerinin bulunabileceğine vurgu yapmaktadır. ve çalışma koşulları gibi temel alanlarda yasama faaliyetinde bulunma hakkından vazgeçtiği biçiminde yorumlanamaz. Demokratik teorinin demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından olan kuvvetler ayrılığı, yine demokrasinin asıl vurgusu olan seçilmişlerin üstünlüğü, belirleyiciliği ve sorumlu olmaları prensibini de ortadan kaldırmaz. Kuvvetler ayrılığı prensibini siyaseten halk nezdinde sorumlu olan ve hesap vermek durumunda olan yasama organının kendi yetkilerini kullandırtmayan yargı organlarının oluşumuna ilişkin yasal düzenlemeleri belirleme ve değiştirme hakkı olmadığı biçiminde yorumlamak demokratik teoriyle bağdaşmaz. Kuvvetler ayrılığının doğru algılanma şekli her üç gücün birbirinin yetki ve görev alanına müdahale etmemesi, kendi arzu ve isteği doğrultusunda karar vermesi yönünde baskı uygulamamak biçiminde olmalıdır. Maalesef kimse tarafından dokunulamaz bir alan olarak kabul edilmesini arzulayan ve bunun sonucunda da yasama ve yürütmeye egemen olmasını sağlama amaçlı olarak 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 kullanılmasını amaçlamaktadır. Bu açıkça bir yanlış yorumdur ve bu yanlış yorumun mutlak doğruymuş gibi dikte edilmesidir. Aslolan yargının değil hukukun üstünlüğüdür. Oysa Türkiye’de yıllardır, “hukukun üstünlüğü” ilkesi “yargı bürokrasisinin üstünlüğü” biçiminde yorumlanmakta ve dayatılmaktadır. Yani özetle; evet, kuvvetler ayrılığı olmazsa olmazımızdır. Ama yargı bu kuvvetler arasında üstün bir güç falan da değildir. Tüm alanlar gibi yargıya ilişkin prensiplerde de temel belirleyici olan milletin iradesini temsil eden siyaset kurumu olmalıdır. Söylenmesi gereken, siyaset yargının görev alanına müdahale etmemeli ve onu belli bir yönde karar vermeye yönelik baskı uygulamamasıdır. Yargı da kendi görev alanı içinde kalmalı, yasama organının çıkardığı kanunlara uygun olarak görevini yerine getirmelidir. Bu yanlış bilgilendirme sadece teorik düzeyde söz konusu değildir. Türkiye’de yargıya siyasi müdahaleler olduğunu iddia edenler, yakın geçmişimizde yargının sürekli siyasete müdahale ettiğini ve hatta sürekli siyasetin içinde olduğu gerçeğini de unutmuş görünmektedirler. Yargı Her Zaman Siyaseti Belirleyici Bir Güç Keşke bizim sorunumuz da yargı erkinin demokratik meşruluğu kavuşturulduğu ülkelerdeki boyutlarda yaşanmaktaydı. Yakın geçmişimizde yargı-siyaset ilişkilerini en iyi özetleyen ifade Osmanlı şeyhülislamlarının “her maslahatın vech-i şer’isi bittaharri bulunabilir” şeklindeki fetvasıdır. Döneminin en önemli hukuki otoritesi açıkça her türlü devlet maslahatının hukuki formüllerinin bulunabileceğine vurgu yapmaktadır. Maalesef bu anlayış Türkiye’de yargı geleneğinde önemli oranda belirleyici olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın hemen başında 11 Eylül 1920 tarihli Firariler Hakkında Kanun çerçevesinde oluşturulan, 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklal Mehakimi Kanunu ile yeniden örgüt- lenen ve fiilen 1927’ye yasal olarak da 1949’a kadar varlığını sürdüren İstiklal Mahkemelerinin siyasete müdahale etmediğini ve siyaset yapmadığını kim iddia edebilir? Açıkçası Türkiye’de yargının siyasetle ilişkisi sürekli var olmuştur. Yargı sürekli siyasal iktidar ile iç içe olmuş, siyasal kararların altına imza atmış ve kendisini siyaseti belirleme pozisyonunda görmüştür. Bunun en bariz örneği, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ve bu süreçte hukukçuların ve yargı bürokratlarının tavrıdır. Ahmet Turan Alkan Zaman’daki köşesinde “1950 ile 1960 arasında hukuk fakültelerinde okuyan bir fikir adamının” şöyle bir hatırasına yer veriyordu: “50'li yıllarda gördüğümüz ve yaşadığımız siyasi muhalefetin iktisadi, sosyal, fikrî, ideolojik bir boyutu yoktu; muhalefet sadece hukuki bir platformda ve özellikle üniversitelerin hukuk fakültelerinde, hukuk profesörleri tarafından verilen mütalaalarla sürdürülüyordu. O günlerde gazete muhabirleri sektirmeden hukuk fakültelerinde, devrin meşhur hukuk profesörlerinin derslerine girer, ders esnasında verilen hükûmetin icraatını hukuk nokta-i nazarından eleştiren sözleri haber yapar ve manşetlere taşırlardı. Siyasi muhalefet ise bu tarzda mütalaaların peşine takılarak hükûmeti eleştirirdi; böylece bütün siyasi muhalefet hukuk eksenine bağlanır, hükûmetin siyasi, toplumsal, iktisadi icraatını eleştiren bir zenginlik göstermezdi.” Fakat aynı Hukuk profesörlerinin bir çoğunun 1961 Anayasasını hazırlayacak komisyonda yer almak için yarıştığı, MBK’ne şirin gözükecek öneriler hazırladığı da tarihi bir gerçektir. Nail Kubalı’nın Orgeneral Cemal Gürsel ve MBK üyeleri için “vatansever, idealist, liberal ve memlekete gerçek demokrasi ve hukuk nizamı kurabilecek azimde insanlar. Onlarla tanışmaktan iftihar duyduk" ifadelerini kullandığı da malumdur. Benzer bir biçimde ibreti alem mesabesindeki bir diğer “siyaset dışı” kalma örneğini ise ihtilal olduğunda Yargıtay üyesi olan Amil Artus’un Milliyet Gazetesi arşivinde yer alan 1987 yılı nüshalarından izlenebilir. Cemal Paşa’ya “Emre- dersiniz Paşam” cümleleri ile hitap eden Artus’un şu cümlelerine dikkat çekmek istiyorum: “Ertesi gün birkaç arkadaş Paşa’nın odasında toplandık. Durumu tekrar görüştük. Öğleye doğru benim Adalet Bakanlığı’na asaleten, Devlet Bakanlığı’na da vekaleten atandığıma ilişkin yazıyı tebliğ ettiler. Paşa’ya veda ederken bana aynen: “İlk aşamada senden üç şey istiyorum Birincisi Demokrat Parti’yi kapattıracaksın. İkincisi, adi suçlar için bir af kanunu çıkartacaksın. Üçüncüsü, Yassıada duruşmalarını bir an evvel başlatacaksın.” (22 Mayıs 1987 tarihli Milliyet Gazetesi) Amil Artus aynı zamanda 28 Mayıs sabahı Ankara’ya çağrılan hukukçularla birlikte “ihtilale meşruluk!” sağlayacak bildirinin hazırlayıcıları arasında yer almıştır. Bu ekipte yer alan hukukçulardan Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın 27 Mayıs darbesini “meşru bir hakkın kullanılması” olarak tanımladığı, aynı ekipteki hukukçulardan Prof. Nail Kubalı’nın darbecilere “anayasa da dahil olmak üzere” tüm mevzuatta istedikleri değişiklikleri yapabileceklerine ilişkin fetva verdiğini hiç unutmamak gerek. Aynı dönemde ceza hukuku ordinaryüsü Sulhi Dönmezer’in ceza hukukunun en temel hükümlerinden birisi olan işlendiği dönemde suç olarak tanımlanmayan bir eylemin, daha sonra çıkartılan kanunlar neticesinde cezalandırılmaması gerektiğine ilişkin ilkeyi bilmediğini mi düşünmeliyiz. Acaba Dönmezer’in, ihtilal sonrasında ihtilalcilerin talepleri doğrultusunda "ceza kanunlarının sanık aleyhine nasıl geriye doğru yürütülebileceğine" ilişkin meşhur fetvasına ne demeli? Dönmezer’in kararının hukuki bir karar/mütalaa olduğunu kim iddia edebilir? Maalesef tüm bu hukukçular 27 Mayıs darbesinden önce siyasal iktidarın yargıdan ve hukuktan el çekmesi gerektiğini, “siyasetin yargıyı kuşattığı”nı iddia ediyorlardı. Eğer tarih tekerrür eden bir olaylar zinciri ise bugün aynı ifadeleri zikreden hukukçuların yarın nasıl davranacaklarını tahmin etmek hiç de güç olmasa gerek. Darbe sonrasında Yassıada Mahkemelerinin oluşumu ve bu mahke- melerin verdiği kararların siyasete müdahale olmadığını hangi vicdan sahibi iddia edebilir. Burada görev yapan ve sanıklara olmadık hakaretlerde bulunan, onlara sürekli “düşükler” diye hitap eden yargı bürokratlarının siyasi karar vermediklerini kim iddia edebilir? Daha kurulur kurulmaz ilk verdiği kararlardan birisinin Cumhuriyet Halk Partisi’nin çıkarlarını korumak olan Anayasa Mahkemesi’nin dünden bugüne verdiği kararlarda siyasetin alanına müdahale etmediğini ve siyaset yapmadığını kim iddia edebilir? (Bilindiği üzere Anayasa Mahkemesi kurulduktan sonra ilk verdiği kararlardan birisi 1953 yılında çıkartılan ve tek parti döneminde kamulaştırıldıktan sonra Hazineye devredilmesi gerekirken CHP’ye verilen bazı gayrimenkullerin, bu partiden alınarak asıl sahibi olan Hazineye devrine dair kanunu iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi hem siyasete müdahale edip bir siyasi partiyi korumuş, hem asıl koruması gereken Hazine mallarının bir siyasi partiye verilmesi yönünde tartışmalı bir karar vermiş ve hem de teknik olarak süre açısından bakamayacağı bir davayı görmüştür.) Anayasa Mahkemesi’nin kurulduğu günden itibaren bir yargı organından çok, kendisini siyasetin ve siyasetçilerin üstünde tanımlayan bir konumda olmadığını, siyaseti yönlendirmek istediğini ve açıkça siyaset yaptığını kim inkar edebilir? Veya Adalet ve Kalkınma Partisi için açılan kapatma davasını açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kullandığı, Anayasa Mahkemesi’nin de gerekçeli kararında yer verdiği “Türkiye’deki laiklik uygulamasının kimi Batı ülkelerindeki laiklik uygulamalarından farklı olması gerektiği, İslam dini ile Hıristiyanlık dini arasında benzerlik olmadığından hareketle Türkiye’de Avrupa’daki gibi muhafazakâr partilerin kurulamayacağı, din ve vicdan özgürlüğünün kullanılmasına ilişkin olarak sınırsız bir din hürriyeti ve bağımsız bir dinî örgütlenme anlayışının ülkemiz için tehlikeli olacağı” gibi ifadelerin Türkiye’de siyasal alanı belirleme iddiasında olmadığını Yassıada Mahkemelerinin verdiği kararların siyasete müdahale olmadığını, sanıklara sürekli “düşükler” diye hitap eden yargı bürokratlarının siyasi karar vermediklerini hangi vicdan sahibi iddia edebilir. İlk verdiği kararlardan birisi, CHP’nin çıkarlarını korumak olan Anayasa Mahkemesi’nin dünden bugüne verdiği kararlarda siyaset yapmadığını kim söyleyebilir? kim ileri sürebilir? Maalesef Türkiye’de yargı kendisini sürekli siyasetin üstünde görüp, siyaseti kendisine bağlı bir kamu kurumu olarak görmekte ve siyasetin diğer tüm bürokratlar gibi yargı bürokratları üzerinde etkin olabileceğini kabullenememektedir. Yargı kendisini siyasetin önünü tıkamakla görevli bir kurum olarak görmeye devam etmektedir. Hatta kendi sınıfsal çıkarlarının gerektirdiği biçimde siyaset yapmakta, bunun dışındaki siyaset tarzı ve siyasetçilerini de sürekli kendi çizdiği sınırlar içinde kalmaya zorlamaktadır. Yargı Bürokratları ve Darbeciler El Ele Vesayetçi Demokrasiye Demokratik seçimlerin “irticacıları ve düşük halk kitlelerini iktidar” yaptığını düşünen “devletlüler”, bunun yeniden yaşanmaması için 1961 Anayasası ile sağlam duvarlar örmüşlerdir. 1961 Anayasası Türk siyasal hayatı için önemli bir turnusol kağıdı işlevi görNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 13 Yargı Reformu müştür. Darbe yapan silahlı bürokratların kendilerine en yakın olarak kimi hissettiklerini anlamak için 1961 Anayasasına bakmak yeterlidir. D a r b e y i yapan Milli Birlik Komitesi’nin hazırlattığı Anayasa metninde halkın temsilcilerinin nasıl karar mekanizmalarından dışlanacağı ve demokratik sürecin işleyişine nasıl vesayet uygulanacağına ilişkin önemli ipuçları söz konusudur. Bu anayasada üç aşamalı bir vesayet mekanizması getirilmiştir. Bunlardan bir tanesi, halkın temsilci seçebildiği yegane organ olan TBMM’nin etkinliğini ortadan kaldırmaktır. Bunun için atılan ilk adım 1924 Anayasasında egemenliğin kullanıcısına ilişkin hükmünün yeni anayasaya aktarılış biçimidir. 1924 Anayasasında kayıtsız şartsız sahibi olan Türk milletinin, egemenliği sadece TBMM aracılığıyla kullanacağına ilişkin hüküm, yeni anayasada değiştirilmiştir. 1961 Anayasası Türk milletinin egemenliği “yetkili organlar aracılığıyla” kullanacağını belirtmiş ve TBMM’nin bu “yetkili organlar”dan sadece bir tanesi olduğu hükmünü getirmiştir. Bu açıkça bir irade göstergesidir. Açık ve demokratik seçimlerle oluşturulmaya başlanan TBMM’ye artık halkın gerçek temsilcileri girmeye başlamıştır. Ya demokratik seçimlerden vazgeçmek ya da bunun önüne geçecek düzenlemeler yapmak gereklidir. Demokratik seçimlerden vazgeçmek göze alınamayacağına göre atılabilecek ilk adım, halkın temsilcilerinin egemenliğin yegane kullanıcısı olma misyonunun elinden alınmasıdır. Türkiye’de yasamanın et1. Star, 28 Şubat 2010 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 kinliğine vurulmuş en önemli darbe bu ifadedir. TBMM’nin etkinliği ve oluşumu ile ilgili atılan ikinci önemli adım, TBMM’nin iki kanatlı hale getirilmesidir. Meclisin bir kanadını oluşturan ve tamamı halk tarafından seçilen temsilcileri gerektiğinde dizginleyecek bir mekanizma olarak Cumhuriyet Senatosu oluşturulmuştur. Ki bu Senato, Millet Meclisi’ne oranla daha “seçkin” bir zümre olarak tasarlanmıştır. Mesela tamamının yüksek öğrenim yapmış ve kırk yaşını tamamlamış kişilerden oluşması prensibi getirilmiştir. Ayrıca seçilmişleri dengelemek üzere atanmış üyelere de yer verilmiştir. İhtilali yapan Milli Birlik Komitesi üyeleri Cumhuriyet Senatosu’nun ömür boyu çalışacak doğal üyeleri olarak kabul edilmiş, Cumhurbaşkanına onbeş Senatör atama hakkı tanınmıştır. Tedbir açıkça seçilmişlerin etkisini dizginlemek ve dengelemek amacına yöneliktir. 1961 Anayasasında seçilmişlerin üstünlüğünü denetlemek amacıyla alınan vesayetçi tedbirlerden ikincisi ise, alınan bütün tedbirlere rağmen yasama organından geçen kararları denetlemek üzere, oluşturulan Anayasa Mahkemesidir. Anayasa Mahkemesi kurulduğu günden itibaren, Batı demokrasilerindeki temel hak ve hürriyetlerin güvencesi olma misyonu ile hiç ilgisi olmayan bir biçimde, yasama organı üzerinde bir denetleme ve vesayet aracı olarak çalışmıştır. 1961 Anayasasının vesayet anlamında getirdiği bir başka kurum ise, yü- rütmenin yetkili ve sorumlu kanadını, yani Bakanlar Kurulunu etkilemek ve kontrol altında tutmak için icat edilen Milli Güvenlik Kuruludur. Ki yine hatırlanacağı üzere, 15 Ekim 1961 seçimlerinde DP geleneğini temsil eden üç siyasi partinin (AP, YTP ve CKMP) toplamda yüzde 60 (AP: yüzde 34, YTP: yüzde 13 ve CKMP: yüzde 13) oy alarak 450 kişilik Millet Meclisinde 277 üyelik almasına rağmen koalisyon hükümeti kurmalarına izin verilmemiş; yine bu partilerin Ali Fuat Başgil’i cumhurbaşkanı seçme yönündeki çabaları da bu vesayetçi kurumlar tarafından engellenmiştir. Aynı vesayetçi gelenek maalesef 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında yapılan anayasa değişiklikleri ile etkisini artırmış, 1982 Anayasası ile doruk noktasına ulaşmıştır. Bugün tartıştığımız sorunların temelinde, halka güvenmeyen bu vesayetçi algının anayasa geleneğimize ve hukuk sistemimize yerleşmiş olmasının katkısı büyüktür. Son Söz Yargı bağımsızlığı ifadesi Türkiye’de vesayetçi demokrasinin taraftarlarınca sürekli yargı bürokratlarının üstünlüğü ve dokunulmazlığı biçiminde yorumlanmakta ve topluma dikte edilmektedir. Bu vehamet derecesinde yanlış bir algıdır. Bu yanlış algının sonucu, Türkiye’de yargının hem yasamayı ve hem de yürütmeyi kendi kontrolüne alması gibi tuhaf ve hukuk devleti ilkesiyle asla bağdaşmayacak bir sonucu kendiliğinden doğurmaktadır. Sonuç ne mi? Tıpkı Yargıtay Başkanı’nın altını çizdiği gibi: güçler ayrılığı şart. Evet Sayın Başkan, arabesk bir parça sözü gibi olacak ama ayrılık acı da olsa hayatın bir gerçeği. Sizin için zor ve acı dolu da olsa, güçler ayrılığı şart. O yüzden yargı bürokratları kendileri dışındaki iki gücün yasama ve yürütmenin yakasından bir an önce düşmeli ve kendi erkleriyle yetinmeyi öğrenmeliler. Bunu başarabilecek zeka ve anlayışa sahip olduklarından eminim. SDE Uzmanı* Hangi Adalet Mülkün Temelidir? Yaşadığımız küreselleşme ve paralel ultra-modernleşme süreçleri çerçevesinde disiplinlerarası yaklaşımlar entelektüel birer fantazi değil insanı, sosyalliğini kısacası yaşamı daha iyi anlamak ve anlamlandırmak adına ortaya çıkarken hukuku siyasetten, siyaseti ekonomiden, ekonomiyi ilahiyattan hatta daha da ileri giderek fiziği sanattan arındırmak ne mümkündür? Doç. Dr. Murat ÇEMREK* Adalet mülkün temelidir” ifadesini Türkiye’deki yargı ile ilgili bütün kurumlarda ve metinlerde görmek olasıdır. Ama buradaki adalet-mülk ilişkisini temelden bir sorgulamaya tabii tutmamız gerekmektedir. Başlıktaki kombinezonda oluşturulan sorular da bunu belirtmek için ortaya konuldu zaten. Soruları Atilla İlhanvarî toparlarsak hangi adalet, hangi mülkün, hangi temelidir? Hukukçu olmadığım için yargı konusunda bilgimin oldukça sınırlı olduğunu belirtmem gerek. Buna rağmen, ne zaman hukuk, yargı ve/ya adalet konusu açılsa aklıma ilk gelen üç isim ve maruz kaldıkları muamele ruhumu acıtıyor. Ailevî nedenlerle yaşı büyük yazdırıldığı halde gerçek yaşının tespiti için istediği halde kemik tahlili yapılması engellenen ve 12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrası kurulan Güvenlik Konseyi’nce onaylanan idam kararı dünya çapında yürütülen “İdamı Engelleyelim! Erdal Eren idam edilemez” kampanyasına rağmen 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilen Erdal Eren. 28 Mart 2000’de Adana Cumhuriyet Savcısı iken, 12 Eylül 1980 askerî darbesini gerçekleştiren dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren hakkında “darbe yapmak” suçundan iddianame tanzim edince önce açığa alınan sonra da meslekten ihraç edilerek avukatlık yapma hakkı da elinden alınan Sacit Kayasu. 2005 Şemdinli Olayları ile ilgili iddianamesinde, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı Diyarbakır 7. Kolordu Komutanı iken “suç işlemek için örgüt kurmak”la nitelendirince, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) 20 Nisan 2006’daki kararıyla meslekten ihraç edilen ve yine avukatlık yapma hakkı elinden alınan dönemin Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya. Bunun ötesinde aklıma gelenler, 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Karargâhı’ndaki irtica brifinglerine katılmak üzere otobüslerle taşınan yüksek yargı mensupları ile “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı,” “hukukun üstünlüğü,” ve “ihkak-ı hak” gibi temel kavramlar ile Abdurrahim Karakoç’un “Hakim Beğ” şiiri. Listeyi elbette dinsel hukuk çerçevesinde şeriatten engizisyon mahkemelerine ve sekülerleşmesi sürecine kadar uzatmak mümkün ama ben bu kadarını bu kısa ve meslekten olmayan (layman) biri için yeterli buluyorum. Türkiye’de askerî darbelerle restore edilen ve böylece bir sonraki darbeye kadar pekiştirildiği umulan resmî ideoloji, yargı bürokrasisi de dâhil olmak üzere tüm kamu görevlilerini Cumhuriyet ile özdeşleştirmiştir. O yüzden müdde-i-umumiden Cumhuriyet Savcısı’na kavramsal geçiş bir zihniyetin dönüşümünü de gayet güzel örneklendirmektedir. Bundan dolayı yargının tarafsızlığından bahsederken Türkiye özelinde bu tarafsızlık, evrensel hukuk normlarından ziyade ulusal karakteri daha ağır bastığından Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevi ile taraflanmıştır. Bu minvalde yargının bağımsızlığı da aynı tarafsızlığı gibi “Türkiye’nin özel şartları” nedeniyle taraf olunan görevlere bağlanmıştır. Bundan hareketle, hukukun üstünlüğü de ancak hukukçular hangi konumda bulunurlarsa bulunsunlar bu görevi yerine getirdiklerinde, üstün olan hukuka NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 15 Yargı Reformu Türkiye’de çokça dillendirilen “hukukun siyasallaşması” sanki bir kirlenmeden hatta mundarlaşmadan bahsedilir gibi bir aşağılama şeklinde ifade edilmektedir. Sanki öyle bir hava verilmektedir ki; siyaset doğası gereği pistir ve hukuku da pisletmesini önlemek için her ne pahasına olursa olsun hukukun siyasallaşması önlenmelidir. erişilmesiyle mümkün olacaktır. Yasa Fetişizmi Osmanlı-Türk modern-leşmesinde her sorunu yasa ile çözmek gibi bir yasa fetişizmi ortaya çıkmıştır. Bunda selefi olan dinsel hukuk sistemi ve gerektiğinde sul-tanın kanun yapma yetkisine yapılan göndermenin etkisi büyüktür. Her meseleyi kanun, kanun hükmünde kararname ve yönetmelik gibi düzenlemelere bağlamak, bir tür şark kur- 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 nazlığı ile kendi yazdığı kitaba uydurmak ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bu gelişmenin en önemli negatif etkisi, hukukun insanın sosyal ve kurumsal ilişkilerini değişimi de göz önüne alarak düzenlemeye namzet teknik bir mekanizmanın mevzuatçılık tuzağına düşerek statüko ile özdeşleşmesidir. Bir diğer sorun ise, kamu hizmetlerinin tekel olarak sunulanlarında rekabetin yaşanmamasından dolayı ortaya çıkan rehavettir. Aslında ekonominin temel kurallarından tekel piyasalarda, mal ya da hizmet üreticisi nasıl ürün sunarsa sunsun tüketileceği gerçeğinden hareketle ürünün kalitesi sorgulanır olmaktan çıkmaktadır. Küreselleşen dünya ile anakroniklik arz eden ulus-devletlerin sunduğu güvenlik ve yargı hizmetleri ne dediğimizi gayet iyi anlatmaktadır. Türkiye’de çokça dillendirilen “hukukun siyasallaşması” sanki bir kirlenmeden hatta mundarlaşmadan bahsedilir gibi bir aşağılama şeklinde ifade edilmektedir. Sanki öyle bir hava verilmektedir ki; siyaset doğası gereği pistir ve hukuku da pisletmesini önlemek için her ne pahasına olursa olsun hukukun siyasallaşması önlenmelidir. Hâlbuki hukuk, doğası gereği menfaatler arasında hak dağıtıcılığı yapabilmek adına eşyanın tabiatı gereği siyasal olmak durumundadır. Öte yan-dan siyaset, insan için ister bireysel anlam-da ister toplumsal anlamda hayata içkin bir fenomendir. Aristotelyen anlamda siyasal hayvan (zoon politikon) olan insanı ve onun edimlerinden olan hukuku, siyasetten arî kılmaya çalışmak bir paradoksu mümkün kılmaya çalışmak kadar şizofrenik bir tutumdur. Çünkü hukuku siyasetten arındırmaya çalışmak aynen “siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınmak” gibi siyasetten sakınan ama gayet siyasal bir tavırdır. Kaldı ki; bu talebi dillendirenler yargı mekanizmasını siyasetin müdahalesinden koruma isteklerinde kendi siyasetlerini oluşturduklarını gözlerden kaçırmaktadırlar. Böyle bir tutum içinde olanlara acaba siyaseti hu- kuktan arındırmak, bağımsız kılmak gibi bir öneride bulunsak, tutumlarının negatif olacağını tahmin etmek zor olmasa gerekir. Zaten siyasetin hukukileşmesini önlemek, hukuksal bir ifade ile siyaseti kaba güce yani “orman kanunu”na indirgemek olacaktır ve bu da insanlığın bütün kazanımlarını çöpe atmaktır. Diğer yandan, yaşadığımız küreselleşme ve paralel ultra-modernleşme süreçleri çerçevesinde disiplinlerarası yaklaşımlar entelektüel birer fantazi değil insanı, sosyalliğini kısacası yaşamı daha iyi anlamak ve anlamlandırmak adına ortaya çıkarken hukuku siyasetten, siyaseti ekonomiden, ekonomiyi ilahiyattan hatta daha da ileri giderek fiziği sanattan arındırmak ne mümkündür? Dahası, demokratik toplumlarda siyaseti şeffaf kılan siyasetçilerin seçimler vesilesi ile iktidardaki değişimleri olduğu kadar yaptıkları tüm icraatlarını kamuoyu önünde hesap verecek şekilde düzenlemeleri gereğidir. Seçimler zaten yapılan icraatların bir nevi dört ya da beş yılda bir karne ile değerlendirilmesidir. İşte seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğü bundan dolayı demokratik toplumların temelini oluşturur. İçinden geçmekte olduğumuz yargıya dair tartışmaların siyasal boyutu söylem düzeyindeki karartmalara rağmen hiç olmadığı kadar berrak bir şekilde ortadadır. Bu tartışmaların da zaten Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratik konsolidasyonunu daha da içselleştirmesi ile yakından ilişkilidir. Türkiye’deki statükodan en çok iktidar olanağı yakalayan kurumların iktidar olanaklarını bir çırpıda paylaşıma açmalarını beklemek zaten safdillilik olacaktır. Tüm yazı boyunca bahsettiğimiz de siyasetin temelde bir iktidar mücadelesi olduğunu gözden kaçırmamak içindir. SDE Uzmanı* Gerginliğe Değecek Bir Yargı Reformu Yapılmalı Açık ve tecrübeyle sabit olan bir durum vardır ki, o da yarım yamalak bir reform çabası dahi statükonun ciddi bir direnciyle karşılaşacaktır. Dahası, bu dirence rağmen yüksek yargı organlarının teşkil edilmesinde seçilmiş kişi ve organların üye seçmesinde yapılacak sınırlı bir artış, bugün yargıdan kaynaklanan sorunlardan hiçbirini çözmeye yetmeyecektir. Doç. Dr. Bekir Berat Özipek* D ünyanın hiçbir yerinde, demokrasiye giden yol dikensiz bir gül bahçesinden geçmemiştir. Ayrıcalıklı konumlarını korumaya çalışan, sahip oldukları ekonomik ve siyasi gücü toplumun geri kalanıyla paylaşmaya yanaşmayan zümre ve sınıflar, demokrasiye geçiş çabalarını engellemeye çalışmışlardır. Toplumsal değişimi fark edemeyen veya onun anlamını kavrayamayan, bu yüzden de ayrıcalıklarını koruyan hukuki ve siyasi sistemi ve onun ideolojisini olduğu gibi korumak isteyen sınıf ve zümreler, genellikle sahip olduklarını bir devrimle toptan yitirirken, yeni toplumsal durumun farkında olanlar, iktidarı yeni gelişen toplumsal güçlerle paylaşmaya gönülsüzce de olsa razı olmuşlar ve demokrasiye geçişin yolunu açmaya katkıda bulun- muşlardır; ki istikrarlı demokrasiler asıl onlardır. Yargı Sorununun Ekonomi Politiği Türkiye de yaklaşık 60 yıldır bir geçiş sürecinin sıkıntılarını yaşıyor. Son yarım yüzyılın siyasi tarihinin çalkantılarla dolu olması ve gerginliklerin bir türlü gazete manşetlerinden düşmemesi, bu geçiş sürecinin bir türlü sonuçlandırılamamasından kaynaklanıyor. Kazım Berzeg’in “Eski Sınıf” olarak adlandırdığı ayrıcalıklı zümre direniyor. Adeta periyodik olarak her on yılda bir yaşadığımız darbe ve muhtıraların, “ülkeyi kurtarmak için” kendi kendilerine misyon biçen muhteris bürokratlarca kurulan cuntaların ve bunun için önce ülkeyi kurtarılacak hale getirmeye yönelik karanlık eylem planlarının anlamı budur. Son günlerde yargı ile ilgili olarak yaşadığımız gerilimleri de bu geçiş döneminin özgül bir durumunda bulunuşumuzla açıklamak mümkün görünmektedir. Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in resmen deklare edilmemiş bir reform projesini peşin olarak mahkum etmesi ve hükümetin yargıyı kuşatmaya çalıştığını ileri sürmesi örneğinde, yüksek yargı organlarının bazı üyelerinin açıkça siyasi tutum almaktan kaçınmamaları, içinde bulunduğumuz özgül durumun göstergelerindendir. Aslında Türkiye’de yargının politik bir işlevi hep olagelmiştir. Ne yazık ki Türkiye’deki yargı erki esas olarak evrensel anlamıyla hukuku değil verili ayrıcalıkları koruma amaçlı dizayn edilmiş ve öyle işlemiştir. Demokratik güçlerin geriletildiği ve dolayısıyla bu ayrıcalıklar düzenine NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 17 Yapılması gereken açıktır: Evrensel örneklerine uygun biçimde yüksek yargıyı demokratik meşruluğa kavuşturmak; onu demokratik hukuk devletlerinde olduğu gibi, seçilmiş üyelerden oluşturmak... yönelik ciddi bir tehdidin söz konusu olmadığı dönemlerde, yargının bu politik işlevi görece gizlenebilmiş; ve en azından biçimsel meşruluğun sınırlarının aşılmamasına özen gösterilmiştir. Kuşkusuz bu dönemlerde bile yüksek yargı organlarının adli yıl açılış törenlerine veya gerekçeli kararlara yansıyan ideolojik tutum ve söylemleri, çoğu kez bu biçimsel meşruluk kaygısının dahi sınırlarını zorlamıştır. Ancak yargının, 28 Şubat Brifingleri örneğinde kritik dönemlerde görünürlük kazanan politik işlevi, hiçbir zaman son yıllarda olduğu kadar aleni ve çarpıcı hale gelmemiştir. Bugünkü Sorunun Özgül Niteliği İçinde bulunduğumuz dönemin özgül niteliği, özellikle AB Süreci ile başlayan demokratikleşme çabalarının ilk kez “müesses nizam”ı dönüştürme potansiyeliyle ve demokrasinin ulaşılabilir bir hedef olarak belirginleşmesiyle ilgili görünmektedir. Bu anlamda Eski Sınıf, ayrıcalıklarının bağlı olduğu statükonun değişmesi kaygısını hissetmesi ölçüsünde katılaşmakta ve “normal zamanlarda” korumaya çalıştığı objektiflik görüntüsünü bütünüyle kaybetmeyi göze alma pahasına, bir siyasi aktör olarak açıkça tutum almaktan kaçınmamaktadır. İşte bu durum, hem reformu çok daha yakıcı bir ihtiyaç haline getirmekte, hem de onun için elverişli bir ortamı sağlamaktadır. Yargının siyasi mücadeleye açıkça müdahale etmesi anlamına gelen tutum ve söylemleri, aslında onun politize 18 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 halini görmeye en uzak çevrelerin dahi görebileceği bir vasat oluşturmakta, kapsamlı bir reformun gerekliliğine ilişkin son kuşkuları da gidermeye yaramaktadır. Aynı şekilde bazı yüksek yargı organlarının üyelerinin ideolojik yüzlerini teşhir eden yaklaşım ve demeçleri ile Gerçeker’in ileri sürdüğünün tam aksine yasamayı ve yürütmeyi kuşatma anlamına gelen kararları, öteden beri çeşitli gerekçeler ileri sürerek reformu erteleyen hükümeti de adım atmaya zorlamaktadır; ki bu da reform iradesine -sözkonusu demeç ve tutumları sergileyenlerin hiçbir biçimde arzulamayacakları- bir katkı anlamına gelmektedir. Yakın tarih göstermektedir ki hükümet statüko tarafından köşeye sıkıştırılmadıkça reforma fazlaca arzulu görünmemektedir. Dolayısıyla yargının bu aşırı politize durumunun ve yasama ve yürütmeye ait yetkileri adım adım aşındırarak kendisine maletmeye ilişkin yayılmacı tavrının, aslında TBMM’ye ve hükümete reform dışında bir seçenek bırakmaması anlamında olumlu bir boyutu olduğundan bile söz edilebilir. Ancak bu süreçte evrensel anlam ve içeriğiyle demokratik bir düzenin tesisi, bu kapsamda yargı erkinin de demokratik meşruluğa kavuşturulması açısından en önemli risk, statükocu güçlerin “gerilim”, “uzlaşma” veya “kurumlar arası mutabakat” söylemleriyle yasama ve yürütmeyi anlamlı bir reformdan alıkoymaları olacaktır. Başka bir ifadeyle risk, reform iradesini ve dolayısıyla reformun kapsamını sulandır(t)mak, böylece toplumu, yaşanacak onca gerilimin meyvelerini devşirmekten mahrum etmektir. Yargı Reformunu Bekleyen Tehlike Yargı reformunda bu risk daha somut olarak nedir? Bu risk, demokratik süreçlerden bağımsız biçimde kendi kendisini seçen, kendi kendisini atayan, HSYK’nın Yargıtay ve Danıştay’ı; bu ikisinin de HSYK’yı belirlemesi örneğinde atanmış ağırlıklı yapının ancak kısmen değiştirilmesidir. Siyasi iradenin “şimdilik” Yargı Reformu bu değişikliklerle yetinmesi yönündeki telkinlere kapılması tehlikesidir. Oysa açık ve tecrübeyle sabit olan bir durum vardır ki, o da böyle yarım yamalak bir reform çabası dahi statükonun ciddi bir direnciyle karşılaşacaktır. Dahası, bu dirence rağmen yüksek yargı organlarının teşkil edilmesinde seçilmiş kişi ve organların üye seçmesinde yapılacak sınırlı bir artış, bugün yargıdan kaynaklanan sorunlardan hiçbirini çözmeye yetmeyecektir. Yapılması gereken açıktır: Evrensel örneklerine uygun biçimde yüksek yargıyı demokratik meşruluğa kavuşturmak; onu demokratik hukuk devletlerinde olduğu gibi, seçilmiş üyelerden oluşturmak. Daha somut ifade etmek gerekirse, üye kompozisyonu ve işlevleri bakımından halkın seçtiği parlamento, hükümet ve cumhurbaşkanının belirleyiciliğine dayalı bir sisteme geçmek. Bunun için çok özel veya olağanüstü bir çalışmaya gerek yoktur; herhangi bir köklü demokrasinin yargı sistemini olduğu gibi almak yeterlidir. Evet, demokrasiye giden yol bu ülkede de dikensiz değildir ve cumhurbaşkanını halkın seçmesine ilişkin kazanımda olduğu gibi dikenler canımızı yakacaktır. Kısacası gerilim kaçınılmazdır; zaten vardır ve reform tasarısı gündeme geldiğinde daha da artacaktır. O gün geldiğinde, yüksek yargıdan ve hükümetin içinden birileri, reformu sulandırmaya yönelik değişiklikler yapılması durumunda uzlaşma olacağına veya gerginliğin azalacağına ilişkin telkinlerle reform iradesini köreltmeye çalışacaklardır. Yakın geçmişin tecrübelerini göz önüne alanlar, bunun çıkmaz bir yol, hatta belki de tuzak olduğunu anlamalıdır. Mademki gerilim her halükarda kaçınılmazdır, o halde gerilirken veya gerilmişken demokratikleşmeyi başaralım. Bunu başardığımızda, “oligarşi”den demokrasiye geçişin önündeki en büyük engellerden biri aşılmış olacaktır. SDE Uzmanı* Yargıyı Adalete Çekmek Merkeziyetçi modern ulus/devlet yapıları içinde yargının bir devlet erki olarak görülmesi adalet işlevi bakımından peşinen potansiyel bir sorun oluşturmaktadır. Çünkü adaletin odağında güç değil, hak olmalıdır. Burada yanıltıcı noktalardan birisi genel ahlak ilkelerinden farklı olarak hukukun fiziksel yaptırıma dayanması ve bu sözkonusu yaptırımın devletçe gerçekleştirilebilirliğidir. Doç. Dr. Mustafa AYDIN* T oplumlarda bütün kurumlar önemlidir. Ama özellikle adalet ve güvenliğin apayrı bir yeri vardır. Hatta sağlık ve eğitim, adalet ve güvenlikten sonra gelmektedir. Çünkü bunların meydana getirdiği aksamaları bir biçimde telafi imkânı vardır. Ama adalet ve güvenlik, toplumsal düzen sorunuyla ilgili olduğu için her zaman telafi imkânı olmayabilir. Bu iki sosyal fonksiyonun aksadığı yerde toplum huzursuz olur, mutlak ihtiyaç duyulan denge bozulur. Çünkü burada ciddi bir yapısal sorun sözkonusudur. Adalet ve güvenliğin gerçekleştirilmesinin dünden bu güne farklı yolları ola gelmişse de günümüzde güvenlik asker ve polis gibi diğer kolluk kuvvetleriyle, adalet ise yargı teşkilatıyla yerine getirilmeye çalışılmaktadır. Ama ne yazık ki ülkemizin değişik sorun alanlarının başında hukuk ve güvenlik, bir başka ifadeyle yargı ve asker ile ilgili sorunlar gelmektedir. Demokratik açılım olarak nitelendirilen süreçte siyasi irade bir taraftan askeri darbeci cunta yapısından, diğer taraftan antidemokratik bir oligarşik yargı örgütlenmesinden çıkmanın yollarını aramaktadır. Gerçekten de yazımızın konusu olarak düşündüğümüz yargı sorunu son günlerde ülkenin en önemli gündem maddelerinden birisini oluşturmaktadır. Yani adaleti gerçekleştirebilmesi için yargının yeniden biçimlendirilmesi üzerinde durulmaktadır. Bugün Türkiye’de yargı sorunu genelde iki boyutta ele alınmaktadır. Bunlar: 1) Normatif düzenlemeler ve 2) Demokrasi dışı örgütsel hukuk oligarşisinin topluma açılımıdır. Şüphesiz bunların başında hukuk alanındaki normatif düzenlemeler gelmektedir. Sivil bir anayasanın, bütünüyle yapılamadığında da bazı önemli maddelerin değiştirilmesi; adli, idari, askeri yargı konusunda ciddi düzenlemelerin yapılması bunların başında gelmektedir. İkincisi Türkiye’nin yeniden yapılanması, medeni bir toplum olması önündeki engellerin kaldırılması noktasındaki girişimleri kapsamaktadır. Yargıda Merkeziyetçilik ve Doğurduğu Sorunlar Normatif alanda yapılması gerekenler doğrudan hukuk alanında uzman kişilerin işidir ki Stratejik Düşünce Enstitüsünün düzenlediği yargı reformu sempozyumunda işin bizzat uzmanlarınca ortaya gayet somut öneriler konulmuş ve hazırlanan raNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 19 ları gönüllerince biçimlendirmeleri, bu yürütmeye uymayanlar için dilediklerince yaptırımlar uygulamaları hem hak hem de müktesepleriydi. Yani her haliyle cahil gördükleri halk katlarının üstünde vesayet imtiyazı en önemli hakları idi. por, ilgili mercilere ulaştırılmıştır. Onun için biz burada daha çok demokratik açılım bağlamındaki sorunlarla ilgilenmek istiyoruz. Diğer kurumsal alanlarda olduğu gibi bu yazımızda sözkonusu edeceğimiz yargı sorununun odağında da merkeziyetçi yapılanma ve ondan nemalanan bir örgütleniş ve devlete nispet edilen bir ideolojik oluşum yer almaktadır. Şüphesiz Türkiye önemli bir değişim süreci içindedir. Bu süreç, kabaca bir dönemlerin kendi içine katlanmış merkeziyetçi ulus devlet yapılanmasının aşılması ve dünyanın geldiği yere göre daha iyi, daha ileri ve daha bir insanca yaşama şartlarını kapsamaktadır. Bu sözkonusu yapı, 18. yüzyıl aydınlanma felsefesinden kısmen yararlanmış olsa bile, pratikte daha çok 19. yüzyıl kameralist sosyal politik dünya görüşünün bir uygulamasıdır. Kameralizme göre yönetim sadece seçkinlerin bir imtiyazı değildi. Ellerinin altındaki halk kitlelerini yaptıkları programlar çerçevesinde sevk ve idare etmeleri, on20 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Kameralist yapılanma bağlamında merkezi tutan seçkinler toplumsal hayatın tüm alanlarını planlayıp programladılar: Vatandaşın, ailesinde kaç çocuk sahibi olabileceğinden neye ne kadar inanacağına, nasıl davranacağından nerede ve neyi giyeceğine kadar her şey onların bilebileceği ve buyuracağı bir işti ve dolayısıyla vatandaşın inisiyatifine bırakılamazdı. Burada kurumsal yapılar seçkinci inisiyatifinde ve bir noktada dizayn edilip toplum geneline karşı merkezi bir konumlandırma gerçekleşince otoriter veya totaliter denen, ama sonuç itibariyle, söylemde dilden pek düşürülmeyen demokrasiyle bağdaşması mümkün olmayan siyasi yapılar gerçekleştirildi. Otoriterliğin temel esprisine uygun olarak tüm kurumlar bir biçimde toplumu baskı ve denetim altında tutmada rol üstlendiler. Bu yapılar sırtlarını silahlı kuvvetlere dayadılar ama özellikle iki kurumu homojenleştirici olarak kullandılar ki bunlardan birisi eğitim, diğeri hukuk kurumuydu. Adalet, Siyasal Erk İşi Değil, Sosyal Olgudur Burada konumuz olan hukuk kendi bağlamında ve tarihsel bir işlev olarak adaleti gerçekleştirmenin ötesinde topulumu bir biçimlendirme aracıydı. Demokrasinin gereği olarak ilkece kuvvetler ayırımının olduğu var sayılan ülkelerde bile tarihin biç bir döneminde olmadığı haliyle yargı örgütü mutlak bir devlet erkiydi. Seçkinci iradeye bir toplumsal ortak çıkıp temsilde bir anlaşmazlık çıkmadığı sürece yukarıda bir sorun gözükmüyordu. Hâlbuki yargı, merkeziyetçi modern devlet bağlamında yargı devletin güçlerinden birisini temsil ediyordu. Halbuki yargının asıl amacı adaleti gerçekleştirmektir. İşin gerçeği din, kutsalı; siyaset gücü, ekonomi kazancı esas alır, yargının amacı adalettir. Bir resmi örgüt işlevi olarak vurgulandıkça bu işlevden uzaklaşma kaydedilebilir. Çünkü denetim altında tutulamayan ve bir güç birikimini ifa eden örgüt kendi varlığını bir amaç haline getirip bunu bir meşrulaştırma ideolojisiyle devam ettirmeye eğilimlidir. Bizde de sonuç itibariyle bu olmuştur. Burada sorun, halk inisiyatifinin ortaya çıkmasında kendini gösterdi. Seçimle gelen yönetici kesim, zorunlu olarak, halk iradesine eğilim gösterince sorun daha bir görünür hale geldi. Farklı kurumlar merkeziyetçi bir tavırla sistemin sahipliğine soyundular. Öyle ki kurumların halk iradesi üzerindeki inisiyatifi, özgürlükçü bilinen 1962 anayasasıyla iyiden pekiştirildi. Atananlara seçilenler üzerinde etkinlik hakkı tanındı, sistem onlara emanet edildi. Burada en etkin kurumlardan birisi yüksek yargı organlarıydı. Gerçekten de yüksek yargı organları, son zamanlarda dozajı gittikçe artan bir oranda hukukiliğin ötesinde, kendi alanını aşan bir yetki kullanımına girdiler. Burada demokratik ortamların bir gereği olarak kabul edilen kuvvetler ayırımı da rahatlıkla ihlal edilebilmektedir. Çünkü bu tür ortamlarda yürütme genel toplumsal inisiyatife dayanması nedeniyle merkeziyet dışı ve dolayısıyla da başta hukuk olmak üzere diğerleri tarafından denetim altında tutulması gerekli bir alan olarak görülebilmektedir. Parti kapatma ve yürütme organlarını bir tehdit altında tutma, böylesi bir sürecin ürünüdür. Toplumun gittikçe uyanışı, esasen başından beri milli iradenin mecliste yansıma bulması, devlet yapısı içinde beliren bir demokratik açılım iradesi, kurumsal yapılarda da her geçen gün önemli değişimlere sebep olmaktadır. TRT, YÖK gibi kurumlardaki yeni yapılanmaların yanında Ergenekon davasıyla birlikte silahlı kuvvetlerdeki darbeci cunta yapılanmaları ve onun sivil ayakları tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Seçkinci eksende yer yer işbirliği yapa gelmiş, doğası itibariyle hukuku askıya alan darbecileri desteklemekten çekinmemiş olan yargının üst örgütsel yapısı daha bir uç noktada tavırlar sergilemekten çekinmemektedir. Nereden bakarsak bakalım bu gün tartışılmakta olan ve geniş bir kamuoyunun talebi haline gelen yargı reformu gereği de buradan doğmaktadır. Yani yargı reformu, toplumca istenen açılımın en önemli alanlarından birisini oluşturmaktadır. Yargı Reformuna Direnişler ve Sebepleri Tabii ki bu sürece karşı başta üst yargı organlarının kendisi başta olmak üzere direnenler vardır. Türkiye’de yargı teşkilatı bazı modern kavramları yalınlaştırıp bağlamlarının ötesinde anlamlar yükleyerek toplum dışı bir metatoplumsal devlet ideolojisi üreterek direncini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Buna göre bir anayasa değişikliği ya da yasal düzenleme bir rejim değiştirme girişimidir. Yüksek yargıçlarımız antidemokratik konumlarını böylece sürdürebileceklerini düşünmekte, kendi varlıklarıyla sistemin bekasını rahatlıkla özdeşleştirebilmektedirler. Hukuk üzerine bizzat bazı hukukçuların kullandığı dilin hukuksal değil siyasal olduğu dikkat çekmektedir. 70 milyonun gözünün içine bakarak, ne bu meclisin ve hatta ve ne de bu toplumun, iradesi ve oyu ile ne anayasa ve ne de ciddi yasal değişiklikler yapamayacağını söyleyebilmektedirler. Bunlara göre Anayasa denen metin bir toplumsal sözleşme değil, bir darbe yasasıdır. Bütün medeni toplumların anayasalarının dayanağı olun kurucu irade bizde toplum değil, askeri ya da sivil cuntadır. Yargı alanındaki yeni düzenlemelere karşı şüphesiz yargı dışında direnen daha başka kesimler de vardır ki bunun tipik örneklerinden birisi CHP’dir. Kendini toplumdan aldığı referanstan çok, gizil iktidar araçlarıyla eşleştiren bu kesimler de genelde gizil iktidarları kaldırma, hak ve özgürlüklerle ilgili, toplumun önünü açma bağlamındaki yasal- anayasal değişiklikleri kendi elinden alınmış haklar olarak görmekte ve karşı çıkmaktadır. Mesela bu çerçevede CHP nasıl ve hangi türden olursa olsun her türlü yargı değişikliğini kendisiyle özdeşleştirdiği sistem dışı bir girişim saymakta ve komşu kapısı haline getirdiği Anayasa Mahkemesine götüreceğini söylemektedir. Yani toplumun da onun iradesini temsil eden meclisin de gösterebileceği bir etkinlik ona göre peşinen sistem dışı bir iştir. Öyle ki yapılabilecek herhangi bir yargı değişikliğini anayasa bağlamında bir ihlal suçu olarak görmekte, 2. maddede yer alan demokratik, laik, sosyal ve hukuk ilkelerinden birisinin değiştirilmesi olarak görebilmektedir. Bu basit mantığa göre başörtüsünü serbest kılan bir değişiklik anayasanın laiklik ilkesinin, yargı ile ilgili bir düzenleme hukuk ilkesinin, topluma insiyatif veren bir açılım sosyallik ilkesinin değiştirilmesidir ve bu bir anayasal suçtur. Aslında buna göre çıkarılan her yasa tabi bu mantığa göre sistem, toplum dışı veya üstü bir şeydir. Aynı mantıktan hareketle diyebiliriz ki toplumun beklentisi de bir seçkinci yapı tarafından onun dışında tutulmaya çalışılan sisteme katılmak ve ona ortak olmaktır. Yargının amacı yönetme bağlamında kararlar vermek veya yürütmeye karşı alternatifler üretmek değil, adaleti sağlamaktır. Yürüyen süreçteki hak ihlallerine yasal çerçevede müdahale etmektir. Burada yargının bağlamı adalettir. Vakıa adaletin dışında güncel hayatta ve hatta hiç de olumlu olmayan bir anlamda da yargıdan söz edilebilir. Peşin yargı bunun tipik bir örneğidir. Adalet bağlamında yargı için gerekli ilk ve temel ilke tarafsızlıktır ve onu bağımsızlık izlemelidir. Tarafsızlığın olmadığı yerde adaletten söz edilemez. Bağımsızlık onun arkasından gelmesi gerekli bir ilkedir. Taraflı ama bağımsız bir yargı sistemi kadar tehlikeli bir adalet sistemi olamaz. Bir tercih yapmak gerekirse, bağımsız ama yanlı bir yargı sistemi, bağımlı ama tarafsız bir sistemden daha kötüdür. Bu durum Kameralizme göre yönetim sadece seçkinlerin bir imtiyazı değildi. Ellerinin altındaki halk kitlelerini yaptıkları programlar çerçevesinde sevk ve idare etmeleri, onları gönüllerince biçimlendirmeleri, bu yürütmeye uymayanlar için dilediklerince yaptırımlar uygulamaları hem hak hem de müktesepleriydi. Yani her haliyle cahil gördükleri halk katlarının üstünde vesayet imtiyazı en önemli hakları idi. açık oylama ve gizli sayımla işleyen seçim sistemine benzer. Yargı ile ilgili düzenlemeler bu ilkenin iyi işlemesini göz önünde bulundurmalıdır. Ne yazık ki yukarıda da belirtildiği üzere merkeziyetçi modern ulus/devlet yapıları içinde yargının bir devlet erki olarak görülmesi adalet işlevi bakımından peşinen potansiyel bir sorun oluşturmaktadır. Çünkü adaletin odağında güç değil, hak olmalıdır. Burada yanıltıcı noktalardan birisi genel ahlak ilkelerinden farklı olarak hukukun fiziksel yaptırıma dayanması ve bu söz konusu yaptırımın devletçe gerçekleştirilebilirliğidir. Yargı sistemini devletin dışında düşünemeyişimiz de buradan kaynaklanmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki ne adalet bütünüyle yargısal bir iştir ve ne de yargı bütünüyle fiziksel yaptırımlara dayanır. Ne var ki bu gün yargı sistemi, merkeziyetçi bir mantık olgusuna bağlı NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 21 Analiz Adalet olgusu bütünüyle bir yargı sistemine indirgenmiş, yargı ise tüm sosyal hakemlikleri ortadan kaldıracak şekilde tekelleştirilmiştir. olarak hem bütün sorunları tekelinde toplamakta hem de diğer kurumlardan daha farklı olarak pek çok alana müdahil olmaktadır. İşin içine örgütsellik de katıldığı zaman kendi alanında ve diğer kurumlarla olan ilişkilerinde sorunlar yaşanmakta ve bu sorun ciddi bir anayasa sorunu olarak önümüzde durmaktadır. Yeni ve sivil bir anayasa ortaya koymadan kurumlar arası çelişkilerin giderilmesi mümkün gözükmemektedir. Ne var ki göründüğü kadarıyla, bütünüyle bir anayasa değişikliği yapılmayacak. Ortalama bir düzine kadar maddenin değiştirilmesiyle yetinilecektir. Herhalde bunların önemli bir kısmı da yargı ile ilgili olacak, ama bu düzenlemeler kurumların konumlarını belirlemede yeterli olmayabilecektir. Kaldı ki yetki alanlarını aşmayı göze alabilmiş yüksek yargı organlarının mesela kendi yapılarını sınırlandıran düzenlemeleri yok sayma gibi bir girişimde bulunabilecekleri göz ardı edilmemelidir. Mesela Anayasa Mahkemesinin, başörtüsünü serbest kılan ve mahkemenin, aradığı biçimsel şartları taşıyan anayasa değişikliğini esastan bozma girişimi bir anayasa ihlali, tipik bir hukuksuzluk örneğidir. Açılım sürecinde mutlaka yapılması gereken yasal düzenlemeler konusunda aynı durumun yaşanmaması için hiçbir sebep yoktur. Bu kadar açık ihlaller ve hatta yetki gaspı denebilecek davranışlar karşısında toplumun en üst temsilcisi olan Meclis temsil ettiği milli iradeye sahip çıkmalı, bu kadar açık yetki taşmasını geçersiz saymalıdır. 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Yargının Başka Sorunları Var Bu gün Türkiye’de yargının diğer pek çok kurumsal yapıda olduğundan daha fazlasıyla sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar yukarıda bahsedildiği şekliyle yalnızca merkezi örgütsel yapının demokratik bir ortamdaki konumlanışından ve dolayısıyla da yer yer toplumsal beklentilerle çelişmesinden ibaret değildir. Bunun dışında adalet sürecinin işleyişine ilişkin ciddi sorunlar vardır. Yargı sisteminin bizzat kendisinin aşırı biçimde merkezileştirilmesi bu sorunlardan bir kısmının kaynağını oluşturmaktadır. Bu hükmü örneklendirmek gerekirse mesela adalet olgusu bütünüyle bir yargı sistemine indirgenmiş, yargı ise tüm sosyal hakemlikleri ortadan kaldıracak şekilde tekelleştirilmiştir. Bu gün yargıya kadar giden yolda hiçbir ön adalet sistemi bulunmamakta ve her türlü sorun, bir biçimde hâkimin önüne çıkmaktadır. Bu ise nereden bakarsak bakalım adalet sistemini, dayandığı sırığı aşmaya çalışan sarmaşık misali başladığı noktaya geri dönmektedir. Her geçen gün kabaran ama vaktinde ele alınamayan dosyalar gittikçe sorun haline gelmektedir. Hâlbuki adaletle ilgili önemli ilkelerden birisi vaktinde gerçekleşmesidir. Meşhur sözdür, geciken adalet, adalet değildir. Diğer taraftan modern ulus yapılanmasındaki aşırı merkeziyetçi mantık zaman içerisinde vatandaşı da gittikçe sarıp sarmalamakta, her türlü sorunun mahkemede çözülebileceğine ilişkin bir kanaat uyandırmakta, bu zihniyet her geçen gün derinleşip pekişmektedir. Aile içi davranışlardan komşuluk ilişkilerine kadar karşılıklı konuşup anlaşılabilecek nice sorun yargı önünde çözülmeye çalışılmaktadır. Unutulmamalıdır ki bu gelişme her haliyle bir sorundur ve hele hukuku daha çok işin içine sokma işi kesinlikle bir medeni toplum göstergesi değildir. Sadece bir karşılaştırma olarak belirtmek gerekirse Türkiye’nin iki katı nüfusa sahip olan Japonya’da yargı sisteminde çalışan hukukçu sayısı- nın Türkiye’nin beşte biri civarında olması düşündürücüdür. Bu sorun şüphesiz yalnızca bir yargı sorunu değil, kapsamlı bir sistem sorunu, bir sosyal hukuki yapı sorunudur. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi tartışılmakta olan yargı sorunlarının farklı düzeyleri vardır ki normatif düzenlemeler bunun başında gelmektedir. Anayasal ve yasal düzenlemeleri kapsayan öneriler çoğu kere yasama sürecinin bizzat kendisiyle ilgilidir. Özellikle yüksek yargı organlarının örgütleniş biçimi, askeri ve sivil yargı kararlarının denetimi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Şüphesiz bunlar öncelikle olması gereken şeylerdir. Ancak yargı sorunları bütün olarak düşünüldüğünde bizzat yargı aşamasına gelmeden de üzerinde durulması gerekli sorunlar vardır. Şüphesiz bunlardan birisi hukukçu yetiştirme işidir. Bu çerçevede hukuki bilgi donanımından küreselleşen dünyada insan hakları algısı, bir tarafı psikolojik adalet duygusunun pekiştirilmesi gibi bizzat hukukçuya ait yapısal sorunlardan söz edilebilir. Bir diğer önemli sorun yargı sistemini daha bir adalete çekecek ve hızlandıracak mekanizmaların geliştirilebilmesi gereğidir ki bunların başında vatandaşın sağlıklı bir hukuk bilincine ulaştırılması, hukuktan nerede ve nasıl yararlanabileceği konusunda aydınlatılması gelmektedir. Yine belirtildiği üzere sorunların yargıya uzanan sürecinde iyi düzenlenmiş bir hakem sistemiyle hem yargının yükü hafifletilmeli hem de daha kısa bir yoldan adaletin gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. Sonuç olarak denebilir ki yargı, ülkenin öncelikli sorunların birisidir ve mutlak bir reformunu gerekli kılmaktadır. Ancak sorunlar yalnızca yargı sürecinin bazı normatif düzenlemeleriyle sınırlı değildir. Alanın yegâne işlevi olan adaletin sağlıklı biçimde gerçekleşmesi için işe öncesi ve sonrasıyla bakmak gerekmektedir. SDE Uzmanı* Toplumsal Talepler Yargı Reformunu Zorunlu Kılıyor Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ* Bir kimsenin yargı mensubu olması onun hiç yanlış yapmayacağı, suç işlemeyeceği, yaptıklarından sorumlu olmayacağı anlamına mı gelmektedir? Sonra yapılan bir eylemden dolayı örneğin sivil mahkemede hüküm giyenlerin aynı dava ile ilgili olarak askeri mahkemede berat etmelerini nasıl yorumlayacağız? B elirli bir tarihi dönemin sosyo-politik, ekonomik, kültürel vb. şartları içerisinde ortaya çıkan hukuk sistemlerinin en önemli problemi, ortaya çıktıkları dönemin şartlarının ideal dönem olarak mutlaklaştırılmasıyla dondurulmaları, varlığı inkar edilemeyen sosyal değişim olgusu ve toplumsal talepler karşısında sistemi korumak adına tamamen menfi bir tavır sergilemeleridir. Bu durum şüphesiz belirli bir dönemin ideolojik bir bakış açısıyla algılanmasını, statükoculuğu, değişime karşı direnmeyi, hukuk sisteminin ve ona doğrudan veya dolaylı olarak bağlı devlet kurumlarının kendisini yenileyememesini, toplumsal talepler karşısında duyarsız kalmayı beraberinde getirir. Böyle bir durumda artık mevcut sistem, adaleti ikame etmenin, hak ve hürriyetleri koruyup geliştirmenin, insan ve toplum problemlerini çözmenin bir mekanizması/aracı olmaktan çıkmış, her şeyin üzerinde kutsanan, amaç hale getirilen, dokunulamayan, değiştirilmesi teklif bile edilemeyen bir tabu haline getirilmiştir. Hukuk sistemi kendisine hayat veren felsefesini ve ruhunu kaybetmiş, insan ve toplum gerçeğinden bağımsız hale gelmiştir. Böyle bir durumda hukuk sisteminin/devletin insan ve toplum için değil; insan ve toplumun hukuk sistemi/devlet için var olduğu şeklindeki bir kanaat zihinleri esir almıştır. Bu tip bir anlayış zemininde artık sözkonusu sistemin kurum ve yargıçlarına da mevcut statükonun korunması amacına matuf olarak kuralcılığı öne çıkarmak gibi, içi boşaltılmış kuralları dayatarak toplumsal talepleri bastırmaya çalışmak gibi bir fonksiyon icra etme görevi düşer. Hak ve Hukuk Hak kelimesinin çoğulu olan hukuk, doğrudan haklarla, hakların gerçekleştirilmesiyle bağlantılıdır. Hukuk, batıl olanın zıttı, doğru ve gerçek anlamına gelen Arapça “hak” kelimesinin çoğuludur. Hukukla adalet arasında yakın bir ilişki vardır. Hukuk, her hak sahibine hakkının verilmesi, adaletin ikame edilmesini gerektirir. Adalet ise hakkı yerine koymayı, eşitlik ve dengenin gözetilmesini, doğru hüküm ve eylemi gerektirir. Adalet (el-Adl), Allah’ın isimlerinden biridir. Allah adildir ve Kur’an’da da insanlara adaleti emreder.1 Benzer mesajları daha farklı üsluplarla Eski ve Yeni Ahit’te de bulmak mümkündür. Hukuk, özünde insan fıtratıyla, asli maslahatlarla, temel hak ve hürriyetlerle, evrensel ahlâk ilkeleriyle köklü bir ilişki içerisindedir. İnsanın insan olarak sahip olduğu asli hak ve hürriyetlere saygı gösterilmesi, insan onuruna saygı gösterilmesidir. Felsefenin en önde gelen şahsiyetleri hukukun anlam ve mahiyeti üzerinde benzer ve ortak görüşlere sahiptir. Eflatun’a göre devlet, büyütülmüş olan insandır, mükemmel bir uzviyettir; adalet ise en yüksek fazilettir. Aristo’ya göre de kanunların muhtevası adalettir. Adalet prensibi müsavattır.2 Emmanuel Kant da hukuku tarif ederken hürriyet mefhumunu en yüksek ahlaki kıymet olarak teyit etmiştir. Kant’ın hukuk anlayışına göre insan hürriyetine saygı gösterilmeli, insana bir alet veya nesne olarak değil, fakat bizatihi gaye olarak bakılıp muamele edilmelidir. Kant’a göre hürriyet doğal bir haktır.3 Filozofluğu yanında hukuk adamlığı ile de bütün dünyada haklı bir şöhretin sahibi İbn-i Rüşd’e göre de felsefe ve hukuk ahlaktan bağımsız olamaz. Ahlakla felsefe ve hukuk arasında ayrılmaz bir bütünlük mevcuttur. DolayıNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 23 sı ile hem filozoflar hem de hukuk adamları karar ve eylemlerinde adil olmak durumundadır. Adaletsiz hüküm hem felsefeye hem de hukuka büyük zarar verir.4 Böylece Hukuk, devlet kanunlarının ve yönetmeliklerinin üzerinde onları aşan bir boyuta sahiptir. Hukukun ana prensip ve kaideleri hiçbir zaman için değişmez. Bir ülkedeki kanun ve yönetmeliklerin hukukun evrensel ilkeleriyle örtüşmesi, o kanun ve yönetmeliklerin istikrarı için olması gereken ideal durumdur.5 Haklar, hukuk sistemlerinin varlık sebebidir. Hakları itibara almayan, onları yok sayan, bütün amacı hak ve hürriyetlerden, evrensel ilke ve değerlerden kopartılan, içi boşaltılıp ideolojik nesne haline getirilen kuralları, kanun ve yönetmelikleri insan ve topluma dayatmak olan bir sistem, artık adalet dağıtmak yerine her türlü problemi üretmeye aday konumundadır. Haklar hukukun temelidir. Başta İslamiyet olmak üzere bütün dinlerin teyit edip insanlığın üzerinde ittifak ettiği bu haklar nelerdir? Bunlar temel hak ve hürriyetler dediğimiz hayat hakkı, neslini devam ettirme ve koruma hakkı, mülkiyet hakkı, düşünme ve düşüncesini ifade edebilme, inanma ve inandığını yaşayabilme hakkı, seyahat etme hakkı, eğitim hakkı, seçme ve seçilme hakkı gibi haklardır. Bu haklar, “canın korunması, aklın korunması, dinin korunması, malın korunması, neslin korunması” şeklinde ifade edilen, hukuk prensiplerinin de üzerlerine oturduğu en temel maslahatlarla doğrudan bağlantılı haklardır. Bu hakların insanları çatışmaya sürüklemeksizin, birinin hakkını diğerine feda etmeksizin eşitlik ve adalet prensiplerinden hareketle denge içerisinde gerçekleştirilmesi hukuk sistemlerinin amacı olmak durumundadır. Bütün bu temel hakların yanında, yine onlarla bağlantılı olarak insanın kendi çalışmasıyla, liyakat ve tecrübe kazanmasıyla elde ettiği diğer birtakım haklar da vardır. İnsanın emeğinin, çalışma ve tecrübesinin karşılığını alması, özlük haklarının korunması da anayasa 24 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 ve kanunlar tarafından kabul edilip teminat altına alınması gerekir. İnsan hakları konusu artık sadece bir iç hukuk meselesi olarak ele alınıp değerlendirilemez. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi konusu anayasa ve kanunlardan da öncelikli bir konuma sahip olarak gelişmiş ve demokrasi ile yönetilen bütün ülkelerde devlet kurumlarının teşekkülünde ve hukuk sistemlerinin organizasyonunda mihenk taşı haline gelmiştir. Çok boyutlu mahiyete sahip sosyal, politik, ekonomik, hukuki ve kültürel problemler, toplumsal gerçeklerin, ihtiyaç ve taleplerin göz ardı edilmesiyle sadece masa başı projeler ve yasal düzenlemelerle çözülebilecek bir konumda değildir. Tarih, Medeniyet, Toplumsal Kurumlar ve Hukuk Sistemleri Tarih, medeniyet, toplumsal kurumlar ve hukuk sistemleri insan toplulukları için söz konusudur. Hayvanlar için bir medeniyetin varlığından, din, kültür, ahlak, hukuk, bilim ve teknolojiden bahsetmek mümkün değildir. Evrensel mahiyete sahip bu müessese ve olgular ancak insan toplumlarına özgüdür. Dini inkâr etmek veya yok saymak dinolgusunuortadankaldıramayacağı gibi, temel hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi, teminat altına alınması bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği en doğal ve meşru bir taleptir. Kant’ın da işaret ettiği gibi evrensel olan şey, bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği talep ve yasaları ifade eder.6 Bu haklar doğal olarak hukuk metinlerinden bağımsız olarak zaten mevcuttur. Bu u hakların anayasa metinlerinde nlerinde yazılı olarak yer alıp almamaları, onların hayata geçirilmeirilmeerçeklerinin ve gerçekerinin leştirilmelerinin önünde bir engel ngel oluşturamaz.. Anayasalar insanın doğumundan itibaren sahip olduğu bu haklarınn teminatı olmak durumundadırlar. Bu hakların birtakım anayasalarda açıkça yazmaması veya görülmek istenmemesi veya Türkiye’de olduğu gibi anayasa metninde ifade edilen hakların sübjektif yorum ve değerlendirmeler üzerinden ilga edilip asıl hukuk metninin devre dışı bırakılması onları ortadan kaldırmaz. Devlet kurumlarının ve hukuk adamlarının alabildiğine politize olduğu, ideolojik dayatmaların aklın, mantığın ve vicdanın önüne geçtiği ortamlarda hukuksuzluğun hukuk, hukukun da hukuksuzluk kılıfına sokulabilmesi mümkün olabilmektedir. Ancak şu var ki, toplumun hak ve hürriyetler üzerinden meşru taleplerine direnen veya onları görmezlikten gelen anayasalar ve kurumlar, sonuçta hukuk ihlallerine, güvensizliğe ve toplumsal krizlere neden olmalarından dolayı değer ve meşruiyetlerini kaybetmek durumuyla karşı karşıya kalabilirler. Bir hukuk sistemi, insanlığın üzerine ittifak ettiği olguları ve evrensel değerleri, toplumun ihtiyaç ve taleplerini, sosyal değişim ve gelişim süreçlerini görüp izlemek, sözkonusu süreçler açısından kendisini yenilemek durumundadır. Sosyal değişim, inkârı mümkün olmayan toplumsal bir olgudur. Değişim toplumun doğal dinamikleri içerisinde meydana gelen bir olgudur. Üretim, mülkiyet, sosyal yapı, inanç ve ideolojiler, adet ve gelenekler, kurumlar, bilim ve teknoloji sosyal değişime konudur. Ekonomik, politik, kültürel, sosyal, eğitim, bilim ve teknoloji alanlarda meydana gelen değişim ve gelişim süreçleri yine binlerce yıldan beri insanlığın değişmeyen asli olgularıyla bağlantılı olarak yeni düşünce ve talepleri gündeme getirebilir. Bütün bu değişim ve gelişmeler karşısında karşıs ka rşıs rş ısın sın ındda da yönetiyön öneettii- İbn-i Rüşd’e göre felsefe ve hukuk ahlaktan bağımsız olamaz. Ahlakla felsefe ve hukuk arasında ayrılmaz bir bütünlük mevcuttur. Dolayısı ile hem filozoflar hem de hukuk adamları karar ve eylemlerinde adil olmak durumundadır. Adaletsiz hüküm hem felsefeye hem de hukuka büyük zarar verir. ci, siyaset önderleri ve bürokratların, hukuk adamı ve yargı mensuplarının “bu talepler örneğin 1940’lı yıllarda veya Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yoktu da şimdi nereden çıktı?” diyerek sosyal değişim ve gelişim süreçlerinde ortaya çıkan yeni durumları görmek istememeleri, fert ve toplumun en meşru taleplerini sisteme karşı tehdit olarak algılayıp reddetmeleri kelimenin gerçek anlamında gerici bir zihniyetin tezahürü olabilir. Kendi içerisinde tutarlı olmayan, sistematik bütünlükten yoksun, ideolojik karakterli, tek taraflı ve keyfi yorumlara kapı açan, çifte standartlı uygulamalara zemin oluşturan ve uzunca bir zamandan beri yamalı bohçaya dönen darbe anayasalarının neden olduğu problemli bir dönemi yaşamaktayız. Hukuk, yargı ve siyasetteki tıkanmaların, devlet içerisindeki çeteleşmelerin, kurumlar arası uyuşmazlıkların, hukuk adına verilen ideolojik ve keyfi kararların, geniş ölçüde hukuk ihlallerinin ve mağduriyetlerin gündeme damgasını vurduğu günümüz ortamında, artık herkes köklü bir anayasa ve yargı reformuna olan ihtiyacın farkındadır. Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada güç kazanıp saygın bir konuma ulaş- ması, ancak iç problemlerini çözmesiyle; barış, tolerans, demokrasi ve karşılıklı anlayış zemininde toplumsal uzlaşıyı sağlamasıyla, devlet ve toplum arasındaki kopukluk, güvensizlik ve yabancılaşmanın giderilmesiyle, içeride güven ve istikrara dayalı huzurlu bir ortamın oluşturmasıyla yakından alakalıdır. Yapılması tasarlanan anayasa ve yargı reformunun, bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde son derece önemli dönüm noktalarından birisini oluşturduğunda şüphe yoktur. Ancak yukarıda belirtilen noktaları hayata geçirecek kapsamlı bir dönüşümün, sadece tek başına yasal ve şekli düzenlemelerle gerçekleştirilemeyeceğinin de farkında olmak gerekmektedir. Sözkonusu reformları fonksiyonel hale getirecek şey, onlara destek sağlayacak toplumsal talebi ortaya çıkaran bir zihniyet dönüşümünün gerçekleştirilmesidir. Meselenin çözümünde siyasi iradenin varlığı kadar, entelektüel taleplerin toplumsal talebe dönüşmesi de önemlidir. Dolayısı ile bu noktada insan unsuru üzerinde yoğunlaşmak, hukuk adamının kalitesini yükseltmek, hukuk bilincini, demokrasi kültürünü, sivil anlayış ve örgütlenmeleri toplumun bütün kesimlerinde yaygınlaştırmak, sivil ve askeri eğitimi ilkokuldan üniversiteye kadar bu hedefler doğrultusunda tekrar düzenlemek büyük önem arz etmektedir. Homojen bir ulus yaratma amacıyla alabildiğine tek tipleştirilmiş bir toplum yaratmaya, farklılıkların düşmanlık gibi gösterilip çatışma kültürünün egemen kılınmaya çalışıldığı, militarist söylemlerin kutsallaştırıldığı, sivil siyaset alanının iyice daraltıldığı, suçluların devlet adına himaye görüp alkışlandığı bir ortamda müspet anlamdaki taleplerin toplumsal zemin bulması neredeyse imkânsız hale gelebilir. Özürlü Darbe Anayasalarından Sivil Anayasaya Dünyanın ve ülkemizin içerisinde bulunduğu şartlar ve gelişmeler dikkate alındığında, hak, hukuk ve hürriyetler açısından özürlü darbe anayasaların- dan sivil anayasaya geçiş yönünde önemli adımların atılmasının zamanı gelmiştir. Toplumun iç dinamikleri ve dünyanın birçok ülkesinde demokrasi yönündeki gelişmeler, bazı çevrelerin isteksizliğine ve engelleme gayretlerine rağmen anayasa ve yargı reformunu bütün bir Türkiye toplumu için ciddi ve vazgeçilmez bir ihtiyaç haline getirmiştir. Artık bu milletin, kendisini toplumdan üstün görüp toplum mühendisliğine soyunan malum çevrelerin kendisine sormadan kendisi hakkında karar vermelerine, her şeyi ile toplumun kaderine hükmetmelerine tahammülü kalmamıştır. Milleti hiçe sayıp dışlayarak belirli bir ideolojik şartlanmadan hareketle alınan birtakım hukuk kararlarının milletle ilişkisinin olmadığı hususunda toplumun büyük çoğunluğu ortak bir kanaati paylaşmaktadır. Millet adına alındığı iddia edilen kararların objektifliği, tarafsızlığı, eşitliği, hakkaniyet ve adaleti yansıtması beklenirdi. Kast sistemi oluşturmaya matuf şekilde toplumu sınıflaştıran, milletin iradesine ipotek koyan, mağduriyetlere neden olan, parlamentoyu devre dışı bırakarak onu sembolik bir konuma indirgeyen, yasama, yürütme ve yargıya doğrudan müdahale edip hukukun önünü tıkayan kararlar hangi milletten onay almıştır? Yargının öncelikleri ve gündemi ile toplumun öncelikleri ve gündemi aynı yerde buluşmuyorsa bunun üzerinde düşünmek gerekir. Sözkonusu kararları alanlar, onlara karşı haklı eleştiri ve tepkiler ortaya çıktığında, yargının bağımsız olduğunu seslendirerek siyasetin yargıya müdahale hakkının olmadığı söylemini öne çıkarmaktadırlar. Ancak yargı bağımsızlığı, cumhurbaşkanlığı seçimine antidemokratik yolla açıkça müdahale anlamına gelen 367 kararında olduğu gibi; üniversiteye girişte katsayı eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasına matuf YÖK tarafından yapılan düzenlemenin yürütmesinin durdurulması gibi veya Ergenekon davasına bakmakta olan savcıların yetkisiz kılınması gibi keyfi, tek yönlü ve ideolojik kararların alınmasını, verilen kararların hangi temel hukuk NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 25 Dini inkâr etmek veya yok saymak din olgusunu ortadan kaldıramayacağı gibi, temel hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi, teminat altına alınması bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği en doğal ve meşru bir taleptir. Kant’ın da işaret ettiği gibi evrensel olan şey, bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği talep ve yasaları ifade eder. prensiplerinden hareketle alındığının sorgulanmamasını mı gerektirmektedir? Bir kimsenin yargı mensubu olması onun hiç yanlış yapmayacağı, suç işlemeyeceği, yaptıklarından sorumlu olmayacağı anlamına mı gelmektedir? Sonra yapılan bir eylemden dolayı örneğin sivil mahkemede hüküm giyenlerin aynı dava ile ilgili olarak askeri mahkemede berat etmelerini nasıl yorumlayacağız? Bu tip durumların yaşanmakta olduğu bir ülkede hukukun standart bir zemine oturduğunu söylemek ne kadar mümkün olabilir? Yargı bağımsızlığı yargının tarafsız olmasıyla yakından ilişkilidir. Tarafsız yargı olmadan bağımsız yargı olamaz. Bir ülkede yargı, erkler mücadelesinin tarafı olmamalıdır. Yargı sadece iktidar partisinin karşısında değil, muhalefet partisi ve asker karşısında da bağımsız bir duruş 1. 2. 3. 4. 5. 6. 26 sergilemek durumundadır. Milletin iradesine, kültür ve değerlerine karşı açıkça tavır koyanların, kendilerini ilerici(!) görüp milleti gerici olarak telakki edenlerin, bu ülkeye demokrasiyi layık görmeyenlerin tarafsız oldukları söylenemez. İttihat Terakki komitacılığından beri darbe süreçlerinin damgasını vurduğu bir ülkede sözkonusu süreçlerden beslenip onların dümen suyunda dönenler ne kadar bağımsız ve tarafsız olabilirler? İnandırıcı olmayan söylemler artık bu ülkede toplumun büyük çoğunluğunu (cumhuru) ikna etmeye yetmemektedir. Anayasa ve Yargı Reformu İle İlgili Süreç Başlamıştır Bütün engellere ve dayatmalara rağmen anayasa ve yargı reformu ile ilgili süreç başlamış ve kendi yolunda devam etmektedir. Ancak, yapılması tasarlanan anayasa ve yargı reformunun toplumsal mutabakata dayandırılması; üniversitedeki profesörden ve ordudaki generalden tutunuz da dağdaki çobana kadar herkesin hayatını, gelecek kuşakları yakından ilgilendiren bu olay hakkında toplumun bütün kesimlerinin yeterince aydınlatılması büyük önem arz etmektedir. Devletle milletin buluşmasının yolu böyle bir sürecin sağlıklı olarak devam edip sonuçlanmasından geçmektedir. Anayasanın hazırlanmasında evrensel anlamda bütün insanlığın üzerinde ittifak ettiği hak ve özgürlüklerin esas alınması yanında, onların birtakım yorum ve çarpıtmalarla devre dışı bırakılıp çifte standartlı karar ve uygulamalara zemin oluşturacak müphemliklerden arındırılması da gerekmektedir. Çünkü ne yazık ki ülkemiz, anayasada yer alan en özgürlükçü hukuk maddelerinin bile, yapılan birtakım yorumlarla nasıl en yasakçı maddeler haline dönüştürüldüğünün örnekleriyle doludur. Aslında demokrasilerde ilke olarak yargı organları halkın çoğunluğunun seçimi ile iktidara gelen parlamento üzerinde vesayet kuramaz. Bununla beraber yasama erki parlamentoya ait olsa bile, demokrasilerde hukuka muhalif keyfi karar ve uygulamaları engelleyebileceği düşünülen, dengeleri sağlayacak üst mahkemelere ve denetleme kurullarına da yer verilebilmektedir. Üst mahkeme ve yargı kurullarının demokrasi içerisindeki meşruiyeti, onların alacakları kararların insan haklarının korunması, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin geliştirilmesi doğrultusunda gerçekleşmesiyle mümkün olabilir. Demokrasiyle idare edilen bütün gelişmiş ülkelerde genel kanaat bu doğrultudadır. Bunun tersi düşünülemez. Dolayısı ile ortaya çıkabilecek keyfiliklerin, ideolojik ve politik kadrolaşmaların engellenmesi için sözkonusu üst mahkeme ve yargı kurumlarının demokrasi ile tam bir uyuşum içerisinde olması; teşkilatlanma yöntem ve süreçlerinin, üye seçimlerinin dar bir çerçevede ve fasit bir döngü içerisinde değil, toplum tabanına yayılacak şekilde çok daha geniş bir çerçevede dengelerin gözetilmesiyle gerçekleştirilmesi önemli hale gelmiştir. Ali Kocamaz karikadüş Sonuçta hangi üst mahkeme ve kurullar oluşturulursa oluşturulsun, hukuk, yargı ve siyaset alanındaki problemlerimizin çözümü özgün bir tarih, kültür ve medeniyet bilincinin oluşumu ile, sosyal değişim ve gelişim süreçlerinin takip edilip doğru algılanmasıyla, demokrasinin, adaletin, ahlak ve hukukun evrensel prensiplerinin içselleştirilmesiyle, hukuk ve siyaset alanı dahil her alanda kaliteli insan yetiştirilmesiyle yakından ilgilidir. SDE Uzmanı* Nahl, 16/90. Giorgio Del Vecchio, Hukuk Felsefesi Dersleri, çev. Suat Kemal Yetkin, İstanbul Maarif Matbaası, 1940, s. 24-25; 28-29. Bk. A.g.e., s. 88-89. Bk. Mesut Okumuş, “The Hermeneutics of Ibn Rushd”, Journal of Islamic Research, Vol. 2, No. 2, December 2009, s. 48. Bk. Ali Fuat Başgil, Esas Teşkilat Hukuku, I. Cilt, Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Prensipleri, Baha Matbaası, İstanbul 1960, s. 10. Bk. Mehmet Emin Erişirgil, Kant ve Felsefesi, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 224. STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 27 Anayasa Reformu Anayasa Reformu Önündeki Engeller Bugünkü meclisin anayasada değişiklik yapamayacağını söylemek hukuken kabul edilemez. Ancak Anayasa Mahkemesi yetkisini aşarak hatta adeta kendisini tali kurucu iktidar yerine koyarak fonksiyon gaspında bulunmuştur. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin mutlak denetimini aşmanın bir başka yolu olarak ta halkoylaması düşünülebilir. Doç. Dr. Faruk BİLİR* A Anayasa Reformu nayasa Mahkemesi’nin, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan düzenlemeleri iptal etmesi üzerine anayasada yapılacak değişiklikler bundan böyle Anayasa Mahkemesi’nce denetlenecektir. Mevcut anayasada değişiklik yapılması çalışmaları Anayasa Mahkemesi’nin mutlak denetimi altında olacaktır. Bu durumda anayasada yapılacak kısmî bir değişikliğin dahi, hakkında iptal davası açıldığı takdirde, anayasanın değiştirilemez hükümlerine aykırılığı gerekçesiyle iptal edilmesi ihtimali mümkündür. Dolayısıyla öncelikli olarak geniş çaplı bir anayasa reformunun mecliste bulunan partilerle uzlaşma sonucu yapılmasında fayda vardır. Uzlaşma mümkün olmadığı takdirde, Anayasa Mahkemesi’nin mutlak denetimini ortadan kaldırmanın bi- rinci yolu kurucu meclis oluşturma düşüncesidir. Kurucu meclis oluşturulmasının tek bir yolu yoktur. Ama şu ihtimaller düşünülebilir: 1- Meclisten ayrı bir Anayasa Kurulu, yani kurucu meclis. Seçimle oluşturulabilir, ya da uzmanların ağırlıkta olduğu sivil toplum temsilcileri meslek örgütleri temsilcileri, siyasi parti temsilcileri gibi geniş bir katılımla oluşturulabilir. Bu kurulun oluşum tarzına ilişkin bir kanun çıkarılabilir ve ayrıntılar bu kanunda gösterilebilir. 2-Meclis bir seçim kararı alır ve siyasi partiler, kendilerine oy verilmesi halinde Kurucu Meclis gibi çalışacağını taahhüt ederler. Ülkemiz bakımından, kurucu meclis yetkilerine sahip bir parlamentonun oluşturulması, yeni bir anayasa için gereklidir. Genel seçimler öncesinde yeni anayasa yapma düşüncesi ka- muoyunda çok canlı hale getirilmiş olursa, yapılacak seçimlerle oluşacak parlamentonun yeni bir anayasa yapacağı fikri güçlenmiş olur. Siyasi partiler de seçimden önce temel unsurlarını hazırladıkları birer anayasa taslağı açıklayabilirler. Dolayısıyla bu şekilde oluşturulacak Meclis de kurucu meclis gibi çalışabilir ve asli kuruculuk işlevini yerine getirebilir. Kurucu meclis oluşumuna ilişkin Anayasa’nın 175. maddesinde bir değişiklik de düşünülebilir. Çünkü 175. madde Anayasa’nın nasıl değiştirileceğini öngörmüştür. Anayasa’da Anayasa’nın yenilenmesi ile ilgili bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla 175. maddede kurucu meclis ve bu meclisin oluşumuna ilişkin hükümler öngörülebilir. Kurucu meclis, esas itibarıyla, demokratik siyasi rejimin ihtilal, darbe, iç savaş, bölünme, yabancı işgal NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 29 Anayasa Reformu veya totaliter yönetim gibi, ciddi bir anayasal kesintiye uğradığı durumlarda başvurulan bir yöntemdir. Bu durumlarda yeni anayasayı yapacak meşru bir organ ve meşru usuller mevcut olmadığından, böyle bir yönteme başvurulması zorunludur. Demokratik siyasi hayatın kesintiye uğramadan normal şekilde sürdüğü durumlarda ise, seçilmiş yasama meclisinin, mevcut Anayasa’daki anayasayı değiştirme kurallarına uymak şartıyla, anayasada istediği değişiklikleri yapabilir. 1982 Anayasası da, 4’üncü ve 175’inci maddelerine uyulması şartıyla buna açıkça izin vermiştir1. Dolayısıyla Ülkemizde tamamen demokratik yollarla seçilmiş ve temsil bakımından bir meşruiyet sorunu bulunmayan parlamentonun (yüzde 85 temsil oranı) hukuken yeni bir anayasa yapabileceği gibi bu anayasada geniş kapsamlı değişiklikler de yapabilir. Anayasa Mahkemesi Fonksiyon Gaspında Bulunmuştur Bugünkü meclisin anayasada değişiklik yapamayacağını söylemek hukuken kabul edilemez. Ancak Anayasa Mahkemesi yetkisini aşarak hatta adeta kendisini tali kurucu iktidar yerine koyarak fonksiyon gaspında bulunmuştur. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin mutlak denetimini aşmanın bir başka yolu olarak ta halkoylaması düşünülebilir. Cumhurbaşkanınca onaylanmaksızın halkoylamasına sunulacak bir değişiklik Anayasa Mahkemesi’nce denetlenemeyecektir. Ülkemizde anayasa yargısı alanında düzeltici denetim modeli benimsenmiştir. Yani kanunun onaylama süreci tamamlanarak Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra Anayasa’ya uygunluk denetimi sözkonusudur. Onaylama süreci tamamlanmadan yapılacak bir anayasallık denetimi, sistemi önleyici denetim haline getirecektir. Bu ise 1982 Anayasası tarafından kabul edilen anayasal yargı sistemiyle bağdaşmamaktadır2. 1982 Anayasası Anayasa değişiklikleri için onay aşaması öngörmüştür. TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen Anayasa değişikliği metninin yürürlüğe girebilmesi için onaylanması da gerekmektedir. Anayasa’nın 175. maddesinde, Anayasa değişikliklerini onaylama yetkisi Cumhurbaşkanı ile halk arasında paylaştırılmıştır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının onaylamadığı bir Anayasa değişikliğini halkoylamasına sunması halinde ortada yürürlüğe girmiş bir anayasa değişikliği olmadığı için dava açılamaz. Başka bir ifadeyle Cumhurbaşkanı gerek beşte üçten fazla ancak üçte ikiden az gerekse üçte ikiden fazla oyla kabul edilen anayasa değişikliğini onaylamadan halkoyuna sunması halinde, onaylama Cumhurbaşkanı ile halk arasında paylaşılmaktadır. Bu durumda Anayasa değişikliğine ilişkin onaylama süreci, değişikliğin halkoyu neticesinde kabul edilmesi ile birlikte tamamlanmaktadır. Onaylama süreci tamamlanmaksızın anayasal yargı denetimi mekanizmasının benimsenmesi halinde denetim modeli önleyici denetim olacaktır ki bu da anayasa ile bağdaşmamaktadır. TBMM tarafından kabul edilip Cumhurbaşkanı tarafından halkoylamasına sunulan bir Anayasa değişikliği, hukuken doğmamış bir işlemdir. Sözkonusu anayasa değişikliği, halkoylamasında alacağı oylara göre kabul edilecek veya reddedilecektir. Ancak kabul edilmesiyle birlikte hukuken doğmuş bir düzenleme sözkonusudur. Eğer halkoylamasından önce iptal davası açılır ve sözkonusu anayasa değişikliği halkoylaması sonucu reddedilirse olmayan bir düzenlemeye karşı dava açılmış olur. Halkoylamasına sunulan ve kabul edilen bir anayasa değişikliği konusunda da dava açılmaz. Çünkü halkoylaması sunulan anayasa değişikliğinin kaderi artık münhasıran halkın elindedir, Anayasa Mahkemesi’nin bunu denetlemesi düşünülemez. Ayrıca, halkoylaması sonucu kabul edilen bir anayasa değişikliği kanununa karşı açılan bir iptal davasında Anayasa Mahkemesi’nin neyi denetleyeceği de belirsizdir. Yine halkoylamasının usulüne göre yapılıp yapılmadığı konusunda denetim yetkisi de Yüksek Seçim Kurulu’ndadır3. Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi* 1. ÖZBUDUN, Ergun, Sivil Anayasa Tartışmaları Eleştiriler ve Cevaplar (1), Zaman Gazetesi, 4.12.2007. 2. KÜÇÜK, Adnan, “Sezer Anayasa Mahkemesine Neden İptal Davası Açamaz?”, Yeni Şafak Gazetesi, 19.06.2007. 3. GÖZLER, Kemal, “Halkoylamasına Sunulmak Üzere Resmî Gazetede Yayımlanan Bir Anayasa Değişikliği Kanununa Karşı Anayasa Mahkemesinde İptal Davası Açılabilir Mi?”, http://www.anayasa.gen.tr/anayasa-degisikligi-iptal-davasi.htm.17.03.2010. 30 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Anayasa Reformu mu, Zihniyet Reformu mu? Yüksek Yargı, Yüksek Bürokrasi’ye hep ‘bağımlı’ oldu. Yani hiç ‘tarafsız’ olmadı. Tarafsız olsa, zaten problem olmazdı. Tarafsız(!) yargı, o malum zihniyetin uygulama atölyesine dönüştü. Keza malum zihniyetin siyasal parti ayağı, alenen Yüksek Yargı’yı baskı, tehdit ve şantaj bombardımanına tuttu. Yüksek Yargı cübbeleriyle alkışladı. Hakim (E) Faik TARIMCIOĞLU* G ökten üç elma düşsün. Birisi refah ve kalkınma, diğeri huzur ve güven, öbürü de mucizevi formüller içeren ve tıkır tıkır işleyen bir hukuk düzeni getirsin... Her şey güllük gülistanlık olacak mı? Her şey biter mi? Hayır! Peki niye? O sihirli reçeteleri uygulayan daima muktedir “ZİHNİYET” çok kısa bir müddet sonra, o canım hukuk yapısını acayip bir kuşa döndürür, kendine benzetir de, ondan! Bakın o “zihniyet” neler yaptı? 1876’ da Abdülaziz’in halli ve katli, V. Murat’ın tahtan indirilmesi, 1909’da II. Abdülhamit’in halli, Osmanlı’nın tasfiyesi, 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 tarihin sayfalarını, faili meç- hulleri, provokatif kanlı eylemleri ne yapacağız? şerse, herşey düzelir mi? Hele bir gelsin, “Allah kerim” mi? Bu, muhteşem(!) bayrak yarışını ne ile izah edeceğiz? Bu keskin virajlı ve tehlikeli süreçte topluma musallat olan “hakim zihniyet” nedir? Neden Elli yılda dört despotik darbe, bir sürü darbe teşebbüsleri, demokrasiye müdahale hamleleri, akıllara ziyan kurmay planları, “Balyoz”lar, “Ay Işık”ları, “Kafes”ler vs., bu bitmeyen senfoni? Hayır! İşte her bakımdan “Kürt Açılımı”, “Ermeni Açılımı”, “Alevi Açılımı”, “Roman Açılımı” bana göre, bu demek! Yani, “ZİHNİYET AÇILIMI!” Bunu yapabilir, bütün engellere rağmen, milletçe başarırsak, ne ala, yoksa bu berbat filmleri daha çok seyrederiz. İşte o “ZİHNİYET”in anatomisini önümüze koyduğumuz zaman nasıl bir “Anayasal Sistem” ile yönetildiğimizi görürüz. Niçin patinaj yaptığımız anlarız. Nerede hata yaptık? Nerede hata yapıyoruz? Neye ihtiyacımız var? Sadece sihirli bir ANAYASA’ya mı? O, gökten dü- Peki, bu korkulu, tehlikeli, verimsiz, zararlı, dar menfezlerden, labirentlerden çıkıyor muyuz? Bu, ironik anlamda “Ergenekon”dan çıkış mı? Resneli Niyazi’lerin, İttihat ve Terakki Komitacılığından kurtuluyor muyuz? Despotik yapı çözülüyor mu? Artık gerçekten darbeler döneminin sonuna mı geldi? Türkiye bu “rüşte” ulaştı mı? NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 31 Analiz Son on yılı nazara alırsak, evet! Türkiye’de herşey eskisi gibi değil! Yani, artık değil! Bu bir “Zihniyet” değişimidir. Ve giderek yavaş yavaş yaygınlaşıyor. Köprülerin altından çok sular geçti. Bu suları tersine akıtmak mümkün değil! Kesintiye uğrar mı? Mümkün. Direnme, zaman zaman galebe çalar mı? Muhtemelen. Suyun mecrası değiştirilebilinir mi? Zor ama belki... Ama doğaya galip gelmek, onu yenmek, zorbalığa devam etmek bundan böyle pek mümkün gözükmüyor. Bunun için ne lazım? 1) Sıfırdan, yepyeni bir Anayasa gerek. Bu yapılabilinir mi? Hayır! Sıfır kilometre Anayasa lazım, zaruri ama gerçekçi değil. Daha alınacak çok mesafe var. TBMM ve hükümet tek başına yeterli değil. STK’lar, basın ve medya, bilim kuruluşları, tam kadro buna iman etmeli!. Genel destek, özel destek her ne ise elinden geleni esirgememeli. 2) Bu yeterli mi? Hayır! Yüksek bürokrasi, yüksek yargı, tüm anayasal kuruluşlar, muhalefet partileri, devletin âli menfaatlerinin, devletin bekasının bunda olduğuna inanmalı. Bu hayal mi? Evet! İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Yüksek bürokrasi, yüksek yargı ile beraber, hakim mevkileri, kadim stratejik egemenliği bırakmak istemiyor! Yüksek bürokrasi, 12 Eylül’ü niye yaptı sanıyorsunuz? Bundan böyle zırt pırt darbe yapmayalım, “ayıp oluyor mu?” dediler, kurduğumuz oyun, giydirdiğimiz deli gömleği, Yüksek Yargı ve Cumhurbaşkanı, YÖK gibi kurumlarla devam etsin dedi. Baktı olmuyor, anlamsız, yalan dolan, tamamı düzmece bir 28 Şubat ile “deli gömleğini” “ideolojik” bir kılıfla yeniden sahneledi. İşte o zaman, evdeki hesap çarşıya uymadı ve 1000 yıl sürmesi beklenen “rejim” elek oldu su koyuverdi. Yüksek Yargı’nın sırları, cübbeleriyle, zorlama brifinglerle alkış tutarken, dökülüverdi! Yüksek Yargı, bu zihniyete “Hayır!” deseydi, en azından “Yaşa! Bravo!” demeseydi, bu saçmalıkları yaşamazdık. 32 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 İşte o “sırlar” dökülünce, YARGI üçüncü bir erk olduğunu anladı. “Dejenerasyon”, “rejenerasyona” dönüştü. Bazı kuvvetli hukuki deliller, yargıyı harekete geçirdi. Ve Türkiye’nin gözünü açtı. Millet o zaman gerçeği gördü! Hükümet ne yaparsa yapsın, tek başına bunu başaramazdı! O, kendine düşeni, 28 Nisan’da yaptı. Şapkayı alıp gitmedi. Dik durdu. O bir çorap söküğü idi. Millete çorap örmeyi marifet sayanlar, o hantal ve işlemeyen yargıdan bu refleksi beklemiyorlardı. Yargı, devletin bekçiliğinden vazgeçerek “hukukun üstünlüğü, en azından, “hukuk devleti” kavramlarını hatırladı. Demek ki, YARGI, hukuk devleti ve demokrasi için su kadar hava kadar hayati. Devlete bağımlı olmak, ‘yüksek bürokrasi’ye bağlı olmak anlamına gelmiyor, artık! 3) Duyarlı, bilinçli, boş vermeyen bir toplum, kendi kendini yönetmeye muktedirdir. Ya davulcuya, ya zurnacıya varacağı endişesi tam bir safsatadır. Bühtandır. Yeter ki, “Milletin azim ve kararı” bu yönde olsun. Millet, bu azim ve kararı hep göstermiştir. Yüksek Bürokrasi bunu hep başka kanallara yönlendirmiş, sürekli “Düşman” ilan etmiş, “Öcü” yaratmıştır. Ama yaratılan “korkunun” ecele faydası olmamıştır. Sadece çok ağır bedeller ödenmiştir. Bu “Zihniyetin”, reçetesi ve teşhisi de her zaman yanlıştır. Nobrandır. Örnek: 82 Anayasasında, “yasaklanmış dil” diye ahmakça bir kavram olmasaydı, provokatif ve güdümlü PKK, bu kadar politize mi olurdu? Bu kadar zulüm ve ayrımcılık yapabilir miydi? Yeterli mi? Şimdi, TBMM’ye sunulacak kısmi Anayasa değişikliği sadra şifa olur mu? Yeterli mi? Ehven-i şer mi? Zaman gösterecektir. Ama bu adımlar gereklidir. Olmazsa olmazdır! Yüksek Yargı ve dolayısıyla, bütünüyle YARGI, gerçekten bağımsız olmalıdır. Kime karşı? Herkese, her kuruma karşı! Yargı siyasal iktidarlardan pek etkilenmez. Onu küçümser. Gözü kulağı ‘Yüksek Bürokrasi’dedir. Siyasal iktidarlar onun gözünde hep geçicidir. Bugün vardır, yarın yoktur. Siyasal Partiler, İktidarlar, hemen indirilecek tabelalardır. “Gereği düşünüldü!” dediniz mi, o anlı şanlı davullu zurnalı tabelalar anında iner! Yüksek Bürokrasi ise, “Ebed müddettir”. En azından son elli yıl böyle geçti... Yargı böyle düşündü, ve böyle de oldu. Yüksek Yargı, Yüksek Bürokrasi’ye hep BAĞIMLI oldu. Yani hiç TARAFSIZ olmadı. Tarafsız olsa, zaten problem olmazdı. Tarafsız (!) yargı, o malum zihniyetin uygulama atölyesine dönüştü. Keza malum zihniyetin siyasal parti ayağı, alenen Yüksek Yargı’yı baskı, tehdit ve şantaj bombardımanına tuttu. Yüksek Yargı cübbeleriyle alkışladı. Kararlarıyla hukuka takla atma becerisi gösterdi. Şu mahut 367’yi tarih nasıl açıklayacaklar. Yargı, hem yürütme, hem yasama için fren oldu. Yola, çivi ve mıcır döşedi. Ve o canım yılları böyle kaybettik. 4) Adam gibi yaşamak insan yerine konulmak istiyorsa, millet, şunu düşünmelidir: “Direksiyon, yani yönetim bana geçiyor mu? Geçecek mi? Eğer geçecekse, ben beni yönetenleri daha iyi seçerim. Hele bir iyi yönetmesinler de, görelim!” bunu desin, bu küçülen dünyada darbe marbe heveslisi kalmaz. Kalanlar yargıya gider, geride kalanlarda bu çözüme katılırlar. Zaten milletin, Cumhuriyet’le Laik’le, Cumhuriyet’in kazanımları ile hiçbir problemi yoktur. Gerisi laftır. Aksi bahanedir. Düpedüz yalandır. Gidiş, “zihniyet reformuna” gidiyor. Başarı buna bağlıdır. Yoksa istediğiniz ‘cici anayasa’lar fayda etmez. Büyük zihniyet hegemonyası arıza çıkarmaya devam eder! SDE Yönetim Kurulu Üyesi* Anayasa Paketi: Önemli Ama Eksik Av. Reşat PETEK* YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması olumlu ve önemli bir adım. Bu Anayasa değişikliğini YAŞ kararlarıyla mağdur edilenlere geçmişe yönelik haklarını yargı önünde arama imkanı tanıyacak yasal düzenleme takip etmelidir. Bu kararların önemli bir kısmının dindar subay ve astsubaylara zulme dönüştüğü düşünüldüğünde, ordumuzu inançlı insanlarla barışık hale getirecek önemli bir adım atılmış olacaktır. Anayasa değişiklik paketi şekillenmeye başladı. Değişiklik öngörülen madde başlıklarına baktığımızda oldukça önemli konuların yer aldığını söyleyebiliriz. Ama bu paketin, aylardır tartışılan ve son olarak HSYK’nun yargıya doğrudan müdahale operasyonu ile ele alınması zorunlu ve acil hale gelen değişiklik taleplerinin tamamını içermediği çok önemli eksiklikler olduğunu ifade etmeliyiz. Değişiklik paketinde öne çıkan başlıklar şöyle; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden yapılandırılması, parti kapatmaların zorlaştırılması, kadınlara pozitif ayrımcılık sağlanması, YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması, devlet memurlarına verilen tüm disiplin cezalarına karşı yargıya başvurma hakkı tanınması, yurtdışına çıkma yasağının sadece mahkeme kararı ile verilebilmesi, memurlara sendikal haklar verilmesi, askerlere sivil yargı yolunu açacak anayasal düzenleme, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen maddeye insan haysiyetine dokunulamayacağı kuralının ilavesi, kamu denetçiliğinin kurulması ve Anayasa Mahkemesine kişisel başvuru yolunun açılması. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanmasında darbe anlayışıyla düzenlenen HSYK’nun yapısının yeniden düzenlenmesi, üyelerinin seçim kriterlerinin çoğulcu, katılımcı ve kapsayıcı bir hale dönüştürülmesi son derece önemli. Bu bağlamda üye sayısının artırılarak bütün hakim ve savcıların oylarıyla 8 üyenin seçilecek olması, yargı mensupları arasında yüzde 80 tasvip gören bir düzenleme. Taslağa göre, Yargıtay 3, Danıştay 1, Anayasa Mahkemesi 1, Cumhurbaşkanı 3, TBMM 3 üye seçiyor. Adalet Bakanı ve Müsteşar’ın üyeliği ile toplam 21 üyeli bir kurul oluşacak. Üye sayısının çokluğu ve farklılığı alınacak kararlarda objektifliğin yakalanmasında önemli bir unsur. Bu arada TBMM’nin üye seçmesinin tasarıdan çıkarılmasının gündemde olduğu söyleniyor. Zaten Yargı Reformu Stratejisinin sunumunda bu konu oldukça titrek ve ürkek bir şekilde dile getirilmekteydi. Demokrasiyi ve seçilmişleri bir türlü hazmedemeyenlerin baskıları sonuç mu veriyor dedirten bu gelişmeye umarız ki TBMM izin vermez. Yargının halkla barışık olması, halktan soyut- lanmaması yani demokratikleşmesi birinci derecede göz önünde bulundurulması gerekirken, bu çekingenliği anlamak ve mazur görmekte haklı bir neden göremiyoruz. HSYK tasarıda üç daireden oluşuyor. Atama, nakil ve yetkilendirme işlerine bir daire, terfi ve değerlendirmeye bir daire, disiplin ve soruşturma işlerine de bir daire bakacak. Bir dairenin verdiği kararlara itiraz halinde diğer dairede görüşülecek. Böylece etkin bir itiraz yolunun sağlanması öngörülürken, meslekten ihraç dışındaki kararlarına yargı yolunun yine kapalı olması öngörülmüş. Hemen ifade etmeliyiz ki, idari bir organ olan HSYK’nun kararlarına karşı yargı yolunun tamamen açılmaması, şeffaflık ve saydamlığın sağlanmaması, idarenin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması ilkesinin bir ihlali olarak eleştirilecektir. Yargı yolu tamamen açık olmalıdır. Devlet memurlarına uyarma ve kınama cezalarında bile yargı yolunu açan aynı pakette hakim ve savcıların bu haktan mahrum bırakılmasının hukuki bir izahı olamaz. Paket kendi içinde ilkesiz ve çelişkili hale gelir. NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 33 daha yeni dillendirdi. 367 kararı, 10 ve 42. Madde değişikliklerinde şekil denetimi yerine esastan inceleme yaparak anayasa değişikliğini iptal etmesi son örnekler. Kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek yerine Anayasa maddesini bile iptal eden bir AYM’nin acil reforma ihtiyacı olduğunu 2004 yılından beri AYM Başkanı da dile getiriyor. Üye sayısının artırılması, üyelerin seçilme sistemi, görev süreleri, kararlarına karşı etkin itiraz veya temyiz sisteminin getirilerek, anayasal sınırlar içinde görev yapmasının sağlanması yargı reformunun olmazsa olmaz en acil kısmını oluşturmuyor muydu? Şimdi ne değişti de paketten çıkarıldı? Değişiklik paketinde AYM’ne bireysel başvuru yer alırken, AYM’nin üye sayısını ve daire sayısını artırmadan bireysel başvurulara nasıl cevap vereceğinin düşünülmemesi de, makul ve mantıklı bir izaha muhtaç. Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin kaldırılarak yüksek mahkemelerin tek çatı altında toplanması, askeri mahkemelerin sadece disiplin suçlarına bakan kurullara dönüştürülerek, hukuk önünde asker olma ayrıcalığına son verilmesi niçin gündemde değil, neden tasarıda yok? Bu sorular da cevapsız. Anayasanın geçici 15.maddesinin kaldırılması tasarıya alınarak CHP’nin desteği umuluyorsa, Askeri Yargıtay ve AYİM’nin kaldırılması da CHP’nin önerileri arasında yer alıyor. YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması olumlu ve önemli bir adım. Bu Anayasa değişikliğini YAŞ kararlarıyla mağdur edilenlere geçmişe yönelik haklarını yargı önünde arama imkanı tanıyacak yasal düzenleme takip etmelidir. YAŞ kararlarının önemli bir kısmının dindar olan subay ve astsubaylara zulme dönüştüğü düşünüldüğünde, telafi edilemeyecek bunca zarara rağmen ordumuzu inançlı insanlarla barışık hale getirecek önemli bir adım atılmış olacaktır. 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Anayasa Mahkemesi Yeniden Yapılandırılmalı Genel olarak olumlu gördüğümüz değişiklik paketinde yargı birliğinin sağlanması ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılmasına dair düzenlemenin yer almamasını anlayabilmiş değiliz. Halbuki, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve demokratikleşmenin önünde en önemli engelin mevcut yapısıyla AYM olduğu tartışmasız. Fonksiyon gaspı ile Meclis’in yetki alanına müdahalede bulunduğunun pek çok örneklerini Sayın Başbakan Uzlaşma sağlanması bir mazeret olarak ileri sürülüyorsa, mevcut pakette de bir uzlaşma olmadığı şimdiden belli. CHP kapıları baştan kapatmış. “AYM’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğuna karar verdiği bir parti anayasada hiçbir değişiklik yapamaz, önerilerine kapalıyız” diyor. MHP ise, “erken seçimden sonra yeni Meclis bu düzenlemeleri yapsın” görüşünde. Değişiklik paketi bu haliyle paketçiğe dönüşmüş. Referanduma gideceği kesin olan bu paketin, yargı reformundan beklenen acil ihtiyaçlara cevap verecek tarzda yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini sorumlulara hatırlatmış olalım. Cumhuriyet Başsavcısı (E)* SDE Haber Anayasa Reformu Önündeki Engeller İçin Çözüm Yolları Stratejik Düşünce Enstitüsü bünyesinde “Anayasa Reformu Önündeki Engeller ve Çözüm Yolları“ konulu beyin fırtınası toplantısı düzenlendi. Toplantının açılış konuşmasını SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay gerçekleştirirken moderatörlüğünü ise Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut üstlendi. S tratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) bünyesinde “Anayasa Reformu Önündeki Engeller ve Çözüm Yolları“ konulu beyin fırtınası toplantısı düzenlendi. Toplantının açılış konuşmasını SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay gerçekleştirirken moderatörlüğünü ise Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut üstlendi. Anayasa değişikliğinin ve devamında gerçekleşmesi sözkonusu olan demokratikleşme pratiklerinin tartışıldığı toplantıda sözkonusu anayasa reformu için varolan koşullar değerlendirilirken ne yapılması gerektiği konusunda da görüş bildirildi. Anayasa değişikliğinin yapılması için gerekli koşulların bütün faktörler göz önünde bulundurularak ele alındığı toplantıya Çankaya Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tanel Demirel, Ufuk Üniversitesi Araştırma Görevlisi Taylan Baran, Hacettepe Üniversitesi Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Dr. M. Murat Erdoğan, Çevre ve Orman Bakanlığı Bakan Danışmanı Yaşar Dostbil, Kırklareli Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kudret Bülbül ve Siyaset Bilimci Dr. Murat Yılmaz katıldı. Anayasa değişikliğinin gerekliliğini vurgulayan SDE Başkanı Yasin Aktay, “Bugün gündemde bir anayasa değişikliği var. Biraz gecikmiş bir değişiklik bu ve bu değişikliğin en önemli maddesini yargı reformu oluşturuyor bildiğiniz gibi, ama bunun sadece yargı reformu ile sınırlı kalmaması gerekiyor. Yargı reformu ile ilgili daha doğrusu anayasa değişikliği ile ilgili gündemdeki en önemli sorulardan birisi şuanki meclis bunu yapar mı, yapmaz mı? Ancak esas sorun bu meclisin böyle bir şeyi yapma meşruiyeti var mı? Bu soruyu ne kadar ciddiye alabiliriz. Ve yine bana kalırsa bugün anayasayı yapabilmek için en önemli psikolojik destek anayasa mahkemesinin verdiği karardır” diye konuştu. Beyin fırtınasında özetle aşağıdaki görüşler ifade edildi: Levent Korkut: Eğer demokratik de- ğil diyorsak anayasayı değiştirmemiz gerekiyor. Kısmi değişiklik mümkün değildir. Kaldı ki bunun bir anlamı yoktur. Yargı, ordu ve üniversiteler içinde bulunduğumuz sistemin ana kurumlarıdır. 27 Mayıs’tan başlayan bir trenddir bu. 1946’daki tek partili dönemin ardından batının en önem verdiği konu çok partili olmaktı. Bu dönemden sonra anayasal tasarıma gidildi ve burada çeşitli yollar denendi. Bu düzenlemelerden biri de ordusivil ilişkilerinde anayasal boyutta bir takım düzenlemeler yapmak olmuştur. Geçen 20 yıl sonra anlaşılan şudur ki sivil topluma çok da güvenmemek gerektir. Devletin temelini ordu, yargı ve üniversitelerin oluşturduğu dolayısıyla bunları düzenleyen bir anayasa geliştirmek gerektiği bu durumdan sonra ortaya çıkmıştır. Bütün bunlarla beraber günümüzde anayasa değişikliğinin yapılmasının yani demokrasinin pekiştirilmesini demokratik olmayan kurumlarla yapmak mümkün müdür sorusuna bu toplantıda hep beraber cevap arayacağımızı umuyorum. Yaşar Dostbil: Bizim anayasalarımız hep darbe anayasası oldu. Millete rağmen milleti idare etmek üzere yapılan anayasalardır bunlar. Demokratik olmayan bir yapıyla demokrasinin yerleşmesi gerekiyor. O halde kökten bir değişiklik yapmak gerekiyor. Bu değişikliklerin yapılabilmesi için karşılıklı tavizlerin verilmesi gerekiyor. Aksi halde bu zor bir durumdur. Gönül ister ki yeni bir anayasa yapabilelim ancak geldiğimiz şu durum NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 35 itibariyle ben bunun olabileceğini sanmıyorum. Karşılıklı tavizlerin de yeterli olacağını sanmıyorum. Onların derdi yargı. Onlar yargıyı değiştirmeyecek ama hükümet değiştirmek için elinden geleni yapacak. Dolayısıyla bir mutabakat görünmüyor. Çünkü niyetleri bu değişiklerin yapılması değil. Benim kanaatim verilen tavizlerle mutabakatın sağlanamayacağıdır. Bu durumda görev iktidar partisine düşüyor. Bu değişiklik için geç kalındı ancak artık yapmak zorundalar. Bence yargı reformu dışındaki işlem teferruattır. Hükümet sadece yargı ile ilgili değişiklikler yapsa çok büyük bir iş yapılmış olacaktır. Murat Yılmaz: Bana kalırsa strateji konusunu tartışmamız gerekir. Usul itibariyle AKP bir paket hazırladı bunu muhalefet liderleri ile görüşecek ve bunu referanduma götürecek aynı zamanda bunu halka anlatıp hem anayasayı değiştirmek hem de seçmen kitlesini artıracaktır. Yapmaya çalıştığı budur. Muhtemelen AKP’nin içerisinde şu veya bu sebeple muhalif olan ve bu değişikliği desteklemeyecek olan bir profil söz konusudur. Muhalefeti ikna konusuna gelince belki BDP ikna edilebilir ama CHP dokunulmazlığı öne sürecektir ancak MHP, AKP’yi yalnız bırakacaktır. Burda aslında biraz daha geçmişe gitmek gerekiyor. AKP cumhurbaşkanlığı kriziyle başlayan süreci 22 Temmuz ve Abdullah Gül’ün seçilmesi ile beraber iyi yönetmiş ve kazanmış gibi görünüyor. Ama bana kalırsa fırsat aslında oralarda kaçtı. Özellikle 22 Temmuzdan sonra referandum yapıldı hatırlarsanız. Bundan sonra bu tartışmalı süreci sona erdirmek için ve muhalefeti bir kez daha yenmek için cumhurbaşkanı istifa etmeli ve halkoyuyla bir seçime gitmeliydi. Bu aynı zamanda bir anayasa değişikliğini beraberinde getirebilirdi. Taylan Baran: Bu koşullarda 1982 anayasasını göz önüne aldığımızda yapılacak herhangi bir değişiklik bana kalırsa son derece önemli bir durumdur. Bu anayasa da bir nokta bile değişse demokrasi bakımından son derece büyük bir aşama katedilecektir. Öyle ya da böyle yapılacak bir anayasa değişikliği her koşulda 1982 anayasasından daha demokratik olacaktır. Diğer bir soruya geçecek olursak, anayasanın tamamının değiştirilemeyeceği görülüyor ama demokratikleşme için bu anayasa da bir tane virgül bile değiştirilse bunun kar olduğunu düşünüyorum. Bugün izlediğim bir programda geçici 15. Maddenin kaldırılması konusunda bir öneri tartışılıyordu. Ve CHP bu madde üzerinden AKP’ye destek verecektir. Biliyorsunuz geçici 15. Madde 12 Eylül darbecilerinin yargılanma yolunu kapatan bir maddedir. Bu maddenin kaldırılması anayasanın ruhu açısından demokratikleşme yolunda bir artı getirecektir. Ben burada AKP’nin metodolojisini en azından asgari mutabakat sağladığı maddeleri toplum nezdinde deklare etmesini, hem toplumun anayasaya olan güvenini sağlaması yani toplumun bu metne bir toplum sözleşmesi gözü ile bakabileceği kanaatini taşıyorum. Taner Demirel: Benim gözlemle- rime göre halkla çok ciddi bir AKP karşıtlığı kemikleşmiş durumda. Konjonktüre bağlı olarak bu artıyor ya da azalıyor. Dolayısıyla burada “halk istiyor” gibi cevapları biraz sorgulamamız gerekiyor. Uzlaşma konusuna da değinmek gerekiyor. Türkiye’de uzlaşma meselesi Murat Çemrek: Ben anayasa değişikliğinin referanduma götürülmesi taraftarı değilim. Bunu referanduma götürmek yerine bir şekilde seçimi erkene almak AKP’nin önünü daha fazla açacaktır. Söz konusu değişikliğe iç politikayı değerlendirerek göz attığımızda ise bana kalırsa anayasa değişikliği konusunda CHP ve MHP’nin pazarlığa oturması sözkonusu değildir. Anayasa değişikliğinin kabul edilmemesi durumunda AKP referanduma gidecektir. M. Murat Erdoğan: Bu süreç içinde AKP önemli bir faktör olarak gözümüze çarpıyor. Burada şu sorulara dikkat etmek gerekir. AKP’nin iktidarda kalması ile demokratikleşme acaba birlikte mi ilerliyor. AKP bu konuda, Türkiye’ ye daha demokratik bir anayasa getirme konusunda bir kararlığı mı var yoksa yaklaşan seçimlere yönelik bir taktik arayışı içerisinde midir ve bu taktik arayışı meşru bir arayış mıdır? Buna dikkat etmek lazım yani bu kadar çabayı sarfetmek ve bir de sonunda üç partinin muhalefeti ardından gelebilecek referanduma rağmen bir iptal ile karşılaşıldığında bu iptalin zamanını da gözönünde bulundurmamız lazım. Onun için belki de yakın zamanda bir seçime gidilmesi hatta gerekirse bir koalisyonla Türkiye’deki anayasal yapının köklü bir biçimde değiştirilmesi daha mümkün bile olabilir. Haber: Yasemin KÜÇER 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 SDE Haber tam anlaşılamıyor. Biz de uzlaşma dendiğinde kesin cevaplar veriliyor. Oysa sorun bundan farklıdır. Uzlaşma demek benim savunduğum görüşü karşı taraf kabul etsin demek değildir. Şimdi burada kaçırılan fırsatların üzerinde durduk. Anayasa mahkemesi durup dururken kararlar alan bir yer değildir. Karar alabilmesi için 110 milletvekilinin oraya gitmesi gerekiyor. Bu 110 milletvekilini siz bir biçimde ikna ettiyseniz o zaman o 110 kişilik kadro buraya gitmeyecektir. Gitmediği anda da bu anayasa mahkemesi iptal etme işlemini geri getirmiyor. SDE’den Yargı Reformu Hamleleri Stratejik Düşünce Enstitüsü, “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansı” için tartışmalara esas olmak üzere hazırladığı “Yargı Raporu”nu kamuoyuna ve yetkililere sundu. S tratejik Düşünce Enstitüsü’nde (SDE) düzenlenen, “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansı” için tartışmalara esas olmak üzere hazırladığı “Yargı Raporu”nu kamuoyuna ve yetkililere sundu. Konferans öncesinde katılımcılara ve konuşmacılara kaynak bir eser dağıtan SDE’nin bu çalışması, yargı camiasından ve kamuoyundan büyük takdir topladı. SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay, Türkiye’de son yıllarda tartışılmaya başlayan en önemli konulardan birinin daha masaya yatırıldığını kaydetti. Demokratik devletin olmazsa olmaz şartı olan yargının; yasama ve yürütme organlarıyla birlikte sistemi ayakta tutan sacayağını oluşturduğunu belirten Aktay, “Adalet olmadan huzur sağlanamaz ve hukukun üstünlüğüne inanılmadan düzen kurulamaz. Hukukun tartışılmaz kaynaklarından biri de toplumun değerleridir. Evrensel ilkeler ve uluslararası yargı kurumları üzerindeki tartışmalar süre dursun biz milletin özgür iradesiyle anayasa ve kanunları değiştirip değiştiremeyeceği hususunda bile henüz uzlaşamadık. Anayasalarını, ancak olağanüstü dönemler ve askeri gözetim altında hazırlayabilen Türkiye’nin sivil bir Anayasa ve yargı reformuna ihtiyacı var. Değiştirilmesi gereken sadece Anayasa da değil. Birbiriyle ilişkili bir yasal kodlar dizgesinin tümünün elden geçirilmesi, belki de yeniden yazılması gerekiyor.” dedi. SDE, Yargı Raporunu kamuoyuna açıklamadan önce çeşitli çalışmalar yürüterek aktif bir süreci hayata geçirdi. Öncelikle Enstitü bünyesinde bir beyin fırtınası gerçekleştirildi. “Yargı Raporu” ve düzenlenecek konferans hazırlığına yönelik toplantıya; SDE Yönetim Kurulu üyeleri Prof. Dr. Ali Şafak ve Aydın Bolat’ın yanısıra, Prof. Dr. Mehmet Emin Çağıran, Prof. Dr. Hakan Hakeri, Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Yavuz Atar, Doç. Dr. Osman Can, Doç. Dr. Yusuf Tekin, Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, Doç. Dr. Kudret Bülbül, Doç. Dr. Faruk Bilir, Doç. Dr. Yusuf Şevki Hak- yemez, Yrd. Doç. Vahap Coşkun, Dr. Murat Yılmaz ve Avukat Reşat Petek katıldı. Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansı Yöneticiliğini Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut’un üstlendiği toplantının ardından, “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansı” düzenlendi. SDE Konferans Salonu’nda yapılan konferans, sivil toplum ile hükümeti biraraya getirdi. Yazılı ve görsel basında geniş yer tutan Yargı Konferansının ardından yayınlanan sonuç bildirisinde Türkiye’nin, acil ve kapsamlı bir reforma ihtiyacı olduğu, bu reformun en önemli parçası ve ön koşulunun ise yargı reformu olduğu sonucuna ulaşıldı. Yargının geçen yüzyıla ait sistem, anlayış ve uygulamalarının 21. yüzyılda da korunmaya çalışılması anakronik bir durum arzettiği gibi, reform iradesinin önünde de engel oluşturduğunun ifade edildiği konferansta, ülkenin toplumsal, ekonomik ve siyasal dinamiklerinin ortaya çıkardığı NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 37 Analiz demokratikleşme talepleri, diğer yandan yargıya ilişkin evrensel hukukun gerekleri, artık hiçbir meşruiyet temeli bulunmayan bu engellerin aşılmasının zorunlu olduğu belirtildi. Konferansta şu tespitlerde bulunuldu: “Demokratik meşruiyet ilkesine aykırı bir şekilde teşkil edilmiş olan üst yargı mercilerinin, kendilerine Anayasada tanınmış olan yetkilerini aşarak adeta politik aktörler olarak hareket ettikleri, yasama, yürütme ve özellikle yargıya kabul edilemez müdahalelerde bulundukları örneklerle ortaya konulmuştur. Mahkemelerin, gerekçesiz ve temelsiz, hukukun evrensel ilkeleri ile bağdaşmayan, hatta kendilerinin önceki içtihadına ve uygulamalarına ters düşen nitelikte kararlar vermesinin hukuki güvenlik ilkesini zedelediği sonucuna ulaşılmış, bu sonuç Avrupa Birliği ilerleme raporlarına da yansımıştır.” “Günümüzde ülkemizde ortaya çıkan siyasi krizlerin önemli bir nedeninin yargının, toplumun demokratik tercih ve taleplerini tehdit olarak algılayan, hukuka olduğu kadar toplumsal barışa da zarar veren bu aşırı müdahaleleri olduğu ortaya konmuş; yerleşik ayrıcalık ve alışkanlıkların devam ettirilmesi kaygısının ürünü olan bu müdahalelerin esasen devleti, Cumhuriyeti veya adaleti korumadığı, aksine zarar verdiği ifade edilmiştir.” Ön çalışmaların ardından düzenlenen Yargı Reformu’nun sağlıklı gerçekleşebilmesi ve toplumun bütün kesimlerinin beklentilerine cevap verebilmesi için “Demokratikleşme Sürecinde Yargı Kurumları”nın rolünün açık bir şekilde belirlenmesi gerektiğini belirterek raporu takdim eden SDE Başkanı Aktay, “Bu tür iyiniyetli girişimlerin çoğu sahayla ilgili ön çalışma yapılmaması sebebiyle sonuçsuz kalmıştır. Benzer hataların tekrarlanmaması için SDE konunun uzmanlarından görüş alarak kamuoyunun önerilerine açmıştır. Çok geç kalmamak için her kesin ve her kesimin sürece katkıda bulunması, lehte yahut aleyhte görüşlerini netleştirmesi gerekiyor” diye konuştu. Demokratikleşme Sürecinde Yargı Kurumları Demokratikleşme Sürecinde Yargı Kurumları’nın değerlendirildiği 38 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Yargı Raporu’nda; Avrupa Gözüyle Türkiye’de Yargı Kurumları başlığı altında, AB İlerleme Raporları’nda (2000 – 2009) yargı konusundaki bölümler de yer aldı. 5 alt rapordan oluşan Yargı Raporu’nun yazarları ve değindikleri konular özetle şöyle: Prof. Dr. Yavuz Atar (Anayasa Mahkemesi): “Türk anayasa yargısının bir kısmı Anayasa Mahkemesinin yapısı ve üyelerinin belirlenmesi sisteminden, bir kısmı da mahkemenin yargısal aktivizminden kaynaklanan sorunları mevcuttur. Bu nedenle, çeşitli çevrelerce uzun zamandır dile getirilen Anayasa Mahkemesinin yeniden yapılandırılması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu çerçevede yapılacak düzenlemelerin başında Mahkeme üyelerinin seçilmesi sisteminin değiştirilmesi ve yetkilerinin gözden geçirilmesi gelmektedir. Yakın zamanda hazırlanan bazı yeni anayasa çalışmalarında da bu yönde önerilere yer verilmiştir.” Doç. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, (HSYK): “Demokratik hukuk devletinde adaleti tesis eden devlet organı olarak yargı bağımsız ve tarafsız biçimde faaliyette bulunmak durumundadır. Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı yargının gerçek işlevine uygun biçimde çalışabilmesi açısından zorunludur. İşte bu nedenle yargı mensuplarının mesleğe girişten itibaren, atanma, yer değiştirme, yükselme, disiplin soruşturmasına tabi olma, emeklilik ve benzeri özlük hakları ile ilgili konularda karar alınırken yargı bağımsızlığının zedelenmemesine azami gayret gösterilmesi gerekmektedir.” Doç. Dr. Ramazan Çağlayan (Türkiye’de İdari Yargı): “Hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkesi, zorunlu olarak Devlet (kamu tüzel kişileri) kaynaklı işlemlerin yargısal denetimini gerekli kılmaktadır.Devlet adına işlem ve eylemlerde bulunma yetki ve gücü Yasama ve Yürütme/İdare organlarına ait olduğuna göre, bunların yargısal denetimi de Yargı organı tarafından yapılacak demektir. Anayasa yargısını kabul eden ülkelerde, yasama işlemlerinin anayasaya uygunluğunu, Anayasa Mahkemesi denetlemektedir. Yasama organının işlemlerinin yargısal denetiminin meşruiyeti ayrı bir tar- tışma konusudur. Ülkemiz açısından bu hususun tartışılması gerekir. Konumuzun dışında olduğu için bu hususu işaretle yetiniyoruz.” Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem ve Yrd. Doç Dr. Vahap Coşkun (Türkiye’de Askeri Yargı): “1961 Anayasası’nın sistem içerisinde orduya üstün ve imtiyazlı bir statü kazandıran bu düzen, 1982 Anayasası’nda da muhafaza edildi. Hatta askerin sistem içerisindeki yerini daha bir güçlendiren bu anayasa, askeri yargı-adli yargı ayrımını da keskinleştirdi. Mesela, 1961 Anayasasında AYİM’e “Danıştay” başlıklı 140. maddenin son fıkrasında yer verilirken, 1982 Anayasasında AYİM bağımsız bir maddede (m. 157) düzenlendi. 1961 Anayasası askeri mahkemelerde görevli olan üyelerin çoğunluğunun hâkimlik niteliği taşımasını şart koşarken, 1982 Anayasası buna gerek görmedi. Böylece 1961 Anayasasıyla başlayan yargıda çift başlılık sorunu 1982 Anayasası ile derinleşti.” Doç. Dr. İlhan Üzülmez (Güncel Yargı Reformu Tartışmaları Bağlamında Yargıtay’ın Temel Sorunları ve Çözüm Önerileri): “Türkiye’de, bugünlerde tıpkı Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonraki yıllarda olduğu gibi köklü reform süreci yaşanmaktadır. Bu çerçevede çok tartışılan ve reform yapılması beklenen alanlardan birisi de genel anlamda hukuk ve yargı alanıdır. Özellikle son günlerde yaşanan krizler bu reform sürecini daha hayati bir hale getirmektedir. Türkiye’nin gösterdiği hızlı gelişim ve değişime bağlı olarak toplumda demokratik bir sistem kurulmasına yönelik beklentilerin artması ve en önemliside Avrupa Birliği adaylık sürecinin gerekleri, bu hukuk reformunun hayata geçirilmesinde belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kapsamda, 2000’li yılların başında Medeni Kanun değiştirilmiş, geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde de ceza mevzuatı bütünüyle yenilenmiştir. Halen Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu Tasarıları Meclis’te görüşülmektedir. Diğer temel kanunların da gündemde olduğu bilinmektedir. Buna güncel anayasa değişikliğine ilişkin tartışmaları da eklemek mümkündür.” Haber: Feyzan Ece ÇAPA Açılımın İlk Adımlarını Doğru Anlamak Yrd. Doç. Dr. Necdet SUBAŞI* Devletin Alevi sorununu çözümlemeye yönelik yaklaşımlarının ana gerekçesi hiçbir zaman güvenlik endişesi olmamalıdır. Adım atmak için güvenlik kaygıları önemli olmakla birlikte mümkün tek gerekçe sayılamaz. Asıl hedef vatandaşlık kimliğinin temel bileşenleri arasında yer alan Alevilerin de diğer bileşenlerin sahip olduğu haklara sahip olmasıdır. G ünümüz Türkiyesinde Aleviler, tarihsel, kültürel ve ideolojik düzeydeki sorunlarıyla kamuoyunun gündeminde sık sık yer almaktadır. Sünni toplumla ve laik devletle olan ilişkilerindeki mesafeye sıklıkla vurgu yapan bir hassasiyet, “dışlanma”, “mahrumiyet” ve “eşitlikçi olmayan bir vatandaşlığa zorlanma” gibi iddialarla kendi kimliklerini yeniden inşa etme arayışındadır. Bu iddiaların bir kısmı tartışılabilir niteliklere sahip olsa da Alevilerin artık dikkate değer bir düzeyde ihmal edilmiş bir topluluk olduğu gerçeğini ifade etmenin ve meşru haklarının demokratik bir toplumun ideallerine uygun bir şekilde kendilerine verilmesinin zamanı gelmiştir. Aleviler, kimliklerini inşa ederken geçmişte yaşadıkları olaylara sıklıkla atıfta bulunmakta, Kerbela’dan Madımak’a kadar, tarihsel süreçte kendilerine yönelik olarak gerçekleşmiş her olayın topluluklarına reva görülen sıkıntıların birebir örneği olduğunu ifade etmektedirler. Beklentilerinin aksine modern demokratik Cumhuriyet koşullarında da yeterli bir ilgi ve himaye göremediklerini iddia eden Aleviler, bu sefer devletten daha kararlı bir şekilde vatandaşlık ve kimlik beyanları çerçevesinde somut birtakım adımlar atılmasını bekle- mektedirler. Günümüz Alevileri yapısal özellikleri bir hayli çeşitlenmiş olsa da artık toplulukları içinde yaygın bir kabul gören taleplerini fırsat buldukları her ortamda fiili gündeme taşımaktadırlar. Karmaşık yapılanmaları, örgütsel parçalanmışlıkları ve gelenekle ilişkisi oldukça zayıflamış inanç, söylem ve pratikleriyle Aleviler, başta içinde yaşadıkları süreç olmak üzere pek çok açıdan ciddi bir aşınmaya maruz kaldıklarından yakınmakta ve geleceğe ilişkin kaygılarının giderilmesi noktasında devletten sahici ve sıcak bir ilgi beklediklerini her fırsatta dile getirmektedirler. Ne var ki devlet, Alevilerin bugün oldukça yüksek perdeden seslendirdikleri sıkıntılarını fark etmede ve bütün bunları ortadan kaldıracak adımlar atmada bir hayli gecikmiştir. Çözüme ilişkin ihmaller, başta istismar alanlarının genişlemesi olmak üzere, yeni kuşak Alevilerin sert ideolojik kulvarlara yönelmesine, kendini ötekileştirme ve bütün bunların birer sonucu olarak da mahrumiyet psikozuyla bütünleşmelerine yol açmıştır. Aslında gelişmeler bir hayli yakıcıdır ve yeterli önlemler alınmadığı takdirde toplumsal birlik ve bütünlüğümüzün tartışmasız birer parçası olarak Alevilerin, kapsamlı bir güvenlik so- rununa yol açacaklarını iddia edenler bile vardır. Ne ver ki devletin Alevi sorununu çözümlemeye yönelik yaklaşımlarının ana gerekçesi de hiçbir zaman güvenlik endişesi olmamalıdır. Adım atmak için güvenlik kaygıları önemli bir gerekçe olmakla birlikte mümkün tek gerekçe sayılamaz. Asıl hedef vatandaşlık kimliğinin temel bileşenleri arasında yer alan Alevilerin de diğer bileşenlerin sahip olduğu haklara sahip olmasıdır. Bu bağlamda Aleviler de Sünniler gibi bu ülkede özgürce yaşama haklarına bihakkın sahiptirler. Ancak bu eşitlikçi söylem konusunda Alevilerin tereddütleri henüz ortadan kalkmamıştır. Öte yandan bu hakların kendilerine lütfedilmiş olmasından çok bütün bunlara bizzat sahip olmaları gerektiği gerçeği de asla göz ardı edilmemelidir. Zaten bu gerçeğin esastan tartışılabilecek bir yanı da yoktur. Alevilik Eksenli Sorunların Pek Çoğu Tarihseldir Alevilerin yıllar süren ihmal edilmişliklerinin fark edilmemiş olması kadar, sorunlarının giderilmesine yönelik çoğu geçici sayılabilecek adımlar da rahatsızlık vermiştir. Atılan adımlardan tatmin olmayan Aleviler de NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 39 Analiz Alevilik eksenli sorunların pek çoğu tarihseldir ve siyasi ve kültürel duyarlılıkları harekete geçiren kimi kritik noktalar sürekli güncellenmektedir. Alevilerin sorunlarının aşılması noktasında şimdiye değin kayda değer adımların atıldığından söz etmek mümkün değildir. sorunlarının çözümü konusunda çok kere sıradışı sayılabilecek bir şekilde ithal birtakım önerilere yönelmiş, topluluğun geleneksel dili kaybolmuş, sıkça kullandıkları siyasi retorikleri de bütün uzlaşma kapılarını sürekli kapayacak bir şekilde sertleşmiştir. Çatışmacı ve ekstrem bir dil yanısıra bu minval üzere işleyen ayrıştırıcı bir söylemin Alevi kamuoyunda giderek daha fazla ilgi görmeye başlaması hem devlet hem de Alevi toplumunun hakim çoğunluğu tarafından tehlikeli bulunmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse, Alevilik eksenli sorunların pek çoğu tarihseldir ve siyasi ve kültürel duyarlılıkları harekete geçiren kimi kritik noktalar sürekli güncellenmektedir. Alevilerin sorunlarının aşılması noktasında şimdiye değin kayda değer adımların atıldığından söz etmek mümkün değildir. Alevileri gözardı eden bir politik yönelim kadar onların varlığını istismar eden çıkışlar da tehlikelidir. Nitekim Alevi sorununun bugün bir hayli genişleyen içeriğinin arkasında vurdumduymazlıklar ve istismarlar önemli bir yer tutmaktadır. Alevilerin diğer vatandaşlarımız gibi eşit birer yurttaş olma istekleri tüm gecikmişliğine rağmen dikkate alınmayı beklemektedir. Bu ihmal, toplumsal birlik ve bütünlüğün zayıflamasına yol açıcı birtakım gerilimleri 40 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 de içinde barındırmaktadır. Alevilerin istekleri, coğrafi, etnik ve kültürel dağılımları dikkate alındığında homojen bir özellik taşımaz. Zaten Türkiye Alevileri kendi içinde bile daha çok heterojen bir topluluk özelliğiyle dikkat çeker. Anadolu Aleviliğinin iç bölünmeleri zaman zaman bir zenginlik ya da çeşitlilikten çok daha öteye giden esaslı ayrışma noktaları oluşturur. Bu noktalar, talepler konusunda da birbirinden ayrışan birtakım farklılıklar taşımaktadır. Alevilerin artık bir talepler katalogu oluşturan isteklerinin tamamında asıl vurgu, kimlik beyanlarını yücelten siyasi bir hassasiyetle şekillenir. Aleviler, Osmanlıdan beri dışlandıklarını iddia ederler ve Sünnilerden kimi noktalarda ayrışan inançlarının her zaman özgün kalmayı başarmış tabiatına sık sık vurgu yapmayı ihmale etmezler. Aleviliğin tarihsel süreçte her seferinde başka bir forma gönderme yapabilen özellikleri bugün de yekpare bir Aleviliğin oluşmasına önemli ölçüde engel teşkil etmektedir. Aleviliğin senkretik karakteri de bu çeşitliliği açıklamaya yetmektedir. Bu nedenle günümüzde “hangi Alevilik” sorusu her zaman anlamlı bir problematik olarak öne çıkmaktadır. Çeşitlilik, Farklı Kimlik İddiasını Açığa Çıkarmıştır Gerçekten de bu çeşitlilik, yer yer bir savrukluğa da yol açan birbirinden farklı birçok kimlik iddiasının açığa çıkmasına yol açmıştır Bir inanç ya da mezhep örgütlenmesinden bir kültür ya da yaşama biçimi iddiasına kadar oldukça değişken kimlik vurgularına son zamanlarda Aleviliğin farklı bir din olduğu iddiası da eklenmiştir. Türkiye’nin iç siyasi hayatındaki mevcut gerilim ve buna bağlı çelişkilere uluslararası güçlerin müdahale çabası da eklendiğinde ortaya birbirinden farklı tasavvur ve tahayyülleriyle değişik Alevilikler çıkmaya başlamıştır. Alevilerin belli başlı talepleri arasında kamuoyuna mal olmuş isteklerinin başında Diyanet’in statüsü, cemevleri sorunu, Madımak Oteli’nin müze yapılması, devlet televizyonlarında Aleviliğe yer veren programların çoğaltılması, Milli Eğitim müfredatında Aleviliğe makul düzeyde yer verilmesi ve son olarak da Alevilerin kendi kültür ve geleneklerine ilişkin bilgilenmelerini besleyip takviye edecek kurumların oluşturulması gibi konular almaktadır. Bu bağlamda düzenlenen çalıştaylar, mevcut sorunların tesbiti ve giderilmesi açısından birer önadım olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak her konuda olduğu gibi Alevilik söz konusu olduğunda da aslolan niyettir ve bu niyetin halisane olması hepimiz için mesafe kazandıracaktır. Hiç kuşkusuz Aleviler de, diğer vatandaşlarımız gibi yaşadıkları toplumda özgür birer yurttaş olarak yer alma hakkından eşit bir şekilde yararlanabilmelidir. Ne var ki bu kanaat Aleviler tarafından henüz yeterince ikna edici bulunmamaktadır. O halde Alevi açılımı, Alevilerin makul ve kabul edilebilir taleplerini devlet adabı ve gereklilikleri içinde dikkate almak ve bu yöndeki adımları hiçbir kompleks ve kumpasa düşmeden halletmenin yolunu bulmakla işe başlamalı ve öylece yola koyulmalıdır. SDE Uzmanı* Strateji Bilim mi Fantazi mi? Ahmet ÜNAL* Yeni yetme stratejistlerin fantastik tezleri yarım doktor hesabı… Bırakın süreci yönetecek fikirler üretmeyi, olup bitenleri yorumlamaktan dahi acizler. Üniversitelerde okutulan dış politika kitaplarının çoğu ‘kes - yapıştır’ mantığından öteye gitmiyor. Ufuk yok, vizyon yok, hedef yok, istikbale projeksiyon yok. Futuralizm hiç yok. Zaten akademik disiplinle, tarih, din, siyaset ve ekonomi eğitimi almayanlar hangi cüretle stratejistliğe yahut analistliğe kalkışabilir? D ün İstanbul aristokrasisinin ve seçkin sivil bürokrasinin yaşadığı, halen de üzerlerinden izlerini silemediği çelişkiyi, bugün asker ve hizasındaki yargı mensupları yaşıyor. Çiftçilikte ve askerlikte yeteneklerini ispatlayanlar çarıklarını atıp ayakkabı giyiyor. Kuyruk olmaktan sıkılan siviller (taşralılar) yöneticiliği de öğrenir, ülkeyi kalkındırır, demokrasiyi kurumlaştırırsa o zaman kimi askeri çevreler ve varlığını onlara bağlayan jakobenlerin hali nice olacaktır? “Eh artık, asıl mesleğimize gönül rahatlığıyla dönebiliriz” deyip kadere tevekkül mü gösterecek yoksa “bunlara kesinlikle güvenilmez” düşüncesiyle balyoz gibi üstlerine mi çökecektir? Siyasete kıyısından köşesinden bulaştıktan sonra kenara çekilenlerin hali evde otoritesini kaybeden geçimsiz ihtiyarları hatırlatır. Ya huysuzluk edip evdeki herkesin huzurunu kaçırır ya da kendilerine ihtiyaç duyulacak sorunları bizzat icat eder! Niyeti; eksikliğini hissettirip eski pozisyonuna dönmektir? Yerinde oturup, sorulduğunda bir bilen ağırlığında görüş açıklamayı, akil adam oturaklılığında tecrübelerinden yararlandırmayı ve anlaşmazlık zamanlarında arabuluculuk şerefini nedense yeterli göremez! Bir de işler eskisinden iyi gitmeye başladıysa tamamen zıvanadan çıkar. Belki de kendi beceriksizliklerinin anlaşılmasından korkarlar? Sanırım bu tipe uyan çok sayıda siyasetçi aklınıza gelmiştir… İmparatorluk vizyonundan ulusdevlet ölçülerine evrilip sıkışan ‘devlet aklı’ kendi yakın ve uzak çevresini yeni şablona uyarlamakta zorlanıyor. Birinci Dünya Savaşından ders çıkarıp İkinci Dünya Savaşına girmeyen Türkiye, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikasının faydalarını gördü. Fakat bunu kurumlaştıracak mekanizmaları oluşturamadı. Balkan ve Sadabat paktlarının devamını getiremedi. 90’lı yıllarda Osmanlı ile yani tarihiyle barışmanın adımlarını attı. Şimdi tabii sınırlarını zorluyor. Son yıllarda, Bosna Hersek, Kosova, Filistin, Suriye, Irak gibi devletler ile G-20 ve İslam Konferansı Teşkilatı gibi kurumlardaki rolleri sırasında, eski ilgi, etki ve nüfuz alanlarında yaşayanların kendisine pek de bigâne durmadığını gördü. Öte yandan Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerdeki sorunlar, bir şeylerin ters gittiğini, dünya dengeleriyle oynamanın çok da kolay olmadığının sinyallerini veriyor. Eski ‘kırmızı düşman’ beyaz bayrak çekip köşesine çekildikten sonra batının uluslarüstü güvenlik organizasyonları fazla zorlanmadan yeni tehditler icat etti. Adeta, “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın” diyordu. Fakat canları kıymetliydi ve kendileri adına yeni düşmanlarına (yel NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 41 değirmenlerine) kılıç çekecek donkişotlar bulmalıydı. Bunda da pek zorlanmadı. kın iktidar için strateji önermeyi, kendileri tutarlı bir siyaset izleyemiyor… Paradokslar iç içe halkalar şeklinde düğümlenerek düşünen kafaları zincirliyor. Muhafazakârlar gibi Kemalistler de kendi kurdukları parti ve örgütlerin liberal görünümlü ‘devlet merkezli’ kişiler tarafından kuşatıldığı sanrısına kapılıyor. Bugün ideoloji ve fikirlerin değişmesine paralel kavramlar değişse de algılamalar dünden pek farklı değildir. Entelektüellerin, aydınların, ihtiyarların ve aksakallıların dahi kafası allak bullak. Boşluğu dolduran yeni yetme stratejistlerin fantastik tezleri ise yarım doktor hesabı… Bırakın süreci yönetecek fikirler üretmeyi, olup bitenleri yorumlamaktan dahi acizler. Üniversitelerde okutulan dış politika kitaplarının çoğu ‘kes - yapıştır’ mantığından öteye gitmiyor. Ufuk yok, vizyon yok, hedef yok, istikbale projeksiyon yok. Futuralizm (gelecekbilim) hiç yok. Zaten akademik disiplinle, tarih, din, siyaset ve ekonomi eğitimi almayanlar hangi cüretle stratejistliğe yahut analistliğe kalkışabilir? Bu da ayrı bir sorun. Herhalde cahil cesaretiyle… Darbeler ve faili meçhuller tarihine dönen son yarım asırlık siyasi ve sosyal çalkantılar devri, herkesin ve her kesimin kafasını karıştırdı. Devlet müessesesinin bugün çeperini yırtamadığı kısır döngüyü sokaktaki vatandaş hissetse de anlamlandıramıyor. Merak ediyor; acaba sadece bir taraf mı yoksa hepsi birden mi hazırlıksız yakalandı! Niçin eli yüzü düzgün ve tutarlı politikalar izlenemiyor? Hadi iktidar iş yükü altında eziliyor ve yolunu şaşırıyor, bunu anladık ta muhalefet ve bilim adamları neden düzgün bir rota sunamıyor? Bıra- 42 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 rim. Gizli bilgi ve belgeler çıkar kavgası sırasında servis edilmeye başlar. Hem en üst düzeyden hem de o kuruma en uzak gazetelere... 28 Şubat bunun örnekleriyle doludur. Genelkurmay’la ‘irticacı’ diye suçladıkları gazeteler arasında resmi araçlar mekik dokurdu. Nerden mi biliyorum? Genç gazeteci arkadaşlar adlarının ‘ajana çıkmaması’ için bizzat kendileri anlatırdı. Öngörülebilir ve Yönlendirilebilir Tepkiler İyi niyetli, devleti korumak, yolsuzluk ve usulsüzlüklere engel olmak adına haber verenlerin hakkını yemeyelim. Ancak 10 haberin 2’si veya 3’ü böyledir... Haber haberi tetikler. İnsanlar vicdanlarını tekrar sorgular, sessiz kalmayı içlerine sindiremezler. “Nasıl olsa hiçbir gazete yazmaz” mazereti geçerliliğini yitirip, “deşifre olur muyum?” türünden bahaneler de ortadan kalktığında, ihbar ve belgeler taraf tutmayan gazetelere yağmur gibi yağar. Habercilik mesleğindeki 20 yılı aşkın tecrübemle, sızma haberlerin ekseriyetle makam kavgasından kaynaklandığını söyleyebili- Tepkileri öngörülebilir yönetici ve kitleler vardır. Onlar için özel haber servisleri veya istihbarat notları hazırlanır. Okuduğunda sessiz Tepkileri öngörülebilir yönetici ve kitleler vardır. Onlar için özel haber servisleri veya istihbarat notları hazırlanır. Okuduğunda sessiz kalamayacağı, sinirinin tavana vuracağı, dengesinin bozulacağı ‘duyum’ ve ‘belgeler’ yayınlanır. 28 Şubat süreci baştan sona böyle bir kurgunun üzerine inşa edilmiştir. lahları’ alınmıştır, “irtica folklor ekibi” terhis edilmiş, özel güvenlikçilerin açlıktan nefesi kokmakta ve asayiş olaylarında kullanılan numunelik bir tane bile pompalı tüfeğe rastlanmamaktadır. “Şüyuu vukuundan beter” asimetrik söylentiler, medyanın haber bombardımanı ve derin kulisler karşısında korkan, sinen, tarafını güçlüden yana belirleyen insanlar görürsünüz. TBMM’ye gelip birkaç milletvekili ve gazetecinin kulağına “darbe yapılacak, hepsinin defteri dürülecek” şeklinde fısıldamak, poliste sabıka dosyası kabarık bir tetikçiyi birkaç kez lojmanların, konutların önünden geçirmek, isminin açıklanmasını istemeyen yetkili pozunda gazetelere konuşmak yeterlidir. Sağlam bir istikamet tutturamayan zihinler, farklı çekim merkezleri yörüngesinde avare dönüp duran ancak atmosfersiz ortamda korumasız kaldığından zararlı ışınlarla delik deşik olmuş meteorları andırmaktadır. kalamayacağı, sinirinin tavana vuracağı, dengesinin bozulacağı ‘duyum’ ve ‘belgeler’ yayınlanır. 28 Şubat süreci baştan sona böyle bir kurgunun üzerine inşa edilmiştir. Güya dönemin komutanlarına ve politikacılarına suikast düzenlenmiştir, polis kışlasından çıktığı takdirde askere silahla karşı koyacaktır, irtica dalga dalga yayılmaktadır, özel güvenlikçilerden ordular kurulmaktadır, pompalı tüfekler depolarda yığılmaktadır… Devlet hep ötekinin devleti olarak düşünüldü. Kürtler Türklerin, Aleviler Sünnilerin, Sünniler (özellikle dindar kesimler) azınlıkların ve masonik örgütlenmelerin elinde olduğuna inandırıldı. Eskiden sağcılar solcular için ve solcular da sağcılar için benzer yargılara sahipti. Milli ve özüne bağlı bir referans sistemi kurup geliştiremedikleri için her planı kendisine belletilen kalıplar üzerinden tasarlıyorlardı. Dramatik olan da haklılıklarına gerçekten inanmalarıydı… Psikolojik harekat (PH) savaşı bitip, tortuları süzüldükten sonra geriye kalan koca bir hiçtir. Ortada; 1,5 km mesafeden öldürmek kastıyla tek kurşunla (üstelik azmettiricilikle suçlanan ekibin liderleri de hedefin yanındayken) ateş edildiği gibi tarafları birbirine düşüren absürt suikast iddiaları vardır. Polislerin elinden ‘ağır si- “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözü adeta devlet geleneğidir. Ortasını bulmak zordur. Devlete hizmetin bedelini en ağır şekliyle ödemeyen yok gibidir. Devrimlerin kendi çocuklarını yemesi eşyanın tabiatı gereğidir ancak devrim psikozunu atlatamayan devlet de kendi çocuklarını yemeye doymamıştır. Necip Fazıl da Nazım Hikmet de ceza üstüne ceza alır. Bugün Genelkurmay’ın hatırasına anma programı düzenlediği Kazım Karabekir Paşa, hayatının 13 senesini evhapsinde ve gözetim altında geçirmiştir. İstiklal Harbimizin mağlubiyet bilmeyen yegâne komutanı halkın gönlündeki itibarının devlet nezdinde tanınması için 13 sene beklemiştir. Strateji yazarlarının önce birikimlerini, dağarcıklarını, önyargılarını gözden geçirmesi gerekiyor. Sonra kaynaklar titizlikle ayıklamalı ve belgeler özenle değerlendirilmelidir. Haber ve analizlerde Amerikan ve İngiliz strateji kurumları ile basını bir anlamda tekel oluşturmuş durumda. Alternatif görüşler dahi İngilizce mantık süzgecinden geçtikten sonra zihnimize ulaşıyor. Savaşları, petrol ve maden paylaşımlarını, Afrika’da kabileler arasındaki çatışmaları onların aynasından seyrediyoruz. İlkel kabileler savaşıyor diye görüyoruz ama yeraltı zenginliklerinin nasıl bölüşüldüğünü öğrenemiyoruz. Dost, düşman, müttefik, işgalci ve terörist kavramlarını batının değerler gözlüğüyle algılıyoruz. Ülkesinin dinini, dilini, kültürünü, edebiyatını, tarihini, geleneklerini, hassasiyetlerini bilmeyen kişilerin, yorumları, analizleri ve ürettikleri strateji kime hizmet eder. Bu sorunun daha da vahimi kimin aklıyla düşündüğünüzdür. Beyin tezgahı, nerdeyse tamamı ithal verilerden, milli bir kumaş dokuyabilir mi? Beyaz görüntünün arkasında gizlenen kırmızı, mavi ve yeşili ayrıştıracak milli bir vicdan prizması lazım. Bir de başkasını dinleyebilme meziyetiyle donanmış, susturmak yerine anlamaya programlanmış devlet aklı… ve hepsini Anadolu potasında yoğurabilecek çapta özgüven sahibi devlet ve bilim adamları… SD Yazı işleri Müdürü* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 43 Analiz Türkiye ve Ermenistan Üzerinde Jeopolitik Oyunlar Prof. Dr. Hasan KÖNİ* Ermeni diasporasını, özellikle Lübnan’da bulunan diasporayı etkileyerek Türkiye’ye karşı terör hareketlerini başlatan gelişmeler veya teröre yol açacak olan üçüncü boyut 1967 Arab-İsrail savaşıyla belirlenmiştir. 1968’de Arapların uçak kaçırarak terör hareketlerine başlamaları, Lübnan’a İsrail’in yaptığı müdahaleler Daşnak gençliğini Filistinlilerin yanına itmiştir. Lübnan’daki Ermeni grupları Hıristiyan Arap George Habbaş’ın etkisine girmişlerdir. 1 Ermeni Sorunu 1 Eylül 2001 olaylarından sonra Amerika’nın Rusya çevresindeki politikası iki alan üzerinde gelişme gösterdi: Kafkaslar ve Orta Asya. Washington yönetimi özellikle Kafkaslar üzerinde girişimlerini arttırdı. Güney Kafkaslardaki üç ülkeye yakınlaşmaya çalıştı. Öncelikle Ermenistan üzerinde baskı kurarak, Ermenistan’ın Türkiye ile anlaşmasını sağlamaya çalıştı. Washington’un ilk başlarda başarılı olamayan bu yaklaşımının değiştiğini ve Ermenistan’ı ikna etmek için ulusal isteklerine dolaylı destek verme yoluna giderek 2004 yılında Karabağ’da yapılan belediye seçimlerine hukuka aykırı olmasına rağmen itiraz etmemesinde görebiliriz. 2001 yılında ise George Bush yönetimi Ermeni ve Azeri liderleri, Florida’nın Key West bölgesinde toplayarak Ermenilerin aşırı isteklerine rağmen bir barış anlaşması yapmaları için çalıştı. Erivan’da dev bir elçilik inşa etti ve Türkiye’ye Ermenistan sınırını açma tavsiyesinde bulundu.1 Ermenistan ve Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı sırasında olan olaylar için doğrudan bir diyalog başlatması istendi. Amerika’nın daha önceki girişimleri Rusya Federasyonu hükümetini kızdırdığı için Washington Rusya’nın yerine Amerika’nın öncelikli bir ortak olmayacağına söz verdi. Azerbaycan’a ise Karabağ konusunu unutmasını tavsiye etti.2 Bir yandan NATO’ya öte yandan Rusya’ya yakınlık gösteren Ermenistan, Amerikan askeri uçaklarının ülke üzerinden 600 defa geçmesine izin verdi ve topraklarında ilk defa NATO’nun terörizmi önleme manevraları yapıldı.3 Türkiye bu dönem içinde Amerikan isteklerine cevap vermedi. 2005 yılından sonra Rusların yaptığı Mavi Akım projesinin Türk topraklarına erişmesi, Türkiye’nin Kafkaslardaki RusAmerikan çekişmesinde dengeli bir rol oynaması Türkiye ile Rusya’yı yakınlaştırdı ve Rusların Türkiye’ye olan güveni arttı. 2000’li yılların sonunda seçilen ve olumlu bir barış ortamı yaratacağı imajı veren Amerikan Başkanı Obama danışmanlarının ve düşünce kuruluşlarının tavsiyelerine uyarak ilk dış gezisini Türkiye’ye yaptı. Türkiye üzerinden Müslüman dünyasına barış mesajları verdi. Barış mesajlarının bazıları Türkiye’yi ilgilendiriyordu. Başkan Obama eski yöneticilerin yolunda ilerleyerek; Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerinin normalleştirilmesi ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi biçiminde bir mesaj verdi. Öte yandan, Obama kendi ülkesinde Ermeni lobisine daha önce verdiği sözü tutacağını belirterek Ermeni sorunu konusunda fikirlerinin değişmediğini belirtti. Cumhurbaşkanımızın her iki ülkenin futbol milli takımlarının yapacağı maç için Ermenistan’a yaptığı ziyaretin ardından Obama’nın Amerikan Kongresi önündeki 24 Nisan konuşmasından hemen önce Cenevre’de Türkiye ile Ermenistan arasında gizli görüşmeler yapıldığı açıklandı ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır kapılarının açılması konusunda haberler basınımızda yer aldı. O sıralar olumlu sayılan gelişmeler sonucu, Başkan Obama 24 Nisan konuşmasında “büyük felaketten” bahsetti ama soykırım lafını kullanmadı. Cenevre görüşmeleri Azerbaycan’ı kızdırdı ve Rusya ile stratejik ortaklık görüşmelerine sürükledi. Türkiye ise “büyük felaket” lafından” hoşlanmadı. Nabucco projesi hazırlanırken Azerbaycan’ın kaybından ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin tavrından çekindi. Ermenistan’daki NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 45 Ermeni hareketinin yön değiştirdiği anlar bulunmaktadır. Örneğin, Daşnak hareketi antisovyetik tutumundan üçüncü dünyacı bir tarafsızlığa yönelirken Daşnak küresel yönetimi Amerikancı bir kadronun eline geçmiştir. Maroukian ve Papazian’ın 1963’de Küresel Büro’ya seçilmeleri Taşnak hareketi içinde sağ-sol dengesini sağlamıştır. ve diasporadaki Daşnak grupları “soykırım” kelimesi söylenmediği için hayal kırıklığına uğradılar ve Ermeni parlamentosundaki Daşnak milletvekilleri istifa ettiler. Rusya bu gelişmeleri memnunlukla izledi. Bir defa daha Güney Kafkasları kendi yanına çekerek enerji politikasında ileri bir satranç hamlesi yapmış oldu. Acaba bu gelişmeler konusunda Türkiye’nin tutumunu eleştiren yazarlar son altmış yıl içinde yaşanan Karabağ ile ilgili gerçekleri biliyorlar mıydı? Ermeni sorunu, Karabağ olayları ve Terör konusundaki 1950’li yıllardan sonraki gelişmelerin perde arkasını ve gerçekleri Sorbonne Üniversitesinde bu konuda 1140 sayfalık bir doktora tezi yazmış olan Gaidz Minassian’ın, tezinin özeti olarak basılmış “Savaş ve Ermenilerin Terörü” adlı kitabında bulduk. Minassian öncelikle Ermeni davası anlamına gelen “Haidatism”i açık46 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 lıyor. Yazara göre Ermeni sosyolojisinde Haidatism normları fikirleri, değerleri ve mitleriyle bir sistem oluşturuyor. Bu ulusal sistem, tarihsel Ermeni toprakları üzerinde yeni bir Ermenistan ve yeni bir Ermeni milleti yaratmak demek oluyor. Ermeniliğin sembolü olan Haidatism gerçek dünyanın sertlikleriyle mücadele ve etnik olarak ortadan kaybolma psikozundan doğan bir mücadele türü. Ancak Lozan Konferansından sonra Daşnakların bu mücadelesi donuyor. 1934 yılında Başbakan İnönü’nün Iğdır üzerinden Ermenistan’ı ziyaret ettiği görülüyor ve kendisi Ermenistan Başbakanı tarafından gayet iyi karşılanıyor.1936 yılında Rusya’ya bağlı bir federe devlet olan Ermenistan’da Stalin’in emriyle Haidatismin tasfiyesine gidilmiş, bu konuda direnen dini, entelektüel ve siyasi liderleri ortadan kaldırmışlardı.4 O halde ne oluyor da Ermeni milliyetçiliği yeniden bütün gücüyle ortaya çıkıyor? Minassian’a göre; 1956 İsrail-Mısır savaşından sonra Ortadoğu’ya yerleşmeye başlayan Rusya, Türkiye’nin Amerika’nın yanında yer alarak Suriye’yi sıkıştırması karşılık Türkiye’yi sıkıştırmak istiyor. Kızıl Ordu subayları 1957 yılında İran’da H.Maroukian ve Irak’ta Papken Papazian ile ilişkiye geçerek Devrimci Ermeni Federasyonu’nun (Daşnaklar) Batılı ülkelerin yanından ayrılarak kendilerine yakınlaşması karşılığında şu sözleri veriyorlar: a)Yukarı Karabağ’ı Ermenistan’a bağlamak ve b)1915 felaketini uluslararası düzeyde soykırım olarak tanıtmak. Haidatismi tekrar canlandırmak isteyen Taşnak liderler bu önerileri kabul ediyorlar. Moskova’nın ikili oyunlar oynamasına ve Ermeni hareketini denetimi altında tutmak için yeni önlemler almasına karşılık, Maroukian ve Papazian işe koyuluyorlar. Daşnaklar, “rejimler geçer Ermeni kalır” sloganı altında Ermenistan Devletini kendi ortakları ve yandaşları olarak görmemiş ve Rusya’nın yanında yer almışlardı. Daşnak Hareketi Daşnak milliyetçi hareketinin yönlendirildiği yer Lübnan ve merkez ise Beyrut.1959 yılında Daşnak para fonları bu ülkede oluşturulmuştur. Partizan basın ve kitle örgütlenmeleri geliştirilmeye başlanmıştır. Sovyetler, Taşnaklara verdikleri sözü tutarak Devlet Başkanı Nikita Kruşçev döneminde Yukarı Karabağ’ın Ermenileştirilmesi amacıyla Daşnak olmayan grupların Sovyetler Birliğindeki lideriyle görüşerek diasporadan bu bölgeye göçlerin yapılmasını kararlaştırmışlardır. Oysa Rusya daha önce aldığı bir kararla 1947 yılından itibaren anavatana dönmelerini yasakladığı Daşnaklara geri gelmeleri için yeşil ışık yakmıştır. Uluslararası ilişkilerdeki hızlı gelişmeler Ermeni davasını zaman zaman durgunluğa sokmuştur.1962 yılında Amerikan Başkanı Kennedy’nin Küba’da bulunan Sovyet füzeleri karşılığında Türkiye’de bulunan Jüpiter füzelerini geri çekmeyi teklif etmesi ve Türkiye üzerinden yapılan pazarlıklar Türkiye’yi rahatsız etmiştir. 1964 yılında meydana gelen Kıbrıs olayları ve Amerikan Başkanı Johnson’un adıyla anılan meşhur Johnson mektubu Türkiye ile Amerika’nın arasını açınca, Türkiye 1965 yılında NATO’nun çok taraflı gücüne katılmaktan kaçınmış ve Johnson hükümeti Türkiye’ye baskı uygulamak almacıyla Ermeni sorununu 1968 yılında Amerikan Kongresinin önüne getirmiştir.[5] Türkiye – Amerika arasındaki bu gelişmeler Sovyetleri Türkiye’ye yakınlaştırınca Ermeni hareketinin Rusya tarafından desteklenmesi bir süre askıya alınmıştır. Bu gelişmeye rağmen Maroukyan ve Papazian, Sovyetlerle ilişkilerine devam ederek 1965 yılında, inandıkları “soykırımın” 50. yılının anılması için, Lübnan’da büyük törenler yapılmasını sağlamışlar ve Ermeni çetelerinin liderlerinin Osmanlı hükümeti tarafından İstanbul’da tutuklandıkları 24 Nisan 1915 günü soykırımın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. 1969 yılında eski Daşnak yöneticilerinden Sassuni Erivan’da bir kahraman olarak karşılanmıştır. Türkiye ile ilişkileri gelişen Moskova olayları çözebilmek amacıyla, ortaçağlarda Ermenistan’ın başkenti olan Ani’nin Akaba dağlarında bulunan iki Azeri köyüyle değiş tokuş edilmesini Ankara’ya önermiştir. Ankara’nın cevabının olumsuz olduğunu anlıyoruz. Ermeni hareketinin yön değiştirdiği anlar bulunmaktadır. Örneğin, Daşnak hareketi antisovyetik tutumundan üçüncü dünyacı bir tarafsızlığa yönelirken Daşnak küresel yönetimi Amerikancı bir kadronun eline geçmiştir. Maroukian ve Papazian’ın 1963’de Küresel Büro’ya seçilmeleri Taşnak hareketi içinde sağ-sol dengesini sağlamıştır. Ermeni diasporasını, özellikle Lübnan’da bulunan diasporayı etkileyerek Türkiye’ye karşı terör hareketlerini başlatan gelişmeler veya teröre yol açacak olan üçüncü boyut 1967 Arab-İsrail savaşıyla belirlenmiştir. 1968’de Arapların uçak kaçırarak terör hareketlerine başlamaları, Lübnan’a İsrail’in yaptığı müdahaleler Daşnak gençliğini Filistinlilerin yanına itmiştir. Lübnan’daki Ermeni grupları Hıristiyan Arap George Habbaş’ın etkisine girmişlerdir. George Habbaş’ın desteği ve yardımıyla ASALA(Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Gizli Ermeni Ordusu) kurulmuştur. Grubun başına yardımcısı Agop Agopyan diye anılan bir Taşnağı getirmiştir. Maroukyan ajanlarını içerde bıkarak bu gruptan uzaklaşma gereği duymuştur. 1972’de kurulan Amerikan Ermeni Asamblesi’nin soykırımı Amerikan siyasi sahnesine çıkarması başarısız kalması ve Türkiye’nin 1915 olaylarını reddetmesiyle Türk diplomatlara karşı terör eylemleri Kaliforniya’da 1972 yılında iki Türk diplomatının öldürülmesi üzerine başlamıştır. Minassian’ın tek bir kaynağa dayandırarak yazdığına göre 25 Ocak 1974’de Viyana’da Willy Brand, Bülent Ecevit, François Mitterand ve H. Maroukyan arasında görüşmeler olmuş, Fransa ve Almanya Ecevit’e soykırımın tanınması için Ermenilerle diyaloga girilmesi önerisinde bulunmuşlardır.[6] Gerilimli geçen görüşmelerde Ecevit’in her hangi bir taviz vermemesine karşılık olarak Maroukyan durumun kötüye gideceği konusunda Ecevit’i uyarmıştır. Hemen 1975 yılında Viyana ve Paris’te diplomatlarımız saldı- rıya uğrayarak öldürülmüşlerdir. Ermeni Adalet Komandolarından ve ASALA’dan başlayarak on beş civarında Ermeni terör örgütü, Türk diplomatlarını ve Türkiye’yi 1985’e kadar terörize etmişlerdir. ASALA Türk diplomatlarını NATO ülkelerinde vurarak NATO’nun zayıflığını göstermek istemiştir. Adalet komandoları ise sosyalist blokta faaliyet göstermiş hatta 1977’de Moskova metrosunu bile bombalamıştır. François Mitterand’la görüşebilen Taşnak yöneticiler kendi aralarında kavgalıdır. Temizlik eylemlerinden sonra 1972-1977 yılları arasında Fransa’da gelişen örgütler şunlar olmuştur: aşırı solda Ara Toranian başında bulunduğu, ASALA’nın bir kolu olan Ermeni Özgürlük Hareketi; solda Christian Der stepan’ın başkanlığında Fransız-Ermeni dayanışması Örgütü; Kegham Kevogian’ın başında bulunduğu, daha az siyasete bulaşmış olan Toprak ve Kültür hareketi. Devrimci Ermeni Federasyonu’nun otuz kadar ülkede örgütlendiği bilinse bile asıl örgütlenmeler: Fransa, Amerika, Lübnan ve İran’da olmuş Rusya olayları kısmen denetiminde tutmuştur. Ermeni Devrimci Fe- Analiz derasyonu 1977-80 yılları arasında Suriye ve Lübnan arasındaki çatışmalarda da karışmıştır. Ruslar, Daşnaklara Kıbrıs üzerinden silah yollamışlardır.[7] Durum bu şekilde gelişirken Türkiye’ye karşı girişilen terör eylemlere nasıl durabilmiştir. Burada iki gelişme önemli rol oynamıştır. Birincisi, Ermeni Devrimci Federasyonu ile uyuşmazlıkları olan ASALA’nın Lübnan’ın İsrail tarafından işgaline karşı çıkarak Fransız ve Amerikan askerlerine karşı Beyrut’ta girişilen kamyonlu saldırılarda rol alması ve bu saldırılarda 239 Amerikan ve 58 Fransız askeri öldürülmesidir. Bu gelişmelere ek olarak Fransız istihbaratı, Fransa içindeki Türkiye’ye karşı yapılacak eylemlerin Suriye desteğinde, gerçekte Lübnan’da bulunan Fransa’yı rahatsız etmek için yapılacağını tespit etmiştir. Orly Havaalanında Türk Hava Yollarına konan bomba sonucu katliam olunca Ermeni Devrimci Federasyonu ASALA’yı ve olayı kınamış ve Fransa, Türkiye’den ilk defa kendi uzmanlarını Creteuil’deki ağır ceza mahkemesine göndermesini istemiştir. İkinci olay, İzlanda’nın başkenti olan Reykavick’te Amerikan Başkanı Reagan ve Sovyet lideri Gorbaçev’in görüşmeleri sonucunda Rus liderin Glasnost ve Perestroyka’yı ilan etmesi ve soğuk savaşın sona erdiğini müjdelemesidir. Minassian’a göre bundan sonraki dönem söz verildiği gibi Taşnakların Yukarı Karabağ’a yerleşerek topraklarını genişletme dönemi olmuştur. Zaten, Ermeni Devrimci Federasyonuna göre, “büyük devletler için Ermeni sorunu önemli bir faktör oluşturmadıkça, Ermeni soykırımı için siyasal bir çözüm beklemek ve bu hususta bir inisiyatife girişmek beyhudedir. Uzun dönemli bir Haidatismi geliştirecek bir mücadeleye girmek” daha önemlidir.[8] 7 Ocak 1988’de içinde üç Taşnak’ın bulunduğu Yukarı Karabağ Komisyonu bu otonom bölgenin Ermenistan’a bağlanmasını görüşmek üzere Moskova’da kabul edilmişlerdir. Üçüncü bir ziyaret gene bir Yukarı Karabağ temsil heyeti tarafından Komünist Partinin etniklerarası ilişkiler alt-komisyonuna yapılmıştır. Bu toplantıda Karabağlı Taşnaklara, kendilerini büyük ve kırmızı bir ümidin beklediği söylenmiştir. Bu görüşmelerin hemen arkasından Karabağ’da Ermeni gösterileri başlamıştır. Bundan sonraki gelişmeler güncel olarak herkes tarafından bilinmektedir. Sonuç 1957 yılından 1988 yılına kadar gelişmeler bu şekilde olmuştur. Ermeni aşırı milliyetçilerinin, dünya’daki diğer milliyetçiler gibi istekleri hayalleri ve korkuları olmuştur, olacaktır. Gaidz Minassian’ın büyük bir çaba vererek yarattığı eserini okuyunca uluslar arası gelişmeler karşısında tek başına rol almanın küçük ve orta boy devletlerin elinde olmadığı görülmektedir. Günümüzde, Ermenistan ve Türkiye aralarındaki sorunları çözseler, Güney Kafkasları kaybetmemek için şimdiye kadar çeşitli oyunlar oynayan Rusya bu gelişmeye izin verecek midir? Rusya kendisinin dışında Batı ülkelerine enerji yollarının açılmasını kabul edebilir mi? Bu soruları sormamızın nedeni Rusya’nın Ermenistan’ın silahlanmasını İran üzerinden yapmasıdır. Rusya, Ermenistan’ı herhangi bir çatışma karşısında güçlendirmeye devam etmektedir. Putin’in Türkiye ziyareti sırasında Rusya'nın bir Amerikan projesi olan Nabucco’ya açıkça karşı çıkması Türk basınında gözardı edilmiştir. 1. Gaidz Minassian, Geopolitique de l’Armenie, Ellipses, Paris,2005,s.57. 2. Minassian, (Geopolitique…) ibid., 3. Minassian, (Geopolitique…) ibid s.58 4. Gaidz Minassian, (Geopolitique …), İbid, s.21. 5. Minassian, a.g.e., (Guerre et Terrorisme),s.18. 6. Minassian, ibid., s.37. 7. Minossian, ibid., s.54 8. Minassian, ibid., s.124. 48 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Türkiye, Güney Akım projesine, yeni enerji hattına, İran’ın bu enerji hattına katılmasına, Rusya’nın Türkiye’de Nükleer santral yapmasına Amerika’nın ne diyeceğini sorgularken Ermenistan Anayasa mahkemesi, Türkiye ile imzalanan protokolleri anayasaya aykırı buldu. Türkiye bu kez protokollerin ne işe yaradığını sorgularken, Mart ayı içinde Amerikan Kongresinin temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde, 1915 olaylarını soykırımı olarak gören bir karar çıkı. Bu olayın şoku yaşanırken ardından İsveç parlamentosunun “Ermeni soykırımı” kararı alması, Türkiye’yi ve hükümeti zor duruma düşürdü. Bu durumda aklımıza gelen sorular şunlardır: Amerika’nın Karabağ konusunda Ermenilere taviz veren tutumu daha önceki olaylarda bilindiğine göre, Cenevre’de yapılan Ermeni-Türk görüşmelerinin neyi nasıl çözeceği düşünülüyordu? Rusya ve Amerika, Ermenistan’ı sıkıştırmayarak sözlerinin arkasında durmamış mıydılar? Son günlerde Rusya’nın Azerbaycan ziyareti sırasında imzaladığı enerji anlaşması Nabucco projesini zora sokmuş ve enerji hatları Rusya’ya yönelmiştir. Enerji bakanlığımız hala Azerbaycan’dan alınacak gazın fiyatını tespit edemez ve Azeriler bize güvenmezken, Diasporanın isteklerini yerine getiren Amerika bu kayba karşı ne diyecektir? 24 Nisan’da Başkan Obama Kongre önünde “Ermeni Soykırımını” söylemezse, bu durum protokollerin imzalanması için yetecek midir? Son söz olarak zorunlu bir bekleyiş dönemine girdiğimizi söylemek mümkündür. SDE Yönetim Kurulu Başkanı* Ermeni Sorunu Dış Politikanın Aşil Topuğu Haline Getirilmemeli Prof. Dr. Birol AKGÜN* Türkiye’nin Batı ülkelerindeki karar tasarılarını görmezden gelmesi ve hafife alması mümkün değildir. Soykırım iddiaları her şeyden önce tarihe, objektif gerçeklere ve Türk insanına karşı yapılan bir haksızlıktır. Konu önemlidir ve Ermeni girişimleri yakından izlenmeli, uluslararası ortamda soykırım iddialarını göğüsleyecek ciddi ve sürdürülebilir bir siyasi-diplomatik strateji geliştirilmelidir. E rmeni sorunu son yarım asırdır Türk dış politikasının değişmez gündem maddelerinden birini oluşturmaktadır. Türk diplomatları daha mesleğe giriş sınavlarında veya Ankara’daki eğitim seminerlerinde “Ermeni iddiaları dosyasıyla” tanışırlar. Hatta daha genel konuşmak gerekirse, Ermeni sorunu İnkılâp Tarihi dersleri vasıtasıyla her Türk gencinin de siyasi kültür dağarcığının önemli bir parçasını oluşturur. Batı başkentlerini ve özellikle Washington’u ziyaret edecek Başbakanlarımız veya Dışişleri Bakanlığımızın çantasında mutlaka Ermeni dosyası da yer alır. Benzer şekilde, yolu Ankara’ya düşen Amerikalı diplomatlar da mutlaka Ermeni iddialarına ilişkin Amerikan tutumu konusundaki sorulara muhatap olurlar. Her yıl Nisan ayı yaklaştığında, adeta yılda bir nükseden sıtma hastalığı gibi Ankara’da siyasi tansiyon yükselir; Ankara-Washington ilişkileri sarsılmaya başlar. Beyaz Sarayda oturan Amerikan Başkanının 24 Nisan mesajında o “tehlikeli” sözcüğü kullanmaması ve Ermeni karar tasarısının Kongre gündemine gelmemesi için Washington’a mutlaka bir parlamento heyeti gönderilir, lobicilik faaliyetlerine hız verilir. Bu arada Amerika’daki güçlü Musevi lobisinin de desteği alınmaya çalışılır. Hatta gerekirse Tel Aviv devreye sokulur. Sonuçta 25 Nisan tarihli Türk gazetelerinin manşetlerini ve bu arada iç sayfalarını, Amerikan başkanının Ermeni cemaati için yayınladığı mesajın gizli şifrelerini yorumlayan başlıklar ve köşe yazıları doldurur. 2010 Nisan’ı yaklaşırken de durum pek farklı değildi. Üstelik bu kez Ermeni sorunu yalnızca Amerikan başkentinde değil, İsveç, İngiltere ve İspanya gibi Avrupalı dost ülke parlamentolarında da gündeme geldi. Türkiye’yi uluslararası arenada köşeye sıkıştırmaya çalışan Ermeni diasporası Ankara’ya yönelik siyasi kuşatma cephesini her geçen yıl genişletiyor. Bu yıl yeni olan tek şey ise, Başbakan Erdoğan’ın Gazze saldırısında İsrail’i yüksek sesle eleştirmesinden dolayı, Türkiye’ye kırgın olan Yahudi lobisinin devre dışı kalmasıdır. Amerikan Kongresinin Dış ilişkiler Komitesinden ve İsveç parlamentosundan soykırımı tanıma kararlarının “bir oy” (one vote) farkla geçmesinin Davos’taki “bir dakika” (one minute) çıkışının siyasi karşılığı mı olduğu sorusu ise ayrı bir tartışma konusu. 1915 olaylarının farklı ülke parlamentolarında soykırım olarak tanınmaya başlanmasının 55 yıllık bir geçmişi var. Türkiye ile hiçbir siyasi sorunu olmayan Latin Amerika ülkesi Uruguay, 1965 yılında Ermeni diasporasının baskısıyla soykırım iddialarını tanıyan ilk devlet oldu. İlerleyen yıllarda ise Kıbrıs Rum Kesimi, Arjantin, Ermenistan, Belçika, Kanada, Şili, Almanya, Fransa, Yunanistan, Litvanya, Hollanda, Lübnan, Polonya, Rusya, Slovakya, İsviçre, Vatikan ve Venezüella gibi ülkeler soykırım iddialarını tanıyan kararlar aldılar. Hatta Fransa ve İsviçre gibi bazı batılı ülkeler, konuyu Yahudi soykırımı (Holokost) olayıyla özdeşleştirerek, Ermeni “soyNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 49 kırımını” inkâr edenlere ceza veren düzenlemeler de yaptılar. Son kararıyla İsveç bu listeye eklenen 21. ülke oldu. neydi Ermeni olayları ve Türkiye bu sorunla mücadele için nasıl bir strateji izlemelidir? Ayrıca bu ülkelerin yanında Amerikanın 50 eyaletinden 42’si; Büyük Britanya’nın siyasi parçalarını oluşturan Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın yerel meclisleri de Ermeni soykırımı iddialarını tanıdılar. Başbakan Erdoğan benzer bir kararın İngiliz Avam kamarasında alınmaması için doğrudan Londra’yı ziyaret etti. Aslında İngiltere resmi olarak uzun süredir “Ermeni katliamlarını” kınamakla birlikte, bu olayların BM’nin 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesindeki tanımlara uymadığını söylüyor. Soykırım iddialarını tanıyan yerel parlamentolar arasında İspanya’nın Bask ve Katalan meclisleri, Avustralya’nın Güney Galler ve Brezilya’nın Sao Paulo eyalet meclisleri de bulunuyor. Aslında daha genel düşünüldüğünde Ermenistan’ı ziyaret eden hemen her ülkenin dışişleri bakanı veya devlet başkanı, Ankara’daki Anıtkabir gibi, resmi programına mutlaka Erivan’daki Soykırım Anıtı ve soykırım müzesini de ekliyor ve sembolik olarak o iddiaları onayladığını gösterir birkaç cümle yazmak durumunda kalıyor. Ermeni Sorunu ve Soykırım İddialarının Geçmişi Denilebilir ki, Ermeni diasporası son yıllarda soykırımın tanınması konusunda önemli mesafeler almıştır. Daha da önemlisi, giderek batı kamuoyunda eğitim, propaganda ve medyanın etkisiyle geniş halk kitleleri de bu iddiaları mutlak doğruymuş gibi görmeye başladı. Peki, 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Osmanlı Devletini de tarihe gömen I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı giriştikleri silahlı isyanının bastırılması ve iç güvenliğin sağlanması amacıyla, zamanın İttihat ve Terakki hükümetince Ermenilerin kitlesel olarak imparatorluğun güney eyaletlerine zorunlu göçe tabi tutulması bugünkü Ermeni sorunu olarak bilinen tarihimizdeki acı olayların özünü oluşturur. Tehcir kararına giden süreçte Osmanlı devletinin Ermeni komitacılarının elebaşlarından oluşan 2000’e yakın kişiyi 24 Nisan 1915’te tutuklaması ise Ermeniler tarafından daha sonraları “soykırım” ve “yas günü” olarak anılmaya başlanmıştır. Ermeni diasporası güçlü oldukları ülkelerdeki parlamentolara baskı yaparak, bu tarihin tüm dünya ülkelerinde soykırım günü olarak ilan edilmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Burada Ermeniler, atalarının 1915’te yaşadıkları olayları, Yahudilere II. Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanyasınca uygulanan sistematik kıyımla (Holokost) eş tutmaktadırlar. resmen özür dileyerek, onlara tazminat ödemesi, Ermeni diasporası için de izlenecek yöntem konusunda ilham kaynağı olmuştur. Bu amaçla diaspora, dört-T olarak ifade edilen ve aşamalı olarak uygulamaya sokulan siyasi bir strateji geliştirdi. Bunlardan birincisi, Tanıtmak’tır. Bu amaçla Ermeniler 1970’li yıllarda ASALA terör örgütünü kurarak şiddet eylemleri yoluyla Ermeni soykırımı iddialarını uluslararası arenaya taşıdırlar. İkinci adım ise Tanınma’dır. Bu aşamada, diaspora propaganda faaliyetleri yoluyla soykırım iddialarının dünyanın farklı ülkelerinde resmen tanınmasını sağlayacaktır. 1980’lerin ortasından bu yana devam eden bu faaliyetler giderek hız kazanmakta ve sonuç almaktadır. Yukarıda ifade edildiği gibi, Almanya’dan Rusya’ya kadar uluslararası toplumun önde gelen aktörleri soykırımı tanımışlardır. Şimdi de ABD’de de tanınması için, seçim öncesinde kendilerine yazılı vaatte bulunan Başkan Obama’yı bir şans olarak görmektedirler. Stratejinin üçüncü ayağında ise Tazminat talepleri gündeme getirilecektir. Son aşama ise Toprak talebi olacaktır. Bunun için de konunun büyük güçlerin desteği ile BM’ye ve uluslararası adalet divanına taşınması sağlanacaktır. Zaten Ermenilerin 1915 olaylarını soykırım olarak tanıtma uğraşıları da 1955 yılından sonra başlamıştır. Alman Nazilerinin soykırım suçundan dolayı yargılanarak ceza almaları ve Alman devletinin Yahudilerden Bir anlamda bu siyasi eylem planı Ermenilerin yüzyılın başında kaybettikleri Anadolu topraklarında bir Büyük Ermenistan kurma amaçlarına soykırım iddiaları üzerinden ulaşma stratejisi olarak da okuna- Türk-ABD ilişkileri bu kararla gereksiz şekilde zehirlenmiştir. Siyasi elitler arasında 1 Mart 2003 tezkeresinden sonra güçlükle tesis edilen siyasi güven yeniden zedelenmiştir. Şimdi sağduyu zamanıdır ve Beyaz Saray, ilişkilerdeki hasarı tamir etmek için etkin tedbirler almalıdır. Top bu anlamda artık Obama’nın sahasındadır ve zaman liderliğini gösterme zamanıdır. bilir. Gerçekten de bugünkü komşu Ermenistan’ın bağımsızlık bildirgesinde ve Anayasasının girişinde büyük Ermenistan hayalinin devam ettiğini gösterir ifadeler yer almaktadır. Örneğin Türkiye’nin Doğu Anadolu bölgesi Batı Ermenistan olarak ifade edilmektedir. Bu ifadeler Ermenistan’ı uluslararası politikada irredintist ve genişlemeci bir ülke konumuna da sokmaktadır. Kaldı ki, 1992-93’teki Karabağ Savaşı sırasında işgal ettiği Azerbaycan topraklarını terk etmeye yanaşmaması da bu irredintist politikanın en somut örneğini oluşturmaktadır. Öte yandan, soykırım iddiaları Ermenistan dışında yaşayan Ermeni diasporası için kendi etnik ve kültürel kimliklerini tanımlamalarının ve bulundukları ülkelerde kültürel asimilasyona karşı korunmanın bir siyasi aracı olarak da kullanılmaktadır. Böylece 1915’te gerçekten ne olduğundan çok, nesilden nesile anlatılan büyük bir mağduriyet ve acılı bir geçmişin anlatısı (mitolojiye dönüştürme) sayesinde, Ermeniler bir yandan uluslararası alanda mağdur bir halk rolü oynarken, diğer yandan ise soykırım iddiaları sayesinde emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla giriştikleri başarısız siyasi isyanlardaki hatalarını da unutturmanın bir aracı olarak kullanmaktadırlar. Türklere karşı beslenen aşırı bir nefret duygusu ve diyalog eksikliği ise, 1915 olaylarına ilişkin her iki taraf arasındaki farklı hikâyelerin tartışılmasını ve halklar arasındaki muhtemel bir rehabilitasyonun önünü tıkamaktadır. Türkiye’nin Soykırım İddialarına Yönelik Stratejisi Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet olarak kurulduktan sonra Osmanlı geçmişine ait olumlu/olumsuz her şeyi siyasi hafızasından silerek yeni bir başlangıç yapmak istemiştir. Gerçekten de Ermeni ve Yunan mezalimini ya da Balkanlarda zorunlu göçün trajedisini anlatan bazı hikâyeci tarihçilik dışında, Osmanlı’nın çöküşünü analiz eden ve ciddi tartışmaları içeren eserler yok denecek kadar azdır. Oral Sander’in işaret ettiği gibi, Türkler kendilerine yakışan bir vakarla Osmanlının cenazesini kaldırmışlar ve acılarını içine gömerek yeni bir devlet kurmak için geleceğe odaklanmışlardır. Bu nedenle Ermeni olayları, Türkler için Balkan savaşları, Trablusgarp savaşı ve Çanakkale savaşı gibi pek çok olaydan biridir ve yeni dönemde eski olaylar yalnızca siyasi bir hatıra olarak kalmıştır. Kaldı ki, Cumhuriyeti kuran siyasi ve askeri elitler Ermeni olaylarını aynen Osmanlının parçalanması gibi İttihat ve Terakki’nin yanlış bir işi olarak görmüşler ve onları sorumlu tutma eğiliminde olmuşlardır. İttihatçılar da savaş yenilgisi sonrasında ya ülkeyi terk etmişlerdir ya da Mondros mütarekesi sonrasında işgal güçlerince İstanbul’da kurdurulan Divan-i Harbi Örfi’de yargılanarak yaptıklarının cezasını çekmişlerdir. Bu nedenle yeni Türk devleti ve yeni siyasi elitler kendi- lerini 1915 olaylarından sorumlu hissetmemişlerdir. Cumhuriyetin kurucuları, deyim yerindeyse o acılı dönem hakkında bilinçli bir ulusal unutkanlığı (conscious amnesia) tercih etmişlerdir. Dolayısıyla Ermeni olayları, ASALA’nın 1970’li yıllarda Türk diplomatlarına yönelik olarak başlattığı sistemli terör saldırılarına dek ne Türk hariciyesinin ne de Türk entelektüellerinin dikkatini ve ilgisini çekmemiştir. O döneme ait Osmanlı arşiv belgeleri ise yakın zamana kadar ne tasnif edilmiştir ne de kullanılması teşvik edilmiştir. Konu 1980’lerde uluslararası politikaya yansımaya başlayınca Dışişlerinden bir büyükelçi (Kamuran Gürün) ilk kez Ermeni Dosyası hazırlamıştır. 1991’de Sovyetler Birliği dağılıp, Ermenistan bağımsız olduğunda Türkiye bu ülkeyi diğer Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetleri ile birlikte diplomatik olarak tanımıştır. Ancak kısa süre sonra Karabağ sorunu dolayısıyla, Azerbaycan ile dayanışma adına sınırlar kapatılmıştır. Ancak Ermenistan’a karşı 17 yıldır sürdürülen siyasi ve ekonomik ambargo ne yazık ki, Karabağ sorununun çözümüne bir katkı sağlamamıştır. Aksine Ermenistan ile Ermeni diasporasını Türkiye’ye karşı birleştirmiştir. Bu nedenle son yıllarda Türkiye Batılı ülkeler tarafından ikili bir kıskaca alınmaya çalışılmaktadır. Bir yandan 1915 olaylarını tanıma ve diğer yandan giderek fakirleşen Ermenistan’la sınırların açılması ve diplomatik ilişkilerin kurulmasına ilişkin baskılar her geçen yıl artmaktadır. Nitekim 1990’lı yıllarda ABD İnsani Yardım Koridoru açılması konusunda Türkiye’ye diplomatik baskı uygularken, AB de gerek parlamentosunda aldığı kararlarla gerekse Komisyonun pek çok kararıyla Türkiye’yi “iyi komşuluk” ilkelerine uymaya çağırmıştır. Sonuçta Türkiye Ermenistan’la diyalog arayışına girmiş ve uzun bir gizli görüşme trafiğinden sonra, önce futbol diplomasisi üzerinden kamuoyu yumuşatılmış, ardından da İsviçre’nin arabuluculuğu ile hazırlanan ve iki ülke arasında ekonomik ve siyasi ilişkileNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 51 rin normalleştirilmesini amaçlayan protokoller 2009 Ekiminde Zürih’te imzalanmıştır. Protokoller Beklenen Amaçları Sağlayabildi mi? Protokollerin özünde geçmişi tamamen unutmaya değil, ama komşu iki ülkenin bugünkü siyasi ve ekonomik ilişkilerini tarihin baskısından kurtarmayı amaçladığı söylenebilir. Türkiye olarak bizim temel tezimiz 1915'te bazı acı olayların yaşandığı, ancak bu acıları yalnızca Ermenilerin değil Türklerin de yaşadıkları gerçeğini tüm dünyaya anlatabilmekti. Zira tüm dünya yıllardır 1915 olaylarını yalnızca Ermeni kaynaklardan ve diasporanın tek yanlı siyasi propagandası ve yayınlarından biliyordu. Nitekim 2005'te TBMM, tam bir mutabakatla 1915 gerçeklerinin araştırılması amacıyla ortak bir tarih komisyonu kurulması ve karşılıklı olarak arşivlerin açılması önerisini tüm dünyaya ve Erivan'a iletmişti. İmza edilen protokoller Türkiye'nin bu talebini karşılayacak bir komisyonu öngörmektedir. Davutoğlu’nun ifadesiyle böylece iki tarafta da "adil bir toplumsal hafıza" yaratma imkânı ortaya çıkacaktır. İkincisi, iki ülke arasında diplomatik ilişki kurulması öngörülmektedir. Üçüncüsü ise, sınırların ticaret ve turizme açılması öngörülmektedir. Burada Türkiye'nin elini zayıflatan tek konu Kafkaslarda bizim soydaş ülkemiz olan Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ sorununun protokollerde hiçbir şekilde yer almamış olmasıdır. Ancak imza töreninde, AGİT bünyesinde ErmeniAzeri görüşmelerini yürüten Minsk grubunun batılı eş başkanları olan Rusya ve Fransa ile ABD ve AB gibi güçlü aktörlerin temsilcilerinin de hazır bulunması, aslında protokollerin uygulanmasının büyük ölçüde Karabağ'da önemli ilerlemelerin sağlanmasına bağlı olduğunun uluslararası toplum tarafından da anlaşıldığını göstermektedir. Protokoller ile Ermenistan ise 17 yıldır dışında kaldığı bölgesel siyasi ve 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 ekonomik dinamiklerle yeniden buluşma; siyasi yalnızlıktan kurtulma ve Türkiye üzerinden batıyla ilişkilerini geliştirme fırsatı yakalayacaktır. Ermenistan ilk kez bu antlaşmayla dış politikada kendisini diasporanın etkisinden kurtararak halkına karşı sorumlu bir "ulus devlet" davranışı sergilemiştir. şimleri yakından izlenmeli, uluslararası ortamda soykırım iddialarını göğüsleyecek ciddi ve sürdürülebilir bir siyasi-diplomatik strateji geliştirilmelidir. Bu strateji, Ermenistan’la diyalog ve ortak komisyon kurma arayışı kadar, zorlayıcı diplomasi yöntemlerini ve tedbirlerini de içermelidir. Protokollerin imzalanmasından sonra her iki ülke de iç hukuk açısından protokolleri uygulamaya geçirmek için bazı adımlar attı. Türkiye, protokolleri TBMM’ye sevk etti, ancak Azerbaycan’la yaşanan sorunlar ve muhalefetin baskısı nedeniyle henüz meclisten geçirilemedi. Öte yandan Ermenistan da kendi iç hukuku gereği, protokolleri önce Anayasa mahkemesine gönderdi. Mahkeme protokolleri onaylamakla birlikte, onama kararına eklediği bir şerh ile Protokollerin özüne ve ruhuna aykırı bazı yorumlamalar da getirdi. Bunu üzerine Türkiye ve Ermenistan arasındaki güven sarsıldı. Üstelik Ermeni tasarısının Amerikan Kongresinde görüşülmesi sırasında diasporan yanında Ermenistan resmi heyetinin de lobicilik yapması, Türk tarafında Ermenistan’ın siyasi niyetleri konusundaki şüpheleri derinleştirdi. Denilebilir ki, normalleşme sürecini canlandıracak yeni hamle yapılarak taraflar arasında güven tazelenemezse, iki ülke arasında yıllar sonra yakalanmış bir normalleşme fırsatının her iki ülkenin iç siyasi çalkantıları dolayısıyla yok olup gitmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun doğal sonucu ise, her iki ülkede de karşılıklı olarak radikal milliyetçi politikaların geri dönüşü ve siyasi gerginliklerin yeniden başlaması olacaktır. Böyle bir durum ise her iki ülkenin milli çıkarları açısından ne kadar uygun olduğu tartışmalıdır. Konu yalnızca bir tarihi gerçekliğin araştırılması veya haksızlığın giderilmesi sorunu değildir. Sorun Türkiye’yi dış politikada sıkıştırma stratejisinin bir parçasıdır. Soykırım iddiaları Türkiye ile sorunu olan veya Türkiye’nin bölgede ve dünyada yükselmesinden kaygı duyan veya kıskanan güçlerce de Türkiye’ye karşı bir siyasi şantaj ve psikolojik baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca son gelişmeler, son yıllarda Türkiye’nin çizmeye çalıştığı barışçı, insani, ahlaki ve yapıcı temeldeki proaktif dış politika imajını da zaafa uğratacak niteliktedir. Ermeni sorunu adeta yeni Türk dış politikasının ve yükselen Türkiye’nin imajının “Aşil topuğu” olarak görülmektedir. Türkiye’nin dış politikada yakın çevresiyle veya uluslararası siyasi sorunlarla ilgilenmek yerine, yalnızca kendi sorunlarına odaklanan, savunmacı bir tutum takınmaya zorlanmaktadır. Türkiye Ne Yapabilir? Türkiye’nin Batı ülkelerindeki karar tasarılarını görmezden gelmesi ve hafife alması mümkün değildir. Soykırım iddiaları her şeyden önce tarihe, objektif gerçeklere ve Türk insanına karşı yapılan bir haksızlıktır. Konu önemlidir ve Ermeni giri- Amerikan Dış ilişkiler komitesinden geçen karar tasarısı bizim için elbette dünyanın sonu değildir. Ancak bu sonuç ve Obama yönetiminin mevcut tavrı incelendiğinde, Türkiye’nin iyi niyetli barış çabalarının ve bölgesel barışa yönelik katkılarının ne Washington tarafından ne de İsveç gibi dost ülkelerce yeterince algılanmadığını ortaya koymaktadır. Oysa küresel barış söylemi ile iktidara gelen ve Avrupa’dan Ortadoğu’ya ve hatta Çin’e kadar geniş bir coğrafyada ciddi bir heyecan dalgası ve barış ümidi uyandıran Obama’nın, 90 yıllık karmaşık bir siyasi sorunun aşılması konusunda taraflar arasında imzalanan protokollerin uygulanmasına zaman tanımak için gerekli basireti ve sabrı göstermesi beklenirdi. Türk-ABD ilişkileri bu kararla gereksiz şekilde zehirlenmiştir. Siyasi elitler arasında 1 Mart 2003 tezkeresinden sonra güçlükle tesis edilen siyasi güven yeniden zedelenmiştir. Şimdi sağduyu zamanıdır ve Beyaz Saray, ilişkilerdeki hasarı tamir etmek için etkin tedbirler almalıdır. Top bu anlamda artık Obama’nın sahasındadır ve zaman liderliğini gösterme zamanıdır. Ancak Türkiye, Ermeni sorununun büyük güçlerle olan ikili ilişkileri- ni ipotek altına almasına izin vermemelidir. Bu çerçevede, ABD ve İsveç örneklerinde izlenen ve büyükelçilerin geri çekilmesi şeklindeki diplomatik tepkiler yerine, daha etkin ve uzun dönemde sonuç alıcı tedbirler uygulanmaya konulmalıdır. Davutoğlu’nun dile getirdiği “adil bir hafıza” yaratmanın yolları açılmaya çalışılmalıdır. Bu çerçevede son gelişmelere rağmen Türkiye bir yandan Ermeni açılımlarına devam etmeli, öte yandan ise Azerbaycan ile ilişkilerini güçlendirerek Ermenistan’ı işbirliğine zorlayacak karşıt diplomatik baskı yöntemleri ve caydırıcı taktikler geliştirmelidir. Bu amaçla protokol krizinin çözülmesi için bir yandan diyalog arayışları sürerken, öte yandan Karabağ sorununun çözülmesi konusunda Azerbaycan üzerinden caydırıcı tedbirler devreye sokulmalıdır. Örneğin Türkiye ve Azerbaycan orduları ikili işbirliğine dayanarak gerek Türkiye’de gerekse Azerbaycan topraklarında ortak tatbikatlar başlatabilir ve böylece zorlayıcı diplomasi uygulamanın imkânları devreye sokulabilir. Karabağ sorununda adım atmaktan kaçınan Erivan’a karşı, işgalin ve çözümsüzlüğün siyasi ve askeri maliyeti artırılmalıdır. Öte yandan, Ermenistan halkına yönelik olarak Türkiye iyi niyetini ve insani duyarlılığını göstermek üzere bazı jestler de yapabilir. Örneğin, protokollerden bağımsız olarak, sınır kapılarını Nisan ayı başı itibariyle belli bir süreliğine (Nisan sonuna kadar) açabilir. Böyle bir diplomatik jest, Batı ülkelerinde son aylarda Türkiye’nin aleyhine dönen kamuoyu üzerinde inanılmaz bir pozitif etki yaratacaktır. Ermenistan’da ise başta Cumhurbaşkanı Sarkisyan olmak üzere, iç politikada diyalogdan yana olan aktörlerin elini güçlendirecektir. Bir aylık bir sınır açma Türkiye’nin büyüklüğünü ve kendinden emin olduğunu da gösterecektir. Aksi durumda elçi geri çağırma, Türkiye’deki kaçak çalışan Ermenileri sınır dışı etme, ikili ilişkileri askıya alma, üst düzey ziyaretleri iptal etme ve TÜSİAD gibi iş âlemi temsilcilerinin programlarının ertelenmesi, uzun vadede hiçbir kalıcı etkisi olmayan, reaktif ve kendi imajımızı ve ekonomik çıkarlarımızı zedeleyici bir taktiktir. Sürdürülebilir bir strateji değildir. Doğrusu, elçilerin görevleri başına dönmeleri ve mücadelelerini ilgili ülkelerde sürdürmeleridir. Başbakan Erdoğan da İsveç gezisini en kısa sürede gerçekleştirmeli ve bu gezide kamu diplomasisine ağırlık vererek, dikkatlerin bu konuya çevrildiği bir ortamda İsveç halkına Türkiye’nin tezlerini anlatmalıdır. Ezcümle, Ermeni sorununu iç ve dış politikamızda bir güvenlik ve kimlik sorunu olmaktan çıkarmanın ve Türk dış politikasını “soykırım esiri” olmaktan kurtarmanın yolu, konunun her platformda özgürce tartışılmasının önünü açmak ve uluslararası platformlarda yılmadan usanmadan haklılığımızı anlatmaktır. Türkiye, modern diplomasinin inceliklerini kullanarak, Ermeni sorunuyla yüzleşebilecek siyasi güce, diplomatik tecrübeye ve demokratik olgunluğa sahip büyük bir ülkedir. SDE Uzmanı* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 53 Analiz Ermeni Sorunu Kördüğümü Emin GÜNDÜZ* Başkan Obama, Beyaz Sarayda göreve başlamasının üzerinden henüz üç ay dahi geçmeden, ne denli sihirli bir formül bulunmuş da, ABD Yönetimi, ermenilerin yüz yılı aşkın bir süreden beri devam ettirdikleri ve kan davasına dönüştürdükleri, son yirmi yıldan bu yana da, Türkiye’nin tüm iyi niyetli tutum ve davranışlarına adeta set çektikleri bu kemikleşmiş sorunu bir çırpıda çözme becerisini gösterebilmişti. S ovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında, Ermenistan’ın 2. kez bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana geçen yaklaşık 20 yılda Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde, bu ülkenin bir tür kan davasına dönüştürdüğü olumsuz tutumu nedeniyle yaşanan sancılı sürecin, geçtiğimiz yılın ilk aylarında beklenmedik şekilde ortaya çıkan bir hareketlilikle birlikte son bulmakta olduğu beklentisi yaratılmıştı. Başkan Obama, Beyaz Sarayda göreve başlamasının üzerinden henüz üç ay dahi geçmeden, ne denli sihirli bir formül bulunmuş da, ABD Yönetimi, ermenilerin yüz yılı aşkın bir süreden beri devam ettirdikleri ve kan davasına dönüştürdükleri, son yirmi yıldan bu yana da, Türkiye’nin tüm iyi niyetli tutum ve davranışlarına adeta set çektikleri bu kemikleşmiş sorunu bir çırpıda çözme becerisini gösterebilmişti. Obama, aynı seçim kampanyaları boyunca ermeni kökenli seçmenlere, Ermeni Lobisine ve Ermeni Diyasporasına ermeni soykırımını tanıma ve bu yöndeki tasarının Kongre’den geçmesini destekleme sözünü veren, başta Başkan Yardımcısı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Peloci olmak üzere yönetimin ermeni sempatizanı diğer mensuplarını da ikna edebilmiş miydi? ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama’nın ilk resmi dış ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirmesi ve bu ziyaret sırasında, gerek Cumhurbaşkanlığı Köşkünde ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde, gerek İstanbul’da yaptığı konuşmalarda, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin çok yakın bir gelecekte normalleştirilmesi için ilk kararlı adımların atıldığı yolundaki söylemleri bu beklentilere güç katmış, iç ve dış çevrelerde adeta bir bayram havası estirilmişti. Hatta bir kısım yazılı ve görsel medya, iki ülke arasındaki tüm sorunlar çözüme kavuşturulmuşçasına, Türkiye ve Ermenistan’ın bu yakınlaşmasının taraflara olduğu kadar Kafkasya’ya ve de çevre ülkelere sağlayacağı siyasi, ekonomik ve ticari getirileri abartılı övgülerle gündeme getirmişti. Seçim kampanyası sırasında yaptığı yazılı açıklamanın içinde en az on kez “ermeni soykırımı” ibaresine yer veren ve Başkan seçildiğinde “ermeni soykırımı” tasarısının Kongre’den geçmesini kuvvetle destekleyeceği taahhüdünde bulunan Başkan Obama, bizim siyasi literatürümüzde hemen her olayda kullanılması bir alışkanlık haline gelen “dün dündür, bugün bugündür” deyiminden hareketle başkanlık koltuğuna oturduktan sonra, Türkiye’nin bölgesindeki stratejik konumunu ve ABD’nin genelde Ortadoğu’daki, özelde de Afganistan, Irak ve İran bağlamındaki çıkarları açısından arzettiği yaşamsal önemini öğrendikten sonra, Türkiye’yi, iç baskılara göğüs germe bahasına, Ermenistan’a tercih mi etmişti? Öte yandan, Başkan Yoksa, yıllardır kendini mesnetsiz kin ve intikam ihtirasına kaptıran Ermenistan birdenbire hidayete ermiş, günah çıkartmaya, Ermeni Diyasporasının vesayetinden kurtulmaya ve daha da ötesi, ABD’nin ulusal çıkarları uğruna Rusya’nın güdümünden kurtularak bağımsız hareket etmeye mi karar vermişti? 54 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 ta dahi geçmeden, sözde soykırım iddialarının 94. yıldönümü münasebetiyle ermeni asıllı Amerikalılar için yayınladığı sempati mesajında, seçim kampanyasında ifade ettiği sözlerin arkasında olduğunu vurgulamakla yetinmemiş, kendisinden önceki ABD başkanlarından farklı olarak, ermeni dilinde “soykırım”a eşdeğer “Meds Yeghern” ifadesini iki kere tekrarlamıştır. Tamamı incelendiğinde, Başkan Obama’nın 24 Nisan 1909 tarihli mesajının, önceki yıllarda Beyaz Saray tarafından aynı tarihlerde yayınlanan mesajlardan çok daha sert ve ağır ifadeler ve suçlamalar içerdiği görülmektedir. Başkan Obama’nın Türkiye ziyaretinin hemen öncesinde paraflanan Protokollerin, içerikleri itibariyle son derece muğlak oldukları ve uygulamada taraflarca değişik şekilde yorumlanacakları yolunda yapılan tüm eleştiri ve uyarılara rağmen imzalanmalarını izleyen dönemde, başta Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan ve Dışişleri Bakanı Nalbantyan olmak üzere Ermenistan yöneticilerinin her ortamda yaptıkları açıklamalar da, Ermenistan’ın sözde soykırım iddialarından hiçbir koşulda vazgeçmeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. Aynı yetkililer gerek “İlişkilerin Normalleştirilmesine İlişkin Protokolde”, gerek “Diplomatik İlişki Kurulmasını Öngören Protokol”de, ne Karabağ konusunda ve ne de işgal altındaki Azerbaycan topraklarının terk edilmesi konusunda herhangibir ifadenin yer almadığını ve almasının da söz konusu olamayacağını sürekli tekrarlamışlardır. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, Türkiye iyi niyet gösterisini devam ettirmiş, Protokolleri onay için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne intikal ettirmiş, Ermenistan Parlamentosunun onayına değin sözkonusu Protokoller bu aşamada beklemeye alınmıştır. Ermenistan’ın bağımsızlığını ilk kez ilan ettiği 1918 yılından, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı döneme kadar geçen süre içindeki gelişmeler ve Ermenistan’ın 1991 yılında ikinci kez bağımsızlığını ilan etmesinden itibaren Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde başlayan ve 12 Ocak 2010 tarihine kadar uzayan süreçte gelişen olaylar bir önceki yazımızda genel hatlarıyla izah edilmiş olduğu cihetle , bu defaki yazımızda, sözkonusu Protokollerle ilgili olarak Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin 12 Ocak 2010 tarihinde verdiği karar karşısında ortaya çıkan yeni durumun irdelenmesine çalışılacaktır. Resmi makamlarımızın, onaya sunulan her iki Protokol metninin beklentilerimizi karşıladığı konusundaki görüşlerini sürdürdükleri ve onay için Ermenistan’ın işgal ettiği topraklardan çekilmesini bekledikleri bir aşamada, Ermenistan Yönetiminin, kendi mevzuatları uyarınca, onay öncesinde Protokol metinlerini anayasaya uygunluk açısından Anayasa Mahkemesine götürmeleri tüm hesapları tersine çevirmiş ve sorunu başlangıçtaki durumundan çok daha çapraşık hale dönüştürmüştür. Üçüncü Ülkelerle İlişkilendirilmesi Sözkonusu Değildir Ermenistan’ın imzaladığı her tür ikili ya da çok taraflı andlaşma, sözleşme ve belgelerin nihai onayından önce anayasaya uygunluk açısından incelenmesi ve onaylanmasıyla yet- Ne yazık ki, Başkan Obama’nın ziyaretini izleyen gelişmeler, yukarıda sözünü ettiğimiz olasılıkların gerçekçi olmadığını, değişik zaman dilimlerinde örnekleri ile ortaya koymuştur. “Meds Yeghern” İfadesini İki Kere Tekrarlamıştır Nitekim Başkan Obama, Türkiye ziyaretinin üzerinden henüz üç hafNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 55 kili olan Ermenistan Anayasa Mahkemesi, 12 Ocak 2010 tarihinde, Devlet Başkanını temsilen Dışişleri Bakanı Nalbantyan’ın da katılımı ile yaptığı toplantıda, Türkiye ile Ermenistan arasında 10 Ekim 2009 tarihinde imzalanan iki adet Protokolü, Ermenistan Anayasasına uygunlukları açısından incelemiştir. Toplantı sonunda oy birliği ile alınan kararda, sözkonusu Protokollerin, anayasanın vazgeçilmez bir parçasını oluşturan Bağımsızlık Bildirgesinin 11. maddesinin gerekleri ve Ermenistan Anayasasının dibacesinde yer alan hususlar ile çelişki oluşturmaması koşuluyla, anayasaya uygun olduğuna hükmedilmiştir. Kararda ayrıca, uluslararası hukuk ilkeleri uyarınca, imzalanan Protokollerin sadece iki ülkeyi ilgilendirdiği, dolayısıyla üçüncü ülkeleri kapsamadığı hususuna yer verilmiş, son maddesinde de kararın nihai ve kesin olduğu vurgulanmıştır. Ermenistan Anayasa Mahkemesi kararında özellikle vurgulanan bir diğer husus da, Protokollerle getirilen somut zorunluluğun, diplomatik ilişkiler tesis etmek ve müşterek sınırları açmaktan ibaret olduğu, metinlerde yer alan diğer ayrıntıların bu iki zorunluluk yerine getirildikten sonra dikkate alınacak niyet, amaç ve temennilerden ibaret bulunduğu şeklindeki ifadedir. Ermenistan Anayasa Mahkemesinin bu hiç hesapta olmayan kararı, Protokollerin gerek paraflanmaları ve gerek imzalanmaları aşamalarında, metinlerde kesin ve açık ifadelerin yer almamasının büyük sakıncalar doğuracağı konusunda değişik çevreler ve uzmanlar tarafından dile getirilen uyarıcı nitelikteki eleştirilerin ne kadar haklı ve geçerli olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesinin 11. maddesindeki “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesinde ve Batı Ermenistanda 1915’te yaşanan soykırımın uluslararası alanda tanınmasını amaç edinen çalışmaları destekler” şeklindeki ifade dikkate alındığında, Anayasa Mahkemesinin bu kesin ve nihai kararı karşısında, bundan böyle, Ermenistanın sözde soykırım iddialarından hiçbir zaman vazgeçmeyeceği ve Batı Ermenistan olarak gösterdiği Türkiye toprakları üzerindeki iddialarını da sürdürmeye devam edeceği açıkça görülmektedir. Oysa, bağımsızlığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra Ermenistanı tanıyan Türkiye, sırf bu nedenlerle Ermenistanla bugüne değin diplomatik ilişki kurmamıştır. Diğer taraftan, aynı mahkeme kararında, Protokollerin sadece iki ülkeyi ilgilendirdiği, dolayısıyla üçüncü ülkelerle ilişkilendirilmesinin sözkonusu olamayacağı hususuna yer verilmiştir. Bu ayrıntı da, 556 6 STRATEJİK ST S STR TTR RA ATTTEEEJJ İK ATE ATEJ İK D DÜŞÜNCE ÜŞ ÜŞÜ Ü ÜŞÜN ŞÜN ŞÜ Ş ÜN Ü NC CEE | N NİSA NİS NİSAN İİSA İS SA S A N 20 22010 0 1100 Protokollerin onaylanmasının Karabağ ve işgal edilmiş Azeri toprakları ile herhangi bir bağlantısının bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bu izahatımızda da görüleceği üzere, Protokollerin onaylanması ve işgal edilen Azerbaycan topraklarının terk edilmesi iki bağlantısız konu olarak nitelendirilmektedir. Oysa, Zürih’te imzalanan Protokolleri, Ermenistanla bugüne değin diplomatik ilişki kurmamıza engel oluşturan olmazsa olmaz üç temel soruna kesin çözüm getirdiği şeklinde yorumlayan Hükümetimiz yetkilileri, kardeş Azerbaycan’da ortaya çıkan güven bunalımını ortadan kaldırmak üzere, Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından tamamen çekilmesine değin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne intikal ettirilen sözkonusu Protokollerin onaylarının askıya alınacağı ve sınır kapılarının açılmayacağı yolunda bu ülkeye söz vermişlerdi. Kemikleşmiş Kin ve İntikam Politikası Ermenistan Anayasa Mahkemesinin, değiştirilemez olarak nitelenen son kararı karşısında, her iki Protokolun da tarafımızdan onaylanması olanağı tamamen ortadan kalkmış olduğu cihetle, bu koşullarda, Türkiye’ye yönelik kemikleşmiş kin ve intikam politikasını sonuna dek sürdürmekte kararlı olduğu anlaşılan Ermenistanla mevcut sınır kapılarının açılmasının da artık sözkonusu olmaması gerekir. Ermenistan bu denli açık ve Türkiye’yi dünya kamuoyu önünde, deyim yerinde ise, köşeye sıkıştırmayı amaçlayan planlı bir saldırı içine girmişken, resmi makamlarımız, Ermenistan Anayasa Mahkemesinin derin üzüntü ve düş kırıklığı yaratan bu kararının, ilişkileri normalleştirme sürecini tıkayacağını, imzalanan Protokollerin lafzına ve ruhuna aykırı olduğunu ifade ile, bir kez daha tek taraflı iyi niyet göstererek, bu konuda Ermenistan Hükümetinin siyasi iradesini orta- ya koyması talebinde bulunmuştur. Bu talebin hemen ardından, Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan 18 Ocak 2010 tarihinde yaptığı bir açıklamada, dünya kamuoyunun Zürih’te imzalanan Protokollerin ön koşulsuz olarak onaylanmasını beklediklerine işaretle, Ankara’nın geri adım atması halinde sadece anlaşmanın rafa kaldırılmasına yol açmakla kalmayacağını, aynı zamanda dünya kamuoyunun da güvenini kaybedeceğini, bu süreçte Ermenistanın kaybedeceği bir şeyin olmadığını öne sürmüştür. Nalbantyan 22 Ocak 2010 tarihinde Erivan’da düzenlediği bir basın toplantısında da, Türkiye’nin Protokolleri onaylamaması, ültimatom dilini kullanmaya, önkoşullar ileri sürmeye ve sürecin önüne engel çıkarmaya devam etmesi halinde müzakerelerin sonuçsuz kalacağı tehdidinde bulunmuştur. Türkiye’ye yönelik dolaylı tepkiler bununla kalmamış başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Avrupa Birliği, Rusya ve Fransa tarafından yapılan ve bugüne değin her vesile ile tekrarlanan açıklamalarda, Ermenistan Anayasa Mahkemesi kararının, Protokollerin onaylanmasına kesinlikle bir engel oluşturmadığı dile getirilmiştir. Bu itibarla, Ermenistan Anayasa Mahkemesi kararının, sorunun çözümüne olumsuz yansımalarına karşı güvence istediğimiz ABD’nin, bu bağlayıcı nihai ve kesin karar karşısında, etkin bir güvence vermesinin mümkün olmadığı, vermesi halinde dahi bu güvencenin geçerli ve gerçekçi olamayacağı açıktır. Hatta Ermenistan Yönetiminin, mümkün görülmemekle beraber, bu konuda bir yazılı garanti vermesi ya da bir siyasi deklarasyon yayınlaması da bu durumu değiştirmeyecektir. Son gelişmeleri birlikte değerlendirdiğimizde görünen manzara, Ermenistanın tüm kurnazlık yöntemlerini planlı bir şekilde kullanmak suretiyle, tarafımızdan hiçbir koşul öne sürülmeksizin sadece sınır kapılarının açılmasını ve diplomatik ilişki kurulmasını sağlamaktan öteye bir adım atmayacağı ve de Bağımsızlık Bildirgesinin 11. maddesine ters düşen hiçbir özveriye görünür gelecekte evet demeyeceğini açıkça aksettirmektedir. Bütün bu gerçekler karşısında, sözde ermeni soykırımı iddialarının 95. yıldönümü anma törenlerinin yaklaşmakta olduğu ve Ermenistanın attığı bu son adımla Türkiye’yi çok taraflı baskı yöntemiyle bir “oldu bitti”ye getirmeyi amaçladığı dikkate alınarak, hiç vakit geçirilmeksizin, Devletimizin tüm kurum ve kuruluşlarının işbirliği ve mutabakatı sağlanmak suretiyle, bu konuda bundan sonra izlenecek politikalar ve atılacak kararlı adımların tüm ayrıntıları ile belirlenmesi amacıyla, kısa, orta ve uzun vadeli, kapsamlı bir ulusal strateji belgesi hazırlanması ve bu belgeye eklenecekbiryolharitasıçerçevesinde gerekli siyasi, ekonomik, hukuki ve diplomatik adımların başlatılması sanırım kaçınılmaz görünmektedir. Bu çalışmalar yapılırken, TürkiyeErmenistan ilişkileri ile diğer ülkeler yönetimlerinin ve parlamentolarının, haksız, tarihsel ve özellikle hukuksal mesnetten tamamen yoksun ermeni iddialarına destek veren söylem ve eylemleri iki ayrı sepette ele alınmalı ve karşı önlemler de buna göre saptanmalıdır. Diğer taraftan, bu kritik aşamada ABD Yönetiminin 24 Nisan öncesinde atması olası olumsuz adımların da bir tehdit unsuru olarak kullanılmasının tarafımızdan hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğinin ve bu yöntemle herhangibir taviz elde edilemeyeceğinin ABD Yönetimine şimdiden kesin bir dille iletilmesi yararlı olacaktır. Ermenistanla Diplomatik İlişki Kurulmasını İstemeye Kimsenin Hakkı Olamaz Bütün bu gerçekler ve dış güçler tarafından Ermenistanla işbirliği içinde oynanan tüm bu sinsi oyunlar karşısında, Ermenistanın tarihi ve hukuki gerçeklere ters düştüğü kadar, iyi komşuluk ilişkileri ile de hiçbir şekilde bağdaştırılması mümkün olmayan bu inatçı ve hayalperest tutumundan vazgeçtiğinin, kendi mevzuatında gerekli tüm değişiklikleri yaparak kanıtlamasına değin, Türkiye’nin, gerek ulusal çıkarlarımıza ve gerek milli davalarımızdan biri olan bu sorunla ilgili olarak ulusumuzun bugüne kadar sürdürdüğü geleneksel dik duruşuna gölge düşürecek nitelikte tek taraflı bir iyi niyet yaklaşımı ile Ermenistanla bir diplomatik ilişki kurulmasını Türkiye’den istemeye hiç kimsenin hakkı olamaz.. Hiçbir yabancı ülkenin de kendi çapraşık çıkarları uğruna, böylesine haksız bir özveriyi ya da onur kırıcı bir tavizi Türkiye’ye baskı yoluyla kabul ettirmeye gücünün yetmeyeceği de bilinmelidir. Büyükelçi (E)* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 57 Analiz nelik katliamları Uluslararası Adalet Divanı Bosna Hersek-Sırbistan Soykırım Davasında verdiği kararında soykırım olarak nitelendirmiştir. Türkiye Soykırım Sözleşmesine Taraftır Soykırım Oyunu Prof. Dr. Mehmet Emin ÇAĞIRAN* Amerikan Temsilciler Meclisi Komitesinde soykırım karar tasarısının oylanıp kabul edilmesi siyaseten ABD’nin itibarını gölgeleyen bir tutum olmuştur. Ermenilere karşı soykırım yapıldığını meclis kararı olarak resmileştirmek isteyen bir devletin Ekim Protokollerinin imzalanması için deyim yerindeyse çırpınması ve bunu büyük bir adım olarak nitelemesi diplomasi tarihinde nadir görülen bir tutarsızlık örneğidir. N isan ayı Türkiye açısından soykırım ayı oldu. Her yıl 24 Nisan gelirken herkesi bir merak ve endişe sarıyor. Acaba ABD Başkanı, artık geleneksel hale gelen mesajında “soykırım” kelimesini mi, yoksa başka bir ifadeyi mi kullanacak? Aslında her yıl aynı film ufak tefek rötuşlarla tekrarlanıyor ama biz yine de merak etmeye devam ediyoruz. Bu yönüyle işin çivisi çıkmış gibi; ABD yönetimlerinde devlet ciddiyeti hak getire; yakında kapitalist sistem mesajlar üzerinden “lottery prize” düzenlerse hiç şaşmamak lazım. Tabii bir de işin, üzerinde çok yorum yapılabilecek hukuki ve siyasi yönleri var. Ermeni tezlerini çeşitli sebeplerle destekleyen ABD ve diğer devletlerin dile getirdikleri iddiaların konusu olan soykırım “suçların suçu” diyebileceğimiz en ağır insanlık suçunu oluşturuyor. Kısaca soykırım, bir insan grubunu ulusal, etnik, ırki ve dini aidiyetlerinden dolayı kısmen veya tamamen imha etmek anlamına geliyor. Tanımdan da anlaşılacağı üzere soykırım aynı zamanda insan 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 haklarının en açık ve ağır bir şekilde ihlali. Bu sebeple, insan haklarını konu edindiğimiz köşemizde biz de “Nisan tartışmalarının” havasına uygun olarak soykırım suçunu ele alıyoruz. Uluslararası alanda soykırım suçunun unsurları üzerinde genel bir mutabakat olduğu söylenebilir. Bu hususta 1948 yılında yapılan Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşmedeki tanım referans kabul ediliyor. Sözleşmenin 2. Maddesine göre soykırım oluşturan fiiller, gruba mensup olanların öldürülmesi; grubun mensuplarına ciddi surette bedeni veya zihni zarar verilmesi; grubun fiziki varlığını tamamen veya kısmen ortadan kaldırmak amacıyla hayat şartlarını değiştirmek; grup içerisinde doğumları engelleyecek tedbirler almak; gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek şeklinde sayılmış. Bu fiillerden herhangi birisini gerçekleştirmek yanında, teşebbüs veya iştirak, işbirliği yapmak veya doğrudan ve aleni surette kışkırtmak da doğrudan veya dolaylı olarak soykırım suçunun kapsamı içerisine giriyor. Ancak soykırım suçunun oluşması için bu maddi unsurların bulunması yeterli değil. Suçun oluşması için manevi unsurun, yani bu amaca yönelik bir kastın bulunması gerekir. Buna göre, bir devleti soykırım suçuyla itham edebilmek iktidar sahiplerinin bilerek, isteyerek, belirli bir program dâhilinde yukarıda sayılan fiilleri işlemiş olmaları halinde mümkündür. Mesela, milyonlarca insanın dini ve etnik kökenlerinden dolayı yüzyıllardan beri yaşadıkları vatanlarından sürülmeleri ve bu esnada kısmen veya tamamen yok olmaları için katliamlar dâhil her türlü kötü muameleye tabi tutulmaları tipik bir soykırımdır. 19. yüzyıl sonlarından itibaren birçok devletin eş zamanlı olarak uygulamaya başladıkları ve 1910’lardan itibaren hız kazanan Türkleri ve Müslümanları Balkanlardan (Avrupa’dan) atma ve Asya’ya geri gönderme politikası verdiğimiz örneğe aynen uymaktadır. Nitekim bu planın 20. yüzyılın sonunda daha lokal bir çapta yeniden uygulama sahnesine konulması olan Bosna’daki Müslümanlara yö- Türkiye Soykırım Sözleşmesine 1950 yılından beri taraftır, dolayısıyla bu insanlık suçunun tanımı, mahiyeti ve unsurlarının ne olduğu konusunda uluslararası toplumla aynı şekilde düşünmektedir. Kendisine yönelik Ermeni ithamlarına karşılık olarak da, bu tür mesnetsiz ithamların düşmanca davranış olduğu gerçeğine rağmen, öteden beri oldukça soğukkanlı ve takdire şayan bir tutum takınarak, gerçekleştiği iddia edilen tarihi olayların tarafsız bir uzmanlar heyetince incelenmesini ve ortaya çıkacak objektif verilere göre hareket edilmesini teklif etmektedir. Bu teklifler şimdiye kadar Ermenistan tarafından karşılıksız bırakılmıştır. En son Türkiye-Ermenistan arasında geçtiğimiz yıl Ekim ayında imzalanan protokollerde 1915 olaylarının incelenmesi için bir heyet teşkili öngörülmüştür. Protokollerin onaylanma sürecinde Ermenistan Anayasa Mahkemesinin aldığı kararla konunun açıklığa kavuşması bir kez daha önlenmeye çalışılmaktadır. Oysa bir suç isnadında adil bir karar verile- bilmesi için tarafların dinlenmesi, iddianın lehinde ve aleyhinde bütün delillerin toplanması ve savunma hakkına riayet edilmesi de en temel insan haklarındandır. Türkiye’den soykırım iddiasını hiç itirazsız kabul etmesini talep edenlerin “geçmişte yaşanan acıları” biraz olsun hafifletmek gibi görünüşte insani bir söylemle bunu dile getirirken yargısız infaz yaparak hak ve adalet anlayışını hiçe saymaları manidardır. Bu yılki soykırım teraneleri ABD’nin (ve aynı görüşü paylaşan diğer devletlerin) siyaseten de ne kadar tutarsız ve izansız davrandıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bilindiği üzere Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkileri normalleştirmek için yapılan görüşmeleri ABD ve Minsk Grubu devletleri hararetle desteklemişlerdir. Protokoller hazırlanıp imza aşamasına geldiğinde İsviçre’de düzenlenen törene bu devletlerin en üst seviyede temsilcileri katılmıştır. İmzadan önce Ermenistan tarafının çıkardığı krizin aşılması için Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’ın gösterdiği çaba hala akıllardadır. Ve bu protokollerin hükme bağladığı birkaç önemli konu arasında yukarıda belirttiğimiz gibi Ermeni soykırım iddialarına temel teşkil eden tarihi olayların belirli bir usul içerisinde incelenip orta- ya çıkarılması vardır. Protokollerin imzalanması sadece ABD tarafından değil, bütün devletlerce olumlu karşılanmıştır. Bütün bu olumlu gelişmelerden sonra Amerikan Temsilciler Meclisi Komitesinde soykırım karar tasarısının oylanıp kabul edilmesi siyaseten ABD’nin itibarını gölgeleyen bir tutum olmuştur. Ermenilere karşı soykırım yapıldığını meclis kararı olarak resmileştirmek isteyen bir devletin Ekim Protokollerinin imzalanması için deyim yerindeyse çırpınması ve bunu büyük bir adım olarak nitelemesi diplomasi tarihinde nadir görülen bir tutarsızlık örneğidir. Üstelik ABD’li yetkililer hâlâ Türkiye’den Protokolleri bir an önce onaylamasını talep etmektedir. İnsan haklarını siyasete alet etmek insan haysiyetine karşı yapılacak en büyük saygısızlıktır. ABD’nin tutumu ne ilk örnektir ne de son olacaktır. Sadece son birkaç ayda yaşananlar (minare referandumu, nüfus cüzdanında din hanesiyle ilgili AİHM kararının gerekçeleri vb) bile Batının kendisinden başkasına tahammülü olmadığını, hele sözkonusu Türkiye ise şuuraltındaki düşmanca hislerinin etkisinden bir türlü kurtulamadığını göstermektedir. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 59 Analiz İstanbul’da ABD Büyükelçiliği yapan Henry Soykırım Temcidi… Temsilciler Meclisi karar tasarısının daha ilk maddesinde “2 milyon Ermeni’den 1,5 milyon erkek, kadın ve çocuk öldürülmüş, hayatta kalan 500 bin kişi evlerinden sürülmüştür” diye yazanlar, ne kadar sığ ve cehalet içinde olduklarını sergilemektedir. Oysa nüfus konusunda ABD’li araştırmacılar, 1914’te 1,2 milyon civarında Ermeni’nin olduğunu belirtmektedir. 4 Mart 2010 tarihli bu gelişme, artık sırayla önce Temsilciler Meclisinde ardından Senatoda oylanacak. Buralardan geçmesi halinde sıra başkanın imzasına gelecek. Yani 24 Nisan’a kadar, soykırım yasasının çıkması için, en az üç kademede daha Türkiye’nin 95 yıl önceki tarihinin yargılanması ve insanımızın meşgul edilmesi gerekiyor. Türkiye’nin, ABD’ye tepkisini üç dakika içinde ortaya koyarak, görüşmeler yapmak üzere büyükelçisini çekmesi anlamlı. 60 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 bir reklâm kampanyası ile piyasaya sürülen kitabı, Türk aleyhtarlığı ile Ermeni Yrd. Doç. Dr. Caner ARABACI* ABD, öncekiler hesaba katılmazsa son on yıldır, hemen hemen her sene soykırım konusunu gündeme getirdi, ardından geri bıraktı. Bu yıl, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi, soykırım yasa tasarısını nihayet oyladı. 46 kişilik temsilcinin; 22’si hayır, 23’ü evet diyerek, oturum Türkiye aleyhine sonuçlandırıldı. Komitede Türk Dışişleri, TBMM’den milletvekilleri ve lobiciler; kararın reddi için çaba sarf ettiler. Tabi Taşnak ileri gelenleri ile birlikte Ermenistan temsilcileri ve lobileri de komite salonunda boy göstere göstere çalıştılar. Neticeyi, komite başkanın özel gayretiyle, bir oy farkla alınca hemen orada, gürültülü bir şekilde başarılarını kutladılar. Morgenthau’nun etkili ABD Komitesi Niçin Böyle Bir Kararı Aldı? Öncelikle zamanlama, dikkat çekici… ABD, Fransa, Almanya vb. gibi bir soykırım yasası çıkarabilir mi, iki ay içinde durum gösterecek. Ama bu konunun ilk aşamasının TürkiyeErmenistan arasındaki buzların eritilmesi için yoğun çabalarının harcandığı bir zamana denk getirilmesi anlamlı. ABD, buzları eritmeye çalışan iki komşu ülkeyi, kendi meclisinde karşı cephelerde çarpıştırdı. Hâlbuki altı ay önce, TürkiyeErmenistan arasındaki protokolünün imza töreninde, iki ülkenin temsilcileri arkasında duranlardan biri ABD dışişleri bakanı idi. Bahar havasının meydana gelmesi için AB, Rus temsilcileri önünde Nalbantyan ile Davutoğlu’nun imzalarını alkışlarken, ne değişti de ABD, bu ilişkileri zehirleyen bir süreci başlattı? Kafkaslardaki barış arayışı, ABD tarafından niçin çıkmaza sürüklenmek istenildi? Bu tavır, seçim, oy kaygısı ile izah edilebilir mi? Özellikle havanın yeniden Türkiye aleyhine çevrilmesi için “soykırım temcidinin” sahneye konduğu bir gerçek. Durum, ABD’nin samimiyetsizliğini, barış sürecini baltalamada bir beis görmediğini gösteriyor. Fil kadar irileşmiş ama yüreği, insanî erdemi, kafası o kadar büyümemiş bir mahlûk duruşudur bu. Siyasi basiretsizlik, tasarı metninin paçalarından, yanlışlar halinde akmaktadır. Tasarıda Ne Var? Temsilciler Meclisi 252 No.lu Karar Tasarısı; “Başkan’ı ve ABD dış politikasını” yönlendirmeye dönüktür. Bunun için, “Ermeni Soykırımı ve diğer konularda ülkemizin (ABD) belgelerinde ifade edilmiş insan hakları, etnik temizlik ve soykırım meseleleriyle ilgili uygun yaklaşım ve hassasiyeti yansıtmasını sağlamaya davet” edilmesini karara bağlamaktadır. 30 maddelik metinin, en geniş kısmı, bulguların yer aldığı bölümdür. “ABD’nin Ermeni Soykırımı Kararının Teyit Edilmesi” için ortaya konan bulgular, evlere şenliktir. Bunlardan bazılarını ele almak yeterli olacaktır. 1. Maddede; “Ermeni Soykırımı, Osmanlı İmparatorluğu tarafından tasarlanmış ve 1915’ten soykırım iddialarının kaynaklarından birisidir. İngiliz Arnold Toynbe ve Lord Bryce, Alman Protestan papazı Johannes Lepsisus, gibi iddiacıların dayanağı olan kitabın tam bir sahtecilik örneği olduğunu başka bir Amerikalı araştırmacı ortaya çıkarır. 1923’e kadar uygulanmıştır. Yaklaşık 2 milyon Ermeni’den 1,5 milyon erkek, kadın ve çocuk öldürülmüş, hayatta kalan 500 bin kişi evlerinden sürülmüş ve bu durum, Ermenilerin tarihi vatanlarındaki 2 bin 500 yıllık varlıklarının ortadan kalkmasıyla sonuçlanmıştır” denmektedir. Kararı yazanlar, daha ilk maddede ne kadar sığ ve cehalet içinde olduklarını sergilemektedirler. Öncelikle nüfus konusunda ABD’li araştırmacılar, 1914’te 1,2 milyon civarında Ermeni’nin olduğunu belirtmektedirler. Bu miktarda Ermeni’den 1,5, 2 milyonu nasıl katledilmiştir? Osmanlı Devleti, fiilen 30 Ekim 1918’den itibaren yok gibidir. 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması ile hem fiilen hem de hukuken tarihe karışmıştır. Üstelik de 13 Kasım 1918’de başkenti, Amerika’nın da aynı cephede olduğu İngiltere-Fransa ve İtalya tarafından işgal edilmiştir. İşgal, gizli anlaşmalarla paylaşmaya uygun olarak bütün ülkeye -dar bir alan hariç- yayılmıştır. “Ermeni soykırımı, 1923’e kadar uygulanmıştır” denildiğine göre 1918-23 arasında bizzat kendileri de soykırımdan sorumlu olmalıdırlar. İkinci “bulgu” birinciden daha anlamsız durmaktadır. Çünkü İtilaf Devletlerinin, Osmanlı Devleti’ni, “insanlık suçu işlemekle” itham eden ortak bir açıklama” yayımladıklarını ifade etmektedir. Harp içinde Rusya, rütbe takıp üniformasını giydirerek cepheye sürdüğü yaklaşık 200 bin Ermeni’yi ölüme gönderirken; İngiltere, Fransa işgal ettikleri yerlerde benzerini yaparken, insanlık suçu işlemiş sayılmamaktadır. Ama Türk Ordusu, saldırıya karşı ülkesini savunurken suçlu olmaktadır. Bu nasıl bir mantıktır, anlamak mümkün değildir. Harp sırasında Mayıs 1915’te Van’ı, işgal ederek savaşılan düşmana kim teslim etmiştir; ABD komitesi öğrense, bazı şeyleri daha doğru düşünebilecektir. Üçüncü madde, “sorumlu” ve “taraf” olan İtilaf ülkelerinin açıklamasını kaynak göstermektedir: “Bu suçlar dolayısıyla Osmanlı Hükümeti’nin bütün üyelerini ve bu katliamları gerçekleştiren memurlarını şahsen sorumlu tutacağını kamuoyu önünde bildirmektedir”. Ardından, “üst düzey liderler” suçlanmaktadır. 5. madde tam bir çeldirici durumundadır: “Jön Türk Rejimi’nin yetkilileri, bir dizi savaş mahkemesinde yargılanmış ve Ermeni halkına karşı katliam düzenlemek ve yürütmek suçlamalarından hüküm giymiştir” denmekte; 6. Maddede, “Ermeni Soykırımı’nın baş düzenleyicileri” olarak görülen “Enver, İçişleri Bakanı Talat ve Denizcilik Bakanı Cemal, suçlarından dolayı idam cezasına mahkûm edilmiş ancak bu kararlar infaz edilmemiştir” tespiti yapılmaktadır. Bu maddeler, açık bilgi yanlışı içermektedir. Zira liderler, soykırım değil harbe sürüklemeden yargılanmışlardır. Bir bağımsız mahkeme tarafın- dan, soykırım suçunun işlendiği hiç tespit edilmemiştir. Böyle bir tespit, Osmanlı Devleti, İngiliz-Fransız ve İtalya elinde iken de yapılmamıştır. Ama işgal güçlerinin kurdurduğu mahkemelerde, zaten ülkeyi terk etmiş bulunan İttihatçı liderler, yenik devletin ileri gelenleri olarak “savunmasız” suçlanmışlardır. Ardından da bir sürek avı başlatılarak, tek tek öldürülüp/şehit edilmişlerdir. Bu öyle bir durumdur ki, Berlin’de, Roma’da iki ayrı Türk başbakanını sokak ortasında vurup öldüren Ermeni militanları yakalanıp/bilindiği halde suçlu bulunmamış, bazılarını öldürenler yakalanmamıştır. ABD komitesi, kanının hesabı sorulmayan liderlerin sürek avında öldürülmelerini bilmeyecek/görmeyecek kadar cehalet içindedir. Üstelik ileri gelenler içinde Cemal Paşa gibi Suriye’deki kamplarda Ermenilere yaptığı yardımlarla tanınan, Sait Halim Paşa, Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi gibi bu konuda suçlanmayan ama yargısız infaza tabi tutulan devlet adamları vardır. 7. Madde daha ibretliktir: “Ermeni Soykırımı ve ülke içindeki bu hukuki noksanlıklar, Avusturya, Fransa, Almanya, Büyük Britanya, Rusya, Birleşik Devletler, Vatikan ve daha birçok ülkenin ulusal arşivlerinde kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlarla belgelenmiş ve bu geniş kanıt birikimindeki olguların, olayların ve sonuçların birbirinin aynısı olduğu görülmüştür” demektedir. Buradan sanılır ki komite, bu kadar arşivde 1915 olaylarını incelemeye tabi tutmuştur. Arşivler içinde dünyanın en büyük belgeliği olan Başbakanlık Osmanlı Arşivinin hiç anılmamış olması anlaşılabilir. Ermenistan arşivinden niçin bahsedilmemektedir? Adalet kurumunda jüri sistemi olan Amerika’nın, tarafları görmezden gelmesi, aldığı kararı gülünç hale getirmeyecek midir? 8 ve 9. Maddeler, durumu en iyi ortaya koyan hükümleri içermektedir: “ABD Ulusal Arşivi ve Kayıtlar Dairesi, özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın 59’ncu Kayıt Grubu’ndaki kamuya ve ilgili kurumların kullanımına NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 61 Dokuz yüz yıl birlikte, iç içe yaşayan insanların, 1915’te kan ve ateş ortamında karşı karşıya gelmelerinin sebebi niçin hiç düşünülmez? Ölen Ermeni sayısından kat kat fazla Türk’ün öldürülmüş olması, neden aynı insani kaygıyla akla gelmez? Tehcirden sonra, Türk yetimler yanında resmen Ermeni çocukların da bakılıp, yetiştirildiği neden görülmez? açık olan 867.00 ve 867.40 sayılı dosyalarında Ermeni Soykırımı üzerinde kapsamlı ve detaylı belgeler bulundurmaktadır.”, “1913’ten 1916’ya kadar ABD’nin Osmanlı İmparatorluğu büyükelçiliği görevini yürütmüş olan Sayın Henry Morgenthau, aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiklerinin de olduğu birçok ülkenin yetkilisiyle birlikte Ermeni Soykırımı’na karşı protestolar organize etmiş ve bunlara öncülük yapmıştır.” 10. Madde itirafın hükmü durumundadır: “Büyükelçi Morgenthau, ABD Dışişleri Bakanlığı’na Osmanlı İmparatorluğu hükümetinin politikasını “bir ırkı yok etme kampanyası” olarak tanımlamış ve kendisine 16 Temmuz 1915 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı Robert Lansing tarafından, ‘Ermeni soykırımının durdurulmasına yönelik… adımlarınız Bakanlığımızca 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 onaylanmıştır’ talimatı verilmiştir” denmektedir. Soykırım İddialarının İlk kaynağı Yalan Aslında, Amerikan büyükelçisi ve onu öne süren yönetim, dünyada soykırım iddialarının ilk kaynağı durumundadır. Gerçekten 1913-16 arasında İstanbul’da ABD Büyükelçiliği yapan Henry Morgenthau, Amerika’da, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nü (Ambassador Morgentau’s Story) yayınlar. Etkili bir reklâm kampanyası ile piyasaya sürülen kitap, dünya çapında Türk aleyhtarlığı ile Ermeni soykırım iddialarının kaynaklarından birisidir. İngiliz Arnold Toynbe ve Lord Bryce, Alman Protestan papazı Johannes Lepsisus, gibi iddiacıların dayanağı olur. Ama Amerikan Büyükelçisinin kitabı, tam bir sahtecilik örneğidir. Zira Heath W. Lowry, adlı bir başka Amerikalı araştırmacı, Amerikan arşivlerinden karşılaştırmalı olarak eseri inceleyip, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası’nı (Çev. Belkıs Torfilli, İsis yayını, İstanbul,1991) yayınlayarak sahtekârlığı ortaya çıkarır. Lowry, Amerikan Ulusal Arşivleri (U.S. National Achives, Washington, D.C.), Roosevelt Kütüphanesi (Franklin Delano, Hyide Park, New York), Kongre Kütüphanesi (Library of Congress, Washington, D.C. Yazma Bölümü), Mr. Ve Mrs. Robert Rusnak’a ait Hendrick Belgeleri Koleksiyonu (Winfield, Illinois), Columbia Üniversitesi: Butler Kütüphanesi- Sözlü Tarih Araştırma Bölümü gibi arşiv, kütüphane ve özel yazma koleksiyonlarını tarayarak çarpıcı gerçeğe ulaşır: Büyükelçi, kitabı kendisi yazmamıştır. Gerçek yazar, Burton J. Hendrick adlı bir gazetecidir. Üstelik belge, bilgi olarak aleyhte sunulan bilgiler de sahtedir. Çünkü savaş zamanı Anadolu’yu, Doğuyu görmemiştir. Eli altındaki Ermeni memurlar ile Amerikan misyonerlerinden, belgelerini temin etmiştir. Artık Wilson’a yakın, emlakçi zen- yargılamaya dair çoğunlukla seçim dönemlerinde ve politik kaygılarla dile getirdikleri görüşlerdir. Komitenin diğer delilleri de benzer şekilde Amerikan kaynaklarına dayanmaktadır. 14. maddede delil; 1920’de Türkiye’yi baştanbaşa dolaşarak, Amerikan mandası altına almanın uygun olup olmadığını tespit etmek üzere rapor hazırlayan General James Harbord’un bir cümlesidir. Generalin 13 Nisan 1920 de Senato’ya sunduğu cümlesi şöyledir: “Kesme, şiddet, işkence ve ölüm olaylarının 100 güzel Ermeni vadisi üzerindeki etkisi sürüyor ve bu bölgeye gidenlerin çok azı tüm zamanların bu en büyük suçuna dair kanıtlardan kaçabiliyor.” mıştır. 1920’de intibalarını dile getirmiştir. İntiba, bir milleti, tarihini suçlamanın kaynağı oluvermiştir. 15. maddedeki delil de Hitler’e atfedilen bir cümledir: “1939 yılında hiçbir kışkırtma olmadan ordularına Polonya’ya saldırı emri veren Adolf Hitler, buna karşı çıkanlara, ‘Tüm yaşananlara rağmen bugün kim Ermenilerin yok edilmesinden bahsediyor ki?’ demiş ve Yahudi Soykırımı için gerekli ortamı oluşturmuştur.” Bu cümlenin Hitler’e ait olduğu gerçek bile olsa, yasa dayanağı yapılması, mantıken doğru mudur? Hitler, I. Dünya Harbine katılmıştır. Ama 1915’te Türkiye’de bulunmuş mudur, olayların içinde midir? Aslında yapılan doğruyu aramak değil, soykırım konusunda tescilli Hitler’le birlikte anarak zihinleri aleyhte yönlendirmektir. Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile ilgili maddeler de aynı tipte kasıtlı psikolojik yönlendirme esaslıdır. ABD temsilcilerinin otuz maddelik gerekçeleri, tarihi gerçekleri arama endişesi taşımamaktadır. Öyle olsaydı, o dönemi inceleyen Türk değil, Amerikan araştırmacılarının yazdıklarına bakılırdı. En azından bilim adamlarından ortak komisyonlar oluşturarak arşivlerde araştırma yapma teklifi göz ardı edilmezdi. Onun için kararları, gerçeği arama endişesinden kaynaklanmamaktadır. Tamamıyla politiktir. Türkiye’nin manda yapılmaya elverişli olup olmadığını ölçmeye çalışan general, 1915’i görmemiştir. 1917 sonundaki vahşete tanık olma- 30 maddelik gerekçede, ABD başkan ve temsilcilerinin değişik zamanlarda açıklamaları, delil olarak alınmaktadır. Bunlar siyasilerin, geçmişi Yalnız geçmişe göz atıldığında, değişen bir şeyin olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü 1918’den itibaren dünyada soykırım iddialarının gin bir Yahudi olan Büyükelçinin, Başkan ve Dışişleri Bakanının isteği ile kitabı yayınladığı bilinmektedir. Türk-Alman aleyhtarı hava oluşturarak, Başkanın elini güçlendirme niyetiyle piyasaya sürülen bir eserin, hâlâ parlamentoda delil gösterilerek kullanılması, dünya tarihinin garip, gülünç gerçeklerinden biri olmalıdır. Bunlara dayanarak ABD komitesi, 1,5 milyon Ermenin “sistemli ve kasten” yok edildiğini, bu işin “soykırım” olarak tanımlanmasının ABD başkanına hatırlatılmasını hedeflemektedir .1 ABD Gerçeği Arama Derdinde Değildir kaynağı olan ABD, aslında soykırım yasasını kabul etmede çok geç kalmıştır. Uruguay, Kıbrıs Rum Yönetimi, Arjantin, Rusya, Kanada, Yunanistan, Lübnan, Belçika, İtalya, Vatikan, Fransa, İsviçre, Slovakya, Hollanda, Polonya, Almanya, Venezüella, Litvanya, Şili’den geri kalmak, Amerika’ya yakışmamaktadır. Zaten Ermeni ayrılıkçılığının körüklenmesi, olayların ortaya çıkması için insanların hazırlanmasında Amerika’nın rolü; doğrudan Ermenilere üniformalarını giydirerek Osmanlı ordusuna karşı kullanan Rusya, Fransa ve İngiltere’den çok daha ileridir. Amerikan misyoner okullarının, Ermenicilik ve Pontusçuluğu yeşertme merkezi olarak faaliyet göstermesi, dünkü duruşu ile bugünkünün örtüştüğünü göstermektedir. Aslında ilgilendiği Ermenileri, tarihi-geleneksel mezheplerinden ayırarak Protestanlaştıran Amerikalı ve İngilizler ile Ortodokslaştıran Rusya; Katolikleştiren Papalıkla Fransa, Ermenilere fayda değil ancak zarar vermişlerdir. Osmanlının asırlarca tek bir millet, üstelik “millet-i sadıka” olarak içinde barındırdığı Ermeniler, emperyalist güce göre paramparça edilmiştir. ABD bu yönden, dünkü emperyalist, bölücü, barış katili yüzünü; Temsilciler Meclisinin Dış İlişkiler Komitesinde bu defa “hak arayıcı” pozlarında sergilemek istemiştir. Yeşertilmeye çalışılan barış ortamını bulandırmaktan başka bir işlevi olmayan bu tavrını; 40 milyon civarındaki Kızılderili katliamını kabulden sonra gösterse idi biraz daha anlamlı olurdu. Veya Vietnam’daki katliamı, Irak’taki 1,5 milyon insanın katlini, Afganistan’da öldürülmeye devam edilen sivillerin hakkını kabulden sonra olsa idi, ciddiye alınabilirdi. Kendisi insanlık suçları ile malul olan ABD’nin çabaları, saygı uyandırmayacak, ancak NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 63 vicdanları kanatacaktır. Amerika, soykırım yasasını kabul eden 22. ülke olmakla şeref kazanmayacaktır. Böylece Ortadoğu’da, Kafkaslarda barış adına sözünün bittiğini, fitnenin bir parçası olduğunu ilan etmiş olmaktadır. Çünkü ABD temsilcileri, 95 yıl öncesine ait bilmedikleri bir olayı, birilerinden öğrendikleri, duydukları kadarıyla, ilkesiz, siyasi niyetler adına ele almakta ve Türkiye’yi sürekli tarihi ile yüzleşmeye mecbur etmektedirler. Bunlar Da Düşünülsün Dokuz yüz yıl birlikte, iç içe yaşayan insanların, 1915’te kan ve ateş ortamında karşı karşıya gelmelerinin sebebi niçin hiç düşünülmez? Ölen Ermeni sayısından kat kat fazla Türk’ün öldürülmüş olması, neden aynı insani kaygıyla akla gelmez? Tehcirden sonra, Türk yetimler yanında resmen Ermeni çocukların da bakılıp, yetiştirildiği neden görülmez? Erzurum, Van, Kars civarındaki toplu mezarlar; tek yanlı öldürmenin olmadığını ABD kafasına niçin anlatamaz? Ya, “karşılıklı arşivleri açalım, oluşturulacak bilim adamları heyeti, inceleyip gerçeği ortaya çıkarsın” teklifi niçin duymazdan gelinir? Çünkü niyet, gerçeği öğrenmek değildir. Doğruyu tespit edip ona göre davranmak hiç değildir. Öyle olsaydı, Amerikan temsilcileri, kendilerine yakın olan, George W. Bush'un Yahudi kökenli danışmanı tarihçi Bernard Lewis’e kulak verirlerdi. Justin Mc Carty’ye sorarlardı. Üstelik bu yasa çıkarma tehdidini, her yıl tekrarlamaları artık, iç siyasette kullanma veya tehdit ederek yola getirme, bir şeyler koparma politikasının çirkinliğini öne çıkarmaktadır. Yalnız Türkiye, ABD komitesi önünde iç politikada gösteremediği bir birlikteliği ve dayanışmayı başarmıştır. İktidarı, muhalefeti ile harcanan çabanın, asıl Türkiye içinde gösterilmesi gerekmektedir. Gücü elinde bulunduranların “çakal devlet” politikalarıyla, insanlığa huzursuzluk yaydığı bir dünyada, Türkiye’nin yekvücut ve kuvvetli olma mecburiyeti bulunmaktadır. Sonuç itibariyle, on sekiz yıl öncesinin Hocalı soykırımını, günümüzde Irak, Afganistan’da devam eden sivil katliamlarını görmeyenlerden dosan beş yıl öncesine ait vicdani davranış beklemek de abestir. Zira güce tapanlardan, hakşinaslık ummak ancak hayal kırıklığını artıracaktır. O zaman haklı olanların, içte ve dışta muktedir hale gelmeleri gerekmektedir. Türkiye, bu anlamda gücünün 31 Ağustos 2009 - T.C. ile Ermenistan Cumhuriyeti farkında olduğunu arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasına ilişkin proto- gösterme devrinkol paraf edilirken en coşkulu desteği arka planda veren dedir. 20 bin lobicinin fink attığı devlet temsilcisi ABD Dışişleri Bakanıdır. Altı ay içinde bir şehirde, kendi neyin değiştiği sorgulanmalıdır. lobilerini oluşturup harekete geçirememek bir eksikliktir. Bu durum sadece ABD için geçerli değildir. 450 bin kadar Ermeni, Fransa iç siyasetinde aktif ve etkilidir. “Soykırım” hakkında 2001 yılında, bir kanun kabul ettirilmiş, Fransız Millet Meclisi Ekim 2006’da Ermeni soykırımını inkâr edenleri 3 yıla kadar hapis ve 45 bin Euro para cezasına çarptıran ve henüz Senato gündemine alınmayan bir tasarıyı kabul etmiştir. Hâlbuki aynı Fransa’da 400 bin kadar Türk vardır. Bu güç, etkin hale getirilemez mi? Millî duygular ve vatanseverlik açısından Türk insanı, Ermeni diasporası mensuplarından daha mı geridir? Organizasyon ve aydınlatma çalışmalarının yabancılara değil, Türklere de yeterince yapılmadığı bir yerde boşluk, menfi ellerce doldurulmaktadır. Aynı durum, soykırımı kabul ederek kendine suç ortağı arayan Almanya için de geçerlidir. Zira Almanya, en büyük azınlık olarak Türkleri barındıran bir ülkedir. Avrupa’da yaşayan Türkler için ikinci vatan durumundadır. Ama nüfusları ile etkileri kıyaslandığında hayıflanmamak elde değildir. Benzer bir durum Amerika’daki Türk vatandaşları için söylenebilir. Ayrıca, Türkiye’ye Amerikan savunma ve uzay endüstrisi ihracatının, geçen yıl toplam 7 milyar doları geçmesine ne demelidir? Üsler, ortaklıklar, Orta Doğu’daki Amerikan çıkarlarını ilgilendiren her konu, değerlendirmek üzere masaya yatırılmalıdır. Halk tabiri ile, “başka düşmana ihtiyaç duyurmayacak dost” görünümündeki ABD’nin, Türkiye’yi her yıl tedirgin eden tavrının kendisine dönük bir bedelinin olması tabii değil midir? SDE Uzmanı* 1. Komite metni için bkz. http://www.ttk.org.tr/index.php?Page=Sayfa&No=183, 25 Şubat 2010; http://www.hurriyet.de/haberler/gundem/520083/temsilcilermeclisinolu-karar-tasarisi; http://dosyalar.hurriyet.com.tr/soyk%C4%B1r%C4%B1m_tasari_metni.pdf 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Dış Politika Analiz Coğrafyamızdaki Sorunlarda Artan Çözümsüzlük Görüntüleri Büyükelçi (E) Nüzhet KANDEMİR* Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurulması ve sınırların açılmasını da öngören Protokoller, 10 Ekim 2009 tarihinde, İsviçre’nin Zürich kentinde imzalanmıştı. Bu imza sonrasında ortaya çıkan çeşitli tartışmalar ve başta Azerbaycan olmak üzere, birtakım çevrelerin tepkilerine ilaveten, Ermenistan Anayasa Mahkemesinin aldığı bir karar konuyu büsbütün karmaşık hale getirmiştir. U luslararası düzeyde harcanan tüm çabalara karşın, Türkiye’nin bulunduğu Bölge ve onun ötesinde, mevcut uluslararası sorunların bir çözüme kavuşturulabileceği konusunda belirgin bir iyimserliğe yol açabilecek herhangibir iyileşme görülmüyor. Çözüm yerine çözümsüzlüğün egemen olduğu sorunlar ve bunları tetikleyen olaylar uluslararası gündemi işgal etmekte. Türkiye, bir yandan Kıbrıs sorunu gibi kendisini doğrudan ilgilendiren bir konuda, Ada’da yaşayan iki toplum başta olmak üzere, uluslararası toplumun kabul ederek onaylayabileceği, müzakereye dayanan çözüm formüllerini desteklerken; diğer yandan, yarım asrı aşkın bir süredir devam eden ve Bölgenin tümünü, dolaylı ya da doğrudan etkileyen, Filistin-İsrail uyuşmazlığında, Ortadoğu barış sürecinin yeniden başlatılması çabalarına katkı sağlayabilecek iyi niyetli çabalar göstermeye gayret ediyor. Türkiye, ayrıca, önemli bir komşusu 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 ve Bölge ülkesi olan İran’ın ABD ve diğer Batı ülkeleri ile mevcut uyuşmazlığında kolaylaştırıcı bir rol oynamak çabasında. Onun ötesinde, Afganistan ve Pakistan’daki gelişen olaylar, Türkiye’nin de içinde aktif bir role sahip olduğu uluslararası toplumun gündemini işgal etmekte. Türkiye’nin, komşusu Ermenistan’la, neredeyse bir asra yakın bir süreyle devam eden sorunları ise, çözüme kavuşturulmak istenirken daha da bir çözümsüzlük manzarasına bürünüyor. Yukarıda saydıklarımız Türkiye ve bölgesini ilgilendiren ve çözüm bekleyen sorunlardan sadece birkaç tanesi. Dikkatlerimizi, Bölgeden biraz daha uzaklara yönelttiğimizde giderek artış gösteren ekonomik, siyasi ve askeri sorunlar yumağının var olduğunu açıkça görebiliyoruz. Biz, şimdilik, daha bölgesel çerçevede kalıp, konuları fazla dağıtmadan, yukarıda değindiğimiz sorunları kısaca irdelemeye çalışalım. Kıbrıs Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumları arasında, 1960’ların sonlarında başlatılan müzakereler, pek çok sayıda aracının ve ülkenin oyuna girip çıkmalarına rağmen, günümüze değin bir çözüm formülüne bağlanabilmiş değildir. Kıbrıs sorunu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine ilişkin alanda da, arzu edilmeyecek ölçekte ve önemde bir yer tutmuş ancak bu da, çözüm yerine çözümsüzlük kapılarını çoğaltmaktan başka bir işe yaramamıştır. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas arasında süregiden yoğunlaştırılmış müzakereler, Rum ve Türk kesimlerinde bir iç siyasi çekişmenin de tetikleyicisi olmuştur. Hristofyas’ın komünist AKEL partisi ile koalisyonun diğer iki ortağı Demokratik Parti (DİKO) ve Sosyalist (EDEK) Partisinin bu yüzden hükümetten ayrılma kararları gündeme gelmiştir. Nitekim, sosyalist EDEK Partisi, müzakerelerde Türk tarafına gereğinden fazla ödün verildiği savı Komşularla sorunların sıfıra indirgenmesi, ne yazık ki, geçmişte denenmesine rağmen, bugüne kadar hiçbir ülkeye nasip olmamıştır. Mantıklı olan, Türkiye’nin, karşılıksız kalacak özverilerde bulunmak yerine, ilgili taraflara sağlayabileceği kolaylıkların çerçevesini belirgin tarzda ortaya koyarak, verdiği kadar almayı garanti altına alan, mukabil özveri ve anlayış çerçevesinde elde edilecek sonuçlara, uzun vadeli geçerlilik kazandırmasıdır. ile üçlü koalisyondan çekilme kararı almıştır. Böylece, Hristofyas’ın müzakerelerdeki pozisyonu çözümden ziyade çözümsüzlüğe doğru kaymıştır. Buna rağmen, Türk tarafı müzakerelerin sürdürülmesinden yana bir tavır benimseyerek, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin gözetiminde, başlayan müzakereleri sürdürebilmek gayretlerinde ısrarlı olmuştur. KKTC iç politikasında da, hükümet değişikliğinden sonra, müzakerelerin daha dikkatli bir zeminde yürütülmesi zorunluluğu giderek kendini hissettirmektedir. Ancak bir çözümden bahsedebilmek olasılığı, bunca yıldan sonra, ne yazık ki çok zayıftır. Filistin-İsrail Uyuşmazlığı Ortadoğu barış sürecini canlandırmak üzere, başta Başkan Barack Obama, çeşitli ülkelerin ortaya koyduğu çabaların bir sonuca varabilme şansı, mevcut konjonktürde çok zayıf gözükmektedir. Beyaz Sarayı devraldığı günden bu yana, kendinden önceki başkanların yeterince önem verip üzerine gitmediklerine inandığı dış politika sorunlarının başında gelen, Filistin-İsrail uyuşmazlığının çözümüne yönelik Ortadoğu Barış Sürecini canlandırabilmek amacıyla, büyük bir gayret içinde olduğu görülen Başkan Obama, bu kez aynı istikamette yeni bir hareketlilik yaratmanın peşinde olduğunu ortaya koymaktadır. Filistin-İsrail ihtilafında rol oynamak üzere atadığı, eski Senato Başkanlarından, Lübnan asıllı George Mitchell’i defalarca Bölgeye gönderen ve, 2009 Eylül ayında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları vesilesile, New York’ta bulunduğu sırada, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile üçlü doruk toplantısı bile düzenleyen Başkan Obama, bu çabalarının da akim kalmak üzere olduğu şu sıralarda, Başkan Yardımcısı Joe Biden’i Bölgeye göndererek, İsrail ve Filistinli yöneticiler arasında bir müzakere sürecinin başlatılması amacıyla çalışmalar yaptırmaktadır. Biden’ın, barış müzakereleri alanında çekince ve duraksamaları olduğu bilinen Benjamin Netanyahu’yu, Filistinlilerle askıya alınmış olan görüşmelerin yeniden başlatılması hususunda ikna etme çabaları aşamasında, İsrail hükümetinin Batı Yakası ve Doğu Kudüs’te 1600 yerleşim birimi inşaına ilişkin kararı, bu çabaları tümüyle ters etkilemiştir. Biden’in ziyaretini boşa çıkartacak bu karar adı geçenin tepki vermesine neden olurken daha birkaç gün önce ilan edilen aracılı görüşmelerin de sonu olmuştur. Hatırlanacağı gibi, Arap Ligi Genel Sekreteri Amr Musa, aracılı görüşmelerin başlatılmakta olduğunu büyük bir başarı olarak takdim etmişti. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas kararı protesto ederek, İsrail Hükümeti bu karardan geri adım atmadığı sürece aracılı görüşmelere katılmayacaklarını açıklamıştır. Bugün için, Obama Yönetiminin tek yapabildiği, taraflarla ayrı ayrı temas ve görüşmelerde bulunan George Mitchell aracılığı ile bir mekik diplomasisini gerçekleştirmekten ibaret kalmaktadır. Gerek Filistin gerek İsrail’in ısrarla üzerinde durdukları ve tarafların uymadıkları bilinen ön şartlar dolayısıyla liderlerin bir araya gelmesi, Amerika’nın iyi niyetli çabalarına rağmen olanak dışıdır denebilir. Hatırlanması gereken bir diğer husus, 1967 İsrail işgalinden bu yana, gerek Batı Yakası gerek, Arapların yoğun yaşadıkları, Doğu Kudüs Bölgelerinde yüzden fazla Yahudi yerleşim projesi gerçekleştirilmiş ve buralarda halen yarım milyona yakın Yahudi yaşamaktadır. Filistin-İsrail uyuşmazlığı konusundaki çözümsüzlük görüntüsünden sonra, sorunların giderek yoğunlaştığı İran konusuna değinelim. İran İran’ın kararlılıkla sürdürdüğü nükleer alandaki çalışmalarına karşın, başta ABD ve İsrail, Altılar Grubu üyesi ülkelerin karşı yaptırımlar konusunda aktif bir çalışma içinde oldukları görülmektedir. İran’ın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi beş daimi üyesi ülke ve Almanya’nın katılımı ile oluşan ve “Altılar Grubu” olarak bilinen ülkeler temsilcileri ile 1 Ekim 2009 tarihinde, Cenevre’de yaptığı görüşmeler sonrası, elinde bulunan yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyumu Rusya ve Fransa gibi üçüncü ülkelere göndererek bilimsel ihtiyaçlara cevap verebilecek düzeyde zenginleştirildikten sonra kendisine iade edilmesine ilişkin anlaşmaya daha sonra uymayacağını açıklaması üzerine, İran’a ilave yaptırımlar uygulanması hususunda Altılar Grubu ülkeleri, aralarında istişarelerde bulunmakta idi. NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 67 Bu istişarelerden sonuncusu, geçtiğimiz aylarda, Çin dahil Altılar Grubu’na üye ülkeler temsilcileri arasında yoğun bir istişare trafiğine yol açmıştı. Bu istişareler öncesi ve sonrasında,ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, İran’ın uyuşmaz tutumuna işaretle, bu ülkeyi belirlenecek bazı alanlara yönelik ilave yaptırımlarla tehdit etmeye başlamıştı. Bu uyarılar üzerine, önce İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, daha sonra, bu ülke Dışişleri Bakanı Manucher Mottaki, Altılar’ın önerisine ilişkin olarak herhangibir sorun bulunmadığını beyan etmişler ve böylece ilave yaptırım olasılığını ertelemek ya da ısınan havayı biraz soğutmak amacını ortaya koymuşlardır. Çin, ilave yaptırımların diplomasi yolunu tıkayacağı ve durumu daha da içinden çıkılmaz hale getireceği savı ile İran tarafını desteklemiştir. ABD yönetimi, İsrail’in de ağır baskı ve telkinleri doğrultusunda, İran’a yönelik ilave yaptırım tehditlerini hayata geçirebilmek için yarı seferberlik halindedir. Bu çerçevede, İsrail Hükümeti de, İsrail hava kuvvetlerinin Haziran 1981 tarihinde Irak’ın nükleer tesislerine karşı yaptığı başarılı imha operasyonunu hatırlatarak, aynı tertipte bir operasyonun İran’a karşı da gerçekleştirilebileceği, zira nükleer yeteneklerini giderek artıran bu ülkenin İsrail’in güvenliği bağlamında, büyük bir tehdit oluşturduğunu vurgulamak suretiyle kamuoyu oluşturmaktadır. Bu durumda, Türkiye’nin, bölgesinde yeni bir krizin ortaya çıkması olasılığını da dikkate alarak, özelde İran’la genelde uluslararası kurum ve kuruluşlarla ve Altılarla sıkı bir temas ve istişare içinde, krizin önlenmesi çabalarına, uluslararası çerçevede ve tarafsız bir şekilde, aktif katkıda bulunmaya çalıştığı görülmüştür. Hillary Clinton, bu ek yaptırımların İran halkından ziyade, İran hükümetini hedef alacağına ilişkin beyanlarına karşın, Ankara’da temaslarda bulunan Dışişleri Bakanı Manucher 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Mottaki ise, 5 Şubat tarihinde, “uzlaşıya çok yakınız” diyebilmiştir. Oysa, 6 Şubatta Ankara’ya gelen Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates, Mottaki’yi yalanlayarak, “bilakis uzlaşıdan uzaktayız” tarzında bir lisan kullanmıştır. Amerikan Hükümeti üzerinde, Joe Biden’in son İsrail ziyaretinde de görüldüğü gibi, İran’a karşı yaptırımlar konusunda İsrail’in baskısı açıkça görülmektedir. Obama Yönetimine göre, İran’ın geçmişteki ve günümüzdeki açıklamaları siyasi amaçlı kandırmacalardan ibarettir. Ancak bu kandırma girişimleri, İran’ın nükleer alandaki gerçek niyetleri açısından duyulan şüpheleri daha da artırmaktadır. ABD’nin peşinden koştuğu ilave yaptırımları kısa süre içinde sağlayabilmesi olası gözükmemektedir. Şu aşamada, ABD’nin karşısındaki en büyük engeli, Çin Yönetiminin ek yaptırımlara sıcak yaklaşmayışı oluşturmaktadır. Bir diğer çözümsüzlük manzarasını ortaya koyan İran bağlamındaki ihtilaf konusu da, konumu gereği Türkiye’nin çok dikkatli bir diplomasi yürütmesini gerekli kılmaktadır. Türkiye’nin, bir yandan İran ile diğer yandan ABD ve Altılar Grubu üyesi ülkelerle istişareyi sürdürürken, uluslararası kurum ve kuruluşları da ihmal etmemeye özen göstermesi gerekir. Ülkemiz açısından, hiç de arzu edilmeyecek risk ve sonuçları beraberinde getirebilecek olan bir çatışmaya karşı önlemler alanında, barışçıl yollardan giderek aktif katkı sağlaması doğru olacaktır. Afganistan Başkan Obama’nın Afganistan’a ilave asker gönderme kararı sonrasında, 25-26 Ocak 2010 tarihlerinde, İstanbul’da düzenlenen Afganistan’ın Komşuları Toplantısı ve 28 Ocak tarihindeki Londra Afganistan Konferansı sonucunda, NATO üyesi ülkeler, Afganistan’a gönderdikleri muharip asker sayısını 9000 düzeyine çıkartmayı kabul etmişti. İlave Amerikan askerlerinin Afganistan’a varış ve konuşlanmaları sonrası, bu ülkenin güneyindeki Helmand Eyaletinde, özellikle Taliban’ın elinde bulunan Marjah kentine yönelik büyük bir saldırı sonucunda, şehri geri aldıktan sonra, orada yaşayan Peştunlar ve Taliban taraftarlarının merkezi yönetime kazandırılması çalışmalarına başlanmıştır. Afganistan’daki Amerikan ve diğer yabancı kuvvetlerin komutanı Stanley McChrsystal’ın, Taliban ve El-Kaide ile silahlı mücadelede olumsuz gidişin durduğu yönündeki açıklamasına rağmen, görünen odur ki, NATO güçleri ile Taliban arasındaki kanlı sıcak çatışmaların sonu alınabilmiş değildir. NATO, şu aşamada, dikkatlerini, Türkiye’nin de katkı sağladığı, Afgan askerinin eğitimi konusuna yoğunlaştırmıştır. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, 4 Şubat 2010 tarihinde, İstanbul’da gerçekleştirilen NATO Savunma Bakanları Toplantısı’nda, Afgan güçlerinin eğitimi için gereken ilave eğitmen açığının kapatılabilmesi konusunda, üye ülkelere adeta baskı denemesinde bulunmuştur. Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai ise, zorunlu askerliğin getirileceğini, fakat yine de, Afgan kuvvetlerinin ülke genelindeki güvenliği ancak 5 yıl sonra devralabileceğini Türkiye’nin, komşusu Ermenistan’la, neredeyse bir asra yakın bir süreyle devam eden sorunları, çözüme kavuşturulmak istenirken daha da bir çözümsüzlük manzarasına bürünüyor. açıklamıştır. Kanaatimizce, Afgan Güvenlik Güçlerinin içinde bulunduğu yetersizlik göz önüne alındığında, zorunlu askerlik getirilse bile, modern anlamda bir askeri eğitim almadan, Afgan kuvvetlerinin ülke güvenliğini tümüyle devralması için 5 yıl dahi yeterli olmayabilir. Bu noktada, Türkiye’nin Afgan Güvenlik Güçlerine sağlayabileceği askeri eğitim, Afganistan için büyük önem taşıyacağı gibi, bu ülkeyle uzun vadeli bir işbirliğinin de temelini atmış olacaktır. Ermenistan Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurulması ve sınırların açılmasını da öngören Protokoller, 10 Ekim 2009 tarihinde, İsviçre’nin Zürich kentinde imzalanmıştı. Bu imza sonrasında ortaya çıkan çeşitli tartışmalar ve başta Azerbaycan ol- mak üzere, birtakım çevrelerin tepkilerine ilaveten, Ermenistan Anayasa Mahkemesinin aldığı bir karar konuyu büsbütün karmaşık hale getirmiş bulunmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi, Amerikan Kongresi’nin Temsilciler Meclisi kanadında, Dış İlişkiler Komitesi üyelerince, 1 oy farkla kabul edilen, sözde soykırım tasarısı Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkilerin rayına oturmakta olduğu ve bunun bir göstergesi olarak Protokollerin imzalandığı yönündeki gayretlere ve yaratılmaya çalışılan izlenimlere rağmen, iki ülke arasındaki ilişkilerin, eskiye nazaran, iddia edilen düzeye çıktığı söylenemez. Gerçekten, Ermenistan tarafının bugüne kadar ortaya koyduğu Türkiye karşıtı davranış ve siyasetinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Ermenistan Anayasa Mahkemesi, bir yandan bu Protokolleri onaylar gözükürken, 12 Ocak 2010 tarihinde aldığı karara ilişkin gerekçesinde, Protokollerin lafzına ve ruhuna aykırı ön koşullar ve kısıtlayıcı hükümler getirmiştir. Mahkemenin bu kararı, Protokollerin müzakere gerekçesini ve hedeflenen temel amacı da sakatlamaktadır. Kararda, Protokollerin imzası aşamasında, muhtemelen bu imzayı olanaksız hale getirmesinden korkularak, Türk tarafınca göz ardı edilen gerçeğe yer verilmektedir. Mahkeme, Ermenistan Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan bir hükmü hatırlatmaktadır. Bildirge’nin 11. maddesi: “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi tarafından 1915 yılında Batı Ermenistan’da işlenen soykırım suçunun uluslararası düzeyde kabulünü sağlamak için sürdürülen çabaları destekleyecektir” hükmünü içermektedir. Böylece, bu Anayasa hükmünün doğal bir sonucu olarak, Ermenistan Anayasa Mahkemesi, bu gerekçeli kararında, bir yandan Protokollere onay veriyormuş havasını yaratırken, diğer yandan Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesi uyarınca, soykırım iddialarının kabulünü bir ön şart olarak ortaya koymuştur. Kuşkusuz, bu arada 1915 olaylarının araştırılması için, Türkiye’nin önerdiği şekilde, bir tarih komisyonu kurulması hükmü de, dolaylı da olsa, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin engeli ile karşılaşmış bulunmaktadır. Mahkeme, ayrıca, Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurulması ve ortak sınırın açılması konularını Protokollerin geçerlilik kazanabilmesi açısından koşul haline getirmektedir. Sonuçta, mahkemenin bu kararı, her şeyden önce, Ermenistan hükümetinin başlıca ön şartlarına bir destek oluşturduğu gibi, Türkiye’nin, Azerbaycan bağlamında vazgeçilmezleri arasında açıklanmış koşulların da önünü kesmektedir. Mahkeme, Türkiye’nin geçerli kabul ettiği, 1921 Kars Anlaşması’nı da yok sayanların işini kolaylaştırmış olmaktadır. Zira, Ermenistan Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1996 yılından sonraki anlaşmaların geçerli olduğu yorumunu güçlendirmekte ve, sonuç itibariyle, bir kez daha, Ermeni Hükümetinin tezini desteklemektedir. Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesini isteyen bir devlet adamı rolü oynayarak, onaylanmak üzere Protokolleri Parlamentoya sevk etmiştir. Buna rağmen, yukarıda sözü edilen ön şartlar ortada durdukça, TBMM’nin bu Protokollere onay vermesi, Türk Milletinin vekillerinin ülkenin uzun vadeli çıkarlarına aykırı bir tutum benimsemiş olmaları ile eşdeğerde sayılacak, dolayısıyla, bu onay işleminin gerçekleşmesi imkansızlaşacaktır. Gerçekten, Ermeni Hükümeti dış dünyaya vermeye çalıştığı, uyuşmaya hazır yönetim görüntüsünü sağlayabilmek için adım adım gerçekleştirmekte olduğu diplomasi stratejisinde başarı kazanmakta ve bu arada, uyuşmaz bir Türkiye imajı yaratarak, uluslararası düzeyde, ülkemizi zor bir konuma sokmaktadır. Bu durumu, diaspora aracılığı ile, NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 69 Kıbrıs havayı daha da ağırlaştırırmış bulunmaktadır. Uluslararası ilişkilerde saygınlık ve inandırıcılığa sahip olmak için gerçekleri iyi görmek gerekir. Bu tür ilişkilerde, ülkelerin bireysel çıkarları bölgesel ve küresel çıkarların sürekli önünden gitmektedir. Geçmişten bu yana mevcut anlayış ve davranışları değiştirebilmek gücüne sahip olmayan Türkiye, yakın çevresindeki sorunların çözümüne barış ve istikrarı sağlama yönünde katkıda bulunurken kendi çıkarlarını ihmal edemez. Uzun yıllara dayanan uyuşmazlıkların çözümünde bir arabuluculuk rolü üstlenmek ulusal çıkarlar açısından arzulanmayacak düzeyde risk taşır. Deneyimler göstermiştir ki, arabuluculuk rolü üstlenmiş olan ülkeye, belirli bazı dış çevrelerde yakınlık duyulsa bile, ulusal çıkarlar ve stratejik hedeflerin, genelinde, bu iyi niyet gösterisinden zarar görmesi kaçınılmaz olmaktadır. Amerikan Kongre üyeleri nezdinde de istismar etmektedir. Bütün bunlar olurken, Erivan Yönetimi, Azerbaycan topraklarından yaklaşık yüzde 20’sini işgal etmeyi sürdürmektedir. Aşırı bir milliyetçilik havasında, Ermenistan’ın uğrayacağı ekonomik ve siyasi kayıplar ne olursa olsun, kendi ifadelerine göre, “ulusal idealleri uğrunda” her şeyi göze almaya hazır oldukları biçimindeki söylemlerden de geri adım atmamaktadır. Olası bir bilgi eksikliği ya da kişisel ve kurumsal çıkarların ön planda tutulduğu bir iyi niyet noksanından ortaya çıkan ‘özür dileme kampanyası’ benzeri girişimlerin sakıncaları bu Protokoller vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Mağduriyet algısı üzerine inşa edilen Ermeni milliyetçiliği süregiderken, Türkiye ne tür bir iyi niyet gösterisinde ve ulusal düzeyde ne denli özveride bulunursa bulunsun, karşıt Ermeni söylem ve eylemlerinin ortadan kalkmayacağı açıkça görülmektedir. 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Sonuç Türkiye’nin bulunduğu bölgede tüm uzlaşmaz taraflar arasında dengeli bir kolaylaştırıcılık rolü oynaması ve komşuları ile sıfır sorun politikası çerçevesinde konuya yaklaşıldığında şöyle bir tablo göze çarpmaktadır: Her şeyden önce, dengeli bir kolaylaştırıcılık çabasının zorluğu açıkça görülmektedir. Bulunulan coğrafyada Kıbrıs konusunda olduğu kadar, gerek Afganistan gerek Filistin-İsrail uyuşmazlıkları çerçevesinde de, çözüm istikametindeki çabalar giderek zor bir yola girmektedir. Örneğin, Ortadoğu barış sürecini yeniden canlandırabilmek amacıyla, Amerikan Başkan Yardımcısı düzeyinde gerçekleştirilen ziyaret sırasında, İsrail Hükümetinin Batı Yakası ve Doğu Kudüs’te 1600 yeni yerleşim birimine izin verdiğine ilişkin açıklaması, iktidara geldiğinden bu yana iyi niyetli bir çaba içinde gözüken Obama Yönetimine bir şamar gibi inmiştir. Bu da Obama ve Netanyahu yönetimleri arasında var olduğu görülen uyuşmaz Komşularla sorunların sıfıra indirgenmesi, ne yazık ki, geçmişte denenmesine rağmen, bugüne kadar hiçbir ülkeye nasip olmamıştır. Mantıklı olan, Türkiye’nin, karşılıksız kalacak özverilerde bulunmak yerine, ilgili taraflara sağlayabileceği kolaylıkların çerçevesini belirgin tarzda ortaya koyarak, verdiği kadar almayı garanti altına alan, mukabil özveri ve anlayış çerçevesinde elde edilecek sonuçlara, uzun vadeli geçerlilik kazandırmasıdır. Yukarıda ancak bir bölümünü irdeleyebildiğimiz, Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada süregiden uluslararası sorunların, artan ölçülerde bir çözümsüzlük görüntüsüne bürünmesi, bölgesel ya da küresel liderlik peşinde koşan ülkelerin, potansiyel imkan ve kabiliyetlerini çok iyi hesaplamaları gereğini de ortaya çıkarmaktadır. Arabuluculuk, kolaylaştırıcılık, sıfır sorun ya da dengeli bir dış politika rolü oynayanların sonradan geri adım atmaları ya da koydukları kırmızı çizgilerden vazgeçmeleri, saygınlık ve inandırıcılıkları bağlamında, istenmeyen olumsuzlukları da beraberinde getirir. SDE Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı* KKTC Seçimleri ve Siyasi Tablo KKTC’de 18 Nisan’da gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir aydan az zaman kala adaylar belli oldu. Birisi iktidar partisi UBP’nin adayı ve altısı bağımsız olmak üzere toplam yedi aday seçimlerde yarışacaktır. Bu adaylar arasından bağımsız olarak aday olan Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, iktidar partisi UBP’nin adayı Başbakan Derviş Eroğlu ve iktidar partisi miletvekili iken bağımsız aday Tahsin Ertuğruloğlu öne çıkmaktadır. Doç. Dr. Yılmaz Çolak* K KTC’de 18 Nisan’da gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir aydan az zaman kala adaylar belli oldu. Birisi iktidar partisi UBP’nin adayı ve altısı bağımsız olmak üzere toplam yedi aday seçimlerde yarışacaktır. Bu adaylar arasından bağımsız olarak aday olan Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, iktidar partisi UBP’nin adayı Başbakan Derviş Eroğlu ve iktidar partisi miletvekili iken bağımsız aday Tahsin Ertuğruloğlu öne çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için adayları ve şanslarını değerlendirirken dayandıkları siyasal ve ideolojik zemini ile genel siyasi tabloyu iyi analiz etmek gerekmektedir. Buna ek olarak, KKTC’de son zamanlarda gerçekleşen herhangi bir seçimle ilgili dış faktörler de, özellikle Ankara’nın tavrı da dikkate alınmalıdır. beri bütün tartışmalar iki aday etrafında dönmektedir. Bunlar halen KKTC Cumhurbaşkanı olan ve sol kesimi temsil eden Mehmet Ali Talat ve sağ kesimi temsil eden KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu olarak belirmiştir. Ve şu ana kadar yapılan tüm kamuoyu yoklamaları da bu duruma işarete etmekte, bu iki aday etrafında bir kutuplaşma olduğunu ve seçimin iki aday arasında geçeceğini göstermektedir. Bu yoklamalardan birisi olan Pollmark’ın Şubat ayı içerisinde yaptığı araştırmada kutuplaşmanın Talat ve Eroğlu etrafında olacağı ve kararsızlar dağıtılmadan Eroğlu’na desteğin yüzde 37.7 ve Talat’a ise yüzde 24.8 olduğu belirtilmektedir (bkz. Halkın Sesi 16 Mart 2010). Bu iki aday dışında ciddi bir üçüncü aday arayışları diğer sağdaki ve soldaki küçük partiler arasında oldu fakat bir netice elde edilemedi. Aslında cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündeme geldiği ilk günlerden Seçimin en güçlü adaylarından olan Başbakan Dr. Derviş Eroğlu uzun yıllardır aktif siyasetin içindedir. Eroğlu UBP lideri olarak 1985-1993, 1996-2003 ve 2009’dan günümüze kadar toplam 18 yıl başbakanlık yapmıştır. Eroğlu, merkez sağ bir partinin başkanı olarak milliyetçi ve liberal-demokrat bir çizgide siyaset yapmaktadır. Onun liderliğindeki UBP sağ-sol seçmen oranın yüzde 60 – yüzde 40 civarında seyrettiği 2003 seçimlerine kadar gerçekleşen seçimlerin tamamında rahatlıkla birinci gelmiştir. 2003 seçimleri ile birlikte UBP çoğunluğu Mehmet Ali Talat liderliğindeki muhalefetteki sol parti Cumhuriyetçi Türk Partisi’ne (CTP) kaptırdı. Bu değişimin ortaya çıkmasında, AB’ye katılma ihtimalinin belirmesiyle KKTC halkı nezdinde yoğun bir değişim talebinin ortaya çıkması ve bu talebin KKTC siyasetini yeniden şekillendirmesi ile AK Parti hükümetinin Kıbrıs sorununa yönelik yeni bir politika benimsemesi önemli rol oynamıştır. Eroğlu, 2005 NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 71 genel seçimlerinde de partisinin ikinci gelmesiyle birlikte UBP genel başkanlığını bıraktı. 2008 yılında tekrardan Tahsin Ertuğruloğlu’na karşı yarışarak tekrardan UBP genel başkanı seçildi. Bu dönüşle birlikte, 2009 genel seçimlerinde UBP yüzde 44 oy alarak tek başına iktidar oldu ve Eroğlu tekrardan başbakan oldu. 2009 seçimleri ile birlikte tekrardan sağ partilerin oyları yüzde 60’ın üzerine çıkmış, sol partilerinki ise yüzde 40’ın altına düşmüştür. Derviş Eroğlu 2000 ve 2005 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmuştur. 2000 seçimlerinde Rauf Denktaş’a (oyu yüzde 43.5) karşı yüzde 30 oy alarak ikinci tura kalmış ama gelen baskılar ile seçimden çekilmiştir. Nisan 2005 seçimlerinde ise Talat’a karşı yarışmış ve ancak yüzde 23 oy alabilmiş ve Talat aldığı yüzde 55.6 oy ile ilk turda seçilmiştir. Talat, Şubat 2005 genel seçimlerinde partisi CTP’nin aldığı yüzde 44.5 oydan fazlasını alarak Nisan 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rahatlıkla birinci gelmiştir. Aynı seçimlerde sol partilere giden toplam oyların yüzde 54 civarı olduğu ortamda kendisi yüzde 55 oy almıştır. Bu tabloya göre, Nisan 2009 genel seçimlerde UBP’nin oyunu yüzde 44’e yükseltmesi ve toplam sağ partilerin oyunun ise yüzde 60’ı geçmesi Eroğlu’nu Nisan 2010 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde en önemli aday ha- line getiriyor. Bu çerçevede son seçimlerde yüzde 10.6 oy alan sağdaki Serdar Denktaş’ın Demokrat Parti’si Eroğlu’nu destekleyeceğini açıklaması bu durumu daha da pekiştirdi. Seçimlerin diğer bir güçlü adayı ise sol gelenekten gelen Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 1993 yılında CTP-DP koalisyon hükümetinde Milli Eğitim ve Kültür Bakanı olarak adını ilk defa duyurdu. 1996 yılında Özker Özgür’ün yerine CTP genel başkanı oldu. Talat, CTP’nin Aralık 2003 seçimlerinde UBP’yi geçerek yüzde 35 ile birinci parti olması ile Ocak 2004’de Serdar Denktaş’ın partisi DP ile kurulan koalisyon hükümetinde başbakan oldu. Nisan 2004 yılında gerçekleşen Annan Planı referandumunda “Evet” kampanyasının başını çekti. Referandum yüzde 65 evet ile sonuçlandı. Bütün bu gelişmeler Talat’ı siyaseten çok önemli bir konuma getirdi ve 2005 yılında gerçekleşen genel seçimleri partisi rahatlıkla kazandı. Kendisi de iki ay sonra gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başarılı bir şekilde yürüttüğü Kıbrıs sorununa çözüm merkezli kampanyası sonucunda yüzde 55 gibi bir oy ile ilk turda kazanarak ülkenin İkinci Cumhurbaşkanı oldu. Aslında bu sonuçlar doğrudan Kıbrıs sorunu ile ilgili yeni eğilimin sonucuydu. Annan Planı döneminde hem uluslararası güçlerin hem de Ankara hükümetinin Kıbrıs sorununa çözüm bulma arayışları sonucunda KKTC’de mevcut statükonun değişmesine yönelik ciddi bir kamuoyu oluştu. Bu ortam CTP-Birleşik Güçler ile bu hareketin lideri olan Talat ön plana çıktı ve böylece KKTC’nin en üst makamına kadar yükseldi. Talat’ın cumhurbaşkanlığı döneminde KKTC toplumunda ve siyasetinde bir ta- kım değişiklikler meydan geldi. Bu değişikliklerin en önemlisi Kıbrıs sorunu ile ilgili olandı. AB ve diğer uluslararası güçlerin Kıbrıs Türklerine verdikleri sözleri tutmaması ve Türkiye’nin bir adım önde olma politikasına rağmen Kıbrıs sorunun beklenenin aksine Türkiye’nin AB üyeliğini tıkayan bir unsur haline gelmesi hem Kıbrıs Türklerinde hem de Ankara nezdinde hayal kırıklığına yol açtı. Ayrıca Talat’ın “yoldaşı” Rum lideri Hristofyas ile yürüttüğü görüşmelerden (2008 Eylül’den beri 70 den fazla görüşme yapıldı) net bir sonuçta çıkmadı. Hatta seçimlerden önce Talat’a destek olmak için anlaşılan ortak noktaların açıklanması isteği Hristofyas tarafından kabul edilmemiştir. Gelişmeler Kıbrıs Türklerinde İçe Kapanmaya Sebebiyet Verdi Bütün bu gelişmeler Kıbrıs Türklerinde bir içe kapanmaya sebebiyet verdi. Tekrardan sağ-milliyetçi siyaset yükselişe geçmeye başladı. Yukarda da bahsedildiği gibi, bu durum 2009 genel seçimlerinin sonucunu belirledi ve bu siyasetin etkin temsilcisi olan Eroğlu daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bu yeni durum Talat’ın Kıbrıs sorununa çözüm bulma odaklı siyasi söyleminin altını boşalttı. Ve 2010 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kullanabileceği en önemli iki argümanından birisi böylece elinden gitmiş oldu. Talat’ın dayandığı diğer bir önemli koz ise Ankara ve uluslararası toplumun (BM, AB, ABD ve İngiltere) sağladığı destektir. Gerçekten de Talat bu destekleri 2003 ve 2005 genel seçimler ile 2005 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde etkin bir şekilde kullanmış ve faydasını görmüştü. Ama aynı destek 2009 yılında partisi CTP’ye de belirli ölçüde var idi, ama çok fazla işe yaramadığı görüldü. Bu nedenlerden dolayı, Talat, "Ankara desteği arkamda" söyleminin yanında bu seçimlere yönelik kampanyasını iç siyasete ve sorunlara odaklı yürütmeye çalışıyor. Fakat 2010 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diğer küçük sol partilerin oyu ile de birleşirse bu destek partisinin üzerinde oy almasını sağlayabilir, KKTC seçimlerinde Ankara’nın takınacağı tavır her zaman önemli olmuş ve hatta bazı dönemlerde doğrudan belirleyici olmuştur. Aynı durum bu seçimler için de geçerlidir. Bazı adaylar Ankara’nın kendisini destelediğini ima etmekte, bazıları ise Ankara’da destek aramaktadır. ama seçmenin genelinin tekrardan sağa yönelmesi nedeniyle önceden olduğu gibi seçimi kazandırması çok zor görünmektedir. Üçüncü önemli aday seçimlere bağımsız olarak katılacak olan Tahsin Ertuğruloğlu’dur. Ulusalcı bir çizgide siyaset yapan Ertuğruloğlu, 1998 yılında UBP milletvekili olarak meclise girdi ve Dışişleri ve Savunma Bakanlığı yaptı. Eroğlu’nun genel başkanlıktan ayrılmasından sonra en son UBP’nin genel başkanıydı. 2008 yılında Eroğlu ondan genel başkanlığı genel kurulda aldı ve partinin “küsgünü” oldu. Bu seçimler için Ertuğruloğlu’nu önemli kılan aday olma sürecidir. Eroğlu’nun UBP’nin cumhurbaşkanı adayı olduktan sonra Ertuğruloğlu ani Ankara ziyaretleri ile Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ile görüşmeler yaptı. Adaya dönüp Eroğlu’ndan cumhurbaşkanı seçildikten sonra kendisini başbakan yapmasını talep etti ve kabul edilmeyince son gün seçimlerde aday olduğunu ilan etti. Bu gelişme üzerine parti meclisi kararıyla UBP’den ihraç edildi. Talat gibi kendisini Ankara destekliyor havası yaratarak kampanya yürütmeye çalışıyor. Ertuğruloğlu ile ilgili beklenti sağ oylardan büyük dilim koparmasıdır. Ne var ki, 2005 seçimlerine baktığımız zaman sağda yüksek oy alan adaylar birer partinin adayları idi. Ertuğruloğlu’nun en büyük handikabı bu durumdur. Şu ana kadar herhangi bir partinin desteğini alamamış olması nedeniyle seçimlerde pek bir varlık göstermesi beklenemez. Şu an itibariyle 18 Nisan KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin KKTC siyasetini doğrudan etkileyeceği ve yeniden şekillendireceği kesin gözükmektedir. Ertuğruloğlu’nun UBP’den ihraç edilmesi ile 26 olan milletvekili sayısı 25'e düşmüş ve böylece UBP hükümetinin 50 sandalyeli Cumhuriyet Meclisindeki çoğunluğu sona ermiş oldu. Bunun sonucunda kaçınılmaz olarak cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra hükümette değişiklik olacaktır. Eğer Eroğlu cumhurbaşkanı seçilirse UBP 24’e düşecek ve sonuçta ya bir parti ile koalisyon hükümeti kuracak veya mevcut hükümet muhtemel bir ya da iki transfer ile yoluna devam edecektir. Böyle bir durumda çok az ihtimal de olsa erken genel seçime gidilebilir. Eğer Talat cumhurbaşkanı seçilirse mevcut hükümet koalisyon hükümeti bile kursa meşruiyeti sorgulanacak ve muhtemel bir erken genel seçim ihtimali doğacaktır. KKTC seçimlerinde Ankara’nın takınacağı tavır her zaman önemli olmuş ve hatta bazı dönemlerde doğrudan belirleyici olmuştur. Aynı durum bu seçimler için de geçerlidir. Bazı adaylar Ankara’nın kendisini destelediğini ima etmekte, bazıları ise Ankara’da destek aramaktadır. Buna karşın Ankara hükümeti seçimlerde tarafsız olduğunu ve her adaya aynı mesafede olduğunu belirtmektedir. Talat ve çevresi AK Parti hükümetinin arkasında olduğunu açıkca belirtmektedirler. Hatta bir mülakatında kendisinin kaybetmesi halinde AK Parti politikasının kaybedeceğini beyan etmiş ve hemen akabinde hem Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hem de Kıbrıs işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çicek seçimlerinde tarafsız olduklarını açıklamışlardır. Bununla birlikte, AK Parti’nin bir kanadının “dolaylı” şekilde Talat’ı desteklediği belirtilmektedir. Eğer bu seçimlerde Ankara’nın dolaylı da olsa bazı adayları desteklemesi daha önceden olduğu gibi sonuçları belirleyici olacağını söylemek 2009 seçimlerini dikkate aldığımızda çok zordur. Bu seçimlerde AK Parti’nin “dolaylı” desteğini almış olan iktidar partileri Özgürlük ve Demokrasi Partisi ancak yüzde 6 oy alabilmiş, CTP ise yüzde 29 oranında oy almış ve iktidardan düşmüşlerdir. Özetle KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini belirleyici faktörlere baktığımızda; yaşanan iç sorunlar ve genel siyasi yapı, sağ-sol eksende yaşanan kaymalar ve adayların kişisel özellikleri öne çıkmaktadır. Tüm bu faktörler dikkate alındığında Başbakan Eroğlu cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en güçlü adayı olarak belirmektedir. Doğu Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 73 Dış Politika Bugün yalnızca 6 devletin örgüte üye olması da, KGAÖ’nün Batı çıkarları karşısında ciddi bir tehdit oluşturma kapasitesini sınırlamaktadır. Ayrıca üye devletlerden Belarus ve Özbekistan’ın anayasaları, bu ülkelerin askeri güçlerinin sınır Varşova Paktı’nın Boşluğu Doldurulabilir mi? ötesi operasyonlara Pek çok yazar, KGAÖ’nü NATO ile kıyaslama yoluna gitmiş ve çeşitli iddialarla bunu kanıtlamaya çalışmıştır. Soğuk Savaş döneminin zihniyetini barındıran bu bakış açısına göre, KGAÖ hızlı bir gelişim sürecinin ardından Varşova Paktı’na benzer bir imkana kavuşacak ve Pakt’ın dağılmasıyla doğan boşluk bu şekilde kapatılacaktır. Ancak KGAÖ’nün hedefleri gerek NATO’dan gerekse de Varşova Paktı’ndan oldukça farklıdır. HİG’in ve KGAÖ’nün Ali ERTAN* Avrasya Merkezli Güç Mücadelesi ve Rusya H alford Mackinder’in 1904’te Avrasya toprakları üzerinde merkezi kuvvet olmanın önemine değindiği teorisiyle birlikte dünya güç dengelerinin şekillenmesi bağlamında önemi açıkça ortaya konan Avrasya coğrafyası, 1991 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmaları, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve bölgede yaşanan güç boşluğu sonucunda küresel ve bölgesel güçlerin hâkimiyet kurmak için mücadele ettiği başat coğrafya haline gelmiştir. SSCB’den kalan mirası sahiplenen Rusya’da; Putin dönemi ile başlayan ‘Rusya’nın yükselişi’ ve Rusya’nın SSCB’nin egemenliğindeki tarihsel coğrafyada yeniden etkinlik kurma 74 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 çabaları, petrol fiyatlarının da artmasıyla Rusya’ya önemli avantaj sağlamış ve Rusya, Sovyetler'den kalan silah teknolojisi ve enerji arzını kontrol eden merkez konumunun da sağladığı avantajla, iddialı bir bölgesel güç olarak Avrasya coğrafyasında yeniden yükselişe geçmişti. SSCB’nin dağılmasıyla doğan boşluktan istifade eden NATO ve AB karşısında, Putin dönemi ile beraber tekrar rekabetin canlanması, Rusya tarafından yakın sınırları ya da başka bir ifadeyle ‘arka bahçesi’ olarak adlandırdığı eski Sovyet coğrafyasında mücadelenin başlamasına neden olmuştu. Putin Doktrini ile dış politikada inisiyatifin yeniden kazanılması ve güvenlik merkezli yaklaşım, eski SSCB ülkelerinin Batı ile entegrasyonunu engellemek üzerine faaliyet gösteriyordu. Sözü edilen Doktrin; ‘güvenilir’ otokrat yöneticilerin, ‘demokrat’ olan yeni adaylara karşı desteklenmesini öngörüyordu. -Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile Moldova, Ukrayna ve Belarus’ta bu mücadelenin izlerini bugün bile görmek mümkündür. 1990’lı yıllar boyunca, birbirini takip eden ABD doktrinleri, Rusya’nın demokratikleştirilmesiyle Orta Asya devletleri için bir model oluşturacağı ve Batılı değerleri bölgeye aktarabilecekleri hesabı içindeydiler. Vladimir Putin’in Rusya devlet başkanlığını üstlenmesi ile öngörülen bu modelin aksi yönde hareket eden bir Rusya doğmuş ve devlet, SSCB’den süregelen otoriter yapısını muhafaza etmiştir. Aynı doktrinler Rusya’nın demokratikleştirilmesiyle, özellikle Orta Asya bölgesinde hegemon rol üstlenmesinin ve Batılı güçlerin çıkarlarının zarar görmesinin de önüne geçilebileceğini öngörmüşlerdi. Nitekim 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından El Kaide ve Taliban’a karşı katılmasını yasaklaması, askeri varlığının güvenliğini tehdit eden unsurların Orta Asya’dan ve Rusya’nın güney bölgelerinden kaynaklandığını dile getirmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Rusya, 1991’den sonra bağımsız olan eski SSCB ülkeleriyle askeri ilişkilerini artırma yoluna gitmiş ve bölgede bu yönde güvenlik işbirliklerinin sürmesini dilemektedir. Aynı zamanda Rus liderler ŞİÖ ile ilişkileri daha üst noktalara taşımak ve karşılıklı diyalogu geliştirme peşindedirler. Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) için de benzer durum söz konusudur. Moskova’daki iktidarın Putin’den sonraki yeni sahibi Medvedev de, Avrasya’da gerçekleşen Rusya karşıtı her eylemin arkasında Washington yönetimini görmeye devam etmektedir. Medvedev’in de Putin’den farklı, başka bir ifadeyle Putin döneminden bağımsız yaklaşımlar sergilememesi de, Avrasya’da yaşanan mücadelenin süreceğinin işaretlerini vermektedir. pekişmesinin önündeki KGAÖ’nün Kurulması ve Gelişimi bir diğer engeldir. SSCB’nin dağılmasından kısa süre sonra kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) beklenilen seviyede varlık gösterememesi, Rusya’yı, KGAÖ, Ortak Ekonomik Bölge (OEB), Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi bölgesel örgütlenmelere yönelmek zorunda bırakmıştır. Rusya’nın Avrasya coğrafyasında askeri işbirliğine duyduğu ihtiyaç sonucu 15 Mayıs 1992’de Taşkent’te Kolektif Güvenlik Antlaşması (KGA), BDT üyesi altı ülke (Ermenistan, Kırgızistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan) tarafından imzalanmıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Belarus’un katılımıyla bu sayı dokuza yükselmiştir. Antlaşmanın uygulamaya girdiği tarih 20 Nisan 1994’tür. Türkmenistan tarafsız devlet statüsünün gerektirdiği şartlar dolayısıyla KGA’da yer almadı. KGA’nın yenileneceği tarih olan 1999’da Özbekistan, Gürcistan ve Azerbaycan antlaşmadan çekildi. Bu ülkeler, Ukrayna ve Moldova’nın da bulunduğu ‘GUUAM’a katıldılar. Rusya-ABD işbirliği yaparak, terörizmle mücadele, kaçakçılık, yasadışı göç, köktendincilik gibi konularda ortak hareket etmeyi seçti. 2001’de Afganistan üzerinden Orta Asya’ya giriş yapan ABD’nin, serbest piyasa düzeni, demokratikleşme, insan haklarının teşviki gibi evrensel düzene hâkim kılmaya çalıştığı değerler, Orta Asya devletlerinin otoriter düzenleriyle önemli oranda çelişiyordu. ABD, bu değerleri benimsetmek ve yaygınlaştırmak sloganıyla bölgede ‘renkli devrimler’ olarak bilinen pek çok girişimde bulunarak, kısmi başarı elde edebildi. ABD’nin bu çabaları Rusya’nın tepkisini çekmiş ve Rusya, Orta Asya devletleri üzerinde gerek ekonomik gerekse de stratejik bağlarını sağlamlaştırarak, mevzilerini kuvvetlendirmişti. Bugün de ABD-Rusya’nın Avrasya’da sürdürdüğü stratejik rekabet; Rus liderlerinin ısrarla, Rus 2000 Nisanında Rusya, BDT üyesi ülkeleri ‘Hızlı İntikal Güçleri’ [HİG] (Rapid Deployment Forces) oluşturarak, teröristler ve kaçakçılara acil müdahalelerde bulunabilecek bir ortak kuvvet kurmaya davet etmişti. BDT üyesi devletler Rusya’nın bu çağrısına olumlu yanıt vererek, 2001 yılında merkezi Kırgızistan’da bulunan HİG için çalışmalara başladılar. Rusya, 2001 tarihiyle birlikte KGA’yı sembolik bir siyasi organizasyondan, askeri güvenlik ittifakında doğru hızlı bir evrimle geçirmesini sağladı. Yine aynı yıl içinde Moskova’da ‘Anti-Terör Merkezi’ kuruldu. 15 Mayıs 2002 (KGA’nın imzalanmasının 10. yıldönümünde) üye devletler, örgüt aktivitesini daha üst düzeyde getirme üzerine anlaştılar. Üye devletler arası bu ortak fikrin yerleşmesinde Afganistan’da yaşanan istikrarsızlık belirleyici oldu. KGA üyesi devletler örgütü güvenlik alanında sahip olduğu kapasiteyi artırma kararı alarak KGAÖ’nü kurdular. Böylece 2002 yılında KGAÖ şekillendi ve 2004’te Moskova’da KGAÖ Sekretaryası açıldı. KGAÖ’nün hedefleri ve faaliyet göstereceği alanlar, kurucu antlaşmanın üçüncü bölümündeki yedinci ve sekizinci maddelerinde tanımlanmıştır. Buna göre temel hedefler; ortak çaba göstererek bölgesel barışı sağlamak ve güçlendirmek, uluslararası ve bölgesel güvenlik ve istikrarı sağlamlaştırmak, üye devletlerin toprak bütünlüğü, egemenliği ve bağımsızlığını korumak amacıyla kolektif savunmayı temin etmek olarak tanımlanmıştır. (md.7) Üye devletlerin işbirliği yapacağı alanlar ise uluslararası terörizm, radikalizm, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, devletlerarası organize suçlar, yasadışı göç ve üye devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturan diğer unsurlarla mücadeledir. (md.8) 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nden bazıları, Afganistan’da hava sahalarından serbest geçiş hakkı ve Afganistan temelinde yürütülen terörizmle mücadele faaliyetlerine destek vereceklerini açıkladılar. Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan koalisNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 75 yon güçlerine kapılarını açtılar ve bu güçlere hava üsleri tesis ettiler. 2003 yılında Kazakistan ve Özbekistan, 2008 yılının sonuna kadar Irak’taki direnişle mücadele eden birliklerde aktif olarak yer aldılar. Orta Asya’da Sovyetler sonrası yaşanan istikrarsız ortam, bölge dışı güçlere, bölgeye müdahil olabilme imkânı tanımakla sınırlı kalmayarak, otoriter yönetimlerin de zafiyeti olarak algılandı ve gerek iç gerekse de dış aktörlerin Orta Asya siyasi platformuna daha iddialı taleplerle çıkmasına zemin hazırladı. Bu aktörlerden bazıları, diğer ülkesel faktörleri hiçe sayarak, bölgesel ve jeopolitik çıkarları uğruna güç mücadelesine girerken, bazıları da politik ve ekonomik reformlar arayışına girdi. NATO’nun Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasına gösterdiği ilginin artmasıyla, Rusya-ABD işbirliği bir anda tekrar rekabete dönüştü. Mayıs 2002’de NATO ve Rusya’nın eşit şartlarda işbirliği yapmasını hedefleyen ‘NATO-Rusya Konseyi’nin kurulmasına rağmen Rusya, NATO’nun doğuya doğru genişleme çabasından büyük rahatsızlık duydu. Bu algılama neticesinde Rusya, KGAÖ’nü kullanarak pek çok sorunu aynı anda çözmeyi amaçladı. Üye devletlerin güvenlik açıklarını doldurmak için KGAÖ devreye sokulmaya çalışıldı. Böylece NATO üyeliğine de ikame bir oluşumun hayata geçirilmesi planlandı. Nisan 2003’te KGAÖ’ye bağlı savunma bakanlarının katıldığı Konsey, kalıcı bir askeri yapının oluşturularak üye devletlerin ortak dış politikalarıyla eş güdümlü hareket etmesinde fikir birliğine vardı. ‘Ortak Personel’ (Collective Personnel) adıyla anılan bu yapı 1 Ocak 2004’te Bişkek’te hayata geçirildi ve Ocak 2004’ten itibaren bin 500 olan personel sayısını 3 bin'e çıkarma kararı aldı. Bu yapı bugün de varlığını sürdürmektedir. Ağustos 2004’te KGAÖ; Kazakistan ve Kırgızistan sınırında Rubezh 2004 adıyla bir tatbikat yürüterek, ilk kez KGAÖ’nün operasyonel kabiliyeti sınandı. Bu tatbikatta getirdiği bir diğer ilk ise, önleyici saldırı 76 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 kavramından KGAÖ içinde bahsedilmesidir. Kimi yazarlar bu kavram ile KGAÖ’nün önemli ölçüde esneklik ve etkinlik sağladığı, BDT üyeleri içinde ulusal ve bölgesel güvenliğin sağlanmasında KGAÖ’nün uzun süreli ve geleceğe dönük planlar yapıldığı çıkarımına varmıştır. Yine bu yazarlara göre Rubezh 2004 ile KGAÖ, oldukça iddialı, hedef ve kapasitesini hızla artırma yoluna giden bir yapılanma olduğunu belli etmiştir. 2005 yılında Özbekistan yönetiminin Andican’daki muhalif gösterilere sert müdahalesinin ardından ABD’den gelen tepki üzerine, Özbekistan-ABD ilişkileri zedelendi ve bu ülkeye hava üsleri için verilen haklar kaldırıldı. Ayrıca Haziran 2006’da KGAÖ üyesi devletlerin, üçüncü ülkelerle yürüteceği üs temini görüşmelerinde de Rusya’ya veto hakkı sağlandı. Andican olayları ve “Batı karşısında Rusya’nın kazandığı zafer” olarak görülen bu gelişmenin ardından Rusya, KGAÖ içinde en çok anlaşmazlığa düştüğü Özbekistan’ı tekrar KGAÖ’ne bağladı. Özbekistan 2005 yılında GUAAM’dan ayrılarak, 2006’da KGAÖ’ne katıldı. Ayrıca 6 Kasım 2007’de KGAÖ üyeleri, BM gözetimindeki bir ‘KGAÖ Barış Gücü’nü oluşturmak üzere anlaştı. Bu anlaşma aynı zamanda KGAÖ üyelerine Rus yapımı silahları indirimli fiyatlarla edinebilme imkânı tanıdı. 8 Ağustos 2008’deki GürcistanRusya savaşının ardından Rusya devlet başkanı Medvedev, KGAÖ üyelerinden, KGAÖ’nün askeri kapasitesinin artırılması talebinde bulundu. Yakın dönemde yaşanan bu sıcak savaş, Rusya’nın yakın coğrafyasında yaşanan gelişmelere sessiz kalmayacağı ve ABD tarafından açık şekilde desteklenen ülkelerin bile, Rusya’nın hedefinde olabileceğini göstermesi bakımından önem taşımaktaydı. Gürcistan-Rusya savaşından kısa bir süre sonra, 22 Temmuz 2008’de Ermenistan, Tacikistan ve Rusya, Erivan’da Rubezh-2008 tatbikatını başlattı. Üç aşamalı (operatif, stratejik ve taktik) ve kapsamlı Stratejik bir bakış açısıyla ele alındığında KGAÖ; NATO’nun küresel sorunlarla mücadelesinin Avrasya ayağına doğrudan veya dolaylı destek verebilirdi. Nitekim 2009 Moskova Zirvesi’nin ardından Medvedev, Rusya ve diğer KGAÖ üyesi devletlerin, bölgedeki terörist faaliyetlere karşı yürütülen operasyonlarda ABD ve diğer koalisyon güçleriyle tam işbirliğine hazır olduğunu dile getirdi. bir çerçeveye dayanması neticesinde bir ilk olan bu tatbikata 4 bin civarında personel katıldı. Rubezh-2008’deki tatbikatın ardından, Şubat 2009’daki Moskova Zirvesi’nde, Medvedev’in KGAÖ’nün askeri kapasitesinin artırılması yönündeki çağrısı karşılık bularak, KGAÖ’nün askeri kapasitesinin artırılması yönünde önemli bir adım daha atılmış oldu. Sözkonusu yapılanmada görev alması planlanan 16 bin askerin; 8 bin'inin Rus, 4 bin'inin Kazak, 4 bin'inin Belarus, Ermeni, Kırgız ve Tacik askerlerden oluşması planlandı. Özbekistan’ın ise KGAÖ bünyesinde, uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele ve bölgesel krizler esnasında, Orta Asya coğrafyasındaki ülkesel çıkarlarını etkileyen konularda geçici asker takviyesi yapması kararlaştırıldı. KGAÖ üyesi olmasına rağmen Özbekistan, Rusya’nın örgütün askeri kapasitesinin artırılması karşısında gösterdiği çekinceli tutumu koruyarak Moskova’daki zirvede alınan askeri yapıya koşul temelinde (caseby-case) katılmaya karar verdi. Belarus ise o tarihte imza atmamasına rağmen, Rusya’dan gelen baskılara dayanamayarak, 2 Kasım 2009’da HİG’e katılımına imkân tanıyacak antlaşmayı imzalamaya hazır olduğunu belirtmiştir. Bu girişim aynı zamanda akıllara pek çok soru işaretini de getirdi. Stratejik bir bakış açısıyla ele alındığında KGAÖ; NATO’nun küresel sorunlarla mücadelesinin Avrasya ayağına doğrudan veya dolaylı destek verebilirdi. Nitekim 2009 Moskova Zirvesi’nin ardından Medvedev, Rusya ve diğer KGAÖ üyesi devletlerin, bölgedeki terörist faaliyetlere karşı yürütülen operasyonlarda ABD ve diğer koalisyon güçleriyle tam işbirliğine hazır olduğunu dile getirdi. Medvedev’in KGAÖ bağlamında uğradığı eleştiriler karşısında manevra alanını artırabilmek için sarf etmiş olabileceği bu sözler, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve füze kalkanı projesi gibi stratejik hamleleri karşısında, Medvedev’in ‘iyimser’ tutumunu tekrar gözden geçirmesine neden olmuştur. Rusya’nın Bakış Açısı Rusya’nın KGAÖ’nü askeri bir yapıya kavuşturmaya çalışmasının çok yönlü nedenleri vardır. Mayıs 2009 tarihli Rusya’nın Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde kitle imha silahlarının yaygınlaşması, uyuşturucu trafiği, organize suçlar ve silah kaçakçılığı, Rus ulusal çıkarlarına yöneltilen tehditler arasından ilk sırada yer almaktadır. 11 Eylül 2001 sonrası uluslararası kamuoyunu yakından ilgilendiren bu küresel ölçekli tehditlerin dışında, tekil ölçekte düşünüldüğünde Rusya’yı asıl tedirgin eden olguların; NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve istikrardan yoksun Afganistan-Pakistan coğrafyasından kaynaklanan radikalizmin Rus topraklarına yayılmasıdır. 14 Haziran 2009’da Belarus devlet başkanı Aleksandır Lukaşenko’nun Moskova’da gerçekleşen KGAÖ Zirvesi’ne katılmayı reddederek, KGAÖ üyesi bir devletin -Rusya’yı kastederek- Belarus’u ekonomik alanda dışlandığı suçlaması, konuşulması gereken KGAÖ ve HİG’in geleceğinden çok, Zirveye damgasını vurmuştur. Bu olayı takiben, Belarus’tan Rusya yapılan ihracat ürünlerine Rus tarafından bazı kısıtlamalar getirmişti. Bu örnekte de görüldüğü gibi, KGAÖ üyeleri arasında yaşanan birebir anlaşmazlıklar, örgütün siyasi arenasında da restleşmelere neden olabilmektedir. Ağustos 2009’da Rusya-Kırgızistan arasındaki görüşmeler, Rusya’nın bu ülkede askeri varlığını pekiştirmesine olanak tanıdı. Rusya lehine yaşanan bir diğer gelişme; Kırgızistan’ın Rusya ile ilişkilerinin ivme kazanmasının ardından Bakiyev yönetiminin Manas Üssü’nün kapatılması emrini vermesiydi. Kararın ardından ABD yönetiminin yoğun çabaları sonucu, stratejik önemi olan bu üssün Haziran 2009’da transit ihtiyaçlar için kullanılmasında mutabık kalınmıştır. KGAÖ’ne bağlı HİG, Kasım 2009’da Kazakistan’ın ev sahipliğini yaptığı anti-terör tatbikatını gerçekleştirmişti. Üye devletleri askeri platformlarda bir araya getirmesinin dışında artık rutin hale gelen bu tatbikatlar, KGAÖ üyeleri arasında Rusya’nın tohumlarını atmaya çalıştığı siyasi uzlaşı ve ortak tehdit algısı mekanizmasını halen oluşturamamıştır. Rusya, Ermenistan, Belarus, Kazakistan ve Tacikistan’ın katıldığı 2009 tatbikatına, başından beri Rusya’nın örgütü güçlendirerek varmaya çalıştığı ‘belirsiz emellerinden’ çekinen Özbekistan katılmamıştır. Aynı gerekçeyle Özbekistan, 2009’da kurulan HİG’e de kuvvet yollamadaki tereddütlerinin etkisinde kalmakta ve HİG’e mesafeli tutumunu sürdürmektedir. 13 Kasım 2009 tarihinde Kazakistan devlet başkanı Nursultan Nazarbayev, 2010 yılında Kazakistan’ın başkanlık yapacağı AGİT’te BDT’nin hedeflerini ve çıkarlarını temsil edeceğini dile getirmişti. Nazarbayev, Kazakistan’ın başkanlığı üstleneceği dönemde AGİT’in insan hakları ihlallerinden dolayı BDT ülkelerini sıkça eleştirmesine izin vermeyeceğini açıklamıştı. Nazarbayev ayrıca, AGİT’in özellikle Afganistan bağlamındaki güvenlik tehditleriyle mücadelede daha etkin rol üstleneceğini belirtmişti. Kazakistan hükümeti AGİT başkanlığına Afganistan’ın içinde bulunduğu problemlerin çözümüne alternatif olabilecek bir platform olarak bakmaktadır. Buna rağmen Kazakistan da, Rusya’nın KGAÖ ve ŞİÖ’nün aynı alanda göstereceği faaliyetlerin çakışması ve bu örgütlerin etkinliğinin artmasının, NATO ve AGİT’in etkisinin yükselmesiyle orantılı olarak sorunlar çıkarabileceğine inanmaktadır. Rusya’nın bakış açısının merkezini, Batılı güvenlik örgütlenmelerinin (NATO ve AGİT) ŞİÖ ve KGAÖ’yü tanıması ve kilit güvenlik konularında bu örgütlerin geliştirilmesiyle, NATO’nun Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin egemenliğini ve bağımsız karar alıcı gücünü sınırlamak ve BDT üyelerine doğru genişlemesini kırma fikri oluşturmaktadır. Moskova bu bağlamda AGİT’in siyasi-askeri konulara daha fazla NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 77 Ortadoğu müdahil olmasını ve NATO’nun Avrasya’daki faaliyetlerine sekte vurdurmayı amaçlamaktadır. 2010’da AGİT başkanlığını devralacak Kazakistan’a da bu yönde bir baskı yapması beklenmektedir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, AGİT’in bir ‘Pan-Avrupa şemsiyesi’ oluşturarak NATO’yu zayıflatması ve demokratikleşme retoriğini sınırlamayı savunmaktadır. Medvedev’in 2008 yılı için ortaya koyduğu ‘Avrupa Güvenlik Yapılanması’ önerisinde de bu fikirleri görmek mümkündür. Son olarak; 18 Ocak 2010 tarihinde KGAÖ Genel Sekreteri Nikolai Bordyuzha, örgüte üye devletlerin 2010 yılı içerisinde yeni askeri tatbikatlar gerçekleştireceğinin altını çizmiştir. Bu açıklama dâhilinde, yeni bir tatbikatın Haziran 2010’da Rusya sınırları içindeki Çelyabinsk yakınlarında gerçekleştirileceği bildirilmiştir. Özbekistan ise geçmişteki tutumunu koruyarak ve Moskova’nın örgüt içinde fikirsel birlik bulunduğu sözlerini yalanlarcasına, tatbikatta yer almayacağını açıklamıştır. Sonuç Pek çok yazar, KGAÖ’nü NATO ile kıyaslama yoluna gitmiş ve çeşitli iddialarla bunu kanıtlamaya çalışmıştır. Soğuk Savaş döneminin zihniyetini barındıran bu bakış açısına göre, KGAÖ hızlı bir gelişim sürecinin ardından Varşova Paktı’na benzer bir imkana kavuşacak ve Pakt’ın dağılmasıyla doğan boşluk bu şekilde kapatılacaktır. Ancak KGAÖ’nün hedefleri gerek NATO’dan gerekse de Varşova Paktı’ndan oldukça farklıdır. Birincisi; KGAÖ, NATO’nun sahip olduğu gelişmiş teknolojiye ve maddi kaynaklara sahip değildir, sadece üye devletlerin sınırları içinde ve onlar adına faaliyetlerini yürütebilmektedir. NATO ise Pakt’a üye olmayan ülkelerin -Örneğin Afganistan- topraklarına da etkide bulunan operasyonlar yürütebilmektedir. İkincisi; KGAÖ Varşova Paktı’na da benzememektedir; üye devletler örgüte gönüllü olarak katılabilirler veya istedikleri zaman KGAÖ’den çekilebilirler.-Gürcistan ve Azerbaycan örneğinde olduğu gibi- Oysa Varşova Paktı’nda durum bunun tersiydi. Varşova Paktı coğrafi olarak hemen hemen tüm Doğu Avrupa’yı kapsıyordu ancak KGAÖ yalnızca eski Sovyet coğrafyasıyla sınırlı kalmaktadır. Bugün yalnızca 6 devletin örgüte üye olması da, KGAÖ’nün Batı çıkarları karşısında ciddi bir tehdit oluşturma kapasitesini sınırlamaktadır. Ayrıca üye devletlerden Belarus ve Özbekistan’ın anayasaları, bu ülkelerin askeri güçlerinin sınır ötesi operasyonlara katılmasını yasaklaması, HİG’in ve KGAÖ’nün askeri varlığının pekişmesinin önündeki bir diğer engeldir. Politik çatışmaların dışında KGAÖ, üyelerin askeri teknolojilerinin modernleştirilmesi ve ekipman eksikliğinin giderilmesi konusunda da sıkıntılar yaşamaktadır. Sözü edilen finansal sıkıntılar da bazı BDT üyesi ülkelerin yüzlerini NATO gibi Batılı güvenlik oluşumlara çevirmesine neden olmuştur. Üçüncüsü; Rusya’nın bölgesel iş- birliği girişimleri, pek çok noktada Orta Asya ve Kafkaslarda yaşanan gerilimlerin gölgesinde kalmıştır. Hedeflenenin aksine KGAÖ, üyelerinin uzlaşısına dayanan bir kolektif güvenlik yapısına bürünememiştir. Üye devletlerarası yaşanan diplomatik krizler ve savaşlar buna engel olmuştur. Kırgızistan eski devlet başkanı Askar Akayev, 2005 yılında kendisini koltuğundan eden olaylar sırasında KGAÖ’den yardım talebinde bulunmamış, Eylül 2008’de üye devletler Gürcistan’ın Güney Abhazya’ya müdahale etmesini kınarken aynı birlikteliği Güney Abhazya’nın tanınması konusunda gösterememiştir. 1999 yılında dönemin Gürcistan devlet başkanı Edvard Şevardnadze BDT bünyesindeki KGAÖ’ne katılmaktan vazgeçmesinin nedenini, antlaşma maddelerinin kâğıt üzerinde kalarak hiçbir pratik sonuç sağlamamasını ileri sürmüştür. Dağlık Karabağ Bölgesi’nde yaşanan Ermeni-Azeri çatışması ve çatışmalar sürerken Rusya’nın Ermenistan yanlısı tutum izlemesi de uzlaşmayı engelleyen bir diğer faktördür. Dördüncüsü; başarılı biçimde faaliyet gösterecek bir KGAÖ, Orta Asya’da yaşanması muhtemel güvenlik sorunlarının çözümüne katkıda bulunabileceği gibi, bu başarı Moskova tarafından eski Sovyet uydusu devletleri tekrar kontrol altına almak ve Rusya’nın diğer stratejik çıkarlarını -NATO’nun doğuya genişlemesi ve Amerikan varlığının bölgede sınırlandırılması gibi- korumak için de kullanılabilir. Rusya’nın KGAÖ üzerinden yaptığı ‘işbirliği’ çağrısı, yükselen Çin’in kullandığı ‘barışçı yükseliş’ retoriğine benzemekle birlikte, örgüte şüpheyle yaklaşan kesimleri tatmin edememiştir. Bu bağlamda NATO’ya meydan okuyabilecek kapasiteden yoksun olmasına rağmen, KGAÖ’nün, RusBatı arasında yaşanacak stratejik pazarlıklarda bir koz olarak kullanılabileceği de gözönünde bulundurulmalıdır. SDE Asistanı* 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Hizbullah’ta Siyasi Değişimin Kısa Tarihi 2008 yılındaki Doha anlaşması sonucunda her ne kadar 8 Mart Cephesi (Direniş) istediğini alamamış olsa da, Hizbullah mecliste temsil edilme ve hükümetin icraatlarında söz sahibi olabilme hakkı kazanmıştır. Hizbullah politik etki oluşturmak için silaha başvurmayacağını bu anlaşmayla ibraz etmiştir. Hüseyin BEHEŞTİ* 1 982 yılında İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde Şiileri temsil eden Amal hareketi dışında önemli bir siyasal söylem yoktu. Amal, 1975 yılında İran kökenli bir Lübnanlı olan İmam Musa Sadr tarafından kurulmuştu. Ancak 78 yılında Musa Sadr’ın bir Libya seyahati sırasında kaybolması sonrasında yerine hareketin kurucuların Huseyin el-Huseynî geçmiş fakat Huseyin elHuseynî Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı güçlerce evi bombalandığında bu görevden istifa etmiştir. 1980 yılında Huseyin el-Huseynî yerine Nebih Berri seçilmiş ve Amal hareketi onunla birlikte ideolojik olarak değişim yaşamıştır. Nebih Berri seküler ve sosyalist bir devlet yapısından yanaydı. Böylece Amal hareketi onunla birlikte pro-Suriye bir siyaset izlemeye başlayarak, Baasçı bir hareket haline geliyordu. Seyyid Abbas Musavî Amal hareketinin önde gelen isimlerinden bir gurupla birlikte Amal hareketinden ayrılarak İslamî Amal’i kurdu. Aynı zaman- da İslamî Amal’den birkaç kişiyle birlikte küçük bir silahlı güç olarak başlayan Hizbullah – Allah’ın Partisi – kuruluyordu. Hizbullah’ın Kuruluşu Hizbullah İran Devrim Muhafızları tarafından korunan ve eğitimi onlar eliyle sağlanan bir grup olarak 1982 yılındaki İsrail işgalinin hemen başında kuruldu. İran, Lübnan içerisindeki İsrail karşıtı gurupları ve Filistin intifadasında yer alan gurupları desteklemek için asker göndermenin çok masraflı olacağını, en mantıklı yolun Güney Lübnan’daki Şiilerin yetiştirilmesi olduğunu düşünerek Hizbullah’ın kurulmasına öncülük ediyordu. 3 Ağustos 2008’de İran gazetesi Şark’a verdiği röportajda Ali Muhteşemî Hizbullah’ın kuruluşunu şöyle anlatıyor: İsrail’in 1982 yılında Lübnan’ı işgal edişinden sonra, Ayetullah Humeynî, Lübnan’a ve Suriye’ye büyük kuvvetler gönderme konu- sunda fikrini değiştirdi. Suriye ve Lübnan hakkında çok endişeliydim. Tahran’a gittim ve İmam’la görüştüm. Oraları hakkında endişeli olduğumdan, asker gönderme konusunda istekliydim, sorumluluklarımız ve Lübnan’daki durumdan bahsetmeye başladım. İmam beni sakinleştirdi ve Suriye’ye ve Lübnan’a göndereceğimiz kuvvetler çok fazla lojistik desteğe ihtiyaç duyar, en iyi yol oradaki Şiileri eğitmektir dedi ve böylece Hizbullah doğdu. Hizbullah, kuruluşu itibariyle proSuriye bir siyaset izleyen Amal hareketine muhalif bir çizgideydi. İki hareketin tek ortak yönleri belki de Şiilikleri ve İmam Musa Sadr’a bağlılıklarıydı. Diğer taraftan Hizbullah cihat ve İslam Devleti istemiyle kurulmuş bir hareketken, Amal Musa Sadr’ın İslamî söyleminden uzaklaşmış ve Berri ile seküler ve çoğulcu bir Lübnan’dan bahseder olmuştu. Amal’in Filistinli guruplarla da problemi vardı. Filistin NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 79 Kurtuluş Örgütü bir anlamda daha İsrail işgali olmadan Lübnan’ı işgal etmiş gibiydi. 1982 Lübnan Savaşı da Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’daki varlığı sebep gösterilerek yapılıyordu. Hıristiyan Falanjist gurubu da İsrail’e yardım ediyor ve ülkenin işgaline yardımcı oluyordu. 1982 yılında Ragıp Harb liderliğinde küçük bir militer grup olarak ortaya çıkan Hizbullah, 1984 yılında Şeyh Ragıp’ın İsrail tarafından öldürülmesiyle, örgüt liderliğini Şeyh Subhî Tufaylî üstleniyordu. Aynı yıllarda da Lübnan iç savaşı patlak veriyor ve Amal Filistinli örgütlerle savaşa başlıyor, Hizbullah da FKÖ tarafında iç savaşta yer alıyordu. İç savaş 1989 yılında Huseyin elHuseynî’nin girişimleriyle imzalanan Taif Anlaşması’na kadar devam etti. İç savaşın aldığı şeklin bir sonucu olarak da Hizbullah, 1985 yılında Açık Mektup olarak adlandırılan ilk parti manifestosunu okudu. Bu manifestoda birkaç nokta göze çarpıyordu: 1. Amerikalılar, Fransızlar ve onların müttefikleri Lübnan’dan tamamen atılmalı ve Lübnan’da sömürgeci harekete son verilmelidir. 2. Falanjistlerin gücü ellerinden alınmalı ve Müslüman ve Hıristiyanlara karşı işledikleri suçların hesaplarını kanun önünde vermelidir. 3. İnsanlara hukuku ve adaleti getirecek tek rejim İslam rejimidir. 4. Filistin’in kutsal toprakları geri alınmalı, İsrail yok edilmelidir. Hizbullah’ın ilk ideolojik manifestosu 1985 yılında iç savaşın karanlığında ortaya çıktı. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve iç savaşın ülke içerisinde yarattığı karanlık tablo Hizbullah’ın ideolojik söyleminde de belli başlı şiarlar oluşturdu ve daha yeni kurulmuş örgütün ilk siyasal söylemi İran İslam Devrimi’nin heyecanıyla tamamen sloganik bir şekilde ortaya çıktı. Taif anlaşmasından sonra gelişen süreçte, Hizbullah ülke içerisinde, özellikle Şiiler arasındaki siyasal etkisini gün geçtikçe artırıyordu. 1992 yılındaki genel seçimlere katılma kararı aldı. Seçimlerde 128 koltuktan 12’sini kazanarak büyük bir başarı elde etti. Bu başarı, Hizbullah için ideolojik değişimin ilk veçhesini oluşturdu. İsrail Savaşında Hizbullah’ın Rolü Taif anlaşmasından sonra, iç savaşın sona ermesiyle yeni bir siyasi ortam ortaya çıktı. Ancak yeni hükümet, Beyrut’un güneyine yardım götürme konusunda yeterli imkanlara sahip değildi. Bu açıdan Hizbullah Güney Lübnan’da giderek kendi etki alanını oluşturmaya başladı. Yıllar boyunca şehirlerdeki çöp toplama üniteleri Hizbullah üyeleri tarafından idare edildi. İsrail işgali altındaki alanları savunurken, aynı zamanda Hizbullah, okullar kurma ve şehirleri yeniden inşa etme görevini de yüklenerek büyük bir popülarite elde ediyordu. İran da Lübnan’ın güney bölgesinin su ve elektrik ihtiyacını karşılamak için Hizbullah’a yardım sağlıyordu. Bu şekilde Güney Lübnan yeniden inşa edilirken Lübnan’da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şii guruplar üzerinde de büyük ideolojik etki sağlamaya başlıyordu. Hizbullah’ın iç savaş döneminden sonra Şii bölgelerinde açtığı okullar, ülkenin en iyi okulları olarak işlev görmeye başladı. Partinin kurucu kitlesi ilk dönemlerde Amal’den ayrılmış entelektüellerden oluşuyordu. Ve Hasan Nasrallah’ın 92 yılında Seyyid Musavi’nin şehit edilmesinin peşine partinin genel sekreterliğine gelmesi Hizbullah’ın sosyal hayattaki rolünü daha da artırdı. Hizbullah 85 yılındaki manifestosundaki söylemlerini devam ettirirken, sadece Şiilerin değil, Müslümanlar için mezhepler üstü bir parti olduğunu iddia ederek, ülke siyasal hayatındaki etkisini de artırmak istiyordu. Hizbullah medreselerinde tüm kitlelere dersler veriliyor ve inşa edilen diğer sosyal merkezlerle Müslümanlar arasındaki ilişkiyi artırarak, direnişin halk indindeki kredisini artırmak istiyordu. FKÖ ile olan ilişkileri sayesinde Hizbullah bir anlamda Şii ve Sünni guruplar arasında bir yakınlaşma noktasıdır 90’lı yılların ortasında. 96 yılında İsrail’in Güney Lübnan’ı işgal etmesiyle, bu süreç daha da hızlanıyordu. 96 Lübnan intifadasında Suriye, Hizbullah ve Hareketi Tevhit el İslamî gurubu aynı safta mücadele etti. 15 günlük savaş sonunda intifada başarılı bir sonuç elde etti. Bu Hizbullah’ın Lübnan genelinde popülerliğini artırdı, 96 yılı Hizbullah için köklü değişim süreçlerinden biri olarak karşımıza çıktı. 1996 Seçimleri ve Hizbullah’ın İdeolojik Değişimi 1996 yılı seçimlerinde Hizbullah tüm kitleler tarafından desteklenen ve büyük bir popülerliğe ulaşmış geniş bir parti olarak bulundu. Seçim evvelinde halka dağıttığı seçim manifestosundaysa, Açık Mektup olarak adlandırılan 85 yılı ilk manifestosundan söylem olarak pek 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Hizbullah’ın ilk ideolojik manifestosu 1985 yılında iç savaşın karanlığında ortaya çıktı. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve iç savaşın ülke içerisinde yarattığı karanlık tablo Hizbullah’ın ideolojik söyleminde de belli başlı şiarlar oluşturdu ve daha yeni kurulmuş örgütün ilk siyasal söylemi İran İslam Devrimi’nin heyecanıyla tamamen sloganik bir şekilde ortaya çıktı. bir fark olmasa da hareket planı ve siyaset felsefesi olarak büyük farklılıklar vardı. 85 yılı manifestosu katı duvarlarla çevrili ve tamamıyla savaş psikolojisinin altında yazılmış, evvelden de belirttiğimiz gibi içi fazlaca doldurulmamış sloganik ifadelerden oluşuyordu. Hizbullah 85 yılı manifestosunda daha rüştünü ispat edememiş, halk tarafından şüphe ile bakılan bir gurubun psikolojisiyle yazılmış bir söylem atıyordu insanlar arasına. Sözkonusu metindeki söylemler bu yüzden halkın geneli tarafından kabul edilebilecek, derinlemesine inilmediğinde halkı bir cenahta toplayabilecek bir konsepte davet ediyordu insanları. Lübnan insanını o dönemlerde hem en fazla çeken, hem de en fazla korkutan şey de belki de Hizbullah’ın İslam Devleti söylemiydi. Bu Şiiler arasında da büyük yankılar bulmuyordu. Hiz- bullah kendi çevresinde toplanan insanlara Ayetullah Humeynî’nin söylemlerini ve onun Velayet-i Fakih düşüncesinden doğan İslam Devleti modelini anlatıyordu. Oysa Lübnan halkının büyük bir kısmı Sistanî ya da Fadlallah’ın takipçisiydi. Bu da İslam Devleti söyleminde düşünsel farklılık doğuruyordu. 96 yılına gelindiğinde, Hizbullah İsrail işgaline karşı durmanın, halka sosyal ve kültürel imkânlar sağlayabilmenin verdiği özgüvenle seçimlerde yeni bir manifesto yayınladı. Hizbullah direnişin sembolleşen ismi olarak tüm Lübnan’a seslenmeyi tercih ediyordu artık. Bir gurubun ya da mezhebin değil, tüm Lübnanlıların partisi olma iddiası vardır yeni manifestoda. 96 yılı manifestosunun bir diğer özelliği de İslam Devleti söyleminin öncelikler arasında zikredilmeyişidir. Hizbullah Lübnan halkına seslenirken, siyasal sistemin bir insan bir oy sistemi temel alınarak değiştirilmesi gerektiğini, seçimlerin tüm herkesin eşit haklarla katılabileceği bir sistem altında gerçekleşmesi gerektiğine vurgu yapıyordu. Manifestonun bir önceki manifestodan ayrıldığı diğer bir noktaysa, eğitime yapılan vurgudur. Hizbullah eğitim müesseselerinin reformu, eğitimin ücretsiz hale getirilmesi gibi konuları Lübnan siyasal gündemine getiren parti olmuştur. İsrail işgali altında geçen yıllarda Hizbullah eğitim müesseselerinin ve kültürel merkezlerinin Lübnan halkı için büyük bir önemi olduğundan, Hizbullah eğitim konusundaki tecrübelerinden kaynaklanan söylemleriyle, diğer partilerden ayrılmıştır. 96 yılı seçim manifestosunda Hizbullah’ın seçmenlere ısrarla belirttiği bir diğer husussa sağlık ve sosyal güvence reformlarıydı. Hizbullah tüm bu reformları istemekle bir anlamda Lübnan’ı İsrail işgalinden tamamen kurtaracak süreci başlatma çağrısı yapıyordu halka. 96 yılı seçimlerinde Hizbullah parlamentoda yedi koltuk elde etti. Bununla birlikte direniş cephesi mecliste giderek etkinlik kazanı- yordu. 2000 yılına gelindiğinde Hizbullah’ın liderliğindeki direniş cephesi büyük bir zafer kazanıyor ve İsrail Lübnan’dan tamamen çekilme kararı alıyordu. Ancak tartışmalı Şebea Çiftlikleri dışında. Bu topraklar İsrail için Lübnan toprağı değil, Suriye toprağı olduğundan işgal altında tutuluyordu. Ancak Hizbullah ve direniş cephesi, hatta Suriye bile sonraları bu toprakların Lübnan toprağı olduğunu iddia etti. Lübnan içerisinde de başlarını Dürzi Velid Canbolat’ın çektiği gurup ise bunu direnişin silah bırakmamak için bir bahanesi olarak değerlendirdi. Fakat hükümet de yaptığı açıklamada toprakların Lübnan toprağı olduğunu söyleyince ortam daha da gerginleşti. Pro-Suriye/İran bir siyaset benimseyen cephe ile Pro-Amerikan siyaset taraftarı cephe bu konuyla birlikte daha da ayrılıyordu. 2000 yılındaki İntifada Zaferi sadece Güney Lübnan’da değil tüm Lübnan’da büyük organizasyonlarla kutlandı. Bu Hizbullah’ın popülerliğini artırırken, diğer taraftan özellikle pro-Amerikan siyasetini benimseyen cephede direnişin silah bırakması konusunda büyük bir beklenti oluşturdu. Hizbullah’sa silah bırakmanın ancak İsrail Şebea Çiftlikleri’nden çekildiğinde gerçekleştiğini söylüyordu. Ancak bu tartışmalar Güney Lübnan’da yıllar sonra bir ittifakı ortaya çıkardı: Amal – Hizbullah ittifakı. 2000 yılı seçimlerinde Hizbullah Amal ittifakıyla 23 sandalye elde etti mecliste. Bu gelişen süreçte pro-Suriye/İran siyasal cephesinin birleşeceğinin ilk işaretleriydi. 2005 yılında direniş, silahlar, Şebea Çiftlikleri tartışmaları son hızıyla devam ederken, başbakan Refik Hariri bir suikasta uğradı. Bu artık anti-Suriye siyasal cephesinin sabrını taşıran raddeydi. Cedar Devrimi ve Hizbullah 2000 yılında İsrail, Lübnan topraklarını terk edince, BM Suriye’ye Lübnan’dan çekilmesi konusunda baskı yapmaya başlamıştı. Bu baskı, 2005 yılında Hariri’nin öldürülmesiyle de daha da artmaya NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 81 başladı. Lübnan’da Amerikan siyasal cephesi Hariri’nin ölümünden Suriye’yi sorumlu tutuyordu. Böylelikle Hariri’nin ölümüyle on binlerce kişi Beyrut’ta bir araya gelerek, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini ve Suriye güdümlü Karimî hükümetinin de istifasını istedi. Bu cephe daha sonraları 14 Mart ittifakı olarak Lübnan siyasal hayatında bir yer edinmeye başladı. Bu gösterilerin sonunda Karimî hükümeti istifa etti. Hizbullah ise Suriye taraftarı cepheye çağrıda bulunarak halkı Amerikan baskısı karşısında Suriye yanında olmaya davet etti. New York Times bu gösterilere 500 bin’in üzerinde katılım olduğunu yazıyordu. Cedar Devrimi sonunda Suriye askerleri Lübnan’ı terk etti ve 2005 yılında yeni bir parlamento seçimi yapıldı. Hizbullah seçime Direniş ve Özgürlük şiarıyla girerken, seçimdeki en bariz söylem anti-Amerikan söylemlerdi. Direniş Şebea Çiftlikleri ve Filistin’in özgürlüğü mevzularını açıkça seçim gündemine almıştı. 2005 seçimlerinde Hizbullah önceki seçimdeki koltuk sayısını 8 tane artırarak 14 koltuk elde ediyordu. Direniş Cephesi de toplamda 23 koltukla mecliste temsil ediliyordu. Diğer taraftan Hizbullah iki bakanla ilk defa hükümette temsil edilmeye başlıyordu. 2006 Savaşı ve Sonrasında Hizbullah 2006 İsrail – Lübnan savaşı Direniş Cephesi için gücünü ispatlama dönemiyken aynı zamanda ülke içerisindeki İslamcı Şii ve Sünni gurupları yan yana getiren dönemdir. İsrail’in Şebea Çiftlikleri meselesiyle başlayan süreci savaşa çevirmesi, Direniş Cephesi için yeni bir intifadanın habercisi olmuştur. Güney Lübnan’da 2006 yılında en önde görünen Hizbullah olsa da Amal, İslamî Cihat, Hareket-i Tevhit-i İslamî ve iriliufaklı Sünni ve Şii guruplar bu süreçte İsrail’e karşı savaşmışlardır. 2006 savaşı 33 gün sonra sonuçlandığında, İsrail, birçok yorumcunun da belirttiği gibi Direniş Cephesi karşısında geri çekilmek zorunda kalıyordu. 33 günlük savaşın peşine Direniş Cephesinin siyasal gücü de giderek ülke içerisinde hissedilir durumdaydı. 14 Mart ittifakı, meclisin çoğunluğunu oluşturduğundan, yapılan icraatlarda Direniş Cephesinin bir söz hakkı olmuyordu. Diğer taraftan 2005 yılındaki seçimlerde Maronite nüfusun yüzde 70’lik oyunu alan General Aoun da bu konudan şikâyetçiydi. Hizbullah kendi taraftarlarına bir siyasal değişimden bahsetmeye başladı. 2006 yılında Hizbullah Lübnan halkına demokratik bir Lübnan’dan bahsediyordu. 1 2000 yılındaki İntifada Zaferi sadece Güney Lübnan’da değil tüm Lübnan’da büyük organizasyonlarla kutlandı. Bu Hizbullah’ın popülerliğini artırırken, diğer taraftan özellikle proAmerikan siyasetini benimseyen cephede direnişin silah bırakması konusunda büyük bir beklenti oluşturdu. Ekimle birlikte Muhalefet Cephesi, hükümeti erken seçime gitmeye ikna etmek için gösterilere başladılar. Hizbullah’la Lübnan ordusu arasında giderek tırmanan bir gerginlik vardı. Ülke yeni bir iç savaşın kıyısındaydı. Hizbullah Hükümet’e Direniş Cephesi’nin kabinede en az üçte bir hakkı olmasını ve böylece yapılan icraatları veto edebileceklerini söylüyordu. Ancak 14 Mart ittifakı bu konuda pek de istekli görünmüyordu. Gün be gün gösterilerle 18 aylık bir gerginlik ve çatışma süreci sonunda, bölge ülkelerinin girişimiyle Katar’ın Doha kentinde Mayıs 2008’de imzalanan anlaşmayla, bir ulusal uzlaşı hükümeti kurulması ve Michel Souleyman’ın da Cumhurbaşkanı olması kararlaştırılmıştır. Doha anlaşması sonucunda her ne kadar 8 Mart Cephesi(Direniş) istediğini alamamış olsa da, mecliste temsil edilme ve hükümetin icraatlarında söz sahibi olabilme hakkı kazanmıştır. Hizbullah silahlarını siyasete karıştırmayacağını ve politik 82 STRATEJİK STR TTR R AT ATE A TTEEEJJ İİK K DÜ D DÜŞÜNCE Ü ŞÜN ÜŞÜN ÜŞÜ ŞÜ CE C E | Nİ N NİSA NİSAN SA S A N 20 22010 10 etki yaratmak için silaha başvurmayacağını bu anlaşmayla ibraz etmiştir. Bu Hizbullah’ın Lübnan siyasal hayatında bir siyasal parti olarak varlığını devam ettirme girişimi olarak değerlendirilmiştir kamuoyunda. 85 yılından 2006 yılına kadar geçen yirmi yıllık süreçte Hizbullah, Lübnan siyasal hayatının geçirdiği değişimleri doğal olarak siyasal söylemine yansıtmış ve ilk günlerde İslam Cumhuriyeti söylemiyle başlayan siyasal serüvenini, 2008 yılında Naim Kasım’ın şu sözleriyle farklı bir mecraya çekmiştir(Al-Manar TV): Biz bir İslam Devleti söylemiyle yola çıktık. Elbette bunu istiyoruz. Ancak Lübnanlılar isterse bu olacaktır. Halkın tümü İslam’ı isterse gerçekleşecektir. Eğer istemezlerse, biz halkın tümünün rahatça yaşayabileceği ve kendini ifade edebileceği bir siyasal sistemi kabul etmeye hazırız. 2009 Ulusal Uzlaşı Hükümeti ve Hizbullah Hizbullah lideri Hasan Nasrullah, 2009 yılında okuduğu siyasal manifestoyla Hizbullah’ın on yıllık üçüncü değişim sürecini başlatarak, demokrasiden bahsediyordu. Hizbullah’ın halkı ağır ağır yetiştiren ve onları İslam’a hazırlayan bir sistemi olduğunu dile getirerek, İslam devleti söyleminde de demokratik bir yönün olduğunu iddia ediyordu. 2006 savaşından itibaren dirençli ve siyasal olarak kendini daha fazla ifade etme imkânı bulan direnişin bir anlamda ortak manifestosu Hizbullah’ın 2009 seçim manifestosunda görünüyordu. Direniş cephesi, 20 yıllık siyasal hayatının büyük bir kısmını savaşlarla geçirmişti. Buna rağmen Hizbullah’ın siyasal söylemi giderek evrimleşiyor ve sertleştiği yerler olsa da, zamanla Lübnan halkının tümünü kucaklayan bir sisteme dönüşüyordu. 2009 yılındaki manifestonun belki de en kısa bölümü direniştir. Diğer taraftan siyasal konular, ülke meseleleri manifestonun tümüne hâkim durumdadır. Manifestonun en bariz noktasıysa, artık Filistin konusunun da bir Lübnan meselesi haline getirilmiş olmasıdır. Anti-Amerikan söylemin Hizbullah için halen en önemli siyasal meşruiyet meselesi olduğu kesindir. Sözkonusu manifesto da seçim sonunda kurulacak ulusal uzlaşı hükümetinde Hizbullah’ın ana siyasal temasının Amerika karşıtı bir siyaset olacağını açıkça göstermektedir. Devlet rejimine dair oluşturulan bölümdeyse Nasrullah, ulusal uzlaşı demokrasisinin anayasa ruhunun ve müşterek yaşam tüzüğünün özünün pratiğe dökülmesi olduğunu söyleyerek, “Lübnan’ı mezhep temelleri üzerine kurulu bir devlet olmaktan çıkaralım” önerisinde bulunmuştur. Bu siyasal çağrı, 20 yıllık süreç içerisinde ilk ortaya çıktığı günden beri mezhepler üstü parti sloganını açıkça dile getiren Hizbullah’ın siyasal pratikteki ilk mezhep-ötesi girişimidir. 2009 seçimleri Hizbullah’ın 20 yıllık değişim sürecinin en açık meyvelerinden biridir. Bir siyasal parti olarak varlığını ve siyasal söylemlerini 20 yıldır hiç olmadığı kadar geniş bir şekilde tartışan Hizbullah, tüm Lübnan’ı kapsayacak bir parti olma iddiasını tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu ileriki yıllar ve sonraki seçimler için Hizbullah’ın Lübnan siyasal hayatında bir silahlı gruptan çok, bir siyasal parti olarak anılma isteğinden kaynaklanmaktadır. Yüzyılın ikinci çeyreğine doğru Hizbullah’ın daha derin değişimler yaşayacağı ve bir siyasal parti olarak kendini yeniden tanımlayacağı söylenebilir. Bu 1985 yılında başlayan siyasal serüvenin aslında başlarken gelmek istediği yer olarak görünmektedir. Hizbullah sabit kalmak istemiyor, değişen dünyayla birlikte değişmek, ilerlemek ve kendini siyasal olarak diri tutmak istiyor. İşte 85 yılındaki manifestoyla 2009 yılındaki manifesto arasındaki değişiklikler bu isteğin en büyük imidir. SDE Asistanı* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 83 Bosna - Hersek Bosna Savaşındaki Kirli Eller Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde görülen son duruşmada, Yugoslavya’nın parçalanması konusunda Batı’nın çok önceden karar aldığını ve savaşın da bu karar doğrultusunda yine Batılı güçler tarafından planlandığını iddia etti. Selvet ÇETİN* Lahey Mahkemesinde yargılaması devam eden Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karadziç’in 1 Mart 2010 tarihinde yeniden başlayan ve iki gün devam eden savunmasında yaptığı açıklamalar hafızamızı 1992 savaşının yaşandığı günlere sürüklemiş oldu. Karadziç, Bosna savaşında soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçların da aralarında bulunduğu 11 ayrı suçlama nedeniyle yargılandığı Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde görülen son duruşmada, Yugoslavya’nın parçalanması konusunda Batı’nın çok önceden karar aldığını ve savaşın da bu karar doğrultusunda yine Batılı güçler tarafından planlandığını iddia etti. Oysa savaşın başından sonuna kadar yaşanan olaylar, aslında bu parçalanma sürecini bizzat Sırpların yönettiğini ve Batılı güçlerin planı ile Sırpların hedeflerinin örtüştüğünü göstermekteydi. Karadziç Yugoslavya’nın parçalanmasına karşı haklı bir savunma yaptıkları iddiasında bulunurken Sırp milliyetçiliğini kullanarak diğer topluluklara karşı etnik temizlik em84 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 rini kimlerden aldığını ve perde arkasındaki “gizli eli” söyleyemiyor. Boşnakların Batı’dan silah yardımı aldığını ileri süren Karadziç, kendi komutası altında 43 ay süren ve yaklaşık 12 bin kişinin öldüğü Saraybosna kuşatması boyunca aynı Batılı güçlerin neden kendilerini engellemediğini ve Boşnakların “işini bitirmek” için nasıl zaman kazandıklarını da eminim çok iyi biliyor. Dolayısıyla Sırp liderin Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna’da yaşanan soykırımın önceden planlandığı iddialarının doğruluk payı elbette bulunuyor fakat saldırganın bu planın neden bir parçası olduğuna dair verebileceği bir yanıt veya daha açık bir ifadeyle Karadziç’in hangi güçler tarafından kullanıldıklarını söyleyecek cesareti yok ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Yine de savaş ve soykırım sanığının batılı ülkeler hakkındaki iddialarını destekleyen birçok açıklama ve ikili görüşmenin gerçekleştiği biliniyor ancak bu bilgi ve belgelerin niçin mahkeme tarafından yargılama sürecine dahil edilmediği davanın başından bu yana eleştiriliyor. Mahkemedeki savunmasında, Amerika’nın desteğiyle Boşnakların bir İslam devleti kurmaya çalıştıklarını ve bunu önlemek için Sırpların kutsal ve meşru bir savunma yaptıklarını iddia eden Karadziç, Boşnakları İslami amaçlar doğrultusunda köktendinci bir oluşum gerçekleştirmek için Osmanlılar gibi davranmaya çalışmakla suçladı. Sanığın bu yayılmacı emellere karşı haklı bir dava yürüttüklerini öne sürmesi ise katliamın yaşandığı dönemdeki siyasi olayların arka planına bakmak gerektiğini ortaya koyuyor. Nitekim savaş başladığında dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Francois Mitterrand’ın “Avrupa’nın merkezinde Müslüman bir devlete izin vermeyeceklerine” dair yaptığı açıklama ile Karadziç’in “haklı davamız” diyerek Sırp mezalimine gerekçe yaptığı konu arasında paralel bir ilişki kurmak mümkündür. BM tarafından güvenli bölge ilan edilen Srebrenitsa, Gorazde ve Zepa’nın korunmasından sorumlu olan Barış Gücü Komutanı Fransız General Bernard Janvier’in Paris ile yaptığı bir telefon görüşmesinin ardından Sırp komutan Ratko Mladiç’in Srebrenitsa’ya girmeyeceğini ve Nato müdahalesine gerek olmadığını söylemesinin saldırganı nasıl cesaretlendirdiği görülmüş ve yaklaşık 16 saat sonra Srebrenitsa Sırpların eline geçmiş, katliam başlamıştı. Bugün uluslararası toplum tarafından soykırımdaki sorumlulukları kabul edilen dönemin BM Barış Gücü komutanlarının ifadelerine dahi başvurulmaması, Lahey mahkemesini tartışılır hale getiren en ciddi konulardan biridir. Hatırlanacağı gibi BM tarafından Yugoslavya’ya uygulanan silah ambargosu kararından savaş boyunca en çok zararı gören taraf Boşnaklardı ve Yugoslav ordusunun bütün ağır silahlarını ellerinde tutan Sırplar ambargodan neredeyse hiç etkilenmediler. Boşnakların savunmasız kalmalarına yol açan bu kararın kaldırılmasına en güçlü itirazlardan biri dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Douglas Hurd’dan gelmişti. Boşnaklara silah verilmesinin çatışmaları daha da artıracağı gibi garip bir tepki ortaya koyan İngiltere’nin bu yaklaşımı da Balkanlarda Müslüman Boşnak varlığından duyulan hoşnutsuzluğun dışavurumu olarak yorumlanmıştı. 1992-1995 yılları arasında BosnaHersek’te yaşanan etnik temizliğin liderliğini yapmakla suçlanan Sırp lider’in mahkemedeki ifadesinde, Srebrenitsa soykırımını bir “efsane” olarak nitelemesi ve Boşnak güçlerin olaya katliam süsü vermek için kendi halkına ateş açtıkları gibi “deli saçması” iddiaları da göstermektedir ki, Karadziç yargılama sürecini oyalayarak zaman kazanmaya çalışıyor. Bu tutum, Bosna savaşının bir numaralı sanığı olan Miloseviç’in yaklaşık dört yıl süren yargılamasında davayı politize etmek için kullandığı taktikleri akla getiriyor. Miloseviç’te savaş döneminde dünyanın önemli liderlerinden destek gördüklerini ve yaptıkları işler konusunda onay aldıklarını söylemiş ancak tutuklu bulunduğu cezaevinde kalp krizi sonucu ölmesiyle suçluluğu mahkemece kayıtlara geçirilememişti. Hem Miloseviç ve hem de Karadziç’in batılı ülke liderlerini açıkça suçlayan ifadeleri ve bu ifadeleri destekleyecek çok sayıda gizli belge ve görüşmeler ortaya çıkmasına rağmen mahkemenin savunmaların bu yönü ile neredeyse hiç ilgilenmiyor oluşu dikkat çekicidir. Bu konuda yaşanan ilginç gelişmelerden biri, Karadziç’in sürekli olarak ABD’li diplomat Richard Holbroke ile 1996 yılında anlaşma yaptıklarını belirtmesi ve bu anlaşmanın kendisine yargı dokunulmazlığı garantisi sağladığını iddia etmesiyle gündeme gelmiştir. Ancak mahkeme böylesi bir anlaşmanın varlığı kanıtlansa dahi bunun mahkeme önünde yasal olarak bağlayıcılığının olamayacağı gerekçesiyle bu yöndeki iddiaları incelemeyi reddetmiştir ve temyiz mahkemesi de bu kararı onamıştır. Mahkemenin bu tuhaf kararı ile batılı liderlerin savaş suçlarıyla ilgili sorumluluklarının ispatlanması ve yargılamaya konu olması imkansız hale gelmiştir. Oysa bu yaklaşım, yargılamanın bütünselliğini ve adil yargılama ilkelerinin eşit olarak uygulanmasını ciddi şekilde ihlal eden bir nitelik taşımaktadır. Lahey Mahkemesinin eski sözcüsü Florence Hartmann Ağustos 2008 tarihinde yaptığı açıklamada, 13 yıl yakalanamayan Karadziç’in tutuklanmasına ABD eski Devlet Başkanı Clinton’un, Fransa eski Cumhurbaşkanı Chirac’ın ve İngiltere’nin bizzat engel olduklarını ifade etmiştir. Mahkemenin en yetkili ağızlarından birinin yaptığı bu itiraflara objektif olarak bakıldığında, Bosna-Hersek’te nasıl bir savaş planı yapıldığı ve sorumlulukların nasıl paylaşıldığına ilişkin ipuçları ortaya çıkmaktadır ancak bu ipuçlarının mahkeme önüne getirilemeyecek olması, soykırımın gizli ortaklarının ancak insanlık vicdanı tarafından mahkum edileceğini göstermektedir. Karadziç’in uzun bir aradan sonra yakalanıp mahkemeye çıkarılması ve iki yılı aşkın süredir yargılanıyor oluşu uluslararası hukuk adına bir başarı sayılabilir. Fakat unutmamak gerekir ki, diğer önemli iki savaş ve soykırım sanıkları Ratko Mladiç ve Goran Haciç hala yakalanabilmiş değil ve ne zaman ele geçirilecekleri de belirsiz. Şayet Miloseviç gibi benzer bir akibete uğramaz ve can güvenliği iyi korunursa Karadziç hakkında iyi-kötü bir kararın mahkemeden çıktığına tanık olabiliriz. Mahkeme çevreleri davanın 2012’den önce bitmesinin mümkün görünmediğini belirtiyorlar. Ancak mahkemenin 2008 yılı sonu itibariyle duruşmaları tamamlaması ve 2010 yılı içinde kapatılması yönündeki Güvenlik Konseyi kararının yeniden oylanarak uzatılmasına Rusya’nın kesinlikle karşı çıkacağı söylendiği gibi Fransa’nın da bu konuda Rusya’yı destekleyebileceği öngörülüyor. Böyle bir durumda ise savaş ve insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili yargılama yetkisinin Sırbistan, Bosna-Hersek ve Hırvatistan’daki yerel mahkemelere verilecek olması, uluslararası toplumun beklentilerini tamamen boşa çıkarabilir. BM himayesinde çalışan Lahey Mahkemesinin hem teknik bakımdan işleyiş biçimi ve hem de yargılama usulleri ile ilgili ortaya koyduğu performansa bakıldığında, BosnaHersek suçlarının tüm boyutlarıyla ortaya çıkarılması ve her düzeyde sorumlulukları bulunan sanıkların adil şekilde yargılanabilmelerinin sağlanması konularında iyimserliğin yerini derin bir güvensizlik almaktadır. Dönemin BM güçlerine komuta eden ve haklarında yığınla suç isnadı bulunan üst düzey siyasi ve askeri yöneticilerin veya isimleri sanıklar tarafından defalarca zikredilen batılı liderlerin ifadelerine dahi başvurmaya gerek görmeyen mahkemenin bu tutumundan biran önce vazgeçmesi gerekmektedir. Mahkemenin somut olayları yönetmiş kimi Sırp liderleri yargılayarak dosyayı kapatmaya çalıştığı yönündeki genel izlenimi boşa çıkaracak ve uluslararası toplumun hayal kırıklığını telafi edecek bir yargılama yöntemini benimsemesi için zamanın artık çok daraldığını söylemek gerek. SDE Uzmanı* NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 85 Uzakdoğu Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Projesi Marksizm tarih yazıcılığının etkisinde kalan Çinli tarihçiler, Çin tarihini zorla tarihsel materyalizme monte etmeye çalışmıştır. Yani Komünist yönetim, Çin tarihinden güç kaynağı olarak istifade etmiştir. Bu durum Japonlar tarafından, Çin’de özgür bilimsel araştırma ortamının yok edildiği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Doç. Dr. Erkin EKREM* Japonya Uluslararası Sorunlar Araştırma Enstitüsü (JIIA) ile Çin Sosyal Bilimler Akademisi Yakın Çağ Tarih Araştırmalar Enstitüsü (Institute of Modern History, CASS) tarafından oluşan Japonya-Çin Orta Tarih Yazma Komisyonu’nun birinci aşama raporu üç yıl aradan sonra Şubat 2010’da tamamlanmıştır. Modern çağ dönemini konu alan ikinci aşamanın tam olarak ne zaman başlatılacağı beyan edilmemiştir. Toplam 550 sayfadan oluşan Japonya-Çin Orta Tarih Yazma Komisyonu’nun sözkonusu çalışması, birçok sebeplerden ötürü ciddi tartışmalara konu olmuş ve planlandığı tarihte tamamlanamamıştı. Buna rağmen bu çalışmada Çin tarafı; 1937-1945 yılları arasındaki Japonya-Çin savaşı sırasında Japonya’nın Çin’e yönelik ‘saldırgan savaşı’ ve 1937’de Japon ordusunun Nan-jiang şehrinde katliam yaptığına dair sonuçlardan memnundur. Ancak iki ülke arasındaki tarihsel problemler tam anlamıyla çözülebilmiş değildir. 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Çin-Japonya Arasındaki Tarihsel Problem Çin-Japonya arasındaki tarihsel problem, aslında 1937-1945 yılları arasında Japonya’nın Çin’i işgal etmesiyle, Çin’de uyguladığı politika ve bunun yarattığı acı sonuçlardır. Sözkonusu tarihsel problem dört konuyu içermektedir: 1. Japonya’nın bu tarihe olan bakışı, yani Japonya’nın işgal ettiği Çin toprağında yaptığı zulmü tanıması ve Çin halkından özür dilemesi. 2. Japon ordusunun Çin’de yürütmüş olduğu kimyasal deney ve silahların yol açtığı sorunların temizlenmesi. 3. Tayvan meselesi, yani Japonya 1895’de Tayvan’ı devralması ve 1945’te Çin’e devretmesine rağmen, Tayvan’daki Milliyetçi Çin Hükümeti ile diplomatik ilişkilerini devam ettirmesi. 4. Bugüne dek Japon Hükümetinde ve kamuoyunda hâlâ Tayvan’ı destekleyen seslerin bulunması. Çin-Japonya arasındaki tarihsel problemin en önemlisi birinci maddedir. Bu maddenin en önemli vakası ise Japon ordusunun 13 Aralık 1937’de Çin başkenti Nan-jiang’i zapt etmesiyle birlikte, şehirde geniş çapta katliam, tecavüz, kundaklama ve talan olaylarının yaşanmasıdır. Japonya ve Çin, 1972’de ikili diplomatik ilişkileri tesis etmişti ve Japonya, ABD’nin Asya’daki müttefiki olmasına rağmen, Çin ile yakın ilişkiler geliştirmeye çalışmıştı. Japonya’nın bazı iktidar ve muhalefet parti liderleri, II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Çin’i işgal etmesi ve zülüm yapmasına ilişkin zaman zaman sözlü olarak özür dilemişti. Çin lideri Mao Ze-dong’nun (1893-1976) ölümünden sonra ikinci nesil Çin liderleri, Çin’in ekonomik kalkınma politikasını uygulamaya başlamıştı ve bunu başarabilmek için Japonya gibi bir dünyanın önde gelen ekonomi gücünün desteğine ihtiyacı vardı. Çin lideri Deng Xiaoping, (1904-1997) Çin-Japonya arasında yaşanan tarihsel problemin bu Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Komisyonu’nda çalışan uzmanlar, bazı Batı kaynaklarından da istifade etmişlerdir. Her iki tarafın uzmanları aynı başlıklar altında müzakere yaparak, ayrı çalışmalar sunmuştur. Bu şekilde tarafların görüş farklılıklarının ortaya konulması amaçlanmıştır. Aynı başlık altında farklı görüşlerin beyan edilmesine dayanan çalışma metodunun, ortak tarih yazma amacına pek uymadığı da bir gerçektir. nesildeki Japon ya da Çin liderleri tarafından çözülemeyeceğini dile getirerek, problemlerin bir süre askıya alınmasını önermişti. Japonya tarafı da bu teklife olumlu cevap vermişti ve Çin’e finansal, teknoloji ve eğitim alanında yoğun destek sağlamıştı. Deng Xiao-ping’ın ölümünden sonra, Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in 1998 yılındaki Japonya ziyareti sırasında Çin-Japonya arasındaki tarihsel problem tekrar dile getirilmişti. Başkan Jiang Zemin’in Waseda Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, Japonya’nın sözkonusu tarihsel meseleden ders almadan, iki ülkenin geleceğe yönelik açılımlar yapamayacağını ifade etmişti. Çin tarafının bu çıkışının sebepleri ise; 1. Bazı Japon liderleri ve siyasîlerinin, II. Dünya Savaşı sırasında ülkeleri için kendilerini kurban veren Japon askerlerin gömüldüğü Yasukuni Tapınağı’nı ziyaret etmeleridir. Çin’e göre bu ziyaretler Japonya’nın hâlâ militarist düşüncelerinin mevcut olduğunun ve Çin’e yaptığı zulmü tanımadığının delilidir. 2. Bazı Japon siyasîler ve akademisyenlerin Japonya’nın II. Dünya Savaşı sırasında Çin’i işgal etmesini ve Çin’de yaptığı zulmü farklı yorumlamasıdır. Bu farklı yorumların Japonya’nın lise ders kitaplarında yer alması, Çin’i kızdırmıştı. 3. Bazı Japon siyasîlerin Çin’in işgalini, aslında Çin’i Batı güçlerinden kurtarma ifadeleri ve Çin işgalini övünmeleri Çin’i rahatsız etmişti. Böylece iki ülkenin kamuoyunda da, bu siyasî gelişmelerle birlikte toplumsal düşmanlık hissiyatı da yükselmeye başlamıştı. Kamuoyu nezdindeki düşmanlık duygusu, ikili siyasî ilişkileri de etkilemeye başlamıştı. Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Projesi Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Projesi, Çin Dışişleri Bakanlığı ve Japon Dışişleri Bakanlığı’nın ortak projesi olarak her iki ülkenin akademisyenleri tarafından üstlenilmiştir. On Japon ve on Çinli araştırmacı tarafından oluşturan Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Komisyonu’nun ilk toplantısı 26-27 Aralık 2006’da Pekin’de toplanmıştı. Çin Dışişleri Bakanı Li Zhao-xing’in iştirak ettiği bu toplantıda, komisyonun Çin ekibi başkanı Bu Ping, söz konusu tarihsel problemin Doğu Asya ülkeleriyle ilişkilerini engellediğini; savaş sonrasında Japonya’nın savaş sorumluluğunu üstlenmediğini ve inkâr yoluyla gösterdiği samimiyetsizliği, zarar gören insanların duygularını rencide ettiğini; ortak tarih yazmanın amacının ise bu engelleri kaldırmak olduğunu ifade etmişti. Bu Ping’e göre, karşılıklı anlayış ve diyalogla iki tarafın tarihe olan farklı bakışları da birbirine yakınlaştırabilirdi. Japon ekibinin başkanı Shinichi Kitaoka, iki tarafın tarihe bakışlarında farklılıkların mevcut olduğunu ve aşırı tavırların çözüm için yararlı olmayacağını, Japonya ile Çin ilişkilerinin önemli olduğunu dile getirmişti. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao, Milliyetçi Çin Hükümeti’nin (19111949) Japonya’ya karşı savaştaki rolü hakkındaki olumlu yorumuyla, Çin’in tarihe bakışının değiştiğini ve geçmişten çok bugünkü tarihin önemli olduğunu ifade etmişti. Bu toplantıda yapılacak araştırmaların esas amacını araştırmaların NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 87 konusu, alanı ve geleceğe yönelik çalışma takvimi oluşturmuştu. Bu takvime göre ikinci toplantının 1821 Mart 2007’de Tokyo’da, üçüncü toplantının Aralık 2007’de Pekin’de gerçekleşmesi ve Aralık 2008’de Tokyo’daki toplantıyla çalışma raporunun tamamlanması öngörülmüştü. Ancak bazı tarihsel konularda ortak fikre varılamaması sebebiyle, üçüncü toplantı 5-6 Ocak 2008 ve dördüncü toplantı Aralık 2009’a kaydırılmıştır. Yine bu toplantıda çalışılacak tarih dönemleri de tespit edilmiş ve eski çağ, yakın çağ ve modern çağ olarak üç ana dönem olarak ayrılmıştı. İkinci toplantıda ise bölümler tespit edilmişti. Ancak son raporda modern çağ dönemi bazı farklı tarihsel bakışlar nedeniyle iptal edilmiştir. Üçüncü toplantıda yazılan ara raporların tartışılması, dönem ve konu üzerinde araştırmacıların kendi görüşlerini beyan etmeleri ve son raporun yazılması ile ilgili planlar müzakere edilmişti. Dördüncü toplantıda her iki tarafın hazırladığı konular bir bütün içinde değerlendirilmiş ve son olarak rapor hazırlama işlemi başlatılmıştı. Bu toplantıda Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada bir değerlendirme konuşması yapmıştı. Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Komisyonu’nda çalışan uzmanlar, Japon ve Çin kaynakları kullanmakla birlikte, bazı Batı kaynaklarından da istifade etmişlerdir. Her iki tarafın uzmanları aynı başlıklar altında müzakere yaparak, ayrı çalışmalar sunmuştur. Bu şekilde tarafların görüş farklılıklarının ortaya konulması amaçlanmıştır. Aynı başlık altında farklı görüşlerin beyan edilmesine dayanan çalışma metodunun, ortak tarih yazma amacına pek uymadığı da bir gerçektir. On kişiden oluşan Çinli uzmanların çoğu tarihçidir ve özellikle ÇinJaponya Savaşı (1937-1945) alanındaki tarihçi sayısı fazladır. On kişinin dördü, II. Dünya Savaşı’nın bittiği tarih olan 1945’ten önce doğmuştur. Ekip başkanı Bu Ping dâhil altı kişi, Çin Sosyal Bilimler Akademisi’nin uzmanlarıdır, diğer dört kişi ise Pekin Üniversitesi’ne ait akademisyen88 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Japonya-Çin Ortak Tarih Araştırmalar Programı ESKİ VE ORTA YAKIN ÇAĞ TARİHİ Masayuki Yamauchi, Tsuruma Kazuyuki (Japon) Giriş Eski Doğu Asya Dünyasında Japon-Çin İlişkileri I. Kısım Doğu Asya’nın Uluslararası Düzeni ve Sistemin Değişimi I. Bölüm 7. Yüzyıl Doğu Asya’da Uluslararası Düzenin Teşekkülü II. Bölüm 15-16.Yüzyılda Doğu Asya’nın Uluslararası Düzeni ve Japon-Çin ilişkileri II. Kısım Çin Kültürünün Yayılması ve Japon Kültürünün Yaratıcı Gelişmelerinin Çeşitleri I. Bölüm Düşünceler ve Dinlerin Yayılması ve Değişimler Jiang Li-feng, Yan Shao-dang, Zhang Ya-jun, Ding Li (Çin) Yoshiaki Kawamoto (Japon) Wang Xiao-fu (Çin) Murai Shiyousuke (Japon) Wang Xin-sheng (Çin) Kozima Takeshi (Japon) Song You-cheng (Çin) Sakurai Hideharu, Ide Seinosuke (Japon) II. Bölüm İnsan ve Üretimin Hareketliliği III. Kısım Japon-Çin Toplumun Tanışması ve Tarihsel Özellikleri Üzerindeki Karşılaştırmalar I. Bölüm Japonlar ve Çinlilerin Birbiriyle Tanışması Wang Yong (Çin) Furuse Natsuko, Yasunori Kojima (Japon) Wang Xiao-qiu (Çin) Kikuchi Hideaki (Japon) II. Bölüm Japon-Çin Siyasal ve Toplumsal Yapısının Karşılaştırması Jiang Li-feng, Wang Yong, Huang Zhengjian, Wu Zong-guo, Li Zhuo, Song Jia-yu, Zhang Fan (Çin) YAKIN ÇAĞ TARİHİ I Kısım Yakın Çağ Japonya-Çin İlişkilerinin Başlaması ve Gelişmesi I. Bölüm Yakın Çağ Japonya-Çin İlişkilerinin Başlaması II. Bölüm Çatışma ve İşbirliği: Farklı Yolları Tercih Eden Japon ve Çin Devleti III. Bölüm Japonya’nın Çin’e Yönelik Yayılmacı Politikası ve Çin Halkının Devrim Faaliyetleri II. Kısım Savaş Dönemi I. Bölüm Mançurya Vakası ve Lu-gou Köprüsü Olayı II. Bölüm Japon-Çin Savaşı: Japon Ordusunun Çin’e Tecavüzü ve Çin’in Karşı Koyma Savaşı III. Bölüm Japon-Çin Mücadelesi ve Pasifik Savaşı Kitaoka Shinichi (Japon) lerdir. Japonya ekibinin çoğu tarihçi değildir ve farklı üniversitelerden gelen hukukçu ve siyaset bilimcileri tarafından oluşmaktadır. Japonya ekibinde bir kişi dışında diğerleri 1945’ten sonra doğmuştur ve çoğunun hükümete ait düşünce kuruluşlarında çalışma tecrübesi vardır. Japon ekibinin başkanı Shinichi Kitaoka ise dış temsilcilikte görev yapmıştır. Japonya ve Çin ekiplerinde yer alan uzmanların farklı eğitim arka planı, iş tecrübesi ve yaş farklılıkları doğal olarak iki ülke arasındaki tarihsel probleme olan bakışında farklılıklar yaratacaktır. Diğer yandan, Çin ekibinin daha çok tarihsel açından problemlere yaklaştığını, Japonya ekibinin ise daha çok hukukî ve siyasal açından meseleye çözüm getirmeyi hedeflediğini görmek mümkündür. Xu Yong, Zhou Song-lun, Mi Qing-yu (Çin) Kawashima Shin (Japon) Xu Yong, Zhou Song-lun, Dai Dong-yang, He Xin-cheng (Çin) Hattori Ryūji (Japon) Wang Jian-lang (Çin) Tobe Ryoichi (Japon) Zang Yun-hu (Çin) Hatano Sumio, Junichiro Shoji (Japon) Rong Wei-mu (Çin) Hatano Sumio (Japon) Tao Wen-zhao (Çin) Ayrıca tespit edilen konu başlıkları kronolojik bir sistem ile değil, iki ülke ilişkilerini ilgilendiren konular üzerinde durmuştur ve bunun amacının da tarihsel problemlere çözüm getirmeye yönelik olduğu açıktır. Buna rağmen mevcut tarihsel problemler üzerinde bilimsel açından ortak görüşe varılamamıştır. Japonya ile Çin tarafından oluşturulan ortak tarih yazma ekipleri, Meiji Reformu, Japon düşünürü Fukuzawa Yukichi’nin (1835-1901) “Asya’dan kurtuluş” düşüncesi, Okinawa (Ryukyu) Adası’nın kime ait olduğu, 1894-1895 yılları arasında yaşanan Japonya-Çin Savaşı (Çince Jia-wu Savaşı), 1904-1905 yılları arasında yaşanan Japonya-Rusya Savaşı, 18 Eylül 1931 tarihte yaşanan Mançurya Vakası, 1937-1945 yılları arasında yaşanan Japonya-Çin Savaşı, 13 Aralık 1937 tarihinde Çin’in başkenti Nan-jing’i işgal eden Japon ordusunun yaptığı katliamlar ve Japonya’nın Kwantung Ordu’nun 731 Ünitesi Çin’deki kimyasal silah denemesi gibi birçok mesele hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bu konularda her iki taraf kendi görüşlerini rapora açıkça yansıtmıştır. Diğer bir tartışmaya yol açan konu ise Çin’ini Japonya’nın haraç ödeyen (tributary), yani Japonya’nın bir vasal ülkesi olup olmadığıdır. Bu tartışmanın altında yatan zihniyet ise bir vasal ülkenin bağlı olduğu ülke tarafından saldırıya uğramasının suçunun daha da büyük olmasıdır. Çinli tarihçilerin eski tarih felsefesi ile meseleye yaklaşmasının, bugünkü ortak tarih çalışması için çok da faydası yoktur. Her şeye rağmen Çinli araştırmalar bu çalışmadan memnun kalmıştır. Çünkü Japonya’nın Çin’i hedef alan saldırısının bir saldırgan savaş olduğunun (aggressive war/war of aggression) ve Nan-jiang katliamının Japon araştırmalar tarafından kabul edildiği kanaatindedirler. Çin ekibi başkanı Bu Ping, önemli olanın sadece Nan-jing katliamının sayısı değil, söz konusu katliamın insanlığa karşı geniş çaplı şiddet uygulama mahiyetini tanımak olduğunu vur- gulamıştı. Bu Ping’e göre, bu ortak çalışmada her iki taraf katliamın mahiyetini anlamıştır ve bunun bir toplu katliam olduğu görüşüne varılmıştır. Bu ifadeler Nan-jiang katliamının “soykırım” noktasına dolaylı yoldan götürülmeye çalışıldığını göstermektedir. Bu nedenle Japonya tarafı katliamın rakamsal verileri bağlamında, kendi görüşünde ısrarla durmuştur. Uzak Doğu Uluslararası Askeri Mahkemesi (International Military Tribunal For The Far East) tarafından verilen rakam 200 bin, o dönemde Çin Savunma Bakanlığı Askeri Mahkemesi tarafından verilen rakam ise 300 bin’dir. Japonya ve Çin araştırmacıları arasında Japonya’nın Çin’i işgal etmesinin sebebinde de ortak görüşe varılamamıştır. Japonya’nın Çin’e yönelik savaşının tetikleyicisi Lugou Köprüsü vakasıdır ve 7 Temmuz 1937 gecesinde bir Japon askerin kaybolması ve Çin kontrol bölgesinde aramalara izin verilmemesi sonucunda çıkan çatışma, hızla büyüyerek Japonya’nın Çin’i işgal etme savaşına dönüşmüştür. Japon araştırmacılar Japonya’nın Çin’e yönelik saldırısının bir tesadüf sonucu olduğunu ileri sürerken, Çinli araştırmacılar ise bunun tesadüf olmadığını savunmuştur. Japonya-Çin Ortak Tarih Yazımının Problemleri Japon araştırmacıları, II. Dünya Savaşı sırasında Çin’i işgal etme savaşını Çin’e karşı işlenmiş bir suç olarak tanımlamakta ve Çin halkına büyük zarar verdiğini de kabul etmektedir. Japon tarafının, tarihte işlenen bir suçun bugünkü Japonları mahkûm etmesi bağlamında bazı endişeleri vardır. Japonya Hükümeti kabine şefi Hirofumi Hirano, 1 Şubat 2010’daki basın toplantısında, Japonya-Çin Ortak Tarih Yazma Raporu’na yönelik, iki tarafın araştırmacıların Nan-jing katliamı ile ilgili farklı görüşleri olmasının doğal olduğunu ve her iki tarafın kendi açısından meseleye yaklaşması üzerine yapılan değerlendirmelere gerek olmadığını ifade etmişti. Hirofumi Hirano’ya göre, “tarih tarihtir, hükümet ise geleceğe yönelik çalışmalarına devam edecek ve sözkonusu rapor ikili ilişkileri olumsuz etkileyemeyecek”tir. Ancak Çin tarafının tazminat talebi gibi diğer cezalandırma yöntemlerini izleyip izlemeyeceğine dair henüz bir işaret yoktur. Zaten bugünkü Japonların psikolojik açından suçlu haline getirildiğinde bile, Çin tarafının diplomasi konusunda NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 89 bazı avantajlara sahip olmasına yol açabilir. Japonya-Çin Orta Tarih Yazma Komisyonu’nda yer alan Çinli tarihçiler, kendi tarihçilik anlayışlarının rasyonel olduğunu iddia etmekte ve Japon uzmanların tarihçilik anlayışının çeşitliliğini vurgulamaya çalışmaktadır. Çin’in geleneksel tarih yazıcılığının en önemli özelliği, yeryüzünde merkez konumda olan Çin ile bu merkezin dışındakilerin ilişkilerini tasvir etmesidir. Yani kendi tarihini esas alarak dışa tedricen yayılıp giden eş merkezli (concentric circles) tarihsel bakışa sahiptir. Örneğin Doğu Han Sülâlesi İmparatoru Guang-wu Ti (M.Ö. 6-M.S.57) döneminde bir Japon heyeti Çin’i ziyaret etmişti ve Japon Krallığı’na “çirkin”, “cüce” ve “geveze” anlamına gelen Wo Krallığı adını vermişti. Japonya’ya verilen bu isim ancak Tang Sülâlesi İmparatoriçe Wu Zetian (685-705) döneminde “güneşin doğulduğu yer” anlamındaki “Riben” adıyla değiştirilmişti. Bugüne kadar bu ad kullanılagelmektedir. Türk tarihi dâhil Asya’nın eski tarih kayıtların çoğu Çincedir ve ister istemez Çin’in bu tür tarih yazıcılığının etkisinde kalmaktadır. 19. Yüzyıl sonuna doğru Çin’in geleneksel tarih yazıcılığı birçok Çinli tarihçi tarafından eleştirilmeye başlamıştı ve bu fikir akımının başını çeken Liang Qi-chao (1873-1929) Batı tarih yazıcılığını Çin’de tanıtmaya çalışmıştı. Ancak “yeni tarihçilik” adı verilen bu tarihçilik akımının kaynağı Japonya idi. Çin’de Batı tarih yazıcılığı ile geleneksel 90 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Çin tarih yazıcılığı arasında sentez oluşturma faaliyetleri kısa sürmüş ve Çin-Japon Savaşı (1937-1945) ile Çin’in iç savaşı (1945-1949) sonrası Marksizm tarih yazıcılığı benimsenmiştir. 1980’li yılların sonuna kadar Batı bilimsel tarih yazıcılığı tekrar Çin’de tanıtılmaya başlamıştır. Geleneksel Çin tarih yazıcılığının diğer bir özelliği ise fonksiyonel tarih yazıcılığıdır. Tarih, imparatorun ülkesini daha iyi idare etmesi için tecrübe kaynağıdır ve bundan dolayı oldukça zengin eserlere rastlamak mümkündür. Tarihte kazanılan tecrübelerden çağa uygun biçimde istifa etme anlayışı modern Çin’de de devam etmişti. Özellikle Marksizm tarih yazıcılığının etkisinde kalan Çinli tarihçiler, Çin tarihini zorla tarihsel materyalizme monte etmeye çalışmıştır. Yani Komünist yönetim, Çin tarihinden güç kaynağı olarak istifade etmiştir. Bu durum Japonlar tarafından, Çin’de özgür bilimsel araştırma ortamının yok edildiği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Farklı tarihçilik anlayışı, bir problem olarak sadece söz konusu komisyonda yaşanmış değildir. İki ülkenin siyasal düzeni ve ideolojik farklılıkları da ortak tarih çalışmasını gölgede bırakmıştır. Çin tarihçileri Çin-Japonya arasında ortak tarih yazılabileceğine inanmaktadır ve 2006-2008 yılları arasında Alman ile Fransız tarihçileri tarafından hazırlanan 1945’ten Sonraki Avrupa ve Dünya (Europe and the World since 1945) ders kitabı örnek olarak gösterilmektedir. Yani iki tarihi düşman arasında barışçı geleceğin yaratabileceği ileri sürülmektedir. Ancak Avrupa’da milli devlet inşası sürecinde birçok kanlı tarihsel olay yaşanmış olmasına rağmen, temelde Avrupalılar, ortak siyasi ve kültürel değerlere sahiptirler. Bununla birlikte Avrupa ülkeleri, Avrupa uygarlığı tanımı altında Avrupalılık ortak kimliğini benimsemişlerdir. Çin ve Japonya arasında bu özellikler yoktur. Ortak tarihe ve ortak siyasal kültüre sahip Çin ile Tayvan arasında da bugüne dek ortak tarih bile yazılamamaktadır. Çinli tarihçiler yalnızca Çin-Japonya arasında değil, Çin–Japonya-Güney Kore arasında ortak tarih yazmayı hedeflemektedir. Konu ile ilgili bazı seminer ve konferanslar düzenlenmesine rağmen, elde edilen sonuçlara bakıldığında söz konusu hedefe ulaşılması pek de kolay değildir. Japonya-Çin ortak tarih yazma komisyonun Çin ekibi başkanı Bu Ping, Çin-Japonya arasındaki tarihsel problemlerin siyaset ile diplomasi, toplumsal duygu ve bilimsel araştırma gibi üç düzeyde etkisini gösterdiğini ifade etmişti. China Review web sitesinin yorumcusu Zhang Zhi-xin, bu ifadeye yönelik olarak, iki ülke arasındaki tarihsel meseleler üzerindeki görüş farklılıklarını üç düzeyde analiz etmiştir: Yüzeysel olarak yaşanan tarihsel meseleler bilimsel araştırmaların zıtlık durumudur, orta düzeyde meseleler kamu eğitimi ve ideolojik mücadelenin sonucudur, derin düzeyde ise iki ülke halkları arasındaki değerler, milli karakterler ve kültürel farklılıklarının yansımasıdır. Bu durum, Çin-Japonya arasında yaşanan tarihsel problemlerin yalnızca ortak tarih yazmakla çözümlenemeyeceğini göstermektedir. En önemlisi, Çin-Japonya ortak tarih yazımının temel sebebi siyasîdir. Bu nedenle Çin-Japonya ilişkilerinin yarattığı olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğal olarak sözkonusu ortak çalışma üzerinde de etkisini gösterecektir. www.kaptandemir.com.tr +90 216 547 4900 fi‹RKETLER GRUBU 1964’den bu yana demir ad›mlarla ilerliyoruz. Bu bağlamda, her iki tarafı razı edemeyen bir ortak tarih araştırmasının taraflarca kabul edilmesi ve hatta kendi ders kitaplarına ilavesi mümkün gözükmemektedir. *SDE Uzmanı NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 91 Ortadoğu Bağımsız Irak Yüksek Seçim Konseyi'nin açıkladığı sonuçlara göre, Kerkük'te ElIrakiye ittifakında yer alan Irak Türkmen Cephesi (ITC) milletvekili adayı Erşat Beklentilerden 'Irak' Seçimler 7 Mart 2010 tarihinde gerçekleştirilen seçimler Irak’ın yeni bir döneme girdiğini gösteriyor. Güvenlik sorunlarına rağmen, beklenenin üstünde bir katılım oranıyla (yüzde 60) 20 milyon Iraklı seçimde oy kullandı. Listenin ‘açık’ olması hangi partinin ve kuruluşun nerede daha etkin olduğunu göz önüne sermiş ve halka, kullandığı oyun hesabını sorabilme yolunu açmıştır. Ali SEMİN* A BD işgali altındaki Irak’ta üçüncü parlamento seçimi, 7 Mart 2010 tarihinde gerçekleştirildi. Gerek oyların sayılması, gerek yeni hükümetin kurulması için koalisyon çabaları konularındaki tartışmalar Irak’ın yeni bir döneme girdiğini gösteriyor. Tüm güvenlik sorunlarına rağmen, beklenenin üstünde bir katılım oranıyla (yüzde 60) 20 milyon Iraklı seçimde oy kullandı. Seçim yasasıyla yürürlüğe konulan “açık liste” sisteminin bu katılımdaki payı büyüktür. Listenin ‘açık’ olması hangi partinin ve kuruluşun nerede daha etkin olduğunu göz önüne sermiştir. 2005 yılında yapılan iki seçime nazaran Irak halkının daha bilinçli bir şekilde sandık başına gittiği söylenebilir. Son seçimle halk hangi liste veya adaya oy vereceği konusunda iradesini kullanabildiğinin işaretini 92 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Salihi’nin, 52 bin oyla, seçimde en çok oy alan on aday arasında yer alması Türkmenler açısından zafer olarak değerlendirilmektedir. vermiştir. Demokrasiyle yeni tanışan bir halkın seçime katılım oranı ve adaylar arasındaki tercihlerinin yanısıra seçimlerin şeffaflığı da kayda değer gelişmelerdir. “Açık liste” sistemi, Irak halkına, kullandığı oyun hesabını sorabilme yolunu açmıştır. Seçimlerde listeleri şu şekilde sıralayabiliriz; 1 - Irak İslami Yüksek Konseyi (IİYK) liderliğinde kurulan Bedr Örgütü, Fazilet Partisi, Sadr Grubu ve Irak eski Başbakanı İbrahim El-Caferi'nin lideri olduğu Ulusal Reform Hareketi’nden oluşan Irak Ulusal İttifakı. 2 - Dava Partisi’nin lideri ve Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin Kanun Devleti Koalisyonu. 3 - Eski Başbakan ve Ulusal Uz- laştırma Hareketi lideri Eyad Allavi'nin kurduğu El-Irakiye listesi. Bu listenin diğerlerinden farkı, Türkmenlerin başlıca temsilcisi olan Irak Türkmen Cephesi (ITC) ve Sünni Araplardan oluşmasıdır. 4 - Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani ve Kürdistan Demokrat Partisi'nin lideri Mesud Barzani'nin oluşturdukları Kürdistan Koalisyonu'dur. (Hawpeymani). 2005 yılından bu yana yapılan iki genel seçim ve bir anayasa referandumunda, hile ve sahte oy kullanma yöntemi had safhaya ulaşmıştır. Bu hilelerin ortaya çıkarılması için Bağımsız Irak Yüksek Seçim Komiserliği'ne binlerce şikayet dilekçesi verilmesine rağmen hiçbirinden yanıt alınamadı. Ancak 7 Mart Irak seçimlerine bakıldığında, uluslararası gözlemcilerin bulunmasından dolayı, oy sayısında oynama ve sahte oy iddialarının azaldığı görülmektedir. Özellikle tartışmalı bölgeler olarak bilinen Kerkük, Musul, Selahattin ve Diyale'de beklenenden daha az hile karıştığını söylenebilir. Sözkonusu bölgelerde güvenlik güçlerinin oylarında hile ve sahte oy kullanılmıştır. Örneğin, bir polis memurunun yirmi kez sandık başını gittiğini itirafı dikkat çekicidir. Kürtlerin Kerkük'te Oy Kullanma Yöntemi Mart 2003’te başlayan işgalin ardından, Kerkük'ün demografisini değiştirmek amacıyla Kuzey Irak'tan kente yerleştirilen yaklaşık 600 bin Kürt'ün oy kullanması dolaylı bir seçim hilesi olarak nitelendirilebilir. 7 Mart seçimlerine bir gün kala Süleymaniye, Erbil, Kelar, Kifri ve Çamçamala'dan oy kullanmak için Kerkük'e akın eden Kürtlere, KDP ve KYB tarafından otel, yeme-içme ve araba temin edilmiştir. İlginçtir ki, KDP ve KYB'nin Kürt ailelerine bu imkanları temin etmelerine rağmen, sözkonusu ailelerin çoğu Kürdistan Koalisyonu yerine, Talabani ve Barzani'ye muhalif olan Nawşirwan Mustafa liderliğindeki Goran (Değişim, Tağir) listesine oy verdiler. Bir diğer önemli husus ise, 6 yıldan beri Kuzey Irak Yönetimi tarafından dile getirilen "Kerkük bir Kürt şehridir" sloganının da 7 Mart seçimiyle son bulmasıdır. Kerkük'ün tüm boş kamu bina ve kuruluşlarına doldurulan Kürt ailelere rağmen, Kerkük'te Eyad Allavi liderliğindeki El-Irakiye listesinin kazanması, Kürt partilerinin çabalarını boşa çıkarmıştır. Bu nedenle El-Irakiye'nin Kerkük'teki seçimleri kazanması, deyim yerindeyse birçok taşı yerinden oynatacağa benzemektedir. Bu bağlamda, özellikle Irak Anayasasının 140. maddesinin tamamen ortadan kaldırılması çabaların artması beklenebilir. Bağımsız Irak Yüksek Seçim Konseyi'nin açıkladığı sonuçlara göre, Kerkük'te El-Irakiye ittifakında yer alan Irak Türkmen Cephesi (ITC) milletvekili adayı Erşat Salihi’nin, 52 bin 349 oyla, seçimde en çok oy alan on aday arasında yer alması Türkmenler açısından zafer olarak değerlendirilmektedir. Oyların Sayımı ve Yapılan İtirazlar 7 Mart 2010 genel seçimleri tahminlerin tam aksine sonuçlar doğurmuştur. Seçim sistemi değiştiği gibi seçimden çıkan oyların sayımı da değişik yöntemlerle sürdürülmektedir. Daha önceki seçimlerde oyların sayımı bittikten sonra sonuçlar verilmekte, ancak bu kez oy sayımı gerçekleşirken an be an çıkan neticeler kamuoyuna duyurulmuştur. Bu yöntemin, Irak'taki şiddet ve terör olaylarını düşürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında, seçim sonuçlarına itirazlar da şiddete başvurulmadan yasal yollarla yapılmaktadır. Şimdiye kadar Irak Seçim Konseyi'ne verilen şikayet dilekçesi 2 bin’i aşmamaktadır. Sözkonusu dilekçelerin yaklaşık 400’üne resmi olarak Irak Seçim Konseyi tarafından yanıt verildiği açıklanmıştır. Oyların yüzde 95'inin sayılmasından çıkan sonuçlara göre, Eyad Allavi'nin kurduğu El-Irakiye listesi, Maliki'nin Kanun Devleti Koalisyonundan 11 bin farkla önde gitmektedir. Eğer kalan yüzde 5 oyun sayımından sonra Allavi kazanırsa, Kürtlerden ve Maliki'den "hile yapıldı" itirazı gelebilir. NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 93 Öte yandan, Irak Seçim Konseyi sözcüsü Kasım el Abbudi, hem cumhurbaşkanı, hem de başbakanın "Tüm oyların yeniden sayılması" çağrısını reddederken, "Böyle bir şey yapmamız için çok geniş bir bölgede, örgütlü hile olduğunu tespit etmemiz gerekir. Oysa ne yerel gözlemciler, ne de uluslararası gözlemciler böyle bir tespitte bulunmuştur." ifadelerini kullanmıştır. . Kürtlerin El-Irakiye Kaygısı Irak seçimlerinde aşırı Sünni Arap milliyetçileri ile ittifak kuran El-Irakiye listesi lideri Eyad ElAllavi'nin, Kürt liderlerle (Talabani ve Barzani) de iyi ilişkilerinin bulunduğu bilinmektedir. Bu nedenle özellikle Musul'da Kürtlere karşı sert tutumuyla bilinen Hadba listesi lideri Usame El-Nuceyfi ve Kerkük'te de Irak Türkmen Cephesi'nin El-Irakiye listesinde olması, Kürtlerle iyi ilişkisi olan Allavi'yi etkilemektedir. Bu nedenle, Allavi'nin, Kürtlerle herhangi bir şekilde koalisyon kurması zor görünmektedir. El-Irakiye listesinin genelde Irak'ta ve özelde de Kerkük ve Musul'da ilk sırada olması, Kürtlerin Kerkük için 6 yıldan beri verdikleri mücadeleyi kaybetme endişelerini artırmaktadır. Başka bir ifadeyle, Kerkük, Kürtlerin kontrolünden çıkabilir. Bunun başlıca iki sebebi olabilir; birincisi, Kerkük'te KDP ve KYB'ye rakip çıkan Goran Hareketi'nin üçüncü sırada yer almasıdır. Bir diğeri ise, KDP ve KYB'nin oluşturduğu Kürdistan Koalisyonu'nun Kerkük'te ilk sırada yer almamasıdır. Bu görüntü, Kürt liderleri Kerkük konusunda hayal kırıklığına uğratmıştır. Nasıl Bir Hükümet Kurulabilir? Seçim öncesi birbirleriyle ciddi anlamda yarışan ve seçim hazırlıkları sırasında tek çatı altında toplanamayan Maliki liderliğindeki Kanun Devleti Koalisyonu ve İbrahim ElCaferi liderliğindeki Irak Ulusal İttifakı, sonuçlar ortaya çıkınca yeni hükümet kurulması için koalisyon arayışlarına girdiler. Ancak gerek 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Maliki'nin, gerek Caferi'nin karşılıklı taviz vermedikleri müddetçe anlaşmaları zor. Ayrıca, El-Irakiye listesi ile Kürdistan Koalisyonu'nun anlaşabilmeleri de mümkün değildir. Bunun en önemli nedeni ise El-Irakiye listesinde bulunan oluşumların Kürtlere karşı olumsuz tutumlarıdır. İbrahim El-Caferi, 2005 Aralık’ındaki seçimlerde Kürtlerin baskısı sonucunda Başbakanlık koltuğundan olmuştur. Bu bağlamda, Caferi'nin de Kürtlerle koalisyon kurması beklenmemektedir. Diğer taraftan, Laik Şii olan Allavi'ye karşı zoraki de olsa, Irak Ulusal İttifakı ile Devlet Kanunu Koalisyonu yeni hükümeti kurmak için anlaşabilir. Buna Kürtler de katılarak bir blok oluşturabilir. Hükümet kurma çalışmaları devam ederken, Cumhurbaşkanı'nın kim olacağı da tartışılmaktadır. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi'nin yaptığı açıklamada, "Irak bir Arap ülkesidir, Cumhurbaşkanı Arap olmalıdır” demesi ikinci bir siyasi krizin habercisidir Ancak Irak'taki siyasi çerçeveye baktığımızda, Talabani'nin Cumhurbaşkanı adaylığı kuvvetlidir. Yaşanan etnik ve mezhepsel çatışmaların herhangi bir Arap liderin Cumhurbaşkanı olmasının önünde engel teşkil edeceği düşünülmektedir. ABD'nin Seçimlere Yaklaşımı ve Yeni Hükümet Obama Yönetimi, Irak seçimlerinin sakin geçmesi için yoğun çaba sarf etmiştir. sonuçların açıklanmasına kısa bir süre kalmasına rağmen, ABD Yönetimi resmi olarak hangi listeyi desteklediğini açıklamamıştır. Maliki ve Kürtlerin seçim sonuçlarına itiraz etmesine karşın, Obama Yönetimi'nden bir açıklama gelmemesi, ABD Yönetimi'nin sessizliğini ne zaman bozacağana dönük merak konusu olmaya devam edecektir. Bununla birlikte ABD'nin, Irak'ta kurulacak yeni hükümeti İran etki- sinden uzaklaştırıp, Körfez ve diğer Arap ülkelerine yakınlaştırmayı amaçladığı söylenebilir. Özellikle ABD ile iyi ilişkiler içinde olan Mısır ve Suudi Arabistan, Irak'ta güçlü bir hükümet kurulmasından yana, net olmasa da, bir tutum sergilemektedir. Bu nedenle Eyad Allavi, hem Irak'ın içindeki siyasi taraflarla, hem de Körfez ve bölge ülkeleriyle dengeli bir politika izleyebilir. ABD, bugün Irak'ı, İran'ın elinden nasıl kurtaracağının arayışı içindedir. Bunun tek yolu, halkının yüzde 65'i Şii ülkeye, laik bir Şii başbakan getirilmesi olarak öngörülmektedir. Sonuç Seçim yasasının aylarca tartışıldığı Irak Parlamentosu'nda, seçim sonrası yeni hükümet kurulması da zor olacaktır. Bunun en önemli sebebi, listeler içindeki karışıklıklardır. Oyların yüzde 95'nin sayılmasından çıkan sonuç, El-Irakiye listesinin önde gittiğini göstermektedir. Eğer ilerideki günlerde bir sürpriz yaşanmaz ve El-Irakiye yerini korursa, tüm kesimlerden oluşan yeni bir Irak Hükümeti kurulması kaçınılmazdır. Irak'ın durumuna bakıldığında, hiçbir listenin tek başına iktidara gelmeyeceği kesindir. Şu hususu belirtmekte fayda var; bu sefer genel seçim sonuçlarına itiraz edenler, önceki seçimlerden zaferle çıkanlardır. Örneğin, Maliki ve Talabani gibi isimlerin daha oylar sayılırken neticelere itiraz etmeleri ve oyların yeniden sayılmasını istemeleri oldukça ilginçtir. Bununla birlikte yeni hükümetin kurulmasının gecikmesi, siyasi yaşamda boşluk oluşturmanın ve güvenlik durumunun kötüleşmesine yol açacaktır. Özetlersek, Stalin'in (demokrasilerde kimlerin oy kullandığı değil; kimlerin oyları saydığı önemlidir) sözünün, Irak seçimleri için geçerli olduğunu ifade etmek gerekir. Araştırmacı* Güvenlik Analiz Hükümet tarafından yapılan açıklamalarda, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’ndan Beklentiler Doç. Dr. Ertan BEŞE* en baştan itibaren söz konusu kurumun operasyonel bir görevinin olmayacağına özel bir vurgu yapılmakla birlikte, yetki Demokratik açılım sürecinin ortaya çıkması, bu sürecin gerektirdiği adımların atılmasında böyle bir yapıya ihtiyacı daha da belirgin hale getirdi. Öyle ki açılım sürecinde telaffuz edilen paketlerde öngörülen adımlar arasında sosyal, ekonomik ve hukuksal nitelikte bir takım gündem maddelerinin olması, bu konulara odaklanmış bir idari yapı içerisinde uzman kişilerin sürekli istihdamını gerekli kıldı. Süreç ve Gerekçe Terörle mücadelede daha etkin bir mücadele sistemi oluşturmak amacıyla stratejik istihbaratın tek elde toplanması, ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyon ve işbirliğinin gerçekleştirilmesi ve gerekli politikaların üretilmesiyle stratejik planlama ve uygulamaların yapılması amacıyla yeni bir bürokratik yapılanmaya gidilerek 17. 2. 2010 tarih ve 5952 sayılı yasayla Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı (KDGM) kuruldu.1 Sözkonusu amaca yönelik olarak İçişleri Bakanlığı bünyesinde bir yapılanmaya gidilmesi, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nun 14 Ekim 2008 tarihli Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında yapılan toplantısında kararlaştırılmıştı. Sözkonusu yapılanmada terörle mücadele sürecinde doğrudan yer alan özellikle Emniyet Genel Müdürlüğü, Genelkurmay 96 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Jandarma Genel Komutanlığı gibi kurum ve kuruluşların stratejik planlama ve uygulamalarında koordinasyonu sağlamak amacıyla istihbarat paylaşımını sağlayacak bir ortak bilgi havuzu oluşturulması hedeflenmişti. takım gündem maddelerinin olması, bu konulara odaklanmış bir idari yapı içerisinde uzman kişilerin sürekli istihdamını gerekli kıldı. Bu tür yapı için hedeflenen ve düşünülen amaçlardan birisi de farklı neden ve boyutları olan terörle mücadelede yürütülmesi gereken sosyo-ekonomik ve sosyo-psikolojik politika ve uygulamaların yürütülmesini tek elden sağlayacak bir idari yapıya ihtiyaç duyulmasıydı. Muhtemel açılım paketleri içinde yer alması beklenen dağa çıkışları önleyici, dağdakilerin ise indirilmelerini mümkün kılacak, terör ortamının geçmişten günümüze yarattığı travmaları rehabilite edecek sosyal, siyasi, ekonomik, sosyo-psikolojik ve hukuksal nitelikte yapılması gerekenlerin tespit edilerek uygulanabilmesi için karar vericilere alternatif politikalar sunacak bu tür bir yapılanma gerekli görüldü. Özellikle demokratik açılım sürecinin ortaya çıkması, bu sürecin gerektirdiği adımların atılmasında böyle bir yapıya ihtiyacı daha da belirgin hale getirdi. Öyle ki açılım sürecinde telaffuz edilen paketlerde öngörülen adımlar arasında sosyal, ekonomik ve hukuksal nitelikte bir Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nun bu tür yapıya ihtiyaç duyulduğuna karar vermesinin ardından bunun İçişleri Bakanlığı bünyesinde idari bir yapı olması gerektiği düşünülerek Mayıs 2009’da ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın kurulmasını ve gücünün yüksek tutulacağı beklentisi ortaya çıktı. turmak olduğuna vurgu yaptı. KDGM Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın kurulmasına imkân sağlayan 5952 sayılı yasa, bu yapıya ilişkin genel esasları düzenlemektedir. Bu yasa, her şeyden önce sözkonusu Müsteşarlığa terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında gerekli koordinasyonu sağlama görevini vermektedir. Ayrıca İçişleri Bakanlığına bağlı olacak olan bu kuruluşun teşkilat, görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin esasları düzenlemektedir. Bu nedenle, bu kuruma ilişkin yapılacak her türlü değerlendirmenin her şeyden önce ilgili yasa çerçevesinde yapılması gerekir. öngören bir yasa tasarısı TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu Yasa tasarısının kurulmasını öngördüğü müsteşarlık düzeyindeki kuruluş, kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Tartışılan hususlar bu tür bir yapıya ihtiyaç olup olmadığı, nasıl bir idari yapısının olacağı, Başbakanlık ya da İçişleri Bakanlığına mı bağlı olmasının daha uygun olacağı, ne tür yetki ve görevlerin ihdas edileceği, örtülü ödeneği olup olmayacağı, personel sayısı ve profilinin niteliği ve dolayısıyla operasyonel bir güç ve örgütlenmesinin olup olmayacağı gibi hususlar bu tartışmaların odak noktasını oluşturdu. 5952 sayılı yasanın getirdiği bir yenilik, güvenlik kuruluşları ve ilgili kurumlar arasında terörle mücadele alanında gerekli koordinasyonu sağlamak, bu alandaki politika ve uygulamaları değerlendirmek amacıyla İçişleri Bakanının başkanlığında ‘Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu’ adı altında yeni bir kurul oluşturulmasıdır. Bilindiği gibi devletin terörle mücadele politikalarının tespit ve ko- ordineli uygulamasının sağlanması amacıyla 1990’lı yılların sonlarında teşekkül ettirilen ve 1997’den 2005 yılına kadar muhtemelen terör olaylarının bu dönem içerisinde nispi azalmasına paralel bir biçimde aktivitesi azalmış bir Terörle Mücadele Yüksek Kurulu uygulaması sözkonusuydu. 2005 yılının Eylül ayında bu Kurul’un faaliyetleri artan eylemler nedeniyle ‘terörle mücadelede koordinasyon merkezi’ oluşturulması amacıyla bu birimin tekrar canlandırılmasına karar verilmiş ve Kurul’un başına dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül getirilmişti. Başbakan, İçişleri, Adalet, Milli Savunma ve Dışişleri gibi ilgili bakanlar, Başbakanlık müsteşarı, bakanlık müsteşarları, Genelkurmay ikinci başkanı, MİT müsteşarı, Emniyet genel müdürü ve MGK genel sekreteri gibi devlet idaresi ve bürokrasisinin temsilcilerinden oluşan bu Yüksek Kurul, zaman zaman Başbakan’ın katılımı ile kendisinin başkanlığında, diğer zamanlarda ise bu işle görevlendirilmiş bir başbakan yardımcısının başkanlığında çalışma, toplantı ve faaliyetlerine devam etmekteydi. Bu Kurul’un sekreteryasını ise, Mayıs 2006’dan bu yana Başbakanlık Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü yapmaktaydı. 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiş- Hükümet tarafından yapılan açıklamalarda, en baştan itibaren söz konusu kurumun operasyonel bir görevinin olmayacağına özel bir vurgu yapılmakla birlikte, yetki ve gücünün yüksek tutulacağı beklentisi ortaya çıktı. Hükümet, amaçlarının bürokrasiye yeni bir mekanizma eklemek değil, aksine kurumlar arası ortak aklı bir havuzda buluşNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 97 tirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 12. maddesinde düzenlendiği şekliyle bu Genel Müdürlüğün görevlerinden birisi olarak “Görevleriyle ilgili konularda teşkil edilen kurulların sekreterlik hizmetlerini yürütmek” de yer almaktaydı ve bu nedenle Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nun sekreteryası bu birimce yürütülmekteydi. İşte 5952 sayılı yasanın 4. maddesiyle Yüksek Kurul’un fonksiyonlarını ifa edecek bir birim olarak, İçişleri bakanının başkanlığında, Genelkurmay ikinci başkanı, Jandarma genel komutanı, Milli İstihbarat Teşkilatı müsteşarı, Adalet Bakanlığı müsteşarı, İçişleri Bakanlığı müsteşarı, Dışişleri Bakanlığı müsteşarı, Kamu Düzeni ve Güvenliği müsteşarı, Emniyet genel müdürü ve Sahil Güvenlik komutanından oluşacak bir ‘Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu’ teşkil ettirilmektedir. Bu Kurul’un toplantılarına gerekli görüldüğü takdirde gündemle ilgili diğer kurum ve kuruluş temsilcileri de davet edilebilecektir. Kurulun sekreterya görevi ise KDGM tarafından yerine getirilecektir. lamasını izlemek; güvenlik kuruluşları ve istihbarat birimlerinden gelen stratejik istihbaratı değerlendirmek ve ilgili birimlerle paylaşmak; gerekli araştırma, analiz ve değerlendirme çalışmaları yapmak veya yaptırmak; güvenlik kuruluşlarına ve ilgili kurumlara stratejik bilgi desteği sağlamak ve bunlar arasında koordinasyonu temin etmek; kamuoyunu bilgilendirmek ve halkla iletişimi sağlamak; uluslararası gelişmeleri Dışişleri Bakanlığı ve ilgili kurumlarla işbirliği içinde izlemek ve değerlendirmek; inceleme ve denetleme yapmak ya da yaptırmak şeklinde sıralanmış ve Müsteşarlığın “güvenlikle ilgili operasyonel bir görevi olmadığına” özel bir vurgu yapılmıştır. Bu görev kataloguna bakıldığında Müsteşarlığın temel fonksiyonunun analiz, araştırma – geliştirme, arşivleme, akademik araştırmaları yönlendirme ve projelere dayalı politikalar üretme olduğu söylenebilir. Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı danışma, araştırma – geliştirme, bilgi toplama ve arşivleme görevi ön plana çıkan ve özellikle de stratejik istihbaratın toplandığı ve değerlendirildiği bir yapıya sahip, buna mukabil herhangi bir operasyonel görevi bulunmayan bir teşkilatlanmadır. Bu tür çalışmalar ülkemizde bilimsel amaçlı olarak gerek akademik düzeyde akademisyenler tarafından ve gerekse bir takım araştırma kuruluşlarınca ilgi ve faaliyet alanları çerçevesinde yapılmakla birlikte, bunların devlet ve kurumsal politikaların oluşturulması için yeterli düzeyde olduğunu söylemek, özellikle ülkemizin maruz kaldığı terörün süresi, sosyo-ekonomik maliyeti, uluslararası etkileri ve neden olduğu can kaybı göz önünde tutulduğunda nicel ve nitel açıdan oldukça yetersiz ve ayrıca konu hakkında gerçekçi çözümler üretmekten uzak kalmaktadır. Müsteşarlığın görev alanı, adı ‘kamu düzeni ve güvenliği’ olmasına rağmen, terörle mücadele ile sınırlı tutulmuştur. Bu amaçla görevleri 5952 sayılı yasanın 6. maddesinde terörle mücadele alanında politika ve stratejiler belirlenmesine yönelik çalışmalar yürütmek ve bu politika ve stratejilerin uygu- Bu da terörizm konusunda yapılacak çalışmaların zorluğu nedeniyle bir bakıma haklı nedenlerle açıklanabilir. Çünkü sivillerin terör örgütleri, faaliyetleri ve boyutları hakkında sağlıklı bilgilere ulaşabilmeleri çoğu zaman mümkün olamamakta, bu konudaki resmi ve istihbarat bilgilerinin de gizli ol- KDGM’nin Görev Alanı ve Operasyonel Niteliği 98 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 ması akademisyen ve araştırmacıların bu konuda sağlıklı çalışmalar yapabilmelerini zorlaştırmaktadır. Özellikle terör örgütleri mensuplarına ulaşma ve ihtiyaç duyulan verileri temin etmenin zorluğu anket, mülakat, alan araştırmaları ve benzer yöntemlerle veri toplamanın güçlüğü özellikle nicel verilere dayalı çalışmaları zorlaştırmaktadır. Bu konudaki çalışmalar, genellikle ilgi alanı itibarıyla kamuoyundaki algılamaların ortaya konulması ya da bir takım demografik ve sosyoekonomik verilerin ortaya konulmasıyla sınırlı kalmaktadır. Bu tür nedenlerden dolayı, bilimsel araştırmaların kendi başına ya da bilimsel analizlere konu olmamış istihbarat ya da arşiv bilgilerinin, yani salt istihbarat ya da ham bilgilerin de terörle mücadelede yetersiz kalması, politika üretimine esas teşkil edememesi, bu hususun yeniden ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle bir devlet kuruluşunun yetki ve sorumluluk itibarıyla amaçsal ve uygun bir personelle de araçsal bir biçimde donatılarak doğrudan bu amaca yönelik olarak oluşturulması olumlu istikamette ‘İstihbarat Değerlendirme Merkezi’nde, tek elde toplanan stratejik nitelikteki istihbarat bilgileri, burada yapılacak analiz ve değerlendirmelerden sonra üretilecek politikalar çerçevesinde gereği yapılmak üzere ilgili birimlerle paylaşılacaktır. önemli bir adım olmuştur. Türkiye’de yaşanan terör olgusu da, dünyanın diğer yerlerinde yaşanmış/yaşanan terör hareketlerinde de olduğu gibi, kendine özgü sosyal, siyasi, ideolojik, sosyopsikolojik, konjonktürel, jeostratejik, ekonomik, hukuksal ve benzeri dinamik, faktör ve olgularla ilişkilidir. Bu nedenle problemin doğru teşhis edilerek, gerçekçi ve sonuç alıcı çözüme dönük politikaların oluşturulup uygulamaya konulması, terör hareketlerinin söylemleri, strateji ve taktikleri, ideolojileri, doktrinleri ve beslendikleri dinamikler hakkında ciddi çalışmaların yapılmasına bağlıdır. Bu da ancak devletin ilgili kurumlarının desteğiyle olabilecek türden çalışmaları gerektirmektedir. Bu çalışmaların yol gösterici sonuçları neticesinde devletin karar alıcı ve uygulayıcı mekanizmaları terörle mücadelenin yönünü ve atılacak adımları belirleyecektir. Diğer kurum ve kuruluşlar ya da şahıslar tarafından yapılan bilimsel, akademik, sosyolojik ve benzeri çalışmalar da bu noktada yararlanılabilir olmakla birlikte, politikaları üretecek ve uygulayacak olan mekanizmaların ihtiyaçlarını belirleyerek, aynı mekanizma içerisinde bu çalışmaları kendi yönlendirmesiyle yürütmesi, objektiflik ve bilimsel ölçütlere uygun olması kaydıyla daha gerçekçi sonuçlara götürecektir. Çünkü politika üreticilerin istih- baratın nerelerde yeterli olduğu ve nerelerde de eksik kaldığı hakkında geri dönüşüm yaparak gelişmesine yardımcı olmaları, burada büyük önem arz etmektedir. Özellikle uzun soluklu ve çok boyutlu terör hareketlerinde özel bir öneme sahip olan stratejik istihbarat noktasında bu husus daha da fonksiyonel olacaktır. Bu noktada Yasa’nın 8. maddesiyle Müsteşarlığa verilen en önemli görev, terörle mücadele alanında oluşturulacak politika ve stratejiler ile alınacak tedbirlere esas olmak üzere, ilgili birimlerden stratejik istihbaratın alınması ve değerlendirilmesidir. Bu amaçla doğrudan Müsteşara bağlı bir oluşturulması öngörülmüştür. Bu merkezde toplanacak istihbarat, operasyonel özellikte olmayıp, ilgili kurumlar tarafından toplanıp analiz edilerek ‘istihbarat çalışması’ niteliği kazanmış stratejik bilgilerden ibaret olacaktır. Bu tür istihbaratı sağlaması öngörülen kurumlar ise; Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Sahil Güvenlik Komutanlığı olarak belirlenmiştir. ‘İstihbarat Değerlendirme Merkezi’nde, tek elde toplanan stratejik nitelikteki istihbarat bilgileri ise, burada yapılacak analiz ve değerlendirmelerden sonra üretilecek politikalar çerçevesinde gereği yapılmak üzere ilgili birimlerle paylaşılacaktır. Ülkemizde terörle mücadele amacıyla istihbaratın toplanması ve değerlendirilmesine ilişkin olarak en fazla şikâyet edilen hususlardan birisi de, her bir güvenlik örgütünün kendi istihbarat yapılanmasına sahip olması ve bunlar arasında koordinasyon ve işbirliği konusunda yaşanan problemler olmuştur. Bu nedenle, Müsteşarlığın temel misyonlarından birisinin stratejik istihbaratın, terörle mücadele politikalarının üretileceği tek bir merNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 99 kezde (İstihbarat Değerlendirme Merkezi) toplanacak olması, çok önemli bir gelişme olmuştur. Bu husus özellikle terörle mücadelenin iki temel ekseninden birisi olan anti-terörizm uygulamaları açısından önem taşımaktadır. Antiterörizm, bazı uzmanların ‘terörle mücadele’ olarak adlandırdıkları bir boyuttur ve daha ziyade ‘yumuşak güç unsurları’ ve ‘ceza adaleti sistemi’ne dayanan araçların kullanılmasını içerir. Yani burada kastedilen sosyoekonomik, sosyo-politik, hukuki, diplomatik ve politik-psikoloji araç ve unsurlarıyla her türlü uygulamalarıdır. Anti-terörizm uygulamaları, daha ziyade sorunu kısa, orta ve uzun vadeli politika araç ve uygulamalarıyla çözümleyici, ortadan kaldırıcı ve önleyici bir amaca yöneliktir. Tehdit algılaması ve tehdidin geldiği boyut burada ana belirleyici unsur olup; terör tehlikesinin minimuma indirilebilmesi için alınabilecek her türlü aktif ya da pasif önlem ve uygulamaları içerir. Anti-terörizm politikaları, büyük ölçüde yukarıda belirtilen amaçları gerçekleştirmeye yönelik stratejik istihbarat çalışmalarını gerektirir. Bunların yanı sıra terör örgütlerinin propaganda faaliyetlerine yönelik önlemelerin alınması ve karşı propaganda olarak nelerin yapılabileceği konusu özünde stratejik istihbarat çalışmalarına ihtiyaç doğurur. Kontr-terörizm ise, terörizmle mücadelenin diğer bir eksenidir ki uygulamalarının ekserisi ülkemizde bazı yazar ve uzmanlarca ‘teröristle mücadele’ olarak adlandırılmaktadır. Bu ise, doğrudan doğruya terörle mücadelenin güvenlik boyutudur. Amacı, terör örgütleri ve mensuplarının elimine edilmesi, eylemlerinin önlenmesi ve faaliyetlerinin bertaraf edilmesidir ki askeri, istihbari, polisiye, hukuksal ve örgütsel uygulamaları esas alır. Kontr-Terörizm Amaçlı İstihbarat Faaliyetleri Kontr-terörizm amaçlı istihbarat faaliyetleri, diğer alanlardaki istihbarata göre biraz daha farklıdır ve kısa vadeli ve aciliyet esasına dayanır. Tamamen güvenlik amaçlıdır ve taktik esaslar çerçevesinde şekillenir. Terör eylemlerinin önlenmesi, terör örgütleri ve mensuplarının takibi, ilişki ve bağlantılarının ortaya çıkarılması, örgütün güç ve eylem kapasitesinin analiz edilmesi gibi hususlara ilişkin istihbarat çalışmaları bu amaçla yapılır. Her güvenlik örgütünün, bu amaçla kurumsal düzeyde istihbarat amaçlı birimlere sahip olması, diğer güvenlik kuruluşlarıyla koordinasyon ve işbirliğine kapalı olmamaları şartıyla normal karşılanabilir. Ama bu hususta kurumsal rekabetin yaşanması, bir takım sıkıntılara yol açabilmekte, her kurumun kendi operasyonunu yapma çabası istenmedik olayların yaşanmasına sebep olabilmektedir. 04.3.2010 tarih ve 27511 sayılı Resmi Gazete 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 İnsan Ticareti Sonuç olarak; Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı amacına uygun bir şekilde çalışma ve faaliyetlerini yürüttüğü, personel rejimini amaca uygun bir şekilde şekillendirip kullandığı takdirde terörle mücadeleye ciddi bir etkinlik kazandıracaktır. Bu noktada ilgili yasada amaca uygun hukuki, idari ve personel rejimi tasarlanmış gözükmektedir. Bu nedenle KDGM’nın istihdam edeceği ve yararlanacağı personel ve uzmanlarla finans kaynaklarının kullanılmasının, terörle mücadelenin gerektirdiği önceliklere uygun olması gerekir. Özellikle terörle mücadelenin gerektirdiği farklı alanlardan gelen, teori ve pratiği buluşturacak, araştırma ve uygulama kombinasyonunu dengeli bir biçimde sağlayacak personel ve uzmanın istihdam edilmesi, başarı ve amacın gerçekleşmesi açısından son derece önem arz etmektedir. Bu nedenle birçok veriyi değerlendirip gelişmiş analizler yapabilecek nitelikte personele ihtiyaç vardır. Bu çerçevede Müsteşarlığın özellikle terörün yol açmış olduğu sosyo-psikolojik ve sosyo-politik travmaların giderilmesine odaklanması yararlı olacaktır. Gelinen nokta itibarıyla terörle mücadelenin başarıya ulaşması buna bağlıdır. Buna paralel olarak Müsteşarlık, gerek terörün kaynaklandığı faktörlere yönelik ve gerekse terörün geçmişten günümüze yol açtığı travmaların giderilmesine katkı sağlayacak her türlü politika ve uygulamalara yönelik gerçekçi projeleri gerçekleştirmeyi amaçlamalı ve bu projelerin uygulanmasına öncülük ve rehberlik etmelidir. SDE Uzmanı* Tüm Boyutlarıyla İnsan Ticareti Suçu İnsan ticareti, köleliğin yaygın olduğu dönemlerde daha çok cinsel ve emek sömürüsünü kapsarken, günümüzde bunlara, ileri tıp teknolojisinin de yardımıyla yasadışı organ ve doku ticareti de dâhil olmuştur. Dünya genelinde organ bekleyen yüz binlerce hastanın oluşu, ancak buna karşın organ bağışının düşük seviyelerde kalması, yasadışı organ pazarının giderek büyümesine sebep olmaktadır. Ömer Ersoy* M odern zamanın köle ticareti olarak nitelendirebileceğimiz insan ticareti, birey onurunu zedeleyen, temel hak ve özgürlüklerini hiçe sayan ve toplumsal huzur ve güvenliği sarsan ciddi bir suç tehdidi haline gelmiş durumdadır. İnsan hakları bağlamında eleştirilen ve karşı çıkılan ilk kavramlardan birisidir kölelik. Ancak, köleliğin yaklaşık 200 yıl önce resmi olarak kaldırılması, insanların alınıp satılmasını yani ticarete konu olmasını engelleyememiştir. Kölelik günümüzde, modern kölelik olarak tabir edilen; şiddet ve baskı uygulamalarına mazur kalan mağdurların ticaretine dönüşmüş durumdadır. Bu gayri ahlaki ve kanunsuz ticaret kapsamında alınıp-satılan mağdurların beden gücünden ve cinsel kimliklerinden rızaları dışında istifade edilmektedir. Suç örgütlerince karlı bir yatırım alanı olarak görülen bu yasadışı faaliyetler yüzünden, yüz binlerce trajedi yaşanmakta, toplumsal ve ahlaki değerler solmakta ve suç örgütlerinin kasası kara parayla dolmaktadır. En basit tanımıyla insan ticareti; zorla çalıştırmak, esarete tâbi kılmak, fuhuş yaptırmak ve vücut organlarını almak amacıyla, tehdit, baskı, cebir, şiddet, hile, çaresizliklerinden istifade etme ve nüfuzu kötüye kullanma gibi yöntemlerle kişileri tedarik etme, kaçırma ve başka yerlere götürme anlamına gelmektedir. Bu istismar biçimi, köleliğin yaygın olarak uygulandığı dönemlerde daha çok cinsel ve emek sömürüsünü kapsarken, günümüzde bunlara, ileri tıp teknolojisinin de yardımıyla yasadışı organ ve doku ticareti de dâhil olmuştur. Dünya genelinde organ bekleyen yüz binlerce hastanın oluşu, ancak buna karşın organ bağışının çok düşük seviyelerde kalması, yasadışı organ pazarının giderek büyümesine sebep olmaktadır. Ayrıca iletişim devrimine yol açan internetin suiistimal edilmesiyle patlak veren çocuk pornografisi de insan ticaretiyle bağlantılı diğer bir cinsel, ruhsal ve bedensel sömürü aracıdır. İnsan ticaretinin en sık rastlanılan biçimi cinsel sömürü amacıyla yapılanıdır. Bunun dışında dünyanın birçok yerinde emek sömürüsü de yaygın olarak görülmektedir. Dilenmeye zorlanan çocuklar, zorla silahlandırılarak ölüm mangaları haline getirilen Afrikalı gençler, fabrikalarda, tarlalarda ve üretim tesislerinde çalıştırılanlar, borçlarını beden gücüyle ödemeye zorlanan insanlar ya da zorla evlendirilen kadınlar bunlara birkaç örnektir. Fuhuş sektöründe kendi iradeleriyle çalışanların durumu her ne kadar insan ticareti tanımına girmese de, bu işleri yapan kadınların her an suiistimal edilmeye müsait bir ortamda bulunduklarını da burada not etmeliyiz. Uyuşturucu madde, silah, değerli taş ya da sahte ve kopya ürün kaçakçılığında olduğu gibi insan ticareti de arz, talep ve dağıtım ayaklarından oluşmaktadır. Dolayısıyla yasadışı hizmeNİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 101 Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, her yıl hastalara nakledilen 70 bin böbreğin en az yüzde 10’u yasal olmayan yollarla temin edilmektedir. Ekseriyetle geri kalmış ve fakir bölgelerden kaçırılan/temin edilen insanların mağdur edildiği bu ticaretin organize edilmesinde; uzmanlığını ve teknik imkânlarını insan tacirlerinin hizmetine sunan bazı doktor ve hastanelerin de önemli rolü olduğunu not etmek gerekir. te olan talep, suç örgütlerinin kurduğu ve yönettiği dağıtım ağları aracılığıyla karşılanmaktadır. Bu inceleme yazımızda; ceza hukuku, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, sağlık, insan hakları ve vize rejimi gibi birçok disiplini ilgilendiren insan ticareti sorunu tüm yönleriyle özet olarak ortaya koyulmaktadır. Tarihsel Süreç İnsan ticaretiyle mücadele çabaları son dönemde artmış olmakla birlikte yüz yılı aşkın süredir uluslararası toplumun gündemindedir. 19. yüzyılın son dönemlerinde ve 20. yüzyılın başlarında o günkü tabiriyle beyaz kadın ticaretiyle mücadele konusunda Londra’da, Budapeşte’de ve Paris’te çeşitli uluslararası konferanslar düzenlenmiştir. Bu Konferanslar ağırlıklı olarak Avrupa ülkelerinin girişimle102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 riyle ve Avrupalı ve Amerikalı kadınların alınıp satılmasının önüne geçmek üzere toplanmıştır.1 Resmi olarak ilk defa 1902’deki Paris Konferansında kullanılan ve Türkçeye ‘beyaz kadın ticareti’ olarak giren ‘white slavery’ kavramı aslında kurbanların renklerinden ziyade, 19. yüzyılın başına kadar yasal ve yaygın olarak uygulanan siyahî köle ticaretinden farklı bir durumu ifade etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu girişimlerin sonucunda 1904 ve 1921 tarihlerinde beyaz kadın ticaretinin önlenmesine ilişkin iki ayrı uluslararası belge imzalanmıştır. Bu uluslararası belgelerde beyaz kadın ticareti suç haline getirilmiş ve ardından Avrupa’nın büyük şehirlerinde beyaz kadın ticaretiyle mücadele etmek üzere özel polis birimleri kurulmuştur.2 Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir ki, bu dönemdeki uluslararası çabaların arkasındaki itici güç, kadının cinsel sömürü amacıyla alınıp satılmasına karşı yükselen ahlaki tepkiydi. Örneğin 1904 yılında imzalanan uluslararası anlaşmada beyaz kadın ticareti, ‘kadın ve kızların gayri ahlaki amaçlarla yurtdışında pazarlanması’ olarak tanımlanmıştır. 1921’de toplanan Uluslararası Konferansta ise, ‘beyaz kadın’ tabirinin ırkçı bir anlayışı çağrıştırdığı gerekçesiyle bu tabirden vazgeçilmiş ve yerine ‘yasadışı ticarete konu olan kadın ve çocuklar’ ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Sonraki yıllarda özellikle Avrupa ülkeleri ve ABD’nin çalışmaları devam etmiş ve nihayetinde Birleşmiş Milletlerin (BM) 1949 tarihli “İnsan Ticareti ve Başkanlarının Cinsel Amaçlı Suiistimaline Karşı Sözleşme” devreye girmiştir. Yaklaşık 50 yıl boyunca bu alandaki temel uluslararası belge hüviyetini taşıyan Sözleşme, 2003 yılında “İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol”ün (İnsan Ticareti Protokolü) yürürlüğe girmesiyle birlikte vazifesini tamamlamıştır. Dolayısıyla, ‘köle’ ticaretiyle başlayan kavram, ‘beyaz kadın’ ticaretine, ar- dından ‘kadın ve çocuk’ ticaretine ve sonunda kapsamı daha da genişleyerek ‘insan ticareti’ne dönüşmüştür. Bu durum, mağdur profilinde meydana gelen değişimi de ortaya koymaktadır. Köle ticareti döneminde Afrikalı kadın ve erkekler doğal köleler olarak kabul edilirken, daha sonra fuhuş amaçlı ticarette, sanayileşmiş ülkelerin beyaz kadın ve kızları potansiyel mağdur kitlesini oluşturmuş, ardından, gelişmekte ya da gelişmemiş ülkelerin erkek, kadın ya da çocukları insan ticaretinin en temel mağdur adayları olmuşlardır. İnsan Ticaretinin Ulaştığı Boyut İnsan ticaretine kaç kişinin konu olduğu ve maddi büyüklüğü konusunda uluslararası kuruluşların ve ülkelerin birbirinden farklı tahminleri ve değerlendirmeleri bulunsa da, suç olguları arasında en hızlı büyüyen alanların başında geldiği konusunda herkes hemfikirdir. Elbette yasadışı bir piyasanın büyüklüğünün net rakamlarla verilmesi imkânsızdır. BM tahminlerine göre yıllık ortalama 25-30 milyar dolarlık bir yasadışı sermaye büyüklüğüne sahip insan ticareti sektörü kapsamında her yıl ortalama 10-12 milyon insan, kendi ülkesinde ya da başka ülkelerde mağdur edilmektedir.3 Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tahminlerine göre ise dünya üzerinde şu anda 2 milyon 450 bin insan zorla çalıştırılmaktadır.4 Karın tokluğuna günde 15-20 saat çalışmaya zorlanan bu insanların mağduriyetleri ise maalesef çok fazla duyulmamaktadır. Zira bu hadiselerin büyük bir kısmı, toplumun ve kolluk kuvvetlerinin ilgisini çekemeyecek kadar uzakta; kırsal kesimde ve tarım sektöründe cereyan etmektedir. Bu uzaklık sadece fiziki mesafe anlamında değil aynı zamanda hukuk kuralları ve sosyal kabulleniş anlamında da kendini göstermektedir. İnsan ticaretinin işleniş yöntemlerinden birisi olan organ ve doku temini amacıyla yapılan insan ticaretiyle ilgili bir istatistik verecek olursak, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, her yıl hastalara nakledilen 70 bin böbreğin en az yüzde 10’u yasal olmayan yollarla temin edilmektedir.5 Ekseriyetle geri kalmış ve fakir bölgelerden kaçırılan/ temin edilen insanların mağdur edildiği bu ticaretin organize edilmesinde; uzmanlığını ve teknik imkânlarını insan tacirlerinin hizmetine sunan bazı doktor ve hastanelerin de önemli rolü olduğunu not etmek gerekir. Organ ve doku ticareti üzerinde etkisi olan önemli bir bilgiyi burada paylaşacak olursak; organ ve doku nakillerinde beyin ölümü gerçekleşmiş kadavra yerine canlılardan organ temini tercih edilmektedir. Bunun sebebi, Asya, Güney Amerika ve Afrika’daki yerleşik inanışlara göre kadavradan organ naklinin makbul sayılmamasıdır. Ayrıca bir hastanın, canlıdan alınan organla daha uzun süre yaşama şansına kavuşmaktadır. Canlı organlarına yönelik bu talep yasadışı organ ve doku ticaretini de tetiklemektedir.6 İnsan ticaretinin küresel boyutu hakkında en kapsamlı değerlendirme, BM Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC) tarafından Şubat 2009’da yayınlanan ‘Küresel İnsan Ticareti’ raporunda yer almaktadır. Rapora göre, kadın ve çocukların cinsel istismarı amacıyla yapılan yasadışı ticaret yüzde 79 oranla insan ticaretinin en sık görülen biçimidir. Cinsel amacın dışında, zorla çalıştırma ve organ kaçakçılığı suçları da insan ticaretinin yüzde 21’ini oluşturmaktadır. Mağdurlarının profiline baktığımızda ise, yüzde 66’sının kadın, yüzde 12’sinin erkek, yüzde 22’sinin ise çocuk olduğu görülmektedir.7 İnsan ticareti mağdurlarının sunmaya mecbur bırakıldıkları hizmetlerin en büyük taliplisi ise tahmin edileceği üzere maddi refah seviyesi yüksek ülkelerdir. UNODC’ye göre, kadın ticareti konusunda, Japonya, Tayland, İsrail, Belçika, Hollanda, Almanya, İtalya, ABD ve Türkiye önemli varış güzergâhlarıyken, Tayland, Çin, Nijerya, Arnavutluk, Bulgaristan, Beyaz Rusya, Moldova ve Ukrayna öne çıkan kaynak ülkelerdir. Bir ülkede kadın ticaretine konu olan mağdurlar genellikle o ülkeyle sınırdaş olan diğer ülkelerin vatandaşlarıdır. Bunun yanında uzun mesafeler aşarak başka bölgelerde ya da kıtalarda insan ticaretine maruz kalan kadınlar olduğu gibi, kendi ülkesinde mağdur edilen on binlerce kadın ve çocuğun var olduğunu da belirtmemiz gerekir.8 İnsan ticaretinde, diğer organize suçlardan farklı olarak, kadınların aktif rol aldığını görmekteyiz. Genel suç istatistiklerinde kadın mahkûmların oranı yüzde 10’u-yüzde 15’i geçmezken, insan ticaretinden mahkûm olanlarda bu oran bazı ülkelerde yüzde 50’yi dahi aştığı görülmektedir. Genellikle, örgüt liderinin güvenini kazanan ilk mağdurlar arasından seçilen bu kadınlar, yeni kurbanların tespiti, ikna edilmesi ve kaçırılması konularında görev almaktadır. Sadece kadınlar değil, bazı mağdurların aileleri de insan ticaretinde pay sahibi olabilmektedir. Kendi ailesi ve akrabaları tarafından insan tacirlerine maddi menfaat karşılığında satılan çocukların ve genç kızların sayısı azımsanmayacak boyuttadır.9 İnsan ticaretinde yabancı uyruklu kişilerin yardımı olsa da, suç örgütü çoğunlukla suçun vuku bulduğu ülke vatandaşlarından oluşmaktadır.10 Ülkede cereyan eden iç karışıklıklar, ekonomik sorunlar, yabancı askeri güçlerin varlığı, özellikle fuhuş amaçlı insan ticareti vakalarının o ülkede hızla artmasına sebebiyet vermektedir. Ayrıca tüm dünyadan milyonlarca kişiyi buluşturan olimpiyat oyunları ve dünya futbol şampiyonası gibi büyük sportif olaylar da insan tacirlerinin her zaman ilgi alanındadır. Önümüzdeki yaz Güney Afrika’da düzenlenecek olan Dünya Kupası için kadın tacirlerinin de hazırlık içinde olduklarına ve kurbanlarını yasadışı yollarla anılan ülkeye transfer etmeye başladıklarına dair çeşitli bilgiler uluslararası basına yansımaktadır. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri, genç insanlara yurtdışında daha iyi gelir ve yaşam imkânı vadeden insan tacirlerinin işini kolaylaştırmaktadır. Fuhuş amaçlı insan ticaretinde mağdurlar çoğunlukla yasal bir iş alanında çalışacakları yolunda ikna edilerek hedef ülkeye kaçırılmakta ardından yapı- lan masraflar bahane edilerek borçlandırılmakta ve pasaportları ellerinden alınarak borcun ödenmesi için seks sektöründe çalışmaya zorlanmaktadır. Bu noktada, kendisine ya da ülkesindeki ailesine şiddet uygulama tehdidi, cebir, şiddet, tecavüz ya da mağduru yumuşatmaya ve durumu kabullenmesine yönelik bazı pahalı hediyeler ve vaatler devreye girmektedir. İnsan Ticaretinin Muhtemel Mağdurları: Göçmenler İnsan ticareti mağdurlarının daha çok kadın ve çocuklardan oluşuyor olduğunu bir üst bölümde belirtmiştik. Peki, bu kişilerin yüzde kaçı göçmendir? Bu sorunun şu an için net bir cevabı olmasa da ‘önemli bir kısmının’ göçmen olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada asıl problemli alan yasadışı göçmenlerdir. Yasadışı göçmen, pasaport ya da vize gibi gerekli belgeleri olmaksızın başka bir ülkenin topraklarına izinsiz giriş yapan kişidir. Çatışmaların ve yoksulluğun olmadığı daha müreffeh ve güvenli yerlere gitmek için zor ve tehlikeli bir yolculuğa çıkan yasadışı göçmenler, bu uğurda hayatlarını ve geleceklerini riske atmaktan çekinmemektedir. NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 103 Hem kaynak hem de hedef ülkelerde arz ve talebin azaltılmasına yönelik bilinçlendirme ve eğitim faaliyetlerine ağırlık verilmelidir. Bu amaçla basın yayın araçlarından yeterince istifade edilmeli, toplumda sevilen ve halkın güvenini kazanmış kişilerin insan ticaretinin önlenmesine yönelik kampanyalara iştirak etmesi teşvik edilmelidir. Kaçakçılarca organize edilen bu seyahat sonunda yasadışı göçmenler, hiç tanımadığı ve dilini bilmediği bir ülkeye kimliksiz ve parasız bir vaziyette ulaşmaktadır. Bu durum onları, fuhuş sektöründe ya da başka işlerde zorla çalıştırılma ihtimaliyle karşı karşıya getirebilmektedir. Bazı ülkelerde insan tacirleriyle göçmen kaçakçılığı örgütlerinin işbirliği yaptığı; yasadışı göçmenlerin hedef ülkeye ayak basmasının ardından fuhuş sektörü başta olmak üzere birçok alanda zorla çalıştırıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar farklı Protokollerle düzenlenmiş olsa da, göçmen kaçakçılığı ile insan ticareti arasında kesişen alanlar bulunmaktadır. Bu başlı başına bir inceleme konusu olduğundan burada detaylandırılmayacaktır. İnsan Ticareti Protokolü ve Avrupa Konseyi (AK) İnsan Ticaretiyle Mücadele Sözleşmesi’dir. Ülkeleri insan ticaretiyle etkin mücadeleye çağıran BM Protokolü hakkında kısaca bilgi verecek olursak; Protokol, “Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”ni (SASMUS) tamamlayan 3 Ek Protokolden birisidir. İnsan ticareti ile sınıraşan organize suçlar arasında kurulan bu bağlantı, insan ticaretinin çoğunlukla ulusal sınırları aşan ve organize suç örgütlerinin dâhil olduğu yasadışı bir faaliyet şeklinde ortaya çıktığını göstermesi açısından önemlidir. Aralık 2003’te yürürlüğe giren Protokol, insan ticareti suçunu, ilk defa herkesin üzerinde uzlaşacağı bir şekilde ve kapsamlı olarak tanımlamıştır. Protokol, sadece polisiye mücadeleye odaklanmamakta, aynı zamanda suçun önlenmesi ve mağdurların korunmasına yönelik tedbirleri de ihtiva etmektedir. Protokol, insan ticaretini besleyen ve körükleyen ‘talebin’ azaltılması için de ülkeleri tedbir almaya davet etmektedir. Bugüne kadar 135 ülke Protokole taraf olmasına rağmen, Sri Lanka, Tayland, Kongo, Uganda, Sierra Leone, Haiti, Küba, Hindistan, Singapur, Nepal, Endonezya, İran, Afganistan, Sudan, Cezayir, Pakistan, İrlanda, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Güney Kore, Japonya ve Çin gibi insan ticaretinden önemli seviyelerde etkilenen bazı ülkeler henüz Protokolü onaylamamıştır. Bir ülkedeki yasal boşluk diğer ülkelerce alınan tedbirleri de anlamsız ve etkisiz kılacağını da burada belirtmemiz gerekir. İnsan Ticaretine Karşı Uluslararası Enstrümanlar Yukarıda sayılan ülkelerce onaylanmamış olsa da, bu Protokolle insan ticaretiyle mücadelede bir adım daha ileri gidildiğini söylemek mümkündür. Bununla birlikte, Protokol’ün, insan ticaretiyle göç arasında var olan güçlü bağlantıyı yeterince ortaya koymaması bir eksiklik olarak kabul edilmektedir. Ne insani ne de hukuki açısından kabul edilemez bir durumu anlatan insan ticaretiyle uluslararası çapta mücadeleyi amaçlayan iki temel uluslararası belge bulunmaktadır. Bunlar, BM Avrupa Konseyi’nin ‘İnsan Ticaretiyle Mücadele Sözleşmesi’ 2008 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, BM İnsan Ticareti Protokolündeki insan ticareti tanımını kabul etmekle 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 birlikte mağdurların korunması noktasında daha ileri bir anlayış getirmektedir. Sözleşmede hüküm altına alınan ‘mağdurların fiziki, psikolojik ve sosyal açıdan eski hallerine gelmeleri’ için gerekli olan tedbirler, ülkelerin bu suçla mücadele sadece insan tacirlerine yönelik değil aynı zamanda mağdur-merkezli politikalar üretmesi gerektiğini de göstermektedir. Sözleşmeyle birlikte (m.15) ilk defa mağdurların faillerden tazminat talep etme hakkı da garanti altına alınmıştır. Sözleşme’yi 2009 itibariyle Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin yarısına yakını onaylamış durumdadır. Her iki uluslararası belge de, insan organlarının alınıp satılması için yapılan insan ticaretini yasaklamaktadır. Diğer bir ifadeyle, kalp, karaciğer ya da böbrek gibi karaborsada 100 binlerce dolara alıcısı çıkan organların, başkalarına satılması için yapılan insan ticaretini suç haline getirmektedir. Ancak bu belgelerde, birçok ülkede yasal olan, ‘organların para karşılığında gönüllü satışıyla’ ilgili herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu konudaki ilk düzenleme, Avrupa Konseyi’nin 1997 tarihli ‘Organ ve Dokuların Nakline İlişkin İnsan Hakları ve Dirimsel Tıp Sözleşmesi’dir. Sözleşmenin 21inci maddesinde ‘insan vücudu ve parçalarının maddi kazanç için kullanılamayacağı’ prensibi uluslar arası hukuka taşınmıştır. Bu prensip, anılan Sözleşmenin eki olarak yürürlüğe giren 2002 tarihli Protokolde de tasdik edilmiştir.11 Küresel Mücadele Ne Durumda? Küresel seviyede mücadeledeki duyarlılığın artmakta olduğunu söylememiz mümkündür. 2008 yılı sonu itibariyle bakıldığında insan ticareti, ülkelerin yüzde 80’inde spesifik bir suç haline getirilmiştir. Yine ülkelerin yüzde 52’sinde sadece bu suçlarla mücadele eden uzman polis birimleri kurulmuştur. Ayrıca, toplam 76 ülkede sadece insan ticaretiyle mücadeleye odaklanan ulusal eylem planları kabul edilmiştir. Bu durum, eylem planı olan ülkenin insan ticaretiyle mücadeleyi siyasi gündemine almış olduğunu göstermesi bakımından önemli olmakla birlikte, eylem planı olmayan ülkele- rin daha az mücadele ettiği anlamına da gelmemektedir.12 mağdurları açısından belli başlı kaynak ülkelerdir.15 İstatistiklere bakıldığında ise bu olumlu gelişmelerin birçok ülke açısından yakalama istatistiklerine aynı oranda yansımadığı görülmektedir. 2008 yılı başı itibariyle dünya ülkelerinin yüzde 40’ı insan ticareti suçundan herhangi bir zanlıyı mahkûm etmiş/edebilmiş değildir. Diğer suç faaliyetleriyle kıyaslandığında mahkûmiyet oranları düşük seviyededir. Örneğin Batı Avrupa’da insan ticaretinden mahkûm olanların oranı, çok nadir işlenen fidye amaçlı adam kaçırma suçuyla aynı seviyededir.13 Polisiye mücadelede gelinen noktaya baktığımızda 2008 yılı içinde yakalanan insan taciri ve tespit edilen mağdur sayısında geçmiş yıllara göre önemli düşüşlerin yaşandığını görmekteyiz. Örneğin 2006 yılında 246, 2007 yılında 148 yabancı uyruklu mağdur tespit edilirken 2008 yılında bu sayı 118’e düşmüştür. Bunun en önemli sebebi son beş yıl içinde, her yıl ortalama 316 insan ticareti organizatörünün yakalanarak adalete teslim edilmesidir.16 ABD İnsan Ticareti Raporu’na göre 2008 yılında dünya genelinde toplam 5212 insan ticareti soruşturması başlatılmış, bunların 2983’ü mahkûmiyetle neticelenmiştir. Zorla çalıştırma hadiseleri, bu soruşturmaların içinde ancak yüzde 10’luk bir paya sahiptir.14 Milyonlarca mağdurunun bulunduğu insan ticaretiyle mücadelede bu sayının ne kadar az olduğu aşikârdır. Söz konusu Raporla ülkelerin durumlarını inceleyen ABD, insan ticaretiyle mücadelede ülkeleri, başarılı, az başarılı ve başarısız olarak sınıflandırmaktadır. Bu yıl ilk defa iki yıldır 2. sütun izleme listesinde yer alan Hindistan, Çin, Rusya, Sri Lanka, Mısır gibi az başarılı kabul edilen bazı ülkeler önümüzdeki yıl başarısız ülkeler grubuna dâhil edilme ihtimaliyle karşı karşıyadır. ABD, bu sınıflandırmaya kendisini dâhil etmese de insan ticaretiyle mücadele performansı bakımından kendi ülkesinde sorgulanmaktan kaçabilmiş değildir. Önümüzdeki günlerde Obama Yönetiminin insan ticaretiyle savaş planını açıklayacağı beklentisi bu durumun bir göstergesidir. Türkiye Açısından Durum Nedir? Türkiye İnsan ticaretinin en çok görülen biçimi olan kadın ticareti açısından hem transit hem de hedef ülke konumundadır. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bağımsızlıklarını kazanan yeni Cumhuriyetler Türkiye’ye yönelik yapılan kadın ticaretinde öne çıkan ülkelerdir. Özbekistan, Moldova, Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Kırgızistan, insan ticareti Yakalama sayılarına da yansıyan bu mücadelede polisin en büyük yardımcısı ise eskisine nazaran daha etkin hale getirilmiş olan mevzuat olmuştur. 2005 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 80inci maddesinde insan ticaretine ağır müeyyideler (8 yıldan 12 yıla kadar hapis ve 10 bin güne kadar adli para cezası) getirilmiştir. Kanun maddesine 2006 yılında ‘fuhuş amacıyla’ ifadesinin eklenmesiyle de fuhuş konusunu düzenleyen ve cezası insan ticaretine göre çok daha hafif olan 227inci maddeyle arasında yaşanabilecek karışıklıkların önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca, 2005 yılında yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunuyla, uyuşturucu madde kaçakçılığı, kasten adam öldürme ya da silahlı örgüt gibi ciddi tehdit oluşturduğu kabul edilen suçların arasında insan ticareti de yer sayılmış ve bu tür suçlara karşı kanunda sayılan özel soruşturma tekniklerinin kullanılması imkânı verilmiştir. Bunun yanında, polisin özellikle kadın ticaretinde mağdur-fail ayırımı konusunda bilinçlenmesi, ceza soruşturmasında kilit rol oynayan mağdurtanıkların resmi makamlara erişimi konusunda kolaylaştırıcı mekanizmaların (Alo 157 yardım hattı, sığınma evleri gibi) devreye sokulması önemli bir aşama olmuştur. Mağdur merkezli politikaların içinde yer alması gereken; kamuoyunda bu suça karşı farkındalığın geliştirilmesi, tıbbi ve hukuki yardım, vize süresinin uzatımı, ikamet kolaylığı, can güvenliklerinin sağlanması gibi her türlü uygulama Türkiye’nin mücadelesine dâhil edilmiş durumdadır. Sınıraşan niteliği baskın olan kadın ticaretiyle mücadelede uluslararası işbirliğinin tesis edilmesi amacıyla kaynak ülkelerin bazılarıyla ikili anlaşmaların yürürlükte olduğunu ve bu alanda tüm dünya çapında faaliyetleri olan Uluslararası Göç Örgütü (IOM) ile ortak çalışmaların devam ettiğini de bu noktada belirtmek gerekir. Türkiye, insan ticaretiyle mücadelede ulusal eylem planlarının hayata geçirilmesi konusunda da, ilk adım atan ülkelerden birisidir. Dışişleri Bakanlığı’nın koordinesinde 2002 yılında kurulan ‘İnsan Ticareti ile Mücadele Ulusal Görev Gücü’nün hazırladığı ‘İnsan Ticareti ile Mücadele Eylem Planı’, insan ticaretinin, önleme, koruma, soruşturma, eğitim, bilinçlendirme ve uluslararası işbirliği gibi tüm yönlerini kapsayacak şekilde formüle edilmiştir. Siyasi iradenin onayıyla uygulamaya koyulan bu plan, insan ticaretiyle mücadelede sorumluluğu olan tüm kuruluşların aynı hedef doğrultusunda ve diyalog içerisinde faaliyetlerini sürdürmelerini sağlaması açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Türkiye açısından bakıldığında, fuhuş amaçlı insan ticaretinde daha çok yabancı uyrukluların mağduriyeti söz konusuyken, organ ve doku amaçlı insan ticaretinde ağırlıklı olarak Türk vatandaşlarının kurban olarak seçildiklerini görmekteyiz. 2009 yılı Ekim ayında uzun bir soruşturmanın ardından yapılan operasyonda ortaya çıkan manzara NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 105 Türkiye’de organ bağışı ve naklinin suç örgütlerince nasıl suiistimal edildiğini; garibanların çaresizliğinden nasıl istifade edildiğini gözler önüne sermiştir. Bu operasyon sonucunda, organ ticareti yapmak üzere kurulan bir suç örgütünün Afyonkarahisar’a bağlı Kışlacık köyünde yaşayanların yarıdan fazlasının böbreklerini 20 bin liraya alıp aralarında yabancı uyruklu hastaların da bulunduğu birçok böbrek hastasına 50 bin liraya pazarladığı anlaşılmıştır. Organ nakil işlemlerini düzenleyen 1979 tarihli ve 2238 sayılı ‘Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’un 3üncü maddesine göre “Bir bedel veya başkaca çıkar karşılığı, organ ve doku alınması ve satılması yasaktır.” Bu yasağın uygulanması için kanunda öngörülen müeyyide (2-4 yıl hapis cezası) ise caydırıcı olmaktan uzaktır. Ayrıca, organ bağışı için kanunda belirlenmiş olan prosedür (m.6) organ tacirlerinin suiistimalini engelleyebilecek düzeyde değildir. gi bir yönünü düzenleyen ve mücadele alanında uluslararası bir standart geliştirmeye çalışan tüm uluslararası sözleşmelerin ve antlaşmaların ülkelerce onaylanması gerekmektedir. Bu şartın gerçekleşmesiyle birlikte, ülkeler iç hukuklarında gerekli değişiklikleri yapmakla mükellef olacaklardır. Diğer taraftan, insan ticareti ile düzensiz göç hareketleri arasındaki yakın ilişki gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla, ülkelerin iltica, göç, vize politikaları ve yasadışı göç ile ilgili yapacakları hukuki ve idari düzenlemelerin insan ticaretiyle mücadeleye de olumlu ya da olumsuz etkisi olacağı muhakkaktır. Neler Yapılmalı? İnsan ticareti çoğunlukla uluslararası özelliği olan bir suç olsa da bunu tespit edecek olan yerel kolluk birimleridir. Dolayısıyla kolluğun insan ticaretini tespit edecek ve etkin soruşturacak eğitim, bilgi ve donanıma sahip olması gerekmektedir. Bunun ötesinde belki de en önemli husus insan ticaretine konu olan kişilere suçlu olarak değil mağdur olarak bakılmasıdır. Bu olmadıkça, yasalarca mağdurlara verilen korunma ve yardım sadece kâğıt üzerinde kalacaktır. Dolayısıyla kolluk, bu insanların maruz kaldıkları muameleyle temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıldıkları noktasından hareket etmeli ve bu insanların sırtından milyarlarca dolar kazanan insan tacirleriyle mücadeleye odaklanmalıdır. İnsan ticaretine karşı ülkelerin farklı hukuksal yaklaşımlar benimsemiş olması bu pazarın uluslararasılaşarak büyümesine hizmet etmektedir. Bu yüzden her şeyden evvel, BM İnsan Ticareti Protokolü başta olmak üzere insan ticaretiyle mücadelenin herhan- Özellikle savaş, iç çatışma ve ekonomik buhran gibi insanları maddi ve manevi olarak olumsuz etkileyen dönemlerde kadın ve çocukların ekonomik ve sosyal anlamda korunmasına yönelik politikalar üretilmelidir. Aile kurumunun önemi vurgulanmalı ve Kısaca, organ ve doku ticaretinin, meşru organ bağışı ve naklinden kesin çizgilerle ayrılmasında yaşanan zorluklar ceza adalet sistemini de organ bağışı mekanizmalarını da olumsuz yönde etkilemeye devam etmektedir. 1. 2. İnsan ticaretinde mağdurun ailesinin ya da akrabaların da rol alabildiği bilindiğinden ceza kanunlarında bu kişilere ağırlaştırılmış cezalar öngörülmelidir. Hem kaynak hem de hedef ülkelerde arz ve talebin azaltılmasına yönelik bilinçlendirme ve eğitim faaliyetlerine ağırlık verilmelidir. Bu amaçla basın yayın araçlarından yeterince istifade edilmeli, toplumda sevilen ve halkın güvenini kazanmış kişilerin insan ticaretinin önlenmesine yönelik kampanyalara iştirak etmesi teşvik edilmelidir. İnsan ticareti mağdurların sunmak zorunda bırakıldıkları hizmetten yararlanan müşterinin, dünyanın neresinde olursa olsun ve zaman aşımı olmaksızın soruşturulacağını ve ceza alacağını bilmesi sağlanmalıdır. İnsan ticareti soruşturmalarında kilit önemi olan mağdur tanıkların korunması ve verdikleri ifadelerin, telefon konuşması dökümleri, fotoğraf ve video görüntüleri ya da para hareketleri gibi diğer ek delillerle desteklenmesi sağlanmalıdır. Ülke içinde birden çok kuruma verilen insan ticaretiyle mücadelede görevinin tek elden yürütülmesinden ziyade, ortak bir anlayış ve ahenk içinde yürütülmesinin sağlanmasına yönelik çaba gösterilmelidir. Bununla birlikte, insan ticaretinin bir ülkedeki boyutlarını ortaya koyan istatistik kayıtlarının tek elden tutulması, veriye dayalı bilgi ve politika üretmede siyasi karar alıcılara önemli bir kolaylık sağlayacağı açıktır. Araştırmacı* Kathleen Barry, “Female Sexual Slavery”, New York University Clothbond Editions, 1979, s. 32 Jens Jager, “International Police Co-operation and the Associations for the Fight Against White Slavery”, Paedagogica Historica, Volume 38, Issue 2 & 3 2002, ss. 565 – 579. 3. http://www.watsoninstitute.org/events_detail.cfm?id=1143 4. AGİT, Occasional Paper Series No. 3: Labour Exploitation in the Agricultural Sector, Nisan 2009, Viyana, s.22. 5. ABD Dışişleri Bakanlığı, “The Trafficking in Persons Report 2009”, Washington, s.17. 6. Interpol Sunumu, 17 Eylül 2009 tarihli Yunanistan Girit Adasında düzenlenen İnsan Ticareti Toplantısı. 7. UNODC Global Report on Trafficking in Persons, Viyana, Şubat 2009, s. 48. 8. Bu suçun oluşmasında göçmen kaçakçılığındakinin aksine ülke sınırlarının geçilmesi de şart değildir. Mağdur kişi, yaşadığı ülkede, şehirde ya da mahallesinde de insan ticaretine konu olabilmektedir. 9. ABD Dışişleri Bakanlığı, “The Trafficking in Persons Report 2009”, Washington, s.7. 10. UNODC Global Report on Trafficking in Persons, Viyana, s.45. 11. Avrupa Konseyi, “Trafficking in Organs, Tissues And Cells And Trafficking in Human Beings for the Purpose of the Removal of Organs”, Strasbourg 2009, s. 12. 12. UNODC Global Report on Trafficking in Persons, Viyana, Şubat 2009, ss. 24-25 13. a.g.e. s.44 14. ABD Dışişleri Bakanlığı, “The Trafficking in Persons Report 2009”, Washington, s.47. 15. IOM: Migration in Turkey: A Country Profile, Cenevre, 2008, s.34. 16. KOM Daire Başkanlığı: 2008 Raporu, Ankara 2009, s.69. 106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Güvenlik- Yargı güçlendirilmelidir. Müfettişlerin Hâkim ve Savcı İletişimini Denetleme Yetkisi Son aylarda Anayasa ve kanunlarda olmayan bir düzenlemeye rağmen Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Yönetmeliğine bir madde eklenmek suretiyle siyasi iradenin (Bakanlık), müfettişler vasıtasıyla istedikleri hâkim ve savcıların telefonunu keyfi bir şekilde dinletiyormuş gibi yanlış algılamaya yol açabilecek haberlerde yoğunluk yaşanmaktadır. Doç. Dr. Aytekin GELERİ* S on aylarda Anayasa ve kanunlarda olmayan bir düzenlemeye rağmen Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Yönetmeliğine bir madde eklenmek suretiyle siyasi irade (Bakanlık), müfettişler vasıtasıyla istedikleri hâkim ve savcıların telefonunu keyfi bir şekilde dinletiyormuş gibi yanlış algılamaya yol açabilecek haberlerde yoğunluk yaşanmaktadır. Eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, 24 Ocak 2007 tarihli Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu yönetmeliğinin 98. maddesinin 1. fıkrasındaki, ''İnceleme ve'' ibaresinin, a bendindeki ''inceleme ve'' ibaresinin ve (ç) bendindeki ''haberleşmenin tespiti ve dinlenmesi gibi delil toplama'' ibaresinin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay’da dava açtı. Davaya bakan Danıştay 5. Dairesi, Adalet Bakanlığı müfettişlerinin haklarında soruşturma yürüttükleri hâkim ve savcılara ilişkin hâkim kararıyla iletişimin denetlenmesi tedbiri kararı aldırmalarının detay bilgilerini içeren Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Yönetmeliğinin 98. maddesinin (ç) bendinin yürütmesini oy birliğiyle durdurdu. Davalı Adalet Bakanlığı, 5. Dairenin bu kararına itiraz etti ancak Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu bu itirazı oy birliğiyle reddetti. dir. Yani bu kararların alınmasında ve verilmesinde yönetmelik maddeleri kullanılmamaktadır. Müfettişlerin Görev ve Yetkilerinin Hukuki Çerçevesi Adalet Bakanlığı müfettişleri 1982 Anayasasının 144 ve 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 82nci maddesi uyarınca, hâkim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini soruşturmak, işlenen suçlarla ilgili olarak adlî soruşturma yapmak” görev ve yetkisine sahiptir. Anayasa’nın 144. maddesi; Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Yönetmeliğinin 98. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendi “İstinabe, tanık dinlenmesi, arama, el koyma, keşif, haberleşmenin tespiti ve dinlenmesi gibi delil toplama işlemleri sırasında Ceza Muhakemesi Kanununun hükümleri ile birlikte 2802 sayılı Kanunun 101 inci maddesindeki yetkiler kullanılır, hâkim ve Cumhuriyet savcıları lehine 2802 sayılı Kanunun 85 ve 88 inci maddelerinde yer alan kısıtlayıcı hükümler dikkate alınır.” hükmünü içermektedir. Müfettişlerce yürütülen soruşturmalarda başvurulan iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınmasına ilişkin tedbir için hâkimden karar istenirken Yönetmeliğin 98/1-ç maddesi esas alınmamakta, CMK’nun 135 inci maddesine göre hareket edilmektedir. Mahkemeler de kararı adın geçen yönetmeliğe göre değil CMK madde 135’e göre vermekte- “Hâkim ve savcıların görevlerini; kanun, tüzük, yönetmeliklere ve genelgelere (Hâkimler için idarî nitelikteki genelgelere) uygun olarak yapıp yapmadıklarını denetleme; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini, hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma, Adalet Bakanlığının izni ile adalet müfettişleri tarafından yapılır. Adalet Bakanı soruşturma ve inceleme işlemlerini, hakkında soruşturma ve inceleme yapılacak olandan daha kıdemli hâkim veya savcı eliyle de yaptırabilir.” NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 107 Hükmünü içermektedir. 2802 Sayılı Yasanın 82. Maddesinde de; “Hâkim ve savcıların görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçları, sıfat ve görevleri gereğine uymayan tutum ve davranışları nedeniyle, haklarında inceleme ve soruşturma yapılması Adalet Bakanlığının iznine bağlıdır. Adalet Bakanı inceleme ve soruşturmayı, adalet müfettişleri veya hakkında soruşturma yapılacak olandan daha kıdemli hâkim veya savcı eliyle yaptırılabilir” denmektedir. Görüldüğü üzere, başta Anayasanın 144ncü maddesi daha sonra da 2802 sayılı yasanın 82 inci maddesi gereğince hâkim ve savcıların görevinden ötürü veya görevleri sırasında işlemiş oldukları suçları soruşturmakla görevli tek yetkili makam adalet müfettişleri veya aynı yetkileri kullanmak üzere Bakanlık tarafından görevlendirilen kıdemli hâkim veya savcılardır. Bu konuda inceleme ve soruşturma yapılması Adalet Bakanlığının iznine bağlıdır. Maddede geçen “Adalet Bakanı inceleme ve soruşturmayı, adalet müfettişleri veya hakkında soruşturma ve inceleme yapılacak olandan daha kıdemli hâkim veya savcı eliyle yaptırabilir” ifadesinde soruşturma yetkisinin esas olarak adalet müfettişlerine ait olduğu, kıdemli hâkim ve savcılara tanınan yetkinin ise bu asıl yöntemin yanında ikinci bir alternatif olarak öngörüldüğü net bir şekilde anlaşılmaktadır. Buradaki yetki 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunda yer alan esaslarla karşılaştırıldığında; adı geçen yasanın “Amaç” başlıklı 1 inci maddesindeki “…memurlar ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri suçlar…” ibaresine karşılık Anayasanın 144 ve 2802 Sayılı Yasanın 82. maddelerindeki “görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında” ibaresi Adalet müfettişleri eliyle soruşturulacak suç kapsamını daha da geniş tutmaktadır. Bu bağlamda, 2802 Sayılı Kanunun 94 üncü maddesindeki ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâli hariç olmak üzere, görevinden dolayı veya 108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 görevi sırasında işlediği ve işlediği iddia olunan her türlü suç nedeniyle hâkim ve savcılar hakkında adalet müfettişleri tarafından inceleme ve soruşturma yapılabilmektedir. Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hallerinde ise 2802 sayılı Yasanın 94. maddesine göre, hazırlık soruşturması genel hükümlere göre yapılır ve soruşturma da yetkili C. Savcıları tarafından bizzat yürütülür. Bu halde durum hemen Adalet Bakanlığına bildirilir. Hâkim ve savcıların işledikleri suçlar, görevle ilgili olabileceği gibi tamamen kişisel suç şeklinde de olabilmektedir. Hâkim ve savcıların kişisel suçlarına ilişkin soruşturma, 2802 sayılı Yasanın 93. maddesi uyarınca, ilgilinin yargı çevresinde bulunduğu ağır ceza mahkemesine en yakın ağır ceza mahkemesi C. Başsavcısına son soruşturma da o yer ağır ceza mahkemesine aittir. Adalet Bakanlığı merkez teşkilatında ve ilgili kuruluşlarında görevli hâkim ve C. Savcılarının kişisel suçları hakkında soruşturma ve kovuşturma ise Ankara Cumhuriyet Başsavcısı ve ağır ceza mahkemesine aittir. Hâkimlerin ve savcıların görev suçlarında Adalet Bakanlığından izin alınmadan savcı ve kolluk görevlisi tarafından re’sen soruşturma yapılması mümkün değildir. Adalet müfettişlerinin soruşturma yetkilerini düzenleyen 2802 Sayılı Kanunun 82 ve devamı maddeleri yapılan soruşturmanın idari nitelikli olmayıp “adlî soruşturma” olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Adalet Bakanının vereceği izin üzerine suç şüphesi altında bulunan kişiye ilişkin olarak müfettiş ile daha kıdemli hâkim veya savcının yapacağı tüm işlemler CMK’nın 2. maddesi gereğince “soruşturma” niteliği taşımaktadır. 5271 sayılı CMK’nın “Kanunun kapsamı” başlıklı birinci maddesinde “Bu Kanun, ceza muhakemesinin nasıl yapılacağı hususundaki kurallar ile bu sürece katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerini düzenler”, hükmü ile “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinde soruşturma; “Kanuna göre yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar geçen evre” olarak tanımlanmıştır. Aynı Kanunun 71. maddesindeki disiplin soruşturması prosedüründeki savunma mekanizmasından ayrı olarak 84. maddesinde ayrı bir savunma kurumuna, 85. maddede “tutuklama müessesesine”, 86. maddesinde hâkimler ve savcılarla birlikte suç işleyenlerin aynı soruşturma ve kovuşturma mercilerine tabi olacaklarına dair “iştirak” prensibine ve 88. maddesinde de “yakalama ve sorgu” esaslarının belirlenmesine yer verilmesi, soruşturmanın adli olduğu gerçeğini hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Bu yönüyle aslında adalet müfettişleri burada hâkim veya Cumhuriyet savcısı hakkında kamu davası açılmasına yer olup olmadığına karar vermek üzere işin gerçeğini araştırmakta, buna ilişkin delilleri toplamakta, yani CMK’nın 2. maddesine uygun olarak soruşturma yapmaktadır. 2802 sayılı Kanunda hâkim ya da savcıların görev suçları ile ilgili özel bir soruşturma yöntemi öngörülmekte ve müfettiş ya da özel olarak görevlendirilen kıdemli hâkim ya da savcıya delil toplama görevi verilmektedir. Adalet Bakanlığınca soruşturma izni verilmesi halinde müfettiş veya yetki verilen muhakkik aynı kanunun 101. maddesindeki yetkileri kullanır. Adalet müfettişlerinin 101. maddedeki yetkileri şu şekilde belirlenmiştir: “Adalet müfettişleri lüzum gördükleri kimseleri yeminle dinler, gerektiğinde istinabe yoluna başvurabilir ve soruşturmanın zorunlu kıldığı hallerde arama yaparlar. Sübut delillerini, gereken bilgileri bütün daire ve kuruluşlardan doğrudan doğruya toplarlar. Adalet müfettişlerince yapılacak denetim, inceleme ve soruşturmalarda ilgili kuruluş ve kişiler istenecek her türlü bilgi ve belgeyi vermek zorundadırlar.” bir yollama yapılmıştır. 2802 Sayılı Yasanın 85. Maddesi gereğince soruşturma sırasında, tutuklama tedbirine başvurmak gerekirse, bu istem son soruşturma açılmasına karar vermeye yetkili merci tarafından incelenir ve karar bağlanır. Bu bağlamda müfettiş, hakkında soruşturma yaptığı hâkim ve savcının savunmasını alabileceği gibi diğer delilleri toplayabilir, koruma tedbirlerinin alınması için yetkili hâkime başvurabilir. Müfettiş veya kıdemli hâkim veya savcı soruşturma aşamasında esas itibariyle C. Savcısının hazırlık soruşturmasındaki yetkilerine sahiptir. Bu nedenle genel soruşturma yönteminde CMK’nın 160 ve devamı maddelerinde Cumhuriyet savcıları için öngörülen soruşturma yapma yetkisi burada adalet müfettişi ya da özel görevli hâkim veya savcı tarafından kullanılmaktadır. Özellikle son aylarda haklarında soruşturma yapılmakta olan bazı hâkim ve savcılar başta olmak üzere bazı yüksek yargı mensupları, medya organları ve kamuoyunun bazı kesimlerinde yapılan soruşturmaların usulsüz olduğu yönünde eleştiriler yapılmaktadır. Aslî görevleri hâkimlik ve savcılık olan Adalet müfettişleri eliyle bu tür soruşturmaların yürütülmesi aslında hâkim ve savcılar açısından bir ayrıcalık ve teminattır. Ayrıcalık ve Teminat Hâkim ve savcılar hakkında yürütülen bu tür soruşturmalarda CMK’nın yanı sıra 2802 sayılı Kanunda yer alan usul kuralları birlikte uygulanmaktadır. 2802 sayılı Kanunda müfettişlerin (veya kıdemli hâkim ve savcının) yapacağı adlî soruşturmanın yetki ve görev açısından genel esasları belirtilmiş, ayrıntılara girilmemiştir. Dolayısıyla savunma alınırken, tutuklama şartlarının detayları takdir edilirken, iştirak kurumunun koşulları araştırılırken, yakalama ve sorgunun nasıl yapılacağı belirlenirken 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili maddelerine zımnî CMK’da iletişimin denetlenmesi tedbirine başvurulamayacak halleri madde 135/2’de açıkça belirtmiştir. Hâkim ve savcılar hakkında bu tedbire başvurulamayacağına dair herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte müfettişler bu koruma tedbirlerini talep ederken Anayasada ve 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda belirlenen ölçüler ve usullere dikkat etmek zorundadırlar. 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu madde 135/6 kapsamında yer alan suçlardan herhangi birini görevinden dolayı veya görevi sırasında işlediği iddiası ile hakkında müfettişlerce soruşturma yürütülen bir hâkim veya savcı hakkında; yine aynı kanunun 135/1. maddesi uyarınca; “Bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir, kayda alınabilir ve sinyal bilgileri değerlendirilebilir” hükmü gereğince iletişimin tespiti tedbirinin uygulanabileceği çok açıktır. Nitekim 2802 sayılı Yasanın 85. maddesinde, soruşturma sırasındaki tutuklama istemlerini incelemeye yetkili merci belirtilerek bu aşamada koruma tedbirlerinin uygulanmasının mümkün olduğu kabul edilmiştir. Her ne kadar maddede yalnızca tutuklama tedbirinden söz edilmekle ise de, soruşturma aşamasında hâkim ve Cumhuriyet Savcısı hakkında diğer koruma tedbirleri ve bu arada iletişimin denetimi tedbirinin de uygulanabileceğini kabul etmek gerekir. Müfettişlerin soruşturma aşamasında kişinin özgürlüğünün kısıtlanmasının sözkonusu olduğu tutuklama tedbirine başvurulabilmesine rağmen tutuklamadan daha hafif nitelikte bulunan iletişimin denetlenmesi tedbirine başvuramayacağını ileri sürmek hukuk mantığı açısından oldukça pek de uygun görülmemektedir. Bu yetkinin gerekliliğini, hukukiliğini ve pratikteki önemini açıklamak ve böylece konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla bir örnek vermek belki daha yararlı olabilir. Bir hâkimin görmekte olduğu bir dosya ile ilgili olarak davanın taraflarından birinden rüşvet istediği veya uyuşturucu ticareti yapan bir örgütle sürekli irtibat halinde bulunduğu yolunda ciddî deliller içeren bir ihbarın Adalet Bakanlığına geldiğini farz edelim. 5271 Sayılı Kanunun 135 ve 140. maddeleri açısından ilk olay görev nedeniyle, ikinci olay ise görevi esnasında işlenen birer katalog suçtur. Gelen ihbar üzerine Bakanlık, Anayasanın 144 ve 2802 Sayılı Kanunun 82. maddeleri gereğince suçun soruşturmasını yapmak üzere bir müfettiş görevlendirir. Müfettiş yaptığı soruşturma kapsamında olayın ciddiyeti, elde edilen delillerin durumu ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması nedeniyle söz konusu hâkim hakkında iletişimin tespiti ile teknik araçlarla izleme yapılmasının zorunlu olduğu görüşüne varır. Bu durumda Adalet müfettişi 2802 sayılı Kanunun 101. maddesine yer alan yetkileri çerçevesinde 5271 sayılı Kanunun 135/1. maddesi uyarınca hakkında soruşturma yürüttüğü hâkimin iletişiminin denetlenmesini sağlayabilir. Adalet müfettişlerinin iletişimin denetlenmesi tedbiri kararı alma yetkilerinin olmadığı, bu yetkinin ancak 2802 sayılı Kanunun 82. maddesi uyarınca kıdemli hâkim ve savcılar tarafından kullanılabileceği yönünde bazı görüşler ileri sürülebilmektedir ki bu çok yanlış bir bakış açısıdır. NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 109 Özellikle son aylarda haklarında soruşturma yapılmakta olan bazı hâkim ve savcılar başta olmak üzere bazı yüksek yargı mensupları, medya organları ve kamuoyunun bazı kesimlerinde yapılan soruşturmaların usulsüz olduğu yönünde eleştiriler yapılmaktadır. Aslî görevleri hâkimlik ve savcılık olan Adalet müfettişleri eliyle bu tür soruşturmaların yürütülmesi aslında hâkim ve savcılar açısından bir ayrıcalık ve teminattır. Çünkü kıdemli hâkim ve savcılar 2802 sayılı Kanunun 82/2. maddesinde; “Soruşturma ile görevlendirilen hâkim ve savcılar, adalet müfettişlerinin 101. maddedeki yetkilerini haizdirler”. İfadesi bağlamında hareket etmek zorundadır. Yani, bu yetki eğer Adalet müfettişleri tarafından kullanılamayacaksa kıdemli hâkim ve savcılar tarafında hiç kullanılamaz. Çünkü maddede soruşturma yetkisi öncelikli olarak müfettişlere ikinci ve bir zorunluluk gereği olmayarak ise kıdemli hâkim ve savcılara aittir. Böyle bir iddiayı kabul etmek, soruşturmalarda müfettiş yetkisini kullanan kıdemli hâkim veya savcıların da bu yetkiden mahrum olduklarını kabul etmeyi gerektirir. Oysa 101. maddedeki yetki adalet müfettişlerinin, hâkim ve savcılık sıfatlarından gelen yetkilerini daraltmak için değil genişletmek için öngörülmüştür. Aksi durumun kabulü kanunun ve soruşturmanın ruhu ile bağdaşmamaktadır. 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 Bu hükümler çerçevesinde haklarında soruşturma yapılan hâkim ve savcılara ilişkin olarak iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınmasına dair kararların yetkili hâkimden alınması bir disiplin soruşturmasına değil adlî suç soruşturmasına ilişkindir. Cumhuriyet savcıları suç soruşturması yaparken CMK’nın 135. maddesini kullanmaktadırlar. Aynı şekilde Adalet müfettişleri de suç soruşturması yaparken bu maddeyi kullanmaktadır. Bu maddenin suç soruşturması yapan mercilerce kullanılabilen bir madde olması ve madde metninde de talebin Cumhuriyet savcısı tarafından yapılacağına dair herhangi bir bağlayıcı hüküm bulunmaması nedeniyle müfettişler tarafından böyle bir tedbirin uygulanmasının istenmesinde bir sorun bulunmamaktadır. Kanunlara göre suç soruşturması yapan yetkili merciler, soruşturmayı CMK’da yer alan hükümlere göre yapmak ve suç soruşturmalarında iletişimin dinlenmesi tedbirine başvurulacaksa Anayasanın 22 ve CMK’nın 135. maddesine uygun olarak bu konuda mahkemeden talepte bulunmak zorundadırlar. Sonuç Olarak Hâkim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında işledikleri suçlarla ilgili soruşturmaları yapmak 1982 Anayasasının 144 ve 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 82. maddesi uyarınca, öncelikli olarak Adalet müfettişlerinin daha sonra da hakkında soruşturma ve inceleme yapılacak olandan daha kıdemli hâkim veya savcıların yetkisindedir. Müfettişler ile kıdemli hâkim ve savcılar yasa gereğince aynı yetkilere sahiptir. Müfettişe delil toplama yetkisi vermeyen anlayış, doğal bir sonuç olarak soruşturmayı yapacak diğer kıdemli hâkim ve savcıların yetkilerini de ellerinden alacaktır. Bu durumda; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyen hâkim ve savcılar hakkında hiçbir zaman iletişimin tespiti veya teknik araçlarla izleme kararına başvurulamayacağı sonucu ortaya çıkacaktır. Bu görüş başta Anayasa olmak üzere 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanununa da tamamen aykırıdır. Bu işlemleri yapacak mutlaka yetkili bazı kişi ve makamlar olmalıdır. Bunları yapacak olanlar da polis, jandarma veya herhangi bir savcı veya hâkim değil 2802 sayılı Kanunun 82nci maddesinde belirtildiği üzere Adalet müfettişleri veya kıdemli hâkim veya savcılardır. Adalet müfettişleri, hâkim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında işledikleri suçlarla ilgili yaptıkları soruşturmalarda 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunundaki delil toplama yetkilerinin hepsine haizdirler. Adalet müfettişlerinin hem idari hem de adli görevleri vardır ve bu bağlamda hâkim ve savcılar hakkında yaptıkları soruşturma işlemi bir inceleme veya idari işlem değil tamamen CMK’nın 2. maddesi anlamında yapılan bir adli soruşturmadır. Hem Cumhuriyet savcıları hem de müfettişler suç soruşturması yaparken CMK’nın 135. maddesini kullanmaktadırlar. Bu çerçevede, müfettişlerin haklarında soruşturma yürüttükleri hâkim ve savcılara ilişkin olarak delil toplama işlemlerini yürütürken, gerek görmeleri halinde, CMK’nın ilgili maddeleri gereğince iletişimin tespiti tedbirinin uygulanmasını sağlamalarında Anayasa ve Kanunlara aykırılık bulunmamaktadır. Ancak uygulamada herhangi bir sorun çıkmaması ve konunun tam bir netlik kazanması açısından 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 101. maddesindeki; “Adalet müfettişleri lüzum gördükleri kimseleri yeminle dinler gerektiğinde istinabe yoluna başvurabilir ve soruşturmanın zorunlu kıldığı hallerde arama yaparlar. Sübut delillerini, gereken bilgileri bütün daire ve kuruluşlardan doğrudan doğruya toplarlar. Adalet müfettişlerince yapılacak denetim, inceleme ve soruşturmalarda ilgili kuruluş ve kişiler istenecek her türlü bilgi ve belgeyi vermek zorundadırlar”. Hükmünün; “Adalet müfettişleri, yapacakları denetim, inceleme ve soruşturmalarda savcıların bütün yetkilerine sahiptir” şeklinde değiştirilmesinin çok daha uygun olacağı düşünülmektedir. SDE Uzmanı* 112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010 NİSAN 2010 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 113 SD STRATEJİK DÜŞÜNCE Aylık Uluslararası İlişkiler ve Strateji Dergisi Yıl: 1 Sayı: 5 Nisan 2010 114 STRATEJİK DÜŞÜNCE | NİSAN 2010