sunuş Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Başkanı Yeni Türkiye’ye Pusu Yeni yıla yeni sayımızla merhaba diyoruz. Yeni yılın hepimize, ülkemize, dünyamıza hayırlar getirmesini diliyoruz. Yaşamakta olduğumuz, görünürde şerden başka bir şey görmediğimiz olayların hayra dönüşmesini de diliyoruz. Muhakkak ki, fani ufkumuzla şer gördüğümüz bir çok şeyde büyük hayırlar olabilir. 17 Aralık’ta geride bıraktığımızı düşündüğümüz darbe teşebbüsü bambaşka aktörler marifetiyle ve yepyeni bir stratejiyle boy gösterdi. Görünürde yolsuzlukla mücadele gibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir masumiyetin arkasına saklanarak geldi darbe teşebbüsü. Darbenin darbe olduğunu aslında herkes görüyor da, bu darbenin, bütün darbelerde olduğu gibi, destekleyenlerinde daha büyük bir özgüvene yol açtığı görüldü. Çünkü yolsuzluk ve rüşvetle mücadele hiç mazeret gerektiren mücadeleler değil ve gerekçelerinin sepetinde rahatlıkla herkesi vurmaya yetecek kadar cephane bulunur. Çamuru yapıştırmaya görün, gerisi nasılsa medya desteği ve kampanyalarla gelir. Yolsuzlukla mücadele kuşkusuz karşı çıkılması bile düşünülemeyecek bir şey, ama ya yapılan bu mücadelenin kendisi bir sürü yolsuzlukla yüklenmişse. Ya hedef gerçekten yolsuzlukla mücadele değil de, birilerine atılan çamurla başka birilerinin vurulmasıysa? Veya bu yolla oluşturulan imajla Türkiye’nin tam bir yolsuzluk sarmalında olduğu izlenimi yaratılarak Türkiye çökertilmeye çalışılıyorsa? Buysa eğer, hedefe çoktan ulaşıldı ve doğru olduğu kabul edildiğinde bile, yakalandığı iddia edilen yolsuzluğun devede kulak kaldığı büyük bir zarara uğratıldı bile bütün ülke. Yapılan operasyonun daha şimdiden maliyeti 100 milyar doları aştı. Daha önemlisi de Türkiye’nin maruz kaldığı itibar kaybı ülkemizin nasıl bir güvenlik riskiyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor... Belki bu yüzden bu tür operasyonların değerlendirmesini hukukun çok daha büyük bir sorumluluk duygusuyla yürütmesi gerekiyor. Aksi takdirde sistemin kendini koruma içgüdüsüyle hareketi kendini yok etme riskini de üretebilir. Nitekim, gündemdeki operasyon sistemin usulüne uygun yapılmadığı için, sistemin koruma kurallarını da aşmış ve ülke için ciddi bir risk alanı oluşturmuştur. Siyasi unsurlar sistemin boşluklarını değerlendirerek siyasi bir hamle yapmışsa, sistemin kendini korumak için siyasi bir performanstan başka bir koruma alanı kalmamış demektir. O yüzden özü itibariyle siyasi olan ama yargıyı kullanan bu operasyona karşı cevabın da siyasi olmak zorunluluğu var. Konunun hukuk alanına çekilmesi, zaten pusu kurulmuş bir alanda bocalamak anlamına geliyor. Pusu orada kurulmuştur; o pusuya başını eğerek gitmenin bir erdem olduğu kandırmacasına kimse inanmamalı... Kim ne derse desin, 17 Aralık operasyonu Sarıkız ve Ayışığı’nın, Balyoz’un, 27 Nisan e-muhtırasının, 7 Şubat ve Gezi darbe teşebbüslerinin hizasına yazılıyor, neticesinin de bütün bu teşebbüslerin sonuçlarından farklı olmayacağı anlaşılıyor. Çünkü siyasetin siyaset dışı yollarla dizayn edilmesine karşı halkımızın şimdiye kadar sergilediği refleks bugün körelmiş değil, çok daha canlı olduğunun işaretlerini veriyor. Memleketin içinde uyumuş darbeci hücrelerin bir anda harekete geçerek ne kadar büyük çaplı bir saldırı başlatabiliyor olduğunu görmek, memlekete sahip çıkmak gerektiği duygusunu daha fazla besliyor. O yüzden önümüzdeki günlerin bir yeniden istiklal mücadelesine sahne olması mukadder görünüyor. Bu sayımızdaTürkiye’ye karşı kurulmuş olan bu pusuya ve bu pusuya karşı mücadeleye yer vermeye çalıştık. Görünen o ki, bu konu uzunca bir süre gündemde kalacağa benziyor. Ama Türkiye ve Dünya gündemine dair diğer konular da ihmal edilmedi. Ufuk açıcı ve katkı sağlayıcı okumalar diliyoruz. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 50 • Ocak 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Alper Tan Orhan Miroğlu Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Doğu Ergil Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Doç. Dr. Osman Can Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Faik Tarımcıoğlu Sinan Tavukçu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com 6 Yeni Türkiye’nin Yeni Darbecilerine Karşı Yeniden İstiklal Mücadelesi 42 Mısır: Devrim, Darbe ve Yıkıcı Kaos Doç. Dr. Ahmet Uysal 76 Prof. Dr. Yasin Aktay 16 21 Yeni Türkiye’de Yeni Vesayete Hayır! Serkan Şahin 46 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Anayası Tartışmaları Gölgesinde Mısır Aydın Bolat Öner Buçukcu Mısır ve Türkiye’deki Darbeci Müslümanlar Türkiye-Irak-Bölgesel Kürt Yönetimi Arasında Enerji Diplomasisi 50 Alper Tan 24 İktidarın Bitmeyen Görevi Vesayetle Mücadele 79 İhracatta Kırılan Rekorlar 500 Milyar Dolar Hedefi Dr. M. Levent Yılmaz 96 Küresel Projelere Küresel Darbe 98 2013’te İç Siyaset 53 İki Güç Arasında Ukrayna 56 Viktor Yanukoviç ve Ukrayna Muhalefeti Zeynep Songülen İnanç Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş 26 Son Operasyon Neyin Parçası? Prof. Dr. Talip Özdeş Yeni Türkiye Kurulurken 36 Çözüm Süreci’ni Engellemeye Yönelik Provokasyonlar Dr. Murat Yılmaz Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş 58 Asya Pasifikte Gerginlik 2013’ten 2014’e Dış Politika Panoraması: Değişen Küresel ve Bölgesel İttifaklar Denkleminde Türkiye Doç. Dr. Erkin Ekrem Prof. Dr. Birol Akgün 64 Abdülkadir Molla mı Yoksa Hukuk mu Katledildi? 100 Fuad Shahbazov 30 Alper Tan Doç. Dr. Mehmet Şahin Bülent Orakoğlu 86 Dr. Selman Öğüt 91 Terör ve Şiddete Karşı İslam’ın Yaklaşımı Prof. Dr. Ali Şafak 105 2013’te Savunma ve Güvenlik Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı Çalıştayı 108 2013 Yılının İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi 68 Hasan Ruhani Kimdir? 70 Ermenistan’la Normalleşmeyen İlişkiler SDE Haber Mehmet Fatih ÖZTARSU Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler Çalıştayı Sinan Tavukçu Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. Türkiye’nin Komşu Coğrafya ve Enerji ile İmtihanı 72 Türk Dış Politikasında Orta Asya’nın Anlamı: Nedir? Ne Olabilir ? Doç. Dr. Murat Çemrek 92 SDE Haber Prof. Dr. Aytekin Geleri Selvet Çetin Yeni Türkiye’nin Yeni Darbecilerine Karşı Yeniden İstiklal Mücadelesi Prof. Dr. Yasin Aktay Yeni Türkiye’de Yeni Vesayete Hayır! Aydın Bolat Mısır ve Türkiye’deki Darbeci Müslümanlar Alper Tan İktidarın Bitmeyen Görevi Vesayetle Mücadele Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Son Operasyon Neyin Parçası? Prof. Dr. Talip Özdeş Yeni Türkiye Kurulurken Dr. Murat Yılmaz Çözüm Süreci’ni Engellemeye Yönelik Provokasyonlar Bülent Orakoğlu İÇ POLİTİKA YEN TÜRKYE’NN Yen Darbeclerne Karşı Yenden İSTİKLÂL MÜCADELESİ Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Başkanı Başa mı Döndük? 17 Aralık 2013 tarh tbaryle Türkye yen br darbe türüne tanık oldu. Hayl uzun br darbeler tarhne sahp Türkye’nn darbe çeştllğ bakımından da yeternce zengn olduğu söyleneblr. Ancak bu seferknn gerçekten br başka olduğunu kabul etmek gerekyor. Başsavcısından habersz, aylar süren olağanüstü br gzllkle br savcının yürüttüğü br soruşturma hükümetn en tepesn hedef almış ve onu ndrmey kafaya koymuş gb harekete geçmş oldu. Darbe bu sefer en masum, en sempatk yanıyla kendn ortaya koydu: Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele. 11 yıldır hç br seçmle devrlemeyen ve hükümet performansı dolayısıyla yarattığı memnunyet sebebyle önümüzdek seçmlerde de devrlmes mümkün görünmeyen hükümete karşı lk anda alıcısı hazır, satışı ve tasvb garant br tham bu. Br savcının usulsüz de olsa başlattığı br soruşturma, dell görüntüler y uydurulduğunda ve lk usul engellern fl durum yaratılarak atlattığında zaten yansımaları engellenemeyecek br hal alır. O saatten sonra kmse, bu soruşturmanın hang usullere göre başlatılmış olduğuna ve delllern doğru olup olmadığına da bakmaz... 6 OCAK 2014 OCAK 2014 7 Bugün tarhmze artık 17 Aralık dye br darbe teşebbüsü daha yazılmıştır. Bu darbe de dğerler gb meşru hükümet gayrı meşru yollarla devrmey amaçlamış, bunun çn düzmece br dz bahane üretmş, bu bahanelern geçerllğn spatlamak çn kendne bağlı medya brlklernn marfetyle hakkat en ğrenç şekllerde çarpıtarak, önce gerçeklere hanet etmş ve tab bu esnada da fena halde enselenmştr. Seçimlere doğru gidilirken, adayların da ilan edilmesinin ardından, 13 ay önce başlatılmış ve aylar önce tamamlanmış bu soruşturmanın savcısının, alenen hükümeti hedef alması, konunun bir yolsuzluk ve rüşvet olmadığını yeterince gösteriyor. Savcıları harekete geçiren ve yönlendiren saiklerin bu arınma duygusu olmadığı, esasen 7 Şubat 2011 tarihinden beri yaşanan bir gerilimin bir halkası olmasından ayan beyan ortada. Doğrusu daha ilk etapta MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri dolayısıyla savcılıkla ifadeye çağrılması ile 17 Aralık arasında niyet ve hedef itibariyle tam bir süreklilik var. O gün de Hakan Fidan yoluyla hedeflenen başbakandı ve savcı yetkisi olmadığı halde başbakanın görevlendirmiş olduğu müsteşarını tam da işini yapıyor olmaktan dolayı ifadeye çağırıyordu, üstelik başbakan ameliyat için hastaneye kapanmışken. 17 Aralık operasyonu ile de bazı bakanların oğullarının gözaltına alınmasıyla başlayan operasyonun bir sonraki adımının doğrudan başbakanın ailesi olduğu görüldü. Türkiye 11 yıldır hem demokratikleşme hem de ekonomik bakımdan sürekli bir büyüme trendi içindeyken, bölgede önemli bir uluslararası güç haline gelmişken Türkiye savcılarının bu hareketinin Türkiye’ye maliyeti daha bu aşamada bile yüz milyar doları aşmış bulunuyor. 2071 yılını öngörmeye çalışan ve bunun hesaplarını yapan Türkiye’nin, görünürde yolsuzluğa karşı mücadele gibi masum bir kapıdan böyle bir saldırıya maruz kalması, güvenlik değerlendirmelerinin ne kadar karmaşık bir hale gelmiş olduğunu yeterince anlatıyor olmalı. Gözünü karartmış bir savcının isterse Türkiye’yi bir anda allak bullak edebilecek bir imkana sahip olabilmesi, hiç kuşkusuz, her şeyden önce Türkiye için ciddi bir güvenlik riskini işaret ediyor. Oysa Daha Sadece Bir Ay Önce Neler Konuşuyorduk? 17 Kasım tarihinde, Diyarbakır’da Başbakan Erdoğan ile Mesut Barzani’nin bir araya gelmesiyle 8 OCAK 2014 gerçekleşen muhteşem buluşmanın bölgede bütün dengeleri değiştirmeye aday olduğunu yazmıştık. Konu tabii ki basit bir buluşmadan ibaret değildi. Bu buluşma aynı zamanda Kuzey Irak petrolünün pazarlanmasıyla ilgili önemli anlaşmalar ve bundan doğacak para akışının düzenlenmesi de vardı. Bu buluşmanın ışığında bundan sonra sadece Kürt sorunu değil aynı zamanda bölgenin bütün unsurları için daha olumlu yeni bir geleceğin habercisi olduğunu da yazmış, ama şunu da eklemiştik: “Ancak bu kazançlardan kendilerine kayıp ihtimalleri çıkaracak aktörler de vardır. Bu aktörlerin neler yapacakları, nasıl bir tepki ortaya koyacaklarını öngörmeye çalışmak da lazım. Önümüzdeki günler, muhtemelen bu yan gelişmelerin ihtimalden gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğinin değerlendirilebileceği günler olacaktır.” Aradan sadece bir ay geçti. 17 Aralık’ta İstanbul’da gerçekleştirilen operasyon o ihtimalin gerçeğe dönüştüğü büyük bir saldırı olarak gerçekleşti. Kuşkusuz olayın uluslararası bağlamına bakmak istersek; Mavi Marmara’ya, hatta 2009 yılı Davos toplantısındaki “one minute” çıkışına, oradan da Mavi Marmara’ya kadar uzanan bir nedenler zincirine ulaşırız. Davos ve Mavi Marmara günlerinden beri bunun intikamıyla Türkiye’yi İsrail’in dışında tehdit eden geniş bir kalabalık görüyoruz. Bu kalabalık koronun arasında Hocaefendi’nin otorite iznine atıf yapan uyarısının basit bir uyarıdan öte ciddi bir ittifakın sinyallerini taşıyor olduğu bilhassa MİT müsteşarlığına karşı yürütülen kampanyalar yüzünden giderek gizlenemez hale gelmişti. Ama intikam alınması gereken Tayyip Erdoğan’ın demokrasi yoluyla hiç bir açık vermiyor olması, her geçen gün toplum nezdindeki sempatisini daha fazla kökleştiriyor olması, başka tedbirler almayı gerektiriyordu. Birileri şu Tayyip Erdoğan’ı durdurmalıydı. Ama Erdoğan’ın yönettiği ülke her geçen gün daha da büyüyor, güçleniyor, bölgede ve dünyadaki etkin- liği daha da artıyor. Kanal İstanbul projesini kuru bir seçim vaadi olmanın ötesine taşıyor, uygulamaya kalkıyor, İstanbul’a 3. Havaalanını, 3. Boğaz köprüsünü yapmaya kalkıyor. IMF’ye olan müzmin borcunu bitiriyor bir de IMF’ye borç vermeye kalkıyor. Yetmiyor bir de bölgede Irak’la, İran’la ve diğer komşularla kendi başına işler yaparak bütün İslam dünyasına, hatta başka ülkelere kötü örnek oluyor, bastırılan ülkelere ve halklara umut oluyor. iyi seçilmiş bir yoldu. Yoksa operasyonun kendisinden daha büyük bir yolsuzluk olamaz. Seçilen bu yol bile operasyonun içerdiği yolsuzluğun, kuralsızlığın, saldırganlığın sadece ne kadar büyük çaplı olduğunu gösteriyor. Teknik takibi aylar önce bitmiş ve birbiriyle alakasız birkaç soruşturmanın seçimlere yaklaşıldığı bir zamanda bu sansasyonel vurguyla operasyona dönüştürülmesinden daha âlâ bir yolsuzluk mu olur? Onun daha önceki performansıyla verdiği bu umutlar Arap Dünyasında bahar dalgaları yarattı zaten, toparlamak için Batılılar öne sürdükleri bütün değerlerden vazgeçmek, hiç bir şekilde savunulamayacak askeri darbelere destek olarak durdurmak zorunda kaldı. O yüzden başbakanı, aslında onun üzerinden Türkiye’yi cezalandırmak veya geriletmek için eldeki enstrümanlar birer birer tüketiliyor, geriye sahaya sürülebilecek en son kozlar kalıyordu. Esasen, amaç gerçekten pekala en ideal demokrasilerde bile olabilecek bir yolsuzluk ve rüşveti ortaya çıkarmak ve suçluyu yakalamaksa, bunu yapmanın bin bir çeşit yolu vardır. Bunu hükümete karşı tahrip gücü yüksek parça tesirli bir hale getirmek bu yollardan bir yol değildir. Hele olayla ilgisi olmayan unsurların etkileneceği, zarar göreceği bir operasyon yapmanın nedenleri ve sonuçları üzerinde iyice düşünmek gerek. Yapılan operasyonun daha şimdiden maliyeti hem Türkiye’nin ekonomisi üzerinde 100 milyar doları aşkın bir maddi kayıp ama daha önemlisi de Türkiye’nin maruz kaldığı itibar kaybı olmuştur. Belki bu yüzden bu tür operasyonların değerlendirmesini hukukun çok daha büyük bir so- Yolsuzlukla Mücadele veya Yolsuz Darbecilerin İktidar Mücadelesi Operasyonun yolsuzluk ve rüşvetle ilgili boyutu tabii ki sadece etkisini, tahrip edici gücünü artırmak için OCAK 2014 9 17 Aralık darbe teşebbüsünde cansperane öne atılanlar bell k Erdoğan’sız ve Ak Part’sz br Türkye’nn olablrlğn görmüşler. Brler onlara böyle br Türkye smülasyonu göstermş olablr. O yüzden hçbr ahlak ve yasal sınır tanımadan yüklenyorlar. Cemaatin Yıkıcı Stratejisi Bu arada, 17 Aralık darbe teşebbüsünde cansiperane öne atılanlar belli ki Erdoğan’sız ve Ak Parti’siz bir Türkiye’nin olabilirliğini görmüşler. Birileri onlara böyle bir Türkiye simülasyonu göstermiş olabilir. O yüzden hiçbir ahlaki ve yasal sınır tanımadan yükleniyorlar. rumluluk duygusuyla yürütmesi gerekiyor, tam da bundan dolayı bu tür operasyonlarda aslında yargı bürokrasisinin kendi tedbirleri vardır. Bu tedbirler tam da bu tür kazalara karşı ülkeye zarar gelmemesi için sigorta görevi görür. Aksi takdirde sistemin kendini koruma içgüdüsüyle hareketi kendini yok etme riskini de üretebilir. Ne var ki, gündemdeki operasyon sistemin usulüne uygun yapılmadığı için, sistemin koruma kurallarını da aşmış ve ülke için ciddi bir risk alanı oluşturmuştur. Siyasi unsurlar sistemin boşluklarını değerlendirerek siyasi bir hamle yapmışsa, sistemin kendini korumak için siyasi bir performanstan başka bir koruma alanı kalmamış demektir. O yüzden özü itibariyle siyasi olan ama yargıyı kullanan bu operasyona karşı cevabın da siyasi olmak zorunluluğu vardır. Konunun hukuk alanına çekilmesi, zaten pusu kurulmuş bir alana çekilmek anlamına geliyor. Pusu orada kurulmuştur ve o pusuya başını eğerek gitmenin bir erdem olduğu kandırmacasına kimse inanmamalı. Yargı tabii ki hükümetten bağımsız hareket eder ve tabii ki, suçu işleyen kim olursa olsun tepesine biner, ama yargı, hakimiyle, savcısıyla, suçu işleyen kişiye bile düşmanca bir tutum sergileyemez. Savcının soruşturduğu insanların sadece aleyhine olanı değil lehine olanı da değerlendirmek zorunda ol- 10 OCAK 2014 masının hikmeti budur. Hele başbakana düşmanca bir tutum içinde hiç olamaz. Oysa bu olayda hedefi doğrudan başbakan olan bir saldırı görüntüsü var ve tam da bundan dolayı hiç kimse bunun bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonu olduğuna inanmıyor. Operasyon ekibinin içinde yer alan medya ne anlatırsa anlatsın bu olay Sarıkız ve Ayışığı’nın, Balyoz’un, 27 Nisan e-muhtırasının, 7 Şubat ve Gezi darbe teşebbüslerinin hizasına yazılıyor. Bu yeni teşebbüste yer alan aktörler ve yer aldıkları ittifakın sürpriz keyfiyeti darbecilerin hile ve desiselerinin sadece ne kadar büyük olabildiğini anlatıyor. Hatırlatalım ve uyaralım: Bu, karşısında sürekli yenilmeye bir türlü doyamadıkları, hezimete uğramaktan bir türlü usanmadıkları Başbakan Erdoğan’ı daha fazla güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Şimdiye kadarki bütün darbe teşebbüslerinin akabinde hep aynı şey oldu: Halk Erdoğan’a yönelen tehdidi kendi üstüne alıyor. Erdoğan’ın şimdiye kadar girdiği bütün kavgalar, halkın kendini onunla haklılık ve iyilik temelinde özdeşleştirmesini sağlamıştır. Bu sefer saldırının yolsuzlukla mücadele gibi masum bir kılık içinde gelmiş olmasının da bir şeyi değiştirmeyeceği anlaşılıyor. Operasyon sonrası başbakanın gittiği her yerde karşılanırken sergilenen coşku bunun en iyi ifadesi. Ortalık sakinleşince neler kaybediyor veya kaybettiriyor olduklarının hesabı daha iyi görülecektir. Böyle bir kavgaya temsil ettikleri değerler adına giriyor olduklarını söyleyemeyecekler, çünkü daha bu kavgaya girerken ilk ihanet ettikleri o değerler oluyor. Kuşkusuz daha sonra bu kavgada kimden ne ummuşlarsa onunla baş başa kalacaklardır. O baş başa kaldıkları yola çıkarkenki refikleri olmayacak, bu şimdiden belli olmuş oldu. Ancak o esnada onlarla nasıl bir arada beraber yaşayabilecekleri de şimdiden merak konusu hale gelmiş bulunuyor. Çünkü şimdiye kadar kıyasıya düşmanlık ediyor göründükleriyle aralarına girmiş bulunan husumeti atlatmaları kolay olmasa gerek. Bir açıdan bakıldığında bu yeni siyasal tutumun bir tür çılgınlık olduğu da görülüyor. Belki bir öfke anında, bir patlama olarak hiç bir şey görülmeyebilir. Oysa bu operasyonların çok önceden hazırlığı yapılmış bir stratejik akla dayandığı anlaşılıyorken bunca hazırlığın bir intihar saldırısı çılgınlığına boca edilmesi şimdilik anlaşılmayan tek tarafı bu işin. Birilerine kendilerini şirin göstermek üzere yürütülen, son derece sabırlı ve ısrarlı, kamu diplomasisinin mantığıyla hiç bağdaşmayan bu son tavırların öfkeyle kalkanın zararı olarak geçiştirilmesi herhalde mümkün değil. O halde geriye ne kalıyor? Birileri tarafından bunca sabırla sağlanmış birikimin kiralanmış olması ve hoyratça kullanılıyor olması bir ihtimaldir. Hocaefendi’nin Amerika’da bulunuyor olması bu yöndeki açıklamaları bir nebze olağan ihtimal olarak karşılamayı sağlıyor. Cemaatin hükümete karşı son çıkışı, önceden hazırlığı ve istihkamı yapılmış bir stratejiye dayanıyor olsa da bu strateji yapıcı değil yıkıcı bir strateji. Bu yıkımın üzerine ne inşa edilebilir? Cemaat açısından da bunun cevabının olduğunu sanmıyorum. Şayet bu yıkımın üzerine kendi saltanatını müstakbel müttefikleriyle inşa edebileceğini düşünüyorsa, bu, şimdiye kadar yürütülen kamu diplomasisiyle de, küresel performansla da hiç bir şekilde telafisi kabil değildir. Şecaat Arz Ederken Darbesin Söyleyenler Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele üzerinden bir güç ve gövde gösterisi yapma, şecaatini ele güne arz etme zehabına kapılan illegal yapılanma, şecaatini arz ederken sirkatini de ifşa etmiş oldu. Yolsuzlukla mücadele eden birimin kendisi bir yolsuzluk mantığıyla hareket ediyorsa, hiç bir meşru dayanağı ve yetkisi olmadığı alanlara fütursuzca giriyorsa, ortaya çıkaracağı yolsuzluğun toplumsal temizlenmeye değil daha fazla kirlenmeye yol açacağı gün gibi açıktır. Meşru iktidara karşı bir darbe yapıldığında, bu darbeyi harekete geçiren yanlışlıklar ne olursa olsun, askeri darbenin kendisi bir cürümdür, bir ahlaksızlık, bir tecavüzdür. Zaten uydurduğu bahaneler sayesinde kendisine yeterince halk desteği bulamamış bir askeri darbe olmamıştır. Bugün tarihimize artık 17 Aralık diye bir darbe teşebbüsü daha yazılmıştır. Bu darbe de diğerleri gibi meşru hükümeti gayrı meşru yollarla devirmeyi amaçlamış, bunun için düzmece bir dizi bahane üretmiş, bu bahanelerin geçerliliğini ispatlamak için kendine bağlı medya birliklerinin marifetiyle hakikati en iğrenç şekillerde çarpıtarak, önce gerçeklere ihanet etmiş ve tabii bu esnada da fena halde enselenmiştir. 7 Şubat darbe teşebbüsü başbakan hastayken MİT Müsteşarını ifadeye çağıran savcılar marifetiyle yapılmıştı. Bir ülkenin bütün güvenlik sırlarını ve sorumluluğunu elinde tutan bir insan, bir savcının ifadeye çağırması mesafesinde dokunulabilir olduğunda, o yargının bağımsızlığı adına ancak kullanılışlı aptallar gurur duyar. Buna rağmen bu darbe teşebbüsü bir savcının haddini bilmezliği olarak geçiştirilebilirdi ama aynı yayın grubunun bütün elemanlarıyla ve ıs- OCAK 2014 11 Operasyon ekbnn çnde yer alan medya ne anlatırsa anlatsın bu olay Sarıkız ve Ayışığı’nın, Balyoz’un, 27 Nsan e-muhtırasının, 7 Şubat ve Gez darbe teşebbüslernn hzasına yazılıyor. Bu yen teşebbüste yer alan aktörler ve yer aldıkları ttfakın sürprz keyfyet darbeclern hle ve desselernn sadece ne kadar büyük olabldğn anlatıyor. rarla bu hadsizliği savunmaya geçmeleri darbenin, resmen üstlenilmiş olduğunu gösterirken, faili meçhul kalmamasını sağlamış oldu. Sivil Toplum ve Devlet İçinde Örgüt 17 Aralık operasyonu dolayısıyla açığa çıkan veya çıkma ihtimali olan bir yolsuzluk ve rüşvet varsa bunu elbette ki hiç kimsenin savunması, tolere etmesi asla mümkün değildir ve olmayacaktır. Onun da üstüne gidilecektir, gidilmelidir. Ama bence bu operasyon dolayısıyla asıl açığa çıkan çok daha büyük bir gayrı meşru yapılanma vardır. Bu ikincisinin üzerine gitmek çok daha önemli. Gülay Göktürk’ün isabetle kaydettiği gibi, böyle bir yapılanmanın olduğu yerde hiç kimse güvende değildir. Çünkü bu yapılanma devlet içinde hiçbir hukuka tabi olmayan bir çete devletin bütün tavırlarını sergiliyor. Bu çete devletinin elindeki meşru imkanları gayrı meşru amaçları için suistimal ediyor olduğu çok açık. Polisin düzenlediği operasyonu destekleyen yayın kampanyaları ve saygın insanlara dönük iğrenç karalama faaliyetleri, bir yerlerde herkes hakkında yıllar öncesinden başlayan ciddi dosyalamaların yapılmış olduğunu gösteriyor. malde demokratik bir toplumda asla sorun teşkil edecek şeyler değildir. Bir göreve gelenlerin toplumsal, kültürel aidiyetlerine de bakılmaz. Yıllarca Türkiye’de bu vatandaşlık kriterinin geçerli olmasının mücadelesini verdik. Ancak bu yapıların kendi aralarında devlet hiyerarşisini by-pass edecek şekilde, devlet yetkisini kullanıp devletten bağımsız bir biçimde hareket edecek şekilde ayrı bir yapılanmaya gitmeleri sivil toplumun meşruiyet sınırlarını aşar. Bu artık toplum güvenliğini tehdit eden bir hal almış demektir. 17 Aralık’ta karşımıza çıkan garip cunta yetkisini veya meşruiyetini devletten değil, sadece bir defalığına enselemiş olduğu izlenimini verdiği yolsuzlukla mücadele havasından alıyor. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Türkiye tarihinde daha önceki darbeler ülkeyi terörden, anarşiden kurtarma iddiasıyla sempati toplamaya çalışmıştı. Zamanla, kendisinden kurtardıklarını söyledikleri anarşi ve terörü, sırf kendilerine kurtarma ortamı sağlamak için kendilerinin ürettikleri anlaşıldı. Hoş, gerçekten de terör ve anarşi olsaydı bile onların darbe yapmasını haklı kılacak bir şey değildi, ama onlar fiili durum yarattıklarında kimsenin gerçekten terör var mıydı, yok muydu sorusunu soracak hali kalmamış oluyordu. Bugünse yolsuzluk ve rüşvetten kurtarma bahanesiyle hükü- mete öldürücü darbeyi vuranların toplumdan bekledikleri meşruiyet, başlı başına büyük bir yolsuzluğa dönüşmüş durumda. Yapılan soruşturmaların içindeki usulsüzlükler, aylar öncesinden birilerini özellikle hedef alarak, onları bir şekilde tufaya düşürme kastıyla büyük bir medya ve algı yönetimi eşliğinde yürütülen soruşturma ve operasyon, darbenin aslında konvansiyonel stratejisini takip ediyor. Amaç gerçekten rüşveti veya yolsuzluğu yakalayıp ülkeyi bir ahlaksızlıktan kurtarmak değil, zamanlaması ve hedef gözetimi itibariyle hükümeti düşürmeyi gerektirecek bir yolsuzluk kanserinin ülkeyi sarmış olduğu izlenimi yaratmaya çalışmak. Bir savcının hedeflerini, görevlerini ve sorumluluklarını fazlasıyla aşan bir hedeftir bu. Oysa savcının görevi, soruşturma esnasında soruşturduğu kişileri hasım gibi görmemek, varsa aleyhine olanlar kadar lehine olan delilleri de bulup ortaya çıkarmaktır. Yolsuzluk Operasyonu ve Arınma, Ekonomiyi Germez Yargı cuntası operasyonu yaparken devlet çarkının işleyişinden bağımsız hareket ettiği için toplumun tamamında büyük bir gerilim yaratıyor. Yolsuzlukla mücadele ve temizlik hareketlerinin normalde ekonomide, borsada bir rahatlamaya yol açması ve mesela borsanın buna tepki olarak yükselmesi beklenir. Çünkü yolsuzlukla mücadele pazara güven verir ve ekonominin artık daha adil ve hakkaniyetli işleyeceğini hissettirir. Oysa operasyonun başladığı saatten itibaren borsa bu gidişatı endişeyle karşıladı ve on gün içinde yüz milyar doları bulan bir kayıp gerçekleşti. Yetim hakkını koruma sloganlarını da tepe tepe satan böyle bir operasyonda, daha ilk aşamada yetimlere kesilen faturanın boyutu bu. Daha iki hafta öncesine kadar dershane meselesini tartışıyorduk. Bu esnada Samanyolu, Bugün ve Zaman yayın grubunun sergilediği akıl almaz propagandadaki abartılara, ithamlara ve kampanyalara bakarak, meselenin dershaneden ibaret olamayacağını düşünmüş ve tahminimi söylemiştim. Sanırım tepede birileri Cemaatin tabanını AK Partiye küstürmeye, AK Partiyle arasına onulmaz bir kırgınlık yerleştirmeye çalışıyordu. Bu sayede belki de camianın tabanını başka bir partiye taşımak daha kolay olacaktı. Orada camianın oy oranının aslında hiç önemli olmadığını eklemeyi ihmal etmişim. Gerçekten de cemaatin herhangi bir seçimde AK Partiye karşı sadece kontrol ettiği oy oranıyla veya o oyları yönlendirmek suretiyle konuşmayacağını biliyordum ama doğrusu ben bile bu şeklini tahmin edememiş- Bu yapılanmadan temizlenme iradesine karşı yargıya müdahale eleştirilerinin hiçbir anlamı yok. Türkiye’de meşru devlet yapılanmasının dışında teşekkül etmiş, gücünü ve talimatını yasal amirlerinden değil, “dışarıdan”, devlet hiyerarşisinin dışındaki bazı odaklardan alan bir yapılanma var karşımızda. Bu yapılanma aylardır Türkiye’de veya Türkiye üzerine cereyan etmekte olan bir yabancı nüfuz kavgasının orta yerinde yabancı ve illegal unsurlar lehine bir hareketle karşımıza çıkıyor. Bu boyutuyla doğrudan Türkiye’yi hedef alıyor. Sivil toplumun veya cemaatin mensubu diye birilerinin devlet içinde şu veya bu göreve gelmesi nor- 12 OCAK 2014 OCAK 2014 13 götürmeye onu sevk eden duyguların kaynağı nedir? Cidden meraka değer bir konu... O hiddet, o öfke, şimdiye kadar Allah’a ve Peygamberine karşı alenen savaş açmış insanlara gösterilmemiş, şimdi nerden icap etti? Müslümanların canlarını ve mukaddesatını çiğnemeyi mutat hale getirmiş İsrail’e, emperyalist katillere, 28 Şubatçılara bir kem sözünü duymadığımız Hocaefendi’nin bir anda beddua performansına yönelmesinin anlamı ne? Bir öfke anında söylenip geçiştirilmemiş, belli ki çok önceden hesaplanıp hazırlanılmış bir beddua bu. Canlı yayın kazası falan da değil. Kameranın önünde poz verilerek, jestler ve mimikler ustaca ayarlanarak yapılmış olan bu beddua performansı kaydedildikten sonra muhtemelen defalarca izlenip, ince elenip sık dokunduktan sonra yayına konulmuş. Bu performansın nasıl anlaşılacağı, nasıl bir etki yapacağı, nasıl algılanacağı hesaplanmış. tim. Cemaati yönetenler, gerçekten de tabanlarını AK Parti’den uzaklaştırmaya çalışıyor, ama bizzat kendi oylarının bir yekun tutacağına güvendiklerinden değil. Veya oylarının böyle bir çatışmadan sonra bir yekun tutabileceğine inanıyorlarsa belli ki birilerine iyi pazarlamışlar. Oysa bilhassa başbakanı karşısına almış bir cemaatin peşinden gidebilecek oyların sayısının çok sınırlı olduğu belli. Ancak sadece oylarını birilerine abartarak pazarlamamışlarsa da, belli ki içine girilmiş AK Parti’yi bitirme sehemine operasyon gücü, yıllar içinde biriktirilmiş şantaj dosyaları, medya gücü ve yargıdaki nüfuzla katkıda bulunuluyor. Dışarıya Gezi hadiselerinden beri özenle çizilmeye devam edilen “diktatör Erdoğan” imajı, sehemin çok önceden kurulduğunu ve camianın da bu sehemin en hırslı ortağı olduğunu gösteriyor. Amaç gerçekten rüşvet veya yolsuzluğu yakalayıp ülkey br ahlaksızlıktan kurtarmak değl, zamanlaması ve hedef gözetm tbaryle hükümet düşürmey gerektrecek br yolsuzluk kansernn ülkey sarmış olduğu zlenm yaratmaya çalışmak. Br savcının hedeflern, görevlern ve sorumluluklarını fazlasıyla aşan br hedeftr bu. 14 OCAK 2014 Cemaat adına hareket edenler şu ana kadar yürüttükleri AK Parti karşıtı kampanyada hiç bir sınır tanımadıklarını gösterdiler. Oysa şimdiye kadar AK Parti iktidarından en fazla kendilerinin yararlanmış olduklarını bilmeyen de yok gibi. Yeni dönemde bu yararı gözden çıkarmaya kendileri açısından değecek nasıl bir hesabın içinde oldukları meraka değer bir konu. Belli ki, “Hırsızlarla uğraşmak yerine onları yakalayanlarla uğraşanlar”diyerek bedduasına hedef kıldığı insanların daha mahkemesi başlamadan hırsız olduklarına karar vermiş. Peki, nasıl, hangi bilgiyle karar vermiş? Böyle bir beddua performansının tam da hedefin kim olduğuna dair mesajını çok iyi anlamış olan yargı mensuplarına bir talimat anlamına geldiğini, anlamayan var mı? Talimat Gibi Beddua Daha ötesini söyleyelim: Dershane tartışmasından Türkiye’ye karşı uluslararası bir saldırının taşeronluğuna nasıl uzandık? Bu baş döndürücü yolculuğu anlamlandırmak, hazmetmek o kadar kolay olmasa gerek. O yüzden herkesin zihninde ve kalbinde gerçek bir travmanın etkileri var. “a. Evlerine ateş düşmesi, Hocaefendi’nin bu süreç içinde bütün saygınlığını riske edecek şekilde bütün varlığıyla kendini çatışma sahasına atması neyin ifadesi? Şimdiye kadar İslam’ın azılı düşmanlarına karşı başvurmadığı (başvurmak ne kelime, onlara karşı sürekli olarak diyalog ve hoşgörüyle yaklaşmışken) bu şiddet ve celali şimdi müminlere karşı, hele bütün dünyada Müslümanların kalbinde müstesna bir yere sahip bir insana ve sevenlerine karşı sergilemesi neyin ifadesi? sözleri salt beddua değil, bir savaş stratejisinin adımlarını çağrıştırıyor daha ziyade. Bu bedduanın muhatabı, zalimlere asla yardım etmeyecek olan rahmet ve merhamet sahibi Allah değil, talimatı yerine getirecek olan hizmete amade polis ve yargı birlikleri. Hukuka, ahlaka, dine, vicdana aykırı davranışlar karşısında bir hüküm olarak işi lanetleşmeye kadar Operasyonun yolsuzluk ve rüşvetle lgl boyutu tab k sadece etksn, tahrp edc gücünü artırmak çn y seçlmş br yoldu. Yoksa operasyonun kendsnden daha büyük br yolsuzluk olamaz. Seçlen bu yol ble operasyonun çerdğ yolsuzluğun, kuralsızlığın, saldırganlığın sadece ne kadar büyük çaplı olduğunu gösteryor. Hükümet mensuplarının ileriye dönük bütün siyasi kariyer planları bozulacak, önlenemeyen yükselişleri durdurulacak demek. Meşru demokratik yollarla yapılamayan yapılmış olacak ve başta Başbakanın Cumhurbaşkanı olması engeellenerek, önümüzdeki bütün seçimleri de kaybetmesi sağlanarak önleri bu yolla kesilmiş olacak. Bu korkunç stratejik planın bir beddua diliyle gereğini yapacaklara duyurulması güncel darbemizin özgün karelerinden biri olarak kaydedildi bile. Talimatlar başarıyla yerine getirildiğinde beddua tutmuş olacak, hoca da keramet göstermiş olacak. Zaten kendisini uçurmakta olan şakirtler artık ışınlamaya geçmiş olacaklardır. Tutmadığında ise, zaten sadece bedduaydı diye geçiştirilecek. Görelim Mevla’m neyler... b. Birliklerinin bozulması, c. Bir şey olamamaları, d. Önlerinin kesilmesi” Bu talimatla harekete geçen ve militan gibi öne çıkan polis ve yargıçlarca atılan adımlar hükümete yakın bir çok insanın evine ateş düşürecek demek. Talimatla, şantajla ve baskıyla istifa ettirilecekler yoluyla ve diğer etkilerle birlik bozulacak demek. OCAK 2014 15 İÇ POLİTİKA Yeni Türkiye’de Yeni Vesayete Hayır! Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Türkiye’nin Bağımsızlık Mücadelesi 17 Aralık Operasyonu ile doğan krizi anlayabilmek için biraz geriye bakmamız ve Türkiye’nin değişim mücadelesinin kilometre taşları ile vesayetten kurtulma süreçlerini hatırlamamız gerekiyor. Bürokratik vesayet rejimi, ‘Derin Devlet’ kurgusuyla yapılanmış yerleşik statüko ‘eski Türkiye’nin kodları olarak dimdik ayaktayken son on yılda Türkiye bir ‘sessiz devrim’e sahne oldu. 2002 yılında AK Parti’yi % 34 oyla iktidara getiren halk iradesi sonraki seçimlerde % 47 ve % 50 ile değişim sürecini, gövdesini koyarak destekledi. Bu destek 2010 yılında Anayasa Reformunda % 58, Cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi için yapılan referandumda % 65’lere kadar ulaştı. Millet iradesini engellemeye çalışan ve siyasi iktidardan pay talep eden tüm girişimler akamete uğratıldı. 2006 Danıştay cinayeti, Cumhuriyet mitingleri, Ergenekon hamleleri, darbe teşebbüsleri, Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, AK Parti kapatma davası, 27 Nisan Muhtırası, 367 krizi, 2009 andıcı, referandum ittifakı gibi bütün derin tertipler boşa çıkarıldı. Hepsinin sonuçları demokratik değişim sürecinin daha da güçlenmesine hizmet etti. Halkın desteği arttıkça değişim siyaseti daha da güçlendi, cesaretlendi. Siyasi irade güven verdikçe halkın desteği artarak devam etti. Ardı ardına demokratik reformlar yapıldı. 2006’da derin devletin karargâhı olan üstyapının ortadan kaldırılması Türkiye için bir milat oldu. 2007’de açılan Ergenekon, Balyoz ve diğer derin davalar, sürecin güçlenmesine ve demokratik adımlara ivme kazandırdı. 2010 Anayasa referandumunun sonuçları adeta statükonun belini kıran bir hamle oldu. Askeri vesayet, yargı vesayeti iyice geriletildi. Bürokratik vesayet direnci büyük 16 OCAK 2014 ölçüde kırıldı. Siyasi iktidar muktedir olmaya başladı. Daha ileri reformlar, Yeni Anayasa ve ‘çözüm süreci’ için özgüven buldu. Siyasi ve ekonomik istikrar, stratejik itibar Türkiye’yi yükselen demokrasiler ve büyüyen ekonomiler arasına soktu. Türkiye’nin bölgesel gücü arttı ve küresel rolü etkinleşti. Tam bu aşamada içeriden ‘otoriteleşme’, dışarıdan ‘eksen kayması’ eleştirileri yapılmaya başlandı. Değişim koalisyonundan çözülmeler başlarken küresel egemen güçlerden engellemeler, Yeni Türkiye vizyonuna hamleler gelmeye başladı. İç ve dış komplo ve provokasyonlar birbirini tetikleyerek ülkenin istikrarı bozulmaya çalışıldı. 2012 yılına kadar statükocu, laik, elit ve CHP gibi muhalefet çevrelerinden gelen tepkiler dışarıdan İsrail ve Neocon mahfilleri tarafından desteklendi. Bu hamleler başarılı olamayınca, ‘Yeni Ankara’yı durduracak başka araçlar devreye sokuldu. Siyasi iradeyi içeriden engelleyecek girişimler başladı. Ne yazık ki bundan sonraki operasyonlarda ‘olağan şüpheli’ hep cemaat oldu. Genel algı böyle oluştu. 7 Şubat 2012 MİT Krizinde Müsteşar Hakan Fidan, Oslo Süreci üzerinden hazırlanan dosya kapsamında ifadeye davet edildi. Hedef onu ve ekibi görevlendiren Başbakan’dı. Oslo Süreci, bugün bir senedir başarıyla yönetilen ‘Demokratik Çözüm ve Barış Süreci’nin temelini oluşturdu. Bir senedir şehit cenazesi gelmiyorsa, analar ağlamıyorsa, akan kan durmuşsa, giden canlar engellenmişse bu sürecin kazanımıdır. Erdoğan bu emniyet-yargı operasyonuna MİT kanununda yaptığı bir değişiklikle yani MİT yetkililerinin soruşturulmasını Başbakanın iznine bağlayan yasa hamlesiyle cevap verdi. Özel yetkili mahkemeler kaldırıldı. Görevini kötüye kullanan emniyet görevlilerinin görev yerleri değiştirildi. Reyhanlı’da 53 kişinin katledildiği bombalamalarda hükümetin gücünü kırmak, itibarsızlaştırmak, bedel ödetmek ve Suriye üzerinden mesaj vermek için tertiplendi. Yankıları ve etkisi çok büyük oldu. 2013 yılının başından itibaren yürütülen ‘Çözüm Süreci’, içeriden ve dışarıdan sayısız provokasyonlarla engellenmek ve bitirilmek istendi. ‘Gezi’ Türkiye için bir tatbikat alanı oldu. 1,5 milyon halkı ayaklandıran ciddi bir isyan bertaraf edildi. Ak-kara tüm renkler belli oldu. ‘Gezi’ ve ‘dershane’ üzerinden yürütülen kampanyalarda aynı oyun, aynı senaryo ve aynı aktörler işbaşındaydı. OCAK 2014 17 Sadece figüranlar değişti. Hedef: “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun.” Asıl amaç ise, ‘Yeni Ankara’yı hapsetme mücadelesiydi. İkisi de değişim sürecine provokasyondu. Bu çabalarla Türkiye, Suriye konusunda tam ortadan yarıldı ve bundan dolayı adım atılamadı. Mısırdaki darbe, Türkiye’nin İslam Dünyasındaki etkinliğini ve Arap Baharı’ndaki rolünü kırma girişimidir. Mesele ‘Gezi’deki ağaçlar değildi, maalesef ‘dershane’ de değildi. Peki, mesele ‘yolsuzluk’ mu? 17 Aralık Operasyonu: ‘Yeni Türkiye’ye Darbe Girişimidir!’ Bütün bu olanlardan sonra ‘sıcak geçecek sonbahar’ı geride bırakırken, eksi derecelerde seyreden hava şartlarında kışa girerken, Türkiye, 17 Aralık operasyonuyla ‘ateş’ gibi bir gündemle sarsıldı. Bir devlet bankası olan Halk Bankasının genel müdür ve yöneticileriyle, bazı bakanları, bakan çocuklarını, Fatih Belediye Başkanını ve bürokratlarını, TOKİ Yöneticileri ve bazı ünlü iş adamlarını kapsayan, 94 civarında kişinin gözaltına alındığı ‘bomba’ tesirli kapsamlı bir operasyon gerçekleştirildi. Adı ‘yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklama operasyonu’… Erdoğan, hükümet ve AK Parti’ye karşı çok önceden hazırlanmış; kurgusu, zamanlaması manidar kuşkular taşıyan sinsi, kuralsız ve gözü kara ve oldukça karmaşık bir operasyon… 17 Aralık operasyonunun anlamı; ‘yeni Türkiye’nin bölgesel ve küresel adımlarının önü kesmek ve gözdağı vermektir. ‘Yeni Ankara’ küresel emperyalist güçler adına ve hesabına içeriden ihanete ve operasyona uğruyor. Üç ayrı soruşturma, üç ayrı operasyon neden bir araya getirildi? Halk Bankası, TOKİ, Fatih Belediyesi hangi ilgiyle birbirlerine bağlandı? Elmalar, armutlar, portakallar nasıl aynı sepete konuldu? Ortak noktası hepsinin de hükümeti hedef alması mı? Soruşturma zamanları farklı, konuları apayrı üç operasyon ‘bomba tesiri yüksek olsun’ diye mi birleştirildi? Bir ülkenin istikrarı, ekonomik güvenliği, uluslararası itibarı birkaç savcı ile birkaç polis şefinin inisiyatifine, insafına ve sorumluluğuna bırakılabilir mi? Buna yargının bağımsızlığı, soruşturmanın gizliliği deyip geçebilir miyiz? Üç savcı, birkaç polis şefi; Başbakanı, bakanları, hükümeti hedef alan, uluslararası finans piyasasında aktör olan büyük bir devlet bankasıyla ilgili siyasi sonuçları aşikâr olan bir operasyon için bütün makamları aşarak düğmeye basıyor. Soruşturmanın gizliliğine peki, ama hükümeti yıkabilecek, ülkenin ekonomik güvenliğini tehdit edecek bir operasyon için başsavcı da mı bilgilendirilmez! Buna hangi devlet sistemi, hangi rejim anlayış gösterir? Bu sıradan bir adi operasyon mu? Başbakan değil tüm devlet uyutuluyor, atlatılıyor, ama paralel emniyet müdürleri olayı biliyor. Operasyona ait bütün bilgiler, tapeler, kasalar, kutular ve resimler basına anında servis ediliyor. O zaman soruşturmanın gizliliği nerede kaldı? Halk Bankası Türkiye’nin İran’la, Hindistan’la ve Körfezle ticari ve finans ilişkilerini yürütüyor. Sadece İran’la ticaretten Halk Bankası’nın geliri 2013 yılı içinde 8,5 milyar dolar. Bu üç tane Boğaz Köprüsüne bedel... 16 Aralık’ta yani operasyondan bir gün önce Türkiye’ye akmaya başlayan Kuzey Irak enerji boru hattında finansal misyon yine Halk Bankası’nda bulunuyor. ABD ve İsrail’in itirazına rağmen... Bu hat yılda Türkiye’ye 1,5 milyar dolar kazandıracak. Bu cari açığımızın kapanması demek... Ayrıca Çözüm Sürecine hayati katkısı ve Irak’la ilişkilerimizdeki rolü çok büyük. Enerji tedarikimiz bakımından önemli bir alternatif. Bu konu Türkiye’nin bölge denkleminde stratejik bir kartıdır. Yine operasyon günü Azerbaycan’dan gelen Şahdeniz enerji boru hattını Türkiye’den Avrupa’ya ulaştıracak anlaşma imzalandı. Burada da Halk Bankası aktör... Bu siyasi bir darbe değil midir? Yönetime el koyan darbeci cuntalar başbakanları, cumhurbaşkanlarını bir sabah ansızın evlerinden almadılar mı? Farkı ne? Dün darbeci askerlerin yaptığını bugün savcı-polis kurgusu yapmış olmuyor mu? Zamanlama tabi ki çok manidar. İdris Bal’dan sonra Hakan Şükür de ‘dershane’ meselesini öne sürerek istifa etti bu günlerde. 2014, Türkiye’nin ardı ardına üç seçim yaşayacağı bir yıl. Mahalli seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim. Bu seçimlerin 18 OCAK 2014 Türkiye için, bölgesel ve küresel anlamı ve önemi çok büyük. Ülkenin rotası çizilecek, kader seçimlerimizden sayabiliriz. ‘Demokratik Çözüm ve Barış Süreci’ en kritik evrelerinde. Zayıflayan bir siyasi irade süreci tehlikeye atabilir. Demokratik reformlarını tamamlayamamış, Yeni Anayasasını yapamamış, yeni devlet düzenini oturtamamış geçiş sürecindeki Türkiye’nin istikrarsızlığa tahammülü yoktur. Bu konjonktürde Amerika Neo-con-İsrail Bloku; Türkiye’nin yukarıda açıkladığımız konulardan dolayı İran’la ambargoyu delen ilişkilerinden, Kuzey Irak, Suriye, Mısır ve İsrail’le ilgili politikalarından dolayı intikam almaktadır. Bunun için psikolojik istihbarat harekâtıyla ders vermektedir. Tam bu kertede iş gelip hükümet-hizmet ekseninde savaşa dönüşmektedir. Dış odaklar Türkiye’den intikam alırken cemaatin de bundan yararlanarak hükümete bedel ödettiği algısı oluşmaktadır. Operasyonla ilgili cemaate yakın televizyon, gazete, sosyal medya, yazar-çizer ve sözcülerin; savcıları, polisleri ve emniyet yetkililerini canhıraş savunmaları bu algıyı kuvvetlendirirken cemaati otomatikman operasyonda ‘olağan şüpheli’ durumuna getirmektedir. ‘Savcılar, polisler hep doğru yaptı’ yorum ve yargıları operasyona sahiplik görüntüsünü pekiştiriyor. Hele Hoca Efendi’nin beddualarıyla patlayan nefret her şeyi ispat ediyor, başka söze hacet kalmıyor maalesef. Bu operasyonun bütün tehditleri, hedefleri ve kuşkularıyla cemaate mâledilmesi hizmeti çok zora sokacak bir sonuç yaratmaz mı? Buradan “Biz öyle güçlüyüz ki damarlarınızda dolaşırız haberiniz olmaz. Ne MİT, ne hükümet, ne devlet, ruhunuz duymaz.” mesajı verilse ne olur? Bu kendilerine ve ülkeye verilecek hangi zararı karşılayabilir? Türkiye’de hangi cemaat siyasi otoriteye böyle bir başkaldırıya, diklenmeye cesaret edebilir? Öyleyse bu gözü karalağın sebebi, desteği nedir? İnsan sormadan edemiyor! ‘Yolsuzluk’ Darbe Silahının Susturucusu Olamaz Yolsuzluğa gelince; bunu kimse savunamaz ve koruyamaz... Başbakan dâhil bütün yetkililer, ‘yolsuzluk, haksızlık ve hırsızlık kim tarafından yapılırsa yapılsın, hukuk içinde sonuna kadar gidilmesi gerektiğini’ söylediler. Soruşturmanın selameti için bakanlar istifa ettiler. Belediye ve TOKİ yetkilileri dahil gözetim altındakilerin üçte ikisi serbest bırakıldı. Soruşturmaya ek iki savcı verilerek güçlendirildi. Bu arada görevini kötüye kullandıkları gerekçesiyle bazı emniyet yetkilileri görevden alındılar. Dava milletin ve bütün dünyanın gözü önünde devam ediyor. Suçlu OCAK 2014 19 İÇ POLİTİKA olan cezasını çeker, bedelini öder. Hiç kimse hukuk önünde imtiyazlı değildir. Hiç kimse milyonların desteklediği partinin ‘Ak’ adını lekeleyemez. Kimse hükümete, kendi günahı varsa taşıtamaz. Bir kitle partisinde yanlış yapan insanların da bulunabilmesi doğal karşılanabilir. İnsan çiğ süt emmiştir. Bu temel insan gerçeğinde AK Partililer de istisna değildir. Bu süreç bu anlamda bir arınmaya ve temizlemeye de hizmet edebilir. Ancak; “Dursun’un alnındaki sinek için, ‘dur bakayım’ diyerek sineği vururken Dursun’u da öldüren Temel’in durumuna da düşülmemelidir.” Malum ‘sinek küçük ama mide bulandırır’ fakat her ne olursa olsun sineğe Dursun, pireye yorgan feda edilmemelidir. ‘Yeni Türkiye’ varsa bir iki yolsuzluğa bedel koyulmamalıdır. ‘Yeni Türkiye’ Yoluna İç ve Dış Vesayet Odaklarıyla Savaşarak Devam Edecek. Çok tarihi günler yaşıyoruz gerçekten. Elmanın sapı, armudun çöpüne takılmadan büyük fotoğrafa bakılırsa bu sadece bir yolsuzluğa karşı mücadele değil, geniş kapsamlı stratejik ve siyasi bir operasyondur. ‘Diktatör’ diye nitelendirdikleri, muktedir ve otoriter uygulamalarından dert yandıkları Başbakan Erdoğan’a karşı çekilen operasyon ‘cambaza bak cambaza, bütün cepler alabora’ diyen uyanık yankesicileri hatırlatmıyor mu? Motivasyonu ve komutları dış odaklardan verilen ve yakın hedefleri seçim sürecine giren Türkiye siyasetini dizayn etmek olan bu yapılanmanın devlet otoritesine ve siyasi iradeye feyk atan boyutu, belki de en büyük idari yolsuzluk ve darbe girişimidir. Statükoyu yıkmışız, derin devleti tasfiye etmişiz, Askeri vesayeti bitirmişiz, ülkeyi bağımsızlaştırarak Amerika güdümünden çıkartmışız, IMF’ye borcumuzu kapatarak ekonomimizden kovmuşuz, İsrail’e ‘one minute’ çekmişiz, BM, NATO, AB gibi küresel vesayet kurumlarını sorguluyoruz, medeniyet coğrafyamıza yardım ediyoruz, birbirimizle barışmışız, kendimiz, tarihimiz, coğrafyamız ve değerlerimizle barışmışız, milli gelirimizi üçe katlamışız, hazinemiz dolmuş, ihracatımız rekorlar kırıyor, 81 ilde kentsel dönüşüm uyguluyoruz, Kanal İstanbul, Avrupa’nın en büyük havaalanı, 3. Köprü, savunma sanayinde dev projeler, nükleer santraller kuruyoruz, dünya ekonomik kriz yaşarken biz büyüme rekorları kırarak dünyanın 16. Ekonomisi olmuşuz ve daha ötesine de adayız, enerjide Azerbaycan, Irak, İran 20 OCAK 2014 Demokratik ülkelerde asker, polis, yargı, medya hükümetlere operasyon çekemez. Çekerse bunun adı darbedir. Yolsuzluğu, hırsızlığı kimse savunamaz ve koruyamaz. üzerinden dev adımlar atıyoruz, Türkiye’yi bölgesel güç ve küresel aktör olarak yeni bir vizyona taşımışız daha ne olsun? Bu milletimizi ve dostlarımızı sevindirirken düşmanlarımızı da kahreden bir tablodur. Osmanlı da dâhil Son 250 yılın en parlak dönemini yaşıyoruz. Bunun şükrünü iyi yapmalı ve değerini çok iyi bilmeliyiz. Sonuç: Türkiye Eski Türkiye Değildir 17 Aralık operasyonunun anlamı; ‘Yeni Türkiye’nin bölgesel ve küresel adımlarının önünü kesmek ve gözdağı vermektir. ‘Yeni Ankara’ küresel emperyalist güçler adına ve hesabına içeriden ihanete ve operasyona uğruyor. Demokratik ülkelerde asker, polis, yargı, medya hükümetlere operasyon çekemez. Çekerse bunun adı darbedir. Yolsuzluğu, hırsızlığı kimse savunamaz ve koruyamaz. Ama bunlar üzerinden de kimse ülkeye operasyon çekemez, bedeller ödetemez. Hırsıza cezası verilir, vatana ihanet önlenir. Bu yolsuzluk ve rüşvet operasyonu değildir. Uluslararası finans ve emlak operasyondur. Bu hükümete, onun üzerinden de ‘Yeni Ankara’ya darbe hamlesidir. Küresel vesayet odaklarının çok uluslu psikolojik bir harekâtı ile karşı karşıyayız. Türkiye üzerindeki küresel vesayet kırılmalıdır. Uluslararası psikolojik harekât bertaraf edilmeli, iç vesayetin dış destekçileri deşifre edilmelidir. Bu operasyon küresel güçler adına, millet aleyhine, hükümete karşı, yeni devleti hedef alan, Yeni Türkiye’ye kasteden bir saldırıdır. Bu ‘Yeni Türkiye’nin istiklâl ve bağımsızlık mücadelesidir. Bu kirli komplonun aktörleri ortaya çıkarılmalı, deşifre edilmeli ve tasfiye edilmelidir. Türkiye eski Türkiye değildir. Her türlü dış ve iç operasyonlara karşı koyacak savunma kabiliyetlerine sahiptir. Rahat ol sen Türkiye... MISIR ve TÜRKİYE’DEKİ DARBECİ MÜSLÜMANLAR Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi A ltı ay önce Mısır’da bir askeri darbe oldu. Olaydan iki gün sonra darbenin arka planına dair detayları “Mısır’da pısırık Müslümanlığın sonu” başlığı ile yayınlamıştık. Şimdi lütfen o yazının ilk bölümünü hatırlayalım. Şu günlerde Türkiye’de yaşananlarla ne kadar paralel olduğunu göreceksiniz. O gün şunları yazmıştık: Mısır’ın resmi nüfusu 84 milyon. Ancak gerçek nüfusun 90 milyon civarında olduğu belirtiliyor. Nüfusun yaklaşık 85 milyonu Müslüman, gerisi gayri Müslimlerden oluşuyor. “25 Ocak Devrimi” diye tarihe geçen süreçte, 2011 yılında 32 yıllık Hüsnü Mübarek diktatörü devrildi ama diktatörlüğün kurumları neredeyse olduğu gibi ayakta kaldı. Çünkü Mübarek’i devirenler, yeni yapıyı henüz kurmadan taht ve iktidar kavgasına tutuştular. Bölündüler, geriye çekildiler. Devrimi yaptılar ama devrime yeterince sahip çıkmadılar. Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’ye yeterince şans ve zaman vermeden acımasızca eleştirmeye ve yıpratmaya başladılar. Mursi’den sanki bir mucize beklediler. Sabırlı, ferasetli ve akılcı davranmadılar. Devrim yapan halk, belli bir süre sonra devrilen zihniyetin temsilcileriyle aynı safta yer almaya başladı. Arap baharına başından itibaren karşı olan ülkelerin gizli servislerinin faaliyetlerinin de OCAK 2014 21 Mısır darbesinde en cahilce tutumlardan biri El Ezher Şeyhinin de darbecilerle kol kola hareket etmesiydi. Darbeciler Müslüman Mısır’ın başına Hıristiyan bir devlet başkanı atadılar. Güle oynaya, şuursuzca darbecilere destek olan Müslümanlar birkaç hafta içinde ne kadar büyük bir hata yaptıklarını daha iyi anlayacak ve bu defa destek olarak getirdikleri darbecileri indirmek için yeniden Tahrir’i dolduracaklar. *** tesiriyle Mursi’nin arkasındaki destek günden güne zayıfladı. Bu arada ülkedeki egemen vesayet sistemi de boş durmuyordu. Ordusu, yargısı, medyası, polisi ve bürokrasisi de Mursi’nin altının boşaltılması için elinden geleni yaptı. Devrimi yapan çoğunluk devrime gereği gibi sahip çıkmazken, devrilen zihniyetin savunucuları ipin ucunu hiç bırakmadılar. Olanca güçleriyle mücadele ettiler. 3 Temmuz’daki askeri darbe öncesi Mursi’yi devirmek için ülkenin çeşitli yerlerinde meydanları dolduran kalabalık 16-17 milyonu bulmuştu. Acı olan durum ise, Mursi’nin devrilmesi için meydanları dolduran kalabalıkların yaklaşık 11 milyonunun, aslında neye hizmet ettiğinin hiç farkında olmayan, bilinçsiz şekilde dolduruşa getirilmiş, Selefiler ve Müslüman Kardeşler’in tabanı olmasıydı. Geri kalanlar ise gayri Müslimler ve laik kesimlerdi. Mursi’yi devirmek için meydanları dolduran kalabalıkların çok büyük bir çoğunluğu aslında İsrail’in ve ABD’nin Neoconlar’ının değirmenine su taşımak için yönlendirildiklerinin farkında bile değillerdi. Darbeci General Sisi, Mısır darbesini açıkladığı sırada Kahire’de akşam ezanları okunuyordu. Tahrir Meydanı ile bağlantılı sokak ve caddeleri dolduran yaklaşık 6,5 milyon Mursi karşıtının yaklaşık yarısı o saatte akşam namazı kıldılar. Bir taraftan da aynı 22 OCAK 2014 meydanda, maytaplarla ve havai fişeklerle oyun oynayarak, çığlık atarak, coşku ve neşeyle askeri darbeyi kutlayanlar vardı. Peki darbenin hemen ardından ne oldu? Darbenin açıklandığı sırada Tahrir meydanında akşam namazı kılan Müslümanların desteklediği darbeciler, Sahabe Amr Bin As tarafından 642’de Müslümanların idaresine geçmesinden bu yana Mısır’ın başına ilk defa bir Hıristiyan’ı devlet başkanı yaptılar. Müslümanların en dehşetli düşmanı İsrail’i sevindirdiler. Afganistan’da, Irak’ta milyonlarca Müslüman’ı katleden, milyonlarca Müslümanın göçmen, sakat, dul, öksüz ve yetim kalmasına neden olan Neoconlar’ın projelerine apaçık alet oldular. Müslüman bir yönetimi düşürdüler. Bu şuursuz kalabalıkların, alet olarak getirdikleri darbeci askerler, ilk icraat olarak İsrail’i memnun etmek için Gazze’deki masumların yardım yolu olan Gazze kapılarını kapattılar. Bu şuursuz kalabalıklar, darbeci generallerin Müslüman avına çıkmasına kapı araladılar. Müslüman Kardeşler’in yüzlerce yöneticisi tutuklandı. Mısır halkının oylarıyla seçilen cumhurbaşkanı hapse atıldı. Darbeciler sandıkta yüzde 52 oy alan Muhammed Mursi’yi gayrimeşru sayarken sandıkta yüzde 1 bile alamayan Baradei’yi darbe hükümetine ortak ettiler. Yüzde 52 oy alan Müslüman Kardeşler’i ise ezmeye başladılar. General Sisi darbesinden sadece iki gün sonra 05 Temmuz 2013 tarihinde bunları yazmıştık. Şimdi bu yazıda Musır yerine Türkiye kelimesi yazın diğer aktörlerin yerine de Türkiye’deki bazı aktörleri koyun. Başka bir şey söylemeye gerek var mı? Burada, o yazıda bulunmayan bir şeyi daha duyuralım. Mısır’da demokrasiye karşı 3 Temmuz askeri darbesini yapan Abdülfettah Sisi de çocukluğundan beri 5 vakit namazını aksatmayan bir darbecidir. Birileri filanca, Müslüman adamdır, mütedeyyindir, dini liderdir yanlış yapmaz diye savunmasın. Darbeci Sisi, bu güne kadar 6 ay içinde 6 500 civarında Müslümanı katletti. El Ezher Şeyhi Ahmed et Tayyib de Mısır’daki Selefiler de dindardı, önderdi! Bu gün Pakistan’da ABD ile işbirliği içinde Pakistan halkına ihanet edenler, ülkenin, milletin çile ve ıstırap çekmesine vesile olanlar da dini cemaat ve çevrelerdir. Darbeci zihniyeti cübbenin, sarığın altına saklamak suçun ve günahın örtülmesini sağlamaz. Haziran ayında sahnelenen Gezi numarasıyla Türkiye’de ve eşzamanlı olarak Mısır’da darbe süreçleri başlatılmıştı. Türkiye’de başaramadılar. Mısır’da darbeyi başardılar. Temmuz ayında Mısır’da ne yapıldı ise bugün aynı şeyler başka kisveler altında, farklı aktörlerle Türkiye’de sergileniyor. Bu artık gizli değil, çırılçıplak bir gerçek olarak ortada. Bu operasyonlar, Gülen cemaatine izafe ediliyor. Cemaat yönetimi bunu reddediyor. Ancak cemaatin medyası ve cemaat adına konuşanlar operasyon yapanların sonuna kadar arkasında duruyorlar. Bu refleks yaklaşık 40 yıldır tanıdığımız bu cemaatin geleneksel reflekslerine hiç benzemiyor. Bu tavır, cemaatin yararına da görünmüyor. O halde cemaat, operasyoncuları neden bu denli sahipleniyor? Açık açık söyleyelim. Bu operasyonun arkasında cemaatin boyunu çok çok aşan küresel bir iradenin olduğu gün gibi ortada. Hiç kimse bize bu Yolsuzlukla mücadele ettğn dda edenlern en başta demokrasye saygı göstermeler ve en başta kendlernn temz olmaları gerekr. Çünkü yolsuzluğun en fazla yapıldığı yönetmler antdemokratk yönetmlerdr. operasyonun, bir yolsuzlukla mücadele olduğunu anlatmaya çalışmasın. 6 ay önce Mısır’da yapılan darbe, şimdi Türkiye’de tezgâhlanmaya çalışılıyor. Eğer -Allah korusun- bu darbe amacına ulaşırsa tıpkı Mısır’da olduğu gibi ilk tekmeyi yiyecek olan bu cemaatin masum tabanı ve taraftarları olacaktır. “Yukardakiler”in her söylediğine sorgusuz bir bağlılıkla ve “bir hikmet veya keramet” atfederek bu vahim yanlışa alet olan veya olmaya müheyya tüm dost ve kardeşlere duyurmak isteriz. Yukardakiler, bir noktadan sonra kendilerini kurtarabilseler bile sırf Allah rızası ve bu ülke için çalışan tabandaki insanlarımız “yukardakilerin” hatalarının bedelini ödemek zorunda kalabilirler. Operasyonların arkasındaki gerçekler iyice ortaya çıktığında kendi vicdanlarında izah edemeyecekleri hatalara alet olmak, ömür boyu sürecek ve telafisi mümkün olmayan bir pişmanlığa yol açacaktır. Oylarımızla getirdiğimiz iktidarı oylarımızla götürmek elimizde. Ama destekleyerek getirdiğimiz diktatörleri veya vesayet düzenlerini indirmek bizim elimizde olmaz. Hüsnü Mübarek 32 sene, Muammer Kaddafi 42 sene ülkelerinin kaderine hükmettiler. Acısını o ülkelerdeki Müslümanlar çektiler. Yolsuzlukla mücadele ettiğini iddia edenlerin en başta demokrasiye saygı göstermeleri ve en başta kendilerinin temiz olmaları gerekir. Çünkü yolsuzluğun en fazla yapıldığı yönetimler antidemokratik yönetimlerdir. OCAK 2014 23 İÇ POLİTİKA İktidarın Bitmeyen Görevi Vesayetle Mücadele Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE Uzmanı 17 Aralık 2013 sabahı, Türkiye bir dizi gözaltı haberiyle uyandı. Buna göre, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğinin yürüttüğü üç farklı soruşturma kapsamında aralarında siyasetçi yakını, bürokrat ve yerel yöneticilerin de bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların büyük kısmı serbest bırakılırken bazıları ise mahkeme tarafından tutuklandı. Gözaltına ilişkin kamuoyuna ilk yansıyan bilgiler geniş çaplı bir yolsuzluk ve rüşvet vakasıyla karşı karşıya olunduğuydu. Nitekim “Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonu” gibi başlıklar, evlerden çıkan milyonlarca dolarlar ve hatta para sayma makineleri gibi unsurlar aracılığıyla söz konusu yolsuzluğun ne kadar büyük olduğu yönünde bir algı meydana getirilmeye çalışıldı. Ayrıca operasyon kapsamında gözaltına alınan ve çoğu birbiriyle ilişkisiz, ancak hemen hepsi bir şekilde hükümetle ilişkili insanlar aracılığıyla bu algı yönetimi daha ileri boyutlara taşınmaya çalışıldı. Daha açık bir ifadeyle, aslında bu yolla soruşturmanın temel hedefinin hükümet olduğu yönünde bir izlenim oluştu. yor. Geçmişte iktidarların yolsuzlukla mücadele konusunda yeterince duyarlı davranmadıkları yönünde bir izlenimin oluşması hem görevde kalış sürelerini kısalttı hem de bir bütün olarak siyaset kurumunun itibarsızlaşmasına neden oldu. Farklı kurumların kamuoyu nezdindeki güvenirliklerini ölçmeye çalışan güven endekslerinde siyaset sürekli olarak alt sıralarda yer aldı. Oysa son dönemde, sivil siyasetin güçlendiği ve siyasetçilerin bir bakıma iade-i itibar kazandıkları bilinen bir durum. Gelişmesinde büyük pay sahibi olduğu bu durumdan bir geriye gidiş yaşanmaması için hükümetin yolsuzlukla mücadele konusunda kararlı olduğunu göstermesi büyük önem taşıyor. Ancak bunun daha ötesinde söz konusu operasyonun temelde başka bir amacının bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Nitekim operasyonun kapsam ve zamanlamasının son dönemde dershane tartışmalarıyla alevlenen hükümet-cemaat tartışmasının doğurduğu sonuçlardan biri olduğunu hemen herkes kabul ediyor. Bu bağlamda, operasyonların genel niteliği ile ilgili olarak bazı soru işaretleri doğuyor. Söz konusu operasyon ve soruşturma bağlamında öncelikle iki noktayı birbirinden ayırmak gerekiyor. “Yolsuzluk” gibi her kesimden vatandaşın oldukça hassas olduğu bir konunun en geniş şekilde soruşturulması, yargının ve güvenlik güçlerinin en önemli görev ve sorumluluklarından birisidir. Dahası geçmişte pek çok iktidarın sonunu getiren başlıca konunun benzer iddialar olduğu hatırlandığında hükümetin hem siyasal etik ilkeleri nedeniyle hem de kendi kalıcılık süresini uzatmak için bu konunun üzerine kararlılıkla gitmesi zorunluluk olarak beliri- Operasyonda dikkat çeken ilk nokta, aslında uzun süredir devam eden, birbirinden farklı üç soruşturmaya yönelik göz altıların aynı gün ve aynı saatte gerçekleştirilmesiydi. Bazı siyasetçi yakınları ile bir kamu bankasının ve bir belediyenin yöneticilerine yönelik soruşturmalarla ilgili neden aynı gün harekete geçildiği çok anlaşılabilir bir durum değil. Kaldı ki, operasyonun aslında üç ayrı soruşturmayla ilgili olduğu gerçeği bile daha sonradan ortaya çıktı. Kamuoyunun algısı, iktidarın değişik yüzlerini temsil eden çok sayıda kişinin aslında ortak hareket 24 OCAK 2014 Halkın her seçmde daha da artan oranlarda AK Part’ye destek vermesnn en öneml nedenlernden br, vesayetle mücadele açısından ortaya konulan kararlılık olarak gösterleblr. Bugün ortaya çıkan manzara se esk vesayet kurumlarının boşalttıkları alanı yenlernn doldurmaya çalıştığı yönündedr. ettikleri, hatta yolsuzluk paydasında buluştukları yönünde şekillendirilmeye çalışıldı. Bunun yanında operasyonun gerek emniyet gerekse yargı hiyerarşisi fazla dikkate alınmadan hayata geçirildiği görüldü. Başsavcı vekilinin başsavcıyı, ondan emir alan güvenlik güçlerinin ise kendi sıralı amirlerini operasyondan haberdar etmedikleri savunuldu. Böylece kendi bürokratlarının eylemlerinden habersiz, bir bakıma muktedir olamayan bir iktidar portresi çizilmeye çalışıldığı iddia edildi. Böylesi bir tablonun, hükümet açısından en az yolsuzluk algısı kadar büyük bir sorun teşkil edeceği söylenebilir. Nitekim emniyet bürokrasisinde kısa bir süre içinde gerçekleştirilen kapsamlı değişim bu durumun tersine çevrilme çabasıyla da yakından ilişkilidir. Türkiye’nin geçmişte yüz yüze olduğu en büyük sorunlardan birinin, kendilerini demokratik siyasetin üzerine yerleştiren vesayet kurumları olduğu açıktır. Nitekim son yılda, demokratikleşme alanında alınan mesafelerin en önemlilerinden biri, söz konusu vesayet kurumlarının tasfiye edilmesi ya da etkilerinin en aza indirilmesi oldu. Hükümet, bu süreçte yargıya intikal eden bir dizi darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı, hatta AK Parti’ye yönelik bir kapatma davası açıldı. Buna rağmen, AK Parti, demokratikleşmenin önünde engel olarak gördüğü vesayet kurumları ile mücadele etmekten vazgeçmedi. Tüm bu süreçte temel vurgu, karar alma süreçlerinin halkın seçilmiş meşru temsilcileri dışındaki odaklara teslim edilmeyeceğiydi. Hükümetin bu çabasında büyük oranda başarılı olduğu söylenebilir. Gerçekten de bugüne dek karşılaşılan tüm risklere rağmen Başbakan Erdoğan, demokratik ilkelerden taviz vermedi ve bu anlamda geri adım atmadı. Zaten halkın her seçimde daha da artan oranlarda AK Parti’ye destek vermesinin en önemli nedenlerinden biri, vesayetle mücadele açısından ortaya konulan kararlılık olarak gösterilebilir. Bugün ortaya çıkan manzara ise eski vesayet kurumlarının boşalttıkları alanı yenilerinin doldurmaya çalıştığı yönündedir. Demokrasilerde sivil toplum kuruluşlarının iktidarı denetleme ve kendi amaçları doğrultusunda karar almaya itme yönünde oldukça güçlü etkileri vardır. Bu bağlamda, dinî cemaatler de belirli açıdan sivil toplumun bir parçası sayılabilir ve bunların demokratik yöntemler kullanarak iktidarı etkilemeye çalışmaları oldukça meşru bir haktır. Ancak karar alma süreçlerini kendi ellerinde tutması gereken asıl güç, halktan bu konuda açıkça yetki alan siyasetçiler olmalıdır. Demokrasilerin en fazla öne çıkan özelliklerinden biri, hiçbir kişi ya da kurumun önceden yetkilendirilmediği bir alanda karar alma süreçlerini elinde bulundurmamasıdır. Sahip olmadıkları bir yetkiyi kullanmaya çalışan kişiler ile kurumların vesayetçi bir tavırla kendilerini halkın meşru temsilcileri durumunda bulunan siyasetçilerin üzerine yerleştirmeye çalıştıkları söylenebilir. Türkiye’nin geçmişteki en önemli demokrasi sorunlarından birinin söz konusu vesayetçi kurumların kendilerini her türlü siyasal ve toplumsal ilişkinin üzerinde gören tavırları olduğu hatırlandığında, bu durumun doğuracağı olumsuz etkiler daha iyi anlaşılabilecektir. Eski vesayet kurumlarından daha yakın zamanlarda kurtulmaya başlayan Türkiye’nin yeni vesayete ihtiyaç duymadığı açıktır. Buna, “toplum mühendisliği” çabalarının bugüne kadar doğurduğu olumsuz etkiler de eklenebilir. Belirli bir proje dâhilinde topluma yeni bir şekil vermeyi amaçlayan toplum mühendisliği anlayışının yerini bu kez “siyaset mühendisliği”nin alması demokraside geriye gidiş anlamına gelecektir. Ülke sorunlarını çözme açısından inisiyatif kullanması gereken tek yapının siyaset kurumu olması gerekir. Aksi tavır, son on yıllık süre zarfında Türkiye’nin demokratikleşme bağlamında attığı adımların aslında başlangıç noktasından uzaklaşamadığını gösterecektir. Tekrar altını çizmek gerekirse yolsuzlukla mücadele hükümetin hem sorumluluğu hem de halkın güveninin kazanılması için zorunluluğudur. Ancak en az bunun kadar önemli bir diğer sorumluluk, bu konuda hakkı ve yetkisi olmadığı halde halkın iradesini kendi kontrolüne almaya çalışan vesayet odakları ile mücadeledir. OCAK 2014 25 İÇ POLİTİKA 17 NEYİN PARÇASI? Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı İslam hassasyetlerle ve hzmet duygusuyla hareket etmekte olduğunu deklere eden, tarkat veya cemaat şeklnde örgütlenerek brçok faydalı hzmetlere mzasını atan herhang br hareket, Türkye’nn stkrarını ortadan kaldırmayı, gelşm ve açılımının önünü kesmey amaçladığı anlaşılan br operasyonun parçası halne gelemez. 26 OCAK 2014 Aralıktan itibaren Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu adı altında Türkiye’nin gündemine oturan ve ABD, Avrupa ve Rusya gibi devletler tarafından dikkatle izlenen söz konusu operasyon üzerindeki sis perdesi dağılıp olay ve gelişmelerin ayrıntıları belirginleştikçe, hadisenin Türkiye ve İslam dünyasına yönelik büyük bir planın parçası olduğu anlaşılmaktadır. Birileri tarafından adli soruşturmaya konu olabilecek birbirinden farklı ve bağımsız konuların ilginç bir zamanlamayla bir araya getirilerek hükümete karşı zaman ayarlı bir bombaya dönüştürülmesi, Emniyet gibi devletin önemli bir kurumunda görev yapan, aralarında fikir ve eylem birliği olduğu anlaşılan kimselerin başsavcıya, amirlerine ve üst makamlara haber vermeksizin söz konusu operasyonun parçası haline gelmeleri, gerçek veya gerçek dışı olup olmadığı ilgili makamlarca henüz doğrulanıp kesinleşmeyen bilgi ve görüntülerin operasyona destek veren medya organlarına servis edilmesi, montajlamalar, yargısız infazlar vb. durumlar, global aktörler tarafından Türkiye’ye karşı yürütülen psikolojik bir harbin tezahürleri olarak okunabilir. Yine medyaya yansıyan bazı haberlere göre yabancı bir devletin elçiliğine mensup birinin bazı işadamlarını ziyaret ederek Ak Parti hükümetine karşı bir lobi hazırlığı içerisinde olduklarını ifade ederek onlardan destek istemesi; inkâr edilse bile, ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin operasyonun başlamasının ardından 17 Aralık’ta bazı AB temsilcileriyle bir araya gelerek ‘Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik, dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz’ şeklinde medyaya yansıyan ifadeleri fotoğrafın eksik kalan kısımlarını tamamlamaktadır. Ricciardone’nin daha önce de füze ihalesinin Çin’e verilmesi, Gezi eylemleri, Ergenekon ve Balyoz davaları gibi birçok konuda Türkiye’nin içişlerine müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği söylenmektedir. Yönetim mekanizmalarında, mali ve iktisadi kurumlarda, siyasi partilerde, bürokraside, vakıf ve dernek gibi gönüllülük esası üzerine kurulan teşkilatlanmalarda görev alan insanlar arasında, özellikle de kontrol ve denetim mekanizmalarının yeterince oluşturulup geliştirilemediği durumlarda birtakım yanlışlıkların, adına yolsuzluk denilen durumların meydana gelmesi beklenmeyen bir durum değildir. Dolayısı ile güçlü bir devletin ve istikrarlı bir toplumun oluşumunda siyaset ve ekonominin, bürokrasi ve yargının açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirlik gibi prensipler üzerine inşa edilerek kurumsallaştırılması fevkalade önem arz etmektedir. Herhangi bir yolsuzluk iddiası veya durumu ortaya çıktığında, devletin siyaset ve yargı organlarının kendi yetki alanları içerisinde söz konusu iddia ve durumların üzerine kesin bir kararlılık ve ciddiyetle gitmeleri, durumu açıklığa kavuşturarak sorumluları ortaya çıkarmaları, yapılan haksız icraatların, yolsuzluk ve yanlışlıkların hesabını sorup hukukun gereğini yapmaları onların asli görevleri arasında yer almaktadır. Başta siyaset ve yargı olmak üzere devletin bütün kurumlarının her türlü şaibeden uzak tutularak yanlışlıklardan, yolsuzluklardan, çeteleşmelerden ve derin yapılaşmalardan arındırılması devletin, ülkenin ve milletin geleceği için elzemdir. Devlette, resmi veya sivil kurumlarda yolsuzluğa bulaşanlar olduğunda, söz konusu kimseler hangi siyasi partiye, medya organına veya sivil örgüte mensup olurlarsa olsunlar, devletin hangi kurumunda görev yapıyor olurlarsa olsunlar, olaylara muttali olan kimselerin söz konusu durumlar karşısında tavır almaları, ilgili ve yetkili kurumlara şikâyette bulunmaları, ellerindeki bilgi ve belgeleri mevcut yasalar ve mevzuat çerçevesi içerisinde onlarla paylaşmaları hem üstlendikleri sorumlulukların gereği hem de vatandaşlık görevidir. Ancak daha henüz olaylar açığa kavuşturulmadan yapılan yargısız infazlar, yaftalamalar, belgelerin tahrif edilmesi, montajlamalar, ilgili makamlar haberdar edilmeksizin doğruluğu kesinleşmemiş bilgilerin medyaya servislenmesi, Halk Bankası, TOKİ, Fatih Belediyesi ile ilgili birbirinden farklı ve bağımsız soruşturmaların ilginç bir zamanlama ile tek bir operasyonunun konusu haline getirilmesi, gerçeklerin çarpıtılarak toplumun dezenformasyona maruz bırakılması asla kabul edilemez. Topluma yansıyan bilgi ve belgelerden, 17 Aralık’ta başlatılan operasyon, varsa yolsuzluğa bulaşanları ortaya çıkarmaktan çok, iddialar üzerinden mevcut iktidarın prestijini, halk nazarında güvenilirliğini sarsmaya yönelik bir planın parçası olduğu görünümünü vermektedir. Söz konusu operasyondan hedeflenen şey, mevcut iktidarın öncülüğü ve inisiyatifi dâhilinde Türkiye’nin kendi bölgesinde ve dünya siyasetinde itibar kazanmasının, bölgesinde etkin bir aktör hale gelmesinin, Ortadoğu, Filistin, İsrail ve İran konularında izlediği bağımsız siyasetin, OCAK 2014 27 Henüz olaylar açığa kavuşturulmadan yapılan yargısız nfazlar, yaftalamalar, belgelern tahrf edlmes, montajlamalar, lgl makamlar haberdar edlmekszn doğruluğu kesnleşmemş blglern medyaya servslenmes, Halk Bankası, TOKİ, Fath Beledyes le lgl brbrnden farklı ve bağımsız soruşturmaların lgnç br zamanlama le tek br operasyonunun konusu halne getrlmes, gerçeklern çarpıtılarak toplumun dezenformasyona maruz bırakılması asla kabul edlemez. içeride gerçekleştirdiği barış, istikrar ve gelişmenin önünün kesilmesi ise, gerçekler ortaya dökülecek ve meş’um plan elbette ki geri tepecektir. Ergenekon çetesinin yanında olanlar, etnik terörün durmasını ve barış sürecinin devam etmesini hazmedemeyenler, Hakan Fidan’a operasyon düzenleyenler, Filistin konusunda İsrail’e, Mısır’da askeri darbeye, Suriye’de Esed diktatörlüğüne destek verenler, amaçlarını Gezi Parkı eylemleriyle gerçekleştiremeyince, bu defa yolsuzluk operasyonuna (!) bel bağlamış gözüküyorlar. Gezi Parkı provokasyonu başarısızlığa uğrayınca, malum çevreler tarafından Tayyip Erdoğan hükümetini iktidardan indirmek için farklı müdahalelerin devreye sokulacağı zaten söyleniyordu. Muhalif partiler ve cemaat tarafından operasyona verilen destek, varsa rüşvet ve yolsuzlukları ortaya çıkarma amacına matufsa buna saygı duyulur. Eğer ortada iddia edildiği gibi birtakım suçlar ve suçlular varsa, operasyonun hedefinin suça iştirak edenlerin tespiti, yargılanması ve mahkûm edilmeleri ile sınırlı olması gerekmez mi? Operasyon üzerinden mevcut iktidarın töhmet altına alınarak itibarsızlaştırılması, ülkenin istikrarının bozulması, milyarlarca lira zarara uğratılması ne ile izah edilebilir? Bu bağlamda Cemaat medyasının ‘Erdoğan’sız Türkiye’ operasyonuna bütün gücüyle destek veriyor gözükmesi düşündürücü olmakla beraber şaşırtıcı değildir. Çünkü ülke ve millet için birçok faydalı hizmetlere imza atmış olmasının yanında, 28 Şubat postmodern darbesi öncesinden günümüze gelinceye kadar başörtüsü, demokrasi, Mavi Marmara gemisi 28 OCAK 2014 gibi birçok konuda cemaatin izlediği siyasetin ve ortaya koyduğu tavrın, cemaatin çıkarlarını merkeze alan, dini hassasiyetleri göz ardı eden, mazlumların ve hukuk ihlaline maruz kalanların yanında duramayan, güçlü gördüklerine teslimiyetini sunan takiyyeci ve ilkesiz bir tavır olduğu söylenebilir. Bu şekildeki bir siyaset ve tavır alış, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve 11 Eylül hadisesinden sonra İslam’a karşı İslam stratejisini planlayarak uygulamaya sokan global sisteme ve küresel aktörlere istediği fırsatı verir. İslam dünyasının din, millet, mezhep, tarikat, cemaat ve siyaset konuları ile ilgili algısal zaafları; ilahi vahyin özüyle uyum arz etmeyen yanlış gelenek ve zihniyetler üzerine oturtulan teşkilatlanma şekil ve yöntemleri ne yazık ki söz konusu stratejinin uygulanmasını kolaylaştırmaktadır. Piramit şeklinde hiyerarşik bir düzen üzerinden örgütlenerek karizmatik bir lidere bağlı ve içine kapalı herhangi bir cemaatin kurumsal yapısıyla siyasete soyunması cemaat-siyaset ilişkileri açısından her zaman problem olmuştur. Tarihte bunun birçok örnekleri olmuştur. Nitekim bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin yardım ve teveccühünü kazanan Erdebil Tekkesi, Şah İsmail tarafından politize edildikten sonra Osmanlı Devleti için bir tehdit haline dönüşmüştür. Şah İsmail’in, kendisine bağlı müritlere dayanarak Saltanatını ilan edip Osmanlı Devleti ile çatışmaya girmesi, her iki taraftan birçok insanın ölmesine, nice ihtilaf ve tefrikaların oluşmasına neden olmuş; Müslümanlar arasındaki kardeşlik, birlik ve beraberlik ruhuna büyük zararlar vermiştir. Dini ve ahlaki değerler çerçevesi içerisinde topluma hizmet etmeyi amaçlayan herhangi bir cemaatin, siyasal parti olmadığı halde siyasi parti gibi hareket ederek muhalefete veya iktidara oynaması, iktidar partisini hükmü altına almak istemesi ne demokratik sistemin ne de cemaatin doğasıyla uyuşur. Cemaatleri siyasi kurumlarla çatışma sürecine sokabilecek böyle bir çarpık ilişki, söz konusu cemaati bir çıkar örgütüne dönüştürüp amacından saptırarak ona da büyük zararlar verebilir. Bu durumda cemaate hâkim olan ruh, Allah rızasını esas alarak karşılık beklemeksizin hizmeti öne çıkaran ruh olmaktan çıkarak cemaatçiliğe dönüşür. Ümmet ruhunun, birlik ve beraberliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın tesisi için, manevi ve ahlaki değerlerin ihyası için İslam’ın teşvik ettiği cemaat ruhu yerini cemaatçiliğe terk ettiğinde, kendinden olmayanları ötekileş- tirme, siyasette, devlet kurumlarında ve üniversitelerde kadrolaşma adına bir şekilde kul haklarının ihlal edilmesi, dinin evrensel ahlaki değerlerinin ve müminlerin kardeşliği ilkesinin cemaatin çıkarları ve politikası doğrultusunda sulandırılıp erozyona uğratılması, cemaatin kısa vadeli çıkarları için ümmetin çıkarlarının ve maslahatlarının feda edilmesi gibi durumlar ortaya çıkar. Dini bir liderin etrafında, onun irşat ve vaazlarıyla oluşan cemaat örgütlenmesinde piramit modeline uygun hiyerarşik bir yapılanmanın teşekkül etmesi işin tabiatı gereğidir. Ancak, tarikat veya cemaat liderine mutlak bir teslimiyet üzerine bağlanılması, liderin her sözünün ve eyleminin eleştirisiz doğru kabul edilip uygulanması, mensupların siyasi görüş ve tercihleriyle ilgili olarak hür düşünceye, akıl ve iradeler üzerine ipotek konulması, istişare edilmeksizin ve üzerinde yeteri kadar fikri değerlendirme ve kritikler yapılmaksızın alınan kararlara ve yapılan işlere sanki ilahi vahiy alınıyormuş gibi rüyalar ve yorumlar üzerinden meşruiyet kazandırılıp mutlak itaat istenmesi, her türlü şirki nehyeden İslam dininin tevhit ve nübüvvet inancı ile bağdaşmaz. İslami duyarlığa sahip olduğunu, yaptığı hizmetlerde Allah rızasını esas aldığını iddia eden bir cemaat liderinin, cemaat mensupları arasında İslam’ın tevhit ve nübüvvet inancı ile bağdaşmayan anlayış ve kabullenmelerin teşekkül etmesine fırsat vermemesi gerekir. Cemaat içerisinde lidere mutlak bağlılık, mensupların hür düşüncelerine, kritikçi yaklaşımlarına, akıl ve iradelerine ipotek konulması, yalan yanlış propagandalar üzerinden gerçekleştirilen şartlandırmalar, tarikat veya cemaat şeklinde teşkilatlanan dini grupları ve toplulukları dış müdahaleye ve global aktörlerin mehdi projelerine konu haline getirir. Nitekim Internet aracılığı ile ulaştığımız bilgiler doğruysa, Irak’ta Kadiriliğin bir kolu olan Kesnizani tarikatının, Irak’ın ABD ve müttefikleri tarafından işgal edilmesinde CIA ve MOSSAD tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Verilen bilgilere göre CIA ve MOSSAD, Birinci Körfez Harbinden sonra Kesnizani tarikatının önde gelenleriyle muhtelif yollardan temasa geçerek ilişkileri hızla geliştirmiş, tarikata mensup olup da Irak Devleti içerisinde, özellikle de istihbarat gibi önemli mevkilerde görev yapan kimseleri değişik yöntemlerle ikna yoluna gitmiştir. Irak devlet mekanizması söz konusu tarikat yoluyla devşirilmiş, Saddam Hüseyin’in yatak odası dâhil, istihbaratçı müritler- den derlenen bilgiler CIA ve MOSSAD`a aktarılmıştır. Saddam Hüseyin, en yakınlarının bile tarikat tarafından mürit yapıldığını ve her hareketinin CIA ve MOSSAD`a ulaştırıldığını fark ettiğinde ise iş işten geçmiştir. Amerikan ve İngiliz birlikleri Irak’a saldırdığında, tarikat şeyhinin emrindeki mürit generaller ve askerler, vatanlarının bağımsızlığı için savaşmak yerine, tarikat lideri Şeyh Muhammed`in ABD birliklerine direnilmemesi yönündeki emrine itaat etmişler, Bağdat ve çevresi Saddam`ın generalleri ve askerleri tarafından hiçbir direnç gösterilmeden düşman kuvvetlerine teslim edilivermiştir. İslami hassasiyetlerle ve hizmet duygusuyla hareket etmekte olduğunu deklere eden, tarikat veya cemaat şeklinde örgütlenerek birçok faydalı hizmetlere imzasını atan herhangi bir hareket, Türkiye’nin istikrarını ortadan kaldırmayı, gelişim ve açılımının önünü kesmeyi amaçladığı anlaşılan bir operasyonun parçası haline gelemez. Kendisine göre hangi haklı gerekçelerle yola çıkılırsa çıkılsın, bu konuda atılacak yanlış adımlar, İslam’ın ve bu ülkenin düşmanlarının ekmeğine yağ çalmanın ötesinde ne ülkeye ne de hiçbir Müslüman’a hayır getirmez. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir; ona zulmetmez, onu (düşmana da) teslim etmez…” buyurmaktadır. Müslüman olduğunu iddia ettiği halde müminleri bırakarak başkalarını dost edinenler, sonuçta hüsrana uğramaya mahkûmdurlar. Müminler samimiyet, ihlâs, doğruluk ve takva üzerine hareket ettiklerinde, Allah hainlerin ve zalimlerin hilelerini boşa çıkarmaya kâdirdir. Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları, söz konusu iddialarla bağlantılı gelişen durumlar ve olaylar karşısında iktidara düşen şey, bir taraftan mevcut iddialar üzerine ciddiyet ve dürüstlükle giderek olayların aydınlatılması, masum olanların temize çıkarılması, varsa sorumluların hukuk önünde yargılanarak mahkûm ettirilmesi; diğer taraftan devlet içerisindeki çeteleşmelere, devlete içerisindeki paralel örgütlenmelere, yabancı istihbarat örgütleriyle bağlantılı sızmalara karşı en etkin ve tavizsiz mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi olmalıdır. Devlette denetim mekanizmalarının tam işlevsel olduğu; yönetimde açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik ve hesap verilebilirlik ilkelerinin en ideal anlamda uygulanabildiği bir demokrasinin hayata geçirilmesi, bütün bir Türkiye halkının ortak talebidir. Allah doğruların yardımcısıdır. OCAK 2014 29 İÇ POLİTİKA sürecinin başladığı iddiaları bu vadide içeride ve dışarıda tartışılıyor. İşte bu vasatta AK Parti Hükümetinin Demokratikleşme Paketi bu sorulara verilen cevaplardır. Bu yazıda bu vasat esas alınarak Demokratikleşme Paketi değerlendirilecektir. l. AK Parti’nin “Demokratikleşme Paketi” Daniel Pipes, AK Parti’nin başarılı olma sebebini, eski rejimin 1.0’lık yazılımının AK Parti’nin 2.0’lık yeni yazılımla aştığı şeklinde izah eder. (http://www. danielpipes.org/7770/islamism http://www.danielpipes.org/84 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül 2013 tarihinde açıkladığı Demokratikleşme Paketi, eski rejimin 1.0’lık yazılımının sona erdiğini bir kez daha göstermiş oldu. GeziTaksim olaylarıyla eski rejimin 3.0’lık yazılımıyla yeniden eski rejimin yolu açılacak endişeleri, AK Parti Hükümetinin Demokratikleşme Paketini takiben Balyoz mahkumiyet kararıyla da giderilmiş oldu. Eski rejimin 3.0’lık yazılım denemesine kısa bir süre sonra 4.0’lık yeni yazılımla cevap verildi. Eski rejimin tasfiyesi kesinleşti, artık anayasal demokrasi ekseninde yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin önünde bir engel kalmadığı yeniden deklare edildi. Türkiye’deki demokratikleşme ve reform süreci artık geri dönülmez eşiği aşmış durumda. Bu bakımdan 1.0’lık yazılıma dönülmesi mümkün değildir. 67/islamist-turkey-overreaches) T Yeni Türkiye Kurulurken… Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 30 OCAK 2014 ürkiye’de tarihi kökleri, sosyolojik tabanı, siyasi temsilcileri, iktisadi aktörleri ve dış dinamikleri de olan demokratikleşme süreci devam ediyor. Vesayet süreci yasama, yürütme ve yargı eliyle tasfiye ediliyor. Adeta Türkiye’deki siyasi rejim yeniden kuruluyor. Bu kuruluş dönemi henüz tamamlanabilmiş değil. Kuruluş dönemi ve bu dönemin uzaması, beraberinde umut ve endişeleri arttırıyor. Siyasi tartışmalar sertleşiyor. Sertleşme ve kutuplaşmanın demokratikleşmeyi engellemesinden demokratikleşmeden memnun olanlar endişe, rahatsız olanlar memnuniyet duyuyorlar. Bu bakımdan karşılaşılan problem ve krizler karşısında kadim otoriter yöntemlere mi, cedidî demokratik yöntemlere mi başvurulacağı sorusu hayati ehemmiyet kazanıyor. Ortadoğu’da Arap Baharıyla başlayan demokratikleşme dalgasının Mısır’daki darbeyle tersine dönen havası, Türkiye’de demokratikleşmeye ülke sınırlarının ötesinde küresel bir özgül ağırlık kazandırıyor. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin sona erdiği, bir otoriterleşme 30 Eylül 2013’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir basın açıklamasıyla yeni bir Demokratikleşme Paketini açıkladı. Paketin muhtevası kadar istikameti ve zamanlaması da ehemmiyetliydi. Demokratikleşme paketiyle Türkiye’nin kadim meselelerinin, artık kadim yöntemlerle; yani, otoriter rejim, resmi ideoloji ve olağanüstü halle değil siyasetle, demokratik ve sivil bir şekilde çözüleceği ilan edilmiş oldu. Bu bakımdan paketin ehemmiyeti, büyüklüğü veya muhtevasından daha ziyade yeni paradigmayı teyit etmesiydi. Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi, tasfiye edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor. Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi, sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip çıktığı görülüyor. Bir kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün bir demokrasi tarihi hatırlanıyor, adeta yeniden yaşanıyor. Toplum ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi, özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve tabanı genişliyor. OCAK 2014 31 mokratikleşme Paketi milletin talep ve şikâyetlerine bir cevaptır. Demokratikleşme Paketinde Başbakan Erdoğan şu vaatlerde bulundu: Sadece siyasi rejim değil, siyasi söylem ve siyasi kültür de değişiyor. Otoriter ve yarı totaliter bir resmî ideoloji ve devlet düzeninin, vatandaşların siyaseti algılama ve siyaset yapma tarzını tayin eden siyasi kültürdeki kodları ve kalıntıları da ayıklanıyor. Hukuku ve kurumları değiştirmek fevkalade mühim fakat ehemmiyetli olan onları hayata geçirecek insanların, ruhun ve kültürün değişimi. Büyük değişim yaşanırken, bu değişimin bütün mevzuatta, kurumlarda, siyasi partilerde, siyasi hareketlerde, toplumsal kesimlerde, fikir gruplarında ve vatandaşlarda aynı şekilde ve hızda yaşanması mümkün değil. Hatta böyle bir beklenti değişimin, toplumun ve siyasetin tabiatına aykırı. Bu itibarla değişimin, tartışma doğurması kaçınılmaz. Bir bakıma, buradaki ihtilaflardan siyasi ve demokratik bir bereket dahi beklenebilir. Bu bereketi elde etmek için, ihtilafın çözülebileceği veya devam edebileceği asgari müşterek bir mutabakat çerçevesine ihtiyaç vardır. Bu mutabakat çerçevesi de, demokratik hukuk devletinin yanında liberal bir siyasi kültür olabilir. Bu bakımdan Demokratikleşme 32 OCAK 2014 Paketleri sadece mevzuat ve kurumların değil, siyasi kültürün değişmesinin de yolunu açıyor. Başbakan Erdoğan, 30 Eylül 2013 tarihli konuşmasında Demokratikleşme Paketinin arkasındaki siyasi anlayışı da vermektedir. Erdoğan, Paketi 10 yıllık değişim sürecinin devamı olarak takdim ediyor. Paket, demokratikleşme sürecinin son hamlesi değildir. Dolayısıyla yeni demokratikleşme paketleri de beklenebilir. Paket millet iradesini savunanları memnun ederken, darbecileri rahatsız edecektir. Silah meşru bir hak arama yöntemi değildir, siyasetin önü açıktır. Meşruiyetin temeli millettir. Reformlar halka rağmen yapılamaz, halkın ikna olması hayati önemdedir. Halk ikna edilerek zihniyeti dönüştürmek mümkündür. Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle artık eski devlet yoktur, yeni devlet vardır… Türkiye’de vesayet düzeninin ve darbenin kökeninde 27 Mayıs 1960 darbesi yatmaktadır. Şimdi 27 Mayıs düzeni tasfiye edilmektedir. AK Parti 11 yıldır reformlarla 27 Mayıs düzenini ortadan kaldırmaktadır. Başbakan Erdoğan’a göre, muhalefet hala 27 Mayıs 1960 zihniyetini devam ettirmektedir. De- dirildiği, Kadın, Aile ve Sosyal dayanışma Bakanı Fatma Şahin’in başkanlığında beş bakandan oluşan bir kurulun çalıştığı açıklandı. Ayrıca, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın sorumluluğunda, Pakette eksikliği hissedilen Alevilere yönelik ayrı bir çalışma yürütüldüğü bildirildi. Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kurulacak. Mor Gabriel, diğer adıyla Deyrulumur Manastırı arazisi mall. Sadece Bir Rejim Değil, Yeni Bir Toplum nastır vakfına iade edilecek. İlkokullardaki öğrenci Kurulurken AK Parti’nin Göreli Özerkliği andı uygulaması kaldırılacak. Kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek, kamu kurumlarında başörtüsü ya- Bürokratik vesayetin kalkması ve PKK’nin müzakesağı kaldırılacak. Nevşehir Üniversitesi’nin ismi Hacı reler sonucunda şiddetin sona ermesiyle siyasi reBektaşi Veli Üniversitesi olarak değiştirilecek. Köy jim ve en geniş anlamıyla toplum adeta yeniden kuisimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engeller ruluyor. Daha doğrusu anayasal bir rejim ve toplum kaldırılacak. Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde yeniden değil, yeni kuruluyor. Bu yüzden yaşanan eğitimin önü açılacak. Farklı dil ve lehçelerde siyasi tartışmalar anayasal bir rejimin kurulmasının ötepropaganda yapılabilecek. Toplantı ve gösteri yü- sindedir. Bu yüzden sadece anayasa, kanun, mevrüyüşlerinde hükümet komiseri uygulamasına son zuat, kurumlar değil hayat tarzları, moral değerler, verilecek, yükümlülükler düzenleme kurulları tara- tarih, kültür, sanat, din her şey tartışılıyor. fından yerine getirilecek. Beldelerde teşkilat kurma Baskı altına alınmış, yok olduğu sanılan, hatta gözorunluluğunu kaldırılacak, İlçelerde teşkilatlanmış müldüğü düşünülen konular ve insanlar da günolmak yetecek. Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştiriledemde. Zorla değiştirilen kadim adlar geri geliyor, rek, devlet yardımı için gerekli olan yüzde 7’lik oran, Aydınlar gidiyor Tillo geliyor. Ölen ama hakettiği yüzde 3’e çekilecek. Tüzüklerde yer almak ve usulde ve yerde defnedilmeyen Ahmet Kaya 2 kişiden fazla olmamak kaydıyla parCumhurbaşkanlığından ödül alıyor, tiler, eş genel başkanlık sistemini Başbakan keşke Diyarbakır’da uygulayabilecek. Belirli suçolsaydı diyor. Faili meçhuller lar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, Eski rejimin tasfiyesi soruşturuluyor, toplu merengi, cinsiyeti, engelliliği, kesinleşti, artık anayasal zarlar kazılıyor, davalar siyasi düşüncesi, felsefi Fırat’ın öte yakasına gedemokrasi ekseninde yeni inancı, dini veya mezçiyor. Bütün bunlar sarejimin ve Yeni Türkiye’nin hebi nedeniyle işlenirdece bir rejimin değil, se, cezası daha da önünde bir engel yeni bir toplumun kuağırlaşacak. Ayrımruluşunu ifade ediyor. kalmadığı yeniden deklare cılıkla Mücadele ve Üstelik bu kuruluşu edildi. Türkiye’deki Eşitlik Kurulu kurumümkün kılan Türkiye lacak. Yaşam tarzına demokratikleşme ve sınırları ötesinde, küresaygı, TCK ile güvence reform süreci artık geri sel ve bölgesel gelişmealtına alınacak. Toplantı ler de var. Bu gelişmeler, dönülmez eşiği aşmış ve gösteri yürüyüşlerinin Türkiye gibi aktörlere sistem durumda. süreleri uzatılacak. içinde A. Frank’ın deyişiyle AK Parti Hükümeti Demokratikleşme Paketindeki vaatlerin idari tasarruf kısmını gecikmeden tamamladı. Yasama faaliyeti icap eden, seçim sistemi dışındaki, kısmını da TBMM’ne sunulacağını ve yeni yıla kadar tamamlayacağını ilan etti. Romanlarla ilgili Enstitü dışında Devlet Bakanlığı’nın Faruk Çelik döneminde yaptığı Roman Çalıştayı’ndaki önerilerin değerlen- “göreli bir özerklik” veriyor. Bu özerklik, Türkiye’deki yeni rejim ve yeni topluma uluslararası bir vasat da veriyor. Siyaset, içeride ve dışarıdaki vesayetten kurtulduğu ölçüde kazandığı yeni alanı ve sınırlarını keşfetme arzusunda. Bu arzu, yeni rejim ve yeni toplum tartışmalarıyla beraber gelişiyor. Son dönemde artan OCAK 2014 33 tartışmalar, yeni rejimle yeni toplumun kuruluşundaki rezonansla yakından ilişkilidir. Tartışmaların siyasetle sosyoloji arasında gidip gelmesi bu bakımdan manidardır. AK Parti yeni rejime ve topluma siyasi güçle müdahale etmeye çalışıyor. Toplum eski rejimin siyasi partilerini, sosyolojisini ve kurumsallaşmış yapısını ancak bu siyasi güçle değiştirilebileceğinin farkında. Bu yüzden de toplum, tartışmalara ve siyasi müdahaleye ciddi bir kredi açmış durumda. Buradaki hassasiyet müdahalenin sınırlarıyla ve hakların ihlal edilmemesiyle örtüşüyor. AK Parti, geçmişte siyasi rejim yoluyla bastırılan toplumsallığın, temsil ettiği kısmın ötesinde dışlanan yönleriyle yeni toplumda meşru bir şekilde var olmasına ve yeni rejimin toplumsallığı bastırmayacak şekilde tesis edilmesine çalışıyor. Başbakan Erdoğan, Weberyen anlamda risk alan bir lider olarak, bu sürecin önünü açmaya çalışıyor. Organik bir şekilde bu misyona kendisini adadığı görülüyor. Bu hamlelerin basit bir seçim hesabının ötesine geçtiği alınan siyasi risklerin boyutlarından anlaşılıyor. Türkiye’de muhafazakârlık, siyasi güç kullanılarak bastırılmış hatta yer yer yok edilmiş bir toplumsallığı ifade ediyor. Bu bastırılmış muhafazakârlığı siya- 34 OCAK 2014 si bir kimlik olmaktan çıkararak kültürel muğlak bir muhalefete dönüştürmüştür. Bürokratik vesayetin kalkması bu muğlaklığı kaldıracak ve siyasileşmenin önünü açacak tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu şekilde muhafazakârlığın, tıpkı diğer kimliklerde olduğu gibi, sınırlarını artık bürokratik vesayet değil, siyaset ve dolayısıyla toplumun kendisi belirleyecektir. Artık tartışmalar bürokrasi marifetiyle toplumdan soyutlanmak yerine, siyaset marifetiyle toplumsallaşmaktadır. Bu, siyasetin yanında toplumun da kendini keşfetmesi, kendini yeniden veya yeni kurmasıdır. Yeni rejim ve Türkiye’nin kuruluşunda siyasi güçle yer açılan toplumsal kesimler, muhafazakârlardan ibaret değildir. Muhafazakârlığın kendi içindeki çeşitliliği, Kürt siyasi kimliği, Alevi kimliği, eskiden devralınan Kemalist ve milliyetçi kimlikler de yeni toplumun kurucu unsurları olarak ortaya çıkıyorlar. Ancak bu yeni toplumun kuruluşu, toplumsallıkların siyasi güç ve temsillerinin zaafı ölçüsünde siyasetin muhalefet kanadını zayıflatıyor. Muhalefetin zayıflığı ölçüsünde iktidardan, yani AK Parti’den yeni rejim ve yeni Türkiye’nin kurulmasındaki rolü hususundaki beklenti düzeyi artıyor. Bu, AK Parti’yi yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin yegâne siyasi aktörüne dönüş- AK Parti geçtiğimiz dönemdeki reformlarla eski retürüyor. Bu yüzden de sadece muhafazakârlar de- jimi tasfiye etti, şimdi yeni rejimi kurmaya çalışıyor. ğil, ona muhalif diğer siyasi kimlikler de yeni rejimin Demokratikleşme Paketi, siyasi partiler kanunu ve ve yeni toplumun kurulmasında, AK Parti’nin temsil seçim sistemini tartışmaya açarak Yeni Anayasaetmesini veya temsil kanallarını açmasını bekliyorlar. nın yanında, temel siyasi metinlerden siyasi partiBurada oluşan güç ve temsil boşluğu, AK Parti’nin ler kanunu ve seçim kanununun da değişeceğine önünde kendi oy tabanını aşan bir siyasi hareket işaret etti. Başörtüsü, anadilde eğitim, gayrimüsalanı bırakıyor. Bu alan, AK Parti’nin ve Başbakan limler, Romanlar ve Alevilere jestler yapıldı. Lakin Erdoğan’ın kendi sosyolojisini aşan bir toplumsal- hala yapılması gerekenler var. Bilhassa Aleviler, lıkta göreli özerklik kazanmasına yol açabiliyor. Bu tarikatlar, resmi ideoloji, ordunun sivil denetimi kobakımdan AK Parti ve Başbakan Erdoğan, 12 Eylül nularında. Ne yazık ki AK Parti’yi bu konularda re2010’da çıkan referandum sonuçlarındaki, kendi form yapmaya teşvik edecek veya zorlayacak bir tabanlarını aşan bir %10’un varlığını daima hesaba muhalefet yok. Yaklaşan 2014 baharındaki yerel katmalıdır. Çünkü bu %10 büyüdüğü nispette eski yönetimler, yazındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri rejimin ve Eski Türkiye’nin reaksiyonu zayıflayacak, demokratikleşme ve reform paketlerinin sınırlarını yeni rejim ve Yeni Türkiye daha geniş bir muçiziyor. Siyasi kültürümüzdeki hâkim miltabakat zeminine oturacaktır. Yeni let kodu ve adem-i merkeziyetçilik Anayasa ve Aleviler başta olmak korkusu, demokratikleşme ve üzere yeni demokratikleşme reformları sınırlıyor. AK Parti Demokratikleşme paketleri AK Parti’ye, hala bu sınırlılıklarla çözüm sübu imkânı vermektedir. paketiyle Türkiye’nin recinin icapları arasında Başbakan Erdoğan’ın kadim meselelerinin, bir denge tutturmaya son Diyarbakır ziyareti, çalışıyor. Bu denge artık kadim yöntemlerle; bu imkânın ülke sınırarayışı, Demokratiklarını aşan potansiyani, otoriter rejim, resmi leşme Paketini küçültyelini yeniden ortaya ideoloji ve olağanüstü halle tü. Demokratikleşme koymuştur. aynı zamanda bir sideğil siyasetle, demokratik Sonuç yasi teşebbüstür. Bu ve sivil bir şekilde bakımdan denge arayışı Türkiye, 3 Kasım 2002 çözüleceği ilan edilmiş kaçınılmazdır. Bu dengeseçimleri sonrasında kurulan AK Parti Hükümetlenin isabetli olup olmadığını oldu. riyle tedricen bürokratik vezaman, bir başka deyişle tarih sayetin legal ve illegal ayaklarını gösterecek. Demokratik muhatasfiye etti. 12 Eylül 2010 Referanlefet yokluğuna rağmen, demokratikdumu bürokratik vesayetin bel kemiğini analeşmenin durmaması elzem. AK Parti başladığı yasal düzeyde kırdı. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat işi bitirmeli, reform sürecini tamamlamalı. Demokradavaları da bürokratik vesayetin illegal ayaklarını kır- tikleşme Paketini takiben Yargıtay’ın Balyoz kararı, dı. Şimdi yeni anayasal demokrasi ve Yeni Türkiye demokratikleşme iradesini tahkim etti. Yargıtay’ın kurulmaya çalışılıyor. Balyoz kararını AB İlerleme Raporunun açıklanmaTürkiye’nin kadim meseleleri yeniden gündeme ge- sı ve AB üyelik sürecinde 22. faslın açılması kararı liyor. Siyaset, bu meseleleri bürokrasiye havale et- ve en son Diyarbakır ziyareti takip etti. Bu şekilde miyor. Dinliyor, konuşuyor, tartışıyor. Artık bu mese- Türkiye’de demokratikleşme süreci iç dinamiğin yaleler siyasetin konusu. Bunun anlaşılması bile, başlı nında yeniden AB çapası ve dış dinamiğini kazanbaşına önemli. AK Parti bu kadim meseleler hakkın- mış oldu. Demokratikleşme Paketi muhtevasından da kendi program ve yaklaşımı doğrultusunda çö- ziyade gösterdiği istikamet ve demokratikleşmeyi züm önerileri, demokratikleşme paketleri hazırlıyor. tahkim iradesiyle tarihe geçecektir. OCAK 2014 35 İÇ POLİTİKA olarak gören, soğuk savaş döneminin paradigmalarını bir kenara iterek, askeri vesayeti sonlandırma, millet iradesini öne çıkarma ve Türkiye’nin de Dünya’daki gelişmelere paralel olarak çağı yakalaması adına ikinci değişim programını hazırlatmıştı. Batılı ülkeler küreselleşme olgusunun yaratabileceği iç ve dış tehditlere karşı sistemlerini, savunma, güvenlik ve istihbarat alanındaki, doktrin ve Paradigmalarını yeni tehdit algısına göre adapte edecek şekilde yeni yapılanmalarını, 90’lı yılların başından itibaren gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Özal’ın da Batı ile birlikte ekonomide, sanayide, eğitim ve öğretimde, savunma, güvenlik ve istihbaratta ‘devletin milletin emrinde olduğu perspektifinden’ hareketle, hantal sistemlerin yeniden yapılanmasına yönelik bir çalışma başlatmasındaki öngörüsü büyük bir lider olduğunun en önemli kanıtı olarak görünüyor. Türkiye’de Kürt-Türk çatışması stratejisi üzerinden yaratılmak istenen kardeş kavgası ve iç savaş tehlikesini ön gören Cumhurbaşkanı Özal, 13 Mart 1992’de yapılan MGK toplantısında PKK terörünün bitirilmesi, Kürt sorunun çözülmesi adına genel af da dahil olmak üzere siyasal-sosyal çözümleri içeren öneri paketlerini sunmuştu. Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı ÇÖZÜM SÜRECİ’Nİ ENGELLEMEYE YÖNELİK PROVOKASYONLAR T ürkiye Soğuk Savaş sürecinde, 1950’li yılardan başlayarak günümüze kadar, Batılı ülkelerin birlik ve beraberliğimize, devlet-millet ayrışmasına, dış politikasına ve millet iradesine yönelik psikolojik harp faaliyetlerinin hedefinde oldu. Amaç ise Türkiye’nin içe kapatılarak, Ortadoğu’da ve Dünya’da sözü geçen bölgesel ve küresel bir güç olmasının engellenmesiydi. Çünkü bu özelliklere sahip bir Türkiye, Batı’nın Kolonyalist politika hedef ve menfaatlerine zarar verebilirdi. Batılı ülkeler bu amaçlarına ulaşmak için, sağ-sol, alevi-sünni, laik-anti-laik, Müslüman-Hristiyan, Kürt-Türk kamplaşmaları ve kutuplaşmalarını yara- 36 OCAK 2014 tacak, provokatif toplumsal olaylar ve faili belli veya meçhul cinayetleri, ülkemizdeki derin yapıları da taşeron olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirdiler. Türkiye’yi darbe şartlarına götüren kaos, istikrarsızlık, toplumsal olaylar, çatışmalar, fiili 4 darbe ve darbe teşebbüsleri Türkiye’nin kaderi oldu. Türkiye kendi iç sorunları ile uğraşırken uluslararası imajı ve etkinliği, caydırıcı gücü neredeyse sıfırlandı. Devlet ile milletin arası iyice açıldı. Her işlenen siyasi ve adi cinayetler devlet içindeki çeteler veya yapılara mal edildi. Özal, soğuk savaş döneminin devleti öne çıkaran, milleti devletin emrinde feda edilebilecek bir unsur Özal’ın askeri vesayeti sonlandırarak, millet iradesini öne çıkaracak, Kürt sorunu ve Kürt-Türk çatışmasını barış ve kardeşlik projesine döndürecek, yeni ve büyük Türkiye adına değişim ve dönüşüm projelerini ortaya koyması, askeri vesayetçileri, onların kontrolündeki sivil elitleri ve Batılı ülkeleri ve kontrol ettikleri derin yapıları oldukça rahatsız etmişti. Üstelik Özal’ın Talabani’yi devreye koyarak Öcalan ile dolaylı görüşmeler yapması iç ve dış konjonktür açısından da namüsait bir ortama işaret ediyordu. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde demokrasiye 9 yıl önce geçilmiş olmasına rağmen, askeri vesayetin siyasi irade üstündeki baskısı Köşk ve Milli Güvenlik Konseyi marifetiyle sürüyordu. Cumhurbaşkanı olarak, Özal’a yapılan itibarsızlaştırma amaçlı 28 Şubat sürecini aratmayan psikolojik harekâtlar bu sürece de damgasını vurmuştu. Özal’ın ve yakın çalışma arkadaşlarının zehirlenerek, kaza süsü verilmiş suikastlarla ortadan kaldırılmasının ana nedeni Kürt Sorunun Çözümü için yapılan çalışmalar ve PKK’ya çıkarılması düşünülen genel af olmuştu. Türkye Soğuk Savaş sürecnde, 1950’l yılardan başlayarak günümüze kadar, Batılı ülkelern brlk ve beraberlğmze, devlet- mllet ayrışmasına, dış poltkasına ve mllet radesne yönelk pskolojk harp faalyetlernn hedefnde oldu. Amaç se Türkye’nn çe kapatılarak, Ortadoğu’da ve Dünya’da sözü geçen bölgesel ve küresel br güç olmasının engellenmesyd. Çünkü bu özellklere sahp br Türkye Batı’nın Kolonyalst poltka hedef ve menfaatlerne zarar vereblrd. Özal’ın zehirlenmek suretiyle bir suikast sonucu hayatını kaybetmesin ardından, iktidara gelen Demirel, Mesut Yılmaz ve Erbakan’ın da araya aracılar koymak suretiyle Öcalan ile dolaylı görüştükleri iddiaları medyaya yansımıştı. Ak Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinde yaklaşık % 35 oy alarak tek başına iktidar olması sonrasında, MGK’da alınan karar doğrultusunda, 2008 yılı Eylül ayında Oslo’da PKK-MİT arasında resmi görüşmeler başladı. Görüşmelerin İngiltere’nin koordinatörlüğünde yapıldığı iddia edildi. Görüşmelere, Başbakan’ı temsilen Hakan Fidan, Eski MİT Müsteşarı Emre Taner, Müsteşar yardımcısı Afet Güneş, MİT Daire Başkanları Yaşar Yıldırım ve Hüseyin Kuzuoğlu katıldı. Diğer tarafta KCK’lı Mustafa Karasu, PKK’lı Sabri Ok Kongra-Gel Başkanı Zübeyir Aydar örgüt adına toplantılara katılan kişilerdi. Görüşmeler kamuoyundan gizli yapılmıştı. Görüşmeler sürerken PKK’nın silahsızlandırılmasını sembolize eden bir grup PKK’lının, Habur’dan OCAK 2014 37 Oslo sürecinin iç ve dış odaklarca sabote edilmesi sonrasında, Başbakan Erdoğan şahsı ve partisi adına ciddi bir riske girerek, Türk-Kürt kardeşliğini pekiştirmek ülkede akan kanı durdurmak, büyük ve güçlü bir Türkiye için yeni ve tamamen yerli bir açılım süreci ‘barış ve kardeşlik projesini’ başlattı. Türkiye’ye girişlerinde binlerce insan tarafından zafer nidaları ile karşılanması PKK örgütü mensuplarının örgütü simgeleyen giysiler içinde şov yapmaları, görüşmelerde silahların susması ve eylemsizlik kararı alınmasına rağmen 14 Temmuz 2011 tarihli PKK’nın Silvan saldırısında 13 askerin şehit olması ve gizli yapılan görüşmelere ilişkin tutanakların medyaya sızdırılması Oslo sürecini baltalayan provokatif olaylardı. PKK-MİT arasında Oslo’da gerçekleştirilen, görüşmelerin 2,5 yıl içinde 5 kez gerçekleştiği, ayrıca görüşmeler ile ilgili bazı tutanak ve belgelerin, KCK operasyonlarında ele geçirildiği hususu da iddialar arasında bulunuyordu. KCK-MİT bağlantısının soruşturulduğu olay, İstanbul Terörle Mücadele ve İstihbarat Şube Müdürlerinin müştereken hazırladığı bir dosya. Özel yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya’nın bu dosya üzerinden KCK operasyonları çerçevesinde Oslo’da görüşme yapan MİT’çiler hakkında yakalama kararı çıkarması, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı da şüpheli olarak ifadeye çağırması Medya’da 7 Şubat Yargı- Polis Darbesi olarak nitelendirilmişti. Başbakan Erdoğan kendi sorumluluğunda ve emirleri doğrultusunda Oslo’da PKK’lılar ile görüşme yapan MİT Müsteşarı ve diğer görevlilere sahip çıkarak acilen MİT Kanunu’nda yaptığı değişiklikle, MİT mensupları ve bazı kamu görevlileri hakkındaki Ceza soruşturmalarında başbakan izni şartını yeniden düzenleyerek yapılan operasyonun boşa çıkmasını sağlamıştı. Savcı Sarıkaya İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı’ya operasyon hakkında bilgi vermeyerek gizlediği soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiği için görevden alınmıştı. 38 OCAK 2014 Bu projenin önemli bir parametresi olarak Öcalan 21 Mart Nevruzunda, Diyarbakır’da okunan mektubunda ‘Silahlı mücadeleden, demokratik mücadeleye geçiş, silahların bırakılması ve örgüt mensuplarının sınır dışına çıkma çağrısı yapmıştı.’ Çözüm sürecinin başladığı tarihten itibaren barış ve kardeşlik projesinin başarıya ulaşmasını istemeyen küresel ve bölgesel aktörler ve yerli işbirlikçileri çözüm sürecini baltalamaya yönelik olarak Paris saldırısı, Cilvegözü ve Reyhanlı saldırılarını ve Gezi Parkı Kalkışmasını organize etmiş görünüyorlar. Suriye’de yaşanan iç savaş ve gelişmeler, Türkiye’yi ve özellikle de çözüm sürecini yakından ilgilendirmeye ve dış politikasını şekillendirmeye devam ediyor. Suriye’de PYD tarafından kurulan Özerk Kürt Bölgesinin, Suriye sınırları içinde bulunması, PYD’nin PKK’nın Suriye uzantısı olması, Suriye’nin toprak bütünlüğünün, Türkiye’nin kırmızıçizgileri arasında bulunması, Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına çekme amacıyla, Suriye’ye müdahaleye zemin hazırlayan küresel bir taktik ve stratejiyle karşı karşıya olduğumuz kuşkusunu yaratıyor. PKK’nın eylemsizlik kararına rağmen, Şırnak’ın Cizre ilçesinde, Diyarbakır’da, asayiş birimleri kurduğu, yol kesip kimlik kontrolü yaptığı, polisle çatıştığı görülüyor. Yüzleri poşulu tek tip kıyafetli, telsizli, kendilerine Yurtsever Devrimci Gençlik adını veren oluşum BDP yetkilileri tarafından kabul edilmiyor. Başbakan Erdoğan’ın açıklamasına göre örgüt %20 civarında Türkiye sınırları dışına çıktı, silahlar bırakılmadı. Örgüt yetkilileri ve BDP eş Başkanları da Türkiye’nin söz verdiği yasal düzenlemeleri yerine getirmediği iddialarını dillendirerek süreci bozacakları yönünde tehditlerine devam ediyorlar. Ancak eylemsizlik kararının devam etmesi şehit cenazelerinin gelmemesi, Başbakan’ın Çözüm ira- desinde kararlı tavrı, Öcalan’ın da bu yönde tavır alması kamuoyunun büyük desteği sürece yapılan bütün provokasyonları boşa çıkarıyor. konuşmalarının yazılı ve görsel medyaya sızdırılması şüphelilere yargı eli ile yargısız infaz yapıldığının bir kanıtı olarak önümüzde duruyor. Başbakan’ın Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi Başkanı Barzani, Şivan Perper ve Tatlıses ile Diyarbakır’a yaptığı çıkarma çözüm sürecini taçlandıran, Ortadoğu’da Türkiye’nin stratejik konumu ve ekonomik çıkarları açısından çok önemli bir hamleydi diyebiliriz. Barzani petrollerinin, Türkiye üzerinden dış dünyaya pazarlanması ve 16 milyar dolarlık bir paranın Halk Bankası’nda toplanması söz konusu. Soruşturmaları yürüten savcı ve polis şeflerinin, 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunun 8’inci ve 19’uncu maddelerini, İçişleri bakanlığınca 09 Aralık 2005 tarihinde yayınlanan Adli Kolluk Genelgesini ihlal ederek operasyon konusunda yetkili makamlara ve İl Emniyet Müdürüne bilgi vermedikleri yaklaşık 1 yıl 4 ay süren soruşturma sürecini gizlediklerinin anlaşılması operasyonun amacı ve zamanlaması konusunda kamuoyunda şüphe ve tereddütlere neden oldu. Bütün bu olumlu gelişmelerin sürdüğü bir ortamda, Hakkâri Yüksekova ilçesinde mezarların tahrip edildiği söylentisi ile halkın tahrik edilerek polis ile karşı karşıya getirilmesi suretiyle başlatılan olaylarda güvenlik birimlerine, 10 ayrı noktadan uzun menzilli silahlarla ateş edilmesi sonrasında polisin açtığı ateşle iki kişinin ölmesi üzerine çözüm sürecine açıkça yapılmış bu provokasyonun paralel devlet mi olduğu, yoksa PKK’nın şahin kanadı tarafından mı yapıldığı konusu ciddi tartışılan, kesinlikle çözümlenmesi gereken bir durum olarak görünüyor. İstanbul’da 17 Aralık’ta rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu gerçekleştiren yargı ve adli polis birbirinden bağımsız 3 ayrı dosya üzerinden, kamuoyunun yakından tanıdığı ünlü isimleri gözaltına aldı. Halk Bankası Genel Müdürü, Ali Ağaoğlu, Fatih Belediye Başkanı, Halen kabinede bulunan 3 bakan çocuğu gözaltına alınanlar arasındaydı. Operasyonun ilerleyen safhalarında operasyonda 4 Bakan’ın da soruşturmaya dâhil edilerek, haklarında fezleke hazırlanıp, TBMM Başkanlığı’na gönderildiği iddia edilmiş bulunuyor. Soruşturma ve yargılamaların, bağımsızlık, tarafsızlık, güvenilirlik ve kişi haklarına saygı ilkelerine azami önem verilerek hukuk zemininde yürütülmesi kanuni bir zorunluluk olmasına rağmen, CMK 157’nci maddesine aykırı olarak şüphelilerin masumiyet karinesi ihlal edilerek dava ile ilgili bazı görüntü ve telefon Başbakan Erdoğan, 7 Şubat darbesi ve Gezi Parkı kalkışmasını kotaran küresel merkezli bir dış operasyonun yerel işbirlikçisi paralel devletin, yolsuzluk örtüsü altında seçimleri hedef alan yeni saldırısı ile karşı karşıya bulunduklarını belirterek paralel devlet yapılanmalarının devlet kurumlarından söküp atacakları yönünde kararlığını açıkça ortaya koymuş görünüyor. ABD Büyükelçisi Ricciardone, AB Büyükelçilerine verdiği yemekte yaptığı ‘İmparatorluğun çöküşünü izleyin’ açıklaması bu kumpasın dış ayağını gözler önüne sererken, kaos ve provokasyonların devam edeceğinin işaretlerini de veriyordu. Çözüm sürecini bozmak isteyen iç ve dış odakların tüm provokasyonlara rağmen siyasi kariyerini ülkenin iç huzuru, barış ve kardeşlik projesi için çekinmeden riske eden Başbakan Erdoğan ve siyasi iradesi bu kez ciddi bir tehdit içinde bulunuyor. Bu musibetten kurtuluşun tek yolu Parti içinde yolsuzluğa bulaştığı iddia edilen bakanlar hakkında yeterli delil ve karinelerin tespit edilmesi durumunda haklarında gereğinin yapılmasıdır. OCAK 2014 39 DIŞ POLİTİKA Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı MISIR: Devrim, Darbe ve YIKICI KAOS S osyal Bilimciler, sosyal gelişmelerde düzen aramak üzerine kurulmuştur. Toplumsal olgular genelde tekrarlayan kalıplar ve döngüler şeklinde devam ederler. Sanatta ve felsefede ortaya çıkarak sosyal bilimlere uygulanmaya başlayan Kaos Teorisi ise genel bir düzen yerine düzensizliğin hâkim olduğu bir toplumsal yapı, siyaset ve uluslararası ilişkiler öngörmektedir. Düzen yerine düzensizlik, belirsizlik ve öngörülemezlik söz konusudur. Mısır’daki devrim, darbe ve demokrasi mücadelesi sonucunda ortaya çıkan karmaşa, koas olarak nasıl analiz edilebilir? Devrim öncesinde Mısır’da var olan düzen doğal bir düzen değildi. Osmanlı Düzeni’nin yıkılmasıyla I. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da kurulan Skyke-Picot düzeninde yer almaktaydı. Demokratik parlamenter yapının var olduğu krallık dönemi yıkılarak, 1952’den sonra diktatörlüğün hâkim olduğu cumhuriyet rejimine geçilmişti. Bu değişim bile doğal değildi çünkü 1952 darbesini yapan Cemal Abdunnasır demokrasi vaadiyle gelmiş ve bu sözünden vazgeçmişti. Daha sonra Kral Faruk’u devirmek için kendisine destek veren diğer siyasi ve toplumsal oluşumları ve özellikle İhvan-ı Müslimin’i bastırmıştı. 42 OCAK 2014 Mısır’ın yanı başında yine doğal olmayan İsrail ortaya çıkmıştı. Küçük bir alanda yer almasına rağmen dış destek ve askeri gücüyle büyük Mısır’ı ve diğer Arap ülkelerini 1948 ve 1967’de yenilgiye uğratmış ve sınırlarını genişletmişti. 1970’lerde Abdunnasır’ın yerine geçen Enver Sedat 1973 savaşında İsrail’e karşı kısmi zafer kazansa da 1978 Camp David anlaşmasıyla kimsenin beklemediği bir hamle ile İsrail ile kucaklaşarak Mısır’ın iç ve dış dengelerini altüst etmişti. Bu durum hem ülke içinde hem de dışında yeni bir kaotik durum yaratmış ve Mısır bölge liderliğini kaybetmişti. Sedat ölünce Mısır’ın daha bağımsız olacağını bekleyenler Mısır’ın nerdeyse İsrail ve ABD politikalarına teslim olmasına şaşırmıştı. Örneğin, İsrail’e yarı fiyatına doğal satması ve Gazze ambargosunu desteklemesi Mısır’dan beklenmeyecek hareketlerdi. Arap dünyasında uzun süredir sürdürülmeye çalışılan ve doğal olmayan bir düzen Tunus’ta patlak veren bir protesto dalgası sonucunda Bin Ali yönetimi devrildi ve sivillerden oluşan devrim konseyi geçiş sürecini yönetti. Benzer gelişmeler Mısır’da da beklenirken, sürpriz bir hamle ile ordu, siviller yerine Yüksek Askeri Konsey yönetimi devraldı. Kendisi bir eski asker olan Mubarek aslında ordunun hâkim olduğu bir devletin başkanıydı. Ama sivil demokrasi isteyenlerin çoğu askerin demokrasiyi getireceğine inandırıldı. Bu iyimserler arasında yıllarca devletin gadrine uğramış olan İhvan-ı Müslimin de vardı. Aradan geçen sürede tam anlamıyla kaotik bir süreç yaşandı. Anayasa değişikliği ile Mübarek anayasası önce kısmi bir değişiklikle meşrulaşmış olduğu için devrim yerine ülkede reform mantığı geçerli oldu. Parlamento seçimleri, askerin İhvan-ı desteklediği yönünde tartışmaları altında geçti. Başkanlık seçimlerinde ise yasama, yürütme ve yargıyı ele geçirerek devletin İhvanlaştığı söylemiyle baskındı ve Mursî seçilmeden hemen önce Anayasa Mahkemesi bir teknik bahane ile parlamento seçimlerini iptal etti. İhvan’ın devlete hâkim olmasını bırakın Mursî’nin aldığı her karar ve atama mahkemelerden dönüyordu ve devlet medyası bile devlet başkanına karşı duruyor ve muhalefete paralel yayın yapıyordu. Devletin kontrolündeki birçok şirket piyasaya benzin, gaz ve temel ihtiyaç malzemelerini vermiyordu. Yeni anayasa yazımında İhvan’ın etrafı tamamen boşaltıldı ve siyasi duruşu belli olmayan radikal Selefi hareketlerin etkisinde referanduma gidildi. Referandum sayısal olarak geçse de siyasal olarak ciddi bir sıkışma ve istikrarsızlık ortaya çıkarmıştı. Daha sonra muhalefetin birleşmesi ve darbecilerin OCAK 2014 43 Mısır’dak kaotk durum dış güçlern de kafasını karıştırmıştır. ABD İhvan’la sorunumuz yok kışkırttığı “2. Tahrir Gösterilederken, darbeye darbe dyemed. AB ‘darbe’ ri” sonucunda Mursî devrildi. Tahrir’de gösteri yapanların bir ded ama somut tepk veremed. Mursî, brkaç kısmı Mursî devrildikten sonra kez madd destek bulmak çn medet umarken, gerçekten demokrasiye geçileceğine inanıyordu. Bunların başındarbey Körfez ülkelernn fnanse etmes da İhvan Karşıtı cephenin başkanı ve çoğumuza sürprz oldu. Nobelli diplomat Muhammed Elbaradai ve 6 Nisan Hareketi benzeri Tahrir gençleri geliyordu. İhvan protestocuların sosyal tabanının ve sayısının az olduğunu biliyor ve “vatansever” Mısır ordusunun darbe istemediğini düşünüyordu. Hatta “kardeş” Suud ve BAE devletlerinin darbeye destek ve sponsor olacaklarını kimse beklemiyordu. Başka kaotik bir durum ise Mübarek’in devrilmesine destek vermiş milliyetçilerin (Nasırcılar), İsrail ve Batı’nın yörüngesinden çıkmayan Körfez finansmanıyla, ülkeyi en az 10 yıl geri götürecek darbeye destek olmalarıdır. Hâlbuki Abdunnasır’ın en büyük hasmı, Batıya bağımlı Körfez krallıklarıydı. Darbe yapıldıktan sonra bir uzlaşma bekleniyordu ama en kötü senaryo hayata geçirildi: Mursî yanlıları kanlı bir şekilde bastırıldı. 5.000’den fazla insan öldürüldü ve cadı avı başladı. Koalisyon darbeden hemen sonra çatlamaya başladı. Başkan yardımcılığına getirilen Muhalefetin sözcüsü Elbaradai kan dökülmesini protesto ederek ülke dışına kaçtı. Darbeciler vatana ihanetten hakkında dava açtılar ve gelen tepkiler üzerine dava düşürüldü. Mısır’da artan baskı, tutuklama, mahkûmiyet ve infaz kararları ile hızla eski günlere dönüldüğünü gösterdi. Yeni durumda demokrasi beklerken darbe olduğu anlaşıldı ve Mursî’nin devrilmesine destek veren birçok grup da rahatsız olmaya başladı. Özellikle gösteri yasasının özgürlükleri sınırlandırması demokrasiyi savunan İslamcı, liberal ve laik gruplar arasında ciddi rahatsızlık yarattı. Bunların başında Mubarek’in ve Mursî’nin devrilmesinde etkili olan gösterilere katılan 6 Nisan Hareketi gelmekteydi. Hareketin kurucularından Ahmed Mahir izinsiz gösteri yapmaktan tutuklandı. Mursî’ye muhalif olan komedyen Basim Yusuf’un darbeyi eleştirmesi yüzünden programı sonlandırıldı. İhvan dışındaki gençler ve laik gruplar yavaş yavaş protestolara katılmaya başladılar. Gösteriler liselere ve kampüslere yayılmaya başladı. Ülke içinde 44 OCAK 2014 ve dışında infial yaratan gelişmelerden birisi de lise ve üniversite çağındaki kız öğrencilerin 11 yıl hapse mahkûm edilmeleri oldu. Suçları ise sabah saat 7:00’de darbe karşıtı pankartlar taşımaktı. Gelen tepkiler üzerine bu cezalar azaltıldı ve ertelendi ama darbe karşıtı gösteri dalgası da hız kazandı. Peki, Mısır darbesi neden kaotik? İnsan, kurum ve kuruluşlardan sürpriz davranışlar beklenir ama Mısır’la ilgili aktörlerin tavırları tamamen olağandışı. Devrimden sonra ülkede liderlik eksikliği ve kafa karışıklığı, durumu kaotik bir hale getirmişti. Ordu “Mursî demokrasiyi yok ediyor, biz demokrasi getireceğiz” diye darbe yaptı ve demokrasi başka bahara kaldı. Protesto demokrasilerin temel haklarından olduğu halde öldürülen protestocuların hakkını pek savunan çıkmıyordu. Yine demokrasi isteyen “silahsız kuvvetler”in hemen hepsi militarist çıktı ve gerçek demokrasi isteyenler pek kalmadı. Devrilen Mübarek’in kadrosu yavaş yavaş toparlandı ve ordunun yanında ve ordu desteği ile en etkili grup haline geldi. Milliyetçi Nasırcılar Batı’ya bağımlı Körfez parası ve İsrail desteği ile Mısır’ı tekrar lider yapacaklarını savunuyorlardı. Laikler ve Hıristiyanlar önce laik sonra demokrat olunabileceğini savunarak anayasada Şeriat var diye isyan ettiler. Yeni tasarıda da Şeriat bulunuyor ama sorun yapmıyorlar. Selefiler, şeriat gelsin diye darbeye yol açtılar, şimdi din temelli partileri yasaklayan darbecilerin anayasasını destekliyorlar. Mısır’daki kaotik durum dış güçlerin de kafasını karıştırmıştır. ABD İhvan’la sorunumuz yok derken, darbeye darbe diyemedi. AB ‘darbe’ dedi ama somut tepki veremedi. Mursî birkaç kez maddi destek bulmak için medet umarken, darbeyi Körfez ülkelerinin finanse etmesi çoğumuza sürpriz oldu. Nerdeyse Batı’nın her politikasına karşı duran Rusya ve Çin’den, darbeyi eleştirmeleri beklenirken on- lar darbecilere kucak açtılar. Mısır içindeki gruplara karşı şeytanlaştırma yetmemiş olacak ki Türkiye, Obama, Suriyeli Mülteciler ve Hamas da Mısır düşmanı ilan edildi. Mısır darbesinin en temel gerekçesi olarak, Mursî ve Selefilerin kendi anayasalarını dayatması gösteriliyordu. Askere ayrıcalık veriyor ve Şeriat’ı ön plana çıkarıyor diye eleştiriler sayesinde Muhalefet birleşmişti. Hâlbuki yeni anayasa taslağında ordunun ayrıcalıkları aynen korunuyor: Ordu, savunma bakanının atanmasında ve kendi bütçesinde söz sahibi olacaktır. New York Times (4 Aralık 2013) yeni anayasanın militarizmi artırabileceğini söylemektedir. Anayasa taslağı, 3 Aralık tarihinde başkan Adli Mansur’a sunuldu. Ocak 2014 ortasında referandumla halka sorulacak. Anayasa taslağına İhvan gibi birçok grubun karşı olduğu anlaşılıyor. Bunlar arasında Mursî’nin yıkılmasına destek veren 6 Nisan Hareketi, Tahrir gençleri, Güçlü Mısır Partisi lideri Abdülmun’im Ebulfütuh görülmektedir. Anayasa Değişiklik Komitesi üyelerinin, “belirli ve seçilmemiş” kişiler olduğunu savunan Ebu’l Futuh, anayasa taslağının, partisinin savunduğu ilkeler arasında yer alan “sosyal adalet ve özgürlükler” ilkesine ters düştüğünü dile getirmiştir. Darbeye karşı çıkan güçler zaten yeni anayasaya doğal olarak karşıdır. Referandumda ‘Hayır’ mı diyecekleri yoksa veto mu edecekleri henüz net değildir ama veto etmeleri beklenebilir. Sonuç olarak, Mısır’da bugün yıkıcı bir kaos ortamı görülmektedir. Yerel ve uluslararası birçok faktörün etkili olduğu çok dinamik bir süreç yaşanmaktadır. Gösterilerin ve ekonomik sıkıntıların sürdüğü Mısır’da darbenin başarısız olduğu açığa çıkmıştır. Ülke içindeki ve dışındaki dengeler yakın zamanda huzurlu ve istikrarlı bir yönetim kurulması ihtimalinin uzak olduğunu göstermektedir. Darbeciler çok sayıda insanı öldürdükleri için demokrasiye geçişe razı olmaları çok zordur. Darbeye karşı ordu içinden yeni bir darbe gelebilir ama çözüm olmaz. Çünkü her darbe yeni darbelere kapı aralayacağı için darbe silsilesi de Mısır’ı selamete çıkarmayacaktır. Pek çok insanın ölümüne yol açtığı için Abdülfettah el-Sisi’nin Cumhurbaşkanı olmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Anayasa referandumu ciddi sürtüşmeye yol açacağı gibi, Sisi’nin cumhurbaşkanı seçilmek istemesi çatışmayı daha da artıracaktır. Bu şartlarda Mısır’da nezih bir seçim yapılamayacağı için Sisi, Mübarek gibi kendisini seçtirecektir. Önündeki engel seçim sistemi değil, halk gösterileri ve direnç olacaktır. Bu mücadele ve çatışma tek turda sona ermeyeceği için Mısır, uzun süre yıkıcı kaos ortamını yaşamaya devam edecektir. OCAK 2014 45 DIŞ POLİTİKA Cumhurbaşkanlığı Seçmler ve Anayasa Tartışmaları Gölgesnde MISIR Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı 3 Temmuz 2013’te, Mısır’ın özgür seçimlerle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı M. Mursî’ye karşı gerçekleştirilen askeri darbe sonrası Mısır’da istikrar arayışları devam ediyor. Darbenin en önemli gerekçelerinden birisi olarak Mursî yönetiminin ekonomik alanda başarısızlığı gösterilmişti ancak asker tarafından Başbakan olarak atanan Hazım el-Biblavi yönetiminin de bu anlamda başarılı olduğunu söylemek oldukça güç. Biblavi hükümeti, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının düşmesini sağlayamazken kronik problem olan trafik sorununun her geçen gün biraz daha ağırlaştığı gözlemleniyor. Daha da önemlisi Mısır, vatandaşların güvenliğinin sağlanması anlamında 3 Temmuz öncesine oranla çok daha kötü durumda. Zogby Araştırma Şirketi tarafından Mısır’da Eylül 2013’te gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasına göre ülkenin yarıya yakını Cumhurbaşkanı Adli Mansur’a ve hü- 46 OCAK 2014 kümete güvenmiyor. % 46’lık bir kesim ise Mısır’da durumun 3 Temmuz öncesine göre daha kötü olduğunu düşünüyor. Eylül ayı içerisinde mevcut yönetimin Adalet Bakanı’nın “adli tutuklamanın” kampüs güvenliği tarafından gerçekleştirilebileceğine dair yaptığı açıklama sonrası Kahire ve el-Ezher Üniversiteleri’nde başlayıp diğer kentlerdeki bazı üniversitelere de sıçrayan öğrenci hareketleri, hükümeti yeni bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya bırakmış bulunuyor. Üniversitelere, kolluk kuvvetlerinin müdahalesine ilişkin uygulama hem darbe ile meşru hakları elinden alınan ve siyasî bir dava ile muhatap bırakılan Cumhurbaşkanı Mursî’nin haklarına yönelik hem de liberal kazanımlara yönelik talepleri olan gösterilere dönüştü. Kahire Üniversitesi’nde polis ve gösterici öğrenciler arasındaki kavgada ateş açılması sonucu Muhammed Reda isimli üniversite öğrencisinin hayatını kaybetmesi gösterilerin daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Mevcut hükümetin sözcüsü, darbe yönetiminin içine düştüğü yeni meşruiyet krizini mütecessimleştirir biçimde gerçekleştirilen protestoların izinsiz olduğunu; devlete ve onun prestijine yönelik bir meydan okuma niteliği taşıdığını iddia etti. Uluslararası Sistemin “Vicdan Mahkûmları” Darbe yönetiminin gerçekleşen protestolardan esas çekincesinin, Müslüman Kardeşler’in yeni bir toplumsal patlamanın fitilini ateşlemesi olduğu söylenebilir. Bu korkuyla darbe yönetiminin toplumsal hareketliliklere paranoyak bir bakış geliştirdiği görülüyor. Bilindiği üzere 23 Eylül 2013’te alınan bir mahkeme kararıyla Müslüman Kardeşler’in faaliyetleri yasaklanmış; tüm mal varlıklarına ve fonlarına el konulmuştu. 6 Ekim 2013’te Tahrir Meydanı’nda Mursî’ye destek vermek için toplanan gruplara, silahlı güçlerin ateş açması sonucu 60 kişi hayatını kaybetmiş çok sayıda gösterici de yaralanmıştı. 15 Kasım 2013’te ise Mursi’ye destek gösterilerine katılan 12 el-Ezher öğrencisine 17’şer yıl hapis cezası verildi. 13 Aralık Cuma günü gerçekleştirilen geniş katılımlı protesto gösterisine sert biçimde müdahale eden silahlı güçlerin açtığı ateş sonucu 2 gösterici hayatını kaybederken, 16 gösterici ağır biçimde yaralandı. 54 gösterici ise gözaltına alındı. Darbe yönetiminin yaşadığı meşruiyet krizinin dışa yansıması da olan şiddetin, devletin sistematik biçimde kullandığı bir caydırma aracı haline gelmiş olması, Mısır’da devlet aygıtı ile toplum arasında her geçen gün büyüyen bir uçurum oluşturuyor. Devlet ve Mısır halkı arasında her geçen gün büyüyen uçurumun trajik biçimde mütecessim hale geldiği örneklerden birisi de İskenderiye’de yaşandı. Kasım ayı sonlarında İskenderiye’de Mursî yanlısı gösteri yapan 21 kadın gözaltına alındı. 7’si henüz 18 yaşından küçük olan ve Abdülfettah el Sisi yanlısı medya tarafından Müslüman Kardeşler - Mursî destekçilerinin stereotipi olarak kamuoyuna ve küresel enformatik ağlarına sunulan bu kadınlar için uluslararası insan hakları örgütleri, kadın örgütleri Mısır hükümetine koşulsuz ve hemen serbest bırakma çağrısı yaparak kadınları “Vicdan Mahkûmları” diye nitelemeye başladılar. Uluslararası kuruluşların tepkilerine ve girişimlerine rağmen mahkemeye çıkarılan kadınlardan 18 yaşından küçük olanlar serbest bırakılırken 14 kadına 11’er yıl hapis cezası verildi. Soğuk Savaş sonrası sistemde kadın hareketlerinin etkinliğinin artmasının bir neticesi olarak ön plana çıkan 21 kadın, aslında tutuklamalara verilen tepki ve “vicdan mahkûmları” retoriği dolayısıyla uluslararası sistemin vitrininin temizlenmesinden başka bir anlam taşımıyor. Zira İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden yapılan açıklamaya göre darbe son- Mısır’dak darbe yönetmnn söylemler ve craatları da Mübarek dönemn fazlasıyla hatırlatıyor: Yönetmde “demokratlar” var ama demokras yok! Bunun toplumsal bellekte de br paralel var elbette: 25 Ocak Devrm br vakıa olarak var, devrmcler var ama pratkte devrm yok… Cumhurbaşkanlığı seçmlernn kadern ve Mısır’ın geleceğn şekllendrecek olan da toplumsal hafızadak bu paralel algı. OCAK 2014 47 ken hem ülkedeki geniş memnuniyetsizler kitlesini hem de uluslararası tepkileri düşünerek hareket edecek. Sisi’nin aday olması durumunda ülke siyasetinin ve hukuksal kurumlarının bu duruma göre tasarlanacağını tahmin etmek güç değil. Ülkeyi takip eden uzmanların tahmin etmekte zorluk çektikleri husus ise “eğer Sisi Cumhurbaşkanlığı’na aday olmazsa darbe yönetiminin Cumhurbaşkanlığı için kimi hazırlayacağı” sorusunun cevabı. rasındaki altı ayda büyük çoğunluğu Mursî yanlısı olan binlerce insan katledildi. Örgüt, darbe sonrası 6 ayı modern Mısır tarihinin bugüne kadarki en kötü şiddet dönemi olarak tanımlıyor. Bununla birlikte mevcut uluslararası sistemin çok büyük ölçüde kurum ve dinamikleriyle Mısır’daki gelişmelere duyarsız kalması, Birleşmiş Milletler düzeninin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasındaki yetersizliğini gözler önüne seriyor. Mısır Siyaseti “Resetlenirken” Müslüman Kardeşler Müslüman Kardeşler’in yasaklanmasının ardından 4 Kasım itibariyle Cumhurbaşkanı Mursî’nin yargılanmasına da başlandı. Mursî ve Müslüman Kardeşler’in üst düzey yöneticileri hakkında açılan davaların sağlıklı bir biçimde yürütüldüğünü söylemek ise oldukça güç. Müslüman Kardeşler üyeleri davasına bakan 3 yargıç, sanıkların mahkeme sürecini bölmeleri ve yargı aleyhine slogan atmalarını gerekçe göstererek istifa etti. 29 Ekim’de de 3 yargıç, Müslüman Kardeşler davasında sanıkların salona getirilmeleri sırasında polisin yaptığı hatalar ve güvenliğin tam manasıyla sağlanamaması dolayısıyla istifa etmişti. Diğer taraftan, 2014 yılının Mısır’da politik alanın yeniden “programlandığı” yıl olması bekleniyor. Bu çerçevede, yeni anayasa’nın yılın ilk döneminde oluşturulması ve yeni Cumhurbaşkanı seçiminin gerçekleştirilmesi bekleniyor ancak kronolojik olarak hangisinin daha önce gerçekleştirileceği ke- 48 OCAK 2014 sinlik kazanmış bulunmuyor. Bu bağlamda politik aktörlerin yeni döneme ilişkin konumları da yavaş yavaş netleşmeye başladı. Yeni döneme yönelik en ilginç açıklama ise darbe öncesi sokak gösterilerini Mursî’ye yönelik “laik bir darbe”nin hazırlıkları olarak niteleyip, Mursî’ye tam destek açıklaması yapan ancak süreçte oldukça düşük profilde bir politika izleyen Selefi Nur Partisi’nden geldi. Nur Partisi sözcüleri yaptıkları açıklama ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dinî referansı olan herhangi bir adayı desteklemeyeceklerini duyurdular. Darbeyi gerçekleştiren kadronun başında bulunan ve mevcut Mısır siyasetinin en güçlü profili olarak ön plana çıkan General Abdülfettah el-Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday olup olmayacağı henüz kesinlik kazanmadı. Darbeyi hazırlayan sürecin etkin aktörlerinden olan Tamarod Hareketi’nin Merkez Komite üyelerinden Muhammed Nabavi yaptığı açıklamada hareketin eski Cumhurbaşkanı adaylarından Hamadi Sabahi’yi destekleyeceği iddialarını reddederek, ülkenin ihtiyaç duyduğu tek insanın General Abdülfettah el-Sisi olduğunu düşündüklerini belirtti. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanlığı seçiminin nasıl ve kimler arasında olacağının netleşmesi için General Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı’na aday olup olmayacağının kesinleşmesi gerektiği söylenebilir. Ancak ülkenin büyük kısmında askerî yönetime karşı güvensizlik oluşması dolayısıyla, Sisi’nin özellikle militan laik çevrelerde popülaritesinin yüksek olduğu görülüyor. Dolayısıyla, General Sisi Cumhurbaşkanlığı’na aday olmaya karar verir- Cumhurbaşkanlığı için ön plana çıkan isimlerden ilki eski Cumhurbaşkanı adayı Nasırist Hamdin Sabbahi. Çeşitli kaynaklar, Hamdin sabbahi’nin hâlihazırda Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında kendisini desteklemeleri için Tamarod Hareketiyle anlaşmaya vardığını iddia ediyor. Yukarıda da ifade edildiği üzere Tamarod Hareketi bu iddiaları yalanladı ancak Ekim ayında, Mısır’da yayın yapan bir gazetenin General el-Sisi ile yaptığı mülakatın off-the-record bölümlerinin basına yansıyan kısımları, Sabahi’nin Cumhurbaşkanlığı için şansının oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Zira General Sisi bu bölümlerde, Hamdin Sabahi’ye kişisel olarak hiç güven duymadığını ifade ediyor. Mısır’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin öne çıkan iddialardan bir diğer ise Adli Mansur’un görevine iki yıl daha devam etmesi. General Abdülfettah el-Sisi’nin başında olduğu Yüksek Askeri Konsey’e mensup ismi açıklanmayan birisinin Mısır basınına yansıyan açıklamalarına göre son dönemde, halkın önüne getirilecek anayasanın referandumunda darbeciler tarafından Cumhurbaşkanlığı’na atanan Adli Mansur’un iki yıl daha Cumhurbaşkanı olarak görevine devam etmesinin de önerilmesi düşünülmeye başlanmış durumda. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde Mursî’nin rakibi olan ve kaybeden Ahmet Şefik’in mahkeme kararıyla siyaset yapmasının önünün açılması sonrasında kulislerde Cumhurbaşkanlığı için Şefik’in de ismi dolaşmaya başladı. Ancak askere yakın kaynakların yazdığına göre Ahmet Şefik’in yanı sıra, Sami Anan, eski İstihbarat Başkanı Murad Mavafi’nin de aralarında bulunduğu askerle irtibatı bulunan kişilere Cumhurbaşkanlığı için pek sıcak bakılmıyor. Söz konusu kaynaklar, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde askerle irtibatı olan tek Cumhurbaşkanı adayının elSisi olabileceğini aksi halde Cumhurbaşkanı adayının “sivil”ler arasından seçileceğini iddia ediyorlar. Bu siviller arasında ismi en çok ön plana çıkan isim Darbe yönetmnn gerçekleşen protestolardan esas çekncesnn Müslüman Kardeşler’n yen br toplumsal patlamanın ftln ateşlemes olduğu söyleneblr. Bu korkuyla darbe yönetmnn toplumsal hareketllklere paranoyak br bakış gelştrdğ görülüyor. olarak ise Dışişleri eski Bakanı ve Arap Birliği eski Genel Sekreteri Amr Musa dikkat çekiyor. Ancak askerî kaynaklar, Amr Musa için Sisi’den önceki Genelkurmay Başkanı Tantavi ve eski Cumhurbaşkanı Mübarek’in vetosunun devam ettiğini ve dolayısıyla şansının çok düşük olduğunu söylüyorlar. Sonuç Yerine: Mısır’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ya da “Not Election But Selection” 25 Ocak Devrimi’nin fitilini ateşleyen grupların başında gelen 6 Nisan Hareketi’nin liderlerine verilen 3’er yıllık hapis cezaları, Hüsnü Mübarek’in yeni Cumhurbaşkanının belirlenmesi sürecinde oldukça etkin olması, Mısır’ın özgür seçimler neticesi göreve başlamış ilk Cumhurbaşkanı Mursî ve 35 Müslüman Kardeşler üyesi hakkında 2005 yılında Lübnan Hizbullahı, Hamas ve İran ile terörist planlar içerisinde bulunulduğu iddiasıyla casusluk suçlaması ile dava açılması gibi gelişmeler, 25 Ocak Devrimine yönelik bir karşı devrim sürecinin işlediğini ortaya koyuyor. Mısır’da, 2014 yılı içerisinde yeni anayasanın yürürlüğe girmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin gerçekleştirilmesi bekleniyor. Ancak görünen o ki: Mısır’da Cumhurbaşkanı bir seçim sonrasında değil askerî yönetimin ulusal ve uluslararası tepkileri ölçtükten sonra vereceği karar doğrultusunda bir “seçilim” olacak. Mısır’daki darbe yönetiminin söylemleri ve icraatları da Mübarek dönemini fazlasıyla hatırlatıyor: Yönetimde “demokratlar” var ama demokrasi yok! Bunun toplumsal bellekte de bir paraleli var elbette: 25 Ocak Devrimi bir vakıa olarak var, devrimciler var ama pratikte devrim yok... Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kaderini ve Mısır’ın geleceğini şekillendirecek olan da toplumsal hafızadaki bu paralel algı. OCAK 2014 49 DIŞ POLİTİKA Türkye-Irak-Bölgesel Kürt Yönetm Arasında ENERJ DPLOMASS Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Uzmanı T ürkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasında enerji alanında süren çalışmalar nihai aşamaya gelince, Türkiye-Irak Bölgesel Kürt Yönetimi arasında diplomasi hız kazandı. Bölgesel Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin, 1 Aralık 2013 tarihinde Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette, Başbakan Erdoğan’la görüşmesi ve bu görüşmede enerji konusunda anlaşmaların imzalandığı haberleri Türkiye ile Irak arasında yeni bir sürece girildiğini göstermektedir. 2010’un Mart ayında Irak’ta yapılan seçimlerden bu yana Türkiye ile Irak Merkezi Hükümeti arasında zaman zaman tansiyonun yükseldiği dönemlerinde olduğu kötü ilişkiler dönemi birkaç aydır düzelme seyri göstermişken, Türkiye ile Irak Bölgesel Kürt Yönetimi arasında enerji sözleşmelerinin imzalanması haberi yeni bir süreç mi başlıyor sorusunu gündeme getirdi. Yaklaşık üç saat süren Başbakan ErdoğanNeçirvan Barzani görüşmesinden sonra resmi bir açıklama yapılmasa da, verilen birçok haberde Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasında petrol ve doğal gazı konu alan çok ciddi anlaşmaların/sözleşmelerin imzalandığı duyuruldu. Bu haberlerin yayılması üzerine Bağdat ve Washington söz konusu sözleşmelere ilişkin kaygılarını açıkladılar. Yeni bir krize meydan vermemek için Türkiye, Bölgesel Kürt Yönetimi’yle yürütülen enerji görüşmelerinin şeffaf bir şekilde sürdürüldüğünü ve sürdürülmeye devam edeceğini açıkladı. Aynı zamanda, Bölgesel Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, Irak Anayasası’na bağlı oldukla- 50 OCAK 2014 rını ve bağlı kalacaklarını açıkladı. Şuan göründüğü kadarıyla Kuzey Irak’ın enerji kaynakları ilgili taraflar arasında ciddi krizlere neden olmasa da, bu konuda tartışmaların kolay sonlanmayacağı görülmektedir. Bağdat-Erbil Arasında Enerji Sorunu 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası’na göre; Federal Hükümet ülkenin petrol kaynaklarını bölge ve eyalet yetkililerine danışarak yönetmeli ve petrol gelirlerinin hakkaniyetli dağılımını sağlanmalıdır. Irak’ın tüm petrol ve gazı bütün Irak halkının malıdır (madde 111). Ayrıca, Federal Hükümet mevcut yataklardan çıkarılan petrol ve gazı, üretici bölgelerin, eyaletlerin hükümetleriyle işbirliği içinde, gelirlerin tüm ülkedeki demografik dağılıma uygun olarak adil bir şekilde dağıtılması koşuluyla yönetecektir. Eski rejim tarafından veya daha sonra adil olmayan şekilde mahrum bırakılmış bölgelere, ülkenin farklı kesimlerinde dengeli kalkınmayı temin edecek tarzda belirli bir zaman için kota belirlenmelidir. Bu husus yasa ile belirlenecektir. Irak halkına en büyük yararı sağlamak için modern tekniklere ihtiyaç duyan ve yatırımı teşvike dayanan petrol ve gazdan sağlanan serveti, Federal Hükümet ile üretici bölgelerin ve eyaletlerin hükümetlerinin stratejik politikaları belirleyecektir (madde 112). Irak Anayasası’nda petrol ve gaz kaynaklarının nasıl yönetileceği ve paylaşılacağı belirlense de, bugüne kadar kapsamlı bir petrol yasası henüz çıkarılabilmiş değildir. Bağdat ile Erbil arasındaki siyasi mücadele ve güven sorunu yakın gelecekte de kolay kolay bir petrol yasasının çıkamayacağın gösteriyor. Bağdat ile Erbil arasındaki belirli sebeplerden kaynaklanan anlaşmazlık, Bölgesel Kürt Yönetimi’ni farklı arayışlara itti. Yasalara göre Irak’ın tüm petrol ve gaz gelirlerinin % 83’ü Bağdat Yönetiminin elinde olurken, %17’sinin Erbil’e gönderilmesi gerekmektedir. Fakat Bağdat Yönetimi zaman zaman bazı nedenler ileri sürerek Erbil’e gönderilmesi gereken payı geciktirmekte veya kesinti yapmaktadır. Erbil Yönetimi bu tür sorunlardan kurtulmak için yeni arayışlar çerçevesinde kendi bölgesindeki petrol ve gazın aranması, çıkarılması ve pazarlanması konusunda, geliri Bağdat Yönetimi’yle paylaşmak koşuluyla, inisiyatifi eline aldı. Bu çerçevede en uygun yol Türkiye ile yürütülecek projelerdi. Bu bağlamda, bir yılı aşkın süredir Irak’ın kuzeyinde KerkükYumurtalık Boru Hattı’na bağlanacak yeni bir boru hattının inşası sürmekteydi. Sızan haberlere göre, petrol sevkiyatı için son aşamaya gelindiği, doğal gazın sevki için yürütülen projenin ise 2015 içinde tamamlanacağı anlaşılmaktadır. Kısaca, Bölgesel Kürt Yönetimi kendi bölgesindeki petrol ve gaz kaynakları konusunda inisiyatifi ele almakta kararlı olduğunu göstermektedir. Anlaşmanın Türkiye Açısından Önemi Her geçen gün enerji ihtiyacı artan ve Bölgesel Kürt Yönetimi’ne komşu olan Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki petrol ve gaza kayıtsız kalması beklenmemelidir. Irak’ın kuzeyi, sahip olduğu petrol ve gaz kaynakları açısından hatırı sayılır öneme sahiptir. Bölgesel Kürt Yönetimi tarafından yapılan son açıklamalara göre, söz konusu bölgede 45 milyon varil petrol ile 3-6 trilyon metreküp doğal gaz bulunmaktadır. Önemli bir petrol ve doğal gaz ithalatçısı olan Türkiye’nin yanı başındaki petrol ve doğal gaz kaynaklarına kayıtsız kalacağı düşünülmemelidir. Her konuda Bağdat ile Erbil’in anlaşmasını beklemek, Türkiye’nin yanı başındaki kaynaklardan mahrum olması anlamına gelir. Nitekim ABD’nin önemli şirketlerinin de içinde olduğu dünyanın önde gelen enerji şirketleri Bölgesel Kürt Yönetimi’yle enerji anlaşmaları/sözleşmeleri imzalamaktadırlar. Geçen süre içinde Erbil Yönetimi petrol ve doğal gaz konusunda tüm anlaşmalarını yaptıktan sonra Türkiye’nin ben de varım demesinin hiçbir anlamı kalmayacaktır. Aksine, Türkiye’nin erken davranması bölgede oluşacak olan enerji denkleminin dışında kalmamasını sağlayacaktır. Ekonomisi üzerinde büyük bir yük oluşturan enerji maliyetini düşürmesi ve politik rahatlamayı sağlayacak olan enerji kaynak çeşitliği, Türkiye için her geçen gün daha da önemli hale gelmektedir. Bugün doğal gaz konusunda büyük oranda Rusya ve İran’a bağımlılık bazı kritik siyasi konularda Türkiye’yi sıkıntıya sokacak potansiyeli barındırmaktadır. Bu yüzden, Ankara ile Erbil arasında yapılan enerji sözleşmeleri büyük önem taşımaktadır. Ekonomik getirisinin yanında, Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki enerji işbirliğinin siyasi ve güvenlik alanında da Türkiye için önemli faydaları olacaktır. Son yıllarda Ankara ile Erbil arasında gelişen ekonomik ve siyasi ilişkiler inşa edilen enerji boru hatlarıyla daha da perçinleşmiş olacaktır. Bu Ankara’ya yüzü dönük bir Kuzey Irak demektir. Ge- OCAK 2014 51 DIŞ POLİTİKA lişen ilişkiler her iki taraf içinde güvenlik anlamında katkı sağlayacaktır. En azından eskiden olduğu gibi bölge, Türkiye açısından sürekli güvenlik sorunu yaratan bir alan olmaktan çıkacaktır. Son yıllarda yakalanan iyi ilişkiler düzeyi bunu net bir şekilde göstermiştir. Günümüzde, başta Suriye’de olmak üzere Ortadoğu’da yaşananlar düşünüldüğünde Irak’ın kuzeyinin istikrarlı ve yüzünün Türkiye’ye dönük olmasının ne kadar önemli olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Anlaşmanın/Sözleşmenin Bölgesel Kürt Yönetimi Açısından Önemi Yukarıda zikredildiği üzere, Bölgesel Kürt Yönetimi var olabilmesi için en temel kaynak olan enerji (petrol-doğal gaz) konusunda sürekli sorun yaşadığı Bağdat Yönetimi’nin inisiyatifine kalmak istememektedir. Erbil-Bağdat arasında yaşanan her sorunda Bağdat Yönetimi enerji kartını bir silah olarak kullanabilmektedir. Bu bağlamda Erbil’e aktarılması gereken %17’lik enerji gelirinde bazı bahaneler ileri sürülerek kesinti yapılabilmekte veya ödemeler geciktirilmektedir. Hem bu tür gelişmeleri hem de tarihi deneyimleri göz önünde bulunduran Bölgesel Kürt Yönetimi yetkilileri Bağdat’ın keyfi kontrolünden kurtulmak istemektedirler. Bölgenin ekonomik ve siyasi anlamda rahatlamasını sağlayacak en önemli proje Türkiye üzerinden petrolün ve doğalgazın satışı olacaktır. Bunun farkında olan Bölgesel Kürt Yönetimi söz konusu projenin son aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Söz konusu proje, Bölgesel Kürt Yönetimi için refahın, istikrarın ve Bağdat’ın kontrolünden uzak olmanın en önemli aracı konumundadır. Söz konusu bu aracı kaybetmemek Erbil için hayati önem taşımaktadır. Bağdat Niye Karşı Çıkıyor? 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra her ne kadar federal bir Irak oluşturulsa da, Bağdat Yönetimi merkezin güçlü olması konusunda ısrar ediyor. Bu durum 2005 yılından beri Irak’ın Başbakanlığını elinde bulunduran Nuri el-Maliki’nin yürütmüş olduğu politikalarda rahatlıkla görülmektedir. Bağdat, Erbil üzerinde azda olsa var olan kontrolünü tamamen kaybetmek istememektedir. Bunun için, Erbil’in Bağdat’la bağlantısının en önemli aracı olan enerjiyi kontrolünde tutmaya çalışmaktadır. Fakat Bağdat’ın tüm çabalarına rağmen enerji konusunda geri dönülmez bir sürece gelindiği anlaşılmaktadır. Bunun farkında olan Bağdat, hiç olmazsa Kuzeyde inşa edilen boru hattından transfer edilecek petrolün gelirinin New York’taki Irak Kalkınma Fonu’na aktarılmasını istemektedir. Fakat Bağdat’ın bu isteği gerçekleştirilirse, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin çabalarının bir anlamı kalmayacaktır. Bu yüzden, Bağdat’ın talebinin gerçekleşmesi zor görünmektedir. UKRAYNA İki Güç Arasında ABD Ne İstiyor? ABD açısından en önemli şey, Irak’ın enerji kaynaklarının kendi kontrolünde dünya piyasalarına sevkinin sağlanmasıdır. Bunu da Bağdat Yönetimi üzerinden yapmak istiyor. Son yıllarda Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasında yaşanan ve her alandaki gün geçtikçe artan iyi ilişkiler bazı bölge ülkelerini rahatsız ettiği gibi ABD’yi de rahatsız etmişe benziyor. Türkiye’ye şu mesaj verilmeye çalışılıyor; Irak’ta gıda ürünleri, tekstil ürünleri satabilirsiniz ama enerjiden uzak durmalısınız. Irak’ın kuzeyi ile yakınlaşabilirsiniz ama asla evlenemezsiniz… Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı U krayna ile Türkiye arasında ilginç bir benzerlik bulunuyor. Her iki ülke de Asya ile Avrupa arasındaki ana stratejik koridor üzerinde yer alıyor. Önemli su ve kara yolları üzerindeki bu konumlarından dolayı bu iki ülke, stratejistler ve yazarlar tarafından jeopolitik gelecekleri üzerinden değerlendirilirler. Samuel Huntington’un parçalanmış devletler tanımlamasında adı geçen bu iki ülkenin iki taraflı baskı altında oldukları düşünülür. Bu görüşü Spykman, Brzezinski, Mackinder, Mahan gibi başka teorisyenler de paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Ukrayna, Rusya ile Avrupa arasındaki karşılıklı etkileşimin somut yansımalarını doğrudan hisseder. İki tarafa da hem yakın hem uzak olmak Ukrayna için bir zenginlik kaynağına işaret ederken bu durum aynı zamanda riskli ve gerilime açık ilişkilerin temelini oluşturur. Avrasya, günümüzde ABD hariç AB, Rusya, Japonya ve Hindistan, Çin gibi büyük güçlerin yer aldıkları coğrafyaya karşılık geliyor. Bu özelliğinden dolayı bölge, geçmişten günümüze ilgi odağı olmuş 52 OCAK 2014 ve olmaya devam ediyor. Çatışmaya ve rekabete dayalı ilişkilerin yoğunlaştığı bir coğrafya olarak Avrasya’daki istikrarsızlık, doğrudan küresel ölçekte etki doğuruyor. Ukrayna’ya doğudan bakıldığında Balkanların kapısı ve Avrupa’nın kilidi olarak görülüyor. Ukrayna’ya batıdan bakıldığında ise Kafkasya, Rusya ve Karadeniz havzası olmak üzere geniş coğrafyalara açılan bir çıkış noktası olarak nitelendiriliyor. Bu çerçevede Ukrayna, tarihte olduğu gibi günümüzde de güçler dengesi üzerinden uluslararası sistemdeki yerini belirliyor. Rusya, Ukrayna’ya doğudan baktığında Balkanlara ulaşma hedefiyle hareket ediyor. Bu sayede Rusya için Doğu Avrupa üzerinden Baltık Denizi’ne kadar etki gösterme fırsatı ortaya çıkıyor. AB ise Ukrayna’ya batıdan baktığında, Kafkasya’da ve Orta Asya’da enerji ve ticaret üzerinden siyasi hâkimiyet kurmayı amaçlıyor. Bu iki güç arasındaki rekabet, ekonomik ve sosyal bunalımla boğuşan ve zaten istikrarsız olan Ukrayna’yı daha fazla istikrarsızlığa sürüklüyor. Bu noktada Ukrayna’da yaşananlar uluslararası sistemdeki güç OCAK 2014 53 Rusya’nın bu hamleleri karşısında ABD, geniş Karadeniz havzasının NATO ve AB üyelik süreçleri aracılığıyla batı ile eklemlenemeyeceğini kabul etmiş gözüküyor. Bu doğrultuda geniş Karadeniz bölgesinin, AB ile Rusya arasında bölünmesindense bağımsız kalmasını destekliyor. Bu çerçevede, 1990’lı yıllarda Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya’da sürdürülen çevreleme politikasının 2000’li yıllarla birlikte terk edildiği söylenebilir. Obama yönetimi ise ABD’nin bu bölgedeki varlığını, Rusya ile yapılan pazarlıklar sonucunda belirliyor. Bu noktada ABD’nin, Balkanlardaki devletlerin NATO’ya ve AB’ye üye olmaları konusunda koşulsuz ve kararlı biçimde baskı yapmasının söz konusu olmayacağı söylenebilir. dengesi politikalarının, bir devletin istikrarındaki belirleyici rolünü göstermesi bakımından önem taşıyor. AB’nin, 2004 genişleme dalgasının ardından devletlere tam üyelik perspektifi vererek doğuya doğru ilerleyebileceği geniş coğrafyaların kalmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine AB, kısa ve orta vadede üyelik ile doğrudan bağ kurulamayacak ülkelerle işbirliğini geliştirmek için Avrupa Komşuluk Politikası, Doğu Ortaklığı Girişimi gibi çeşitli araçları harekete geçirdi. Bu sayede doğu sınırını istikrara kavuşturmayı ve bu sınırın ötesinde etkinlik göstermeyi amaçladı. Bu amaç halen AB’nin gündeminde yer alıyor ve AB bu amacı gerçekleştirmeye yönelik faaliyetlerde bulunuyor. Ukrayna’nın, AB’den uzaklaşarak Rusya ile yakınlaşması, AB’nin bu amacına ulaşmasını zorlaştıracak ve hatta imkânsız hale getirecek bir unsura işaret ediyor. Bu nedenle Ukrayna ile yürütülen serbest ticaret görüşmelerinden bütünüyle vazgeçilmiyor ve Ukrayna ile imzalanmak istenen Ortaklık Antlaşması ısrarla hayata geçirilmeye çalışılıyor. Rusya ise Deli Petro’dan beri öncelik alanını batı olarak belirlemiştir. Bunun keyfi bir politika yöneliminden ziyade güç üzerinden etki alanı yaratılması çabalarının bir sonucu olduğu söylenebilir. Zira Rusya için batıda etkinlik göstermek, Çin’in, Japonya’nın ve Hindistan’ın bulunduğu ve dışarıdan ABD’nin müdahil olduğu doğuda etkinlik göstermekten daha kolay görünüyor. Doğuda Çin, Rusya, Japonya, Hindistan ve ABD arasındaki rekabet, aktörlerin ortak hareket edebilecekleri veya işbirliği yapabilecekleri fırsatları sınırlandırıyor. Rusya’nın bu coğrafyada tek 54 OCAK 2014 başına hareket etme imkânı ve lüksü olduğu söylenemez. Oysa batıdaki etki alanının genişletilmesiyle Rusya’nın doğrudan nüfuz edebileceği coğrafyalar bulunuyor. 2008 yılında Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi, Rusya için etki alanının daraltılması ve sınırlandırılması anlamına geldi. Bu duruma Rusya fena halde üzülmüş ve kırılmış olmalı ki 2008 yılının ağustos ayında etki alanını tanımladığı coğrafyayı Gürcistan’a savaş ilan ederek gösterdi. Aynı şekilde Ukrayna’nın gazını bir kesip bir vererek veya bu tehdidi kullanarak Ukrayna’ya tarafını belirlemesi konusunda baskı yaptı. Ukrayna’nın, bu ve benzeri Rus tehditlerinden çekindiği; Ukrayna’da yapılan seçimlerin sonucunda Rus yanlısı Yanukoviç’in, Avrupa taraftarı Timoşenko’yu devirmesi ve Timoşenko’nun hapis cezasına çarptırılması, 2010 yılında Kırım-Akyar(Sivastopol)’daki Rusya Karadeniz Filosunun 2042 yılına kadar buradaki varlığının devam etmesi konusunda Medvedev ile Yanukoviç arasında imzalanan Harkov Antlaşması gibi örneklerden anlaşılabilir. Bu örnekler, Ukrayna’nın 2008 yılından başlayan süreçte Rusya’ya yaklaştığını gösteriyor. Bunlara ek olarak, Gürcistan savaşı ve sonrasında Kafkaslar’da yaşanan gelişmeler, Ermenistan’daki Rus askeri üssünün 2044 yılına kadar bölgede kalacak olması, Rusya, Kazakistan ve Belarus arasında gümrük birliği uygulanması ve bu alanın serbest ticaret antlaşmalarıyla genişletilmesine yönelik girişimler, Rusya’nın Belarus ile birleşme yönündeki faaliyetleri gibi unsurlar, Rusya’nın geniş Karadeniz bölgesindeki artan gücünü sergiliyor. Ukrayna’da yaşanan krizin arka planına bakıldığında, Almanya ile Rusya arasındaki çekişme dikkat çekiyor. AB içerisindeki lider rolüyle Almanya, Ukrayna’da Rus etkisine ne ölçüde izin verileceğini belirleyen aktör olarak ortaya çıkıyor. Rusya, Ukrayna üzerinden Avrupa coğrafyasına nüfuz etmek istiyorsa bunu Almanya’nın rızası olmadan hayata geçirmesi mümkün görünmüyor. Bu itibarla Rusya ile Almanya arasındaki pazarlıklar, işbirliği girişimleri ve derecesi, Ukrayna’nın ve geniş anlamda Karadeniz bölgesinin geleceğinin belirlenmesinde önem taşıyor. Hâlihazırda Ukrayna konusunda Almanya ile Rusya arasında derin bir anlaşmazlık olduğu anlaşılıyor. Kuzey Akım boru hattının güzergâhında Ukrayna’nın yer almaması bu anlaşmazlığı gözler önüne sermişti. Almanya’ya, yakın dostu Fransa da koşulsuz destek veriyor. Ukrayna’nın siyasi, ekonomik ve sosyal sisteminin yeniden kurulmasında Avrupa söz sahibi olmak istiyor. Bunun karşısında Rusya da tarihi etki alanından vazgeçmeyeceğini ısrarla tekrar ediyor. Ukrayna’nın içerisinde bulunduğu istikrarsızlık ve kriz ortamında iki tarafın baskıları, Ukrayna’ya ne kadar yardım yapılacağı üzerinden tartışılıyor. Dışarıdan yapılan müdahaleler sonucunda Ukrayna içerisinde yaşanmakta olan istikrarsızlık ve kriz artarak devam ediyor. Bu nedenle, ülke gün geçtikçe ticaret ortaklarının tasarruflarına bağımlı hale geliyor. Ukrayna’nın geleceği açısından optimum çözümün, Rusya ile AB arasında dengeli ilişkiler kurulmasından geçtiği söylenebilir. Bununla birlikte taraflar arasındaki derin yarılmalardan dolayı bu çözüme ulaşılması mümkün görünmüyor. AB, Ukrayna için büyük bir ekonomik ve ticari pazara karşılık gelirken Ukrayna’nın siyasi, ekonomik ve sosyal sisteminin yeniden kurulmasında Avrupa söz sahibi olmak istiyor. Bunun karşısında Rusya da tarihi etki alanından vazgeçmeyeceğini ısrarla tekrar ediyor. aynı zamanda siyasi ve kültürel anlamlarda bir çekim merkezine işaret ediyor. AB, her ne kadar derin bir krizden geçmekte olsa da Ukrayna’ya fazlasıyla destek vermeye hazır olduğunu ve bu bilek güreşinden vazgeçmeyeceğini ortaya koydu. Bu anlamda AB ile bütünleşmeye gidilmesinin, Ukrayna toplumunun geniş bir kısmını memnun edeceği ve bu projeden kaynaklanacak faydaların halkın çoğunluğuna yayılacağı belirtilebilir. Rusya ise enerjiye ve silaha dayalı ekonomik ve sınai görüntüsüyle Ukrayna’nın çeşitlilik gösteren ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapıya denk gelmiyor. Rusya ile bütünleşmenin ileri safhalara ulaşmasından, Ukrayna’da yaşayan Rus nüfusun memnuniyet duyacağı biliniyor. Rusya, geniş kesimlerce kabul edilmekten ziyade Rus topluluğunun taleplerine ve beklentilerine cevap vermeyi yeğliyor ve Ukrayna üzerindeki baskısını büyük ölçüde bu toplum üzerinden hissettiriyor. Rusya’nın bu yöndeki çabalarının cılız kaldığını söylemek ise mümkün değil. Zira seçimlerden Rus yanlısı iktidar galip çıktı. Bu manzaraya bakıldığında Ukrayna, hem AB’den kopmayı göze alamıyor hem de Rusya’yla yakınlaşmaya cesaret edemiyor. Bir başka deyişle ne AB ile ne de Rusya ile birlikte hareket edilebilecek bir bağlamda yer alıyor. Ukrayna, bunu bir güç kaynağı olarak kullanmayı denedi ancak gelinen noktada ne tarafa yüzünü dönerse dönsün istikrarsızlıkla karşı karşıya kalıyor. Bu istikrarsızlığın aşılmasında, Rusya ile Almanya liderliğindeki AB arasında yapılacak pazarlıklar önemli rol oynuyor. Bu pazarlıklarda -şimdilik bu tür bir çabadan söz edilemese de- AB ile Rusya’nın yakınlaşabilecekleri ve anlaşabilecekleri alanların ön plana çıkarılması önem taşıyor. Belirli konu-alanlar üzerinden ilerleyecek pazarlıkların güç mücadelesini hafifleteceği ve uzun vadede sisteme belirli ölçüde istikrar ve düzen getireceği ileri sürülebilir. OCAK 2014 55 DIŞ POLİTİKA VIKTOR YANUKOVİÇ ve Ukrayna Muhalefet Fuad SHAHBAZOV Araştırmacı S on günlerde Ukrayna’nın başkenti Kiev’de yaşanan olaylar, dünya gündemine bomba gibi düştü. Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in, Vilnius’da gerçekleşen Avrupa Birliği liderleri toplantısında anlaşmaları imzalamayı reddetmesi karşısında, ABD dâhil tüm Avrupa liderleri şaşkına dönmüş durumdadır. Bu haber üzerine sokaklara dökülen ve çoğu öğrencilerden oluşan eylemciler, ilk günlerde başkanın kararını boykot etseler de eylemin büyümesiyle talepler de büyümüş bulunmaktadır. Artık protestocular Viktor Yanukoviç’in görevden istifa etmesi talebiyle sokaklara dökülmektedir. Vilnius zirve görüşmelerinin sona ermesinin ardından, birçok Avrupa lideri Rusya cumhurbaşkanı Vladimir Putin’i, Kiev’e ekonomik ve siyasi baskılar yapmakta suçlayarak bunun siyasi ahlaka ters düştüğünü belirtmiştir. Avrupa Birliği başkanı Herman van Rompuy basına yaptığı açıklamada “Uluslararası ilişkiler sisteminin 21. yüzyılda yürümesi gerektiği gibi yürüyemediğini, bunun sebebinin de Rusya’nın bağımsız ülkelerin iç meselelerine karışarak çeşitli baskılar yapması ile alakalı olduğunu” belirtmiştir. Devlet başkanı Viktor Yanukoviç, anlaşmadan vazgeçmesine sebep olarak Avrupa’nın Kiev’e yönelik orta ekonomik yardım paketini oluşturamamasında ve Avrupa’ya olan güvensizlikten kaynaklandığını söylemiştir. Zira bundan önce Avrupa’nın desteği ile başkanlık koltuğuna getirilen Viktor Yuşenko da kısa zamanda destekçilerini hayal kırıklığına uğrattı. Neticede siyasi otoritesini ve karizmasını kaybeden 56 OCAK 2014 Viktor Yuşenko koltuğunu bırakmak zorunda kaldı. Onunla aynı dönemde başkanlığa aday olan Yuliya Timoşenko seçimleri kaybetse de yeni hükümet döneminde başbakanlığa getirildi. Lakin çok bahsettiği ekonomik reformları gerçekleştiremedi, aksine 2011’de rüşvet suçlamasının ardından da hapse atıldı. Uzmanların beklentisine gelince, çoğu Batılı uzman Yanukoviç hükümetinin protestoları zorla bastıracağından ve bundan sonra ülkede başlayacak kaosun daha da büyüyerek diğer şehirlere yayılması yönünde tahminler yürütmektedir. 2004 senesinde Leonid Kuçma’ya karşı ayaklanan öğrenciler polis ve asker zoruyla dağıtılmış; çoğu gençlerden oluşan ve aralarında bulunduğu belirtilen provokatörler de hapse atılmıştı. 1 milyonu aşkın kişinin sokaklara döküldüğü bugünlerde henüz bir çözüm süreci belirlenebilmiş değildir. Bu da ana muhalefeti zayıf kılan hassas noktalardan birisidir. İkinci ve en önemli eksikliklerden biri de muhalefeti idare eden tek bir liderin olmamasıdır. Protestolara katılanlar arasında eski devrim lideri Viktor Yuşenko kadar popüler olan veya Yuliya Timoşenko kadar siyasi karizmaya sahip olan herhangi bir siyasetçinin mevcut olmamasıdır. Öğrencilerin eylemleri bir hafta daha uzatma planı muhalefet liderlerini daha da umutlandırmış gözüküyor. Eski boks şampiyonu olan ve şimdilerde popüler bir siyasi isim olarak öne çıkan Vitaliy Kliç- ko protestocularla beraber meydanlarda olacağını Vilnius toplantısında Avrupa liderlerine belirtti. Aynı zamanda Ukrayna muhalefetini bir çatı altında birleştireceğini de beyan ederek; birçok kişinin daha eyleme katılabileceği yönündeki umutlarını da artırdı. “Bizim cumhurbaşkanımız siyasi iradesi olmayan biri. Bu yüzden biz erken seçimlere giderek Ukrayna’yı Avrupa’da hak ettiği yere getireceğiz” dedi. Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, Avrupa’ya sırt çevirmesinin sadece ekonomik nedenlerden olduğu konusunda da ısrar etmeye devam ediyor. Anlaşmanın imzalanmasına birkaç gün kala alacağı 610 milyon avro para yardımının yeterli olmadığını düşünen Yanukoviç, Moskova ile yeni enerji anlaşmasının ve 10 milyar avro para yardımının daha olacağını düşünmekte. Anlaşmaların fes edilmesinden 1 gün sonra Moskova, Ukrayna’ya verdiği doğal gaz fiyatlarında indirim yaptığını beyan etti. Bu beyanatın üzerine protestoların şiddeti daha da artmaya başladı. Bazı şehirlerde Ukrayna iktidar partisinin üst düzey isimleri, cumhurbaşkanının bu tavrına karşı görevlerinden istifa etmeye başladılar. Bugün ülke ekonomisinde en büyük düşüş süreçlerinden birisi yaşanmaktadır. Ülke içinde işsizlik oranını sadece 2 yılda %10 arttı ve dış borcun %30a varan oranlarda yükseldiği bir devirde; öğrenci ve gençlerin çoğu ülkeyi terk etmeye devam ediyor. Dünyanın önde gelen ekonomik araştırma merkezlerinin yaptıkları araştırmalarda da Ukrayna’nın, Yunanistan’la aynı kaderi paylaştığı ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra çoğu ülke de, Kiev’in gelecek 5 yıl boyunca dış borçlarını kapatacağına inanmamaktadır. Tabii ki, Ukrayna’nın bu kararının da ağır bir bedeli olacak. Anlaşmaların fes edilmesinden sonra Kiev diğer Avrupa ülkelerinden borç ve kredi yardımları alamayacağını anlayarak, yüzünü Doğu’ya, Çin’e çevirmiş bulunmaktadır. Yanukoviç’in beklemeden Pekin’e gitmesi de bunun ispatıdır. Anlaşmanın imzalanmamasıyla, eski başbakan Yuliya Timoşenko’nun da beraat etme hayalleri de suya düştü. 2015’teki seçimlerde yeniden aday olmayı planlayan Viktor Yanukoviç’in ikinci kez seçilmesi durumunda, Ukrayna’nın geleceği açısından bir felakete yol açacağı düşünülmektedir. OCAK 2014 57 DIŞ POLİTİKA ASYA PASİFİKTE GERGİNLİK Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Ç in Halk Cumhuriyeti, 23 Kasım 2013 tarihinde, 1997’de yürürlüğe giren Çin Milli Savunma Kanunu, 1995’te yürürlüğe giren “Çin Halk Cumhuriyeti Sivil Havacılık Kanunu” ve 2001’de yürürlüğe giren “Çin Halk Cumhuriyeti Uçuşlar Hakkında Temel Kuralları” gibi kanun ve kurallara dayanarak, Çin’in “Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi”ni ilan ederek uygulamaya başlamıştır. Bu kapsamda, söz konusu sahaya giren herhangi bir uçağın ‘uçak tanımlama’ kurallarına uyması; yani uçuş planı tanımlama, telsiz tanımlama, yanıtlama cihazı tanımlama ve logo tanımlama bilgilerini bildirmesi gerekmektedir. Talimata uyumayan ve bildirimde bulunmayı reddeden uçaklara karşı, Çin Silahlı Kuvvetleri tarafından gereken acil savunma önlemlerinin alınacağını da belirtilmiştir. Çin’in Hava Savunma Bölgesi’nin ilan edilmesi ile beraber, Çin Hava Kuvvetleri ilk hava devriyesini başlatmış ve erken uyarı uçakları ile farklı tipteki savaş uçaklarının koruması altında iki adet büyük keşif uçağı devriye gezisi uygulamasına başlamıştır. Çin Donanması Bilgi Yönetim Uzman Komitesi Müdürü Tuğgeneral Yin Zhuo, söz konusu uygulamayı şu şekilde açıklamıştır: “Bugün ve geleceğe doğru Çin’in güvenlik çevresi karmaşık hâl almıştır. Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’nin çizilmesi, bu karmaşık duruma bir tedbir ve Çin’in toprak bütünlüğü, hava sahası, egemenliği ve güvenliğinin korunması için yasal ve meşru bir uygulamadır”. Yani Çin tarafı bazı tehditleri hissettiği için böyle bir uygulamayı tercih etmiştir. Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü Albay Yang Yujun’in Xinhua Ajansına yaptığı açıklamada, Çin’in Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ni uygula- 58 OCAK 2014 masının amacını şu şekilde açıklamaktadır: “Ulusal egemenliği, toprak ve hava sahasının güvenliğini savunmaktır; uçuş düzenini korumaktır. Bu da Çin’in kendini savunma hakkını verimli icra etmesinin gereğidir ve hiçbir ülkeye ve hedefe yönelik değildir. Bu durum, ilgili hava bölgesindeki uçuş özgürlüğünü de etkilemez”. Ancak, yukarı da belirtildiği gibi, Çin’in Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne girmiş uçaklar, Çin’in talimatına uymadıkları takdirde Çin Silahlı Kuvvetleri’nin acil savunma önlemleri ile karşılaşacaktır. Çin tarafının alacağı güvenlik önlemlerine ilişkin Albay Yang Yujun açıklık getirmiştir: “Tehdit içeren ve bilinmeyen uçar aletlere karşı Çin tarafı, koşullara bağlı olarak, vaktinde tanımlama, kontrol ve sonuçlandırma işlemleri ile cevap verecektir. İlgili tarafların aktif bir şekilde uyum sağlamasını ve birlikte uçuş güvenliğinin korunmasına katkıda bulunmasını umuyoruz”. Çin’in emekli Tuğgenerali ve Çin Askerî Bilimler Enstitüsü Genel Sekreter Yardımcısı Luo Yuan da söz konusu önlemin nasıl uygulanacağını şu şekilde ifade etmektedir: ‘Çin’in Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne izinsiz giren ve gerekli bildirimlerde bulunmaya yanaşmayan hava aracına önce uyarı yapılacak, sonuç alınamadığı takdirde zorunlu inişe hatta silah kuvveti ile hava sahasından dışarı çıkmaya zorlanacak, yine de sonuç alınamazsa ve bizzat tehdit oluşturduğu da tespit edilmişse o zaman acil önlem alınacaktır.’ Bu son “acil önlem” ifadesi de açık değildir, herhalde silahlarla karşı koyacakları ifade edilmektedir. Japonya Öz Savunma Kuvvetleri, 2012 yılı buyunca Japonya Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi OCAK 2014 59 ve hatta Senkaku (Daiyu Dao) adalarını kapsayan yasal hava sahasına giren Çin uçaklarına karşı 306 defa acil uçuş yapmak zorunda kalmıştı. Japon tarafı Çin uçaklarına karşı savaş uçakları dışında AWACS ve E2C tipteki erken uyarı uçaklarını da acil uçuşa dâhil etmiş, zaman zaman “izli mermi” ile uyarı yapmıştır. Çin de Japonya gibi gelen uçakları söz konusu Hava Tanımlama Bölgesi’nde takip eder ve uzaklaşmalarını sağlar. Bu konuda, General Yin Zhuo de Çin ordusunun Doğu Çin Denizi Hava Tanımlama Bölgesi’nde etkili yönetme-kontrol kapasitesine sahip olduğunu ve havadan gelecek farklı tehditlere karşı uygun önlemleri alabileceğini belirtmektedir. Çin’in askerî uzmanı Zhang Jun, Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi uygulamasının Çin’in hava savunma ve erken uyarı kapasitesini arttıracağını ve bölgeye giren yabancı uçaklardan dolayı yaşanabilecek askerî yanlış hükümleri önleyebileceğini vurgulamaktadır. Zhang Jun’a göre, yabancı uçakların söz konusu hava bölgesine girdiklerinde yaptıkları bilgilendirme ve bu doğrultuda alınan düzenleyici tedbirlerin her iki taraf için önemli rolü vardır. Hava Tanımlama Bölgesi uluslararası hukuk tarafından tanımlanan hava sahası (airspace) değildir, ancak Çin tarafının yukarıdaki ifadelerinden bu iki tanım ve kavramı karıştırarak anlattığı izlenimi oluşmaktadır. Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi (Air Defense Identificati- on Zone, ADIZ), bir ülkenin hava savunma ihtiyacından ve ordu tarafından, gelen uçan cismi hızlı tespit ve kontrol edebilmesinden dolayı tek taraflı çizilmiş hava bölgesidir. Bu ilk defa 1950 yılında ABD tarafından uygulanmıştı. Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi, ne hava sahasıdır, ne de hava sahasının genişletilmiş bir alandır. Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) de değildir, ancak hava sahasından daha büyüktür. 20’den fazla ülkede Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi uygulanmaktadır, ancak bu tür uygulama uluslararası hukukun aslında yok hükmünde olduğunun altını çizer. Genellikle, bir uçan cisim, bir ülkenin Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne yaklaştığında ve talimata uygun bildirimde bulunmadığında, savaş uçakları takibe başlar ve o cismi kendi hava sahasına girmediği sürece takibe devam eder. Bu durumda, inişe zorlama ve ateş açma gibi müdahale yetkisi yoktur. Aksi halde uluslararası hukuk ciddi ihlal edilmiş olur. Birçok ülke kendi hava sahasına girmeyen ve yalnızca Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’nden geçen sivil uçaklardan tanımlama talebinde bulunmaz, ancak Çin sivil veya askerî uçak farkı gözetmeksizin her uçaktan tanımlama bilgisini talep etmektedir. Bu nedenle Pekin Hükümeti, Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ni ilan eder etmez ABD, Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler derhal tepki göstermiş ve kararı geri almasını talep etmiştir. ABD Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden, 23 Kasım’da Çin’e güçlü endişelerini ilettiğini ve bölge- deki müttefikleri ve ortakları ile yakından koordine içinde olduklarını beyan etmişti. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de Çin’in talimatlara uymayan uçaklara uygulama yapmamasına ilişkin çağrıda bulunmuştu. ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel de Senkaku (Diaoyu Dao) adalarının Japonya yönetiminde olduğu gerçeğine dikkat çekerek, Japonya’nın bir saldırıya uğradığı anda ABD-Japonya Güvenlik Antlaşması’nın devreye gireceğini ifade etmiştir. 26 Kasım günü ABD’nin iki B-52 bombardıman uçağı, Çin’e bildirmeden Çin’in Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne girip geçmişti. ABD, söz konusu Hava Savunma Bölgesi’nin refleksi ve reaksiyonunu sınamıştı ve Çin de bu reaksiyonu hemen gösterememişti. Buna rağmen, 29 Kasım’da Obama Hükümeti ABD’nin sivil uçaklarının Çin’in uyguladığı Hava Savunma Bölgesi’ne uyum sağlamasını istemiştir. Devamında ABD’nin American Airlines, Delta Airlines ve United Airlines gibi Çin’in havayolları Çin in söz konusu bölgesinden geçerken gereken talepleri yerine getireceğini ilan etmiştir. Ancak, ilerleyen günlerde ABD söz konusu bölgeden geçmemek için uçuş rotasını değiştirme niyetindedir. Bu rahatsızlığı gören Çin yetkilileri açıklama yapma ihtiyacı duymuş ve 29 Kasım’da, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, ‘Çin’in Hava Savunma Bölgesi hiçbir ülkeye yönelik değildir. Bu durum herhangi bir ülkenin askeri uçakları dâhil bütün uçaklarının normal uçuşunu etkilemez. Çin Halk Cumhuriyeti’nin egemenliğine saygı gösteren herhangi bir ülkenin gerginlik hissetmesine gerek yoktur.’ diye konuşmuştu. “Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi” ilan edildikten sonra, ABD-Çin arasında yaşanan gerginliğe son verilebilmesi için gözler ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in 2-7 Aralık tarihleri arasındaki Japonya, Çin ve Güney Kore ziyaretine çevrilmişti. 2-3 Aralık’ta Japonya’yı ziyaret 60 OCAK 2014 eden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Çin’in yeni Hava Savunma Bölgesi uygulamasının JaponyaÇin gerginliğini arttırdığını ve bölge uçuş güvenliğinin de endişeli hale geldiğini belirterek, 4 Aralık’ta Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile yapacağı görüme esnasında bu endişeleri dile getireceğini ifade etmişti. Çin’in duruma yanlış hüküm verip hata yapma ihtimalinin yüksek olduğunu belirten ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, 4 Aralık’taki Çin ziyaretinde resmi görüşmelerinde değil akşam yemeğinde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’e, Washington’un, Çin’in söz konusu kararından endişe duyduğunu ve bu uygulamayı kabul etmediğini iletmiştir. Ancak, Joe Biden’in Asya ziyareti, Çin’in Hava Savunma Bölgesi’nin belirlenmesinin oluşturduğu gerginliği yumuşatamamıştır. Çin-ABD arasındaki gerginliğin fazla tırmanmadan kapalı bir şekilde uzlaşma ile sonuçlanması her iki taraf için faydalı olacaktır. Japonya da Çin’in Hava Savunma Bölgesi uygulamasından rahatsızdır. Aslında, 29 Ağustos 1968 de, Japonya ilk olarak Hava Savunma Sa 1968’de, ve Tadünya duyurmuş, nımlama Alanı’nı belirlemiş ve dünyaya genişlet zaman içinde de birkaç kez genişletmişti. Haziran A 2010’da, Japonya, Hava Savunma Alanı’nı güneydeki Yonaguni-jima adlı adanın bat batısına uzatınca Tayvan’ın Hava Savunma Bölgesi ile çakışmış, bu yüzden tepki almıştı. Çin tarafı da Jap Japonya’nın uluslararası teamüllere aykırı davrandığın davrandığını ileri sürerek, bu durumun yasal olmadığını ortaya koymuştu. Çin’in Hava Savunma Bölgesi ile ilgili ilg kararını ilan etmesi ile Japonya tepkisini hemen g göstermişti. Japonya Bakanlar Kurulu Sekreter Yardımcısı Yar Katsunobu Kato 25 Kasım 2013’te, Çin’in ttek taraflı Hava Savunma Bölgesi’ni çizmesinin Doğu Çin Denizi’nin v bölge gerilimevcut durumuna aykırı olduğunu ve ABD Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden, 23 Kasım’da Çin’e güçlü endişelerini ilettiğini ve bölgedeki müttefikleri ve ortakları ile yakından koordine içinde olduklarını beyan etmişti. OCAK 2014 61 Birçok ülke kendi hava sahasına girmeyen ve yalnızca Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’nden geçen sivil uçaklardan tanımlama talebinde bulunmaz, ancak Çin sivil veya askerî uçak farkı gözetmeksizin her uçaktan tanımlama bilgisini talep etmektedir. mini arttırdığını beyan etmişti. Katsunobu Kato’ya göre, Çin’in bu tutumu öngörülemeyen olayları yaratacak çok tehlikeli bir davranıştır. Çin, uluslararası hukukun evrensel prensiplerinin belirlediği açık denizde uçuş özgürlüğünü ihlal etmiştir. Çin’in bu girişimi Japonya’yı bağlamamaktadır. Aynı günde Japonya Başbakanı Shinzo Abe de Çin’i eleştirerek, söz konusu Hava Savunma Bölgesi’nin Japonya’yı bağlamadığını ve Çin’in açık denizde özgür uçuş ilkesine aykırı olan eylemini geri çekmesini istemişti. Aynı zamanda Japonya Dışişleri Bakan Yardımcısı Akitaka Saiki de protestosunu bildirmek için Çin’in Tokyo Büyükelçisi Cheng Yonghua’yı Bakanlığa çağırmıştı. 27 Kasım’da Japonya Hükümeti, Çin’in Liaoning Uçak Gemisi’nin doğurabileceği tehditlere karşı kendi Hava Savunma Alanı’nı Ogasawara adalarını kapsayacak şekilde genişletme planı yapmıştı. Japonya aynı zamanda Kore, Tayvan, ASEAN gibi Çin Hava Savunma Bölgesi’nden etkilenen ülkelere çağrıda bulunarak Çin’in geri adım atması için işbirliği teklifinde bulunmuştu. Japonya’nın bazı sivil havayollarının, önceden Çin’e uçuş planını göndereceklerine dair karar almalarına rağmen, yukarıda ifade edilen gelişmeler sebebiyle, 27 Kasım’da 62 OCAK 2014 Japan Airlines ve All Nippon Airways gibi havayolları uçuş planının verilmeyeceğini ilan ettiler. 26 Kasım’da, ABD’nin iki B-52 bombardıman uçağının bilgi vermeden Çin Hava Savunma Bölgesi’nden geçmesinden sonra, Güney Kore Donanma P3C devriye uçağı, Çin-Güney Kore Hava Savunma Bölgeleri’nin çakıştığı bölgeye yani aralarında ihtilaflı mercan resif hava bölgesine bilgi vermeden devriye gezisi yapmıştır. Japonya Öz Savunma Kuvvetleri’ne bağlı Hava Kuvvetleri P3C devriye uçakları Çin’in çizdiği söz konusu sahalarında uçuşuna devam etmiştir. Japonya Savunma Bakanı Itsunori Onodera da 30 Kasım’da, Japonya’nın devriye uçaklarının Çin tarafından takip edilmediğini teyit etmiştir. Çin’in Hava Savunma Bölgesi’ne yönelik bu uçuşlar Pekin’in tepkisini ölçme eylemi olarak algılanabilir, neticede Pekin Hükümeti bu eyleme karşı tepki göstermemiştir. 28 Kasım’da, Japonya Kabine Genel Sekreteri Yoshihide Suga, Japonya’nın toprak karasuları ve hava sahasını korumak için gereken takip ve gözetim faaliyetlerine devam edeceğini ve Çin’in tepkisinin bu faaliyetlere engel olamayacağını ifade etmiştir. Japon siyasîler, Çin’in “Hava Savunma Bölgesi” kararını bir yayılmacı eylem olarak tanımlamaktadır. Japonya Hükümeti’nin, Çin’in çizdiği Hava Savunma Bölgesi’ni tanımama tutumu devam etmektedir. Aynı günde Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Yang Yujun de Japonya’nın söz konusu Hava Savunma Bölgesi hakkında sorumsuz açıklamalarını durdurmasını istemiştir. Japonya’nın, Çin’in çizdiği Hava Savunma Bölgesi’ni geri çekme talebine karşı, Yang Yujun, Japonya bu talebi yapmadan önce 1969’da çizdiği Hava Savunma Alanı’nı geri çeksin, 44 yıl önce kendi Hava Savunma Alanı’nı belirleyen bir ülkenin böyle bir talebe hakkı olmadığını düşünmesi gerekir diye konuşmuştur. 29 Kasım’da Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, Japonya’nın Çin’in belirlediği Hava Savunma Bölgesi üzerinde sarf ettiği eleştirileri “her yerde rüzgâr estirip ateş yakmak” olarak nitelemiştir. Qin Gang, “kendisi yangın yaratır, diğerlerin lamba yakmasına yasak getirir” şeklindeki Çin atasözünü hatırlatarak, Japonya’nın yaptıklarının hiçbir mantığa uymadığını ve tamamen ard niyetli olduğunu söylemiştir. Bu gelişmeler sürerken, Güney Kore de 15 Aralık 2013 tarihinde, mevcut Hava Savunma Bölgesi’ni genişletmiş olduğunu beyan etmiştir. Güney Kore’nin Hava Savunma Bölgesi (KADIZ) 1951 yılında, ABD’nin himayesinde çizilmiş ve genişletilmişti. Güney Kore’nin Hava Savunma Bölgesi, Çin ile ihtilaflı olan ve Çince adı Suyan Kayaçları, Korece adı Ieodo Kayaçları olan adasını kapsayan hava bölgesini içermektedir. Güney Kore ile Çin’in çizdikleri Hava Savunma Bölgeleri bu tartışmalı bölgede birbirleriyle çakışmaktadır. Çin’in belirlediği Hava Savunma Bölgesi’ne karşı Güney Kore tarafı, 28 Kasım’da Seoul’de düzenlenen Güney Kore-Çin III. Savunma Strateji Diyaloğu’nda tutumunu açıklamıştı. Ancak Çin, Güney Kore tarafından belirlenen ve Güney Kore’nin güneybatı bölgesindeki Jeju Adası (örtüşen alan uzunluğu 115 km, genişliği 20 km) ve iki ülke arasında tartışmalı ada olan Ieodo Kayaçları’nı kapsayan Hava Savunma Bölgesi’ni tanımadığını ve yeniden düzenlemesi gerektiğini Güney Kore’ye iletmişti. Çin tarafının kendi Hava Savunma Bölgesini ilan etmesinin ardından, Güney Kore Savunma ve Dışişleri Bakanlıkları, Seoul’da bulunan Çinli diplomatları 25 Kasım’da Bakanlığa çağırarak, Çin’in tek taraflı girişimine tepki göstermişler ve Güney Kore’nin Ieodo Kayaçları üzerindeki hava sahasında tartışmasız Çin’in Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne izinsiz giren ve gerekli bildirimlerde bulunmaya yanaşmayan hava aracına önce uyarı yapılacak, sonuç alınamadığı takdirde zorunlu inişe hatta silah kuvveti ile hava sahasından dışarı çıkmaya zorlanacak, yine de sonuç alınamazsa ve bizzat tehdit oluşturduğu da tespit edilmişse o zaman acil önlem alınacaktır. olarak kontrol hakkının kendilerinde olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca, Çin’in bölgesel gerginliklere neden olacak faktörlerden kaçınması gerektiğinin de altını çizmişlerdir. Güney Kore Savunma Bakanlığı Sözcüsü Kim Min-seok, Güney Kore’nin uçaklarının Çin’in belirlediği Hava Savunma Bölgesi’nden geçerken Çin’e ayrıca bilgi vermeyeceğini ifade etmiş ve iki ülke arasında muhtemel bir çatışma olup olmayacağı sorusuna istinaden de, ‘Çin’in çizdiği Hava Savunma Bölgesi Çin’in Hava Sahası değildir, eğer çatışma yaşanacak ise, o da Çin’in meydan okuması sayılır’ diye cevap vermiştir. Nitekim 26 Kasım’da, Güney Kore Deniz Kuvvetleri’nin P3C devriye uçağı Jeju Adası’ndan kalkarak Çin’in belirlediği Hava Savunma Bölgesi’nden geçmiş ve Çin’e hiç bilgi vermemiştir. 8 Aralık’ta, Güney Kore de mevcut Hava Savunma Bölgesini genişleteceğini ve bu bölgenin Japonya ile Çin’in belirlediği Hava Savunma Bölgesi ile çakışan bölgeler olacağını belirtmişti. Güney Kore, kendi Hava Savunma Bölgelerinin uçuşları olumsuz etkilemediğini ve bu bölgeden geçen uçakların önceden bilgi vermesine gerek olmadığının da altını çizmiştir. Ayrıca, Güney Kore sivil havayolları ise Çin’in taleplerine uyacağını 12 Aralık’ta Çin’e iletmiştir. Fakat 29 Aralık’ta, Çin’in kendi Hava Savunma Bölgesi’ne giren uçakları Su-30 ve J-11 tipli savaş uçaklarıyla takip edeceğini beyan etmesiyle bu durum emsal teşkil etmiş ve bölgedeki gerilim durumu sürekli hale gelmiştir. OCAK 2014 63 DIŞ POLİTİKA Verilen idam kararının Bangladeş iç hukuku açısından da sıkıntılı olduğu dile getirilmektedir. Molla’nın avukatı Tajul İslam, idam kararı verildikten sonra 15 günlük sürenin beklenmemesinin şoke edici olduğunu ifade etmiştir. Buna ek olarak İslam Uluslararası Ceza Divanı’na başvuracaklarını belirtmiştir. Zira Bangladeş Anayasası’na göre idam kararı verildikten sonra 15 gün beklenmesi gereken bir af dileme süresi mevcuttur. Verilen idam cezası kararı hem Bangladeş iç hukuku açısından hem de uluslararası hukuk açısından haksız bir karardır. Uluslararası ve Evrensel Standartları Karşılamayan Usuller Sonucu Verilmiş Bir Ceza Abdülkadir Molla mı Yoksa Hukuk mu Katledildi? Dr. Selman ÖĞÜT Marmara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Öğretim Üyesi B angladeş hükümeti, 1971 yılında Pakistan’a karşı verilen bağımsızlık mücadelesi sırasında işlenen suçlara istinaden 2010 yılında Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi kurdu. Bu mahkeme 5 Şubat 2013 tarihli kararı ile Bangladeş’teki Cemaat-i İslam Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Abdülkadir Molla’yı ömür boyu hapis cezasına çarptırdı. Daha sonra Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar Bangladeş Anayasa Mahkemesi tarafından idam cezasına çevrildi. Abdülkadir Molla’nın avukatlarının yapmış olduğu temyiz başvurusu dikkate alınmadı. Ülkede idama karşı yönelmiş protestolar yüzünden idam kararının icrası ancak bir gün ertelendi. 12 Aralık 2013’te Molla idam edildi. 64 OCAK 2014 Aralarında İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ve İngiltere Müslüman Konseyi’nin de bulunduğu birçok sivil toplum örgütü idamı kınadı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı devletler de idamı kınadıklarını açıkladılar. Davacının Temyiz Talebi Daha Ağır Ceza ile Sonuçlanabilir mi? İcra aşamasına geçilmeden önce, verilen kararın uluslararası hukuka aykırı olduğu noktasında birçok itiraz dile getirildi. Buna rağmen idam gerçekleşti. Bu iddialar arasında ilk etapta ele alınması gereken husus, idam kararını veren mahkemenin bir temyiz mahkemesi olmasıdır. 5 Şubat 2013’te ömür boyu hapse mahkûm edilen Molla suçlamaları reddede- rek kararın temyiz edilmesini Bangladeş Anayasa Mahkemesi’nden talep etmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi mevcut kararı, Molla’nın aleyhine bozmuş ve Molla’nın idamına karar vermiştir. Söz konusu durum genel olarak temyiz mahkemesinin işleyiş usulü açısından problemlidir. Türkiye’nin ve İngiltere’nin de aralarında bulunduğu Dünya’daki birçok hukuk sisteminde, verilen cezaya karşı temyize gidilmesi durumunda ikili ayrıma gidilmektedir. Eğer verilen cezaya itiraz eden taraf davacı taraf ise -ki bunun sebebi davacı tarafın cezayı gereğinden az olarak görmesidir- temyiz mahkemesi mevcut cezanın arttırılmasına hükmedebilir. Bununla birlikte, şayet temyiz talebinde bulunan taraf davalı (müdafii) taraf ise temyiz mahkemesinin söz konusu cezadan daha fazla bir ceza verme hakkı yoktur. Çünkü bu ikinci durumda, davalı taraf kendisine verilen cezanın, yargılamanın yapıldığı hukuk sistemi açısından fazla olduğunu düşünürken davacı taraf cezadan memnundur. Molla’nın davalı taraf olduğunu düşündüğümüz zaman ortada ne denli büyük bir hukuk katliamının olduğunu görmemiz hayli basittir. Bangladeş Hukuk Sistemi’nin İngiliz Hukuk Sistemi’ni baz alarak kurulduğunu da hatırlatmamız gerekir. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay, idam kararı alındıktan sonra 10 Aralık’ta yaptığı açıklama ile söz konusu kararın uluslararası standartları karşılamayan bir yargılama sonucunda alındığını dile getirmiştir.1 Pillay adil bir yargılamanın yapılmadığının özellikle altını çizmiştir. Bangladeş’in de taraf olduğu BM Uluslararası Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 14. maddesinin 1. fıkrasında herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Pillay’den birkaç gün önce açıklama yapan iki özel raportörden Gabriela Knaul, temyizi mümkün olmayan bir idam cezasının verilmesini eleştirmiştir. Hukuken önemli bir hak olan temyiz hakkının ölüm cezası söz konusu olduğunda daha farklı bir ehemmiyeti haiz olduğunu belirtmiştir. Bu hususu evrensel bir hukuk ilkesi olarak değerlendirebiliriz. İdam kararı icra edildikten sonra geri dönüşü olmayan bir yola girildiği için, kişiye temyiz hakkının verilmesi güvenilir bir hukuk sistemi kurma açısından hayati öneme sahiptir. Farklı hukuk sistemlerine baktığımız zaman uygulamaların, belirttiğimiz şekilde idam mahkûmuna temyiz hakkı verdiğini görüyoruz. Zaten BM Uluslararası Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 14. maddesinin 5. fıkrası ‘’bir suçtan ötürü mahkûm olan bir kimse, mahkûmiyetinin ve aldığı cezanın daha yüksek bir yargı yeri tarafından hukuka göre incelenmesini isteme hakkına OCAK 2014 65 sahiptir’’ hükmü ile bu hakkı güvence altına almıştır. Buna rağmen söz konusu ilkeye uyulmaması uluslararası bir sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüğün ihlal edilmesidir. Diğer özel raportör Christof Heyns ise adil yargılama ilkesinin gerektiği gibi uygulandığı noktasında şüpheler olduğunu dile getirmiştir. Molla’nın lehine tanıklık yapanların ve Molla’nın avukatlarının korkutma, yıldırma ve taciz dolu bir atmosferden şikâyetçi olması da raportörler tarafından eleştirilmiştir. Uluslararası Hukukçular Birliği Genel Sekreteri Av. Necati Ceylan da aynı noktaya temas etmiştir. Hâkim, savcı ve soruşturma komisyonunun tamamen hükümet tarafından atanan ve sanıkların da hükümete muhalif olduğu bir mahkemedeki tarafgirliğe dikkat çekmiştir.2 Hukukta silahların eşitliği olarak anılan ilkenin dava süresince devam eden yanlı tutum ile ihlal edilmiş olduğu aşikârdır. Sonuç olarak verilen idam cezası kararı hem Bangladeş iç hukuku açısından hem de uluslararası hukuk açısından haksız bir karardır. Yüksek Komiser Pillay kararın haksız olduğunu idamdan sonra dile getirmiştir.3 kukta ‘’ad hoc’’ olarak adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyi tarafından kurulan eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi, eski Yugoslavya ve Ruanda’da meydana gelen ciddi suçlara ilişkin gereken yargılamayı yapmak için kurulmuş mahkemelerdir. Bunun yanında uluslararası ve ulusal hâkimlerin katılımı ile kurulmakla beraber ulusal hukuk sistemi temeline oturtulmuş Kamboçya ve Sierra Leone mahkemeleri gibi melez mahkemeler de mevcuttur. Yani ad hoc kurulmuş mahkemeler ile Uluslararası Ceza Divanı’nın yetki alanlarını ve yargılama şekillerini karıştırmamak gerekir. Uluslararası Ceza Divanı ise 1998 yılında kabul edilen Roma Statüsü’ne göre kurulmuş ilk daimi uluslararası ceza mahkemesidir. BM’in çabası ile Roma’da 1998 yılında başlayan çalışmalar sonucunda, Roma Statüsü 120 ülkenin evet 21’inin çekimser ve 7’sinin red oyu kullanması ile kurulmuştur. 2013 Mayıs itibari ile 122 devlet statüyü onaylamıştır. Ulusal ceza mahkemelerine nazaran tamamlayıcı bir rol üstlenmiştir. Divan dört tip suçla ilgili yargılama yetkisini haizdir. Bunlar savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım suçları ve saldırı suçudur. Bu arada ABD’nin kendi personelinin yaptığı ve yapmakta olduğu hukuk ihlalleri nedeni ile statüye taraf olmadığını hatırlatmamız gerekir. ABD bunun yanında kendi personelinin divana şikâyet edilmemesi için birçok devlet ile ikili anlaşma imzalamıştır. Sadece bu örnek uluslararası hukukun ne şekilde suiistimal edildiğini göstermeye yeterlidir. Lowe’nin de belirttiği gibi işlenen suç ne kadar ağır olursa olsun, devletler her zaman şüphelileri tek başlarına cezalandırmak istemezler. Devlet niye böyle bir refleks gösterir? Kimi zaman devlet suçluya sempati besler, kimi zaman çıkacak olan iç karışıklıktan çekinir.4 Velhasıl uluslararası bir niteliğin kazandırılması hem daha ciddi, daha güvenilir ve daha şeffaf bir yargılama yapılmasını hedeflemektedir. Bangladeş’te kurulmuş olan Uluslararası Suçlar Mahkemesi 1971 yılındaki olaylarla alakalı kurulmuştur. BM ve Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak kurulan mahkeme ile ilgili eleştiriler çok gecikmeden gelmiştir. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün mahkemenin işleyişi ile ilgili adil yargılama ve şeffaflık ilkelerinin eksik olduğu yönünde eleştiriler, uluslararası camianın baştan itibaren mahkemeye kuşkulu yaklaşmasına sebebiyet vermiştir. Uluslararası Suçlar Mahkemesi teşekkülü itibari ile ulusal nitelikte bir mahkemedir. Yukarıda belirtildiği üzere mahkeme kadrosu hükümet tarafından atanmıştır. Ulusal ve uluslararası hâkimlerden teşekkül etmiş Ruanda ya da Sierra Leone gibi mahkemeler uluslararası niteliktedir. Tarihe baktığımız zaman kurulan mahkemelerin farklı niteliklerde olduğunu görüyoruz. Uluslararası hu- En önemlisi Uluslararası Suçlar Mahkemesi Uluslararası Ceza Divanı ile karıştırılmamalıdır. Molla’nın Bangladeş Uluslararası Suçlar Mahkemesi ve Uluslararası Ceza Mahkemeleri 66 OCAK 2014 insanlığa karşı suç ve savaş suçu işlediğine hükmetmiş olan Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nin kararı, Uluslararası Ceza Divanı’nın vermiş olduğu bir karar değildir. Uluslararası Ceza Divanı’nın yaptığı yargılamalar Roma Statüsü’ne dayanır. Bangladeş’in söz de uluslararası mahkemesi 1971 yılında hükümet tarafından çıkarılan bir yasa ile kurulmuştur. 1971 Yasası olarak doktrinde adlandırılan düzenleme, insanlığa karşı suç, barışa karşı suç, soykırım, savaş suçları, 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nde geçen silahlı çatışmalarla ilgili insancıl hukuk kurallarının ihlali ve uluslararası hukukun kabul ettiği herhangi bir suçu yetkisi altında göstermiştir. Ayrıca bu suçların işlenmesini teşvik, tahrik ya da planlamayı, suç ortaklığı yapmayı ya da söz konusu suçları engellemekten kaçınmayı da suç olarak saymıştır. Görüldüğü gibi buradaki suç tipleri hem Roma Statüsü’nde sayılanlardan daha fazla hem de daha farklıdır. Her ne kadar isim benzerliği olsa da suçların tanımlanması da farklıdır. İdam Kararı Hukuki mi Siyasi mi? 1973 yılında Pakistan’ın ilk başkanı Şeyh Mujibur Rahman tarafından çıkarılan genel af olaylarla bağlantısı olan herkesi kapsamıştır. Bu affın sebebi Pakistan ve Hindistan arasında imzalanan ve Bangladeş’i de bağımsız bir devlet olarak tam anlamıyla tanıyan Simla Antlaşması’nın getirmiş olduğu olumlu havadır. Bu hava o kadar olumlu idi ki Başkan Rahman Bangladeş hapishanelerindeki bütün Pakistanlı mahkumları yurtlarına geri göndermiştir.5 belgelerinde iktidar olan Avami Partisi’nin, Cemaat-i İslam’ın ve diğer İslamcı partilerin ezilmesi için zamanın doğru olduğu cihetindeki kanaati yer almıştır. Münevver Hasan, seçimleri kaybetme korkusu ile hareket eden iktidar partisinin ve dolayısıyla hükümetin batı ve Hindistan’la işbirliği yaparak haksız kararları uygulattığını belirtmiştir. Zaten idam kararından önce mahkemenin yapmış olduğu keyfi gözaltına alma eylemleri, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 9. maddesini ve BM Uluslararası Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 9. Maddesini ihlal ettiği gerekçesi ile BM Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu tarafından eleştirilmiştir. Sonuç olarak, uluslararası hukuka aykırı bir usulle yargılama yapılmış ve yine uluslararası hukuka aykırı şekilde karar alınmıştır. Molla’nın temyize gidememesi, iç hukukta yer alan 15 günlük af dileme süresinin verilmemesi, yapılan yargılamanın silahların eşitliği ve adil yargılanma hakkı gibi birçok evrensel ilkeye aykırı olması, siyasi kaygıların hâkim olduğu bir karar ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. 2009’da yapılan mevzuat değişikliği ile başlamış ve halen devam etmekte olan bu süreçle alakalı uluslararası camianın cılız tepkisi ayrıca kınanması gereken bir durumdur. Bununla birlikte mahkeme gözünü Cemaat-i İslam’ın lideri Gülam Azam’a dikmiş durumda... Azam da Molla gibi idamla yargılanıyor. Henüz vakit varken, Molla için gerekli tepkiyi koymamış olan uluslararası camia Azam için harekete geçmelidir. Uluslararası Suçlar Mahkemesi Anlaşması’nda 2009 yılında yapılan bir değişiklikle, bağımsızlık karşıtı silahlı gruplara (anti-liberal armed forces) üye olduğu iddia edilen kişiler için yargılamaya giden yol açılmıştır. İlginç bir şekilde aynı çatışmanın diğer tarafı olan bağımsızlık taraftarı silahlı gruplar (pro-liberation armed forces) için yargı yolu açılmamıştır. Özenle seçilmiş 40 adet sivilin yakalanması için keşfedilmiş olan bu değişiklik özellikle Cemaat-i İslam üyelerinin tutuklanmasına sebebiyet vermiştir. Cemaat-i İslam’ın Pakistan kolu lideri Münevver Hasan, idamın arkasında ABD, Batı ve Hindistan’ın olduğunu söylemiştir. Bangladeş hükümetinin savaş mahkemeleri yoluyla insan haklarına aykırı işlere imza attığını ve asıl amacın taraflı ve planlı bir şekilde Cemaat-i İslam üyelerini infaz edilmesi olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, 2010 yılının Kasım ayında ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan sızan Wikileaks 1 2 3 4 5 http://www.un.org/apps/news/story.asp?NewsID=46704&Cr=deat h+penalty&Cr1=#.UrW1OtJdWi4 http://hurseda.net/Guncel/95463-Hukumetten-Af-Dilemedi.html http://www.newagebd.com/detail.php?date=2013-1220&nid=77396#.Ura0R9JdWi4 Vaughan Lowe, ‘’International Law’’, Clarendon Law Series, Oxford: Oxford University Press, 2007, s. 182 John Cammeg, The Bangladesh War Crimes Tribunal: Reconciliation or Revenge?, http://www.crimesofwar.org/ commentary/the-bangladesh-war-crimes-tribunal-reconciliationor-revenge-2/ OCAK 2014 67 DIŞ POLİTİKA H asan Ruhani, 12 Kasım 1948 tarihinde İran’ın Simnan yakınlarındaki Sorkheh şehrinde dünyaya geldi. Öğrenimine Simnan’da başlayan Ruhani, Kum şehrinde klasik medrese eğitimini tamamladı, bunun yanı sıra hukuk dalında öğrenim yaptığı Tahran Üniversitesi’nden 1972 yılında mezun oldu. İran İslam Cumhuryet’nn 7. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhan Kmdr? Sinan TAVUKÇU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 68 OCAK 2014 Hasan Ruhani, Haziran 2013’te yapılan İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhafazakârlara karşı reformcuların adayı olarak seçimlere katıldı. Kendisi reformcu olmaktan ziyade reformcuların desteklediği pragmatist bir aday olarak görüldü. Hasan Ruhani yapılan seçimleri %52 oy oranıyla kazanarak İran İslam Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı seçildi. Hasan Ruhani, Şah rejimi döneminde muhalif kimliği ile tanındı. İran’ın pek çok yerinde rejim aleyhine verdiği vaazlar dolayısıyla birçok kez tutuklandı. Gençliğinden itibaren Humeyni’nin yanında yer alan Ruhani’yi öne çıkaran özelliği, 1977 yılında verdiği bir vaazda, sürgündeki Humeyni’ye “İmam” diye hitap edilmesini teklif etmesi oldu. Şia teolojisinde çok önemli bir yere sahip olan “İmam” sıfatının Humeyni için kullanılması, Humeyni taraftarları nezdinde kabul gördü ve o günden itibaren kendisine “İmam Humeyni” denilmeye başlandı. Diplomat Ruhani Hasan Ruhani İskoçya Caledonian Üniversitesi’nde 1995 yılında master, 1999 yılında da hukuk sosyolojisi dalında doktora derecesini aldı. Hem master hem de doktorasının konusu İran siyasal sistemi ve şeriat hukukuydu. Hasan Ruhani, Haziran 2013’te yapılan İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhafazakârlara karşı reformcuların adayı olarak seçimlere katıldı. Kendisi reformcu olmaktan ziyade reformcuların desteklediği pragmatist bir aday olarak görüldü. İran’ın eski cumhurbaşkanlarından Muhammed Hatemi seçim öncesi yayınladığı bildiriyle 11. Dönem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hasan Ruhani’yi desteklediğini ilan etti. 20 yaşında evlenen ve 4 çocuğu bulunan Hasan Ruhani, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve Arapça olmak üzere 5 dil bilmektedir. İslami düşünce tarihi, Şii imamları tarihi, İran devlet yapısı ve Şeriat hukuku üzerine yazılmış kitapları mevcuttur. Devrimden Sonra Ruhani’nin Rolü 1979’da başarıya ulaşan İran Devrimi’nden sonra Hasan Ruhani, düzensiz vaziyette bulunan İran ordusunu düzene sokmak için faaliyet gösterdi. 1980 yılında İslam Danışma Meclisi’ne seçilen Ruhani 5 dönem milletvekilliği yaptı. 2 dönem Savunma Komisyonu Başkanlığı, 2 dönem Dış Politika Komisyonu Başkanlığı ve Meclis Başkanvekilliğinde bulundu. Hasan Ruhani, 1980 yılında başlayıp 1988 yılına kadar devam eden İran-Irak savaşı sırasında üst düzey komutanlıklar, Genelkurmay Başkan Yardımcılığı ve Uzmanlar Konseyi Üyeliği yaptı. Bu savaştaki hizmetlerinden dolayı ikinci derece Zafer Madalyası ile de ödüllendirildi. Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin kurulması ile birlikte bu Konseyde dini liderin temsilcisi ve Konsey genel sekreteri oldu, bu görevi 2005 yılına kadar sürdürdü. Ruhani cumhurbaşkanı seçilene kadar Düzenin Yararını Teşhis Konseyi üyeliği yaptı. Aynı zamanda, bu konseye bağlı bulunan Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun başkanlığını da yürüttü. Dünya kamuoyunun Hasan Ruhani’yi tanıması, Nükleer Başmüzakereci sıfatıyla 2003-2005 yılları arasında katıldığı toplantılarda İran’ı temsil etmesi sırasında olmuştur. Başarılı bir diplomat olduğunu herkese kabul ettiren Ruhani, Nükleer Başmüzakereci olarak yaşadıklarını “Ulusal Güvenlik ve Nükleer Diplomasi” isimli, 2011 yılında basılan hatıratında anlatmıştır. İran Seçimleri ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi Ruhani seçim propagandalarında daha özgür ve dünyayla barışık bir İran vadetti. Seçim öncesi yaptığı konuşmalarda; Merkez Bankası’nın bağımsız hale getirileceği, tüm vatandaşların sigortalı yapılacağı, petrol ambargolarının müzakereler yoluyla kaldırılması ve petrol gelirlerinin hükümetin kısa vadeli harcamaları yerine yatırıma dönüştürülmesi politikası güdüleceği, devletin kültürel faaliyetleri kontrol etmesine son verileceği ve sanatın gerçek sahibi olan sanatçılara bırakılacağı, kültürel meselelerin güvenlik konusu edilmeyeceği, medya organlarının özgürleştirileceği, internet bandının genişletileceği, kadın bakanlığı kurulacağı, gezici irşat polisliğinin kaldırılacağı, engelli çalışan oranının yükseltileceği, siyasi mahkûmların serbest bırakılacağı, insan haklarının güvence altına alınacağı vaatlerinde bulundu. Hasan Ruhani yapılan seçimleri %52 oy oranıyla kazanarak İran İslam Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı seçildi. İran’ın Diplomasi Atağı Cumhurbaşkanı seçilen Ruhani peş peşe dünyanın dikkatini çeken adımlar attı. İlk olarak Amerikan NBC televizyonuna yaptığı açıklamada, İran’ın hiç bir zaman nükleer silah geliştirme çabasında olmadığını vurgulayarak, hiçbir şart altında nükleer silahlar dâhil herhangi bir kitle imha silahı peşinde olmadıklarını ve bundan sonra da asla olmayacaklarını belirtti. Hasan Ruhani, İran cumhurbaşkanlığına seçilmesinin ardından ABD Başkanı Barack Obama’nın kendisine yolladığı tebrik mektubunu ‘olumlu ve yapıcı’ bulduğunu belirtti. İran Cumhurbaşkanı’nın o zamana kadar rejimin küçük şeytan olarak düşman ilan ettiği Yahudilerin Roş Aşana bayramını kutlaması herkesi şaşırttı. Ruhani’nin, Washington Post’ta akademik kimliğini öne çıkartarak yazdığı dünya siyasetini değerlendiren makalesi İran’daki değişime uluslararası kamuoyunun dikkatini çekti. Birleşmiş Milletlerin 68’inci Genel Kurul toplantılarına katılmak üzere New York’a gelen Ruhani, CNN televizyon kanalına verdiği demeçte, Yahudilerin Sukot bayramını kutladıktan sonra, Yahudilerin 2’nci Dünya Savaşı döneminde Nazi Almanya’sı tarafından maruz bırakıldığı soykırımı kınadı. Birleşmiş Milletlerde etkili bir konuşma yapan Hasan Ruhani’nin Tahran’a dönüş yolunda ABD Başkanı Obama ile yaptığı telefon görüşmesi yeni bir döneme girildiğinin habercisi oldu. Bunu, İran ile BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran’ın nükleer programına ilişkin müzakereler takip etti. 24 Kasım’da sona eren görüşmelerden sonra Obama yaptığı açıklamada “Bugün diplomasi, İran’ın nükleer programının barışçıl olduğunu ve nükleer silah elde edemeyeceğini teyit edebileceğimiz daha güvenli bir dünyaya doğru yeni bir yol açtı” açıklamasında bulundu. Akademisyen, asker, siyasetçi ve diplomat kimliklerini üzerinde taşıyan ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren her safhada hizmeti bulunan Hasan Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte, İran’ın şaşırtıcı ataklarını dünya kamuoyu izlemeye devam edecek görünüyor… OCAK 2014 69 DIŞ POLİTİKA sürecini çoktan askıya almış bir siyasi iradenin bulunduğu açıktır. ERMENiSTAN’LA Normalleşmeyen İlişkiler Mehmet Fatih ÖZTARSU Tiflis Ilia Devlet Üniversitesi D ışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 12 Aralık’ta Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısına katılmak üzere Erivan’a düzenlediği ziyaret, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin bugünkü durumunu anlamamız için önemli ipuçları sundu. Ermenistan’da siyasi ve sivil platformların ziyaret süresince yaptığı olumsuz demeç ve yayınlar, Erivan’ın, Ankara’ya olan yaklaşımlarında sürekli artan bir güvensizlik olduğunu göstermiştir. Ziyarete iki gün kala Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’la Davutoğlu’nun görüşmesinin mümkün olmadığını büyük bir ciddiyetle belirten Ermeni yetkililer, Dışişleri Bakanı Eduard Nalbandyan ile bir görüşme yapılmasının ise ihtimal dâhilinde olduğunu ifade etmişti. Ayrıca Ermeni medyasında da yer aldığı şekilde, ziyaret başlangıcında Nalbandyan, Davutoğlu 70 OCAK 2014 ile karşılaşmamak ve medyaya dostane bir görüntü sunmamak için elinden geleni yapmıştı. İki yetkilinin görüşmesi Türkiye ve Ermenistan medyasında farklı biçimlerde ele alındı. Türkiye’de, Davutoğlu’nun yaptığı ziyaretin çok verimli olduğunu yazan gazetecilerimizin aksine, Ermeni medyası Türkiye’nin şov yaptığını ifade ederek her türlü olumsuz senaryoyu gündeme taşıdı. Ermenistan’ın, bu dönemde tamamen Türkiye karşıtı olan duruşunda, yeni bir siyasi yaklaşımın etkileri görülmektedir. Bu yeni siyasi yaklaşımın şifrelerini, Davutoğlu’na ait olduğu belirtilen “tehciri benimsemiyor ve gayri insani buluyoruz” ifadelerinden de çözmek mümkündür. Çünkü yetkililerimizin de müşahede ettiği şekilde; Ermenistan’ın isteksiz tavırları ve soğuk misafirperverliğinin ardında, normalleşme görüntü vermektir. Ermenistan’ın normalleşmeye topyekûn soğuk yaklaşımlarına rağmen bu ülkeyi “potansiyel dost” olarak adlandırma ve tehciri o Ermenistan’la ilişkilerde önemli bir sıçrama noktası olabilecekken, Ankara açısından bir hayal kırıklığına dönemin yönetimine bir günah olarak yükleme gidönüşen Erivan ziyaretinde dikkat çeken en büyük rişimlerinin olumlu bir sonuç vereceğini düşünmenokta, Ermeni yetkililerin futbol diplomasisinden bu mek gerekir. Çünkü bu olayları sadece bir yönetiyana ilk defa kalın bir ses tonuyla Türkiye’yi yar- min suçu olarak adlandırmayan, meselenin kökü ve gılamaları olmuştur. Sınırların açılmasını ve iki ülke sahip olduğu süreci çok geniş biçimde ele alarak, ilişkilerinin ortak menfaatler doğrultusunda gelişti- Türkiye’yi ağır bir yükün altına sokmaya gayret eden rilmesini önemseyen Ankara, keskin bir siyasi dil- mekanizma, Türkiye’den çok daha iyi çalışmaktale ifade edilen, 1915’in soykırım olarak tanınması dır. Ayrıca dünyayı bu konuda ikna etme kabiliyetleri ve sonrasında sınırların buna bağlı olarak açılması ,Türkiye’ye göre çok daha yüksektir. Bu durumda isteğiyle karşılaşmıştır. Yani Ermenistan artık nor- sırasıyla; Gümrü, Kars, Moskova Antlaşmaları, Nemalleşmenin ön şartı olarak sözde soymesis Operasyonu, ASALA terörü ve kırımın tanınmasını istemektedir. Karabağ’daki insanlık suçları gibi Ermenistan Dışişleri Bakan pek çok konu elindeyken kulYardımcısı Şavarş Koçaryan lanamayan Türkiye’nin, yeni Sınırların açılmasını ve da, Davutoğlu’nun ilişkitip söylemlerle son dereleri normalleştirmek için iki ülke ilişkilerinin ortak ce çalışkan ve organiöncelikle Erivan’daki menfaatler doğrultusunda ze bir mekanizmayı Soykırım Anıtı’nı ziyaalt etmesi kesinlikle geliştirilmesini ret etmesi ve sözde mümkün değildir. soykırımı tanımaönemseyen Ankara, Adına ister rekabet sı gerektiğini dile kesin bir siyasi dille ifade densin, ister savaş; getirerek ilk açılımı edilen, 1915’in soykırım Türkiye’den fersah yapmış oldu. Yeni fersah önde olan Ersöyleme göre Erivan, olarak tanınması ve Türkiye’ye “Osmanlı menilerin her geçen sonrasında sınırların Devleti’nin Ermenilegün elini güçlendirdiği buna bağlı olarak açılması re karşı yapmış olduğu açıktır. Ermenistan’ı ve isteğiyle karşılaşmıştır. soykırım”ı tanıma çağdiasporayı iyi okuyamarısında bulunmaktadır. En yan bir politik sistemin ulusazından bunu yaparak insancıl lararası platforma haklılığını anbir devlet olduğunu gösterebilecek latabilmesi çok zordur. Ancak tüm olan Türkiye’nin diğer aşamada ise Karabu olumsuz gerçekler, Türkiye’nin garip bir bağ meselesine bulaşmaması ve bu konuda saldırözgüvenle yeni siyasi açılımlar oluşturmasına engel gan tavır sergilememesi talep edilmektedir. olamıyor. Örneğin, son dönemde MüslümanlaştıBuna benzer görüşler iktidar ve muhalefet cephele- rılmış Ermeniler meselesiyle ilgili çalışmaların dahi rinden de gelmiş ve özellikle çeşitli diaspora örgüt- dışarıdaki yansımaları, Türkiye’nin Ermeni meseleleri sert sayılabilecek açıklamalarla Türkiye’ye yük- sindeki mevcut durumunun çok daha farklı şekilde lenmiştir. Türkiye’nin, Erivan’ı hukuksuz bir normal- sorgulanmasına sebep olmuştur. Mesele gittikçe leşme sürecine sokacağını iddia eden diasporanın kökleşmekte ve buna paralel olarak yeni konular son derece ilgi çekici terimlerle tanımladığı soykırım müzakere edilmektedir. Tek bir noktaya odaklanan kavramı ve Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımlarına Türkiye’nin ise masumane bir taviz ile tehcir meseyönelik etkileyici açıklamaları durgun suların gerek- lesinden sıyrılmayı düşünmesi maalesef umulduğu siz yere bulandırılmasına sebep olmuştur. gibi sonuçlar doğurmayacaktır. Yeni dönemde ise Türkiye’nin bu konudaki en büyük hatası, normal- tehcire bağlı olan onlarca yeni dosya Türkiye’nin leşme sürecini 2015’e kilitlemek veya o şekilde bir önüne gelmeye devam edecektir. OCAK 2014 71 DIŞ POLİTİKA Türk Dış Politikasında Orta Asya’nın Anlamı: Nedir? Ne Olabilir? Doç. Dr. Murat ÇEMREK Avrasya Araştırma Enstitüsü Müdürü B aşlığı okuyunca “Ne Olabilir?” yerine “Ne Olmalıdır?” şeklinde normatif bir çözümlemenin gerekliliği ivedilikle zihinde beliriyorsa da bu yazı, fildişi kulesinden nasıl olması gerektiğine dair bol keseden akıl dağıtan bir yaklaşım yerine mevcut durumu tespit edip olasılıkları irdelemek amacındadır. Türk Dış Politikası (TDP), Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kendilerini zaten hiç beklemedikleri bir kaosun içinde bulan ve kendilerine gümüş tepside ikram edilen bağımsızlığın gereklerini hızla yerine getirmek zorunda kalan Güney Kafkasya’da Azerbaycan ve Orta Asya’daki Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan için normatif bir perspektifle başlamıştır. TDP’nin bu normatif perspektifi, başlarda Türkiye’nin “bağımsızlığını kazanan” bu ülkeleri küresel kapitalist ekonomik sisteme ve liberal demokratik siyasete entegre etmeye yönelik kerameti kendinden menkul bir “ağabeylik” hamasetiyle yoğrulmuştur. Öte yandan kendisi bu bağlamda himmete muhtaç Türkiye’nin bu hamasî söylemini pratiğe tahvil etmeye nefesi yetmediği anlaşıldıkça, normatif dış politikası yer ile yeksan olmuştur. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse Türkiye’nin; 1994, 1999 ve 2001’deki maruz kaldığı ekonomik krizlerine paralel 1991-2002 arasındaki kırılganlığı giderek artan koalisyon hükümetleri ve 1997’deki 28 Şubat post-modern darbesiyle de başka ülkelere ders vereceği konularda kendisinin sınıfta kaldığı 72 OCAK 2014 ayan beyan ortaya çıkmıştır. Böylece, Türkiye için gözden ırak olan Türkî Cumhuriyetleri tedricen gönülden de ırak olmaya başlamıştır. Türkiye’nin tam teşekküllü bir Orta Asya politikası geliştirmesinde etnik vurgunun her şeyin önüne geçmesi, örneğin Tacikistan’a dair dişe dokunur bir dış politika geliştirilmesini örselemiştir. Bir diğer handikap ise Türkiye’nin Sovyetlerin dağılmasıyla Rusya ile özellikle Kafkasya ve Orta Asya’da güreşe tutuşabileceği ve Büyük Ayı’yı kündeye getirebileceğini vehmeden miyop olduğu kadar kibirli yaklaşımıdır. Başka bir hata da dış politika yapıcılarının Sovyetlerin dağılmasıyla panikleyerek etnik, dinsel ve mezhepsel bütün kartların hepsini birden oynamaya kalkmasıyla, küresel ve bölgesel dış politika yapım süreçlerini senkronize etmekteki zafiyetleridir. Bundan daha vahimi ise dış politika yapımının, iç siyasetle senkronize olmaması bir yana tutarlı bir felsefesinin de olmadığı aşikâr olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin Yugoslavya’nın dağılmasıyla Bosna için din kartını oyuna sokarken, Sovyetlerin dağılmasıyla Güney Kafkasya ve Orta Asya’da etnik kartı kararken ülkedeki Cumhuriyetin sınırlarına kapanan kurucu felsefesi ve militarist laiklik anlayışıyla örtüşmediği gün yüzüne çıktıkça oluşturulan dış politikalar temelsiz kalmıştır. Dahası Türkiye, Avrupa Birliği (AB) üyeliğine yüklendikçe Asya ayağı zayıflayan ya da tam tersi gelişmeler yaşandıkça terazide AB kefesinin düşük kalması efradına cami ağyarına mani bir Avrasya politikası geliştirmekten uzağa düşmüştür. Böylece XXI. asrın “Türk asrı” olacağı ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası” gibi ağzı doldura doldura yüksek perdeden söylenen büyük laflar ancak büyük hayal kırıklıklarına harç taşımıştır. TDP yapıcıları “bir Türk gibi” başladıkları Orta Asya politikasında “bir İngiliz gibi” sürdürememişler ve kısa sürede yukarıda saydığımız nedenlere paralel olarak havlu atmışlardır. 2002 sonrası bir önceki on yılın yaralarını her anlamda sarmaya yönelik olarak dış politikanın da yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Kaldı ki Türkiye, Türkî Cumhuriyetlere verdiği sözleri yerine getiremedikçe ilişkiler tavsamış hatta yıpranmıştır. Napolyon’un söylediği gibi coğrafya bir ülkenin kaderi olduğundan hareketle Orta Asya Türkiye’ye çok uzaktır. Uzak ülkeler arasında ilişkileri geliştirmenin en temel yolu, ilişki kanallarını açabilecek idealleri reel politikalara dönüştürebilme becerisidir. Türkiye’nin Orta Asya ülkeleriyle geliştirebileceği ne gibi ortak idealleri olabileceği soru- su pan-Türkist ve pan-İslamist olanları bir kenara koyarsak reel dünyada bir karşılığı yoktur. Öncelikle Türkiye, bırakın AB üyesi olması bağlamında üstlendiği Gümrük Birliği üyeliğinden doğan angajmanlarını, iki yüzyıllık Batılılaşma süreci çerçevesinde Avrupa kabullense de kabullenmese de en azından standartları itibariyle özelde Avrupa genelde Batı dünyası ile kader birliği yapmış durumdadır. Orta Asya ülkelerine gelince, Moskova’ya kulak kabarttıkları kadar Ankara’yı dinlemek yerine duymazdan gelmek onlar için daha kolaydır. Kaldı ki, 1990’ların başındaki Türkiye’nin bölge için dillendirdiği ağabeylik politikası geri tepmiş ve zaten Moskova’nın ağabeyliğinden sıkılan bu ülkeler için yeni bir ağabey istenmeyecek bir tipleme olmuştur. Üstüne üslük bir de ağabey iddiasındaki Ankara, Moskova kadar güçlü ve cömert değilse ancak diplomatik bir tebessümle itibar bulabilir bölgede ve yaşanan da bu olmuştur. Yukarıda çektiğimiz resmin Türkiye’nin daha önce elinde patlayan hamasi söylemini dizginleyecek bir eleştirel perspektife sahip olduğu aşikârdır. Zaten Türkiye’nin bölge ile stratejik bir dış politika geliştirebilmesi önce bölgenin stratejik değerini din, etnisite, mezhep gibi kültürel değerleri abartmadan ama yok da saymadan yeniden düşünmesiyle mümkün olabilecektir. TDP için Orta Asya ne olabilir? sorusuna daha önce makro politikalar geliştirmeye çalışıp başarısız olan Türkiye vites düşürüp orta çaplı ve tematik politikalar geliştirme yoluna gidebilir. Böylece Türkiye, birçok sorundan dolayı bu ülkelerle bir türlü geliştiremediği ticarî ilişkilerinden dert yanmak yerine başta eğitim olmak üzere kültürel politikalara ağırlık verebilir. Türkiye, özellikle bölgede petrol ve doğalgaz zengini Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan için bu sektör bağlamında politikalar geliştirmesinin ciddi sermaye birikimi gerektirdiğini fark etmesi isabetli olacaktır. Sonuç olarak, Orta Asya ile neden bir türlü ilişkilerimizi istediğimiz kıvama getiremedik diye ah vah etmenin anlamı yoktur. Türkiye, kan ortaklığına fazla prim verip beklentileri gerçekleşmedikçe sosyoekonomik bağlam başta olmak üzere kan uyuşmazlığını fark etmek ve politikalarını kültürel kodları fetişleştirmeden orta düzey ilişkiler gerçekleştirme yolunu seçebilir. Uzun lafın kısası, Türkiye her alanda ve her sektörde her Orta Asya ülkesiyle ile aynı çerçevede ilişki geliştiremeyeceğini fark etmesi, bir ilişkiler çeşitlemesi yapmanın ne olabilir sorusuna cevap olacağını görebilmesine bağlıdır. OCAK 2014 73 Türkiye’nin Komşu Coğrafya ve Enerji ile İmtihanı Serkan Şahin İhracatta Kırılan Rekorlar 500 Milyar Dolar Hedefi Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ Türkiye’nin Komşu Coğrafya ve Enerji ile İmtihanı Serkan ŞAHİN SDE Enerji Uzmanı O rta Doğu, Dünya enerji piyasası içinde her zaman önemli bir bölge olarak bilinir. Bu bölgedeki her türlü gelişme, tüm Dünya’nın doğrudan ilgi alanında olmuş ve bu duruma paralel olarak da bu bölgenin nabzını kontrol etme çabası da herkesin önemsediği bir konu olmuştur. Türkiye de Orta Doğu, Asya ve Avrupa’nın kesişiminde bulunmanın verdiği “avantaj” ile bu çekişmelerden fazlasıyla nasibini almıştır. Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ekonomik gelişmeler, beraberinde bazı sorunları da getirdi. Kendi enerji kaynakları sınırlı olan Türkiye, enerji ithalatından kaynaklanan risklerini azaltamadan, birden 76 OCAK 2014 enerji ihtiyacı en hızlı artan ülkelerden oluverdi. Her ne kadar Dünya’nın en büyük ve önemli petrol ve doğal gaz kaynaklarına coğrafi olarak çok yakın bir ülke olmasına rağmen, bu avantajını maliyeti azaltma anlamında çok da başarılı kullanamadı. Kendi kaynaklarına da ulaşamayan Türkiye, kaçınılmaz olarak enerjide dışa bağımlılığın acısını çok ciddi şekilde yaşar bir duruma geldi. Aynı zaman diliminde İran’ın nükleer çalışmalara başlaması, ABD ve İsrail başta olmak üzere, Dünya’nın büyük bir kısmı tarafından tehdit olarak yorumlanınca, İran’ı bu çabalarından vazgeçirmek için neredeyse küresel bir işbirliği başladı. ABD ve İsrail’in yanısıra bölgede İran ile çok ciddi çıkar çatışmaları yaşayan Suudi Arabistan’ın da katkıları ile İran, Avrupa Birliği’nin desteğini de kaybederek yalnızlaştırılmaya, petrol ve doğal gaz gelirlerinden alıkonulmaya çalışıldı. Başarılı da olundu. Uygulanan ambargolar ile İran’ın ekonomik dengeleri altüst edildi. İran’ı ayakta tutan şeylerden ikisi, Rusya’nın desteği ve Çin’in ABD ambargosunu ciddiye almayışıydı. Tabi bir de Türkiye’nin İran’a ambargoyu delmek için verdiği destek vardı. Bu her ne kadar Türkiye’nin kendi cari açık ve enerji ihtiyacı sorununu çözmek için giriştiği bir macera olduysa da bundan asıl karlı çıkan muhtemelen İran oldu. Yine aynı zaman dilimine denk gelen bir dönemde, ABD’nin Irak’taki askeri varlığını çekmeyi planlaması ve çekmesi ile Irak’ın kuzeyi ile merkez yönetimi arasındaki görüş ayrılıkları daha bariz bir hal aldı. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, bölgesindeki petrol ve doğal gazı Bağdat’tan bağımsız bir şekilde Dünya’ya sunmanın yöntemlerini araştırmaya başladı. Bunu yaparken de ABD’yi bile karşısına almayı göze aldı ki bu ne kadar ciddi olduklarını göstermeleri için yeterince önemli. Hürmüz Boğazı sorunu ile başlayan ve Suriye’deki iç savaş ve Mısır’daki yönetim anlaşmazlıkları ile iyice alevlenen bir şekilde Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı’nın Irak, Katar ve Kuveyt kaynakları için ne kadar güvenilir ve sürdürülebilir olduğu konusu kuşku uyandırmaya başladı. Bu da bu ülkelerin kaynaklarını Dünya’ya ulaştırmak için alternatifler aramasına neden oldu. Bu arayışları içerisinde en beklenmeyen oldu ve ilk adımı Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, Türkiye’yi en makul rota olarak gördüğünü resmi olarak açıklayarak, başta Bağdat olmak üzere tüm Dünya’da çok büyük şaşkınlık yarattı. Doğu Akdeniz’deki doğal gaz kaynaklarının somutlaştırılması ve İsrail’in Tamar ve Leviathan sahalarındaki doğalgaz kaynaklarının keşfi ile Kıbrıs meselesi bambaşka bir hal aldı. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan içinde bulundukları ekonomik problemi Doğu Akdeniz’deki kaynakları üretime açarak giderme girişimlerinde bulununca, Türkiye çok sert bir tavırla bu girişimleri engellemeye çalıştı. Yunanistan’ın ve peşinden Kıbrıs Rum Kesimi’nin resmi olarak iflaslarını açıklayıp, Türkiye ile bir dalaşmaya giremeyecek kıvama gelmelerine kadar da bu restleşme sürdü. Yunanistan’ı kurtarma operasyonlarının bir parçası olarak Azeri doğalgazının Avrupa’ya taşınması için Nabucco yerine TAP tercih edilince, Türkiye’nin doğal gazda transit ülke olma çabalarına da bir darbe daha indirildi. Bütün bunlar olurken, Rusya’nın Güney Akım ile Avrupa’ya giden doğal gaz ticaret yollarını çeşitlendirme çabası, daha da belirginleşti. Bir yandan Orta ve Batı Avrupa’ya giden doğal gazı Ukrayna ve Belarus yerine Karadeniz’in dibinden götürerek kendisini sağlama almaya çalışan Rusya, diğer taraftan da Ukrayna’nın kayagazı çıkarma çabalarına müdahele etmeye çalıştı. Ukrayna’ya daha ucuz doğalgaz vermesini de içeren finansal destek ile bir hamle yapmış olsa da ABD’den gelen fazla doğalgazın neden olduğu fiyat kırılmalarına karşı bir ön- Türkiye’yi Bağdat ile anlaşmak zorunda bıraktıktan sonraki hamlenin, İran ve Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin koparılarak, İran’ın sadece ve sadece ABD’nin kabul edebileceği şekilde kaynaklarını kullanması karşılığında ambargonun kalkacağını bilmek için uzman olmaya gerek yok. ABD’nin bu istek senaryosunda Türkiye pek de istenen bir karakter olamaz. OCAK 2014 77 EKONOMİ petrol fiyatlarında kontrol elde etmek için Suudi Arabstan’ı işlevsizleştirmesi için bu ittifak grubuna ihtiyacı olduğunu düşünmek çok hayalci olmaz bence. İran’a Ahmedinejad döneminde destek vermekle Ruhani döneminde destek vermek arasındaki farkı da iyi anlamak gerek ki bu ABD için gayet önemli. lem alamıyor. Bununla beraber Avrupa Birliği içerisinde ciddi şekilde dillendirilen kayagazının üretime açılması için çevre kısıtlamalarının kaldırılması da Rusya’nın uğraşmak zorunda olduğu bir konu haline geldi. AB üyesi ülkelerden Fransa ve Polonya’nın kayagazı kaynaklarını üretime açmak için ortaya koydukları hevesi açıkça dile getirmelerinin ardından, Romanya’nın AB üyeliğinden kayagazı için vazgeçebileceğini duyurması ise çok ciddi alarmların çalmasına sebep oldu. Her ne kadar şu an için durulmuş gibi görünse de Avrupa Birliği içerisinde kayagazı destekçileri ve karşıtları arasında çok ciddi tartışmalar hala sürmekte. Kasım ayında P5+1 ile İran arasındaki anlaşmayla, İran’a uygulanan ambargonun geçiş dönemi süresince kaldırılmış olması ancak hemen ardından da ABD senatosunda İran’a ambargo döneminde destek veren, İran ile finansal ilişkilere giren ülke ve şirketlerin cezalandırılması ile ilgili gelen tasarı, konunun aslında İran olmadığının bir işareti gibiydi. Çin ile Çin Denizi’nde savaşın eşiğine gelen ABD’nin, Kuzey Irak petrol ve doğalgazını ABD harici Dünya’ya açmak için kendi çabalarını yürüten Türkiye’ye de diş bilediğini düşünmek yanlış olmaz. Kaya petrolü ve gazı ile petrol üretimini 1983 seviyelerine çeken ABD, toplam petrol ve petrol sıvısı üretiminde Rusya’yı geçti ve ham petrol üretiminde iki yıl içerisinde Suudi Arabistan’ı geçecek bir üretim çılgınlığına başladı. Bu da bana ABD’nin şu an için Çin, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye ile girdiği soğuk savaşta Avrupa Birliği, İsrail, Mısır ve Japonya’yı yanına almak istediğini ve bu ittifak grubuna İran’ı da dâhil etmek istediğini düşündürtüyor. Üretim konusunda sıkıntısı olmayan ABD’nin sıkışık zamanlarında Çin’i artık bir tüketim üssü olarak görmek istemesi, doğalgazda Rusya’nın üstünlüğüne göz koyması, OPEC’i devre dışı bırakarak küresel 78 OCAK 2014 Şu an Suriye konusunda savaşın biraz daha sürmesi gerektiği üzerine bir uzlaşma olduğu aşikâr. Buna paralel olarak dostane ilişkileri olan Mısır ve İsrail rüyası olan ABD, Müslüman Kardeşleri de bu arada pasifize etmek için gerekli tüm adımları attı. Kuzey Irak kaynaklarının tanınması konusunda Türkiye’yi Bağdat ile anlaşmak zorunda da bıraktıktan sonraki hamlenin, İran ve Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin koparılarak, İran’ın sadece ve sadece ABD’nin kabul edebileceği şekilde kaynaklarını kullanması karşılığında ambargonun kalkacağını bilmek için de uzman olmaya gerek yok. ABD’nin bu istek senaryosunda Türkiye pek de istenen bir karakter olamaz. Kuzey Irak Kürt Yönetimi Sözcüsü Sefin Dizayi’nin yaptığı açıklamalara göre Kuzey Irak’tan Türkiye’ye boru hattı ile petrol akışı yılbaşından itibaren başlayacak. Yani önümüzde çok kısa bir süre kaldı. İran ambargosunun kalkması ile Kuzey Irak petrolünü Dünya’ya taşıyan Türkiye, İran’a da el verebilir mi ben biraz şüpheliyim. İran doğal gazının gitmesi muhtemel bir numaralı adresi Avrupa Birliği’nin kartel tedarikçisi Rusya’nın İran’in abisi pozisyonunda olduğunu da düşününce şüphelerim daha da artıyor. Şahdeniz Konsorsiyumu’nun, Avrupa’ya giden doğal gaz için Nabucco yerine TAP’ı seçmesinin ardında da Rusya’nın Türkiye’yi transit ülke olarak görmek istememesi olduğunu görebilmek için de çok derin analizlere gerek olduğunu sanmıyorum. Yukarıda bahsettiğimiz konuların ışığında düşününce, Türkiye’nin şu an çok zor bir tercih dönemi arifesinde olduğunu düşünüyorum. Çok önemli bir seçim dönemine giren Türkiye, enflasyon ve cari açık baskısı ile mücadele ederken, bir yandan da kur baskısı yüzünden bu sıkıntısı derinleşirken “ya tamam, ya devam” diyeceği bir noktaya doğru mu yaklaşıyor? Gözünü tamamen karartarak Kuzey Irak, Doğu Akdeniz, Suriye ve İran politikalarında hiç geri adım atmadan hareket etmek Türkiye’ye neler kazandırır, neler kaybettirir? Bana sorarsanız geri dönülemez bu yola çoktan girildi bile. İHRACATTA KIRILAN REKORLAR 500 Milyar Dolar Hedefi Dr. M. Levent YILMAZ SDE Ekonomi Uzmanı D oğu ile batı coğrafyalarının tabii köprüsü olan Anadolu, tarih boyunca çok önemli bir diğer misyonunu da başarı ile yerine getirmeye devam etmektedir. Kültürleri ve ülkeleri birbirine bağlayan bu topraklar, ticaretin de üs noktalarından birisi olmayı her zaman başarmıştır. Dünya’ya yön veren tarihi İpekyolu’nun en önemli kavşak noktası olma özelliğine sahip Anadolu, bugün dünya için her zamankinden daha fazla önemli hale gelmiştir. London School of Economics öğretim üyesi olan Prof. Dr. Danny Quah, “Dünya’nın Ekonomik Ağırlığı Doğu’ya Kayıyor1” başlıklı çalışmasında 2008 krizi ve ilave olarak da Çin ve Hindistan’ın sürekli artan üretim kapasitesi ve kalitesinin, ekonomik ağırlığı Batı’dan Doğu’ya doğru kaydırdığı ifade etmektedir. Quah, bu durumun analizini basitleştirmek için aşağıdaki haritayı kullanmaktadır. Quah, son 30 yılda Dünya’nın ekonomik ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya kayışını siyah noktalarla gösteriyor. Ancak OCAK 2014 79 2001-2012 Döneminde Türkiye’nin ihracat performansı, Dünya İhracat performansının ortalama yıllık değişiminin 2 katından fazla bir artış göstermiştir. Daha da önemlisi Quah’ın yukarıda belirttiğimiz çalışmasında işaret ettiği Doğu Asya ülkelerinin performansını yakalayıp geçmeyi de başarmıştır. Türkiye’nin ihracatındaki bu hızlı artış gündeme geldiğinde karşı tez olarak geliştirilen durumlardan bir tanesi ise Türkiye’nin ithalatıdır. Son 10 yıllık süreçte gerçekten de Türkiye’nin ithalatında 4,58 katlık bir artış yaşanmış ve ithalatımız 51,6 Milyar Dolar’dan 236,5 Milyar Dolar’a yükselmiştir. Aşağıda bu durum bir grafik yardımıyla gösterilmiştir. (Grafik-3) Grafik-3: Türkiye’nin İthalatı Kaynak: http://globalpublicsquare.blogs.cnn.com/2011/04/07/worlds-center-of-economic-gravity-shifts-east/ Quah’ın çok daha önemli bir iddiası var; önümüzdeki 30 yılda ağırlık çok daha hızlı bir şekilde Doğu’ya doğru kayacak. Quah bu durumu da kırmızı noktalarla gösteriyor. Bu durumun en çok etkileyeceği ülkeler arasında elbette Türkiye var. Çünkü Türkiye artık her zamankinden daha dışa açık bir politika izliyor ve dış ticaretinde ihracata ağırlık verecek politikalar belirliyor. Bu politikanın olumlu etkilerini son 10 yılda gördüğümüzü söylemek çok yanlış değil. Son 10 yılda, Türkiye’nin ihracatı 4,22 kat artarak 36,1 Milyar Dolar’dan 2012 yılsonu itibariyle 152,5 Milyar Dolar’a ulaşmayı başarmıştır. Bununla birlikte 2013 yılını da aşağı yukarı 151 Milyar Dolar seviyelerinde bitireceğimiz tahmin edilmektedir. Bu noktanın başarı sayılmasının diğer nedenleri olarak da 2001 yılında yaşadığımız ekonomik krizin etkilerini ve 2008 yılında bütün dünyayı çöküşe sürükleyen Küresel Finansal Krizi unutmamak gerekir. Zira, ihracatımızdaki bu 4,22 katlık artış söz konusu iki krize rağmen yaşanmıştır. Aşağıdaki grafikte, Türkiye’nin ihracatında kaydettiği mesafeyi görmek mümkündür. (Grafik-1) Türkiye, bu başarısı ile dünyanın geride kalan kısmından farklı bir şekilde ayrışmayı da başarmıştır. Aşağıda, Türkiye’nin İhracat performansının diğer ülkeler ve bölgeler ile karşılaştırılması gösterilmiştir. (Grafik-2) 80 OCAK 2014 Grafik-1: Türkiye’nin İhracatı Kaynak: TÜİK Verileri Kullanılarak hazırlanmıştır. 2013 yılı rakamı ise tahmindir. Kaynak: TÜİK Verileri Kullanılarak hazırlanmıştır. 2013 yılı rakamı ise tahmindir. Grafik-2: Türkiye’nin İhracat Performansı Kaynak: Hesaplama Türkiye için TÜİK verileri kullanılarak hazırlanmış, diğer bölge verileri ise IMF World Economic Outlook, October 2013 raporundan alınmıştır. Her ne kadar bu durum aleyhimize olarak görünse de, gelişmekte olan ülkelerin genelinde bu tarz durumlar meydana gelebilmektedir. Zira üretime geçen ve yeni yeni dünya’ya açılan ekonomilerde denge noktasına ulaşılıncaya kadar ciddi bir makine ve teçhizat ithalatı gözlemlenmektedir. Yani üretim yapacak makinaların ithal edildiği bu dönem sonlandığında, Türkiye’nin dış ticaret yapısında lehine değişiklikle olacağı görülecektir. Aşağıda, Türkiye’nin makine ve teçhizat ithalatı görülmektedir. (Grafik-5) Türkiye’nin üretimde ihtiyaç duyduğu makine ve teçhizatın arttığı son 10 yıllık dönemde ihracatında da belirgin bir artış olduğunu gözlemliyoruz. Türkiye sanayisi belirli bir kapasiteye ulaşıncaya kadar bir süre makine ve teçhizat ithalatımız artacaktır. Ancak nihai olarak kapasitesini kullanmaya başladıktan sonra Türkiye’nin ihracatının, ithalatından daha hızlı bir şekilde artacağı ise göz ardı edilemez bir gerçektir. Gelişmekte olan ülke ekonomilerinin Grafik-4: Türkiye’nin Makine ve Tichizat İthalatı Kaynak: TÜİK Verileri Kullanılarak hazırlanmıştır. 2013 yılı rakamı ise tahmindir. sıkça yaşadığı bu sorunu, Türkiye’nin zaman içerisinde aşacağının en önemli göstergelerinde birisi toplam sanayi verimliliğindeki artıştır. Hazine Müsteşarlığı’nın hesaplamalarına göre, Türkiye’nin Toplam Sanayi Verimlilik Endeksi sürekli ve belirgin bir artış göstermektedir. (Grafik-5) Sanayi verimliliğimizin artması, üretmeyi ve daha da önemlisi daha ucuza daha çok üretmeyi öğreniyor olduğumuz anlamına gelmektedir. Bu açıdan konu ele alındığında ise önümüzdeki dönemde, makine ve teçhizat ithalatının düşmesi ve ardından da artan Türkye, 2023 yılı çn belrlenen 500 Mlyar Dolar’lık hracat hedefne yönelk belrgn adımlar atmaktadır. Açıkça görülmektedr k, Türkye br yandan hracatını artıracak poltkalar belrlerken, dğer yandan da dış tcaretn lehne gelştrecek önlemler almaktadır. Son 10 yılda Türkye’nn hracatı 4,22 kat artarak 36,1 Mlyar Dolar’dan 2012 yılsonu tbaryle 152,5 Mlyar Dolar’a ulaşmayı başarmıştır. Bununla brlkte 2013 yılını da aşağı yukarı 151 Mlyar Dolar sevyelernde btreceğmz tahmn edlmektedr. OCAK 2014 81 Grafik-5: Türkiye’nin Toplam Sanayi Verimlilik Endeksi Kültürler ve ülkeler brbrne bağlayan bu topraklar, tcaretn de üs noktalarından brs olmayı her zaman başarmıştır. Dünyaya yön veren, tarh İpekyolu’nun en öneml kavşak noktası olma özellğne sahp Anadolu, bugün dünya çn her zamanknden daha fazla öneml hale gelmştr. Kaynak: Hazine Müsteşarlığı, Aralık 2013, Ekonomi Sunumu, s.23. sanayi verimliliğimiz, 2023 yılı için 500 milyar dolar olan hedefimizde önemli bir kilometre taşı olacaktır. Türkiye’nin dış ticaretinin aleyhine gelişmesinin bir diğer nedeni ise enerji ithalatıdır. Bilindiği üzere ülkemiz net bir enerji ithalatçısı durumundadır. Ancak son dönemde atılan bazı önemli adımların önümüzdeki dönemlerde bizi rahatlatacağı düşünülmektedir. Bunlardan en önemlisi, petrol ve doğalgaz taşıma projeleridir. Türkiye’nin, tıpkı Tarihi İpekyolu’nda olduğu gibi, Modern İpekyolu’nda da önemli bir kavşak noktası olacağı, Nabucco ve Tanap gibi projelere yenileri de eklenmektedir. Özellikle Kuzey Irak petrolünün ve İsrail’de bulunan ciddi doğalgaz rezervinin de gündeme gelmesinin ardından, Türkiye’nin orta vadede bu sorunu çözmesi enerji ithalatında ciddi bir düşüş yaşanmasını sağlayacaktır. Bununla birlikte devam eden Nükleer Güç Santrali projeleri de enerjide dışa bağımlılığı ve enerji ithalatını düşürecektir. Son 12 yılda, Türkiye biri ulusal diğeri uluslararası olmak üzere ekonomisini derinden etkileyen iki tane krizle karşı karşıya kalmıştır. Buna rağmen çok ciddi bir performans göstererek büyümesini sürdürmüş ve ihracatında yeni rekorlara imza atmıştır. Bu süreç içerisinde göstermiş olduğu performans, Dünya ortalamasının ve gelişmekte olan Asya ülkelerinin üzerinde olmuştur. AB’nin içine düştüğü borç krizinin ardından da kendisine yeni pazarlar bulmayı başaran Türkiye’nin İhracat performansı her geçen gün artmaktadır. Aşağıda, AB Borç krizinin ardından Türkiye’nin yeni dış ticaret partneri olan MENA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) ülkeleri ile geliştirdiği ticareti görmek mümkündür. Tablo: Türkiye’nin Toplam Ticaretinde MENA ve Euro Bölgesi’nin Yeri 2001 MENA 9,4 % 2002 40,3 % 7,9 % 2003 40,9 % 9,5 % 2004 39,4 % 12,1 % 2005 36,2 % 10,9 % 2006 34,6 % 10,9 % 2007 33,3 % 10,5 % • Markalaşma ve kurumsallaşmanın artırılması, 2008 30,1 % 13,7 % • Bölgesel işbirliklerinin geliştirilmesi, 2009 31,6 % 14,2 % • Lojistik sektörünün güçlendirilmesi, 2010 30,4 % 15,2 % • Ekonomi Güvenliği’nin sağlanması. 2011 30,1 % 14,1 % 2012 27,5 % 18,4 % Özetle; Türkiye, 2023 yılı için belirlenen 500 Milyar Dolar’lık ihracat hedefine yönelik belirgin adımlar atmaktadır. Açıkça görülmektedir ki, Türkiye bir yandan ihracatını artıracak politikalar belirlerken, diğer OCAK 2014 • Üretimde kullanılan ara mallarda iç kaynaklara yönelme, Euro Area 40,4 % Türkiye’nin MENA ülkeleri ile olan dış ticaretinin yapısı incelendiğinde ağırlığın, Türkiye’nin ihracatı şeklinde geliştiği görülmektedir. Elde edilen veriler bu makalenin en başında Quah tarafından belirtilen Doğu’ya kayışta Türkiye’nin önemli bir rol üstlenmeye başladığını göstermektedir. 82 yandan da dış ticaretini lehine geliştirecek önlemler almaktadır. Bununla birlikte 500 Milyar Dolar hedefi için aşağıda bazı öneriler sıralanmıştır; • Daha verimli ve kaliteli üretim, • Yeni pazarların bulunması, • Enerjide dışa bağımlılığı düşürecek adımlar, • Toplam tasarrufların artırılması, • Know-How geliştirilmesi, Yukarıda sıralanan önerilerin bir kısmında atılan adımlar 500 Milyar Dolar’lık hedefe ulaşma açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak şu aşamada kat edilmesi gereken önemli bir mesafe vardır. Her ne kadar dünyanın içinde bulunduğu ekonomik durum 500 Milyar dolar için ulaşılması zor bir hedef algısı yaratsa da, bu hedef doğrultusunda çalışmak Türkiye için ciddi bir dinamizm oluşturacaktır. Bu bakımdan çıtayı yükseğe koymanın hiçbir zararı olmadığı gibi, çıtanın yükseğe konulması, ülke ekonomisinin motivasyonu açısından önemlidir. 1 Çalışmanın orijinal adı “World’s center of economic gravity shifts east” olup, esere internet üzerinden ulaşmak mümkündür. OCAK 2014 83 Terör ve Şiddete Karşı İslam’ın Yaklaşımı Prof. Dr. Ali Şafak Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı Çalıştayı SDE Haber Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler Çalıştayı SDE Haber GENEL (dindir). Rabbiniz de Ben’im. Öyle ise yalnız Bana ibadet edin.”2 TERÖR ve ŞİDDETE KARŞI İSLAM’IN YAKLAŞIMI Prof. Dr. Ali ŞAFAK SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi T ürkiye’de ve dünyanın diğer birçok demokratik ülkesinde kurulu düzenin yıkılmasını ya da ülkenin bölünüp parçalanmasını amaçlayan terör girişimleri ile mücadele, o ülkelerin baş sorunu haline gelmiştir. Terör; hukuk dışı yollarla, kurulu düzeni bozmak için kullanılan bir yöntemdir. Hangi amaçla yapılırsa yapılsın terörün ve terörist hareketlerin tasvibi ya da hoşgörüyle karşılanması mümkün değildir. Küreselleşme ve Müslüman Yoğun Toplumlarda Terör Hareketleri, Ortaya Çıkan Yeni Sorunlar ya da Irkçılık İslâm’ın temel kaynakları; Kitap ve sünnette, topluluğun dört ayrı ifade biçimi vardır ve bunlar hakkında açıklayıcı ilkelere yer verilir. Şöyle ki, İlki, tüm insanların ait olduğu, insanlığı en geniş anlamda kapsayıcı grubu oluşturur. “Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil eder. Aralarında ihtilaflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler göndermiştir. Onların beraberinde, insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti gönderdi ki, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hükmetsin...”1 ve “İşte sizin bu dininiz (ümmetiniz) bir tek ümmettir 86 OCAK 2014 İkincisi, belli bir ırka dayanan etnik veya ilkel topluluklar. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden (kadından) yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır…”3 Üçüncüsü, siyâsî veya anlaşma metinlerine dayalı topluluk (millet) ifadeleri; Hz. Peygamber (as) bu kelimeyle, Medine’de bir şehir devleti kur- duğunda, bileşik bir millet veya siyasî bir topluluk olarak Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan nüfusu tanımlamıştır.4 Dördüncüsü, önceki gruplara benzemeyen insanların küresel topluluğu; bölge-ötesi ve etnik-ötesi topluluklar. Mesela Romalılar, Abbasîler, Osmanlılar vb. toplumlar gibi. Bugün terörün en önemli kışkırtma nedenlerinin başında kavmiyetçilik gelmektedir. Hz. Muhammed’e (as) asabiyenin tanımı sorulmuş, o da “Asabiyye; birinin kendi halkına ahlâkî olmayan bir şekilde yardımda bulunmasıdır… Her kim, bir diğerini asabiyeciliğe teşvik ederse bizden biri değildir; kim asabiye için savaşırsa bizden biri değildir; kim ki, asabiye uğruna can verirse bizden biri değildir.” Kavmiyetçiliğin yol açtığı kavgalar vesilesiyle, Hz. Peygamber (as) değişik zamanlarda “Neden cahiliye devrinin geleneklerini sürdürüyorsunuz? Bu geleneklerden vazgeçin; onlar kokuşmuştur” buyurmuştur.5 Âyette; “Allah yolunda gereği gibi cihad edin. Sizi insanlar içinde bu emânete ehil bulup seçen O’dur. Din konusunda, size hiçbir zorluk da yüklemedi. Haydin öyleyse babanız İbrâhim’in milletine ve yoluna!..”6 uyarısı yer alır. Burada geçen “Cihad” kelimesi kapsamı, savaşmak anlamına gelen mukâtele (fiilen savaşa tutuşmak) anlamında değildir. Cihadın tam anlamı; her nevi düşmana karşı bütün gücünü harcamak demek olup üç kısımdır. Birincisi; açıkça kendisini belli etmiş düşmana karşı yapılan cihad. İkincisi; şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü; Nefse karşı yapılan cihad. Âyette geçen “mücâhede ediniz” emri bu üç kısmı da kapsar. Yoksa bazılarının anladığı gibi vurup kırmak – dökmek, öldürmek değildir. Birçok ülke insanları, ırkçı telâkkî ile milliyetçi yaklaşımı birbiriyle özdeşleştirmişlerdir. Mesela son otuz yılda Sırplar, kendi insanlarının tek bir etnik kökenden geldiği, tek bir dili konuştuğu ve OCAK 2014 87 (as) peygamberliğine inanır yani Müslüman olursa, Peygamberin şu hadis-i şerifi hükmüne tâbidir; “İnsanlar, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın peygamberidir deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Böyle derse (kelime-i tevhid getirirse) benim tarafımdan, onlar dokunulmazdır….”9 İslâm ülkesinde oturan Müslümanlar İslâmlıklarıyla; zimmîler ise güven andlaşmalarıyla can ve malları dokunulmaz hale gelmiştir.10 Düşman Ülkesi (Dârü’l-Harp): Müslümanların yönetimi ve hâkimiyeti altında bulunmayan veya İslâm hükümleri açıkça yerine getirilemeyen, uygulanamayan ülkelerdir. Bu yerleri bir veya birden çok devletlerin hüküm ve idare etmesi arasında bir fark yoktur. Buralarda Müslümanlar, İslâm hükümlerini açıkça yerine getiremediği müddetçe sürekli de otursalar, geçici de otursalar durum aynıdır. aynı dini paylaştığı bir Büyük Sırbistan oluşturmayı amaçlamışlar. Bu yaklaşımların o milletleri ne gibi maceralara sürüklediği işte ortadadır. Normal koşullarda “vatanseverlik” daha bir doğal ve de mantıklıdır. Ne var ki, zamanla bu kavram da yozlaştırılmış, dışarıdan gelenlere nefretle bakılmış, yabancı düşmanlığı ile hoşgörüsüzlüğe dönüşmüş, mantıktan uzaklaşmıştır. Yıllarca yabancının emeğini satın alan ve o emekler üzerinde yükselen gelişmiş devletlerin toplumları şu anda bunu yaşamaktadır. İslâm, vatanseverliğe karşı değildir. Zira bu kavram insanlığın eşitliğine, hakkâniyete, adâlete ve merhametliliğe destek çıkar; İslâm kültürünü özümsemiş toplumlarda mezhepçiliğin, saldırganlığın ve ırkçı milliyetçiliğin yeri olmamıştır, olmaz da. Küreselleşme ve Terör Bağlamında İslâm Hukuku İlkeleri İslâm hukukçuları, dünyayı ikili bir ayrıma tabi tutar. İlki; bütün İslâm ülkeleri toplumlarını kapsar ve Dârü’l-İslâm (İslâm Ülkesi) derler. İkincisi ise, bunların dışında kalan diğer ülkeleri kapsar. Buna da Dârü’l-Harp (Düşman Ülkesi) demişler. Çünkü ilkinde İslâm din ve hukukunun uygulanması sözkonusu; ikincisinde böyle bir uygulamaya imkân bulunmamaktadır.7 Buna göre, vatandaşlarının 88 OCAK 2014 bütünü veya çoğunluğu Müslüman olan her ülke ile vatandaşlarının çoğunluğu Müslüman olmasa da Müslümanların yönetime hâkim bulunduğu her ülke İslâm ülkesidir. Ayrıca yöneticileri, hâkim zümre gayr-ı müslim olsa da Müslüman vatandaşların İslâmî hükümleri açıkça yerine getirebildikleri veya açıkça yerine getirebilmelerini engelleyici hükümlerin bulunmadığı ülkeleri de ya Dâru’s-Sulh (Barış Ülkesi) ya da Dârü’l-İslâm’ın bir parçası sayarlar. İşte buralarda oturanlar iki kısımdır: a) Müslüman vatandaşlar, b) Zimmî vatandaşlar. Bunlar, inançları bir tarafa bırakılacak olursa Dârü’lİslâm’da sürekli olarak oturan, dünyalık işlerde (kendi dinlerinin düzenlediği alanlar hariç) haklarında İslâm hükümlerinin uygulanmasını kabul etmiş, Müslüman olmayan unsurlardır. Müslüman ve zimmî vatandaşların, İslâm ülkesinde oturmaları sebebiyle can ve mal güvenliği, dokunulmazlığı eşit şekildedir. Çünkü İslam’a göre, kişi dokunulmazlığı8 iman veya emândan (güvenceden) birisiyledir. İman, İslam’dır; güvence ise, karşılıklı söz verme demektir. Zimmet anlaşması da barış veya benzerleriyle meydana gelir. Kim Hz. Muhammed’in Düşman ülkesinde oturanlar için genelde savaş halindeki ülkenin insanları anlamında harbîler denilir. O yerler vatandaşlarının, İslâm ülkesi vatandaşları açısından ilke olarak dokunulmazlıkları yoktur. Kendileriyle İslâm ülkesi arasında bir barış anlaşması bulunmadıkça o yerlerde de Müslümanların can ve malları dokunulmaz değildir. Çünkü az önce de belirtildiği gibi, İslâm hukukunda dokunulmazlık iki şeyden biriyledir; ya imân ya da emânladır(anlaşma). Düşman ülkesine mensup birisi İslâm ülkesine özel bir izin, bir güvenceye dayanarak girerse ona, müste’men (güvence altındaki) pasaportlu denilir. Müste’menin can ve malı, güvence süresince dokunulmazlık kazanmıştır, vize güvencesi vardır. İslâm ülkesini terk edip gidince can ve malı dokunulmazlığını kaybeder. Ayrıca oturma süresi sona erince de düşman ülkesi vatandaşı haline döner.11 Günümüzde İslâm ülkeleriyle diğer ülkeler arasında sürekli anlaşmalar vardır. Burada hem anlaşmanın tarafları devletler hem de vatandaşları verdikleri söze/sözlere uyacaklardır. Bu, “Pacta sunt servanda = Ahde vefâ” ilkesinin tabiî bir sonucudur. Şimdilerde yeryüzünde aralarında karşılıklı savaş halinin olduğu veya sürdüğü ülkeler yoktur. Ne bir Müslüman için şu veya bu nedenle İslâm ülkesi vatandaşları olmayanlara saldırma hakkı ne de düşman ülkesi vatandaşının bir İslâm ülkesi vatandaşına saldırma, can ve mal güvenliklerini ihlal hakkı vardır. İkinci dünya savaşını izleyen yıllarda Batıda dikkat çekici bir gelişme yaşandı. Batılılar, I. Dünya savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’ni parçaladıktan sonra ve ikinci dünya savaşını izleyen yıllarda kendilerini tümüyle Pax Romana yerine koydu, Orta Çağ’da İslâm toplumlarının hükümrânlığı yerine kendisini yerleştirdi. Bu kez de onlar soğuk savaş sırası ve sonrasında dünya ülkelerini şu kategorilere ayırdı: a) Batı Dünyası, b) Kendileriyle savaş halinde gösterdikleri ya da baktıkları ülkeler (Temelde ve genelde komünist toplumlar ve şu anda bazı Müslüman ülkeler), c) Anlaşmalı topraklar ya da Üçüncü Dünya, Bu guruba giren toplumlar ve devletler, ekonomik ve askerî yönlerden birinci gurubun sömürgesi, ekonomik ve stratejik yönlerden arka bahçesi olmuştur. Onlar Batı’ya hep vergi ödemiş ve ham madde temin etmişlerdir. Birinci guruptakilerin (Batının), ikinciler hakkındaki yaklaşımları teoride komünist toplum gibi görünse de uygulamada Müslüman toplumların yaşadıkları topraklar da dâhil olmak üzere neredeyse tümüyle Üçüncü Dünya toprakları üzerinde gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmektedirler.12 Son elli yıldır yüzbinlerle ifade edilen Müslüman Cezayirli, Libyalı, İranlı, Lübnanlı, Suriyeli, Filistinli, Sudanlı, Filipinli, BosnaHersekli ve Iraklı, kendi içlerinden çıkarılan teröristlerce değil ateş etme meraklısı insanlarca, silah ekonomisinde güçlü ülkelerden sağlanan silahlarla öldürülmüş, halen de öldürülmektedir. İslâm, terörist bir din olmadığı gibi terörist üreten, terör olaylarını özendiren ve destekleyen bir din de değildir. Terör eylemleri, dış güçlerin destekleriyle son yıllarda yaygınlaşarak dünyada birçok ülkede Şu anda uluslararası arenada sahnelenen oyunlar, terör grupları tamamen taşerondur. Onları etkileyen herkes, kendi kötü emellerine âlet etmektedirler. Sonra da bunlara ‘İslâmî Terör Örgütleri’ yaftası yakıştırılmaya kalkışılmaktadır. OCAK 2014 89 kerleriyle savaşlara tutuşmamaktadır. Rakip ülke içerisinden ajanlar elde ederek, örgütler kurdurarak, silahlar vererek ülkeleri kendi içerisinden vurmakta, vatandaşlarını vuruşturmaktadır. Şu anda uluslararası arenada sahnelenen oyunlar terör grupları tamamen taşerondur. Onları etkileyen herkes, kendi kötü emellerine âlet etmektedirler. Sonra da bunlara ‘İslâmî Terör Örgütleri’ yaftası yakıştırılmaya kalkışılmaktadır. kamu düzenini tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Terör suçlarına karşı yürütülen mücadeledeki güçlüklerin temelinde olayların gerçek yüzünü bilmeme, tanımama ve kasıtlı olarak tanıtmama bulunmaktadır. İnsan sevgisinin ve insânî değerlerin öğretilmediği toplumlarda insanlar canavarlaşmaktadır. Bu can alıcı durumun önünü alabilmek ancak eğitim-öğretimle, barışın değerini takdir edici kişiliklerin oluşturulup geliştirilmesiyle mümkündür. Günümüzde dünyanın her yerinde terör örgütü olarak nitelenenlerin sebep oldukları olayların; öldürmelerin, yakıp yıkmaların İslam’la, inançla hiçbir alâkası yoktur. Çünkü İslâm’ın temel amacı insanı kazanmak, onu ihya etmek, barışı sağlamak, can ve mal güvenliğini gerçekleştirmektir. Kur’ân’da; “… Kim, katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur... Ne var ki, onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâlâ yeryüzünde fesad ve cinâyette aşırı gitmektedirler.”13, “... Fitne çıkarmak adam öldürmekten beterdir...”14. Teröre ve teröriste destek çıkan, silah temin eden, madden ya da psikolojik olarak teşvikte bulunanlar da en az teröristler kadar sorumludurlar. Anılan hükümler karşısında samimi bir Müslümanın terörist olması veya teröre destek çıkması kabul edilir bir hareket değildir. Ne var ki, bir kısım ülkeleri kendilerine rakip görenler, özellikle de gücü ve dünya siyaseti üzerinde hâkimiyetini sürdürmek isteyen güçlü devletler, rakiplerine karşı, eskiden olduğu gibi as- 90 OCAK 2014 Globalleşen dünyada hiçbir devlet; “Benim teröristim kötü, senin teröristin güzel” diyemez. Demeye hakkı da yoktur. Öyle dediği anda kendisi terörist başının tâ kendisi haline gelir. Nitekim teröre destek veren Devletlerin bir kısmı bugün ya bizzat kendisi terörist olmakta ya da terörist hareketlerden toplumu muzdarip hale gelmektedir. Orta çağda Müslümanların dünya politikasına etkin olduğu zamanlarda ne iç terör tehdidi vardı ne de dış terör tehdidi yaşanıyordu. Sömürgeci zihniyetin yaygın ve baskın olduğu 20 ve 21. asırda bu fitne kazanlarını, ocaklarını o tür zihniyet sahipleri kaynatır olmuştur. Ama fatura barış yanlısı, rahmetler müjdecisi İslâm’a çıkarılmaktadır. İşte bu durum kabul edilebilir değildir. Yaklaşık 25-30 yıldır terör gerçeği ile karşı karşıya olan Türkiye, terörle mücadelesini tek başına yürütmüş ve yürütmektedir. 2000’li yılların başında Birleşmiş Milletler Terörün dininin, milletinin, ırkının olmadığını görmüş, bu konuda birlikte hareket etmenin gerekli olduğunu vurgulamıştır. Mâlî sistemin ve araçların gelişmişliği terörizmin finansmanını, dolayısıyla terörizmi güçlendirmiştir. Büyük mâlî kaynaklar, örgütlerin sempatizanı ülkeler yoluyla terör örgütlerini beslemiş ve beslemeyi de sürdürmektedir. 11 Eylül 2001 tarihinde yaşanan müessif saldırı, milletlerin ve devletlerin dikkatlerini bir kez daha teröre çekmiştir. Bu kez konuya birçok ülke duyarlılıkla yaklaşarak terörün uluslararası bir problem olduğu, parasal kaynaklarının uluslararası alanda izinin, sürülmek suretiyle önlenebileceği tespitine varılmıştır. Ülkeler terörist kabul ettiği örgütleri ortaklaşa ve karşılıklı olarak belirlemeli, bir ülkenin terörist kabul ettiği örgüte bir başka ülke aktivist dememelidir. Terör eylemi olarak belirlenen bir olayın başka ülke tarafından din, dil, ırk düşüncesi gibi önyargılardan sıyrılarak, yapılan müdahalenin ne kadar önemli olduğu ortaya konulmalıdır. Mücadelede ortaklaşa hareket edilmelidir. haber Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı Çalıştayı 04 Aralık 2013 Çarşamba günü SDE - Türk Parlementerler Birliği işbirliği ile düzenlenen “Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı” başlıklı toplantıya akademisyenler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve SDE uzmanları katılmışlardır. Moderatörlüğünü SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün’ün yaptığı çalıştay SDE Genel Merkezinde gerçekleştirilmiştir. Soğuk Savaş’ın sonrası dönemde devletler arasında konvansiyonel savaş riski azalırken, küreselleşme sürecinin de etkisiyle pek çok ülkede etnik, kültürel ve siyasi temelli aşırılığın arttığı gözlenmektedir. 11 Eylül olaylarının yarattığı güvensizlik ortamı ise özellikle Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığını tetiklemiş, ırkçı ve İslamofobik siyasi akımları güçlendirmiştir. Bu nedenle 2000’li yıllardan itibaren Avrupa kıtasında demokratik ülkelerde dahi dışlayıcı ve ayrımcı uygulamalar yaygınlaşmıştır. Toplumsal seviyede İslam korkusu, göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı gibi unsurlar üzerinden ortaya çıkan bu uygulamalar Avrupa’daki sosyal ve siyasi hayatı derinden etkilemekte ve bunun sonucunda aşırı sağcı partiler Avrupa siyasetinde etkin rol oynamaktadırlar. Aşırı sağcı partilerin ayrımcı ve dışlayıcı bakış açıları merkez sağ partilerin gündemlerini de aşırılıkçı perspektife kaydırmaktadır. Bu ortamda nefret ve korku temelli bir bakış açısıyla şekillenen “öteki” tanımı, ekonomik krizden etkilenmekte ve çok kültürlülük perspektiflerini zedelemektedir. Göçmenleri, yabancıları, Müslümanları hedef göstermenin ötesinde sözü edilen dışlayıcı ve ayrımcı perspektifin Avrupa toplumları için bir tehdit haline geldiği görülmektedir. Bu çerçevede Avrupa’daki birlikte yaşama kodlarının içermeci bir vizyonla yeniden tartışmaya açılması önem taşımaktadır. Zira bireylerin kendilerini tanımladıkları değerler sistemi içerisinde herhangi bir unsurdan dolayı sistem dışına itilmesi mümkün hale gelmekte ve bu durum demokratik sistemler açısından bir soruna işaret etmektedir. Avrupa Konseyi’ne Üye Ülkeler Eski Parlamenterleri Avrupa Derneği tarafından 2014 yılında gerçekleştirilecek “Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler - Demokratik Kurumları ve Halkın Katılımını Nasıl Güçlendirebiliriz?” konulu çalıştaya katkı sağlamak amacıyla SDE tarafından “Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı, İslam Karşıtlığı” başlıklı bir çalıştay düzenlenmiştir. 04 Aralık 2013 Çarşamba günü Türk Parlementerler Birliği ile birlikte düzenlenen “Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı” başlıklı toplantıya akademisyenler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve SDE uzmanları katılmışlardır. Toplantıda, Avrupa’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığının Avrupa demokrasisine olumsuz etkileri üzerinde durulmuş, çözüm önerileri tartışılmıştır. Ayrıca Avrupa toplumlarının ötekiyle yaşama konusunda hiç de iyi bir karnesi olmadığı katılımcılar tarafından vurgulanmıştır. OCAK 2014 91 haber Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler Çalıştayı Diyarbakır Buluşması, Ortadoğu ve Kürtler SDE’nin gerçekleştirdiği “ORTADOĞU’DA GELECEĞİN İNŞASINDA KÜRTLER” konulu çalıştay epey ses getirdi. Çalıştay, Diyarbakır’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Kürdistan Federe Bölgesi’nin Başkanı Mesut Barzani’nin Diyarbakır buluşmasından sonra gerçekleşti. Çalıştaya, katılan çok sayıda Kürt siyasetçi, konuşmalarında bu buluşmaya geniş yer ayırdı. Diyarbakır buluşmasının, Kürt siyasetinin tek seslilikten kurtulması, tek sesliliğin yarattığı siyasi iklimin önemli oranda dağılması ve siyasi ortam içinde belli bir rahatlamanın meydana gelmesi gibi oldukça önemli hedeflere hizmet ettiğini söylemek zor değil. Kürt siyasetinin önde gelen aktörleri, sivil toplum temsilcileri, işadamları, medya mensupları ve Türkiye’nin Kürt Sorunu konusunda önemli katkılar vermiş entelektüelleri 2 Aralık Pazartesi günü Stratejik Düşünce Enstitüsü ev sahipliğinde gerçekleşen “Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler” çalıştayında buluştu. Siyaset ve düşünce dünyasının önemli temsilcilerinin katıldığı toplantı, konunun önemli entelektüel simalarından biri ve aynı zamanda SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörlüğü Uzmanı Orhan Miroğlu moderatörlüğünde gerçekleştirildi. 92 OCAK 2014 Ama bu buluşmaya atfen ortaya atılan; “Hükümet, KDP’yi öne çıkararak, Türkiye’de, BDP/PKK cenahının temsil ettiği Kürt hareketini tasfiye etmek ve PYD’yi Suriye’de KDP aracılığıyla baskılamaktan yana bir siyasi tercih ortaya koyuyor.” Gibi bir takım iddialar da gerçeği elbette yansıtmaktan uzaktır. Gelişmeler bu iddiaları doğrulamıyor. daşlarıyla ilişkilerini yeniden ve demokratik bir zeminde kurmak, çözüm sürecini başarıyla sona erdirmek istiyor. Kürt halkının Türkiye’de olsun, Irak ve Suriye’de olsun özgür iradesiyle ortaya koyduğu siyasi tercihlere karışmak gibi bir niyet yok ortada. Ama Türkiye’nin istediği bir şey var ki o da Kürtler arasındaki çatışmaların sona ermesidir. Diyarbakır buluşmasının bu amaca sunduğu katkıyı anlayabilmek için bu tarihi buluşmadan sonra meydana gelen gelişmelere kısaca bakmakta fayda var. PYD ve KDP arasında görüşmeler Erbil’de yeniden başladı. Mesut Barzani’nin öncülüğünde kurulan ama PYD’nin sekter anlayışı nedeniyle işlevsiz hale gelen Suriye Kürt Ulusal Konsey’i yeniden toplandı. Muhtemel Cenevre Konferansına Kürt tarafının ortak bir temsiliyetle katılması için anlaşmaya varıldı. Ayrıca, bir türlü yapılamayan Kürt Ulusal Konferansının yapılması için görüşmeler yeniden başladı. PYD’nin, KDP’yle iyi ilişkiler içinde olması elbette Kürtler arası barışın olmazsa olmazıdır ve Türkiye buna karşı değildir. Kürtler arası anlaşmazlıkların derinleşmesinde Türkiye’nin hiçbir çıkarı olmaz. SDE’nin, Diyarbakır buluşmasından sonra gerçekleştirdiği çalıştay ve çalıştaya katılanların ifade ettiği görüşler, Kürt sorunundaki siyasi iklimi anlayabilmek açısından son derece verimli olmuştur. Çalıştay’ın bir rapor halinde kamuoyuyla paylaşılması için ilgili arkadaşlarımız çalışmalarını sürdürüyorlar. Türkiye, Kürtler’in iç işlerine karışmak, bir takım siyasi tasfiyelerle uğraşmak isteyen bir ülke değil artık. Bu politika çok gerilerde kaldı. Türkiye kendi Kürt vatan- OCAK 2014 93 Küresel Projelere Küresel Darbe Alper Tan 2013’te İç Siyaset Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş 2013’ten 2014’e Dış Politika Panoraması: Değişen Küresel ve Bölgesel İttifaklar Denkleminde Türkiye Prof. Dr. Birol Akgün 2013’te Savunma ve Güvenlik 2013 Yılının İnsan Hakları Açısından Değerlendirilmesi Prof. Dr. Aytekin Geleri Selvet Çetin 2013 PANORAMA KÜRESEL PROJELERE KÜRESEL DARBE Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi M alum Gezi provokasyonları devam ederken 7 Haziran 2013 tarihli analizde “Taksim Derebeyliği’ni kim kurdu?” diye sormuştuk. Gezi Parkı’nda ağaçları korumak için eylem yaptıklarını ileri sürenler, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la görüştükten sonra taleplerini şöyle açıklamışlardı: 1. Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi yıkılmasın 2. Kanal İstanbul yapılmasın 3. 3. Köprü yapılmasın 4. 3. Havaalanı yapılmasın 5. Hidroelektrik santraller ve nükleer santraller olmasın 6. Türkiye dış politikasını değiştirsin Aslında Blal Erdoğan üzernden Tayyp Erdoğan vurulmak stenyor. Başbakan Erdoğan, tüm rüşvet ve yolsuzlukların odağındak adam olarak lan edlmek stenyor. Eğer Tayyp Erdoğan yıpratılır ve tbarsızlaştırılırsa, yerne gelecek kşyle Ak Part’nn kolayca yönlendrlebleceğ düşünülüyor. Tayyp Erdoğan devre dışı bırakılırsa Türkye’nn dış poltkasının esk halne döndürülebleceğ varsayılıyor. 96 OCAK 2014 Taksim Derebeyliği’ni ilan etmiş gibi konuşan bu arkadaşlara “Başka bir arzunuz var mı?” diye de sormuştuk o zaman! Şimdi lütfen dikkat! İşin püf noktasına geliyoruz. 2425 Aralık 2013 günlerinde bir şayia çıkarıldı. 17 Aralık operasyonlarını başlatan savcı, tanınmış 30 kişiye daha operasyon yapmak için düğmeye basmış. Ama Emniyette yeni atanan kadrolar ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı buna izin vermemiş. Kimlere operasyon planlandığına dair operasyoncu medyada ve uzantılarında, bir de sosyal medyada liste halinde isimler sıralandı. İsimleri tek tek incelediğiniz zaman karşınıza çok ilginç, ilginç olduğu kadar da anlamlı ve dehşet verici bir tablo çıkıyor. Nasıl mı? Yapılmaya çalışılan ama yapılamayan operasyonda bakın kimler hedeflenmişti! Bu analizin sonunda ortaya çıkacak tabloyu başta duyuralım. 6 ay önce bir darbe girişimi olarak gelişen ama sonuç alınamayan Gezi provokasyonu ile yapıl- maya çalışılanlar, şimdi Yargı ve Emniyet darbesi ile hayata geçirilmeye çalışılıyor. 6 ay önce Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile görüştükten sonra Taksim cuntası tarafından dile getirilen talepler, bu defa yargı darbesi ile yapılmak isteniyor. Şimdi bunların bazılarını tek tek sıralayalım. İstanbul’a 3. Boğaz köprüsünü de içine alan “Kuzey Marmara Otoyolu Projesi” ihalesini IC Holding’e ait İÇTAŞ ve İtalyan inşaat grubu ASTALDİ ortak girişimi kazanmıştı. Köprü inşaatı başladı. Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’ni kazanan İÇTAŞ’ın patronu, işadamı İbrahim Çeçen. İbrahim Çeçen son operasyon girişiminde tutuklanmak istenen isimler arasındaydı. Şirketin patronu tutuklanarak şirketin itibarı ile oynanacak, ama esas olarak 3. Boğaz köprüsünün inşaatı yargı eliyle durdurulmaya çalışılacaktı. Böylece Gezi darbesi ile beceremediklerini yargı darbesi ile becereceklerdi. İstanbul’a yapılacak 3. havalimanı için düzenlenen ihaleyi KDV hariç 22 milyar 152 milyon Euro ile Limak-Cengiz-Mapa-Kalyon OGG kazanmıştı. Bu ihale, Cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi olarak kayıtlara geçti. Cengiz İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı İşadamı Mehmet Cengiz ve Kalyon İnşaat’ın patronu Orhan Cemal Kalyoncu tutuklanacak, İstanbul’a dünyanın en büyük havaalanını yapacak olan konsorsiyuma şüphe ve şaibe atfedilecek ve 3. Havaalanının yapımı yargı eliyle durdurulmaya çalışılacaktı. Gezi darbesiyle yapılamayan Yargı darbesiyle yapılacaktı. Gözaltına alınıp tutuklanacaklar arasındaki isimlerin bir kısmı ise Kanal İstanbul projesini ihaleye hazırlayan komisyonun üyelerinden oluşuyor. Bu isimler de şaibe ve zan altına sokulup, projenin daha başlamadan akim bırakılması hedefleniyor. Böylece Gezi darbesiyle yapamadıklarını, yargı darbesiyle yapmayı planladılar. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) Yönetim Kurulu Üyesi ve Başbakan Erdoğan’ın oğlu Necmettin Bilal Erdoğan da gözaltına alınacaklar listesinde. N. Bilal Erdoğan, kurucuları arasında olduğu vakfa bazı kamu arazilerinin tahsisi ve bu vakfa yapılan bağışlar gerekçesiyle hedefte. Aslında Bilal Erdoğan üzerinden Tayyip Erdoğan vurulmak isteniyor. Başbakan Erdoğan, tüm rüşvet ve yolsuzlukların odağındaki adam olarak ilan edilmek isteniyor. Eğer Tayyip Erdoğan yıpratılır ve itibarsızlaştırılırsa, yerine gelecek kişiyle Ak Parti’nin kolayca yönlendirilebileceği düşünülüyor. Tayyip Erdoğan devre dışı bırakılırsa Türkiye’nin dış politikasının eski haline döndürülebileceği varsayılıyor. En azından seçim öncesi Ak Parti ciddi biçimde oy kaybına uğratılırsa hükümetin ve Türkiye’nin karizmasının da çizileceği düşünülüyor. Yukarda da belirttiğimiz gibi gözaltına alınmak istenenlerden birisi Orhan Cemal Kalyoncu. Kalyon Grup Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Cemal Kalyoncu geçen hafta ATV ve Sabah Gazetesi’ni satın aldı. Bunlar da operasyonun hedefindeler. Ciner Grup Yönetim Kurulu Başkanvekili Fatih Saraç da gözaltına alınacaklar listesinde. Başta Show TV, Haber Türk TV ve gazetesi olmak üzere Ciner Grubu medyasına gözdağı verme amaçlı olduğuna dair ciddi kuşkular var. Yine gözaltı listesinde bulunanlar arasında Eksim Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdullah Tivnikli de var. Tivnikli’nin Çoruh Nehri üzerine 150 milyon dolarlık HES yatırımı yapmakta olduğunu hatırlatmak isteriz. Hızlı tren, Marmaray gibi devasa projeleri yürüten TCCD Genel Müdürü Süleyman Karaman ve yakın ekibinin de listede bulunması gerçek amacın farklı olduğu izlenimini güçlendiriyor. Gezi’de beceremediklerini şimdi yapmaya çalışıyorlar. Taksim Derebeyliğini yöneten arka plandaki küresel iradenin, şimdi başka bir maske ile Türkiye’nin karşısına çıktığını deşifre etme zamanı geldi. Bu günlerde zaten bazıları hep demek istemediklerini diyor. Şimdi biz de demek istemediğimizi diyelim. ABD elçisinin dediği ama inkâr ettiği “İmparatorluğun çöküşü” sürecinde miyiz? Yoksa Küresel sömürgeci Washington imparatorluğunun küresel planlarının çöküşünü mü izleyeceğiz? Bunu görmek için az kaldı. Küresel oyuncunun yerel piyonlarının da deşifre olduklarını pek yakında herkes görecek. Bunların da Bedrettin Dalan gibi biletlerini ve pasaportlarını hazırlamalarında fayda var. Vizeleri ve yeşil kartları muhtemelen hazırdır zaten. OCAK 2014 97 2013 PANORAMA ne yardımının sınırlarının genişletilmesi de yer aldı. Paketin içerdiği temel haklarla ilgili en önemli düzenlemelerden biri ise kamuda başörtüsü ile görev yapabilme hakkının tanınması oldu. Bunun dışında çok sayıda önemli başlık içeren paketin Türkiye’nin demokratikleşme yönündeki ihtiyaçlarına cevap verme bakımından oldukça anlamlı olduğu açıktır. Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE Uzmanı İ ç siyaset açısından 2013 yılına Çözüm süreci bağlamında hayata damgasını vuran belki de geçen bir diğer durum ise hüen önemli gelişme “çökümet tarafından hazırlanan 2013’ün Türkiye siyaseti kapsamlı “demokratikleşzüm süreci”nin devam için oldukça hareketli, me paketi” oldu. Söz ettirilmesi oldu. 2013 bazen olumsuz bazense konusu paket, Başbayılında hükümet, kan Recep Tayyip Ergeleceğe iyimser Kürt sorununun doğan tarafından 30 çözümüne yönelik bakılmasını gerektirecek Eylül’de geniş katılımlı olarak daha önce gelişmeler ürettiği bir basın toplantısıyla attığı adımları daha kamuoyuna açıklansöylenebilir. Ancak kritik da derinleştirdi. Bu dı. Demokratikleşme iki seçimin yaşanacağı konudaki ilk somut paketinin en başta 2014’ün bu yönüyle girişim, 2013 başTürkiye’de demokratik larında “akil insanlar siyaset zemininin geniş2013’ü aşacağı da tahmin lemesi için birtakım düzenheyeti”nin oluşturulması edilebilir bir durumdur. lemeler içerdiği görüldü. En oldu. Kamuoyu nezdinde başta, uzun süredir tartışılan, tanınırlık ve saygınlığa sahip, seçimlerde uygulanan yüzde 10 her kesimi temsil eden 63 isim barajının kaldırılması veya düşürülmesi akiller heyeti olarak belirlendi. Belirlegündeme alındı. Pakette, seçimlerde uygulananen isimler, yedi farklı bölgede görev yapacak şecak yöntem konusunda kamuoyunda tartışılmak kilde dokuzarlı gruplara ayrıldı ve sahaya indi. Akil üzere üç seçenek önerildi. Buna göre, mevcut duinsanlar, görev bölgelerindeki farklı toplumsal kerumun, yani yüzde 10 barajının aynen devam etsimler, sivil toplum örgütleri ve soruna değişik açı- mesi; seçimlerde uygulanan barajın yüzde 5 sınırına lardan bakan gruplarla toplantılar yaparak sürecin çekilmesi ve her seçim çevresinde beş milletvekillikamuoyu ayağının güçlü bir görünüm kazanmasını ğini kapsayan daraltılmış bölge uygulamasına geçilsağladılar. Ayrıca bu çalışmalar aracılığıyla sorunla mesi veya barajın tamamen kaldırılması tartışmaya doğrudan ya da dolaylı şekilde ilgili değişik kesim- açıldı. Aynı şekilde pakette, siyasal partilere üyelik lerin talep ve beklentilerinin hükümete sivil bir bakış hakkının genişletilmesi, farklı dillerde propaganda yapabilme hakkının genişletilmesi ve partilere haziaçısıyla iletilmesi mümkün oldu. 98 OCAK 2014 2013’te ülke gündemine damga vuran en önemli gelişmelerden bir diğeri ise Taksim Gezi Parkında yaşanan olaylar sonucu başlayan eylemler oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından daha önceden başlatılan yayalaştırma projesi kapsamında Taksim Gezi Parkı’nda bazı ağaçların kesileceği ya da taşınacağı iddiası, parkta küçük bir grubun oturma başlatmasını beraberinde getirdi. Ancak eylemciler kısa süre içinde sosyal paylaşım platformları la geçti. AK Parti, 2009 seçimlerinden farklı olarak üzerinden örgütlenerek sayılarını artırdılar. adaylarını nispeten daha erken tarihlerEylemcilere polis tarafından müdahade açıkladı. Özellikle büyükşehirle edilmesinden sonra Gezi Parkı lerde aday tespitlerinde sürpriz ve Taksim Meydanı etrafındasayılabilecek tercihler de ki kalabalık arttı. 31 Mayıs İç siyaset açısından yapmadı. Örneğin Ankara 2013 Cuma gecesi ise ve İstanbul gibi şehirler2013 yılına damgasını eylemler İstanbul’un de AK Parti, mevcut başka yerleri, Ankara vuran belki de en önemli belediye başkanları ve İzmir gibi büyükile seçime devam gelişme “çözüm süreci”nin şehirler başta olmak etme kararı aldı. Bu devam ettirilmesi oldu. üzere ülkenin değikonuda asıl değişik şik yerlerine yayıldı. 2013 yılında hükümet, tavrın ise CHP’den Eylemcilerden bir geldiği açıktır. CHP, Kürt sorununun kısmı, polisle çatışAnkara’da 2009 semalara girişti, kamu çözümüne yönelik olarak çimlerinde MHP adabinaları ve özel işyeryı olan Mansur Yavaş; daha önce attığı adımları lerine zarar verdi. Bu İstanbul’da ise daha bakımdan, eylemlerin daha da derinleştirdi. önce partiden ihraç edilen bir bakıma hükümet karşıtı Mustafa Sarıgül ile seçimkalkışmaya dönüştürülmeye lere girme kararı aldı. Böylece, çalışıldığı gözlendi. Hatta hüküCHP’nin seçimlerde oy oranını artırmete muhalif pozisyonda bulunan farklı mak için geleneksel seçmen tabanını, hattoplumsal kesimler, aralarında neredeyse hiç ortak ta bazı parti yöneticilerini rahatsız edecek adımlar payda bulunmamasına rağmen eylem sürecinde attığı görüldü. Bu bakımdan, CHP’nin daha önce birleşti. Ancak “hükümet karşıtlığı tutkalı”ndan çok 2011 seçimlerinde de denediği sağa açılma politidaha güçlü ortak paydaları bulunan bu kesimler kalarını genişlettiği söylenebilir. kısa bir sürede yeniden ayrıştılar. Eylem sürecinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlı duruşu, Hiç şüphesiz, 2013’ün Türkiye siyaseti için oldukça kendi kitlesinin desteğini yeniden almasını ve bir ba- hareketli, bazen olumsuz bazense geleceğe iyimser bakılmasını gerektirecek gelişmeler ürettiği söylenekıma seçmen kitlesini konsolide etmesini sağladı. bilir. Ancak kritik iki seçimin yaşanacağı 2014’ün bu Geride bıraktığımız yılın son dönemi ise 30 Mart yönüyle 2013’ü aşacağı da tahmin edilebilir bir du2014 tarihinde yapılacak yerel seçim tartışmalarıy- rumdur. OCAK 2014 99 2013 PANORAMA Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü 2013’TEN 2014’E DIŞ P DEĞİŞEN KÜRESEL VE BÖLGESEL 2 013 yılının son aylarına girerken uluslararası politikada beklenmedik ciddi bazı gelişmeler yaşanmaktadır. ABD’nin İran ile doğrudan görüşmelere başlaması; Suriye’de ABD ve Fransa’nın değil de Rusya-İran ikilisinin iradesinin belirleyici olması; ABD-Suudi Arabistan arasındaki tarihsel ittifakın sarsılması; Amerika ve İsrail arasındaki stratejik ittifakın sorgulanmaya başlanması; Mısır’ın yeniden Rusya ile siyasi-askeri flörte başlaması ve nihayet NATO üyesi Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemi kurmak için batılı ülkeleri değil de Çin gibi bir ülkeyle görüşmelere başlaması son yarım asırda ender görülen olağanüstü gelişmelerdir ve bunların önümüzdeki yıllarda da uluslararası politikadaki etkileri devam edecektir. Zihinsel kalıpları soğuk savaş mantığı ile çalışmaya devam eden bazılarının anlamakta zorlandığı ve hatta tehlikeli bulduğu bu gelişmeler, aslında soğuk savaş sonrası ortaya çıkan ABD merkezli küresel hegemonik Türkiye’nin gelecek yıllarda küresel güç dengelerinde daha etkili ve belirleyici olabilmesi için, ülkemizdeki tüm aktörlere de ciddi sorumluluklar düşmektedir. Yeni Türkiye’nin siyasi elitlerinin amacı Türkiye’yi yalnızca küresel düzlemde bir özne, aktör ve stratejik oyuncu haline getirmekle sınırlı kalmamalıdır. 100 OCAK 2014 yapının zayıfladığının da önemli işaretleri olarak okunabilir. Türkiye gibi farklı jeopolitik fay hatlarının tam kesişim noktasında bulunan kritik ülkeler açısından, Küresel güç değişiminin doğru okunması ve gerekli adımların zamanında kararlılıkla ve cesaretle atılması önemlidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin gelecek yıllarda küresel güç dengelerinde daha etkili ve belirleyici olabilmesi için, ülkemizdeki tüm aktörlere de ciddi sorumluluklar düşmektedir. ABD Merkezli Sistem Çözülüyor Bizim nesil üniversite yıllarındayken Sovyetler Birliğinin çöküşüne şahitlik etti. Ardından 1990’lı yıllarda ABD merkezli tek kutuplu dünyanın yükselişini gördü. 11 Eylül olaylarını önce tekil bir terör olayı olarak algıladık. Ancak ikiz kulelerin çökmesinin yalnızca fiziki bir olay olmadığı, aynı zamanda liberal değerler temelinde kurulan ABD’nin küresel hegemonyasının da çözülmeye başlamasının miladı olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılıyor. Bush dönemindeki ABD siyasi elitleri, Amerikan imparatorluğunun elindeki imkânları küresel terörle mücadele etme adına çok kötü bir şekilde kullandılar. Afganistan ve Irak savaşları siyasi amaçları net olmayan yarı hayali savaşlardı. İkinci dünya savaşında teslim aldıkları Japonya ve Almanya gibi Irak ve Afganistan’ı da dize getirip, yeni bir devlet ve yeni bir ulus inşa edebilecekleri zehabına kapıldılar. Ama bu proje başarısız oldu. Obama iş başına geldiğinde de tüm iyi niyetli imparatorluğu kurtarma çabalarına rağmen ABD hegemonyası kan kaybetmeye devam etti. 2008’de başlayan ekonomik kriz Washington’u da, Avrupalı müttefiklerini de inanılmaz derecede ağır etkiledi. Bugün yeniden toparlanmaya çalışsalar da Amerikan halkının da Avrupalıların da kendi siyasi partile- LİTİKA PANORAMASI: İTTİFAKLAR DENKLEMİNDE TÜRKİYE rine, liderlerine ve aslında bizatihi kendi değerlerine olan güvenleri derinden sarsılmış durumdadır. Birkaç yüzyıldır dünyayı yönetme tekelini elinde tutan batılı ülkeler, artık tarihin akışını tek başlarına yönlendirme gücünü kaybediyorlar. Birkaç yıldır Ortadoğu coğrafyasında yaşanan köklü değişimler de bir anlamda Batı merkezli bu siyasi çözülmenin dolaylı bir sonucu olarak görülebilir. Burada tartışılması gereken temel konu, Türkiye’nin küresel sistemdeki değişimi doğru okuyup okuyamadığı ve izlediği dış politikanın değişim dinamikleriyle ne kadar uyumlu olduğudur. Gerçekten de son yıllarda Türk dış politikasını yakından izleyenler, soğuk savaş dönemindeki ve hatta 1990’lardaki bir Türkiye’den çok daha farklı bir Türkiye ile karşı karşıya olduklarını hemen fark ediyorlar. Peki, nedir yeni Türkiye’nin dünyayı okuma biçimi ve yeni Türk dış politikası Ankara’nın dünyayı okuma/anlama biçimini nasıl yansıtmaktadır? Türkiye’nin Önündeki Üç Tarzı Siyaset Türk dış politikasının son on yılına damgasını vuran Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’ye atfedilen doğu batı arasında bir “köprü olma” niteliğini reddediyor. Tersine Türkiye’nin doğuyu da Batıyı da iyi tanıyan, kendine has bir siyasi kültüre ve geleneğe sahip olan “merkezi bir ülke” olarak tanımlıyor. Coğrafyasının, tarihinin ve insani birikiminin kendisine sağladığı avantajları doğru kullanan bir Türkiye’nin potansiyel olarak “küresel bir güç” olabileceği Başbakan Erdoğan tarafından da sıklıkla vurgulanıyor. Daha da önemli olan şey ise, Türkiye’de son zamanlarda akademiyadan sivil toplum kuruluşlarına ve medyaya kadar entelektüel kesimlerin de dünyaya bakışında ciddi bir değişimin yaşandığı gözleniyor. Şunu söylemek mümkündür. Türkiye, 90 yıl aradan sonra kendi stratejik kültürünü ve stratejik kimliğini yeniden tanımlamaktadır. Artık yalnızca Batı medeniyetinin bir parçası olarak değil, Asyalı kimliğini de İslam kimliğini de Türkiye’nin milli-stratejik kimliğinin ayrılmaz bir parçası haline getiriyor. Aslında böyle bir kimlik tanımı, Türkiye’nin dış dünya ile kurduğu reel ekonomi-politik bağlantıları ile de büyük ölçüde örtüşmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin son yıllardaki dış politika tercihlerinin bu anlamda rasyonel bir temele dayandığı ve siyasi kimliği ve kültürel değerleriyle de uyumlu olduğu söylenebilir. Yeni Türkiye’nin siyasi elitlerinin amacı Türkiye’yi yalnızca küresel düzlemde bir özne, aktör ve stratejik oyuncu haline getirmekle sınırlı kalmamalıdır. Nihai amaç, Türkiye’yi entelektüel anlamda da dünyanın yeni epistemolojik merkezlerinden biri yaparak, küresel düzlemde tüm insanlık için bir referans ve ilham kaynağı haline getirmek olmalıdır. OCAK 2014 101 Suriye, yakın gelecekte uluslararası politikanın en sıcak krizi olmaya devam edecektir. Ocak ayı sonunda yapılması planlanan Cenevre-2 konferansının ne kadar başarılı olacağını öngörmek zordur. Türkiye’nin Hareket Kabiliyetleri: Üç Tarzı Siyaset Yukarıdaki analiz çerçevesinde 2014 yılına girerken Türkiye’nin dış dünya ile entegrasyonu ve siyasi, ticari ve stratejik ittifaklarını üç başlık altında incelemek mümkündür. Bunlar sırasıyla Batı dünyasıyla bütünleşme; Avrasya ülkeleriyle çok yönlü ve derinleştirilmiş ilişkiler ve Türkiye merkezli yeni bir ittifaklar ağının kurulmasıdır. Bir anlamda Türkiye’nin dış politikadaki stratejik opsiyonlarını da gösteren bu seçenekler, Osmanlı’nın son zamanlarındaki aydınlar arasında sıkça tartışılan “üç tarzı siyaset” yaklaşımını da hatırlatmaktadır. Batı dünyası ile entegrasyon (Batıcılık): Türkiye’nin, Tanzimat’tan bu yana en önemli stratejik hedeflerinden biri modernleşme yoluyla batılılaşma ve bu sayede tarihteki eski gücüne, refahına ve güvenliğine yeniden kavuşmaktır. Türkiye’nin bu tercihinin 20. yüzyılın ortalarındaki somut hedefi güvenliği için NATO’ya girmek; ekonomik refahı ve siyasi istikrarı için de Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi yapılarda yer almak şeklinde olmuştur. Bugün uğruna yarım asırlık bir siyasi sermaye harcadığımız AB ile bütünleşme çabaları, bir anlamda bizim için aynı zamanda bir medeniyet tercihiydi. AB üyeliği projesi bugün halâ Türkiye’nin dış politikasında en önemli opsiyonlardan biridir ve yakın gelecekte bir referandum olması durumunda halkın yarıdan fazlasının bu projeyi hala desteklemesi olasılığı hayli yüksektir. Ancak son yıllarda halkımızın AB’ye olan bakışında ciddi bir kırılma yaşandığı da gözlenmektedir. En azından her şeyin (medeniyetin, bilginin, teknolojinin ve hatta erdemin) kaynağının Batı olduğu şeklindeki algılamalar artık değişmiş, giderek daha gerçekçi bir bakış açışı oluşmaya başlamıştır. Zira son krizler 102 OCAK 2014 batının liberal ekonomi-politik söylemlerinin meşruiyetini de sorgulanır hale getirmiştir. Üstelik Çin, Rusya ve Hindistan gibi farklı siyasi-ekonomik gelişme modeli izleyen ülkelerin sergiledikleri yüksek performans da, sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanındaki halkların kafasındaki batı imajını kökten sarsmıştır. Batı artık gelişme, kalkınma ve siyasal istikrarı sağlamanın tek modeli olmaktan çıkmış; dünyada çoklu modernite tartışmaları başlamıştır. 2013 yılında Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde ciddi bir ilerleme olmamıştır. Yalnızca bir müzakere başlığı açılmıştır ve vizesiz Avrupa için ön mutabakat antlaşması imzalanmıştır. Türkiye’nin siyasi istikrarını ve ekonomik büyümesini sürdürdüğü müddetçe AB’nin, Türkiye’nin dış politikasındaki etkisinin görece azalması beklenebilir. Ancak her iki taraf da gelecek on yılda bu ilişkiyi kolayca kesemeyecektir. Avrasya bölgesi ile entegrasyon (Avrasyacılık): Türkiye için ikinci opsiyon yükselen doğu ülkeleri ile stratejik işbirliği modelleri geliştirmektir. Avrasyacılık projesi olarak tanımlayabileceğimiz bu yaklaşım, düne kadar Türkiye’de yalnızca bazı marjinal kesimlerce savunulmaktaydı ve toplumsal desteği de yüzde beşler düzeyindeydi. Ancak bugün Türkiye’nin Rusya ile $40 milyar, Çin ile $20 milyar ve İran ile $15 milyarı bulan ticaret hacimleri dikkate alındığında bu tercih yavaş yavaş daha ciddi olarak tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin, Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin geliştirilme çabaları ve Kazakistan gibi bazı Avrasya ülkelerinin Türkiye’yi, Rusya öncülüğünde kurulan “Avrasya Gümrük Birliğine” davet etmelerini bu çerçevede tarafların birbirlerine yönelik artan ilgilerini göstermektedir. AB ile ilişkiler bu kadar derinleşmişken, Türkiye’nin Avrasya Birliğini ön plana çıkartması mümkün değilse de, en azından bölge ülkeleri ile yürütülen ekonomik-ticari ilişkilerin en az düzeyde etkilenmesi için Türkiye gelişmeleri yakından izlemeli ve ciddi bazı tedbirler almalıdır. tak refah alanı yaratma düşüncesidir. Düne kadar zayıf (ve hatta hayali) bir tercih olarak görülen bu son seçenek bugün Türkiye’de farklı toplum kesimlerinde daha çok kabul görmeye başlamıştır. Bölgesel reel politikte de uygulama alanı özellikle Arap Baharı’nın yarattığı yeni açılım imkânları sayesinde giderek genişlemektedir. Türkiye’nin sahip olduğu endüstriyel üretim çeşitliliği, çoğulcu ve kapsayıcı siyasi kültürü, artan insani duyarlılığı gibi özellikler ülkemizi bölgede inanılmaz bir ilgi odağı haline getirmektedir. Türkiye ekonomik olarak büyüyüp geliştikçe, demokratik istikrarını sürdürdüğü müddetçe artan ilginin giderek siyasi bir işbirliğine dönüşmesi olasılığı da artacaktır. gesinde ise geleneksel ittifak ilişkilerinin ve güvenlik mimarisinin çöktüğü ve yeni ittifak arayışlarının arttığı bir döneme giriyoruz. Barzani’nin Diyarbakır çıkartması, tam da bu anlamda bölgedeki en kritik merkezlerden biri haline gelen Erbil’in stratejik aklının, gelişmeleri ve Türkiye’nin bölgedeki yeni rolünü doğru okuduğunun bir göstergesidir. Suriye krizi ise tüm bu yeni ilişkiler ağının test edilmeye devam ettiği bir sorun yumağı olmaya devam edecektir. 2013 yılı Türkiye’nin bu üç siyaset tarzının imkânlarının ve fırsatlarının arttığı, dış politikada manevra kabiliyetlerinin genişlediği ve küresel ve bölgesel ölçekte daha otonom bir siyasi aktör haline geldiğinin daha iyi algılanmaya başlandığı bir yıl olmuştur. Türkiye aleyhine gibi görülen Washington merkezli “Hakan Fidan” tartışmaları da “Çin füzeleri” tercihinin NATO dâhil Batılı ülkelerde yarattığı yansımaları da bu gözle okumak gerekir. Ortadoğu böl- Suriye: Suriye, yakın gelecekte uluslararası politikanın en sıcak krizi olmaya devam edecektir. Ocak ayı sonunda yapılması planlanan Cenevre-2 konferansının ne kadar başarılı olacağını öngörmek zordur. Ancak çözüm için ufukta başka bir ümidin kalmadığı bir ortamda Cenevre görüşmelerinin başarısı için kritik faktör ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerin çözüme yönelik bir siyasi formül üzerinde uzlaşıp uzlaşamayacaklarına; eğer uzlaşırlarsa çö- 2014 İçin Öngörüler Küresel ve bölgesel düzlemde 2013 yılındaki gelişmelerin etkisi 2014 yılında da devam edecektir. Bunları kısaca özetlemek gerekirse, Türkiye merkezli bölgesel işbirliği ağı: Üçüncü opsiyon, Türkiye’nin Ak Parti hükümeti döneminde Erdoğan-Gül ve Davutoğlu üçlüsü tarafından geliştirilmeye çalışılan Türkiye odaklı yeni bir ekonomipolitik güç merkezi inşa etme projesidir. Bu model Erbakan İslamcılığından farklı olarak, Ortadoğu’yu, Kafkasları ve Orta Asya’yı içine alan ve hatta Afrika’nın iç bölgelerine kadar uzanacak geniş bir işbirliği, siyasi dayanışma, ekonomik gelişme ve or- OCAK 2014 103 2013 PANORAMA züm için sahadaki aktörlerin nasıl ikna edileceğine bağlıdır. Ancak şunu söylemek mümkün: 1990’lı yıllarda Bosna Savaşının bitirilmesi büyük ölçüde savaşan tarafların yeterince yorulduğu ve büyük güçlerin yeterli siyasi irade sergiledikleri bir dönemde olmuştu. Suriye’de de taraflar için ateşkes ve barış yapmak için şartlar giderek olgunlaşmaktadır. Esed rejimi tüm ülkede tekrar kontrolü ele geçirememiş; muhalefet ise savaşı kazanacak duruma gelememiştir. Türkiye, muhtemel bir barışı desteklemeli ve geçiş süreci için yaratıcı fikirler üretmeye devam etmelidir. Her halükarda 2014 yılında barış olsa da olmasa da Suriye, Türk dış politikasındaki ağırlıklı yerini koruyacaktır. İran: İran’ın, Batılı ülkelerle imzaladığı 6 ay süreli nükleer antlaşmanın kalıcı bir antlaşmaya dönüşüp dönüşmeyeceği tartışmalıdır ve içeride ve dışarıda İran-Batı yakınlaşmasına karşı çıkan pek çok aktör vardır. Dolayısıyla komşumuz İran’ın uluslararası sistemdeki rolünü yeniden tanımlayacak ve dolayısıyla bölgesel ve küresel dengeleri köklü biçimde etkileyecek olan sürecin geleceği özellikle 2014’ün ikinci yarısında çok konuşulacaktır. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin liderlik ve diplomatik becerileri bu süreçte belirleyici olacaktır. Irak’la ilişkiler: Son yıllarda ciddi bir güven krizi yaşayan Ankara-Bağdat ilişkileri, 2013’ün son aylarında gerçekleşen karşılıklı ziyaretlerle düzelme yoluna girmiştir. Yeni bir seçim sürecine giren Irak’ta Maliki yönetimi, yalnızca İran’a endeksli bir politika izlemenin ülkede istikrar ve güveni sağlamaya yetmeyeceğini fark etmiştir. Ayrıca Maliki yönetimi Kuzey Irak’ın, Türkiye ile geliştirdiği iyi ilişkilerin yarattığı ekonomik dinamizmi bugünlerde daha iyi anlamış Barzani’nin Diyarbakır çıkartması, tam da bu anlamda bölgedeki en kritik merkezlerden biri haline gelen Erbil’in stratejik aklının gelişmeleri ve Türkiye’nin bölgedeki yeni rolünü doğru okuduğunun bir göstergesidir. 104 OCAK 2014 2013’te gözükmektedir. 2014 yılında Türkiye ve Irak merkezi yönetiminin yakınlaşma süreci devam edecektir. Büyük güçlerle ilişkiler: Türkiye’nin, ABD ile olan ilişkilerinde stratejik kopuşlar beklenmemelidir. Ancak Türkiye’nin ardı arkasına üç seçim süreci yaşayacağı dikkate alınırsa, iç politikada gezi olayları ile başlayan hassas dönemin Ankara-Washington ilişkilerinde zaman zaman gerginlikler yaratması yüksek olasılıktır. Özellikle yaz aylarında Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçim süreci en hassas dönem olacaktır. Washington’daki bazı aktörlerin eski alışkanlıklarla Türkiye’nin siyasi hayatını etkilemeye yönelik yapacakları her açıklama ilişkileri umulmadık şekilde olumsuz etkileyebilir. Türkiye’nin, AB ile ilişkilerinde mevcut şartlar altında radikal gelişmelerin olması sürpriz olacaktır. Ancak, Kıbrıs sorunu konusunda ciddi bir çözüm olasılığının ortaya çıkması durumunda, AB ile tıkanan müzakere süreci hızlanacaktır. Rusya ve Çin gibi ülkelerle ise Türkiye’nin stratejik ilişkileri derinleşmeye devam edecektir. Kafkaslarda ise Türkiye’nin Ermenistan’la olan ilişkilerinde ciddi gelişmelerin olması sürpriz olmayacaktır. Özellikle İşgal altındaki Karabağ’daki reyonlardan bazılarının Azerbaycan’a iadesi karşılığında sınır kapılarının tedricen açılması uzak bir ihtimal değildir. Özetle, Türkiye açısından önemli olan, içeride siyasi istikrarını ve ekonomik gelişme trendini korumak; demokratik açılımlarına devam etmek ve küresel güç merkezlerinin her biriyle potansiyel işbirliği imkânlarını sonuna kadar zorlamaktır. Bu bağlamda 2014 yılı, Türk iç ve dış politikası açısından siyasi aktörler için kolay bir yıl olmayacaktır. Mart ayındaki yerel seçimler ile yaz aylarındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’deki iç siyasi dengeleri ciddi biçimde etkileyecek riskler taşımaktadır. Ancak bu kritik seçimler, asla Türkiye’nin küresel düzlemdeki güç kaymalarını yakından izlemesine engel olmamalıdır. Aksi halde ülke olarak 2000’li yıllarda kazandığımız yüksek performansımızı kaybeder, 1990’lı yıllardaki gibi kendi siyasi sorunları ile boğuşan içine kapanık bir ülke haline gelebiliriz. Kendi medeniyetimiz, insanlık ve ülkemizin yarınki nesilleri adına, Türkiye’nin üç asır sonra yakaladığı bu tarihi fırsatı harcama lüksü yoktur. Bu nedenle, ülkemizdeki tüm aktörler bu tarihsel yükü hatırlayarak azami sorumlulukla hareket etmelidirler. SAVUNMA VE GÜVENLİK Prof. Dr. Aytekin GELERİ SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü 2 013 yılı her alanda önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu. Bu gelişmelerin etkileri 2014 yılında da devam edeceğe benziyor. Özellikle Savunma ve Güvenlik açısından ön plana çıkmış bazı önemli olayları siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum: 3 PKK’lı Kadın Paris’te Öldürüldü PKK sorununun çözümü konusunda çok önemli olumlu gelişmelerin yaşandığı ve herkesin “provokatif eylemlere dikkat” dediği bir dönemde, Fransa’nın başkenti Paris’te, 9 Ocak 2013 tarihinde, terör örgütü PKK’ya yakınlığı ile bilinen Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda aralarında PKK’nın kurucularından Sakine Cansız’ın da bulunduğu 3 PKK’lı kadın öldürüldü. Saldırıda öldürülen diğer kadınların Fidan Doğan ve Leyla Söylemez adlı PKK’lılar olduğu belirlendi. Saldırı sonrası yapılan çok farklı değerlendirmeler içerisinde saldırının “örgüt içi infaz” ve “çözüm sürecine karşı provokatif bir eylem” olma olasılığı ağırlık kazandı. Sonraki gelişmeler bu iddiaların doğru olduğunu ortaya koydu. Fransız polisi, PKK’lı 3 kadının öldürülmesiyle ilgili olarak Sakine Cansız’ın şoförü 1982 doğumlu Ömer Güney’i tutukladı. Ömer Güney’in 2 yıldır PKK üyesi olduğu ve “Terör örgütü” bağlantılı cinayetten tutuklandığı açıklandı. Yeni Çözüm Süreci Başladı MİT görevlileri ile Abdullah Öcalan arasında İmralı’da uzun zamandır devam eden görüşmeler sonrasında Öcalan’ın Yeni Çözüm Süreci’nin başlatılmasına yönelik mektubu BDP’li yetkililer tarafından 21 Mart günü Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında kamuoyu ile paylaşıldı. Öcalan’ın Kandil, BDP ve Avrupa’daki PKK’lılara göndermiş olduğu mektuplardaki açıklamalarına bağlı olarak KCK’nın o dönemdeki Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, PKK’nın silahlı güçlerinin 8 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi terk etmeye başlayacağını, saldırıların olması durumunda geri çekilmeyi durduracaklarını ve geri çekilme sürecinin “en kısa sürede tamamlanacağını” açıkladı. Karayılan Öcalan’ın mektubunu aynı zamanda ‘manifesto niteliğinde’ olarak tanımladı ve “silahların yerine demokratik siyaset zamanına geçişin kapısını aralayan” yeni bir sürecin başladığını vurguladı. Süreç kapsamında BDP’den heyetler defalarca Öcalan’la İmralı’da, KCK üst yönetimiyle Kandil’de, PKK’nın Avrupa sorumlularıyla Avrupa’da ve Barzani ile Erbil’de görüştü. OCAK 2014 105 MİT görevller le Abdullah Öcalan arasında İmralı’da uzun zamandır devam eden görüşmeler sonrasında Öcalan’ın Yen Çözüm Sürec’nn başlatılmasına yönelk mektubu BDP’l yetkller tarafından 21 Mart günü Dyarbakır’dak Nevruz kutlamalarında kamuoyu le paylaşıldı. Süreç esas itibariyle üç aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada eylemsizlik kararı alınacak ve PKK’lı teröristler Türkiye’den çekilecektir. İkinci aşamada demokratikleşme, Kürt meselesi ve PKK terörü ile ilgili konularda anayasal, yasal ve idari düzenlemeler yapılacaktır. Normalleşme süreci olarak da tanımlanan üçüncü aşamada ise, dağdaki PKK’lıların ailelerinin yanına dönmesini, topluma kazandırılmasını ve barışın kalıcı olmasını sağlayacak adımların atılması konusu yer almaktadır. Kalıcı barış için ise en önemli ön şart PKK’nın silahlarını bırakmasıdır. Bu aşamada PKK’nın silahsızlandırılması söz konusu olacaktır. Bu genel başlıklar içerisinde PKK çekilmeyi 8 Mayıs’ta başlattı. Çekilmenin 2-3 ay içinde tamamlanması öngörülüyordu. BDP Eş Genel Başkanı Demirtaş 26 Mayıs’ta yaptığı bir açıklamada çekilmenin Haziran ayı sonuna kadar tamamlanabileceğini ifade etti. Demirtaş PKK’lıların sınır dışına çekilmeleriyle ilgili olarak Haziran ayı sonlarında yaptığı bir açıklamada ise “PKK’lıların yüzde 80’i belki daha fazlası yerlerini terk etmiş ve sınır hattına doğru ilerliyorlar” ifadesini kullandı. Bu dönemde gerek Hükümet, gerekse kamuoyundaki beklenti çekilmenin Eylül sonlarına doğru tamamlanacağı yönündeydi. Ancak bu beklenti bir türlü fiili gerçeklerle örtüşmedi. Öcalan’ın açıklamaları, Kandil’in vermiş olduğu söze rağmen PKK sürecin birinci aşamasının gereklerini yerine getirme konusunda oldukça yavaş ve isteksiz davranmaya devam etti. Haziran ayı geçmesine rağmen PKK’nın ancak Türkiye’deki teröristlerin %15 kadarını ülke dışına çıkardığı, bu ayrılanların önemli bir kısmının yaşlı, hasta ve kadınlar olduğu yönünde medyada haberler çıkmaya başladı. Bu görüş Başbakan Sayın Erdoğan tarafından 106 OCAK 2014 da daha sonra kamuoyu ile paylaşıldı. Bu konudaki tespitler bu şekilde iken Kandil’deki KCK üst yönetimi ve BDP ısrarla birinci aşamanın bittiğini ve bu nedenle ikinci aşamanın devreye girmesi gerektiğini ileri sürmeye devam etmektedirler. Geri Çekilme Durduruldu Süreç belki yavaş ama yine de oldukça olumlu bir şekilde ilerlerken KCK, 8 Eylül 2013 tarihinde hükümetin demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmadığını ileri sürerek PKK’lı teröristlerin geri çekilmesini durdurduklarını duyurdu. Açıklamayı KCK Yürütmesi Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık yaptı. Bayık, hükümetin adım atmaması yüzünden tıkandığını söylediği çözüm sürecini açmaya çalıştıklarını ileri sürdü. “Bazı güçler bu süreci tıkatmak için çaba sarf ediyor. Bu nedenle hassas bir süreçten geçiyoruz” diyen Bayık, savaşın başlaması durumunda kendilerini savunacaklarını ve çekilen PKK’lı grupları yeniden Türkiye’ye göndereceklerini söyledi. PKK’nın çekilmeyi durdurduğunu açıklamasıyla birlikte “eylemsizlik halinin” devam edeceğine vurgu yapması da burada öne çıkan bir başka husus olarak dikkat çekmektedir. Demokratikleşme Paketi Açıklandı Hükümetin hazırlamış olduğu demokratikleşme paketi 30 Eylül 2013 de Başbakan Sayın Erdoğan tarafından kamuoyuna açıklandı. Paket içerisinde toplumun farklı kesimlerini ve alanlarını ilgilendiren hususlar bulunmaktadır. Bu yönüyle paket belirli bir konu veya kesim için hazırlanmayan, ülkenin tamamına hitap eden ve temel anlamda ülkede devam etmekte olan demokratikleşme sürecine önemli bir ivme kazandıran bir özelliğe sahiptir. (Kuzey Irak) yapıldı. Kongrede örgütün silahlı kanadını güçlendirme kararı verildi. Yürütme Konseyi Başkalığına Murat Karayılan’ın yerine Cemil Bayık getirildi. Murat Karayılan da örgütün silahlı kanadı olan ve daha önce başında Suriyeli Nurettin Sofi’nin bulunduğu Halk Savurma Güçleri’nin (HPG) başına geçti. KCK sisteminde değişikliğe gidilerek ‘genel başkanlık konseyi’ oluşturuldu. Yürütme konseyinde de eş başkanlık sistemine geçildi. Buraya Cemil Bayık ile Bese Hozat, Kongra Gel eşbaşkanlığına ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal seçildi. Bu değişikliklerin Abdullah Öcalan’ın talebiyle yapıldığı ve Öcalan’ın önümüzdeki dönemde, yeni çözüm sürecinin dinamiklerini de dikkate alarak örgütteki kontrolünü artırmak amacıyla yaptığı yönünde analizler ağırlıklı olarak yapıldı. Yaş Kararları Açıklandı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı’nda yapılan Yüksek Askeri Şura’da alınan kararlar (YAŞ) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. Gül’ün onayının ardından YAŞ kararları Cumhurbaşkanı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever tarafından Çankaya Köşkünde açıklandı. YAŞ kararlarına göre; Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanması beklenen Jandarma Genel Komutanı Bekir Kalyoncu emekli edildi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Orgeneral Hulusi Akar atandı. Eğitim ve Doktrin Komutanı Orgeneral Servet Yörük Jandarma Genel Komutanlığı’na; Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na Akın Öztürk ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na Bülent Bostanoğlu atandı. Ayrıca, 34 amiral ve general üst rütbeye, 50 albay amiral ve generalliğe yükseldi. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 Üyesi ve Almanya, İran ile Nükleer Program Konusunda Anlaştı BM Güvenlik Konseyi’nin daimi 5 üyesi ve Almanya’nın katılımıyla oluşan 6 ülke (5+1 ülkeleri), nükleer programını sınırlandırması karşılığı ambargonun hafifletilmesi konusunda 24 Kasım 2013 tarihinde Cenevre’de İran ile anlaştı. Anlaşma uyarınca İran nükleer programını bomba üretmeyecek şekilde devam ettirecek, bunun karşılığında ise petrol ihracatındaki kısıtlama kaldırılacak. ABD ve Avrupa Birliği’nin İran’ın petrol ihracatını sınırlayan yaptırımları nedeniyle ülkenin yaptırım öncesi günde 2,5 milyon varil olan petrol ihracatı günde 1 milyon varile kadar gerilemişti. Altı aylık bir sürede, İran, nükleer programında yapacağı kısıntıya karşılık olarak tutarı 7 milyar dolara çıkabilecek yaptırım muafiyetinden yararlanacak. Barzani Diyarbakır’ı Ziyaret Etti Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır programına davet ettiği Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani ve sanatçı Şivan Perver 16 Kasım 2013 Cumartesi günü Diyarbakır’a geldi. Barzani ile birlikte yola çıkan sanatçı Şivan Perver, Diyarbakır’a kalabalık bir konvoy eşliğinde geldi. Bu ziyarette Barzani Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi ve yüzbinlerce vatandaşın sevgi gösterileri içinde çok olumlu mesajlar verdi. Barzani’nin 21 yıl Perver’in de 37 yıl aradan sonra Diyarbakır’a yapmış oldukları bu ziyaret Türkiye’de devam etmekte olan “Çözüm Sürecine” katkı anlamında büyük bir önem taşımaktadır. Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Barajı’ndan, eşbaşkanlığa, nefret suçlarıyla ilgili düzenlemeden, kamuda başörtüsü serbestisine, anadilde eğitimden, öğrenci andına varana kadar birçok alanda düzenlemeler içeren Demokratikleşme Paketi, gelecek için de umutları artıran bir paket oldu. KCK Yönetimi Değişti Terör örgütü PKK’yı da bünyesinde barındıran KCK’da Temmuz 2013’de değişikliğe gidildi. Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) yapısının yasama organı olarak görev yapan Kongra-Gel’in 9. Genel Kurulu 30 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında Kandil’de OCAK 2014 107 2013 PANORAMA Hükümet tarafından oluşturulan Akl İnsanlar Komsyonu aylarca süren bölgesel zyaretler gerçekleştrmş ve çözüm sürecnde belrgn br rol oynamıştır. Kürt meselesnde Başbakan’ın fadesyle “toplumsal algıyı oluşturmak ve gelştrmek” olarak özetlenecek br msyonu üstlenen komsyonun çalışmaları tamamlanmış ve elde edlen bulgular Hükümete br rapor halnde sunulmuştur. sı için yeni bina yapımlarına hız verilmiştir. Tutuklu ve hükümlü ziyaretlerinde Türkçe’nin dışında başka dillerin de kullanılmasıyla ilgili düzenleme yapılmıştır. Mahkûmların tıbbi muayenelerinde kolluk görevlilerinin bulunmasını önlemek amacıyla, Bakanlıklar arasında imzalanan üçlü protokolün uygulanmasına devam edilmiştir. Ayrıca, çocuk gözaltı merkezlerinin fiziki ve insani şartlarının iyileştirilmesi amacıyla kapsamlı bir program hazırlanmıştır. Bununla birlikte cezaevlerindeki insan hakları sorunlarının yerinde tespit edilmesi ve belgelenmesi doğrultusunda, kamu idaresiyle sivil toplum örgütlerinin birlikte izleme yapabilmesini güçleştiren sorunlar bulunmaktadır. Yargı Sistemindeki Düzenlemeler 2013 Yılının İnsan Hakları Açısından Değerlendrlmes Selvet ÇETİN Araştırmacı T ürkiye’de insan hakları alanında yaşanan gelişmeler, ülkedeki siyasi ve hukuki sistemin dönüşümü ile yakından ilgilidir. Son 10 yılda gerçekleştirilen yapısal reformların insan haklarının korunmasında güçlendirici bir etkisi söz konusudur. 2013 yılındaki yasal düzenlemelere ve uygulamalara bakıldığında, insan hakları mekanizmalarının ve kurumlarının oluşturulmasında ve hukukun üstünlüğünün sağlanmasında önemli adımların atıldığı görülmektedir. 2013 yılında temel haklar ve özgürlüklerin korunmasına yönelik olarak yasal iyileştirmelerin devam ettiği 108 OCAK 2014 görülmüştür. İfade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında olumlu sonuçlar doğuran çabalar sarf edilmiştir. Uluslararası normlara uygun bir insan hakları mevzuatının oluşturulması bakımından hükümetin geçmiş yıllara göre daha yoğun bir reform sürecini işletmeye çalıştığı söylenebilir. Ancak özellikle iltica hukuku, vicdani ret gibi konularda AİHS ile uyumlu bir hukuki çerçeve henüz şekillenmemiştir. Cezaevi koşullarının iyileştirilmesi amacıyla uygulanmakta olan cezaevi reformu devam etmiş, aşırı kalabalıklaşmanın önlenmesi ve cezaevlerinin kapasitelerinin artırılma- Yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını korumak ve geliştirmek amacıyla yürütülen çalışmalara 2013 yılında da devam edilmiştir. Bu bağlamda, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun uygulamaya koyduğu 2012-2016 stratejik planında öngörülen hedeflere ulaşılması için gerçekleşecek düzenlemeleri takip etmek gerekmektedir. Özellikle tutukluluk sürelerine yönelik eleştirileri azaltan ve 2012 yılında kabul edilen Üçüncü Yargı Reformunun ardından, 2013 yılında Dördüncü Yargı Reformu Paketinin hazırlanmasıyla, AİHM’den çıkan mahkûmiyet kararları arasında yakın bir ilişki söz konusudur. Bugüne kadar çok sayıda davada AİHS’in ihlali nedeniyle cezalandırılan Türkiye, bu davalarla ortaya çıkan hukuki sorunu çözmeye çalışmakta, uluslararası insan hakları normlarını yerel hukuk mekanizmalarında etkinleştirmek istemektedir. Paket, aynı zamanda şiddet ya da cebir kullanımı ile ifade özgürlüğü arasındaki bağı AİHM standartlarıyla uyumlu hale getirmektedir. Benzer şekilde paketin, ceza adalet sisteminin standartlaşması yönündeki uygulamalara olumlu etkileri olacaktır. Sivil Anayasa’da Hayal Kırıklığı Yeni anayasa çalışmaları, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonunda dört partinin katılımıyla sürdürül- müştür. Esasen 2013 yılının ortalarına kadar kamuya açık, oldukça canlı bir anayasa tartışma ortamı bulunuyorken, yılın ikinci çeyreğinden itibaren bu çalışmalarda durağanlık yaşanmıştır. İnsan hakları hukukunu da içeren 60 maddelik bir değişiklik önerisinde siyasi partiler önce uzlaşmış fakat daha sonra bu uzlaşı da çeşitli gerekçelerle sona erdirilmiştir. Nihayet Kasım 2013 tarihinde iki yıldır çalışmalarını sürdüren Anayasa Uzlaşma Komisyonu yeni bir anayasa yapamadan dağılmıştır. Dolayısıyla kamuoyunun uzun süredir büyük bir istekle beklediği sivil anayasa yapım süreci, en azından 2013 yılı itibariyle kapanmış gözükmektedir. Anayasa yapım sürecindeki tıkanıklığın ne zaman aşılacağı belirsizliğini korumaktadır. Azınlık Haklarında İlerleme Türkiye’de her ne kadar Lozan Anlaşmasıyla çerçevesi belirlenen ve oldukça sınırlı bir azınlık hukuku bulunsa da genel olarak etnik ve dini azınlıkların temel haklarının iyileştirilmesine yönelik düzenlemeler 2013 yılında ivme kazanmıştır. Gayrimüslim cemaat vakıflarının mülkiyet hakları ile ilgili olarak ilerleme sağlanması ve Mor Gabriel Süryani Ortodoks Manastırının sahip olduğu taşınmazların iadesi, bu alandaki iyileşmenin göstergesidir. Azınlık toplumlarının mülkiyet hakkının tam olarak yerine getirilmesi bakımından uygulamanın dikkatle izlenmesi gerekir. Öte yandan Gökçeada’daki Rum azınlık okulu 2013 yılında açılmış ve Milli Eğitim Bakanlığı farklı inanç gruplarının zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muaf tutulmasına yönelik talepleriyle ilgili olarak tüm okulları bilgilendirmiştir. Yine 2013’te alınan mahkeme kararına göre, Süryani vatandaşlar kendi okullarını açabilmektedirler. Bununla birlikte resmi olarak tanınmayan gayrimüslim cemaatlerin, ibadet yeri açma ve bu yerleri kullanmalarıyla ilgili yasal statü sorunu giderilememiştir. Alevilerin inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanmasına yönelik açılım politikasına devam edilirken, din kültürü ve ahlak bilgisi ders kitapları yenilenerek Ale- OCAK 2014 109 Son 10 yılda gerçekleştrlen yapısal reformların nsan haklarının korunmasında güçlendrc br etks söz konusudur. 2013 yılındak yasal düzenlemelere ve uygulamalara bakıldığında, nsan hakları mekanzmalarının ve kurumlarının oluşturulmasında ve hukukun üstünlüğünün sağlanmasında öneml adımların atıldığı görülmektedr. vilikle ilgili temel bilgilere yer verilmiştir. Cemevleri’nin ibadet yeri olarak kabul edilip edilemeyeceğine ilişkin Diyanet İşleri Başkanlığı görüş bildirmiş ve Müslümanların tek ibadet yerinin cami olduğuna karar vermiştir. Dolayısıyla cemevlerinin statüsüyle ilgili olarak nasıl bir yasal düzenleme yapılacağı belirsizliğini korumaktadır. Cami ve cemevi’nin birlikte yer aldığı bir ibadet yeri inşa edilmesiyle ilgili yapılan çalışmalar, Alevi toplumunun önemli bir bölümü tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Mülteci ve Sığınmacılar Mülteci ve sığınmacılar için ciddi bir hedef ülke konumundaki Türkiye, son üç yıldır Suriyeli sığınmacıların sorunlarıyla ilgilenmek durumundadır. Suriyeli sığınmacılar için açık kapı politikasını sürdüren Türkiye, sayıları yaklaşık 800 bine ulaşan Suriye vatandaşlarının temel insani gereksinimlerini karşılamaya çalışmaktadır. 2012 yılının sonlarına doğru BM’nin Suriye Bölgesel Müdahale Planına dahil olan Türkiye’nin, Suriyeli sığınmacılara yönelik insani yardım konusunda uluslararası toplumdan yeterli bir destek aldığı söylenemez. Mülteci kamplarının yönetimi ve denetimi konusunda yaşanan sorunların giderilmesi bakımından daha kapsamlı tedbirlerin alınması gerekmektedir. Sığınmacıların gıda, barınma, sağlık ve eğitim gibi ihtiyaçlarının karşılanmasında, sivil toplum örgütleriyle daha sıkı işbirliği yapılmasında yarar bulunmaktadır. 2013 yılında mülteci hukukunu düzenleyen en önemli gelişme, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun kabul edilmesidir. Mevzuatın uluslararası standartlara uyumunu güçlendiren bu düzenleme, aynı zamanda göç ve iltica konularında ayrıntılı bir hukuki çerçeve sağlamaktadır. Geri gönderme ve kabul merkezlerinin yapımlarına 2013 yılında da devam edilmiştir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün kurulmasıyla mülteci, sığınmacı ve düzensiz göçmenlerin yasal ve hukuki durumlarının yakından izlenebileceği bir süreç başlamıştır. 110 OCAK 2014 Gezi Parkı Olayları Haziran 2013’te, İstanbul’un merkezindeki Gezi Parkı’nda belediyenin bir kentsel dönüşüm projesine karşı başlayan barışçıl çevreci eylemler, kısa süre içinde şiddete başvuran kitlesel gösterilere dönüşmüştür. Farklı kentlere de yayılan olaylarda göstericiler ve polis arasında çok sayıda çatışma yaşanmış, sonuç olarak altı kişi hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi de yaralanmıştır. Bazı olaylarda güvenlik birimlerinin aşırı güç kullandığı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı tarafından 164 kolluk görevlisi hakkında idari soruşturma başlatılmış ve kolluk görevlilerinden 32 emniyet amiri ile 30 polis memuru görevden uzaklaştırılmıştır. Ölümle sonuçlanan bazı vakalarla ilgili davalar halen devam etmektedir. Gezi Parkı olaylarının barışçıl özelliğini kaybederek şiddet eylemlerine dönüştürülmesi, toplantı ve gösteri hakkının açık şekilde suistimal edilmesi anlamına gelmektedir. Kamu mallarının yanı sıra özel mülklerin de saldırıya uğramasına ve zarar görmesine yol açan şiddet olaylarına müdahale konusunda, güvenlik güçlerinin orantılılık ilkesine riayet etmediği ileri sürülmüştür. Nitekim olaylar sırasında yaşandığı belirtilen insan hakları ihlallerinin eylemcilere yönelik orantısız güç kullanılması sonucunda meydana geldiği ifade edilmiştir. Gezi Parkı olayları, masum bir çevre duyarlılığı eyleminin derin güç odakları tarafından siyasal ve toplumsal kaos oluşturmak amacıyla kullanıldığı yıkıcı bir faaliyete dönüştürülmek istenmiştir. Bu yüzden Gezi Parkı eylemleri, her ne kadar başlangıçta meşru bir hak talebiyle ortaya çıkmış olsa da sonuçlanma biçimiyle tamamen şiddet içeren gösteriler olarak nitelendirilmekte ve bu yönüyle insan hakları hukukuna aykırılık teşkil etmektedir. Kamu Denetçiliği ve Güvenlik Güçlerinin Sivil Denetimi İnsan haklarının güvence altına alınması bakımından önemli bir işlevi olan Kamu Denetçiliği Kurumu 2013 yılında faaliyete geçerek ilk şikâyetleri alma- ya başlamıştır. Kurumun çalışma usul ve esaslarını düzenleyen yönetmelik, uluslararası ombudsmanlık kriterleriyle uyumludur. Nihai karar verme yetkisinin Baş Denetçiye ait olduğu kuruma, Temmuz ayı itibariyle 3.500 civarında başvuru yapılmıştır. Kamu Denetçiliği Kurumu’nun insan hakları ihlallerine yönelik önemli bir denetim mekanizması olması beklenmektedir. Silahlı Kuvvetler üzerinde sivil denetimin sağlanması ve darbe suçlarının soruşturulması amacıyla yürütülen çalışmalar hız kesmeden devam etmiştir. Bu çalışmaların önemli bir ayağını yeni anayasa yapım süreci oluştururken, Darbe Davalarının sonuçlanmasıyla da kritik bir eşik aşılmıştır. 6 yıldır İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan Ergenekon Davası 2013 yılında karar bağlanmış ve 91 sanığa “Ergenekon Terör Örgütüne üye olmak” suçundan, 4 sanığa da “Ergenekon Terör Örgütüne yardım etmek” suçundan çeşitli hapis cezaları verilmiştir. Aynı davada eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ müebbet hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Benzer şekilde hükümete yönelik darbe planı hazırladıkları iddia edilen askeri görevlilerin yargılandıkları “Balyoz Darbe Planı” davası sonuçlanmış ve aralarında üst düzey ko- mutanların da bulunduğu 237 sanık çeşitli cezalara çarptırılmıştır. 1980 askeri darbesine ve 28 Şubat post-modern darbesine yönelik adli soruşturmalara 2013 yılında devam edilmiştir. Bu soruşturmalardan birini oluşturan 28 Şubat post-modern darbesinde tutuklu yargılanan sanıkların tamamının mahkemece tahliye edilmeleri büyük bir şaşkınlıkla karşılanmıştır. Kamuoyu, askeri darbelerin soruşturulduğu dava süreçlerini yakından izlemektedir. Sonuç olarak, sivil siyaset kurumunun güçlenmesi ve askeri vesayetin tasfiyesi bakımından darbe soruşturmalarının büyük önem taşıdığını ifade etmek gerekir. Aynı zamanda yasal düzenlemelerle, sivil denetimin sağlanması amacıyla daha etkin bir politika yürütülmelidir. 2011 yılında askeri uçakların hava saldırısı sonucu meydana gelen Uludere olayının aydınlatılması bakımından, devam eden adli soruşturmalar henüz sonuçlanmamıştır. Uludere olayı tüm yönleriyle biran önce açıklığa kavuşturulmalıdır. Demokratikleşme Paketinin İnsan Haklarına Etkisi 30 Eylül 2013 tarihinde Hükümet tarafından açıklanan “Demokratikleşme Paketi” merkeziyetçi-otoriter devlet yapısının tasfiye edilmesi, hukuki reformların güçlendirilmesi ve insan haklarının daha büyük ölçekte güvence altına alınması bakımından önemli konuları içermektedir. Paket, iki ana başlıkta şekillenmiş, sivil siyaset alanını genişletmeye ve siyasi özgürlükleri korumaya yönelik düzenlemeler ilk başlığı oluşturmuştur. Bu doğrultuda, Türkiye’nin başlıca insan hakları sorunlarından biri olan başörtüsü yasağı ve buna bağlı ayrımcılığın tasfiyesine yönelik olarak kılık kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesi ve kamu kurumlarında başörtüsü yasağının kaldırılması, on binlerce mağdur üreten bir ihlalin son bulması anlamına gelmektedir. Sadece kadınlar için değil erkekler için de baskıcı ve tek tipçi hükümler içeren bu mevzuatın yürürlükten kaldırılması, hem din ve vicdan özgürlüğü bakımından ve çalışma hayatında ayrımcılığın önlenmesi için zorunludur. Bu çerçevede, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu’nun hayata geçirilecek olması da ciddi bir yapısal reform olarak dikkat çekicidir. Uzun süredir tartışılan insan hakları sorunlarından biri olan nefret suçlarının, ceza hukukunun bir par- OCAK 2014 111 çası haline getirilecek olması ise başlı başına önemli bir gelişmedir. Bilindiği gibi, Türkiye’de nefret suçunu düzenleyen bir yasa veya doğrudan nefret suçuna ilişkin ceza hukukunda özel bir düzenleme henüz bulunmamaktadır. Dolayısıyla nefret suçu kapsamında işlenen fiillere, işlenmiş suçun neticesinin ağırlaşmasına göre ve orantılılık ile ölçülülük ilkelerine dikkat ederek daha ağır yaptırımlar getirilmeli, suçların basın yayın yoluyla işlenmesi halinde etki gücünün artması dikkate alınarak yaptırımlar ağırlaştırılmalıdır. Ana dilde eğitim hakkının devlet okullarında uygulanmasına yönelik düzenlemeye pakette yer verilmemesi hayal kırıklığına yol açsa da özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açacak yasal değişikliğin ileride yapılacak reformlara zemin hazırlayacağı öngörülmektedir. Bu gelişmeyle bağlantılı olarak Q,X ve W harflerinin kullanımının serbest bırakılıyor oluşunu da küçümsememek ve ana dilin kullanımı açısından bir kazanım olarak görmek gerekir. Tek ulus kimliği üzerine bina edilen ulus devletin farklı etnik ve dini kimlikleri baskılayıp aynı potada eritme politikasında sona yaklaşıldığının en iyi örneklerden biri, yer isimlerinin iadesiyle ilgili sağlanan ilerlemedir. Kendi yaşadıkları coğrafyanın tarihi ve kültürel değerleriyle özdeşleşen etnik ve dini azınlıkların köy, kasaba ve şehirlerini dil, tarih ve kültürel değerlerine göre isimlendirmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması, farklılıklara ve insan haklarına saygının bir ifadesidir. İlkokullarda her sabah çocuklarımızın koro halinde bağırtılarak söylemelerinin istendiği “üstün ırk ve üstün millet” andı nihayet tarihe karışmış görünmektedir. Süryani cemaatini yakından ilgilendiren ve yıllardır bitmeyen hukuk savaşına konu olan Mor Gabriel Manastırı’nın arazilerinin iade edilmesi, dini azınlıkların mülkiyet hakkı ve dini ibadet özgürlüğü bakımından son derece önemli olmakla birlikte Heybeliada Ruhban Okulu’nun statüsüne ilişkin belirsizlik güncelliğini korumaktadır. Hükümetin farklı etnik ve kültürel toplumlara yönelik açılım politikalarından birine konu olan Romanlara bir jest yapılması ve Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kurulması, bu çevrede de memnuniyetle karşılanmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, sayıları milyonla ifade edilen Türkiye’deki Romanların etnik ve kültürel kimliklerinin tanınmasının önünde hala birçok yasal engel bulunmaktadır. 112 OCAK 2014 Kürt Sorununda Çözüm Süreci Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünü amaçlayan kritik sürece “Çözüm Süreci” adı verilmekte ve uzun süren çatışma, şiddet ve insan hakları ihlallerinin son bulması için çaba harcanmaktadır. 2013 yılında Kürt sorununa bağlı çatışma neredeyse hiç yaşanmadığı gibi çözüm sürecine ilişkin çabalar neticesinde can kayıplarının önüne geçilmiştir. Halen ülkenin en önemli siyasal, toplumsal ve ekonomik meselesi olarak adlandırılan sorunun çözülmesine katkı sağlayacak önemli bir model olarak “Akil İnsanlar Komisyonu” harekete geçirilmiştir. Hükümet tarafından oluşturulan Akil İnsanlar Komisyonu aylarca süren bölgesel ziyaretler gerçekleştirmiş ve çözüm sürecinde belirgin bir rol oynamıştır. Kürt meselesinde Başbakan’ın ifadesiyle “toplumsal algıyı oluşturmak ve geliştirmek” olarak özetlenecek bir misyonu üstlenen komisyonun çalışmaları tamamlanmış ve elde edilen bulgular Hükümete bir rapor halinde sunulmuştur. Onlarca yıla yayılmış ve uluslararası bağlantıları oldukça güçlü bir sorunun kısa sürede çözülmesini beklemek mümkün olmadığına göre barışa giden yolun kararlılıkla izlenmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Kürt Sorunu ile ilgili tüm çözüm aşamalarında siyasal katılımın derinliği büyük önem kazanmaktadır. Değerlendirme Önceki yıllarda gerçekleşen düzenlemelerden yola çıkılarak değerlendirildiğinde, 2013 yılının insan hakları açısından ilerlemenin sürdüğü bir yıl olduğu görülmektedir. Özellikle Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünü sağlamaya yönelik atılan adımlar umut vericidir. Darbeciler ve darbe dönemleriyle mücadele bağlamında tamamlanan ve devam eden soruşturmaların askeri vesayet rejiminin tasfiyesindeki rolü vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bununla birlikte 28 Şubat Davasındaki son tahliyelerin kamuoyunda meydana getirdiği tedirginliğin de altını çizmek gerekir. Öte yandan sivil anayasa çalışmalarının sekteye uğraması da köklü bir yapısal değişimin önündeki en ciddi engel olarak görülmektedir. Dolayısıyla biran önce sivil siyaset kurumunun masaya dönerek çalışmalara kaldığı yerden devam etmesi beklenmektedir. İnsan hakları alanında gerçekleşecek ilerlemelerin, sivil toplum kuruluşlarıyla paralel bir duyarlılık içinde yürütülmesi daha hızlı ve bütüncül bir insan hakları politikası oluşturulmasına katkı sağlayacaktır.