Şerbetçi 1 Ömer Gökalp Şerbetçi 21502438 18.09.2015 Başak Berna Cordan TURK 101/7 DOKSAN DAKİKAYA SIĞAN ÖMÜRLER Bilal-i Habeşi Mekke’de ilk ezanı okuduktan sonra kim bilebilirdi ki bunun evrenimizin en çok sevilen sporunun bitiş düdüğü ve çocukların eve dönüş zili olabileceğini? Ali’nin McDonalds’ta 2.hamburgerini afiyetle mideye indirirken o hamburgerin getireceği kiloları ve o kiloların ona giydireceği kaleci eldivenlerini kim tahmin edebilirdi? Ahmet Bey’in kazandığı dava sonunda aldığı paranın meşin yuvarlağa dönüşünü ve o meşin yuvarlağın Ahmet Bey’in oğlunu mahallede bir futbol tanrısı muamelesi görmesini sağlayacağını kim hayal edebilirdi? Şüphesiz hiç kimse… Ancak 4,5 milyar yaşındaki dünyalar güzeli dünyamızın en sevilen sporunun futbol olmasının altında yatan sebeplerden birkaçı olmalarında hemfikiriz. Hayatımızın her noktasında var olan ve olmaya devam edecek olan bir spor, bir oyundu futbol. Ne kalem ne yazar vardı dünyanın en çok oynanan tiyatrosunda ne de önceden yazılmış bir senaryo. Sadece ayaklar var bu sahnede ve bu ayaklar baş oluyordu her perdede. Bu oyun Antik Çağ’dan beri bir şekilde oynanıyordu, ismi futbol değildi ama insanlığın tarihi kadar eskiydi. Futbol o kadar hayatımızın içinde oldu ki siyahi insanlara bile bu oyunu oynama şansı bahşedilmiş, nefes almak kadar normal bir şey olarak görülmeye başlanmıştı; doğuştan sahip olunan bir haktı futbol oynamak, çoğumuz için de bir haktan çok daha fazlasıydı. Şerbetçi 2 Gerçekten de siyahi insanlar için bir haktan çok daha fazlasıydı. Bütün dünyaya ne kadar zarif ve estetik olduklarını gösteriyorlardı. Aynı havayı bile solumaları suç olan “insanlar” meşin yuvarlakla dans ediyor, ben buradayım diyordu; onların “vahşi bir hayvan” dan “insan” lığa yükselişlerine şahit oluyorduk. Futbol sadece siyahilerin isyanlarının dışa vurumu değil bütün insanlığın bir çığlığıydı dünyanın her yerinde. İngiltere’de işçilerin, İspanya’da Katalanların ve Baskların, Latin Amerika’daki bütün insanların… Kısaca hayata isyan eden, anlatacak bir hikâyesi olan herkes bu oyunda yer alıyordu gerek tribünde kükreyen bir aslan gerekse sahada usta bir matador olarak. Futbolu bir sanat olarak kabul etmemek sahadaki sanatçılara bir haksızlık olur ama kabul etmek daha da büyük bir saygısızlık. Bir ressam kötü bir resim çizdiğinde, bir yazar kötü bir kitap yazdığında önündeki maçlara bakabilir ama bir futbolcu tek bir hatasını kariyeriyle, parasıyla daha da kötüsü canıyla ödemek zorunda kalabilir. Andres Escobar’ın 1994 Dünya Kupası’nda kendi kalesine attığı gol bir ülkenin umutlarına ve kendi canına mal olmuştu. Aynı şekilde “Tanrı’nın Elleri”ne sahip Maradona’nın kullandığı uyuşturucu onu Tanrı’nın yeryüzü elçilerinden biri olmaktan çıkarmış, dünyanın en büyük günahkârı olmasa da en şöhretli günahkârı haline getirmişti. Futbolun sanıldığı kadar tozpembe olmadığı belki de dünyanın en büyük kumar masası olduğunun kanıtıydı bunlar. Hayatın derin sularında boğulurken aradığımız can simidiydi tribünler. Merdivenlerden omuz omuza çıkmak, marşlar söylemek ve dünyanın sayısız ibadethanelerinden birinde olmanın verdiği kıvancı hissetmekti bizi kurtaran. O yeşili gören sadece gözlerimiz değil bütün bedenimizdi. Vücudumuzun her santimetrekaresinde hissedilen bir coşku… Kaybetmek tribünlerden içeriye adım atamayan büyük bir günahtı ve hiçbir taraftarının onu içeri sokmak gibi düşüncesi olamazdı, Futbol Tanrılarının kimse kızdırmak istemezdi çünkü. Rakip takımın mağlubiyeti, takımımızın galibiyetinden daha çok Şerbetçi 3 sevindirmesinin sebebi buydu belki. Birilerinin günahkâr olması gerekiyordu ve ezeli rakibinizin bu günahı bizleri Futbol Tanrılarının sevgili kullarından biri yapıyordu. Yüz elli bininci yaşını devirecek olan insanlık tarihi, hatırlanması zorunlu çok fazla nüansla dolu ancak onları hızlıca hatırlamak samanlıkta iğne aramak gibiydi daha da kötüsü samanlıkta ışık zerrelerinden eser yoktu. Ama geçen son yüzyılda futbolun evrenselleşmesi ve ülkelerin kendilerini ifade etme yoluna dönüşmesiyle samanlık aydınlandı ve samandan eser kalmadı. Yakın tarihimizi bir kitap olarak düşünürsek, futbol içindekiler sayfası olmalıydı. Celal Bayar’ın Demokrat Parti’yle kazandığı seçimin yılını kim hatırlayabilir? Ama 1950 Dünya Kupası’nda Maracanazo1’dan hemen önce olduğunu hatırlayabiliriz. 1986 hatırlamak istediğimizde önce Maradona’nın Tanrı’nın huzuruna çıkışını daha sonra NASA’nın içindeki 7 astronotuyla havada patlayan Challenger2’ ını hatırlıyoruz. Kısacası futbola dair her şey artık hayatımızın referans noktalarıydı. Nasıl bu kadar nefret edip bu kadar çok sevebiliyoruz bu oyunu? Futbol bizim çocuğumuz, ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyor; hata yaptığında da cezalandırmaktan da geri durmuyoruz. Ve bize Kopernik’in hatalı olduğunu hatırlatıyordu bu çocuk: Dünya Güneş’in etrafında değil futbol topunun etrafında dönüyordu. 1 1950 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın kendi evinde Maracana Stadı’nda Uruguay’a finali kaybetmesi üzerine bu mağlubiyet Brezilya medyası tarafından bir facia olarak görülmüş ve Maracanazo olarak adlandırılmıştır. 2 Challenger, NASA’nın bir uzay mekiği olup 9 başarılı uçuş gerçekleştirmiştir. 28 Ocak 1986’da havadaki 73.saniyesinde infilak etmiştir. Şerbetçi 4 Ülke nereye gidiyor, bu sağcılar solcular neden kavga ediyor, çocuk bugün ödevlerini yaptı mı, patron bayram tatili verecek mi, zam mı geliyor, hayat arkadaşım neden huzursuz, yeni bir ayakkabı alacak mıyım, yatımı bu yaz hangi limana demirleyeceğim, borsa düşecek mi… GOOOOOOOOOOOOOOOLL… GOOOOOOOOOOOLLLLLL… Meşin yuvarlağın ağlara girmesi aklımızı başımızdan almış, nerede ve hangi tarihte olduğumuzu unutmuş; çılgınlar gibi seviniyorduk. Eduardo Galeano, futbolun kitabını yazarken aynı zamanda hayatın gölgeli ve güneşli günlerini ele alıyor, zihnimize de her an futbola duyduğu o derin ve karşılıksız aşkı aşılıyordu. Ben de bu aşkı kalbimin en derinliklerde hissedenlerden biri olmaktan gurur duyuyorum ve bu gururu duyan insanlarla aynı duyguyu paylaşıyorum: Futbolu çok ama çok seviyorum.