Feminizm nedir? Modern anlamda bir felsefe ve hareket olarak feminizmin kökenlerini, 18. yüzyıl Aydınlanma Dönemi’nde bulmak mümkündür. Özellikle, 18. yüzyılın son çeyreği ve 19. yüzyıl; kadınlar için ilk kez bilimsel toplulukların kurulduğu, Mary Wollstonecraft, John Stuart Mill gibi yazarlar tarafından toplum içindeki kadınlık kategorisinin net bir tanımını yapma gayretiyle, kadın hakları ve toplumsal cinsiyet üzerine araştırmalar yapıldığı bir dönemdir. Özellikle 19. yüzyılda kadınlara toplumda ikincil bir konum atfedildiğine ve adaletsiz davranıldığına ilişkin inanç arttıkça feminizm örgütlü bir hareket haline gelmeye başlamıştır. Feminist teori, cinsiyetçiliği toplumsal bir egemenlik biçimi olarak değerlendirir ve “toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin” doğasını anlamayı amaçlar, bu sebeple kadının bedeni, kimliği ve emeğini baskı altına alan erkek egemen sisteme karşı mücadele etmeyi benimser. Cinsiyet, biyolojik ve fiziksel özelliklere işaret ederken, toplumsal cinsiyet kadınların ve erkeklerin kendi cinsiyetleri esas alınarak onlara atfedilen sosyal/toplumsal olarak yapılandırılmış rolleri ifade eder. 1970’lere gelindiğinde geliştirilen ve feminist çalışmaların anahtar kavramı olan “toplumsal cinsiyet”i; Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet adlı çalışmasında “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü ile açıklar. Kadınlığın toplumsal, kültürel ve tarihsel bir durum olduğu tespitinin ifadesi olan bu söz, bilhassa bugün kapitalist toplumlarda, toplumsal hayatta ve erkeklerle olan ilişkilerinde özne haline gelemeyen, bir nesne rolü biçilen kadının durumunu niteler. Kadının karşılaştığı bu cinsiyetçi ayrım, kapitalist üretim biçiminin temel bir iç düzenlenişi haline gelirken, erkek egemenliğinin üretilmesinde de önemli bir rol oynar. Feminizm; erkek egemenliğini burjuva ideolojisinin uzantısı ya da eğitim sorunu olarak görmez, hatta bu egemenlik biçiminin erkeklere belli ayrıcalıklar sağladığı, erkeklerin bu ayrıcalık ve çıkarlarından vazgeçmelerinin bireysel bir tercih sorunu olmadığı tespitini yapar. Bu yüzden feministler, erkek-egemenliğine karşı verilen mücadelenin erkeklerden bağımsız verilmesi gerektiğini savunurlar. Bu onlara göre, kadınların mücadelelerinde özne olabilmeleri ve kendi ezilmişliklerinin bilincine varabilmeleri için bir gerekliliktir. Feminizmin içinde tarihsel olarak oldukça birbirinden ayrı yönelimler tanımlamak doğru olacaktır. Temel olarak; liberal feminizm, radikal feminizm, sosyalist feminizm, post-modernist feminizm gibi farklı akımlara ayrılır. Feminist hareket içerisinde sosyalist bir sistemle kadınların kurtuluşunun sağlanabileceğini söyleyen gruplar olduğu gibi; kadının biyolojik ve duygusal olarak erkeğe üstün ve erkeğin “tamamlanmamış kadın” olduğunu savunan daha radikal gruplar da yer almaktadır. Bu yine de feminist hareketin zaman zaman militan bir mücadeleye dönüşerek kadın cinsi için toplumsal, siyasal pek çok kazanım elde ettikleri gerçeğini değiştirmemektedir. Örneğin Büyük Britanya ve ABD’de en uzun süren gelenek, kadınlar için eşit haklar ve fırsatlar elde etmeye yönelmiş; oy hakkı, kürtaj hakkı gibi birçok zafer kazanılmıştır. Tam da bu açıdan burjuva ideolojisi, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik militan bir mücadeleden çekindiği için, bugün feminizmi “erkek düşmanlığı” gibi pazarlamaktadır, erkeklerin kadınların kurtuluş mücadelesinde kadınlardan yana taraf olabileceğinden çekindiği için, “yalnızca kadınlar feminist olabilir” gibi algılar yaratarak erkek egemenliğinin yeniden üretimine katkıda bulunmaktadır.