ORHAN PAMUK’UN ÖZGÜRLEŞME ÇABASI: BENİM ADIM KIRMIZI Benim Adım Kırmızı’yı Sartre’ın Hürriyet Yolları üçlemesinden hemen sonra okumaya başlamıştım. Okumaya alışkın insanlar beni anlayabilirler, peşi sıra okumuş olduğunuz kitaplardan ilki mükemmel ve ikincisi o kadar mükemmel değilse şekerpareden sonra ayran içmiş hissine kapılırsınız. İşte farklı olay akışı ve diliyle Benim Adım Kırmızı ‘nın da Sartre’dan ya da onun hemen öncesinde okuduğum Harry Potter serisinden aşağı kalır hiçbir yanı yoktu. Orhan Pamuk yoğun tepkilere maruz kalan Ermeni Soykırımı hakkındaki açıklamasını yapmadan önce bu eseri Fransa’da En İyi Yabancı Roman ödülünü almıştı, bu nedenle Nobel Ödülü’nü de başka nedenlere bağlamanın da saçmalıktan öteye gitmeyeceği düşüncesindeyim. Özellikle de Yaşar Kemal’den sonra bu alanda Orhan Pamuk’a kadar hiçbir aday çıkaramamış bir millet olarak bu ödülün sebebini arama arzusunun yalnızca kompleksten kaynakladığını düşünüyorum. Bu romanla ilgili en çok eleştiri alan iki konu var: birincisi, tarihsel gerçeklerle olan tutarsızlıkları yönünden gelen eleştiriler, her ne kadar tarih kitabı yazmamış olsa da; ikincisi ise bozuk cümle yapıları yönünden yapılan eleştiriler. Şimdi izin verin bunlara neden katılmadığımı anlatayım: İlk başta zaten Orhan Pamuk bir tarihçi olmadığından ve de tarih kitabı yazma amacı gütmediğinden, bana kalırsa, yazdıklarının tam anlamıyla isabetli olmasını beklemek ancak kendisinden bir tarihsel araştırma tezi beklemekle mümkün olabilir. Bununla birlikte bence Benim Adım Kırmızı’ya polisiye deyip geçmek Orhan Pamuk’un emeğine büyük bir hakarettir. Yanlış anlaşılmak istemem, polisiyeyi küçük gördüğümden ya da polisiyeye değer vermediğimden bahsetmiyorum fakat kitabın akıcılığını bir katilin izini sürmek sağlasa da içerdiği fantastik öğelerle olsun romantizmiyle ve realizmiyle olsun romanın yapısal olarak ilk başta polisiye diye anılmaması gerektiğini düşünüyorum. Okumuş olduğum onlarca polisiyeye karşın polisiyeyi bir türlü sevememiş ben, bu romanı tereddütsüz bir şekilde, okumuş olduğum Türk romanları listesinde ilk beşe alırım. İkinci eleştiri olan bozuk cümle iddialarına karşılık da söylemek istediğim bir şey var: Benim Adım Kırmızı içindeki hatalara, anlamsız, ucu-­‐sonu gelmeyen cümlelere bakıp ‘’yazamamış’’, ‘’düşük cümleler tüm akıcılığı yok etmiş’’ demek hatadır çünkü romanda yazılmış olan cümlelerden yazarın birincil kişiyle yazmış olduğu tek satır yoktur. Orhan Pamuk hep diğerlerini konuşturmuş, romanın hiçbir yerinde de bu insanların TDK’de dilin düzgünlüğü ile ilgili çalışmalar yaptıklarından bahsetmemiştir. Aksine çoğunun okuma-­‐yazma bile bilmediğini görüyoruz kitabı okudukça. Dolayısıyla, bana kalırsa, asıl oradaki kahramanlar hatasız konuşsalardı roman saçma olurdu. Yani düşünün iki sene önce Telegraph’ın hazırladığı ‘’Herkes Tarafından Okunması Gereken Romanlar’’ adlı yüz romanlık listeye altmış birinci sıradan girmiş bir kitaba tarihsel tutarsızlık ya da bozuk cümleler yönünden çamur mu atmaya kalkıyoruz? Kitap hakkında bir diğer bilgi ise Orhan Pamuk’un ironik olarak İstanbul’daki ya da doğunun herhangi bir şehrindeki değil New York’taki kütüphanelerden araştırarak elde ettiği bilgilerle yazmış olması. Bu romana biraz melezlik katsa da bence burada eleştirilecek şey kendi kaynaklarımızın başkalarında olması. Piri Reis’in dünya haritasını da sonuçta Ayasofya’nın odalarından bulup çıkaran da bir Alman idi. Bana kalırsa bu doğuyu, batının kaynakları ile anlatma durumu kitaba düzgün bir melezlik katmış. Benim Adım Kırmızı’da bu melezlikten olsa gerek bir fark yakaladığıma inanıyorum Orhan Pamuk’un. Kar, Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap gibi romanlarından farklı olarak burada batı ve doğuyu zıt kutuplar olarak değil aksine onları bir bütün olarak ele aldığını ve Kuran’dan bir ayetle de pekiştirdiğini görüyoruz: ‘’Doğu da Batı da Allah’ındır.’’ İki değişik bakış açısı var kitapta: Minyatür, yani çizileni Allah’ın gördüğü şekilde resmetmeye çalışan , doğal olarak doğuyu temsil eden taraf, ve insanların gördüğü gözle resmetmeye çalışan, batıyı temsil eden taraf. ".... Allah’ıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul’un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil, ben bir ağacın kendisinden ziyade manası olmak istiyorum" Romandaki dikkat çekiciliklere gelirsek de üç konudan bahsetmek istiyorum. İlki Orhan Pamuk’un romanındaki varoluşçuluk izleri. Öyle ki bazı yerlerde gayet açık bir şekilde kahramanların Kafka ve Camus gibi hayatı ve yaşamanın anlamsızlığını sorguladığını, içlerindeki kaçma istediğinin olduğunu görüyoruz. "...hepimize olur: bazen ‘mantıklı düşünüyorum’ diye haftalar, yıllar boyunca hayal kurduktan sonra, bir gün bir şey görürüz, bir yüz, bir elbise, mutlu bir insan ve bir anda hayallerimizin gerçekleşmeyeceğini, mesela o kızı bize hiç vermeyeceklerini, mesela filanca makama hiç getirilmeyeceğimizi anlayıveririz." İkincisi yüzyıllardır doğuda durmak bilmeyen insan kıyımına ve Batı’nın alıp başını yürümesine karakterler üzerinden atıfta bulunması bence çok ince bir işti. Kitabın ana konusunu oluşturan nakkaşlar ve aralarından birinin ölümü okuru hiç sıkmasa da Orhan Pamuk bölümü öyle bir kelimeyle bitiriyor ki insan kendini koltuğa yapışmış ve tekrardan Doğu’yu sorgulamaya başlamış buluyor. ‘’Nakkaşlar kendi aralarında kavgalarını , öldürülmelerini sürdürürken , o arada Shakespeare piyeslerini yazıyordu..’’ Üçüncüsü, bana kalırsa en dikkat çekici ve konuşulmaya değer olanı, ise Kara’nın Şeküre’ye oral seks teklif ettiği sahnedir. İlginç olan nokta şu ki, kitabın sonunda kendisinin de belirttiği gibi Şeküre aslında Orhan Pamuk’un annesinin adıdır. Orhan Pamuk’un bu olayı bir zincirlerden sıyrılma, özgürleşme eylemi olarak kurduğunu düşünüyorum. Bu düşünceyle devam ettiğimde de kendisinin bırakmış olduğu varoluşçu izlerin peşine takılmam daha kolay oluyor haliyle. Yazımın başında hatırlayacağınız gibi Camus ve Kafka’nın izlerinden bahsetmiştim, bu sahne ise bana Ecinniler’deki Kirilov’u hatırlatıyor: ‘’Tanrı aslında ölüm korkusundan duyulan acıdır. Kim bu korkuyu yener, tanrısallaşır.’’ Orhan Pamuk’un bunu yapmasının amacının ‘’gelmiş geçmiş en büyük yazar’’ dediği Dostoyevski’ye karşı vermiş olduğu bir sanatsal tanrılaşma yanıtı olduğunu düşünüyorum. Bu selam çakışı da kendisinin de bir okur olduğunu okura hatırlatarak okurla bir bütünleşme çabası olarak görüyorum. "... çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâla sizin evinizdir."