“İMROZ RUMLARI” Kitabının Tanıtımı Konuşması 12/11/2012, Bahçeşehir Üniversitesi Fazıl Say Salonu Saygıdeğer Patrik Hazretleri, Saygıdeğer Metropolitler, Ekselansları Yunanistan İstanbul Başkonsolosu, Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyetinin Sayın Başkanı ve Üyeleri, Sayın Rektör, Azınlık Vakıflarının Sayın Temsilcileri, Sayın Basın Mensupları, Sevgili Öğrenciler ve bugün aramızda bulunan Sevgili İmrozlu ve İstanbullu Dostlar, Konuşmama, herşeyden önce bu kitapta emeği geçenlere Atina İmrozlular Derneği Başkanı olarak teşekkür ederek başlamak istiyorum. Şüphesiz ki kitabın editörü Dr. Feryal Tansuğ’un akademik titizliği ve de azmi olmasaydı bugün burada bulunmayacaktık. Aynı şekilde Heyamola Yayınları’na da, bugüne dek karanlıkta bırakılmış olan bu zor konuyu Türk okuyucusu ile buluşturma kararlılıkları ve kitabın basımında yaptıkları dikkatli çalışma için içten teşekkürler. Kitaptaki makalelerin yazarları, İmroz’u tarihsel, sosyal, politik açılardan inceleyerek adayı ve ada halkının yüzyıllar içindeki yolculuğunu bugünlere dek takip etmemizi sağlıyor, hepsine tüm İmrozlular adına ayrı ayrı teşekkürler. Ayrıca, bu çalışmaya fotoğraf ve belge sağlayan tüm adalı hemşehrilerimle, arşivlerini açan İmroz Derneklerine de bu katkıları için tebrikler. Son olarak, kitabın sunumunun bu güzel akademik mekanda yapılmasını sağlama incelikleri ve gösterdikleri olağanüstü konukseverlik için Bahçeşehir Üniversitesi’ne ve şahsi olarak Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın Enver Yücel’e de sonsuz teşekkürü bir borç biliriz. Saygıdeğer Patrik Hazretleri, Sevgili Dostlar, Murat Belge Hocamızın, İmroz adası ile İmrozluların başına gelenler konusunda sözünü sakınmayacağını önceden tahmin ettiğim konuşmasından sonra, bugünkü buluşmamıza benim katkım ne olabilir diye epey düşündüm. Sanırım en iyisi, elimizdeki kitaptan da alıntılar 1 yaparak, İmrozluların bugün kendilerine ve adaya, Türkiye’ye bakışını, bazı kişisel deneyimleri de ekleyerek aktarmak olacak. İserseniz herşeyden önce, biz İmrozlular kimiz, kendimizi nasıl görüyoruz sorusuna birkaç cevap arayalım. Neden bugün, 2012 yılında, benim gibi, nispeten genç insanlar işini gücünü, ailesini ihmal etmek pahasına bir İmrozlular derneğine üye olur -hatta bu da yetmez bir de başkan olur ve İstanbul’a gelip böyle konuşmalar yapar? Neden yaşlı genç binlerce insan her yıl en az bir kere adaya gider, her gidişinde de aynı yerleri tekrar tekrar gezer, aynı panayırların, aynı sokakların fotoğraflarını yeniden çeker buna rağmen hiç sıkılmazlar her gidişlerinde de neden üzülürler? Neden “tekrar dönmek için gidiyoruz” derler? Avustralya’da yaşayan bir insan evinin bahçesine neden İmroz’dan çiçek tohumu eker? Bir diğeri neden Atina’daki babasının mezarına İmroz kekiği diker? Diyeceksiniz ki, cevap basit: “vatan sevgisi”. Doğrudur. Ancak, bu vatan sevgisinin dikkat çekici tarafı, adanın mekanının dışında doğan ve büyüyen, başka yerlerde yaşayan İmrozluların yurtdışında kişiler ve aileler arasında oluşturduğu, kıtalar arası bir ilişkiler ağı ile vücut bulan boyutudur. Son 20 yıl içerisinde bu ilişkiler ağı, yurtdışı ve ada mekanı arasında sürekli bir gelgit içerisinde biçimlenen, çağdaş bir İmroz kimliğine doğru evrilmektedir. İmrozluların yakın geçmişin travması ile yüzleşebilmesine ve vatanları İmroz ile, Türkiye’nin bugünü ile diyalog kurmasına imkan veren yeni bir kimlikten bahsediyorum. Peki, bu kimliğin ana unsurları nedir? Bunlardan birincisi, ada toplumunun olağanüstü bir sürekliliğe ve derin bir tarihselliğe dayanan, adanın coğrafi pozisyonunun da etkisiyle biçimlenen güçlü yerel kültür bilincidir. Ancak çoğu kez gözardı edilen bir diğer unsur da, 1964’ten sonra yaşanan trajik göçe rağmen yurtdışındaki adalıların ada ve dolayısı ile Türkiye ile olan ilişkisinin hiçbir zaman temelli olarak kopmamış olmasıdır. Evet, İmrozlular çok azaldı, 7.000 kişiden bugün 250 kişiye indi ama, adadaki Rum cemaati her zaman varolmaya devam etti. Yapılan tüm kamulaştırmalara, yaşanan tüm ev ve arazi işgallerine rağmen, çoğumuzun, arkada kalmış ve yıkık da olsa dönüp onarabileceğimiz bir evimiz kalmıştı. 2 Özellikle 1990’dan sonra, adaya yabancı vatandaşların ziyaretlerinde Çanakkale’den özel izin alınması mecburiyetinin kaldırılması ile birlikte yurtdışından adaya ziyaretlerin artması, İmrozlulara adada buluşabilme imkanını sundu. Kanımca, bu insan insana buluşmanın yurtdışında değil, adanın üzerinde yapılmakta olması çok önemlidir. Çünkü özellikle genç nesil İmrozlular bu şekilde bugünkü vatan toprağı üzerinde kendilerine ait yeni bir anlatı, yunancadaki terimle yeni bir “mitos” kurabiliyor. Bu yeni İmrozlu kimliği, büyük oranda Türkiye’de de biçimlenmeye devam ettiği için, İmrozlu Rumlar bir şekilde bugünkü Türkiye toplumunun bir parçası olmaya devam ediyor ve Türk toplumu ile diyalog kurmaya çalışıyor. Bu deneyimler İmrozluların bugün adada yeni bir gelecek düşlemesine olanak tanıyor. İmrozluların karakterini anlayabilmek için gerekli olan başka bir parametre, bizim “yüzyıllık yalnızlığımız” olarak tarif edebileceğim durumdur. İmrozlu Rumlarının kültürü zaten eskiden beri ekonomik açıdan kendi kendine yeterliliğe ve kendilerinden başka hiçbir güce güvenemeyecekleri bilincine dayalı olarak gelişmiştir. Ancak son yüzyılın olayları, bu terkedilmişlik ve yalnızlık duygusunu perçinleştirmiştir. Selanik Yazarlar Derneği Başkanı olan İmrozlu yazar ve doktor Yorgos Ksinos bu “yalnızlık bilincini” şöyle tarif eder: “(…) Adalılar [coğrafi pozisyonlarının gereği olarak] hep değişime uyum sağlamanın kaçınılmaz zorunluluğunu yaşadılar. Tarihsel hafızanın zaman içinde ortak bilince dönüşmesinden doğan derin bir idrakten söz ediyorum. Beklenmedik seviçler ve üzüntülerle, tüccarların ve savaçıların beklenmedik baskınlarıyla, ani seferberlikler ve esirliklerle, gece vakti sahillere yapılan çıkarmalarla ve şafak vakitlerinde mecburi ya da gönüllü olarak başlayan göçlerle dolu bir hafıza. Tüm bunlar ve bunların ortak bilince işlemiş sayısız benzerleri geleneği oluşturdu: hayatta kalma, varolma mücadelesi geleneğini. Böylece adalılar, ufukta beliren işaretleri daha ilk bakışta tanımayı ve mümkünse korunmayı, değilse de, bir tekneye atlayıp göç yollarına 3 düşmeyi öğrendiler. Geri dönmek için ise fırtınanın bitmesini ve güneşin tekrar parlayarak karanlıkları ve sisleri dağıtmasını kolladılar. (...) [Bugün, İmrozlular] Gözlerini vatanlarına çevirmiş olarak, onun karakterinin kurtarılması amacıyla, gelecek nesillere orası ile sürekli ve kesintisiz ilişki kurma imkanını sağlayacak barışçı bir geleceğin inşası için mücadele ediyorlar. Her zaman bunu yapmışlardı, şimdi de bunu yapıyorlar; belki de onların ebedi kaderini oluşturan tarihsel yanlızlıklarını bürünmüş olarak” Tahmin edersiniz ki, bütün bunlar aynı zamanda kendi içinde birçok tezat da barındırmaktadır. Bunca haksızlığın ve acının yaşandığı, son derece çarpık bir sosyal ve ekonomik altyapı ile sorunlu bir mülkiyet statüsüne sahip olan bir yere dönmek, genç ve yaşlı herkes için ciddi bir iç hesaplaşma gerektiriyor. Bu konuda herbirimizin kendi içinde yaşadığı mücadelenin anatomisini ve İmrozluların psikolojisi konusunda şu ana kadar anlattıklarımdan çok daha fazlasını sosyal bilimci Yorgos Tsimouris’in kitaptaki makalesinde bulmak mümkün. Bakın bir yerde ne diyor Tsimouris: “Ana vatanlarında “sıkışmış” olarak kalanlar kadar oradan ayrılmış olanlar ve geri dönenler de kendi Rum benliklerini yersizleştirilmiş veya homojenleştirici-milliyetçi ideolojilerin kendi aralarındaki çekişmelerinde bir malzemeye indirgenmiş olarak algılıyorlar. Bu ikilik ve bunun yarattığı tüm rahatsızlık, Rumlar’ın kişisel ve ailevi tarihleri ve kaderleri ulus-devletlerin bölgesel ve sembolik çekişmesi arasında kaldıkça devam edecektir”. Biraz önce İmroz kültüründeki olağanüstü süreklilikten bahsetmiştim. Bu da İmroz kimliğinin önemli bir özelliği. İsterseniz Yrd. Doç. Dr. Suna Çağaptay’ın kitapta yer alan İmroz’un Osmanlı öncesi tarihi ile ilgili yazısından da faydalanarak buna biraz bakalım: Sayın Çağaptay’ın makalesi adada halen devam eden arkeolojik kazılardaki tarih öncesi buluntulardan başlayarak, Yunan mitolojisinde ve Homer’in İlyada ve Odysseia destanlarında bahsedilen İmvros’tan geçiyor, M.Ö. 500’lerde Pers savaşlarından sonra adanın Atina şehir devletinin kolonisi olmasını anlatıyor ve Roma ile Doğu Roma yani Bizans dönemlerinden geçerek 4 1453’te İstanbul’un Fethine dek geliyor. Makalenin sonuna doğru ise şöyle yazıyor: “Okuduğunuz özette göze çarpan kesintili ve boşluklarla dolu tarih ve İmroz’un arada kalmışlığı, günümüzde İmroz’a giden ziyaretçilerin de rahatlıkla gözlemleyebileceği bir durumdur. Ada’nın pek çok noktasından gerçek bağlamından uzaklaşmış eserler karşılar bizi”. Korkarım ki bu alıntıda tarif edilen adanın tarihi ile bugünü arasındaki kopukluk; adanın yerlileri İmrozlular olmadan aşılamaz. Çünkü adada bu kesinti yaşanırken biz hala, 2500 yıllık tarihin günlük hayatımızdaki izdüşümleri ile yaşıyoruz. Süreklilikten kastım bu. Örneğin, adanın toprağından çıkan antik döneme ait mezar yazıtlarını kendi dilimizde bugünkü alfabemizle okuyabiliyoruz. Orada yazılı isimlerin birçoğu bugün hala kullandığımız isimler. Gene elimizdeki kitapta yer alan Meliton Karas’ın “İmroz’da Dini Hayat ve Kiliseler” adlı makalesinde tarif ettiği ve köylerimizden başka adanın tüm tepelerine, koyları ile vadilerine inşa edilmiş olan yüzlerce kır şapelinde antik dönemlerin pratiğine devam ederek bugün hala kurban kesiyoruz. Ve o gün hava iyi ise birbirimize yerel şivede hala “vidiase” diyoruz yani “bugün tanrı Zeus mutlu olduğu için güzel bir gün”. Evet, İmroz hakkında ortaçağ dönemindeki yazılı kaynaklar kısıtlı olabilir, ancak biz akşamları hala çocuklarımıza o dönemden bahseden ve köylerimizin kuruluşunu, korsan istilalarını, Kastro kalesindeki venedikli prensesin aşk hikayesini anlatan masallarla destanları anlatıyoruz. Ada haritası üzerinde kaydettiğimiz geleneksel yer isimleri inanılmaz bir yoğunlukta, 3.000’i aşıyor. Ancak gelin eski dönemleri bir tarafa bırakalım, gene kitaptan da faydalanarak, şimdi biraz da yakın tarihin deneyimlerine ve bunların İmrozluların bugününe nasıl yansıdığına bakalım. İmroz’un yakın tarihinin şüphesiz ki en önemli olayı 1964’te uygulamaya konan “Rumsuzlaştırma” programıdır. Ancak bu program nerede uygulandı? İmroz 1964’te ne tür bir yerdi? Eğitim düzeyi bu konuda bize bir ipucu verebilir. Kitapta yer alan Makis Butaras’ın “İmroz’un Eğitim Serüveni” adlı çalışmasında, 1955’te İmroz’da 7 azınlık ilkokulu ile bir azınlık ortaokulu’nda toplam 1.000 öğrencinin okuduğunu öğreniyoruz. 5 Eğer okullar 1964’te kapatılmasaydı bunlara aynı yıl içinde inşası tamamlanan 3 anaokulu da eklenmiş olacaktı. Tarımdan geçinen 7.000 kişilik bir ada için etkileyici bir eğitim altyapısı değil mi? 1950-1963 arası aynı zamanda adanın ticari olarak da İstanbul’a açılmaya, turizm işletmelerinin kurulmaya başladığı bir dönemdir. Yani İmrozlu Rumlar, Cumuriyet Türkiye’si içerisinde bir geleceğe inanmıştır, bu geleceğe ciddi şekilde yatırım yapmışlardır. 196O’ların başında ada çok mutlu ve aydınlık, umut dolu bir dönemden geçmektedir. Bunu sadece o dönemin fotoğraflarına bakarak da anlayabilirsiniz. Nitekim, ilk Mavi Yolculardan Azra Erhat 1950’lerde adayı ziyaret ettikten sonra kaleme aldığı bir yazısında, adadan ve adalılardan övgüyle bahsettikten sonra şöyle der: “İmroz, mutlu bir ada. İlkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan “Mutlular Adası”. Dolayısı ile, 1964’te başlayan “Rumsuzlaştırma” politikasının travması, İmrozlular için daha da ağır olmuştur. Örneğin köy cemaatlerinin üzerinde bu kadar yatırım yaptığı, toplum için çok değerli olan eğitim kurumlarının bir günde kapatılıvermesi, bugün bile hala insanların hazmedemediği bir durumdur. Yıkılmaya terkedilen ya da otele çevrilen, babalarımızın kendi elleri ile imece usulü inşa ettikleri o okul binaları hepimiz için hala açık birer yaradır. Tüm bunlardan dolayıdır ki, toplumsal belleğimizde hep “cennet gibi bir vatandan” kovulduğumuz imajı hakimdir. Evet, ne yazık ki, Azra Erhat’ın “Mutlular Adası”nın insanları birkaç yıl sonra “Büyük Göçü” yani “Exodus”’u yaşayacaktı. Kelimenin Yunan dilindeki anlamı “Çıkış”’tır ancak bugün literatürde sıkça “bir halkın kitle halinde göçünü” tanımlamada kullanılır. Bu büyük göçe neden olan idari uygulamaları kitaptaki birkaç makalede bulmak mümkün. O yüzden ben burada adanın yüzde kaçı istimlak edildi, ya da hangi önlemlerle insanlar zorla göç ettirildi konusunda sizi türlü kasvet verici sayılarla, listelerle yormayacağım, dediğim gibi bunların hepsi kitapta detaylı şekilde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde belgelenmiş olarak yer alıyor. Kendi açımdan ancak şunu söyleyebilirim: netice itibarıyla, 1964-1994 arasında, 7.000 kişiden 300 kişiye indirildik. 6 Bütün bunların niye yapıldığını ise, duygusal ve siyasi tanımlamalardan uzak ve bilimsel olarak, kitaptaki makalelerden Elif Babül’ün “İmroz’da Tanınma Siyasetleri” üzerine yaptığı çalışmada bulabiliriz. Burada geçen “Toplumsal Hafıza ve Resmi Aidiyet”, “Ulusal ve Otoktonun Zıtlaşması” gibi kavramlar adada olanların gerçek doğasını kavramamıza yardımcı oluyor. Babül’ün açıkça gösterdiği gibi, İmrozlu Rumlar, ada üzerinde “ulusal vatandaşlık tanımına sığmayan bir yerlilikten kaynaklanan bir aidiyet iddiası”’nda bulunmaktadır. Yani cemaat olarak 2.500 yıldır orada yaşadığınızı hatırlatmak, köyünüzün adının 370 yıldır kendi dilinizde Ağridia olduğunu, herkesin bunu böyle bildiğini belirtmek, ya da babanızın, dedenizin evinin, bağının bahçesinin doğal olarak size miras kalması gerektiğini söylemek, köy okulunu cemaatin inşa ettiğini söylemek gibi. O yüzden de –Babül’den alıntı yapıyorum: “(...) Türk devleti Rumların Ada’ya sahip olmalarına değil onu ancak yâd etmelerine izin vermektedir. (...) Bu otoriter yeniden tanımlama, Ada’nın Rum geçmişini geri döndürülemez bir tarih olarak kilitleyip vitrine kaldırmakta ve bundan sonra sadece yası tutulabilecek olan bir “nostalji” meselesi haline getirmektedir”. Peki, bütün bunların karşısında, artık yurtdışında yetişen ikinci ve üçüncü nesil insanlar olarak bizim tutumumuz ne olabilirdi? Düşünün: ailenizin, akrabalarınızın, aile dostlarınızın geçmişinin dümdüz edilmiş olduğu bir yere dönüyorsunuz. Orası sizin bugünkü yaşamınıza çok uzak bir yer. Ama aynı zamanda, gerçek anlamda vatan diyebileceğiniz tek yer. Baba evi üzerinize yazılamıyor, yabancı vatandaş olduğunuz için. Ailenin tüm tarlaları vaktinde istimlak edilmiş, şimdi başkaları ekip biçiyor. Adanın adı bile değiştirilmiş, köyünüzün adı da öyle. Her yerde size binbir hikaye, anı aktarılıyor. Ne Türkiye’de ama ne de Yunanistan’da kimse sizi dinlemiyor, yardımcı olmuyor. Siz aslında bir İmrozlu olarak diğer herkes için yoksunuz. Ama, tabii ki siz kendiniz bu kimliğinizin varlığını çok iyi biliyorsunuz. Ne yaparsınız? Sanırım ilk önce sizi dinleyecek birini bulursunuz. Son yıllarda, Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylık sürecinin de yardımıyla bu konuda çok olumlu gelişmeler yaşandığını söylemem gerekiyor. Herşeyden önce, ülkemiz Türkiye’de artık resmi makamlara direkt olarak sorunlarımızı 7 aktarabiliyor, onlarla çözüm yolları üzerinde konuşabiliyoruz. Bu çerçevede yurtdışındaki İmrozluları temsil eden heyetler hem Başbakanımız, hem Cumhurbaşkanımız, hem de Dışişleri Bakanımız tarafından kabul edildi. Adadaki yerel makamlar olan kaymakamlık ve belediye ile düzenli olarak temas içerisindeyiz. Çok olumlu bir şekilde gerçekleşen tüm bu temasların sonucu olarak bazı sorunların çözümünde ilerleme kaydedilmeye başlandı. Bunların başında gelecek sene bir Rum okulunun açılacak olması geliyor. Neredeyse 50 yıl sonra bu okulun açılmasına izin verilmesi şüphesiz geleceğe umutla bakmamızı sağlıyor. Ayrıca, İmroz’da yaşanan mülkiyet ve eğitimle ilgili sorunların 2004 yılından itibaren tüm AB İlerleme Raporları’nda yer aldığını burada not edebiliriz. Son olarak 2008’de Avrupa Konseyi Hukuk Komisyonu’nda Türkiye ve Yunanistan parlamenterlerinin ortak olarak desteklediği bir karar ile İsvçreli parlamenter Andreas Gross tarafından adada incelemelerin yapıldığını ve bunun ardından yayımlanan Gross Raporu’nun da tesbit edilen sorunların çözümüne yardımcı olmak için bir yol haritası çizdiğini de eklemem gerekiyor. Çünkü çözüm bekleyen çok ciddi sorunlar maalesef hâlâ var olmaya devam ediyor. Bunların başında vatandaşlık ve bundan kaynaklanan mülkiyet sorunları geliyor. Kısaca özetlemem gerekirse, adadan gitmeye zorlanan insanlar tabiatıyla o dönemde askere de gidemediği için geçmişte bu vesileyle vatandaşlıktan silindi. Bugün artık böyle bir uygulama yok. Ancak, eskiden mecburi olarak başka vatandaşlığa geçmiş olan bu insanlar, bugün artık adada miras edinemiyor. Burda hemen belirteyim, bu uygulamanın mütekabiliyetle alâkası yok. Çünkü hem miras konusunda Türkiye ile Yunanistan arasında mütekabiliyet şartlarının var olduğunu kabul eden Türkiye mahkemesi kararları mevcut hem de –en önemlisi- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre miras gibi mülkiyet hakları temel birer insan hakkı olup bunlar zaten mütekabiliyet çerçevesinde değerlendirilemez. Bu listeyi daha çok uzatabilirim. Ama burada asıl söylemek istediğim şu: Gerçekten son 6-7 yıldır resmi makamlar tarafından olumlu bir tutum değişikliği yaşıyoruz. Ancak, eğer insanların İmroz gibi bir yere dönmesini gerçekten istiyorsanız, o zaman onların pratikte oraya dönebilmesini, 8 onların insani haklarını kullanmalarını sağlayacak tüm tedbirleri yasal olsun, idari olsun almanız gerekiyor. Bugün karşılaştığımız sorunlar, eskiden bu amaçla çıkarılan yasalar ve yönetmeliklerle, yani bize karşı negatif ayrımcılık yapıldığı için doğdu. Sanırım bunlar artık ancak pozitif ayrımcılıkla yani yapılan haksızlıkları düzelten özel düzenlemelerle giderilebilir. Bugün tanıtılan eserin yayımı, İmroz Rumlarının gerçekten çok kritik bir dönemden geçtiği sırada yapılmaktadır. O yüzden, sözlerimi bitirirken, yurtdışındaki tüm İmrozlular adına, bu kitabı okuyacak olan Türk okuyucularına şu mesajı iletmek istiyorum: Bugün Avustralya’dan Amerika’ya, Belçika’dan Güney Afrika’ya kadar yeryüzüne yayılmış olan yaklaşık 15.000 kişi kendini hala İmrozlu olarak tanımlıyor ve kendisini bu ülkenin bir parçası olarak görüyor. Son 20 yıldır İmroz’a bu adayı çok sevdikleri için dönüyor, evlerini onarıyor, geleneklerini tekrar canlandırıyor. Ve son 5 yıldır da artık adaya temelli yerleşmek isteyen genç insanlarla yatırım yapmak isteyen işadamları artıyor. Bu, Türkiye’ye ait olan bir kültürün canlandırılması ve Türkiye’ye değer katmaya devam etmesi için belki de son fırsattır. Gelin, hep birlikte bunu değerlendirelim. Yaşadığımız global iletişim çağında, çağdaş bir Türkiye’de, “İmrozluların Yüzyıllık Yalnızlığı” artık son bulsun. Teşekkür ederim. Konstantinos Christoforidis İmrozlular Derneği (Atina) Yönetim Kurulu Başkanı 9