Burhan 102 Mart 2014.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
¿mH
Batılıların gözü ile İslam’da kadının yeri nasıldır? Bakın neler demişler:
MARSILE POIZER [Çağdaş Fransız düşünür, İslam’ın İnsanîliği)
ğın her türlüsüne rastlar hale geldik. Hıristiyanlığın görünüşte sarıldığı tek kadınla evlilik teorisi
altın da üç büyük musibet ve kötülük kendisini
gösterir: Fuhuş, evde kalan kızlar ve evlilik dışı
çocuklar. Benzer toplumsal hastalıklar islam kanunlarının tam olarak uygulandığı ülkelerde nerdeyse hiç
bilinmemektedir. Ancak Batı Medeniyetleriyle temasa
geçtikten sonra oralarda sızıp yayılmıştır. Schmitz du
mulin tarafından kaleme alınan L’İslam isimli eserde1827 yılında bütün bir Osmanlı Başkentinde (İstanbul’da) bir tek genelev bulunmadığı ve şark’ta Frengi
denilen zührevi hastalığı bilinmediği kaydedilir. Şark
kadının çağdaş hayata karışıp geçim için koşturan
bu konuda erkeklerle yarışan ve pek çok mutsuzluk
ve bedbahtlıklara maruz kalan Batılı kız kardeşleriyle
aynı strese hedef olanlarından endişe ediyoruz. Kadının muhtaç olduğu esaslar, İslam’ın öğretileriyle tam bir uyum göstermektedir.
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Avrupalı Hıristiyanlara kadına saygı göstermeyi
öğreten, İspanya yoluyla Müslümanlardır. Kur’an’a
göre, kadın, erkekle aynı cevherde yaratılmıştır. (Kitap-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümü’nün ileri
sürdüğü gibi) kadının, erkeği asli günaha sevk
ettiğini söyleyemez. Kur’an’ın ve Hz. Muhammet’in öğretileri, kadın haklarının bıkmaz usanmaz
savunucuları olduklarını ispat etmişlerdir.
EMILE DERMENGHEM
Muhammed’in Hayatı)
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
(Fransız oryantalist,
Şunda hiç kuşku yoktur ki, İslam, Arap dünyasında kadının değerini yükseltmiş ve durumunu iyileştirmiştir. Hz. Peygamber “En hayırlınız
da, hanımlara karşı en hayırlı davranandır.”
Genç kızlar zorla evlendirilmekten, kadın malını tehditle yemekten, boşanma durumunda hakkının yitirilmesinden menetmiştir. Hz. Muhammed, dost hayatı yaşamaktan, cariyeleri fuhşa zorlamaktan
menetmiştir. Hangisi daha iyi: Yasal yolla çok
kadınla evlilik mi, yoksa metreslik yoluyla çok
kadınla birliktelik mi? Çok kadınla evlilik her
ikisi de tehlikeli olan, fuhşu ortadan kaldırırken kadınların da beraber kalmalarının çözümüdür. Kişi şark’ı gezmeli ki, orada aile edebinin ne
derece güçlü ve sağlam olduğunu görebilsin.
CTE HENRI DE CASTRE (Fransız Binbaşı, İslam ve Hatıralar)
Müslümanlardaki çok kadınla evliliğe nispet ettikleri kötülüklerin hepsi gerçek dışıdır. Şark’ta o rezaletleri
doğuran sebep, çok kadınla evlilik değildir. Rezaletler
tüm Şark’takinden çok daha fazlasına Paris, Londra,
Berlin’de rastlanır. Kadınlar peygamberlerine birçok
yönden şükran borçludurlar. Kur’an’da kadın hakları
ve erkeklerin onlara karşı görevleri konusunda ayetler
yer alır. Bir Müslümana göre hayâ ile bir Hristiyan’a
göre hayâ arasındaki fark, gökle yer arası kadardır.
ET. DİENT ( Fransız, İslam’ın Nuri İle )
İslam tabiat yasalarına uygun hareket eder. Kilise
ise hayatın bir çok alanında tabiata karşı demagoji yapar ve onunla çatışır. Hristiyanlıkta kandırmacılı-
W. DURANT (çağdaş Amerikalı yazar, Medeniyetler Tarihi)
İslam, Arap dünyasında kadının değerini yükseltti.
Müslüman kadının konumu Avrupa memleketlerindeki kadınınkinden önemli bir konuda farklılık göstermekteydi. Edebiyat ve bilimde çok sayıda müslüman
kadın yetiştirmişti.
J. S. RESTLER (Fransız, H. Arabiyye )
Kadın, çıkarını ilgilendiren konularda erkeklerle eşit bir çizgiye yerleştirilmiştir. İslam-i aile çocuğa
onun sağlığına ve eğitimine büyük bir özen gösterir.
Kız çocuklarının eğitimi yıllarca da şiir ve çeşitli ilimler
öğrenirler.
L. VECCIA VAGLIERI (İtalyan bayan araştırmacı,
Difa Anil İslam)
Evlilik konusunda İslam geleneği hayattan başka
bir şey talep etmez. Şu ana kadar, çok kadınla evliliği kesin olarak içtimai bir kötülük ve ilerleme yolunu
tıkayan bir engel olduğuna ilişkin her hangi bir delil
ortaya konulmuş değildir. İslam’da kadın mahkemeye başvurarak evliliğin feshini isteyebilir. Kötülüğe meydan vermemek ve sonuçlarını savmak
amacıyla müslüman kadının örtünmesi zorunludur, örtünme geleneği, İslam toplumu için
paha biçilmez faydalara kaynak oluşturmuştur.
( Onların Gözü İle İslam’da Kadın: Doç. Dr. Abdülaziz Hatip)
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Mart
Sayı:
Hz. Ömer’in Eşine Karşı Yumuşaklığı
Kadınların Cihadı 6
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Kadın 9
Toplumsal Hayat Ve Kadın 10
Kur’ân’ın Kadın Kahramanları 12
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Farklı mıdır, Değil midir? 18
Salih AYDIN
Musa KARACA
Kadınlarda Tokofobi’nin Nedeni Kariyer mi? 22
Kadın, Din Ve Popülerite 24
Talha AKA
İslâm’da Kadının Yeri 28
Asim AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Neden Kadın
"
&
(
)
*
+
,
(
$
%
"
&
#
)
-
.
$
/
%
*
#
1
!
"
1
Hayrunnisa NEBİOĞLU
Nurdan SAĞLAM
Gülsüm KIZIL
İslam Ve Kadın 34
Ahmet YAŞAR
36
Mehmet TALU
0
!
!
2
0
Hürrem Sultan’ın Suçu Ne? 42
Hasan BAŞAR
!
"
2
3
!
#
#
0
0
4
#
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki;
45
Ahmed Er-Rufai Hz.
!
Zeynep UZUN
Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? 32
Işık Huzmesi ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz
"
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
M. Emin KARABACAK
!
30
Hüseyin AVNİ
%
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
Prof. Dr. Ali AKPINAR
!
'
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
Havva BULUT
Kadının Namazı Erkekten
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Nureddin YILDIZ
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Serdar TAŞAR
4
5
!
"
2
!
#
#
0
0
#
Dostlarla Hasbihâl… 46
Murat TÜRKER
Mehmet Akif Mah.
Nimetullah Yurt Hocaefendi: “Tüm
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
sıkıntıların çaresi kelime-i tevhid söylemektir.” 48
Faks: +9 (0216) 398 94 69
İlahî Yasalara Uymak İçin Yaratıldık 52
burhandergisi@hotmail.com
www.burhandergisi.com
İktisat ve Ahlak 54
Röportaj
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Tarihten Günümüze İslamcılık Akımları
Aylık Süreli Yayın
6
(
7
)
:
)
7
*
7
*
(
)
;
/
+
)
(
+
8
.
*
(
.
<
*
*
8
(
*
)
%
8
'
%
*
)
'
*
(
*
%
%
%
*
7
I-Çağdaş Mürcie ve Çağdaş Haricilik Düşüncesi 60
7
%
<
)
7
6
(
+
(
6
7
%
)
(
%
9
)
*
)
+
(
=
6
-
(
8
)
+
*
%
$
*
%
)
%
%
)
$
*
7
)
+
Yusuf KARAGÖZOĞLU
$
Müslüman Saati 64
Ahmet HAŞİM
<
+
*
/
*
%
7
+
>
%
>
(
9
)
?
8
/
)
O En Çok Haticesini Severdi 66
Aydın BAŞAR
4
*
)
%
(
-
&
%
$
/
*
$
*
$
:
$
%
)
+
*
/
9
)
%
)
(
)
%
<
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
6
Kadınların Cihadı
Nureddin YILDIZ
10
Toplumsal Hayat Ve Kadın
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
12
Kur’ân’ın Kadın Kahramanları
Prof. Dr. Ali AKPINAR
34
İslam Ve Kadın
Ahmet YAŞAR
Hz. Ömer’in Eşine Karşı Yumuşaklığı
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Hz. Ömer’in dediği gibi hayat göz açıp kapayıncaya kadar
geçip gidiyor. Bu kısa ömürde bize düşen insanları kırmamak
ve özellikle hayat arkadaşımız olan eşimizle iyi geçinmektir.
4
Mart
Y
üce Allah, her insanı ayrı bir fıtratta yaratmıştır. Yüz hatları, ses tonları, ayrı
ayrı olan insanların mizacları da ayrıdır.
Hiç bir insanın mizacı diğerinin aynı değildir.
İşte bu, Yüce Allah’ın ne kadar büyük bir sanatkâr
olduğunu göstermektedir. Dört halifenin dördünün de huyu, suyu ve mizacı ayrı ayrıdır. Hz.
Ömer, biraz sert mizaclıdır. Ama o, çocuklara,
yetimlere ve eşine karşı çok yumuşak birisidir.
Mizacının sertliğini yakından bildiğimiz Hz.
Ömer’in eşine nasıl yumuşak davrandığını büyük âlim ve tarihçi Zehebî şöyle anlatır:
“Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir
adam, davranışlarını beğenmediği karısını
şikâyet etmek üzere halifenin evine gelir.
Kapının önüne oturur ve Hz. Ömer’in çıkmasını bekler. Derken içeriden bir gürültü kopar. Hz. Ömer’in hanımı koca halifeye bağırıp çağırmakta ve fakat Hz. Ömer ağzını açıp
da karısına tek kelime söylememektedir. Bu
hâli gören kapıdaki zavallı boynunu bükerek: “Bütün şiddetine ve sertliğine rağmen, üstelik
mü’minlerin emiri iken Ömer’in hâli böyle
olursa, benim derdime nasıl çâre bulabilir”
diye düşünür ve kalkıp giderken Hz. Ömer dışarı çıkar. Adamın arkasından: “Hayrola, derdin
neydi?” diye seslenir.
le onun yaptıklarına katlanıyorum.” Bu sözleri
duyan adam:
“Ey mü’minlerin emiri! Benim karım da
aynen öyledir.” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, adamı şöyle teselli etti: “Haydi kardeşim, karına katlanmaya
bak! Hayat dediğin göz açıp kapayana kadar
geçiyor!” (Zehebî, el-Kebâir, s. 179).
Evet, Hz. Ömer’in dediği gibi hayat göz
açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Bu
kısa ömürde bize düşen insanları kırmamak
ve özellikle hayat arkadaşımız olan eşimizle iyi geçinmektir. Yine Hz. Ömer’in dediği gibi
eşimiz, akşama kadar evin içinde bizim için
ve çocuklarımız için çalışmaktadır. Bu çalışma ve yorulma esnâsında bir de çocuklar yaramazlık yaparlarsa kadının kimyası
bozuluyor, dolup taşacak noktaya geliyor
ve çatacak birisini arıyor. Biz, eve gidince de
bize nazı geçtiği ve bize güvendiği için bize boşalıp rahatlamak istiyor. Lütfen, bu rahatlığı ona çok
görmeyelim ve üstüne gitmeyelim, anlayışla karşılayalım. Eşini Hz. Ömer’e şikâyet etmek için
giden sabırsız adam gibi değil de, eşine karşı yumuşak davranan ve onu anlayışla karşılayan büyük insan Hz. Ömer gibi olalım.
Adam da der ki: “Ey mü’minlerin emiri!
Karımın geçimsizliğini ve bana karşı olan
saygısızlığını şikâyet etmek üzere gelmiştim.
Senin karının da sana karşı olmadık sözler
söylediğini duyunca vazgeçip geri döndüm
ve kendi kendime: Mü’minlerin emiri karısıyla böyle olunca, benim derdime nasıl
devâ bulacak?” dedim.”
O zaman Hz. Ömer adama şunları söyledi:
“Kardeşim, karımın benim üzerimdeki hakları sebebiyle ona katlanmaya çalışıyorum.
Zira o benim hem aşcım, hem fırıncım, hem
çamaşırcım, hem de çocuklarımın süt annesidir. Halbuki o bütün bunları yapmak
zorunda değildir. Üstelik gönlümün harama
meyletmesine engel olan da odur. Bu sebep-
Mart
Saygı değer okuyucularım! Bizim örneğimiz Hz. Peygamber efendimiz ve bir de O’nun
çevresinde yetişen sahâbe-i kirâm efendilerimizdir. Biz, dinimizi ve yaşantımızı onlardan öğreneceğiz. Allah, onlardan râzı olsun,
bize her şeyi öğretti ve gittiler. Yüce Allah’a
nasıl kul olacağımızı, O’na nasıl ibâdet edeceğimizi, neyi nasıl yiyeceğimizi, neyi nasıl
giyeceğimizi, nerde nasıl konuşacağımızı,
ne zaman ne yapacağımızı, kime nasıl davranacağımızı, dostumuzu, düşmanımızı hepsini onlardan öğrendik.
Câmide, evde, sokakta, okulda, işyerinde, tarlada hâsılı hayatımızın geçtiği her
yerde onlara uyarsak kurtuluruz. Yoksa dünyamız da berbât olur âhiretimiz de.
5
Kadınların Cihadı
Nureddin YILDIZ
C
elam,
eyhiss
l
a
:
mber
rd u ki
u
y
Peyga
u
b
el di v e
n
ö
y
a
k adın
e
seninl
e
v
it
ın ! G
d
a
d e ki :
k
a
r
a
‘Ey
l
ın
n k ad
a
l
o
i e şli k
y
r
i
e
a
b
n
a
ı
as
be r
in k o c
n
a sı ,
i
r
m
i
l
b
a
n
ü
e
Si z d
gönlün
n
n
u
n
o
unları
,
i
b
s
e
ı
s
m
a
t
e
lm
mlu o
u
y
u
o na
nktir.’
e
d
e
n
h e p si
6
ihadın dindeki kadrini gösteren onlarca ayet ve
hadis vardır. Cihad, sıradan bir ibadet de
değildir. Zirvenin en üstünde duran bir
ibadet olarak cihad, Kur’an ayetlerinin ağırlıklı konularından, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin hayatının temel meselelerinden biridir.
Cihadı, sadece meydanlarda kılıç kuşanmaktan
ibaret zanneden anlayışı bir kenara bırakırsak,
cihadın hayatı kuşatan her insanî eylemde görülebilecek bir ibadet olduğunu rahatlıkla anlarız.
İster ‘meydanda kılıç kuşanmak’ anlamında alınsın
veya ‘Allah’ın adının yücelmesi için yapılan her
iş’ anlamında alınsın, cihad kesinlikle imanın gereğidir.
İmanın gereği olan bir iş de iman eden herkesin ana gayelerinden biridir. Dönemlerden bir dönemde gündem
dışı kalmış olması, Müslümanların dünyevileşme hırsından dolayı ikinci plana itilmesi, onun kadrini azaltmaz.
Cihad, Kur’an ayetleri okunduğu sürece bir numara ibadetlerdendir. Şehitlik konuşuldukça cihad da konuşulacaktır. İnsanlar, onun anlamını
evirip çevirmekle Kur’an ve hadislerin diktiği bir
bayrağı indirmeye muvaffak olamayacaklardır.
Mart
Kur’an’ımız, çeşitli ayetlerinde cihadı öne
çıkaran açık mesajlar vermektedir. Tevbe suresinin 111. ayeti, Allah Teâlâ’nın cennet karşılığında müminlerden canlarını ve mallarını aldığı
bir alışverişten söz etmektedir. Saff suresinin 1012. ayetleri ise, iman edenleri elim bir azaptan
kurtaracak bir ticarete davet ettikten sonra o
ticaretin, Allah’a iman ve Allah yolunda mal
ve canla cihad olduğunu, bunun da bilenler
için daha hayırlı olacağını haber vermektedir.
Bakara suresinin 218. ayeti de, iman eden, hicret
eden ve Allah yolunda cihad edenlerin Allah’ın
rahmetini umacaklarını beyan eder. Tevbe suresinin 20-22. ayetleri ise iman ve hicret edip Allah
yolunda cihad edenlerin Allah katında en büyük makama sahip olacaklarını, onlara rahmet
ve razılık müjdesinin, ebedi kalacakları cennet
haberinin verileceğini bildirir. Âl-i İmran suresinin 169-171. ayetlerinde ise Allah yolunda cihad
ederken öldürülenlerin ölü olarak anılmamalarını, onların Rableri katında diri olduklarını,
Allah’ın nimetleri içinde yüzdüklerini haber
vermektedir.
Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste (İman,
8/2616) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Muaz
bin Cebel radıyallahu anha, cihadı İslam’ın en
zirvesi olarak tanıtmıştır.
Cihadın faziletini anlatan ayet ve hadisler, burada zikredilenlerle sınırlandırılamaya-
cak kadar çoktur. Bu da bütün Müslümanları en
azından cihadı tazimle anan, mücahide saygı
gösteren bir konuma getirmiştir. Erkeğiyle kadınıyla Müslümanlar, cihad eden veya cihada
destek veren durumunda olmayı istemişlerdir.
Kadınlar da bilhassa sahabe döneminde cihad
eden durumda olmayı arzulamışlardır.
Cihadın
hükmü
Cihadın
Hükmü
Umumi istilâ gibi olağan üstü durumlar
dışında cihad, farzı kifaye bir emirdir; bir grup
Müslüman’ın yerine getirmesiyle diğer Müslümanlardan düşer. (el-Fıkhu’l-İslami, 6-416) bu hüküm, İslam mezhepleri arasında ittifak edilmiş
bir hükümdür.
Kadının
KadınınCihadı
cihadıİçin
içinHüküm
hüküm
Fukaha, kadına cihadın farz olmadığına
dair görüş birliği içindedir. Çünkü cihadı bütün
Müslümanlara farz olarak belirleyen Kur’an
ayetlerini, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisi şerifleri erkeklere özelleştirmiş,
kadınları bu hükmün dışına taşımıştır. Kadınlara cihadın farz olmadığına dair hadisler, sahih ve sarih hadislerdir. Tartışma götürür bir yönleri yoktur. Bu
hadislerin bir bölümü, Buharî, Nesaî gibi ana kaynaklarda mevcuttur. Buharî’nin de rivayet ettiği bir
hadiste Aişe radıyallahu anha validemiz, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve selleme cihada kadınlar olarak da
katılmayı arzuladıklarını söyleyince ona cevap olarak
kadınların cihadının hacc olduğunu söylemiştir. (Buharî, Cihad, 62/2875) Bu hadisleri esas alan
fukaha, kadına cihadın farz olmadığına hükmetmiştir.
Ancak kadına cihadın farz olmaması, ona cihadın yasak olması anlamına gelmez. Zira sahabe
kadınlarından bazılarının cihada çıktığına dair sahih
rivayetler de vardır. Farz olmamakla yasak olmak arasındaki farka dikkat edilmesi gerekmektedir. Kadın,
fıtratı ve konumuna uygun görevleri icra etmek
üzere istemesi halinde cihada katılabilir. Yalnız farzı kifaye olan bir cihada katılabilmesi
için evli olması halinde eşinin izni olması şarttır. Çünkü kadının eşiyle ilgili görevleri, onun
için farzı ayın durumundadır. Farzı ayın görevi bırakarak farzı kifaye bir göreve gitmesi ise
caiz değildir. (el-Fıkhu’l-İslamî, 6/416)
Mart
7
Neden
kadına
cihad
farz deNeden
Kadına
Cihad
Farzğil?
Değil?
Bir: Cihad, diğer ibadetlere göre ağırdır.
Erkek bünyesinin kaldırmaya daha müsait olduğu yükümlülükler ihtiva etmektedir. Bilhassa
meydan savaşı şeklindeki cihad, kadının yaratılışı itibarı ile kaldırabileceği bir amel olmadığı için ondan muaf tutulmuştur. Bu da İslam
Şeriatı’nın, insan fıtratına dikkat eden ahkâmı
ihtiva ettiğini gösteren işaretlerden biridir.
İki: Kadın, evinde oturmak, tesettüre riayet etmekle emredilmiştir. Hareketli bir cihad
görevi, kadının en önce tesettürü açısından
Farklı kadın
Farklı Kadın
Esma binti Yezid radıyallahu anha, ashabının
arasında bulunduğu bir esnada Resûlullah sallallahu
aleyhi ve selleme gelerek cihad özlemini dile getirmiş
ve erkek sahabilerin huzurunda çok açık cümlelerle
kadınlara ait düşünceleri dile getirmiştir. Onun konuşması ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ona
cevabı oldukça dikkat çekicidir:
‘Ya Resûlellah. Anam babam sana feda
olsun. Ben kadınları temsilen sana geldim. Allah azze ve celle, seni, erkek ve kadın herkese
gönderdi. Doğuda veya batıda beni duyan bir
kadın yoktur ki bu sana gelişimde benim gibi
Kadın, evinde oturmak, tesettüre riayet etmekle emredilmiştir. Hareketli bir
cihad görevi, kadının en önce tesettürü açısından sakınca oluşturmaktadır. Bu nedenle
kadının tesettürünü koruması, meydanda cihad etmesinden evlâ görülmüştür.
sakınca oluşturmaktadır. Bu nedenle kadının
tesettürünü koruması, meydanda cihad etmesinden evlâ görülmüştür. Cihadın herkes için
farzı ayın olduğu durumlar istisna tutulacak
olursa kadın, evinde oturmakla da cihaddan
daha aşağıda bir görev ifa etmiş olmamaktadır.
Üç: Kadın, doğuran, eşinin iffetini koruyan, Müslüman erkeği harama düşmekten koruyan bir kaledir. Kadın, nesil yetiştiren bir
okuldur. Onun evinde oturması, aynı zamanda
cephede cihad eden mücahitler yetiştirmesi
demektir. O evinde otururken bile ifa ettiği görevleri ile bir tür cihad etmektedir zaten. Hatta onun ifa ettiği cihad, cephedeki mücahidin
yapamayacağı bir cihaddır. Zaten cephedeki
cihad da, insan kazanmak, imanı ayakta tutmak için yapılmaktadır. Kadının evinde yaptığı
da odur ya da o olmalıdır. Kendisinden cihad
sevabını elde etmek için cihada çıkma izni isteyen kadınlara Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin söylemiş olduğu şu cümle, kadın ve
cihadın nerede nasıl bir araya geldiğini gayet
güzel izah etmektedir: ‘Sizden birinin evindeki
sıkıntısı, ona Allah yolunda cihad sevabını kazandırır.’ (Şuabu’l-İman, 8368)
8
düşünmesin. Sana da seni gönderen ilahına
da iman ettik. Biz kadınlar, evlerde kısıldık
kaldık. Şehvetlerinizi gideriyoruz, çocuklarınızı taşıyoruz. Siz erkeklerin, cuma ve cemaat,
hasta ziyareti, cenazeye katılma, hac üstüne
hac üstünlüğü var. Bundan da üstünü cihad
farkı var. Sizden bir erkek hacca, umreye veya
cihada çıktığında mallarınızı koruyoruz, elbisenizi dikiyoruz, çocuklarınızı büyütüyoruz.
Bizim sevabımız ne olacak ya Resûlellah?’
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bütün
yüzüyle ashabına döndü. Buyurdu ki: ‘Dini konusunda, bu kadından daha güzel konuşan bir
kadın gördünüz mü?’ Dediler ki: ‘Ya Resûlellah;
bir kadının böyle konuşabileceğini zannetmezdik.’ Peygamber aleyhisselam, kadına yöneldi ve buyurdu ki:
‘Ey kadın! Git ve seninle beraber olan kadınlara de ki: Sizden birinin kocasına iyi eşlik
etmesi, onun gönlünü alması, ona uyumlu olması bunların hepsine denktir.’
Kadın, sevincinden tekbir ve tehlil getirerek ayrıldı. (Şuabu’l-İman, 8369)
Mart
Kadın
Anne olma şerefine mazhar olmuş varlık;
kadın.
Allah Teâlâ’nın akıllara durgunluk veren, insanı dünya sahnesine çıkarışının aracı; kadın.
Kadınlar için övünç duyulacak bir durum ki Allah azze ve celle kadını bu kutlu,
kıymetli olayda vesile kılmıştır. Cenini ana
rahmine yerleştirmiş, orada 9 ay gibi bir süre muhafaza etmiş, anne ve bebek arasındaki kordon
bağıyla bebeğin besin ihtiyacını gidermiştir. Her
şey öylesine muntazam, yerli yerinde ayarlanmıştır ki! Bebeğin barınabilmesi için elzem olan
her şey ana rahmine yerleştirilmiştir. Kur’an’ın
birçok yerinde zikredildiği gibi akıl sahipleri için bunda birçok ibretler vardır. İnsan
sadece bu olaya baksa kendisini yoktan bir
var edenin olduğunu anlar, hemen o yüce
yaradana nasıl şükredeceğinin arayışına girer. Çevremizde bir günde pek çok bebek dünyaya geliyor, biz ise sıradan bir vâkıaymış gibi
üzerinde hiç düşünmüyoruz. Hâlbuki tefekkür
edip imanımızı kuvvetlendirmeye o kadar
ihtiyacımız var ki!
Öte yandan kadınlık vasfının gelebileceği
en son nokta; Hz. Fatıma, Hz. Hatice, Hz.Rabiatü’l adeviyye’dir. Bugün onlar gibi birinin çıkması
imkânsız gibi bir şeydir. Çünkü dünya ziynetleri
insanları, özellikle de kadınları o kadar oyalamış, o kadar kulluğunun gereğini unutturmuş ki
o muhterem annelerimiz gibi olmaları çok zordur.
İnsanların ilk sırada ibadetleri olması gerekirken, ibadetler dünya meşgalelerinin arasına sıkıştırılır hâle geldi ne yazık ki! Kadın
bir zamanlar bu kadar şeref timsaliyken bugün bir
meta, alışveriş aleti hâline getirildi. Kadın böylece
kendine değer verildiğini düşündü, kendini özel
hissetti. Âmâ bilmedi ki adeta bir “eşya” gibi kullanıldı, insanların elindeki ürünü satması için reklam malzemesi oldu. Batı özentisi kadını öyle
bir hâle çevirdi ki bayan’ı boyan, sayın’ı
soyun anladı, boyandıkça boyandı soyundukça soyundu. Hâlbuki İslam kadına öyle
bir değer verdi ki onun kadınlığını ön plana
çıkarmadı, onu kötü nazarlardan korumak
için tesettür nimetini verdi. İnsan, kendi
gözünden sakındığı, insanların görmesini
istemediği şeyi örter tıpkı mektubunu zarfa
koyduğu gibi. Kadın da aynen böyledir, değer vermeyen kadınlığını teşir eder, değer
veren ise nasıl koruyacağını bilemez. Bugün
çıplaklık medenilik anlamına gelir oldu. Şairin de
dediği gibi “medeniyet dediğin açmaksa bedeni desene hayvanlar bizden de medenî.”
sözü buna verilecek en güzel cevaptır herhalde.
Diğer bir mevzu ise günümüzde de sürekli
tartışılan kadın-erkek eşitliği, kadının mı erkeğin mi üstün olduğudur.biz şunu biliyoruz ki üstünlük yalnızca takvadadır. İslam
dininde cinsiyet taassubuna yer yoktur; kadın da erkek te aynı konumdadır. Ne erkek
kadından üstün, ne de kadın erkekten daha
az değerlidir. İnsanları üstün kılacak olan
cinsiyeti değil, takvasıdır.
Güç açısından bakacak olursak ise kadın da erkek de fıtratının gereğini kabullenmelidir. Bugün feminizm adı altında kadının da
erkek kadar güçlü olduğu, iş hayatında kadının da
olması gerektiği savunuluyor. Kendi iradeleriyle Allah’ın yüklemiş olduğu sorumluluklara
daha fazlasını yüklüyorlar. Allah’u Teâlâ kadına her ay hayız görme, emzirme, doğum
gibi şeyleri yüklemiştir. Kadına duygusallık,
hassaslık, korunmaya muhtaçlık vermiştir.
Kadın ise bütün bunlara aldırmadan aile reisliğine soyunuyor. Bir evin geçiminden sorumlu
olan erkektir. Bu da Allah’u Teâlâ’nın tıpkı kadına yüklediği sorumluluklar gibi erkeğe yüklediği
sorumluluktur. Ailesinin geçimini sağlayacak
olan, eşini koruyup gözetecek olan erkektir.
Nitekim ayet-i kerimede de “erkekler, kadınlar
üzerinde koruyucu, gözetleyicidir.” buyrulmaktadır. Herkes görevini bilse günümüzdeki gibi
evliliklerde problem çıkmaz. Kadın yaratılışının narin, zorlukla başa çıkmada zayıf olduğunu bilecek, erkek de kadına nispeten
zorlukla mücadele konusunda daha güçlü
olduğunu bilecek. Kadın, güçlü görünmeye
çalışıp korunmayı reddetmemeli, erkek de
sorumluluğundan kaçmayıp ailesini koruyup gözetmelidir.
Mart
9
Havva BULUT
Toplumsal Hayat Ve Kadın
Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Bir hanım kardeşimizden, kadının toplumsal hayattaki rolü konusunda zikre değer tesbitler ihtiva eden
bir e-posta aldım. Uzunca bir metinden oluşan o e-postanın önemli yerlerini aşağıya alıyorum:
“(...) Dr. Muhammed Ekrem Nedwi veya Muhammet Yılmaz’ın “İbn Hacer’in Hocaları Bağlamında Kadın Hadisçiler kitaplarını okuduğumuzda,
kadının İslami ilimler bağlamında İslam toplumunda ne kadar aktif olduğunu görüyoruz. Daha
doğrusu soru şu: Görüyor muyuz hocam, görmeli miyiz?
Kadınların ağırlıkta hadis rivayet etmeye
ve ezberlemeye yoğunlaştıklarını ve muhaddis
olmalarını delil olarak kullanarak kadının toplumun merkezinde, daha doğrusu toplumun içinde
olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa muhaddis sadece bir arşiv midir ki, Resulullah (s.a.v)’in hadislerini
toplar, ezberler ve aktarır. Bu konu bağlamında
kadının dışarıda/toplumun içinde aktif olduğunu
söyleyebilir miyiz?
10
“Bu hafta Cuma günü İslam Tarihinde (...) Kadının Toplumdaki Rolü’nü işlemeyi düşünüyorum. Zikrettiğim kitapları okuduğumda şöyle bir tablo ortaya çıktı:
Kadınlar İslamî ilimleri öğreniyor ve öğretiyor.
Sandığımız kadar toplumdan soyutlanmış, sadece evinde duran ve çocuk yetiştiren bir figür
değil. Asla evde durup çocuk yetiştirmeyi kötü
ve değersiz saymıyorum. Sadece İslam tarihinde
kadının konumu gerçekten nerede idi ki, buradan yola
çıkarak bugün için de kadının toplumdaki rolünü benimseyelim? (Aslında burada da küçük bir soru ekleyebiliriz: İslam tarihine bakıp kadının bugünkü konumunu
belirlemeli miyiz? Bugünün şartları kadının rolünü belirlemede ne kadar rol oynamalı?) Yoksa muhaddisler
hakkında yazarken aslında biraz da kelimeler mi bizi
yanıltıyor? Yani muhaddis dendiğinde toplumda çok
aktif olan bir alime akla geliyor; ama muhaddis olmaları gerçekten kadını toplumda sandığımız kadar aktif
yapıyor mu? (...)
“Resulullah (s.a.v)’in hayatına baktığımızda hanımların sağlık ve ilim alanlarında aktif olduklarını görüyoruz. Bu zamana baktığımızda evren
Mart
boşluk kabul etmez ilkesine dayanarak (...) hanımlarımıza bu alanlarda bilgi sahibi olarak aktif bir şekilde
cihad etmelerini mi telkin etmeliyim, yoksa anneliğe,
evin (içinin) inşasına ve çocuk yetiştirmeye ağırlık
vermelerini mi, yoksa her ikisini birden yapmalıyız mı
demeliyim?...”
Bazı yerlerdeki cümle düşüklüklerine küçük müdahaleler ve e-posta sahibinin kimliğini belli edebilecek mahiyetteki yerlerin hazfı dışında yazıda herhangi
bir tasarruf yapmadım. Cevabım -şimdi yaptığım bazı
küçük ilavelerle birlikte- şöyle oldu:
Modern zamanlar öncesinde müslüman kadın,
“dışarıdaki” hayatta kendisine ihtiyaç duyulan
eğitim, ticaret, sağlık... vb. alanlarda elbette
var olmuştu. Ama sadece “kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar. Bir başka deyişle, modern zamanlar
öncesinde “dışarıdaki” kadınların sayısı ile erkeklerin sayısı arasında bir kıyaslama yapmak mümkün
değil. Zira “dışarıdaki” hayatın erkeklerin egemenliğinde yürüdüğünde şüphe yok.
Esasen bunun şaşırtıcı bir yanı yok. Zira “içerideki” kadın, aslında bu ümmetin geleceği olan
çocuklarının eğitimi ile meşguldür. Bugün adına “okul öncesi eğitim” dedikleri bu süreç, mutlaka anne-çocuk iletişiminin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiği bir ortamda yürütülmesi gereken bir süreçtir.
Zira pedagoglar çocuğun en kalıcı bilgileri 0-6 yaş
arasında aldığını söylüyor. Bu çağdaki bir çocuğa annesinin tıbiî/fıtrî bir iletişimle verdiğini hangi kurum,
hangi eğitim metodu ve eğitimci verebilir?
Dolayısıyla “İslam’da kadının rolü” başlıklı
çalışmaların pek çoğunda gördüğümüz gibi, “Aslında İslam kadını sosyal hayatta ikinci plana itmemiştir; bunu yapanlar “geleneksel” bakış açısına sahip olan müslümanlardır” türünden söylemler
son derece yanıltıcıdır. Kadın evin dışında ancak
kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olmalıdır. Tıpkı erkeğin evin içinde kendisine ihtiyaç
duyulduğu kadar var olması gerektiği gibi. Fıtrat, tabii hayat ve İslam bunu gerektirir.
Modern hayat algısı bize hayatın sadece “dışarıdakinden”, yani sokaktakinden ibaret olduğu düşüncesini telkin ediyor. Aklımıza karıştıran esas nokta
Mart
burası. Hayat niçin “evin dışından” ibaret olsun
ki?! Evin içi de “en az” dışı kadar önemlidir oysa ve
orası kadının sorumluluğuna verilmiştir. Bizi yanıltan
nokta şurası: Dışarıdaki hayat modernite tarafından
inşa edildiği için, erkekle kadını yanyana/birlikte
görmeye alıştırılmış bulunuyoruz. Oysa kadınla erkeğin -zikri burada çok yer alacak pek çok
sebep dolayısıyla- hayatın ayrı ayrı cephelerini
inşa etmekle görevli olduklarını düşünürsek
mesele biraz daha kolay kavranır hale gelecek.
Yani modern bir duruma, modern olmayan bir durumdan, modern algıyla örtüşen cevaplar arıyoruz!..
Modern hayat kadının, hayatın hiçbir alanında
erkekten geri kalmadığı tezini işlerken, aslında kadınları evlerinden çıkmaya tahrik ve teşvik ediyor. Kadınlar evlerinden çıkınca ne olacak? Erkeklerle birlikte
“dışarıdaki” hayatı inşa edecekler. Ya evin içindeki
hayat? Onu kim inşa edecek? Geleceğimiz olan
çocuklarımızı okul, medya, internet ve sokak
terbiye (!) edecek, bizse “kadın erkek eşitliği”
ideolojisinin gereklerini yerine getirmek suretiyle “İslam’da kadın hakları”nı savunmuş olacağız???
Efendimiz (s.a.v), kadının kıldığı en efdal
namazın, evinin en kuytu köşesinde kıldığı namaz olduğunu haber veriyor. Bugünün Diyaneti kadınları camilere çekmekle aslında sokağa
çekmeye, adeta evinden uzaklaştırmaya çalışıyor ya da şöyle diyelim: bunu yapanların ekmeğine yağ sürüyor. Asr-ı saadetteki kadının camiye
gidiş gerekçesiyle bugün kadını camiye çekmek isteyenlerin gerekçesi, arka planları ve
hedefleri arasında kesinlike bir irtibat yok.
Müslümanların yapması gereken en
önemli işlerden birisi, “ev içi” hayatı yeniden
ihya etmek ve hayatı -özellikle de kadınlar
için- sokaktan eve taşımaktır. Elbette bunun sosyal bir olgu olarak bugünden yarına ve “tek başına” gerçekleşebileceğini söylemiyorum.
İslam, erkeğe ayrı, kadına ayrı mükellefiyetler
yüklemiştir. Kadının sosyal hayata “itilmesi”, ona
ve aile kurumuna yapılabilecek en büyük zulümdür. Unutmayalım, adalet, herşeyin olması
gereken yerde olmasıdır. İslam adaleti böyle
tarif etmiştir.
11
Kur’ân’ın Kadın Kahramanları
Prof. Dr. Ali AKPINAR
T
üm insanlığa, hayat rehberi olarak gelmiş
olan Kur’ân, kadın erkek herkese hitap
eder. Onda, her iki cinsin problemlerinin çözümü,
her iki cinsi her iki dünyada mutlu kılacak olan temel ilkeler mevcuttur.
mber
pe y ga
r ın
dan
adınla
k
Kadın
ü
k
n
ve
tir, çü
ş
i
k
m
a
e
m
r
m
l
u
e
ğ
g
do
i
r
e
b
k g ib
m
e
a
m
g
r
y
i
e
t
p
iş
r yet
e
b
m
a
ardı.
pe y g
v
i
r
e
l
g ö re v
büyük
İnsan olma bakımından olduğu gibi, Allah’a kul olma bakımından da kadın erkek eşittir. Kulluk yarışı, her iki cinse de açık olup bu yarışta zaman zaman erkekler, zaman zaman da
kadınlar ileri geçmişlerdir.
İslam’ın ilk döneminden itibaren bu kutlu
yarışta erkekler kadar kadınlar da yerlerini almışlardır. Tarihin görünen sayfalarına kadın kahramanların isimleri çok fazla yazılmamış olsa bile, elde
edilen başarı ve başarısızlıklarda erkekler kadar, görünmeyen ya da görmezden gelinen kahramanlar olarak
kadınların da katkısı ve sorumluluğu vardır.
Kur’ân, Arap dilinin kuralları gereği, genel olarak
söylemini eril (müzekker) zamirler üzerine kurmuştur.
Şöyle ki onun tüm insanlara yönelik genel çağrılarında
12
Mart
eril kalıplar kullanılmıştır. Bu, erkeğin kadından üstün
olduğundan değil, dilin kuralları gereğidir. Örneğin
yüze yakın ayette geçen “Ey iman edenler” kalıbı,
erildir ve “Ey iman eden erkekler” anlamınadır.
Ama bu kullanım, kadın cinsini de içerisine alır.
Nitekim Kur’ân’ın indiği dönemde bu durum,
bazı annelerimizin dikkatini çekmiş ve onlar peygamberimize gelerek şöyle demişlerdir:
“Ey Allah’ın peygamberi! Yüce Allah’ın
hicret konusunda kadınları andığını duymayacak mıyım?”
Onun bu sorusu üzerine Yüce Allah şu ayeti indirmiştir: “Sizden erkek olsun kadın olsun, hiç
birinizin çalışmasını boşa çıkarmayacağım. Zaten siz birbirinizdensiniz..” (3/195)
Ensar hanımlarından Ümmü Umare, yahut
Esma bint Umeys Peygamberimize gelip şöyle demiştir: “Bakıyorum da her şey erkeklere, kadınların hiçbir konuda esameleri okunmuyor?”
Onun bu sorusu üzerine şu ayet inmiştir:
“Müslüman erkekler ve Müslüman hanımlar.. İmanlı erkekler ve imanlı hanımlar..
İtaatkar erkekler ve itaatkar hanımlar.. Doğru
dürüst erkekler ve doğru dürüst hanımlar.. Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat
hazırlamıştır.” (33/35)
Nitekim Peygamberimizin eşlerinden Ümmü
Seleme, evinde bir gün saçlarını taratırken Hz. Peygamber’in mescidden “Ey İnsanlar” diye seslendiğini duymuş ve saçını taramakta olan kadına “Bırak sonra tararsın” demişti. Kadın, “O erkekleri
çağırıyor, kadınları değil” deyince de ona “Ben
de insanım, biz insan değil miyiz?” diyerek Peygamberi dinlemeye çıkmıştır.
Öte yandan Kur’ân, mesajı evrensel olsun, bütün yer ve zamanlara hitap etsin diye yer ve şahıs
isimleri üzerinde çok fazla durmaz. Onda geçen erkek
isimlerinin başında sınırlı sayıda peygamber ismi ve
yeryüzü coğrafyasının kilometre taşı olan birkaç yerin
ismi geçer.
Aynı şekilde Kur’ân’da kadın ismi de çok fazla geçmez. Ama bu Kur’ân’ın, ayetlerinde kadınlardan özel olarak bahsetmediği anlamına gelmez.
Kur’ân’da yalnızca Hz. Meryem’in ismi açıkça
ve pek çok ayette otuz dört kere tekrarlanır.
Bunun yanında Kur’ân, tarihe geçmiş pek çok
mümin hanımdan bahseder. Pek çok konudaki örneklikleriyle her biri yolumuzu aydınlatan Kur’ân’da
bahsi geçen ve her biri ayrı bir yazı konusu olan bu
hanım kahramanlar ve onların hayatlarındaki ölümsüz mesajları şöylece özetleyebiliriz:
Kur’ân ÖNCESİ
Öncesi Dönemdeki
A. A.
KUR’ÂN
DÖNEMDEKadın
Kahramanlar
Kİ KADIN KAHRAMANLAR
Hz. Havva:
İlk yaratılan kadın/Eş/Ana.
Yüce Yaratıcı, Hz. Âdem’den hemen sonra onu
yarattı. Zira insan hayat kadın erkek birlikte yaşamalıydılar. Öyle de oldu. Âdem ile Havva cennet hayatını birlikte yaşadılar. İlahî emre birlikte muhatap oldular. Yasak meyveden birlikte
yediler. Birlikte atıldılar cennetten. Birlikte
“Müslüman erkekler ve Müslüman hanımlar.. İmanlı erkekler ve imanlı hanımlar..
İtaatkar erkekler ve itaatkar hanımlar.. Doğru dürüst erkekler ve doğru dürüst hanımlar..
Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (33/35)
Mart
13
tevbeye sığındılar, birlikte affa mazhar oldular
ve dünya hayatını birlikte yaşadılar. Her ikisi de
insanlığın atası oldular. Ve insan yetiştirme sanatının ilk birincil ustası Hz. Havva oldu. Peygamber eşinin yar ve yardımcısı oldu hep.
Hz. Hacer:
Tevekkül ehli teslimiyetçi kadın.
Hz. İbrahim’in eşleri Hz. Hacer ve Hz. Sâra, her
namazda okuduğumuz salavat dualarında andığımız
Âl-i İbrahim’den iki hanım efendidir. Her ikisi de hem
peygamber eşidirler, hem de peygamber annesidir-
Hz. Meryem:
Kur’ân’a adını yazdıran kadın.
Kadınbaşına kirli toplumda tertemiz kalmasını bilen iffet abidesi. O, Yahudi din baronlarının kadını insan yerine koymadıkları, hayattan
tecrit ettikleri, onu sadece şehvet aracı olarak
gördükleri bir dönemde yaşadı. Yüce Allah, onu
Hz. Zekeriya’nın himayesinde mabede yerleştirdi. Bir
erkekle beraber olmadan, ona İsa’yı lutfetti.
Böylece, kadını adam yerine koymayan dünün,
bugünün ve yarının erkeklerine, erkek olmadan
da kadın çocuk doğurabilir mesajını sundu.
Onların utanma duyguları, erkeklerin arasına karışmaktan onları alıkoyuyordu.
Onların iffetleri yürüyüşlerine yansımıştı. Kırıtarak, cilveli yürümekten kaçınıyorlardı.
Zira Kur’ân, ayaklarını yere vurmadan yürümeyi, ayak zinet seslerini bile yabancı
erkeklere duyurmayı yasaklamıştı.
ler. Bir düşünürümüzün dediği gibi, kadından
peygamber gelmemiştir, çünkü kadınların peygamber doğurmak ve peygamber yetiştirmek
gibi büyük görevleri vardı. Hz. Hacer’den bize kalan pek çok ölümsüz hatıradan biri de hac ve umre
ibadetlerinin temel rükünlerinden olan sa’y
(Safa ve Merve Tepeleri arasındaki yedi gidiş geliş)
ibadetidir. Sa’y, kadın da olsa her insanın meşru zeminde koşturmasının, çalışıp çabalamasının gereğini
vurgulayan bir eylemdir.
Hz. Sâre:
Meleklerin müjdesine nail olan kadın.
Melekler, İbrahim peygamberin yanına bir
evlat müjdesi ile gelmişler, onların konuşmasını Sâra Ana işitmiş ve hayretle gülmüştü. Onun
melek misafirlerinin yanındaki bu duruşu ve
gülüşü Kur’ân’a geçmiştir.
Hz. Şuayb’ın haya abidesi kızları:
Ayetlerde (28/23-25) açıklandığı üzere Onlar
peygamber kızlarıydılar. Onlar peygamber eşi olmaya namzettiler. İhtiyar babaları vardı, evin dışında bir
takım işleri görmek zorundaydılar. Onların utanma
duyguları, erkeklerin arasına karışmaktan onları alıkoyuyordu. Onların iffetleri yürüyüşlerine yansımıştı. Kırıtarak, cilveli yürümekten
kaçınıyorlardı. Zira Kur’ân, ayaklarını yere vurmadan yürümeyi, ayak zinet seslerini bile yabancı erkeklere duyurmayı yasaklamıştı.
Firavun’un Eşi Hz. Asiye:
Firavun’a rağmen iman abidesi kadın.
O, inancı uğruna şahadeti göğüsleyip
ölümsüzleşirken, kötü kocaların yanında ve
kötü çevre şartlarında mümince duruşun ibretli duruşunu sergiledi ve kadın erkek herkese
örnek oldu. Firavun onun bedenine hükmetti
belki, ama gönlüne asla hükmedemedi, imanına müdahale edemedi.
Sebe’ Kraliçesi Belkıs: Yetkin yönetici.
Hz. Süleyman döneminde Sebe’ ülkesinin
başında bulunan, dirayetle ülkesini yöneten,
14
Mart
istişaresiz hiçbir iş yapmayan, savaş konusunda son derece titiz olan donanımlı bir hanım.
Hz. Yusuf’un Efendisi Zeliha:
Entrikacı kadın.
O, nefsine uyarak önce Hz. Yusuf’u ayartmaya çalıştı, sonra ona iftira etmeye kalkıştı,
onu zindanlarda çürüttü. Ama sonunda hatasını anladı, pişman oldu ve tevbe etti.
Yusuf suresinde Aziz’in karısı yanında, sarayın
entrikacı kadınlarından da bahsedilir.
Ayrıca Kur’ân’da Hz. Musa’nın vahye muhatap olan annesi, onun kız kardeşi, Imran’ın karısı
ve Hz. Meryem’in annesi, Hz. Zekeriyya’nın karısı
gibi kadın kahramanlar mevzu bahis edilir. Bir de
Kur’ân’ın indiği dönemde yaşayan hanımlardan
bahseden ayetler vardır.
vakarı, iffeti olmayı, dünyanın ahirete göre geçici oluşunu ve daha pek çok konuyu onlara
hitap ederek herkese anlattı. (33/28–35, 33/59,
65/1–3, 66/1–5)
• Hz. Aişe: Müminlerin anası çocuksuz,
bilge kadın. Sadık eş.
Çok arzu etmesine rağmen, Yüce Allah
ona bir çocuk vermedi. Ama o, tüm ümmetin
annesi oldu. Çocuğu olsaydı, çocuklarının annesi
B.B.KUR’ÂN’IN
İNDİĞİ
DÖNEMDE
olacaktı, çocuğu olmadı milyonların annesi oldu. ÇoKur’ân’ın İndiği Dönemde
YAŞAN
KADIN
KAHRAMANLARI
cuk denecek yaşından itibaren Hz. PeygambeYaşan Kadın Kahramanları
re ve vahye yakın oldu, keskin zekâsıyla bütün
Yukarıda Kur’ân’a muyönleriyle dini kaynağınhatap olma bakımından
dan öğrendi ve dinin kaO, inancı uğruna şahadeti
kadın erkek eşit olduğunu
dınlara açılımında çok
göğüsleyip ölümsüzleşirken, kötü
ve bu meyanda Kutsal Kiönemli görevler ifa etti.
kocaların yanında ve kötü çevre
tabımızda pek çok kadının
O gün onunla, münafıklar
söz konusu edildiğini söyşartlarında
mümince
duruşun
ve onların oyunlarına gelen
lemiş ve bunlardan Kur’ân
bazı Müslümanlar uğraştı,
ibretli duruşunu sergiledi ve kadın
öncesi dönem kadın kahona iftira atacak noktaya
erkek herkese örnek oldu. Firavun
ramanlardan kısaca bahgeldiler, ama bu çabalar
onun bedenine hükmetti belki, ama
setmiştik. Yazımızın bu
hep sonuçsuz kaldı. Yüce
gönlüne asla hükmedemedi, imanına
bölümünde de Kur’ân’ın
Allah, onunla ilgili sademüdahale edemedi.
indiği dönemdeki kadın
ce Nûr suresinde (24/11–
kahramanlardan kısaca
26), onu aklayan bir bubahsedeceğiz.
çuk sayfa ayet indirdi.
• Hz. Peygamberin Hanımları ve kızları:
Vakar, tesettür örneği, Ahireti dünyaya tercih
eden temiz anneler
Kur’ân’da peygamberimizin eş ve kızlarıyla ilgili
ayetler vardır. Bu ayetlerde Peygamberimizin eşlerinin müminlerin anneleri olduğu belirtilir ve onlara hitaben pek çok yönlendirme yer alır. Bu şekilde Yüce
Allah mesajını, onlara söyleyerek tüm mümin hanımlara işittirmektedir. Yüce Allah onlara hitap ederek,
tüm müminlere mesajlarını sunmuştur. Tesettürü,
Mart
• Hz. Zeyneb bt. Cahş: Cahilî adetleri yıkan kadın
Peygamberimizin halasının kızı idi. Önce
peygamberin yönlendirmesiyle asil bir aile kızı olarak,
bir zamanlar köle olan ilk Müslümanlardan ve
peygamberimizin evlatlığı olan Hz. Zeyd ile
evlendi. Bu şekilde, üstünlüğün etnik kökenden
kaynaklanmadığını, Allah katında üstünlüğün
ancak takva ile olduğunu gösterdi. Sonra, Hz.
Zeyd’den boşandıktan sonra, peygamberimizle
15
evlenerek, evlatlığın boşadığı hanımla evlenilmez şeklindeki cahiliye geleneğini yıktı. Cahilî
adet ve gelenekleri yıkan anne olarak Kur’ân’a
ve tarihe geçti. (33/36–39)
• Mücadeleci Kadın: Sesini Allah’a duyuran kadın
İhtiyarlığında kocası Havle Hatuna zıhar
yapmıştı. Zıhar, o dönemde kocanın karısını anasına benzeterek yaptığı boşama teşebbüsü idi. Uygulamadaki bir konu ile ilgili yeni bir
hüküm gelmedikçe peygamberimiz o uygulamayı
sürdürürdü. Kadın kocasını peygambere şikâyet etti.
Peygamberimiz yapacak bir şeyin olmadığını,
kocasının onu boşadığını söyledi. Kadın ısrarla böyle bir şeyin olamayacağını ona söyledi
durdu. Bunun üzerine Mücadele suresinin ayetleri
indi. “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah
işitmiştir..” (58/1) Bu olayda öne çıkan hususları
şöyle sıralayabiliriz:
• Kadın, karşılaştığı bir problemin çözümünü
dinin içerisinde arıyor ve kocasına peygambere gidip
durumu sormasını istiyor.
• Kocasının utanıp sormaktan çekindiği dinî bir
meseleyi sorup araştırmaktan çekinmiyor. Nitekim
Hz. Aişe annemiz, “Allah ensar hanımlarına rahmet etsin, onların utanma duyguları, dinlerini
öğrenmelerine engel olmadı” diyerek bu gerçeği
belirtmiştir.
• Kadın geleneğe meydan okuyor, onu sorguluyor, inandığı ve tanıdığı dinin, akla ve maslahata
aykırı olan bir geleneği onaylamayacağını biliyor ve
Peygamberin geleneğe dayalı cevabıyla yetinmeyip
kararlılıkla Yüce Allah’a dua etmeye devam ediyor.
• Gönlünü yatıştıracak bir çözüm ve bilgiye ulaşıncaya dek, mücadele ve duayı sürdürüyor.
Buraya aldığımız ve alamadığımız daha
nice Kur’ân kahramanları kadınıyla erkeği ile
hepimize ışık tutmaya devam ediyorlar. Onları
layıkıyla tanıyan ve onların yolunda olanlara
selam olsun!
C.KUR’ÂN’DA
İNANMAYAN
C.Kur’ân’da İnanmayan
KADINLAR
Kadınlar
Yazımızın girişinde bahsettik. Kur’ân, mesajının bütün coğrafyalara, bütün çağlara ve bütün
insanlara şamil olması için çok fazla yer, zaman ve şahıs isimleri üzerinde durmaz. Kur’ân
kâfirlerden de genel olarak bahseder. Kur’ân öncesi
dönemde yaşamış inkarcılardan Hz. İbrahim’in babası/yahut amcası Âzer, Mısır Azîz’i, Firavun, Hâman,
Kârun, Sâmirî, Câlût’un adı geçer. Bunların bir kısmı
da şahıs ismi değil lakap yahut künyedir. Kur’ân’ın
indiği dönem inkarcılarından ise sade Ebû Leheb ifadesi geçer. Bu da onun asıl adı değil, Kur’ân’ın ona
uygun gördüğü künyedir.
İnanmayan kadınlardan ise isim yahut künyeleri zikredilmeden bahseden ayetler vardır Kur’ân’da.
Onların hiç birinin ismi geçmez. Ama şunu rahatlıkla
söyleyelim ki Kur’ân’da bahsedilen inkarcı kadınlar, Kur’ân’da bahsedilen mümin kadınlardan çok daha azdır. Bu kadınlar şunlardır:
Hz. Aişe annemiz, “Allah ensar hanımlarına rahmet etsin, onların utanma duyguları,
dinlerini öğrenmelerine engel olmadı” diyerek bu gerçeği belirtmiştir.
16
Mart
Kur’ân Öncesi
ÖncesiDönemin
Dönemin İnİnkarcı
Kadınları
karcı Kadınları
• Hz. Nuh’un Hanımı: Peygamber kocasına rağmen inanmayan kadın.
• Hz. Lut’un Hanımı: Peygamber kocasına rağmen inanmayan kadın.
bağlarıyla odun taşıyan biri olarak kitabında
anmıştır Bu unvan (!) onu hem bu dünyada küçültmüş, hem de ahirette rezil edecektir. Zira
o, aslında cehenneme kendi yakıtını taşımakla
ömrünü tüketmiştir.
Yazımızı şu özet cümlelerle bağlayalım:
• Dine muhatap olma, onu anlama ve gereklerini yerine getirme konusunda kadın erkek eşittir.
Kur’ân her iki kadını da Tahrim suresinde
(66/10) inanmayan peygamber hanımları olarak anlatır. Her ikisi de salih-peygamber koca• Kulluk yarışında cinsler arasında bir
larına rağmen inanmamışlar, küfür ve inkarda
ısrar etmişlerdir. Ama peygamber eşi olmaları on- fark yoktur.
lara bir fayda sağlamamış, sonunda her ikisi de helak
• Hikmetin gereği olarak kadın olsun erolmuştur. Nuh’un hanımı tufanda, Lut’un hanıkek olsun kişilere, farklı
mı ise yerle bir edilen şesınav soruları sorulabilir,
hirde kahrolup gitmiştir.
kişilerin farklı yükümlüOnların hikayeleri, salih
• İnsan yetiştirme sanatı olan
lükleri olabilir.
insanların yakını olmanın
kişiyi kurtarmaya yetmeannelik, kadının ayakları altına
• Ama sonuçta, her
yeceği, önemli olanın facenneti seren büyük bir rütbedir.
iki cinsin asıl hedefi de
lanın kızı, gelini, karısı
Allah’ın
hoşnutluğunu
olmak değil; Allah’a lakazanıp cennetine girebilyıkıyla kul olmak olduğu
mek olmalıdır.
mesajını sunmaktadır.
Kur’ân
Dönemin İnKur’ân Sonrası
Sonrası Dönemin
karcı Kadınları
İnkarcı Kadınları
• Ebû Leheb’in Hanımı: Tevhide, Kur’ân’a
ve Peygamberine düşmanlıkta kocasıyla yarışan kadın. Odun Taşıyıcısı
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil, İslam
düşmanlığı konusunda kocasıyla adeta yarışmış, onunla beraber hareket etmiştir. Peygamberimizin yakın komşusu ve yakın akrabası olmasına
rağmen, ona olmadık hakaret ve eziyetlerde bulunmuştur. Bu yüzden Yüce Allah, onu boynunda ip
• Bu yarışta kadın erkek herkes yarışmalı, çalışıp gayret etmelidir. Zira Ahiret yurdunda cennet ve cehennem/ödül ve ceza da kadın
erkek herkes içindir.
• İnsan yetiştirme sanatı olan annelik,
kadının ayakları altına cenneti seren büyük bir
rütbedir.
• İslam’ın ilk döneminden itibaren bu
kutlu yarışta erkekler kadar kadınlar da yerlerini almışlardır. Tarihin görünen sayfalarına
kadın kahramanların isimleri çok fazla yazılmamış olsa bile, elde edilen başarı ve başarısızlıklarda erkekler kadar, görünmeyen ya da
görmezden gelinen kahramanlar olarak kadınların da katkısı ve sorumluluğu vardır.
İslam Kadını, dişiliğini değil, kişiliğini ön
plana çıkarandır. Kur’ân, pek çok ayetinde inanan ve inanmayan kadınları söz konusu ederek
şahsiyetli İslam kadınlarının yetişmesini hedeflemiştir.
Mart
17
Kadının Namazı Erkekten
Farklı mıdır, Değil midir?
Hüseyin AVNİ
E
vet, her ne kadar İmâm Nevevî arada fark olmadığını söylediyse de, Hanefîler ve Hanbelîlerde kadın ve erkeğin namazında bir takım
farklar görülmektedir.
)
avâlik
H
l
’
u
(
Tenvîr Resûlüllâh
,
î
t
û
Süy
dedi:
şöyle
m
e
e
l
l
l
y
e
ö
s
’de ş u aleyhi ve
h
sallallâ :
u
buyurd
llerini
e
t
i
ak
.
ı n v n a k al d ı r
ğ
ı
d
l
ı
“K
hizası göğ üsleri
n
ı
r
a
kulakl da ellerin[1i]
Kadın kaldırır.”
na
hizası
Hanefî âlimlere göre, iftitâh tekbîri, rükû’,
secde ve teşehhüde/ oturmada erkeklerle kadınlar arasında bir takım farklılıklar vardır. Sözü
edilen şu farklılıklar, tamamıyla setr-i avretle
yani kadının avret yerlerinin daha iyi korunup
anlaşılmaması esasına dayanmaktadır.
Kadının
Kadınınİftitâh
İftitâhTekbîrinde
Tekbîrinde Ellerini Kaldırması
Ellerini
Kaldırması
Muhammed Zekeriyâ şöyle diyor: Kadının (iftitâh tekbiri esnâ-sında) ellerini kaldırması hakkında Ahmed’den iki rivâyet vardır.
Birincisi: Biraz kaldırır. Ahmed kaldırma olmayan bir kaldırma (veya az bir kaldırma)dır, dedi.
İkincisi: Kadının elini kaldırması ona meşrû kılınmadı.
18
Mart
Süyûtî, Tenvîr(u’l-Havâlik)’de şöyle dedi: Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bağdaş kurarlardı, sonra da iyice toparlanıp
büzüşmekle emrolundular.”
“Kıldığın vakit ellerini kulakların hizasına kaldır. Kadın da ellerini göğüsleri hizasına
kaldırır.”[1]
Aliyyü’l-Kârî hadîste geçen ihtifâz kelimesini teverrük ederek âzâlarını birbirine yapıştırırlardı şeklinde ma’nâlandırmıştır. (Son)
Öyleyse, Şevkânî’nin ve diğerlerinin, kadınla
erkeğin ellerini kaldırmalarındaki farka dâir Hanefîlerin hiçbir delîli yoktur, demeleri nazar/bakış (ve hadîs
ilmi) kıtlığından doğan bir hatâdır.[2]
İbnü Ebî Şeybe’nin Musan-nef’inde Hâlid İbn-i
Leclâc’a varan senediyle şöyle bir rivâyet yapmıştır:
Demek ki, Hanefî ve Hanbelîlere göre kadın ellerini erkeklerden az kaldırır.
Kadının
Teşehhüd
Kadının
TeşehhüdHâli
Hâli
Aynî şöyle demektedir: Kadı İyâz bazı seleften
kadının sünnetinin bağdaş kurmak olduğunu nakletmiştir. Nevevî şöyle demiştir: Kadının oturuşu, erkeğin oturuşu gibidir. (Ayni’nin sözü son buldu.)[3]
Evet, Mâlik, Ahmed ve Hanefîler bu mes’elede
tevâfuk etmişlerdir. İbn-i Kudâme el-Muğnî’de şöyle
demiştir: Kadın bağdaş kurarak, yâhud iki ayaklarını uzatarak ve onları sağ tarafına koyarak
oturur. Ahmed şöyle demiştir: Uzatmak bence
daha güzeldir. Hallâl da bunu seçmiştir.
Ali şöyle demiştir: Kadın namaz kıldığı zaman iyice toparlansın ve oyluklarını birbirine
yapıştırsın. (Son)
El-Müdevvene’de açık bir şekilde şöyle demiştir: Kadın erkek gibi verek’i üzerine oturur.
Ben (Kandehlevî) şöyle diyorum: İmam Ebû
Hanîfe’nin Müs-ned’inde şöyle bir rivâyet vardır: Ebû
Hanîfe Nafi’den, (O), İbn-i Ömer radıyallâhu anhüma’dan şöyle rivâyet etmiştir: İbn-i Ömer’e Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında kadınların
nasıl namaz kılmakta olduğu sorulunca şöyle dedi:
Leclâc şöyle demiştir: Kadınlar namazda
bağdaş kurmakla emrolunmuşlardı.
Nâfi’den Safiye radıyellâhu anhâ’nın bağdaş
kurarak oturduğu rivâyet edilmiştir. Nâfi’den şöyle
dediğine dâir bir rivâyet daha vardır: İbn-i Ömer’in
hanımları namazda bağdaş kurarlardı.[4]
Kadının
Secde
Hâli
Kadının
Secde
Hâli
Yezid İbn-ü Ebî Habib’ten rivâyet edilmiştir.
“O namaz kılmakta olan iki kadına uğradı ve şöyle dedi: Secde ettiğiniz zaman vücudunuzun bir kısmını diğer kısmına yapıştırınız.
Zîrâ kadın bu husûsta erkek gibi değildir.”[5]
Ben (Tânevî) şöyle derim: Hâfız (İbn-i Hac-er)
ın sözü, onun Mürsel’de terk edilen bir râvî olmadığını göstermektedir. Allâme Muhammed Kaim
es-Sindî’nin el-Fevzu’l-Kirâm isimli eserinde şöyle denilmektedir: Bu mürsel rivâyet şu bâbtaki mevsûl iki
rivâyetten daha güzeldir.(Son)
Allâme Abdulhayy rahimehullahu teâlâ’nın
“Mecmû’atü’l-Fetâvâ” isimli eserinde böyle yazılmaktadır.[6]
Ebû Hanîfe Nâfi’den, (O da) İbn-i Ömer radıyallâhu anhümâ’dan rivâ-yet ettiğine göre şöyle denilmektedir. İbn-i Ömer radıyallâhu anhüma’ya Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında kadınlar
nasıl namaz kılarlardı şeklinde sorulunca şöyle dedi:
Hanefî âlimlere göre, iftitâh tekbîri, rükû’, secde ve teşehhüde/ oturmada
erkeklerle kadınlar arasında bir takım farklılıklar vardır. Sözü edilen şu farklılıklar,
tamamıyla setr-i avretle yani kadının avret yerlerinin daha iyi korunup anlaşılmaması
esasına dayanmaktadır.
Mart
19
“Kadınlar bağdaş kurarlardı. Sonra büzüşmekle emrolundular.”[7]
Ben (Tânevî) şöyle diyorum: Bu, Sahîh bir
isnâddır. Onu Kadî Ömer İbnu Hasan el-Eşnânî,
Ali İbn-u Muhammed el-Bezzâz’dan, (O), Ahmed
İbn-u Muhammed İbn-i Hâlid’den, (O), Zirr ibn-u
Necih’den, (O), İbrâhîm İbnu’l-Mehdî’den, (O),
Ebû’l-Ahves İbn-u Cevâb’dan, (O), Süfyan-ı Sevrî’den, (O), Ebû Hanîfe’den senediyle rivâyet etmişlerdir.(Son).
Ben (Tânevî) şöyle diyorum: Kadı Ömer İbnu’l-Hasen el-Eşnânî, İbnu Ebî’d-Dünya ve başkalarından rivâyet etmiştir. Dâre-kutnî ve diğerleri onu
zayıf bulmuşlardır.
Talha İbn-ü Muhammed, rivâyetlerini güzel yapan hadîs ehl-i cümlesinden ve hâfızlardan biriydi.
Birçok hadîs rivâyet etmiştir. İnsanlar eskide ve yenide ondan hadîs almıştır. Dârekutnî’nin şeyhi hâfız
Ebû Ali el-Herevî’ye onun hakkında suâl sorulduğunda, “şübhe yok ki o sadûk birisidir” dedi, demiştir. (Lisânü’l-Mîzân’dan kısaltılarak son buldu.)[8]
Ali İbn-ü Muhammed el-Bezzâz Ebû’l-Kâsım İbnu’t-Tüsterî diye tanınır. Hatîb onu târîhinde zikretmiş
ve ondan hadîs yazdım demiştir.[9]
Ahmed İbn-ü Muhammed Hâlid, Ebû Saîd
el-Hımsî, el-Vehbî el-Kindî’dir. Buhârî ondan Kıraat
cüz’ü ve diğer eserlerinde rivâyette bulunmuş, Yahya
İbn-i Maîn’den onun sika olduğunu nakletmiştir. Dârekutnî zararsızdır demiştir. İbn-i Huzeyme Sahîh’inde onun hadîsini rivâyet etmiştir. İbn-i Hibbân
es-Sikât’ında onu zikretmiştir.[10]
Zirr İbn-ü Necîh’in tercüme-i hâlini bulamadım.
İbrahim İbnu’l-Mehdî’nin Hafs İbn-u Ğıyas ve başkalarından rivâyet eden el-Masîsî olduğunu zannediyorum. Onu Ebû Hâtim, İbn-i Hibbân, İbn-i Kânî’ ve
diğerleri sika bulmuştur.[11]
Ahvâs İbn-ü Cevâb’ı İbnu Maîn, sika bulmuştur. Bir defasında da o kadar sağlam değildir, demiştir. Ebû Hâtim, sadûktur demiştir. İbnu Hibbân da,
es-Sikât’ında hadîs rivâyet sanatını çok iyi yapan birisidir, bazen de yanılır, demiştir.[12]
Süfyan-ı Sevrî ve Ebû Hanîfe kendilerine medhü senâ yapılmasından daha da meşhûrdurlar.
Ebu’l Ahvâs Ebû İshâk’dan, (O), Hâristen, (O),
Ali radıyallahü teâlâ anhu’dan, şöyle dediğini rivâyet
etmişlerdir:
Kadın secde yaptığı zaman büzüşsün, oyluklarını birbirine yapıştırsın.[13]
Derim ki; bunun Hâris’in dışındaki râvîleri Kütüb-i Sitte cemaatinin râvîleridir. Hâris de Kütüb-i
Sitte’den dört Sünen’in râvîsidir. Hakkında ihtilâf
edilmiştir. İbn-u Maîn onu sika bulmuş, İbn-u Şahin es-Sikât’ında şöyle demiştir: Ahmed İbn-u Sâlih
el-Mısrî, Haris-i A’ver, sika bir râvîdir ve ne acâib bir
hıfz sâhibidir. Ali’den ne güzel rivâyetler yapmıştır.”
dedi ve O’nu övdü. Onun için “Şa’bî onun yalan
söylediğini söyledi” denilince “hadîsdeyalan
söylemezdi. Onun yalanı reyindeydi” dedi.
İbn-ü Ebî Hayseme şöyle dedi: Yahya’ya, Hâris’le ihticâc edilir mi? denildiğinde, hadîs âlimleri
onun hadîsini kabûl etmeye devam etmişlerdir,diye
cevâb verdi.[14] (Son)
Şu halde hadîs hasendir. Sahâbî kavli bizce hüccettir. Merfu’ rivâyetlerle de kuvvetlenmiştir. Ebû İshâk
her ne kadar tedlîsçilerden idiyse de lâkin o bazı hadîsçilerin hadîsini kabûl ettikleri üçüncü tabakadandı. Ve
onun tedlîsine katlanmışlardır. Nitekim İbn-u Hacer’in
Tabakâtü’l-Müdelli-sîn’inde böyle yazılıdır. Üstelik
tedlîs bizce (rivâyetin sağlamlığına) zarar vermez. (Bu
rivâyet) başka hadîslerle de kuvvet bulmuştur.
İbn-ü Ömer radıyallâhu anhü-ma’dan merfu’
olarak rivâyet edilmiştir: “Kadın namazda oturdu-
Yezid İbn-ü Ebî Habib’ten rivâyet edilmiştir.
“O namaz kılmakta olan iki kadına uğradı ve şöyle dedi: Secde ettiğiniz zaman
vücudunuzun bir kısmını diğer kısmına yapıştırınız. Zîrâ kadın bu husûsta erkek gibi
değildir.”[5]
20
Mart
ğu zaman oyluğunu diğer oyluğu üzerine koyar. Secde ettiği zaman da karnını oyluğuna
yapıştırır en örtücü şekliyle. Zîrâ Allahü Teâlâ
ona şöyle diyerek nazar eder: “Ey meleklerim!
Ben sizi şâhid koştum ki bu kadına mağfiret
ettim.”[15]
Ben (Tânevî) derim ki; bunun geçmiş şâhidleri
de vardır.[16]
Merğînânî el-Hidâye’de erkek ile kadının namazında on üç fark zikretmiş, iftitâh tekbîrinde ellerini göğüs hizâsına kaldırması, secde ve
teşehhüde kendini iyice toplamasını da bunlardan saymıştır.[17]
Kadının
Kadının
Rükû’
Rükû’
Hâli
Hâli
lerinin onun tesettürüne en elverişli oldukları
esasına dayanmaktadır. Bu noktadan kalkarak
fıkhî bir kıyâs olan Münâsebet yoluyla denilebilir
ki; bu ma’nâ rükû’ mes’elesinde de vardır. Nitekim
bu, “rukû’ ediniz” nassının rükû’ kelimesindeki inhinâ/öne doğru eğilme ma’nâsından da çıkarılabilir.
Bu inhinâ’nın Şerîat örfünde diz kapaklarını
avuçlara yerleştirerek gerçekleştiğini görüyorsak ve erkek için bu hey’et nasslarla mevcûd
ise de kadınların tesettürüne en elverişli olan
hey’etin / şeklin rükû’ kelimesinin ma’nâsının
aslında tahakkuk edebileceğini başka nasslar
çerçevesinde fıkhetmek zor değildir.
Netîce
Hiç kimse, bir şekilde
gırtlağından bir yerlere bağoyluğuna yapıştırır en örtücü şekliyle.
lanıp âlimlerin meydanında
öttürülen, âlim pozlarındaBu bahsi asıl sıralaZîrâ Allahü Teâlâ ona şöyle diyerek
ki câhil medya kekliklerine
masının dışında ele alışımınazar
eder:
“Ey
meleklerim!
Ben
sizi
kanmasın, aldanmasın…
zın sebebi, hakkında açık
İşin en acı yanı ise “Ben
bir nass bulamayışımızdır.
şâhid koştum ki bu kadına mağfiret
fıkh’ı, İmâm A’zamlar[15]
ettim.”
dan çok daha iyi biliZâhidî
el-Mücterim; onlar bu işten anlabâ’da, kadının rukû’da
mazlar” demeye getiren
az eğileceğini, (dizlerine
domuz ve köpek kokanlara,
iyice) dayanmayacağını, parhatta
kâfir
necâseti
kokanlara1[20] hamiyet sâmaklarını açmayacağını, lâkin (parmaklarını)
yapıştırıp iki dizi üzerine iyice koyacağını ve hibi Ehl-i Sünnet(!) mü’minlerin bön bön, beldizlerini biraz eğeceğini zikretmiştir.[18] İbrâhîm ki de mest ü hayran bir halde bakmaktan başHalebî’nin Ğunyetü’l-Mütemellî’sinde[19] ve başka- ka bir şey yapmamalarıdır. Yazıklar olsun!..
larının başka yerlerde zikrettikleri kadının rükû’da
Kaynaklar
[1] İmâm Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlik, Taberânî’den (: 1/98) Heysemî, “bunu Tahafif eğilmek sûretiyle rükû’ yapacağı’na, (elberânî(el-Kebîr:22/19), Ebû Vâil’in menkıbelerinde Meymûne bint-i Hucür’den, O da halerini diz kapaklarına iyice dayatmayacağına) dâir lası Ümmü Yahyâ bint-i Abdi’l-Cebbâr’dan rivâyet etmişdir ki, “Meymûne’yi tanımıyorum.
râvîleri sağlam kimselerdir” demiştir. Mecma’u’z-Zevâid:2/103 [2] Muhammed
olan ibâreleri vardır. Bunların aslında naklî bir Kalan
Zekeriyyâ el-Kandehlevî, Evcezü’l-Mesâlik Şerhu Muvattâi İmâm Mâlik: 2/43 [3] Tânevî
delîli varsa da biz onu göremedik. Lâkin, ilim zevkini şöyle demiştir: ‘Aynî, ‘Umde (3/165)’de kadının teşehhüdü erkeğinki gibidir; Neha’î, Ebû
Hanîfe ve Mâlik de bu görüştedir. Enes’ den de böyle rivâyet edilmektedir, şeklindeki
tadan kimseler, delîllerin her zaman açık nasslardan sözleriyle garîb bir tavır sergilemiştir: İ’lâ:3/25 [4] Muhammed Zekeriyâ el-Kandehlevî,
Evcezü’l-Mesâlik Şerhu Muvattâi İmâm Mâlik: 2/118-119 [5] Bunu Ebû Dâvûd el-Merâibâret olduğunu iddia edemezler. Onların derinlikle- sil’inde ve Beyhekî iki mevsûl tarîkle rivâyet etmiştir. Lâkin bu yollardan her birinde metrûk
rinde erbâbının istinbat edip çıkaracağı tükenmeyen bir râvî vardır. Et-Telhisu’l-Habîr’de böylece yazılıdır. (1/91) [6] [Abdulhayy el-Leknevî,
Mecmû’atü’l-Fetâvâ: 1/616], Tânevî [7] Câmi’’u’l-Mesânid:1/400 [8] 4/491-492 [9]
hükümler vardır. Kıyâsın ve sâir istinbatların birer Câmi’u’l-Mesânid’de böylece yazılıdır. (2/258) [10] Tehzibu’t-Tehzîb’de böylece yazılıdır.
(1/26-27) [11] Tehzibu’t-Tehzîb’de böylece yazılıdır. (1/169) [12] Tehzibu’t-Tehzîb’de
Şer’î delîl oluşları işte sözünü ettiğimiz bu hakîkate yine böyle denilmektedir.(1/192) [13] Bunu İmam Ebû Bekr İbn-u Ebî Şeybe Musannef’inde rivâyet etmiştir. [(Yazma 181)] [14] [Tehzibu’t-Tehzîb’de 2/146, 147’de böylece
dayanmaktadır.
yazılıdır.] [15] [Bu hadîsi İbn-ü Adiyy el-Kâmil’de ve Beyhekî Sünen’inde rivâyet etti ve
Secde ettiği zaman da karnını
Bu sebeble deriz ki, iftitâh tekbîrinde,
secdede ve teşehhüdde, kadınların erkeklerden ayrı bir namaz kılışının bulunduğu nasslarla sâbittir. Bunlar da, şu namaz kılış şekil-
Mart
zayıf olduğunu söyledi. Kenzu’l-Ummal (4/117)’de böyledir. ] [16] Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî, İ’lâu’s-Sünen: 3/19-25 [17] Leknevî, es-Si’âye: 2/205 [18] Leknevî,
es-Si’âye: 2/206 [19] Ğunyetü’l-Mütemellî: 315-316 [20] Cumua Ğuslü münâsebetiyle,
medyada, Sahâbe yolundakilerin(!) gözü önünde, Sahâbe efendilerimiz rıdvânullâhi aleyhim için, Goldziher’in ve bilmem başka hangi kâfirin tefsîr talabesi olması sebebiyle ve ondan ilhâm alarak onlar koyun ve deve kokuyorlardı diyebilecek kadar edebsizleşen, Onların
etlerini ısıran, üzerine, o ve onun gibi gavurların necâset olan fikirlerinin pis kokuları iyice
sinen ve onları neşreden satılmış ve edebsiz bir zavallı için başka ne denilebilir?!...
21
Kadınlarda
Tokofobi’nin Nedeni Kariyer mi?
M. Emin Karabacak
Ç
a
ı altınd
d
a
r
e
y
ri
nd e ka
e ye n ;
i
ğ
m
i
l
n
ç
ü
n
ş
ü
Ge
asını d
k
ş
aber
a
b
h
i
n
b
e
d
n
n
da
kendi
g u su n
y
u
erinin
d
y
i
r
k
a
i
l
k
anne
n
ocuğ u
dunun
ç
u
c
ü
v
,
i,
olan
,
e c e ğ in
ç
şü n e n
e
ü
g
d
e
ı
n
ın
önü
ulacağ
z
o
i şi l e re
b
k
n
n
i
a
n
i
k
or
ş ek l
r
tan k
k
a
o r ku l a
k
m
l
a
u
b
çe
ki l o
r l e di k
e
l
i
ş
de ya
.
k te d i r
e
m
ş
e
l
ye r
22
ağımızdaki teknolojik gelişmeler genel anlamda
insanlığa faydalı hizmetler sunarken geri planda bazı değerleri olumsuz etkilemektedir. Teknolojik gelişmeler maddiyat anlamda insanları
rahatlatırken maneviyat anlamında bireyselleştirme adına yalnızlaştırmaktadır. Bireyselleşen ve
yalnızlaşan insanlarında fobi diye adını koyduğumuz
korkuları da beraberinde getirmektedir.
Fobi; kişilerin korkuya bağlı olarak günlük yaşamında sorumluluklarını yerine getirme yerine kaçınma
davranışında bulunma olarak tarif edilmektedir. Bu kişiler korkularının saçma olduğunun farkındadır, ancak
korkularını mantıksal düşünerek engelleyemezler. Fobiye bağlı korkular kişilerin günlük işlevlerinde
bozulmaya neden olabilmektedir.
Çağımız insanlarının fobileri yaygın olmasına
rağmen korkuları toplum tarafından önemsenmediği
gibi korkusu olanları da küçümseyen tavırlar sergilemektedirler. “Ne var canım bunda korkacak, bunun nesinden korkuyorsun, hala şundan bundan
korkuyorsun…” gibi ifadelerle kişilere özgü korkuları
Mart
saygı göstermek yerine küçümsenir. Oysa aynı korkuları farklı boyutlarıyla bu kişiler de yaşamaktadırlar.
Kapalı alanlardan korkma, yükseklikten korkma, bazı
hayvanlardan korkma… gibi.
Çağın getirmiş olduğu maddiyata maneviyat
yoksunluğu da eklenince fobilere bir de “Tokofobi”
eklenmiş oldu.
Nedir
Bu Tokofobi?
Nedir
Bu Tokofobi?
Doğum yapma korkusu olan tokofobi; kadınlara özgü bir korkudur. Korkunun temelinde doğum yapmak görünse de temelinde farklı nedenler
bulunmaktadır.
Tokofobi korkusu olan kadınlar, çocuk
yapmaktan ve hamile kalmaktan korunmak için
ciddi çaba sarf ederler. Bu kadınlar çocuk isteseler de korkularının önüne geçememektedirler.
Tokofobinin
TokofobininNedenleri?
Nedenleri?
Tokofobi korkusu olan kadınlar çocuk
doğurmaktan daha çok doğum anında acı
çekmekten, ölmekten, delirmekten, doğum
anında yardımcısız kalmaktan korkmaktadır.
Bayanların son zamanlarda normal doğum yerine sezaryeni tercih etmeleri tokofobinin getirdiği bir durumdur.
Tokofobi çocukluğunda tacize uğramış,
annesini doğum yaparken ya da doğuma bağlı nedenlerle kaybetmiş kişilerde de bu korku daha fazla görülmektedir. Kısacası tokofobi
korkusu olan kadınlar doğum yapmaktan öte
doğumda kendisine ve çocuğa bir şey olmasından korkmaktadırlar.
Tokofobi
TokofobiNasıl
Nasıl Anlaşılabilir?
Anlaşılabilir?
Bazı kişiler konuşmalarında genelde çevresinde
yaşanmış olumsuz örnekleri ya da gazete ve
televizyon haberlerini anlatarak kendisindeki
korkuyu dolaylı olarak anlatmaya çalışırlar.
Bunun nedeni de toplumun beklentilerine uygun
davranma gayreti ya da çevresindekilerin tepkisinden
çekinmedir.
Tokofobisi olan kadınlar çocuk doğurmaktan korktuğunu söylese toplum tavsiye
ötesinde alaycı ve eleştirel bir dille kişiye yaklaşacaktır.
İleri boyutta tokofobisi olan kadınlar çocuk
doğurma korkusuyla evlenmeyi dahi düşünmezler.
Kadınlar yaradılışlarının gereği olarak anne
olacak şekilde donatılmışken korkuya bağlı
olarak bunun farkına bile varamamaktadırlar.
Yine bunun yanında normal kadınlar kendini gerçekleştirme adına doğum yaparken; tokofobi korkusu olan bu kadınlar ise kendilerini
gerçekleştirmek için kariyer adı altında farklı
alanlara yönelmektedir. Bunun sonucunda da yalnızlaşan ve mutluluğu farklı alanlarda arayan insanlar
olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Son zamanlarda ise tokofobi korkusunun
dışında Avrupalı kadınlarda olduğu gibi bizim
toplumumuzda da önce kariyer sonra doğum
diyen bayanların sayısında hızla bir artış gözlenmektedir. Gençliğinde kariyer adı altında kendinden başkasını düşünmeyen; annelik duygusundan bihaber olan, çocuğun kariyerinin önüne
geçeceğini, vücudunun şeklinin bozulacağını
düşünen, kilo almaktan korkan kişilere de yaş
ilerledikçe bu korkular yerleşmektedir.
Sonuç olarak kadınlarda görülen bu tokofobinin diğer sosyal fobiler gibi tedavi edilmesi
gerekir. Bu konuda kişinin korkularını açık yürekle
ifade etmesi gerekirken toplumun da gerekli anlayışı
göstererek onların korkularına saygı duyması lazımdır. Korku konusunda uzmanından yardım almakla birlikte doğum zamanında doğum yaptıracak ekiple gerekli bilgiler paylaşılmalıdır.
Mart
23
Kadın, Din Ve Popülerite
Zeynep UZUN
Bir kadın çocuktur aslında...
Yer yer değişen duyguları, noktasız cümleleri,
kopkoyu serzenişleri olan. Gözleri bazen saflık sularıyla dolu, bazen karşıdakini mutlu etmek istercesine halis
mağlubiyet..
n
mümi
e
r
e
l
e r k ek
d o st u
n
n
i
i
n
m
i
le r
“Mü
b irb ir
,
iyiliğ i
e
s
i
;
r
r
a
a
l
l
ır
k adın
arlar.
cılarıd
y
m
o
ı
k
d
ı
l
r
a
a
ve y
l ü k te n
ü
le r ve
t
r
ö
i
k
r
e
,
v
r
e
tı
;
emred
, z ek â
r
a
su l ü n e
l
ı
a
k
R
ı
e
z
v
Nama
Allah
zhar
a
r
e
m
l
r
e
ed
ine
itaat
ahmet
nları;
r
u
b
)
c
.
a
c
(
i
y ak ı n d
llah
A
er şe y
h
r
,
ı
r
t
ü
k
d
ü
kı l a c a
e g ü çl
v
e
c
ü
y
ndir.”
Allah
e
t
ü
r
ü
tl e y
hikme
24
Bir kadın güçlüdür aslında...
Takatsiz kalınan nice meselelerde metanetli, savunmasını yaparken dirayetli, şahsına yapılmış her türlü
hakaretten de gururuyla tenzih olan...
Bir kadın sevgidir aslında...
Yüce Rabbimizin bahsettiği en safi duyguların
merkezi, mutluluğun, huzurun adresi, güzel duyguların
kisvesi olan.
Bir kadın yalnızdır aslında.
Nice kalabalıklar arasında ruhunun tenhalarına çekilebilen, çektiği acıları kalbinin en derin noktasında yalnız başına değerlendiren, bir
benlikte iki ses olabilen...
Mart
Allah (c.c)’nın emir ve yasakları hususunda kadın ve erkek eşit hak ve ödevlere
sahiptir. İslam dini, erkeğe verdiği değerin aynısını kadına vermiş bazı durumlarda onu
korunabilir bir hale getirmiştir.
Bir kadın Karadeniz’dir aslında.
Engebeli düşünceleri, mısır ekmeği kokulu incelikleri, sırtında yeni toplanmış çay tazeliğindeki
dertleri, yaz kış yenilen karalahana gibi kaygıları olan.
Bir kadın Anadolu’dur aslında...
Karların donduruculuğu kadar sert özleri, mutfak zenginliği kadar umutları, misafir karşılarcasına
tebessüm saçan bakışları olan. Adı kadar kapsamlı
ama içi kadar özel bir ruhtur kadın. Her yönüyle bir zenginlik en güzel yönüyle merhametin
aslıdır. Rabbin yarattığı sayısız güzelliğin belki en
gözdesi ve yaratılmışlar içerisinde estetik kaygı taşıyanlardan sadece teki. Ufkun kızıllığını yararak her
gün beliren güneş herkese yeni yaşam ümitleri ancak
sabaha yeşillenircesine gözünü açan tek varlıktır kadın. Allah (c.c)’ın takdir ettiklerini aklın süzgecinden
geçiren ve süzgeçte kalanları yorumlayandır o. Allah
(c.c) erkeği yaratmış, onu kadınla ziynetlemiş
hatta kadını ona zimmetlemiştir. Bir gözyaşındaki bin duygunun sahibi, his dünyasının ana
malzemesidir. Ruhundaki medcezirlerle, kalbindeki fırtınalarla, zihnindeki deli rüzgârlarla, karmaşıklığın doğal afeti, yüreğindeki şefkatle, ruhundaki
asil gururla, sevgiyle boyadığı bakışlarıyla resmedil-
Mart
miş bir tuvaldir. Yaratılıştan bilhassa yaratıcıdan gelen zarafettir. Kadının özelliklerini saymak onu
özelliksizleştirmektir aslında. Çünkü o kadar
değişken ve çeşitlidir ki tekilleştirilmesi imkânsızdır. O halde Rabbin yarattığı varlıklardan olma onuruna sahip olan kadına İslam’ın
bakış çerçevesi nedir?
“Mümin erkeklere mümin kadınlar ise,
birbirlerinin dostu ve yardımcılarıdırlar; iyiliği
emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı kılar,
zekâtı verirler ve itaat ederler Allah ve Rasulüne; yakında rahmetine mazhar kılacaktır Allah
(c.c)bunları; Allah yüce ve güçlüdür, her şeyi
hikmetle yürütendir.”
Öncelikle yaratıcının indinde kadının değerini
anlamak, yaratılmışın gözündekinden daha ehemmiyetlidir. Bu ayeti kerimede Allah (c.c) irşad makamının sahipleri olan mümin kadınlardan ve mümin
erkeklerden bahsederken iki tarafı adeta birbiriyle
mukayese etmiştir. İki cins de münkerden nehy etmek ve maruf ile emretmek yetkisinin sahibi olmuştur. Yani burada Allah (c.c)’nın emir ve yasakları
hususunda kadın ve erkek eşit hak ve ödevlere sahiptir. İslam dini, erkeğe verdiği değerin
aynısını kadına vermiş bazı durumlarda onu
korunabilir bir hale getirmiştir. Şahsiyet meselelerinde iki cins de birbiriyle aynı olmakla birlikte,
bedeni meselelerinde bazı farklar vardır. Allah (c.c)
özenerek ve süsleyerek yarattığı kadına verdiği
değerden dolayı erkeklerden biraz daha farklı
bir örtünme, tesettür tarzını emretmiştir. Modernistler, dinin insanlık hayatındaki etkisini yitirdiğini laikleştikçe insanlığın dine ihtiyacı kalmadığını ileri
sürerler. Fakat postmodernizm, dinin insan davranışlarının belirlenmesinde merkezi bir rol oynadığını ispatlamıştır. Elbette ki dinin vecibelerinden biri de setri
avrettir. Eller ve yüz haricindeki yerlerin kapatılması
gerekir. Teşhirad zihniyet kadının doğasına aykırıdır.
Özgürlük adı altında verilen nice taviz onu benliğinden söküp atma telaşesindedir. Modernizm, kadına özgürlük getirirken bazı negatif oluşları da
beraberinde getirmiştir. Bunun en açık örneği
25
moda ile türlü oyunlarla kadınları teşhircilik
tuzağına düşürmektir.
Kadın demek, tarih demektir, milat demektir,
emektir, sevgidir, cenneti ayaklarının altında taşımaya
muktedir gösterilendir. Tarihte kadın, statü açısından
çok fazla iniş çıkışlar yaşamıştır ancak bugün ciddi bir
gelişim olduğundan bahsetmek zordur. Batıda, örneğin Antik Yunan cemiyet hayatında son derece aktif ve özgür olmuştur. Tabi, daha sonra Aristo kadını
erkeğin tamamlayıcısı olarak görmüş ve bu konuda
akıl gerilemeye başlamıştır. Antik çağın en akıllı
kişilerinden olarak bilinen Aristo “Kadınlar
meclislere alınmamalıdır, onların hükmü geçersizdir”, bilgeliğiyle tanınan Konfüçyüs, kadın
2.sınıf insandır ve değersizdir, Hintlilerde kadın noksandır, Roma’da hiçbir hukuki hakkı
yoktur. Yahudilikte kadın erkeğin hizmetçisidir
ve tahrif edilmiş Tevrat’a göre kadın ölümden
acıdır, Allah nezdinde iyi kimse kadından kurtulandır. Hristiyanlara göre kadın pis varlıktır
ve ona giden yol şeytanidir. Papazlar ve Rahibeler bu sebeple evlenmezler.
Toplumumuzda kadın; kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul atadan görmeyince sofra çekmez
ve İslam’da kadın Hz. Ayşe’dir; ilimde, sanatta
ve hukuki olanlarda erkeklerin kendisine fikir danıştığı kimsedir. Hz. Zeynep’tir ticaretle uğraşıp deri
işçiliği yapan. Hz. Hatice’dir cesaret, sabır ve
saliha kadın rütbesine ulaşan. Osmanlıda harem
sultanlarıdır. Camilerde, hanlarda imzaları bulunan,
bazen de bir Nene Hatundur at sırtında 93 Harbinde
düşman kovalayan ve bazen Şerife Bacı’dır. Vatan, İman gitmesin diye cephane taşıyan. İşte
medeni olarak bildiğimiz, geçmişinin üzerine bina
edilmiş batı toplumlarında kadın böyledir. İslam’da
ve İslam’la yoğurulmuş zihniyetlerde ve yerlerde kadın İslam’a yakışır şekilde değerlidir.
İslam’la bağdaşmış bir hayat yaşayabilmek
kapitalist isteklerin sunduğu hizmetlerden vazgeçebilmek birinci kuraldır. Ama maalesef ki bu sistemin
yöntemi zaaflardır ve hedef kitlesi şu an için kadın-
lardır ve araç olarak da modayı kullanmaktadırlar.
Moda kadının ilgi alanına hitap eder. Seçilme
ve beğenilme duygusu, onun temel psikolojik
ihtiyaçlarından bir tanesidir. Giyeceklerimizin,
seçeneklerimizin nasıl olacağına moda karar
verir ve moda anlayışı kadının cinsel kimliğini
ön plana çıkarır biçimde tasarlanır. Teşhircilik,
bir hastalıktır ve kadının kişiliğine değil, dişiliğine dikkat çekmektir. Antropolojik açıdan değerlendirildiğinde, insan dışındaki diğer canlılar arasında
erkek olanlar daha süslüdür. Tavus kuşu ya da erkek
aslanlar gibi. Fakat insanlardaki gösteriş ve çekicilik,
dişide yani kadında toplanmıştı. Ancak bugün bu, bir
sömürü haline gelmiştir. Kadının albenisi, dolaylı
yollardan ticarete dökülmüştür. Eski zamanlarda şiddet yoluyla aşağılanan kadın, şimdi
övülerek ve iltifat edilerek aşağılanıyor. Çeşitli
markaların tuzaklarına düşürülüyor ve kimliği yerine cazibesiyle konumlandırılıyor. Kadını, cinsiyeti ve
asıl kimliğiyle çelişkide bırakıp “avm” kültürüyle zihinlerini yoğuruyor ve namaz vakitlerini dahi hatırlamaktan gafil bırakılıyorlar. Beğenilme iç dürtüsel eğilimi bugün trend kavramıyla kısırlaştırılıyor. Aslında
modanın bilinçaltı teşhirciliktir. Örneğin otomobil
reklamları hedef kitle olarak erkeği belirlerken, reklamlarda kadınları kullanıyor. Kadının
cinsel kimliğinin kitlesel tüketime sunulması,
kadın hakları açısından tartışılmalıdır ki bu
durum kadına duyulan saygıyı azaltmaktadır.
Popüler kültür denilen olgu cumhuriyet projesiyle
birlikte adım adım hayatımıza nakşedilmektedir. Fe-
Moda kadının ilgi alanına hitap eder. Seçilme ve beğenilme duygusu, onun
temel psikolojik ihtiyaçlarından bir tanesidir. Giyeceklerimizin, seçeneklerimizin nasıl
olacağına moda karar verir ve moda anlayışı kadının cinsel kimliğini ön plana çıkarır
biçimde tasarlanır.
26
Mart
minist bir düşünceyle, özgürlük adıyla kadın çalışma noksan bireyler yetişecektir. Burada temel yahayatına atıldı. Eskiden fizik gücünün önemi olduğu pıtaşı anne rolündeki kadındır. O devrilirse doyerde erkek, duyguların ön planda olduğu yerde ka- mino sağlam kalmaz. Üstlenilmeyen görevler neticedın varken, şimdiki rol karışıklığı, kadının doğasına sinde dinin vecibelerini doğru bilmeyen bir topluma
da yapılmış bir saldırı olarak değerlendirilebilir. Aslın- dönüşmemiz içler acısıdır. Kadın büyük bir idareci,
da kadın erkek yer yer eşit, yer yer adil yaratılmıştır. yüce bir eğitmendir evinin içinde, erkek o evi koruİki cinsiyetin de hak ve ödevleri, sorumluluk alanları makla mükelleftir.
farklıdır. Popüler kültür, moda bizim aile yapımıza geHz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki;
leneksel kültürümüze de aksetmiştir. En ideal
aile tipi kadının evde olması ve çocuklarıyla
“Dünya bir metadır, dünya meta’nın en
ilgilenmesidir. Eşiyle beraber sabah telaş içe- hayırlısı, saliha kadındır”
risinde kaldığı koşturmaca içinde “çocuklara
Burada saliha kadın sözüyle anlatılan, dinine,
yemek dolapta, çamaşırlar askıda” gibi notlar
bırakması… Çocuklar geldiklerinde sıcak bir değerlerine, benliğine, eşine, işine hakkıyla değer veanne tebessümüyle karşılayan anneleri bu- ren kadındır. Mümine kimliğini üzerine en güzel şekilde yakıştırandır. Feminizm
lamayacaktır. Temelden
aldatmacasıyla bugün, kakaynaklanan sıkıntılar çöErkek
zihniyetinde
kadın,
dınlar ruhsal ve bedensel
zülmezse binayı inşa etmek
duruşlarını kaybettiklerinin
kadındır. Ama kadın zihniyetinde
zordur. Neslin ifsadı çerçefarkında değillerdir. Bünyevesinde değerlendirmek genedense erkekleşme isteği vardır.
sine aykırı bir şekilde, kendi
rektiğinde her şeyde olduğu
Kadının ne ruhuna ne huyuna ne
prestijini unutup, erkeklerin
gibi merkezde yine kadın
bedenine
kaldıramayacağı
yük
konumlarıyla hemhal olvardır. Bu defa da anne
yüklememelidir
ve
tabi
o
da
hangi
maya çalışmaktadırlar. Göolarak... Maalesef kadınrev, kadın ve erkek ayrımı
yükü kaldırıp kaldırmayacağını çok
lar anneliğin bedelini
yapmaksızın, kime layıksa
ödemekten kaçındıkları
iyi bilmelidir.
o kişiye verilmelidir. Mesela
için, çocuk da önemini
siyasetçilerin
bir kısmı bilekaybetti. Duygularını kulrek ya da bilmeyerek, siyasi
lanmaktan aciz hale getirilen
toplantıları
hep
akşam
saatlerinde düzenlerler. Geç
bu dişi kimlik modernizmin şapkası altında gezmeye mahkûm oldu. Kadınlardaki nazik, zarif, ince ve saatlere kadar süren bu toplantılara kadınlar katılaşefkatli düşünceler azaldığı için ve onu erkekleştirme maz. Bu durum da hissettirilmeden kadın dışlanmış
yolunda türlü akımlarla oyaladıkları için yedek erkek olur. Erkek zihniyetinde kadın, kadındır. Ama
benzetmesi yapmak yerinde olacaktır. Anne sevgi- kadın zihniyetinde nedense erkekleşme isteği
sinden mahrum, bakıcı sevgisine mecbur olan vardır. Kadının ne ruhuna ne huyuna ne bedeçocuk, mahrumiyetini maalesef yanlış arka- nine kaldıramayacağı yük yüklememelidir ve
daşlıklarla ve yanlış ilişkilerle tamamlamaya tabi o da hangi yükü kaldırıp kaldırmayacağıçalışacak ve netice itibariyle ahlaki, inançları nı çok iyi bilmelidir.
Türlü dalaverelerle ticaret odağı haline
getirilen kadın, ancak İslam’ın ona çizdiği
yolda istikrarını kaybetmeden yürürse gerçek
kimliğini bulacaktır. Gerek hakları, gerek görev
ve sorumlulukları, gerek ihtiyaçları, akla gelebilecek
her gerekeni Allah (c.c.) kadına sunmuştur. İslam’ı
doğru anlamak, peygamberi, sahabeyi tabiini
doğru anlamakta geçer. Sahabe annelerimiz
bizim için birer örnektir. Yoksa yılda bir defa 8
Martta hatırlanmak değil, yılın her günü değişik statülerle, İslam’ın çizdiği yolla değerimizi
korumak mümkündür.
Mart
27
İslâm’da Kadının Yeri
Hayrunnisa NEBİOĞLU
T
aya
çalışm
a
lar
k adın
n
Kadın
a
ş
ı
l
i , ça
d ı ki
d
l
n
i
a
r
s
i
d
öz e n
Kadın
el d e
.
i
ü
d
l
m
i
ü
n
üğ
imre
öz g ü r l
nında
m
a
y
a
s
r
ı
n
ş
nı
ç al ı
al ı ş m a
Ç
olünü
r
.
k
i
l
m
i
e
r
n
ede
ı ve an
ğ
ı
l
ın , b u
m
d
ı
a
n
k
a
h
en
ev
d e me y
e
e z i l di .
a
k
d
r
e
a
t
h
da
de
lt ı n d a
a
n
i
r
y ü kl e
28
oplumların kadına bakış açısı sahip oldukları kültürel değerler ışığında farklılık göstermiştir. Yahudi inancına göre Âdem’i yoldan çıkaran
Havva’ydı. Bu sebeple kadın, Yahudilerce lanetli
kabul edilirdi. Hıristiyanlık kadını “pis varlık”
sözleriyle nitelendiriyordu. Hindistan’da ise eşi ölen
kadının yaşama hakkı olmadığını gözler önüne
seren dul kadının öldürülmesi geleneği vardı.
Cahiliye dönemine baktığımızda bazı Arap kabileleri,
sırf fakirlik korkusundan ya da düşman eline geçip yüz kızartıcı bir olay yaşanmaması için kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kız çocukları
doğduğunda, babalar utancından kızarıp bozarır, dışarı çıkmaya yüzleri kalmazdı.
İşte dünyanın çeşitli toplumlarında kadın böyle
horlanırken; İslam, doğmasından utanç duyulan
kadını, horlandığı mevkiden alıp yükseltmiştir.
Her iki cinside Allah’a kulluk açısından eşit
saymıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki Allah her iki
cinsi de ayrı yaratılış özelliklerine sahip varlıklar olarak yaratmıştır. Kadın daha duygusaldır. Acıma, sevme, şefkat yoğunluğu açısından
Mart
erkekten daha zengindir. Bundan dolayıdır ki
İslam kadını yapısına göre vazifelendirmiştir. Ona
annelik gibi güzide bir görev vermiştir. Kadın
evinin iç işlerine bakar. Çocuğunu Hakk’ın
rızasına uygun şekilde yetiştirir. Çocuğunun
ahlâk öğretmenidir. Erkek ise evi dışından korur.
Evin mâli yönden devamını sağlar. Allah Teâlâ herkese kaldırabileceği yükü yüklemiştir. Dolayısıyla
İslam, kadın-erkek eşitliğine değil, kadın-erkek adaletine vurgu yapar. Eşitlik ile adalet
birbirinden farklı kavramlardır. Kadını erkekle
eşit tutma uğruna ancak bir erkeğin taşıyabileceği
bir yükü kadına yüklerseniz, ona yapabileceğiniz en
büyük kötülüğü yapmış olursunuz. İslam kadının kadın; erkeğin erkek gibi olmasını öngörür.
Hâl böyle iken bazı İslam düşmanları,
İslam’ın kadınları ezen, ikinciliğe hapseden,
aile kurumu içinde erkeğin reisliğine mahkum
eden bir din olduğunu ileri sürerler. Oysaki İslam, insan olup olmadığı tartışılan kadını yüceltmiş, cenneti ayaklarının altına sermiştir.
Şu bilinmeli ki kadın ikinci plana atılıyorsa bu, Kitab’a
uyulduğundan değil, kitabına uydurulduğundandır.
Kadını asıl değersiz kılan ve sömüren, özellikle de
kadınlar tarafından o çok özenilen modern dünyanın
kurallarıdır. Kur’an ahkâmının uygulanmadığı toplumlarda kadının sömürülmesi çağlara göre farklılaşarak devam etmiştir. Önceki yıllarda küçümsenerek,
şiddet uygulanarak sömürülen kadın, bugünlerde
övülerek, iltifat edilerek çıkar sağlanılmaya çalışılıyor.
Kadının bedeni üzerinden ekonomik sömürü
yapılıyor. Reklam malzemesi olarak kullanılıp ekonomik çıkarlara alet ediliyor. Otomobil
reklamlarındaki hedef kitle erkekler olmasına
rağmen tanıtımda kadınlar kullanılıyor. Kadın
kimliksizleştirilerek cinsel cazibesi ön plana
çıkarılıyor. Şeraitsizliğin bedelini en çok da
kadınlar ödüyor.
Modernizenin en büyük aktörü “kadın”dır.
“Kadın evinden ne kadar uzaklaşırsa o ölçüde modern olur.” mesajını senelerce kadınların
beynine kazıdılar. Kadınlar çalışmaya özendirildi, çalışan kadına imrenildi. Kadın sandı ki
çalışırsam özgürlüğümü elde ederim. Çalışmanın yanında ev hanımlığı ve annelik rolünü de terk
edemeyen kadın, bu yüklerin altında daha da ezildi.
Bu özgürlük arayışında zararlı çıkan yine kadın oldu.
Amacımız, elbette ki kadını sosyal hayattan tamamen
dışlamak değil, “ev hanımlığı” ve “çocuk annesi”
rollerini bulaşıcı bir hastalık olan modernizmin pen-
Mart
çesinden kurtarmaktır. Bu hastalıktan kurtulmanın
tek yolu ise İslam’a dönüştür. Çünkü kadınların
çalışmayı bir ihtiyaç olarak görmesi, ancak çalışarak
kendini garanti altına alabileceğini düşünmesi, İslam’ı
yaşama özürlüsü olmamızdan kaynaklanır. Zira İslamiyet’te geçim yükü erkek ve kadın arasında
paylaştırılmamıştır. Kadın, para kazanmak
zorunda değildir. Evli ise erkeği, evli değil ise
babası, babası da yoksa en yakın akrabası çalışıp onun her bir ihtiyacını zaten karşılamak
zorundadır. Demek oluyor ki kadının aslî görevi
para kazanmak değildir. Allah Teâlâ kadını da erkeği de her işe elverişli olarak yaratmamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi İslam’ın kadın ve
erkek için tesis ettiği konum, onun fıtratına
tam uygun bir konumdur.
İslam’a ters düşen, evliliğin baskıcı olduğunu
iddia ederek ailenin altını oyan diğer bir unsur da
Feminizm’dir. Feministler, güçlü olanın ayakta
kaldığını, dolayısıyla kadının erkekten daha
güçlü olması gerektiğini öğütler. Kadınlar bu
tembih doğrultusunda hareket ederek erkekler üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmışlardır. Artık evlilik, İslâm’ın ışığı ile aydınlanmayan evler için
“ben güçlüyüm” çatışmasının yaşandığı bir savaş
meydanına dönüşmüştür. Feministler, annelik gibi
kadına yüklenen görevlerden dolayı kadının, adeta
bir yarış gibi telakki ettikleri çalışma hayatına 1-0 geriden başladıkları kanaatindedirler. Bu yüzden feminizm, kadını aile, çocuk gibi “zorunlu” bağlardan
kurtarmayı hedefler.
Feminizm ve modernizm gibi aileyi yıpratan bu hastalıklar sonucu boşanmalar artmış,
annelik duygusu zarar görmüş, aile kurumu
derin yaralar almıştır. Aile toplumun en küçük
parçasını oluşturduğundan, bozulan aile yapısı, toplumsal çöküntüyü de beraberinde getirmiştir. Görüldüğü gibi aile kurumu onunla ayakta durur. İşte bu
yuvanın direği, toplumun mimarı olan kadına esas
değerini veren, onu muallâ tahtına oturtan İslam
dinidir. İslamiyet onu saplandığı zillet batağından
çıkarıp, izzetin zirvesine çıkarmıştır. İşte gerçek kimliği İslam’da bulan kadın Allah tarafından kendisine verilen nimetlerin farkına varıp, emrolunduğu gibi olduğunda özgürlüğünü yeniden
elde eder, kemâle ulaşır. Ancak Allah’ın kendisine bahşettiği hususiyetlerine ters düşen eğilimde bulunur da kendi vasıflarını görmezden
gelirse, İslam’ın yücelttiği “kıymetini” kendisi
ayaklar altına alır.
29
Neden Kadın
Nurdan SAĞLAM
D
( c. c )
e
n
i
b
ab
e
iz R
m
e su l ü n
i
f
R
e
d
,
l
He
t
ku
ümme
b ir
r
ı
i
l
r
b
hayı
si l l e r
y ır lı
e
a
n
h
a
(s.a.v) Müslüman
il olan
h
e
v
e
r
olan
tir. Gö
apıda
y
k
e
k
a
m
c
r
i
a
r
y e t i şt
k doğ u ğ itecek bir
u
c
o
Ç
.
verilir ibi çocuğ u e
i şte e n
u
g
b
u
e
ğ
nn
o l du
olan a
a
d
a
yapıd
r.
m s e di
i
k
l
i
h
e
30
erdimiz davamız İslam. Bu davanın bireyleri ister kadın olsun ister erkek olsun
herkese düşen bir görev var. Nasıl ki farz
terkedilip nafile ibadetler yapılamazsa kişi de
üzerine düşen görevi bırakıp başka işler için kollarını sıvayamaz. Hiçbir görev diğerinden değersiz
değersiz değildir. Bu veya şu olmasa da olur denilemez.
Doktorumuz olsun öğretmenimiz olsun çiftçimiz
olmasa da olur denilemediği gibi.
Toplumun en küçük mekanizması ailedir. Neslin
devamı hususunda bu mekanizma çok önemlidir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek günün birinde anne
ve babaya dönüşecek onları bu isim değişikliğine götürecek olan da Rabbimin bir emaneti
olacaktır. Bu emaneti korumada her ne kadar anneye
daha çok sorumluluk düşse de her ikisi de sorumludur.
Babanın helal yollardan kazandığı kazanca artık bu
yeni misafirde dâhil olacaktır. Anne dokuz ay on gün
karnında taşıdığı bu emanetin dünyaya gözlerini
açtıktan sonra iki yıl boyunca da süt ihtiyacını
kendisi karşılayacak ve o öyle bir süt ki diğer sütlerle kıyaslanamayacak derede çocuğun ihtiyaç
Mart
Derdimiz davamız İslam. Bu davanın bireyleri ister kadın olsun ister erkek olsun
herkese düşen bir görev var. Nasıl ki farz terkedilip nafile ibadetler yapılamazsa kişi de
üzerine düşen görevi bırakıp başka işler için kollarını sıvayamaz.
duyduğu her türlü maddeye sahip ve bağışıklık
sistemini güçlendirecek nitelikte. Anneye verilen derin bir şefkatle geceleri uykusuz da kalsa, eskiye göre çoğu şeyden kısıtlansa da o bundan şikâyet
etmeyecek çocuğun eğitiminde de büyük roller üstlenecek. Bir hamur misali yoğurulmasında da şekillendirilmesinde de diğer bütün aşamalarında da hep
o olacak. Görev büyük çünkü hedefimiz Rabbine
(c.c) hayırlı bir kul, Resulüne (s.a.v) hayırlı bir
ümmet olan Müslüman nesiller yetiştirmektir.
Görev ehil olana verilir. Çocuk doğuracak yapıda olduğu gibi çocuğu eğitecek bir yapıda da
olan anne bu işte en ehil kimsedir. Bu yüzdendir
ki İslam toplumunu içten çökertmek isteyen çevreler
oyunlarını daha çok kadınlar üzerinden yürütmeye
çalışır. Kadın-erkek eşitliği, kadının tesettürü,
çalışması, miras hakkı, şahitlik meselesi, kocasına itaati konusu vs. hep gündeme getirilir. Sanki kadını da erkeği de yaratan Rabbim
haksızlık yapacakmış gibi. Rabbimden gelen bir
emire bir mü‘minin cevabı “işittik ve itaat ettik”
olmalıdır. İlk günahın asıl suçlusu olarak kadını
görenler mi, zamanında kadın insan mıdır diye
tartışanlar mı, kadını evi haricinde her türlü
ağır işlerde kötü mekânlarda çalıştıranlar mı
Müslüman kadının haklarını düşünecek ya da
Hristiyan, Yahudi, Budist bir kadın Müslüman
bir kadının modeli olacak!
İki insana eşit davranmak adaletli davranmak
anlamına gelmez. Bir annenin yeni doğan çocuğuna karşı olan davranışı ile on yaşında olan
çocuğuna davranışının aynı olması nasıl olur
da adaletli davranmak olur. Elbette yeni doğanın ihtiyacı ile on yaşındaki çocuğun ihtiyacı aynı
değildir. Söz gelimi erkeğe ve kadına aynı davranmak birine ne veriyorsak diğerine de onu
vermek bunun gibidir. Kadın-erkek eşitliğini
bırak kadınlar birbirine eşit midir? İkiz dahi olsa
iki insan birbirine eşit olmayacaktır. Herkes farklıdır.
Birinin birinden üstün olması için kadın veya erkek
olmak, farklılıklara, farklı görev ve sorumluluklara sahip olmak değil takvaca üstün olmak gerekir. Kadın
ve erkek birbirinden üstün olmadığı gibi eşitte
değildir ancak birbirini tamamlayan eştirler.
Kadınları kandırıp evdeki en önemli görevini
yarıda kesip, emaneti başka ellere teslim ettirip sağlam bir İslam toplumuna, Müslüman bir nesil oluşturma gayemize darbe vurmak isteyenlere ne yazık ki
Müslüman erkekte kanmakta “evet ben kadından
üstünüm” diye düşünmektedir. Şimdi hangi erkek diyebilir ben Hz. Hatice ve Hz. Aişe’den
(r.anhüma) daha üstünüm. Demek ki üstünlük erkek ya da kadın olmakta değildir. Bu yüzden önce
erkek bakışını/görüşünü düzeltmeli, eşine değerli olduğunu, görevinin ciddiyetini hissettirmeli, ona yardım etmeli, hedefe doğru beraber
adımlar atmalıdır.
Kadın da bu dünyaya niçin geldiğimizi, çocuğumuzu niçin sevdiğimizi, ona ev, araba, mal
bırakmaktan çok, güzel İslam ahlakı bırakmanın ve şefkatiyle onu eğitmesinin önemini, bu
işin büyük sorumluluğunu karşılığındaki büyük
ecri hatırlamalı, bir evde iki babaya değil, yeri
başkası tarafından doldurulamayan anneye ve
babaya ihtiyaç olduğunu bilmelidir.
Mart
31
Müslüman Olmam Neyi Gerektirir?
Gülsüm KIZIL
M
b ir
a
d
n
u
hukuk
sayeti
m
e
a
v
l
İs
e
v
ve
elayet
v
n
ak ı m
b
n
e
çocuğ u
k
it
a
f ına a
a
r
a
arafın
t
t
e
a
n
b
n
a
a
b
idane)
h
(
i
s
e
terbiy
aittir.
32
üslüman olmak çoğu zaman sadece kimliklerde yazılı kalır. Etrafımızdaki insanların
neredeyse tamamı Müslümandır. Ancak
müslüman olmanın neyi gerektirdiği sorusunu
bilincinde olan bu soruya cevap arayan kimseler için
kimlik müslümanlığı yeni bir çehre kazanır. Bu soru ile
birbirinden ayrılır kimlik Müslümanı olma ve dava Müslümanı olmanın arası. Çünkü artık dinden sorulduğunda “Elhamdülillah müslümanım” demek öylesine ağızlardan çıkar oldu. “Müslümanım” demek
belli bir sorumluluk ister. Hayatın her alanında İslamî
prensiplere sarılarak yaşamayı gerektirir. İçi boş,
oldum olası bir Müslümanlık anlayışı Efendimiz
(sav) bıraktığı sonrasında Sahabe ve Tabiin’in
uygulayageldiği sünnetine terstir. Bu kavramın
içi önce Kur’an ve sünnetin getirdikleriyle daha
sonra da eşsiz bir nebevi eğitimden geçmiş olan
Sahabe Efendilerimize uymakla doldurulacaktır.
Ardı önü hacı, hoca, merhum, vaiz, müftü, ılımlı Müslüman, radikal İslamcı vs. gibi bir sürü nişanla, lakap ve
rütbeyle dolu ama bilinçsiz ve gaflette bir Müslümanlık
bu ümmeti kalkındıramaz. Bu ümmetin ilk nüvelerini oluşturan Sahabe-i Kirâm’ın öyle bir ton laka-
Mart
bı yoktu. İlk hacı olmasına rağmen kimse Hz.
Ebu Bekir’e (r.a.) Hacı Ebu Bekir demedi. Ama
sıddîk dedi, yâr-ı ğâr dedi. Çünkü O anlaması gerekeni anladı, dosdoğru olup doğru olanın arkasında durdu. Bu anlayış Hz. Ebu Bekir’i sadakatle, Hz. Ömer’i adaletle, Hz. Osman’ı haya ile,
Hz. Ali’yi ilimle bir anılır kıldı. İşte bu ümmeti
böylesi çihâr-ı yâr-ı güzîn dediğimiz kendi aralarında son derece şefkatli düşmana karşı ise
adeta aslan kesilen son derece şiddetli insanlar ayağa kaldırdı, eşi benzeri görülmemiş bir
medeniyet kurdu. Çünkü onlar Müslüman olmanın neyi gerektirdiğini biliyordu. Hem inançta
hem ibadette hem de ahlakta Müslümandılar.
Evet onlar sağlam bir medeniyet kurdu. Tarihin seyri
içerisinde, Onların bıraktığı bu miras bütün yıpratma
kampanyalarına rağmen hala ayakta ve bize ulaşmış
durumda. Şimdi bu miras bizim elimizde. Onu ihya
etmek de bize bağlı, biraz daha yıpratmak da.
İşte onu ihya etmek en başta söylediğimiz
kimlik Müslümanları eliyle değil, Müslüman
olmanın muktezasını kavramış dava insanı
Müslümanların eliyle gerçekleşecektir. Bunu
yapacak olan elbette bir neslin yetiştiricileri anneler
(mümin kadın) olacak. Allah’ın emir ve yasakları
karşısında erkek ve kadın eşittir hiç şüphesiz.
Ancak bilinçli bir neslin yetiştiricileri olma hususunda
kadınlar erkeklerden daha fazla yükümlülük altındadır. Nitekim İslam hukukunda bir çocuğun velayet ve vesayeti baba tarafına aitken bakım ve
terbiyesi (hidane)anne tarafına aittir.
Mümin kadının en büyük cihadı önce
fitne ve haramların her fırsatta kendisine yöneldiği ‘kendisini’ İslam’ın öngördüğü şartlar
çerçevesinde yetiştirmek sonra da bu ümmeti
kalkındıracak nesli yetiştirmektir. Mümin kadın
sadece kendi için değil Müslümanım diyen herkes
için çalışacaktır. Bu çalışmayı da hem cinsleri eliyle
yürütecektir. Müslümanca örtünecek diğerleri-
ne karşı örtünme cihadı yapacaktır. Günümüz
kadını kendi seçimlerinde özgür olduğu belletilerek bu tercihi ile bir orta malı ve çağdaş
erkeğin nefsani güdülerini heybeden doyurduğu bir meta haline getirilmek isteniyor. Bu durum karşısında dik bir duruş sergileyecek olan
örtünmenin bilincindeki mümin kadın ve onun
terbiye ettiği, yetiştirdiği nesildir. Nitekim şuurlu bir müslümanın bu konudaki düşünceleri bu çağdaş düşünceler ile taban tabana zıttır. O örtünün
anlam ve önemini, ne için gerektiğini Kur’an-ı
Kerim’den ve sünnet-i Nebi’den öğrenmiştir.
Mümin kadın bir de ilimle cihad edecektir. Çünkü cahil bir insanın kendisine faydası
yoktur ki etrafına ışık saçsın. Bu yüzden kendini her yönden geliştirmiş, ilim sahibi, ilmiyle amil bir müslüman olmalı bir kadın. İlim hiç
kuşkusuz hadiste belirtildiği üzere bütün Müslümanlara farzdır. Ancak mümin kadının misyonunda
ilim büyük bir öneme haizdir. Efendimiz (sav)’in
ezvâc-ı tâhirâtı O’nun dizinin dibinde yetişmişti. Bu
yüzden Hz. Aişe (r.anha) için “ilmi bu Hümeyra’
dan alın” demişti (sav).Hz. Aişe (r.anha) validemiz
adeta bir fıkıh ve hadis okulunun baş öğretmeni gibi
çalışırdı. Çünkü O bilirdi ki bu dini Hz. Peygamber
(sav) ‘den miras alıp aktaracak olanlar alimlerdi. Tabi
ki alim olmak yetmez, ilmiyle amil âlim olmak gerekir. Efendimiz (sav) bile fayda vermeyen
ilimden Allah’a sığınmıştır. Alınan ilim zihinlerde
kalmamalı, bu potansiyel aktif hale getirilip kullanılmalı, mümin hayat onunla dokunmalı. Bu dokuma
işinde ilk eğitimin eğitmenleri kadınlar yerini almalı
ve bugünün küçüğü yarının büyüğü müslüman nesli
ilmek ilmek ilmiyle işlemeli. Burada ilim derken neyin kastedildiği de iyi anlaşılmalı tabi. Eşrefü’l ulûm
denilen Kur’an ve hadis ilimleri ile donanmalı.
Mümin kişi ilm-i hâlini bilmeli. Bilmek, bilirkişi
olmak bu kadar önemliyken mümin kadın tabi ki
bu düzende yerini almalı, gerektiği gibi ilimle
donanmalıdır. İslam’ın öngördüğü şartlar çerçevesinde, sınırı aşmadan, taviz vermeden…
Buraya kadar anlatılanlar bir ideal bir prototip.
Ancak bu idealler tarih içinde bizim içimizde hep var
oldu biiznillâh olacak da. Burada söz tabi ki meclisten
dışarı değil, söz önce söylenmeli öze, sonra ibret alacak herkese. Hakkı Hak bilip Hakk’a tâbi olanlardan, batılı bâtıl bilip bâtıldan uzak duranlardan olabilmek duası ile…
Mart
33
Ahmet YAŞAR
İslam Ve Kadın
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla
Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz şükürler olsun. Rasûlullah (s.a.v)’a,
âline, ashabına, tâbiine, tebe-i tâbiine ve kıyamet sabahına kadar sırat-ı müstakim üzere yürüyenlere salât ü selam olsun.
Peygamberimiz (s.a.v)’in tebliğ görevini yerine
getirmek için çeşitli milletlerin reislerine göndermiş olduğu davet mektuplarının hakikatinden her ne kadar
uzak kaldıysak da, kendi imkân ve gücümüzle Rasulullah (s.a.v)’a tabi olma niyeti bu yazıları bize yazdırmaktadır.
Bu dergide yazanlarla ve bu yazıları okuyanlarla sureta görüşemediysek de manen görüşmüş gibiyiz. İnşaallah bu yazımız maddeten
görüşmemize vesile olur kanaatindeyiz. Allah
Teâlâ (c.c) Hazretleri bizlere meseleleri bütün hakikatiyle anlayıp, yazmayı, okuyucularımıza da yazılanları
hakkıyla anlayıp yaşamayı nasip buyursun.
İnsanoğlunun yaşadığı bu hayat bir hayaldir, gelir geçer. Yazılanlar ise insandan arkaya
kalır. Eğer bu yazılanlar gönüllere yerleşmişse
hem dünyada hem de ahirette birbirimize kavuşmaya vesile olur. Allah Teâlâ Hazretleri bu
vesile ile fânî ve bâkî âlemde bir araya gelmemizi, buluşmamızı nasip buyursun.
Allah Zülcelâl Rahman Suresi’nin ilk ayetlerinde
meâlen şöyle buyurmaktadır:
“Rahman olan Allah Zülcelâl, rahmaniyetinin gereği olarak Kur’an-ı Kerim’i kullarına
öğretmiştir. Ve kullara da anlama ve anlatma
kabiliyetini ihsan buyurmuştur.”
Bizler; anlatacağımız ve tanıtacağımız her şeyi Allah Teâlâ’nın Kitab-ı İlahisi ve Rasûlullah’ın sünnetinde nasıl bildirilmiş ve tanıtılmışsa öyle tanıyıp anlatırsak, doğru tanımış ve tanıtmış oluruz. Çünkü Allah
Teâlâ’nın bildirdiğinin dışında ne tanıdığımız
doğru ne de tanıttığımız doğru olur.
Allah Zülcelâl mahlûkatı içerisinde seçilmiş, süzülmüş varlık olarak insanoğlunu yaratmıştır. İnsanoğlunu da erkek ve kadın olarak iki cins olarak yaratmıştır.
Bu iki cinsi yaratırken erkeğin erkek olarak yaratılması için, hanımların hanım olarak yaratılmaları için belli kanunlar koymuştur.
Bilmelisiniz ki insanlığın yaratıldığı tarihten bu yana
Allah’ın insanın yaratılışı ile ilgili koyduğu kanunlar değiştirilememiş ve bundan sonra da değiştirilemeyecektir.
34
Bu hakikate bütün hekimler, tabipler akıllı ve akılsız insanlar boyun bükmek mecburiyetinde kalmıştır.
Allah Zülcelal’in yaratılış için koyduğu kanunları
ile insanoğlu erkek ve dişi olarak dünyaya geldiği gibi
hayatlarının devamı da yine Allah Teâlâ’nın koyduğu
kanunlarla devam etmektedir.
Rabbimizin insanoğlu için koyduğu bu kanunlar;
onların maddî hayatlarında olduğu gibi manevî hayatlarında da gerçek manada erkek ve gerçek manada hanım olarak yaşamaları için konulan kanunlardır.
İnsanın ve bütün mahlukâtın yaratılış maddesini
değiştiremeyenlerin acziyetlerini idrak edecek yerde
sonsuz hayat için konulan kanunları değiştirerek, insanların yaratılış fıtratlarına müdahale ederek onların
hakiki manada erkek ve hakiki manada hanım olarak
yaşamalarını sağlayacaklarını düşünmeleri ise ancak
cehaletlerini ispat etmeye yarar.
Onun için de
Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir hadisi şerifinde;
Hanımlara benzemek isteyen erkekler ile erkeklere benzemek isteyen hanımlara lanet etmiştir.
Bizler; erkeklerin kâmil erkek olarak yaşayıp kâmil
erkek olarak ölüp kâmil erkek olarak dirilmeleri için
Allah Zülcelâl’ın koymuş olduğu ölçü ve kanunlara
riayet etmesini istiyoruz. Aynı şekilde hanımların da
gerçek manada hanım olarak yaşamalarını, ölmelerini ve dirilmeleri için Allah’ın koymuş olduğu ölçü ve
kanunlara bağlı kalmalarını istiyoruz.
Tarihe baktığımız vakitte cennet hanımlarının; cennetteki hanımların hanımı olan Hz.
Asiye’yi düşündüklerini ve onun gibi olmaya
gayret ettiklerini görürüz.
Hz. Asiye, cennet hanımlarının hanımı olması için
ne büyük çile, meşakkat ve işkencelere katlanmış ve
Rabbinin rızasını kazanma yolunda şehid olmuş ve
bunun mükâfatı olarak da cennet hanımlarının efendisi olmuştur.
Hz. Asiye beşerin koyduğu ölçülerle cennet hanımlarının efendisi olmadığı gibi; Hz. Meryemler, Hz. Haticeler ve Peygamberimiz (s.a.v) Efendimizin kızı cennet hanımlarının hanımı olan Hz. Fatıma’da beşerin
koyduğu ölçülerle değil Allah’ın koymuş olduğu ölçülerle bu yüksek makam ve mertebeler yükselmiştirler.
Biraz araştırırsak tarih boyu hanımlardan,
dünya sultanları, mal, mülk, servet ve makam
sahibi olanlara da rastlarız. Fakat bunlar sahip
oldukları imkânları Allah’ın rızası için kullan-
Mart
madıkları için cennet hanımı olduklarına dair
bir alametleri olmamıştır.
Bu gibi insanları bütün dünya ehli övse, methu
sena etse; yaptıkları bu övgüler hiç bir mana ifade
etmediği gibi, onları methedip övenler de çok kıymetli vakitlerini boşa harcayarak insanları ve kendilerini
aldatmışlardır.
Yarın birileri sonsuz pişmanlık ve hasretlik içerisinde daldığı gafletten uyanarak “Eyvah Allah’ın
koyduğu ölçülerle nasıl yaşayamadım, sonsuz
hayatımı cehennem çukurlarından bir çukurda
geçirmek için nefsimin ve şeytanın vesveselerine kapılara heva ve hevesimin peşinde nasıl sürüklendim.” diye pişmanlık içerinde kıvranıp durur.
Şimdi biraz tefekkür ederek; dünyevî menfaatlere tenezzül etmeyerek fani dünya zevk u
sefasından uzak kalıp Allah Teâlâ Hazretlerinin
koyduğu ölçülere riayet ederek yaşayan hanımların ebediyet âlemindeki saltanatlarına, zevk u
sefalarına, Allah’ın bildirdiği şekilde yaşayışları neticesinde kavuştukları büyük mükafâtlara
bakalım da fânî dünyevî zevklerle ne kendimizi,
ne çocuklarımızı ne de başkaları aldatmayalım.
Evet, Allah Zülcelâl koyduğu ilahi kanunlarla yaratmış olduğu bir erkekle bir kızı güzelliklerini de aynı yaratmamıştır. Allah Teâlâ cemal
sıfatının tecellilerinden daha fazla ihsanda bulunduğu
için hanımlara örtünmelerini emretmiştir. Eğer
güzelliği göstermekte bir fayda ve şeref olacak
olsaydı her şeyden güzel olan Allah Teâlâ Hazretleri cemalini gizlemezdi.
Allah Teâlâ Hazretleri hanımlara “Size cemal
sıfatının tecellilerinden daha fazla ihsanda bulunduğum için sizler de örtününüz, eğer örtünmekte bir zillet olsaydı ben cemalimi örtmezdim.” buyurmaktadır.
Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz “Allah Teâlâ’nın
doksan dokuz sıfatı vardır. Her kim bu sıfatların birisini yaşayıp ölürse cennete girer.” buyurmuştur.
Hanımlar Allah Teâlâ’nın “Settar” sıfatının tecellilerine göre hayatlarını yaşarlarsa; bu hem Allah’a
kavuşmalarına, hem de “Settar” sıfatı ile vasıflanarak cennete girmelerine vesile olur.
Bu hakikati bilen şeytan da cennette Havva
annemizi bir hataya sürükleyerek edep yerlerinin açılmasına sebep oldu.
Şeytan cennet âleminde Hz Havva annemizi
bir hataya sürüklediği gibi dünya hayatında da
bu aldatmalarına devam etmektedir.
Mart
Tarih boyu araştırırsanız şeytanın mücadelesinin başında; kadınları teşhir etmek, büründükleri kıyafetleri terk etmelerini sağlamak
gelmektedir.
Bu kısa yazımızda sizlere tavsiyemiz şeytanın
bütün insanlığın düşmanı olduğu ve bilhassa
hanımların ve kız çocuklarının ebedi düşmanı
olduğunu hiçbir an unutmamanızdır.
Allah Zülcelâl Hazretleri de “Şeytan sizin ebedi
düşmanınızdır.” buyurmaktadır.
Şeytanın hanımlara yönelik düşmanlığı öncelikle
onları Rabbimizin “Settar” sıfatının tecellilerinden
uzaklaştırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Şeytanın hanımlarımızı ve kızlarımızı Allah
Teâlâ’nın Settar sıfatının tecellilerinden uzaklaştırma mücadelesinde nereden nereye geldiğini etrafımızda yaşananlara bakarsak daha
güzel tespit edebiliriz.
Settar isminin menfaati de zararı da hanımlara ait
olduğu için öncelikle hanımlarımız şeytana muhalefet
etmelidirler.
Rasulullah (s.a.v) Efendimiz bir hadis-i şerifinde
de şöyle buyurmuştur:
“Saad kıskançtır, Ben Saad’dan daha kıskancım, Allah ise hepimizden daha kıskanç
olanları sever.”
Bu hadis-i şerifle de Rasul-i Ekrem Efendimiz erkeklerin de Settar esma ve sıfatına dikkatlerini çekmektedir.
Ümmet-i Muhammedin erkek ve hanımları Allah
Zülcelâl Hazretlerinin “Settar” esma ve sıfatı hakkında Kur’an-ı Kerim’deki beyanlarını ve Rasul-i Ekrem
Efendimizin Settar esması ile ilgili hadis-i şeriflerini
araştırırsalar; setirden ve kıskançlıktan mahrum
olarak ilahi huzura gitmekten kurtulmak için
gayret ederler.
Dinimizle ilgili bütün hususlarda Cenab-ı Hakk’ın:
“Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun”
buyurduğu ayet-i kerimesinin hakikatini tefekkür etmeye gayret edelim.
Hanımlarımız mesture, erkeklerimiz de kıskanç sıfatı ile Allah’a yaklaşıp ilahi huzura
alınları ak olarak gitmeye gayret etsinler.
Allah’ın selamı ve rahmeti mesture hanımlara ve gayretkâr müminler üzerine olsun.
35
Işık Huzmesi ve
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz
Mehmet TALU
D
r’an-ı
u
K
,
ı
g
y
sata sa
e
d
ind e n
d
r
e
e
l
k
r
u
i
M
m
mel e
e
t
amber
g
n
y
i
’
e
m
P
.
i
z
Ker
ı
ir. H
d
i
s
ur’ane
n
K
a
t
,
e
iz
b ir
fe n d i m
E
e sayg ı
r
e
)
.
l
k
V
.
e
l
A
e
(S.
be’ye, m
a
K
şu r k e n
,
u
’e
n
m
o
i
k
r
i
Ke
el
a ilg il
l
r
a
li g ö r s
l
i
n
g
l
u
i
b
a
rl
ve
n
bunla
,
n
e d e r ke
e
k
r
r
i
a
h
z
ş
te
ya
iyor.
me y i
k
e
e
z
r
l
e
a
g
ı
s
b ir m
lunma
o
i
l
t
a
kk
ç o k di
izinin birinde bir ışık huzmesi... Özel
timin seslendirdiği salavat-ı şerifeler eşliğinde geliyor. Bu ışık huzmesi Resûlullah (S.A.V.) efendimizi temsil etmiş oluyor. Sürekli hareket halinde. Sonra orada peyda olan
bir kamyonete binip gitmeye başlıyor. Kamyoneti kim sürüyor, Resûlullah (S.A.V.) efendimizi
kim nereye götürüyor. Dizinin özel timleri “Eyvah
Peygamberimiz gidiyor” çığlıkları ile arkasından
koşuyorlar, bu arada komutan kendini ön tekerleklerin önüne atarak kamyoneti durduruyor. V.s.
Bu dizide bir ışık huzmesi şeklinde peygamber
sahnesinin yer alması doğru olur mu hiç?
Mukeddesata saygı, Kur’an-ı Kerim’in temel emirlerinden bir tanesidir. Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimize, Kur’an-ı Kerim’e, Kabe’ye,
meleklere saygı ve bunlarla ilgili konuşurken-yazarken, bunlarla ilgili görsel bir malzemeyi teşhir
ederken çok dikkatli olunması gerekiyor.
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, bizim için her
şeyden önce “üsve-i hasene” yani modelimizdir.
36
Mart
Ama asla rol oyuncumuz değildir, rol oyuncusu olamaz. Buradaki yanlış, bizim İslâm’daki
peygamber anlayışımızın yeniden sorgulanması gerekiyor. Kur’an-ı Kerim’e göre Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizin Mekke-i Mükerremede,
Medine-i Münevvere’de yaşadığı siret gerçekliğine göre doğru bir peygamber anlayışına
sahip çıkmamız gerekiyor.
Bu ve benzeri filimler, geçmiş yıllarda çeşitli velilerle ilgili yapılan filimlerde hep veliler gösteriliyordu.
Son zamanlarda peygamberlerin ışık huzmesi
şeklinde de olsa gösterilmesi yanlıştır. Bunun
nereye kadar gidebileceğini de kestirmek zordur.
Bu tür filimler daha çok Hristiyan kültüründeki
Hz.İsa (A.S.)ı gökten indirme sahnelerini çağrıştırıyor.
Bizdeki peygamber anlayışı çok daha ulvi çok daha
nezihtir. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizden bahsederken, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi anlatırken,
filmlere dizilere konu edinirken çok daha dikkatli olmamız gerekiyor.
İster bir rüyayı anlatsın, ister bir filim olsun günümüz insanının bilgilerini eğer görsel
malzemeler oluşturuyorsa; bu, bir imaj sorunu
oluşturur. Peygamber imajını sıradanlaştıran, basitleştiren hatta bir ruh çağırmayı andıran bir sahne, bir
senaryo asla Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin
yüceliğine, O’nun şanına, O’nun kutsallığına
yakışan bir sahne değildir. Elbette salih rüya,
sadık rüya haktır. İnsanlar rüyalarında Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi pek ala görebilirler,
ama bunlar çok özel anlardır. Bir çok insan
böyle bir rüya görmüşse, bunları paylaşmaz.
Hele hele kamuyla, diziyle, filimle paylaşılması
da doğru değildir.
Asr-ı saadetten beri Hz.Peygamber (S.A.V.)
efendimiz hakkında çok hadis-i şerifler uydurulmuştur. Günümüzde de zaman zaman rüyalar uydurulmaktadır. Kasıtlı olarak yapılmasa bile böyle bir yan-
lışlık alay unsuru olabilmektedir. Ağır ifadeler var,
bunlara meydan vermemek gerekiyor.
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz üsve-i hasenemizdir, modelimizdir ve O bütün siretini, sünnetini, ilkelerini ortaya koymuştur. Bizim O’nu asrımıza
çağırmaya kalkışmamız doğru değildir. Eski adabımız çok daha iyidir. “Dahilek ya Resûlellah” yani
sana kavuşabilsem ey ALLAH’ın Resûlü, derdik. O’nu kendimize çağırmak yerine, kendimiz
O’na layık olabilmek için çabalar, O’na gitmeye
çalışırdık, bu hassasiyeti korumamız gerekiyor.
Asr-ı saadetten günümüze Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizin her hangi bir şekilde resmi çizilmemiştir. O’nun şeklini, şemalini, mübarek vücudunu anlatan şemailler var ama, her hangi bir çizim yok. Görsel malzemelerde bir ışık huzmesi dahi
yanıltıcıdır, özellikle çocuklar Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizi bir ışıkmış gibi algılayabilir. Gerek Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz,
gerek büyük sahabilerin görüntülerinin gösterilmemesi daha idealdir.
Mesela Çağrı filmi yayınladığında, Hz.
Hamza (R.A.)yu gösterdiler. Seyretmiştim.
Yine bir şahıs, Türkçe Olimpiyatlarıyla ilgili çok sayıda mektup aldığını,
bu mektuplarda: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de Türkçe Olimpiyatlarına
katıldığının yazıldığını ifade ederek kendisi de bu fikre onay verdiğini belirtiyor. Bu,
mümkün olabilir mi?
Mart
37
Doğrusu içime sinmemişti. Çünkü Hz. Hamza
(R.A.) ne zaman aklımıza gelse, O’nu oynayan
Anthony Quinn geliyor aklımıza. Hiç kimse
Hz. Hamza (R.A.) gibi olamaz. Hz. Hamza
(R.A.) muhteşem bir insandır. Mesela Peygamberler tarihi ve Peygamber filmleri vardır. Hz Yusuf
(A.S.) yayınlandı. Fakat kimsenin içine sinmedi.
Çünkü bir Peygamberin resmedilmesi mümkün değildir. Hiç kimse O’nun gibi oynayamaz. O’nun gibi
güzel olamaz.
Yabancılar, Hz. Musa (A.S.) ve Hz. İbrahim
(A.S.)ın filmlerini çevirdi. Hepsinde aynı endişeyi
yaşadık. Ne Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin ne
de diğer Peygamberlerin, özellikle 4 Halifenin resmedilmesi, oynanması ve gölge gibi görünmesi, hiç biri
doğru değildir. Biz bunlara dikkat etmek zorundayız.
Resûlullah (S.A.V.) efendimize iman etmek
ve o inancın gereğini yerine getirmek önemlidir. Aslında insan rüyasında görmek isteyebilir. Ama
ALLAH Teâlâ’nın bizden istediği O’nun çizgisine, sünnetlerine uymaktır. Asıl olan O’nun istediği ümmetinden olabilmektir. Müslümanlar
dinlerinde, ahlaklarında özen göstermeliler.
Yine bir şahıs, Türkçe Olimpiyatlarıyla
ilgili çok sayıda mektup aldığını, bu mektuplarda: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de
Türkçe Olimpiyatlarına katıldığının yazıldığını
ifade ederek kendisi de bu fikre onay verdiğini
belirtiyor. Bu, mümkün olabilir mi?
ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
“ALLAH Teâlâ size Kur’an-ı Kerim’de:
ALLAH Teâlâ’nın ayetlerinin inkâr edildiğini
ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman,
başka bir söze, başka bir konuya geçmedikleri sürece o kimselerle birlikte oturmayın. Aksi
halde siz de onlar gibi olursunuz, diye hüküm
indirmiştir. Şüphesiz ki, ALLAH Teâlâ münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”[1]
“Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğün zaman, başka bir
söze, başka bir konuya geçmelerine kadar onlardan yüz çevir, uzak dur. Eğer şeytan sana
Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Dinî
prensiplerimize ve millî kültürümüze tamamen aykırı
bir şekilde vaki olimpiyatlara, değil Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin teşrif etmesi, ben Müslümanım,
Ben Mü’minim diyen bir şahsın katılması caiz değildir.
unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalim
Dini emirlerimizin inkâr edildiği, alaya
alındığı, haramların işlendiği yerlere girmek
ve böyle kimselerle bir arada bulunmak kesinlikle haramdır.
yen bir kimse böyle haramların işlendiği; dini
toplulukla birlikte oturma.”[2]
Her iki ayet-i kerimedeki mesaj genel olup, günümüzde de: Ben Mü’minim, Müslümanım diemirlerin alaya alındığı, inkâr edildiği, dininin
aleyhinde konuşulduğu yerlere kesinlikle girmeyecektir.
Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Dinî prensiplerimize ve millî
kültürümüze tamamen aykırı bir şekilde vaki olimpiyatlara, değil Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin teşrif etmesi, ben Müslümanım, Ben Mü’minim diyen bir şahsın
katılması caiz değildir.
38
Mart
PeygamberÜzerine
Üzerine
Yalan
Peygamber
Yalan
Söylenmez Söylenmez
Bir de diyorlar ki: Efendim, İslâmiyet tam
olarak yaşanırsa, başkaları ürkermiş ve İslâmiyet’i kabul etmezmiş.
Olimpiyatları yapıyorlar, genç kızlaBak hele sen... Bu nevi düşünceler: Şeytarı çıkartıp erkeklerin karşısında canlı olarak
nın telkinatıdır, insî şeytanların üfürmeleridir.
açık-saçık bir şekilde onlara baktırtarak şarkı söyletiyorlar. Tenkitler gelince de, can simiBütün bunlar, Papa’ya yazılan mektuplarda:
di rüya. Rüyalara sarılıyorlar ve Hz.Peygamber, “…sizin misyonunuzun bir parçası olmak isteTürkçe Olimpiyatlarına geldi. Tweetleri ikiye rim…” temennisinin bir sonucudur.
katlayın, Peygamber gelmiş dershane arsasını
teftiş ediyormuş, diyorlar. Bu da, ayılıp bayıPeki Papa’nın misyonu nedir? Hristiyanlılıyor orada. Daha neler var; gencecik kızlarla ğı ayakta tutmak, yaymak. “Papa’nın sözünü
erkekler kucak kucağa oturmuş şarkı söylü- tasdik eder imza atarım,” diyor. Bunları diyen
yor, Peygamber de oraya teşrif ediyormuş. Bir kimse: İslâm Dininden çıkmış olur.
de sadece kendisi görmemiş, 10 tane müridi
görmüş. Rüya da değil diMüslüman, hayatının
yor. Tecessüm etti yani
her safhasında, her anında,
cisimlendi, peygamber
her yerde, her makamda
Dini
emirlerimizin
inkâr
geldi diyor. Peygamber
“Müslümanca” yaşamalı,
edildiği, alaya alındığı, haramların
üzerine yalan söylenmez
“Müslümanca” davranmalı, “Müslümanca” koALLAH Teâlâ’dan korkişlendiği yerlere girmek ve böyle
nuşmalıdır. Kim ne derse,
mak lazım! Peygamberi
kim ne düşünürse düşünkimselerle bir arada bulunmak
yalanına alet eden cezasün.
sız kalmaz.
kesinlikle haramdır.
Evet, Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz de gelmiş
olimpiyatlara katılmış diyorlar. Gelmiş ama nasıl gelmiş? Eli sopayla gelmiş olmasın?
Çünkü Ebû Seidil-Hudri (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bakın ne buyurmuş:
“Sizden her kim bir münker, kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle
düzeltme cihetine girsin ki, bu imanın en zayıf
derecesidir.”[3]
Türkçe olimpiyatları adı altında yapılanlar: Haramların, helal kabul edilmesidir, din tahrifatıdır. Çok değil, bundan 15-20 sene evvel böyle bir programa Müslümanların tepkisi, çok
fazla olurdu.
Bugün ise bu yapılanlara kimse tepki göstermiyor. Neden? Çünkü bütün bunları Müslümanım
diyen insanlar yapıyor ve haramlar helalleştiriliyor. İşin en tehlikeli yönü de, işte burası.
Mart
Biz Müslümanlar, nefis muhasebesi yapalım ve
kendi kendimize şu soruyu soralım: Biz kimi razı
etmeliyiz, kimin rızasını tahsil etmeliyiz? Cevap elbette ALLAH Teâlâ’nın olacaktır. Olmalıdır. Öyle ise gereğini yerine getirelim. Bu cevap, lâfta kalmasın... ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
“ALLAH, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından
ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde
güzel meskenler vaat etti. ALLAH Teâlâ’nın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”[4]
ALLAH Teâlâ, iman edip güzel ameller işleyenlere, yukarıdaki ayet-i kerimede ve daha birçok başka
ayet-i kerimelerde çeşitli cennet nimetleri vadetmiştir.
Fakat bu ayet ALLAH Teâlâ’nın rızasının, bütün mükâfatlardan daha üstün olduğunu bildirmekte ve böylece
dini ve ahlaki vazifelerin en yüksek gayesinin “ALLAH Teâlâ’nın rızası” olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü diğer cennet nimetleri daha ziyade bedeni
ve hissi taleplerimiz olduğu halde ALLAH Teâlâ’nın
Teâlâ’nın rûhumuzun talebi ve özlemidir. Çünkü “En
büyük şey ALLAH Teâlâ’nın rızasıdır.”
39
Müslüman
MüslümanÇocuğa
ÇocuğaJosef
Josefİsmini
Koymak İsmini Koymak
İngiltere’de yaşayan Müslüman bir Türk ailesi… Namaz kılıyorlar, oldukça dindarlar…
Bu aile, dini bir cemaate mensup… Bundan
birkaç sene önce bir erkek çocukları oluyor,
hangi ismi verelim diye bir yere soruyorlar, istişare neticesinde çocukcağıza Josef (Joseph)
ismi veriliyor. Bir Hristiyan ismi. Yadırgayanlara,
Josef bizdeki Yusuf’un karşılığıdır, bunda bir
sakınca yoktur cevabını veriyorlar.
Halbuki anne-babanın çocuklarına karşı
en önemli görevlerinden biri: Çocuğunun sağ
kulağına ezan, sol kulağına da ikamet okumaları ve ona güzel bir isim koymalarıdır.
Çocuğun ismini takarken, takılacak ismin güzel olmasına son derece dikkat etmek
gerekir. Doğan çocuğa güzel bir isim verilmesi
sünnettir. Çünkü Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete
göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Çocuğun, babası üzerindeki hakkındandır: Güzel isim takması ve terbiyesini güzel
yapması...”[5] buyurmuşlardır.
Ebu Derda (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve
babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle
ise isimlerinizi güzel kılın.” buyurmuşlardır.[6]
Evet, onlar Josef derler, biz Müslümanlar Yusuf
deriz.
İslam tarihinde, Müslüman bir ailenin çocuğuna Josef, Abraham, Jesus, Moses ismini verdiği
görülmemiştir.
Musevîliği veya Hristiyanlığı bırakıp Müslümanlığa geçen Batılılar isimlerini değiştirerek Müslüman
isimleri alırken; Müslüman bir ailenin çocuğuna
Josef ismini vermesi çok yanlıştır.
Bu aile, Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü mezhebine bağlı imiş; Tevhid inancını, İslam Dinini,
Kur’an-ı Kerim’in Hak Kitap olduğunu, Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.) efendimizin Resûlullah olduğunu inkar ve tekzip edenlerin de cennetlik olduğuna inanıyormuş.
Yangın çatıyı-bacayı sarmış da haberimiz
yok.
Sen hem Müslüman ol, namaz kıl, oruç
tut ve sonra çocuğuna Josef ismini ver. Olacak
şey değil, ama oluyor işte.
Şimdi biz bu aileye, bu çocuklarının ismini
değiştirmelerini önemle tavsiye ederiz. Çünkü
bilerek değil, bilmeyerek takılan kötü isimleri
değiştirmek gerekir. Hz. Aişe (R.Anhâ) validemiz:
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, çirkin isimleri değiştirirdi, buyurmuştur.[7] Meselâ: Abdullah b. Ömer (R.A.)
den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
İsmi “Asiye= isyankâr, itaatsiz kadın” olan bir
kadının ismini değiştirmiş ve: “Sen, Cemile güzel
kadınsın.”[8] buyurmuştur.
Abdullah b. Ömer (R.A.)den rivayete göre:
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
Onlar Abraham derler, biz İbrahim deriz.
Onlar Jesus derler, biz İsa deriz.
Onlar Moses derler, biz Musa deriz.
“Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o
da onlardandır.”[9] buyuran Hz.Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, Müslümanların her şeyleriyle kendi değerlerine bağlı kalmalarının gerekli olduğunu vurgulamıştır. Durum böyle iken, bazı Müslüman ailelerin
çocuklarına, yabancı kültürlerden ve yabancı
filmlerden etkilenerek yabancı isimler koymaları dinimizle hiç bağdaşmamaktadır.
Kaynaklar
[1] Nisa Sûresi:140 [2] Enam Sûresi: 68 [3] Müslim, İman:20; Tirmizi, Fiten:11; Nesei,
İman: 17; İbn-i Mace, Fiten:20 [4] Tevbe Sûresi: 72 [5] Bezzar, Müsned, 15/176, No:8540
[6] Ebu Davud, Edeb:69, No:4948, 2/705 [7] Tirmizî, Edeb:66, No:2839, 5/135 [8]
Müslim, Edeb:14, No:2139, 3/1686 [9] Ebu Davud, Libas:5, No4031, 2/441
40
Mart
Hikmet Damlası!
Allah’tan korkmak lazım...
Ahlak evde belli olur.
Çoluk çocuğu Allah halk etmiş.
Kadını Allah halk etmiş emanettir.
Sultan Hacı Şaban Efendi (k.s) Hazretleri (1901-1992)
Mart
41
Hürrem Sultan’ın Suçu Ne?
Hasan BAŞAR
B
k line ,
e
ş
n
ı
r
nsanla , kalbine
i
h
a
l
Al
akmaz akvadır.
b
e
n
t
li
şemai
lçü
Ö
l b ir
ı
s
a
n
.
r
baka
y iz.
ultan
e
S
m
e
l
i
m
ipti b ik ama
Hürre
h
a
s
a
ed
takvay içine g irm sındaki
in
ka
Kalbin rına ve ar Hürrem
la
yaptık
ılınca anetine
k
a
b
e
iy
eserler dinine, d adındır.
k
Sultan slüman bir
ü
bağlı M
42
eyaz atıyla, beyazlar içinde süzüle süzüle babasının çadırına doğru ilerlerken askerlerin yoğun
sevgi gösterilerinde bulunduğu Mustafa, kendi
hazin sonuna doğru gidiyordu. O bütün uyarılara rağmen babasının çadırına gitmeye karar vermişti. Atından
indi, yavaş adımlarla çadıra girdi. Babası çadırın içinde
arkasını dönmüş halde onu bekliyordu. Tam o esnada
cellatlar leş kargası gibi Mustafa’nın üzerine çullandılar.
Can havliyle çırpınan Mustafa teslim olmak istemiyordu. Ama nafile çırpınış. Hazin son. Mustafa’nın cansız
başı usulce yere düştü.
Bu anlattığım sahne Muhteşem Yüzyıl dizisinin
123. Bölümünde Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu
Mustafa’yı boğdurduğu sahnedir. Bu sahne oynanırken
televizyon karşısındakiler şehzade Mustafa için gözyaşı
dökerlerken Kanuni Sultan Süleyman’a karşı da derin
bir nefret duygusuna kapılmışlardır. Eminim Kanuni’ye
karşı akıl almaz hakaretler havada uçuşmuştur.
O sahneyi izlerken biz kendimizi onun yerine koyduk. Biz kendi evladımıza bunu yapar
mıydık? Bırakın kendi öz evladımıza bunu yap-
Mart
mayı burunlarının kanamasına bile dayanamayız. Onlar için gerektiğinde canımızı bile
veririz. Evlat bu, hiçbir şeye benzemez. Evet,
gerçekten de öyledir evlat. Bu dünya hayatının
en güzel şeyidir. Peygamberimiz (sav) bile oğlu
İbrahim öldüğünde gözyaşı dökmüştür. Biz hepimiz insanız da, merhametliyiz de Kanuni Sultan Süleyman mı zalim ve gaddar. Öldüğünde “elimi tabutumdan dışarı çıkarın görenler Kanunilerde
ölürmüş desinler” diyecek kadar dünyanın faniliğini ve geçiciliğini bilen bir kişi sırf iktidar hırsı için öz
oğlunu öldürsün olacak şey mi? Ben eminim ki orada
en çok içi yanan kişi Kanuni Sultan Süleyman’ın ta
kendisidir. Tabii ki filimdeki sahte Kanuni’den
bahsetmiyorum. O film sahnesinde olduğu
gibi nefretle “boğun” diye bağıran kişi değildir
Kanuni Sultan Süleyman.
“Derler ki Süleyman Han Mustafa’nın
cenazesini bizzat kendi kıldırmak için imam
oldu. Amma ağlamaktan namazı kıldıramadı.
Hünkâr o kadar ağlamış ki Rüstem Paşa yanına sokulup hünkârım kendinizi helak ettiniz,
yeter artık deyince, ‘konuş Rüstem konuş, ne
devlet senin ne evlat senin’ buyurmuş.”
Peki, ne oldu da böyle kötü bir kararı vermek
zorunda kaldı kanuni Sultan Süleyman? Ama doğru, ama yanlış bilemeyiz, fitne kazanı kaynamaya
başlamış ve şehzade Mustafa babasına asi gelmiştir.
Artık, her an ümmeti Muhammet birbirine girebilir.
Büyük bir kargaşa kapıda ve siz bir karar vermek
zorundasınız. Bu şartlar altında siz bir de kendinizi
Kanuni Sultan Süleyman’ın yerine koyun. Bir yanda
canınızdan çok sevdiğiniz evladınız var, diğer yanda
devletinizin ve milletinizin geleceği söz konusu. Ve
siz bir seçim yapmak zorundasınız. Evlat mı, devlet mi? Ve siz içiniz kan ağlayarak devletinizi
seçiyorsunuz evladınızdan vazgeçerek. Başka
canlar yok olmasın diye kendi evladınızdan
vazgeçiyorsunuz. Soruyorum size bu insanlar
ağızların dolusu hakareti mi hak ediyorlar,
yoksa bir hayır duayı mı? Onlara hakaret
edenleri insafa davet ediyorum.
Şehzade Mustafa’nın boğdurulmasının sebeplerinden biri de Hürrem olarak gösterilir. Kanuni’ye
gösterilen tepkinin aynısından Hürrem Sultan da
nasibini almıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlunu
boğdurduğu sahneden sonra sosyal medya üzerinden günümüzdeki Osmanoğulları ailesine hakareten
“sizler Hürrem’in çocuklarısınız” diyerek saldırılmıştır. Ben şahsen çok üzüldüm. Çünkü bu insanlar, bu hakaretleri hak etmiyorlar. Hele Hürrem
Sultan. Zavallı kadın. Tek sucu Kanuni’ye aşık
olması ve onun eşi olması. Osmanlıyı karalamak, özellikle de Kanuni’yi karalamak isteyenler bunu direkt yapamıyor, Hürrem Sultan
üzerinden yürütüyorlar kampanyalarını. Koskoca
Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultanın
oyuncağı olacak. Olacak şey mi bu Allah aşkına. Evet, birbirlerine çok âşıklar ama Kanuni
Sultan Süleyman da bir kadının esiri olacak
kadar basit insanda değil.
Hürrem Sultan imaj olarak hep kötü gösteriliyor. ve ben bunun kasıtlı olarak yapıldığını düşünüyorum. Hürrem Sultan hep saray entrikasının
başı olarak gösterilir. Hep içinden pazarlıklı,
saray entrikası çeviren, Kanuni Sultan Süleyman’ı avucunun içine almış kötü bir kadın
imajı çizilmektedir. Bir haber sitesinde Hürrem
“Derler ki Süleyman Han Mustafa’nın cenazesini bizzat kendi kıldırmak için
imam oldu. Amma ağlamaktan namazı kıldıramadı. Hünkâr o kadar ağlamış ki Rüstem
Paşa yanına sokulup hünkârım kendinizi helak ettiniz, yeter artık deyince, ‘konuş
Rüstem konuş, ne devlet senin ne evlat senin’ buyurmuş.”
Mart
43
Sultan için aynen şu ifade kullanılmıştır; Osmanlıyı
birbirine kattı ama çocuklarının tahta geçtiklerini göremeden öldü.”
Pargalı İbrahim’in idamından, şehzade Mustafa’nın boğdurulmasına kadar birçok idamın planlayıcısı olarak gösterilir. Ben şahsen çok fazla etkisi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Osmanlıda devletin
bekası için daha öncelerden beridir böyle bir gelenek
zaten mevcuttu. Evet, Osmanlı ailesinde erkek
evlat olmak, Sultan olamazsan ölüm fermanı
demektir. Bu kuralı Hürrem getirmedi ki onu
suçlayalım. Gerçi bundan dolayı kimseyi suçlayamayız. Ortada devlet ve milletin geleceği söz konusu.
Üstelik Hürrem Sultanın 3 tane öz oğlu vardı. Şehzade
Selim, Şehzade Beyazıt ve Şehzade Cihangir. Kural
gereği biri Sultan olacak ve diğer ikisini boğduracaktı.
Şimdi soruyorum size, siz kendi öz evlatlarınız arasında tercih etmek zorunda kalsaydınız hangisini seçerdiniz? Nitekim Kanuni, Hürrem’den olma Beyazıt’ı da tıpkı Mustafa gibi
boğdurmuştur. Gerçi Hürrem bunu görememiş
daha önce Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
lüman özelliği hiç vurgulanmaz. Oysa o, bu dine
ve millete emeği geçmiş onurlu bir kadındır.
Onu en güzel değerlendirecek olan arkasında
bıraktığı eserleridir.
“Kanuni Sultan Süleyman’ın hanımı ve
Sultan İkinci Selim Han’ın annesi olan Hürrem
Sultan’ın burada sayılamayacak kadar hayır
eseri vardır. Pek çok vakıf ve hayır eseri yaptırmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: Mimar Sinan’a
İstanbul’da, câmi, medrese, darüşşifa, imaret, sıbyan
mektebi ve sebilden meydana gelen meşhur Haseki Külliyesi’ni inşa ettirmiş ve bununla alakalı birçok
vakıf kurdurmuştur. Yine Mimar Sinan’a Kariye ’de
medrese inşa ettirdi. Sultanahmet Meydanı’nda yaptırdığı çifte hamam Mimar Sinan’ın eseri olup, Osmanlı mimarisindeki hamamların en gelişmiş olanıdır. Balat’ta tekke, Ankara’da bir câmi, Edirne’de bir
câmi, imaret, kervansaray, çeşme, suyolu ve köprü
yaptırdı. Birçok yerde çeşmeler, Cisr-i Mustafa Paşa’da kervansaray, câmi, imaret, Mekke-i Mükerreme
ve Medîne-i Münevvere’de Mimar Sinan’a Haseki
İmareti diye anılan birer imaret yaptırdı. Mekke Mü-
Evlat mı, devlet mi? Ve siz içiniz kan ağlayarak devletinizi seçiyorsunuz
evladınızdan vazgeçerek. Başka canlar yok olmasın diye kendi evladınızdan
vazgeçiyorsunuz. Soruyorum size bu insanlar ağızların dolusu hakareti mi hak ediyorlar,
yoksa bir hayır duayı mı? Onlara hakaret edenleri insafa davet ediyorum.
Üstelik işin ilginç yanı Hürrem Sultan denince
hemen onun etnik yapısına vurgu yapılır. Ukraynalı
papazın kızı Roxelana. Zavallı kadın bundan dolayı
neredeyse suçlu ilan edilecek. Adeta Hürrem Sultan ajan gibi gösterilir. Bu durum ister istemez insanda Hürrem Sultan’ın ırkçılığa kurban edildiği hissi uyandırıyor. Evet, Hürrem
Sultan Türk olmayabilir, ne önemi var. İnsan
Müslüman olduktan sonra ırkının ne önemi
var. İnancımız ve itikadımız ırkçılığı yasaklar.
Irkçılığı cahilliğe âdeti olarak görür. Allah insanların şekline, şemailine bakmaz, kalbine
bakar. Ölçü takvadır. Hürrem Sultan nasıl bir
takvaya sahipti bilemeyiz. Kalbinin içine girmedik ama yaptıklarına ve arkasındaki eserlere bakılınca Hürrem Sultan dinine, diyanetine
bağlı Müslüman bir kadındır. Onun Müslümanlığı, dindarlığı hep görünmezlikten gelinmiştir. Müs-
44
kerreme’de ve Medîne-i Münevvere’de her sene dağıtılmak üzere 3 bin altın vakfetmiştir. Kudüs’te de bir
imaret yaptırmıştır.”
Bazıları oturup televizyon dizileri ile
onları yani Osmanlıyı karalamaya çalışsa da
geçmişini hakkıyla bilmeyen, tarihi bugün ki
mantıkla yorumlamayan ve hepsinden önemlisi de geçmişi ile kavgalı olan ve kasıtlı karalamalar yapanlara inat onlara sahip çıkacağız. Elimizden geldiğince onları sizlere yem
etmeyeceğiz. Çünkü ne Kanuni Sultan Süleyman, ne de Hürrem Sultan bu milletin başını
önüne eğecek bir şey yapmadılar hizmetten
gayri. Onlar ne yaptılarsa dini ve devleti için
yaptılar. Gerektiğinde öz evlatlarından vazgeçtiler ümmeti Muhammet birbirini kırmasın
diye. Bu anlamda onlar hakareti değil, bir hayır duayı hak ediyorlar.
Mart
Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz.
Buyuruyor ki;
Ey nebevi hikmeti arzulayan Muhammed ümmeti! Gel meclisime katıl.
Problemlerini de beraberinde getir ki, onları halledeyim. Gel de ins ve cinden
olan şeytanlarına karşı bizden yardım iste. Gel de Rasulullah’ın
(s.a.v.)
güzel kokusunu kokla. Allah’a yaklaşma noktasında, bu manevi feyzi, Hz.
Peygamber’in nebevi denizinden avuçlayıp doldurmaktan başka bir yol yoktur.
Gel, sana batılı ve yanlışı hoş gösterip ona davet edeni de beraberinde
getir. Çünkü bu meclis şeytanın kaçtığı yerdir. Burada Allah’ın
kokusundan bir koku ve aktabın, abdalın, encabın, ariflerin, ehl-i
huzurun derecelerine göre istifade edebileceği ölçüde Rasulullah’ın
(s.a.v.) nefesinden nefesler vardır. Bu Allah’ın büyük bir lütfu olup kullarından
dilediğine verir. Şüphesiz Cenb-ı Allah, bol lütuf sahibidir.
Ey bilgin kişi, gurura kapılma ve her şeyi bilme iddiasından vazgeç. Sen,
ilmine layık olan “Allah korusun” al. Çünkü Allan’dan en çok korkan, alim
kullardır.
Ey cahil, nefsini cehalet girdabına düşmekten koru. Ciddiyet ve gayretinle
kendini alimler grubuna dahil et. Çünkü ayet-i kerimede: “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”1 buyurulmuştur. Ey sufi, dinde fakih olmaya
çalış. Çünkü Allah kime hayır dilerse onu dinde fakih kılar.
1.(ez-Zümer, 39/9.)
Mart
45
Dostlarla Hasbihâl…
Murat TÜRKER
Y
anımıza yöremize bakınca, daha önemlisi kendi ruh dünyamıza nüfuz edince şu yakıcı sualin
sancısıyla yüzleşiyoruz: Çağırdığımız, insanları davet ettiğimiz hakikate kendimiz ne kadar
inanıyoruz?
m
a te s l i
l
y
ı
s
a
n
m ma
a
t
n ikiye
u
a
l
d
a
Ku
t
r
o
denizi
a
d
bisinin
n
e
u
n
ğ
ı
u
n
ı
ğ
ol d
mc ek a
ü
r
e şi g ü l
ö
t
,
a
n
,
a
n
r
pa
ayı
rd e y a
e
p
bimiz
e
b
a
n
i
R
t
e
r
bi
hicr
v i re n
e
g ibi
ç
e
n
i
z
s
i
e
s
ç
r
b ah
habe
n
a
d
n
olduğ u
z.
nıyoru
a
r
v
a
d
Kur’an’ın ‘yakîn’ olarak zikrettiği imanî kıvamdan nasibimiz var mı?
Şartlar ne ölçüde aleyhimize gelişirse gelişsin, acziyet ne kadar belimizi bükerse büksün, İslâm’a hasım
cephe imkân bakımından bizi hangi raddede geri
bırakmış olursa olsun, her zaman okuduğumuz
ayetin muhtevasına, Allah’ın mutlaka nurunu
tamamlayacağı hakikatine şeksiz şüphesiz iman
ediyor muyuz?
“İnanıyorsanız üstünsünüz” kaziyyesi, benliğimize ne ölçüde tesir ediyor, tavır ve davranışlarımızı
hangi yoğunlukta şekillendiriyor?
Eşya ve hadiselerin şu anki seyrine takılıp kupkuru bir esbabperest haline mi geldik, yoksa Allah’ın
46
Mart
“İki topluluk birbirini görünce Musa’nın adamları: ‘İşte yakalandık’ dediler.
Musa dedi ki: ‘Hayır. Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. O bana yol gösterecektir.’”
(eş-Şuara 61-62)
Kâdir-i Mutlak olduğuna dair inancımız, bizi
görünenin ardında bir İlahî programın varlığına
itimat ile ferahlatıyor mu?
Yakînde kemale ulaşmış Allah Resulü’nün (sav),
“Ya Resulullah… İçlerinden biri biraz eğilip
baksa bizi görecek!” tedirginliğindeki mağara arkadaşına söylediği, “Endişe etme! Allah bizimle
beraberdir” sözünde ifadesini bulan teslimiyet bize
ne anlatıyor?
“İki topluluk birbirini görünce Musa’nın
adamları: ‘İşte yakalandık’ dediler. Musa dedi
ki: ‘Hayır. Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. O bana yol gösterecektir.’”(eş-Şuara 61-62)
Önde olanca haşmetiyle Kızıldeniz ve arkada
Fir’avun ile askerleri… Esbabın iyiden iyiye sukut ettiği bir manzara… Herşeyin bittiğini, yolun sonuna
gelindiğini düşündürten bir tükenmişlik hissi…
Ve bir peygamber teslimiyeti… Bir Nebiye yaraşır tarzda, Rabbe fütursuz iman ve güven…
İşte biz, bu hissi ve kıvamı yitirdik dostlar…
Allah’a her kayd-u şartta güven diye isimlendirdiğimiz hasleti, sözlerden-sohbetlerden
hayata taşıyamadık.
İnsanları çağırıp durduğumuz davanın, beşer
için tek çıkar yol olduğu hakikatini en başta biz benliğimize yediremedik…
Ve ruhumuzda ‘acaba’lar dolaşıyor…
İslâm’ın hükümlerini bâtıl beşerî düşünme yollarıyla aynı terazide tartmaya çalışmamız bundan…
“İhtilafa düşünce Allah’a ve Resulüne
götürün” emri olanca sarahatiyle ortadayken, her
Mart
defasında başka başka merciler arıyor oluşumuz da
bundan kaynaklanıyor.
Bu ‘adam gibi inanmışlık’tan yoksunluk, bu
yakîn eksikliğidir bizi “Allah ve Resulü’nün hüküm
verdiği bir meselede artık mü’minlere muhayyerlik yoktur” emr-i İlâhîsini olmadık tevillerle kulak
ardı etmeye zorlayan…
Allah’a olması gerektiği ölçüde güvenmediğimiz için, O’nun davasına sahip çıktığımızda bizi zâyi etmeyeceği gerçeğinin inşirahından
mahrum yaşıyoruz…
Kulu tam manasıyla teslim olduğunda denizi ortadan ikiye ayıran, örümcek ağını nebisinin hicretine perde yapan, ateşi gül bahçesine çeviren bir Rabbimiz olduğundan habersiz
gibi davranıyoruz.
Hakiki izzeti ancak İslâm’la kazandığımızı aklımızdan çıkarıyor, küfrü ve ona vücut
veren değerleri küçük görmemiz gerektiğini
hesap edemiyoruz…
Zahiren galip görünse de, bâtılın suyun
üzerindeki köpük gibi geçici, Hakk’ın kökü
derinlere uzanan ağaçlar gibi sapasağlam ve
muhkem olduğunu hatıra getirmiyoruz.
Ve savruluyoruz…
İmana, ötesinde yakîne muhtacız; tebliğini
yaptığımız değerlerle en baştan samimiyetle yüzleşmek ve tecdid-i iman yapmak zorundayız…
Yoksa bu ikircikli tutumla, biraz Hakk’dan biraz
bâtıldan alarak oluşturduğumuz nevzuhur terkiplerle,
“ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama” denilen bocalamaların esaretinden kurtulamayacağız…
Duaya durma vaktindeyiz…
47
Nimetullah Yurt Hocaefendi:
“Tüm sıkıntıların çaresi kelime-i tevhid söylemektir.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
İ
z e ng i n
n
a
k
l
a
k
er k en
orum,
y
h
i
a
l
i
b
b
a
S
an
a
ok i n s
Ç
.
or dah
ş
y
u
ı
k
m
l
r
a
k
o lu
azına
Büyük
m
a
n
.
r
h
o
a
y
b
ı
ış
sa
Al l a h
, ç al
r
o
.
r
y
ı
o
y
u
yatm
k
n ol
a
d
ng i n l i
r
e
a
l
z
r
a
ı
c
l
tüc
ah
hayır
n
a
z , s ab
d
ı
n
n
ı
f
a
a
s
r
r
o
ta
k i sti y
.
a
m
n
a
l ı sı n ı z
a
k az
m
k
l
ına k a
n am a z
48
slam’ı tebliğ etmek için dünyanın birçok ülkesine
seyahat etmiş olan ve son zamanlarda çalışmalarını Japonya’da yoğunlaştıran Japonya İslam Center
imamı Nimetullah Yurt Hocaefendi ile yaptığı faaliyetleri ve anılarını konuştuk. Ondan çok kıymetli nasihatler
dinledik. Dünya insanlarının İslam’la şereflenmesi ve
imanın lezzetine kavuşmaları için uzun yıllardır fisebilillah gayretler sarf eden Nimetullah Hoca’nın kıymetli
sözleri ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Muhterem Hocam, uzun yıllardır dünyanın çeşitli
yerlerinde her karşılaştığınız insana İslam’ı tebliğ ediyorsunuz. İnsanlara uzun uzun nasihat etmek yerine
“La ilahe illallah Muhamedür resulullah deyin kurtulun”
hadis-i şerifini hatırlatıyorsunuz. Neden kelime-i tevhid
üzerinde bu kadar fazla duruyorsunuz?
“La ialahe illallah muhammedür resulullah”
kelimesini çok hatırlamamız ve hatırlatmamız gerekiyor.
Çünkü bu kelimeyi bir kere söyleyen Müslüman
değilse Müslüman oluyor ve ebedi saadete kavuşuyor. Müslümansa da bunu söyleyince imanını
tazeliyor. Efendimiz Buyuruyor ki : “Ey insanlar La-
Mart
ilaha illah Muhammedür resulullah deyin kurtulun” Her sıkıntıdan kurtuluşun çaresi budur.
İşte biz de bunun için kelime-i tevhidi bütün insanlara
hatırlatmaya gayret ediyoruz. Bir gün Japonya’daki
İslam merkezimize uzun boylu bir kızcağız geldi. Konuşmasından İngiliz olduğunu anladım. Yazıktır bu
da islam’dan mahrum kalmasın diye düşündüm. Ona
üç kere “La ilahe illallah Muhammedür resulullah” dedirttim. Sonra kendisine “İslam nedir”
diye kendi dilinde bir kitap verdim. “Senin adın
da Ravza olsun” dedim. Tebliğ bizden, hidayet
Allah’tandır. Bir gün sonra telefon etmiş; “Beyaz
sakallı hoca nerede?” diye kardeşlerden beni sormuş. Üç gün sonra gelsin, görüşelim dedim. Üç
gün sonra geldi bir baktım ki başından tırnağına tesettüre girmiş. Üç günlük Müslüman olan
bu kızcağızın bu halini görünce çok sevindim
ve mutluluktan hüngür hüngür ağladım. O gün
bu kızcağız bana dedi ki “Siz bana bunu söylersen bütün sıkıntılardan kurtulursunuz demiştiniz. O gün eve gittiğimde bunu söyledim ve
çok büyük bir sıkıntımdan kurtuldum. Sonra
bunu bir daha söyledim, öbür sıkıntılarımdan
da kurtuldum. Ben de Müslüman oldum.” Kelime-i tevhidi söyleyen insan işte böyle bütün sıkıntılardan kurtulur. Onun için bunu herkese söylettiriyoruz.
Kelime-i tevhidi insanlara hatırlatınca ne gibi
tepkilerle karşılaşıyorsunuz? Bu konuyla ilgili ilginç
bir anınız var mı?
Japonya’da bir gün arabayla bir yere gidiyorduk. Baktık yolda gençler kavga edecekler. Şoför
arkadaş: ‘Hocam kavga edecekler hemen kaçalım’
dedi. ‘Hayır, bir birine vurmadan hemen beni
indir’ dedim. ‘La ilahe illallah Muhammedur
Resulullah’ diye birkaç sefer bir bağırdım; gençler
kavgayı birden bıraktılar. Çünkü bunu söyleyince
şeytan hemen kaçıyor… İnsanlar bunu bilse bütün
kavgalar biter. Bir seferinde de Türkiye’de otobüse
binmiştim, bir küçük çocuk ağlıyordu, annesi
susturamıyordu. Birkaç sefer; ‘Lailahe illallah
Muhammedur Resulullah’ diye bağırdım, ço-
cuk hemen sustu.” Bu sözün tesirini bilirsek her
türlü sıkıntıdan kurtuluveririz. Yeter ki biz bunun önemini anlayalım.
Hocam hemen hemen bütün sohbetlerinizde
Sabah namazının öneminden bahsediyorsunuz. Bu
konudaki görüşlerinizi bizimle de paylaşır mısınız?
Kim sabah namazını cemaatle kılarsa
Allah tarafından dokunulmazlık verilir kendisine. Bu hadiste müjdelenmiştir. Başka bir hadis
daha var, bu sonradan atasözü olmuş, ben küçükken
işitiyordum meğer bu hadis-i şerifmiş. Sabah erken
kalkan zengin olurmuş. Çok insan biliyorum,
sabah namazına kalkıyor daha yatmıyor, çalışıyor. Büyük tüccarlardan oluyor. Allah tarafından hayırlı zenginlik kazanmak istiyorsanız,
sabah namazına kalkmalısınız. Efendimiz aleyhis selatü ve selam “Allahümme barikliy fi ümmeti vugiliha” buyurmuştur. Yani “Ümmetimden
erken kalkanlara ömründe, sıhhatinde bereket
ver” diyerekten dua etmiştir. Bunun bütün dünya
Müslümanları anlasaydı sabah namazında camilerimiz böyle garip kalmazdı. Bu iki müjdeyi yani
hayırlı zenginlik ve koruma altında olmayı,
telefonlarla. İnternetle, gazetelerle, dergilerle
herkese ulaştırın. O zaman Müslümanlar sabah namazına devam etmeye başlayınca, hayırlı bir zenginlik kazanacaklar ve bu zenginlik
böyle nereden geliyor diye düşünmeye başlayacaklar. Bu vesile ile Allah’ın başka ihsanlarını da davet etmiş olacağız. 1970’li yıllarda vaaz
verirken bu konuya çok ehemmiyet veriyordum. Bazı
yerlerde teravihten sahura kadar sohbetlerimiz oluyordu. Gece hangi camideysem sabah namazına da oradayız diyordum, cami doluveriyordu.
O sohbetlerde cemaate şöyle nasihat ediyordum:
“Sabah namazı boynunu bükmüş bana dert
yanıyor. Teravih cemaatlerine, bayram cemaatlerine benden selam söyle Nimetullah Hoca.
Onlara de ki teravih namazlarından, bayram
namazlarından ben daha kıymetliyim.” Yani
bayram namazı vaciptir, teravih namazı ise
Efendimiz aleyhis selatü ve selam “Allahümme barikliy fi ümmeti vugiliha”
buyurmuştur. Yani “Ümmetimden erken kalkanlara ömründe, sıhhatinde bereket ver”
diyerekten dua etmiştir.
Mart
49
sünnettir. Sabah namazı ise farz olduğu için
hepsinden kıymetlidir. İşte bu şekilde sabah namazının ehemmiyetini anlatıyordum. Bir gün Tokat
Erbağ’nın Üzümlü Köyü’nde Teravihten sonra vaaz
ediyordum, vaazımızı gece minareden de dışarıya
vermişler. O gün imam efendi de bir cenaze münasebetiyle başka bir köydeymiş. İmam Efendi ertesi gün
sabah namazına geliyor bir bakıyor ki cami cemaatle
dolu. “Sabah namazı bayram namazı gibi dolmuş” diyor. Sonra “Gözümü ovuşturdum, yanlış mı görüyorum acaba” demiş. Demek ki sabah
namazı konusunu önceki gün işleyince cemaate bu
tesir etmiş. Bu misal Müslümanların söz dinlediğini
gösteriyor. Öyleyse her Müslüman her gün on kişiye telefon etsin. Sabah namazı cemaati çok
mühim diye hatırlatsın.
Üzerinde vurgu yaptığınız konulardan birisi de
din için fedakarlık konusu. İslam’ı anlatma gayreti konusunda Müslümanları teşvik ediyorsunuz. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Dinimizi sürekli anlatmak zorundayız. Çünkü
Efendimiz salllahü aleyhi ve sellem ümmetine buyurmuştur ki: “Benden bir ayet de biliyorsanız
onu başkalarına iletin. Ola ki verdikleriniz sizden daha iyi amel ederler.” (Buhari, Enbiya, 50)
Yine başka bir hadiste Efendimiz buyuruyor ki; “Bir
kimse dine dünyaya faydalı bir soru sorarsa
Allah şu dört kişiyi af ediyor. Birincisi soranı
affediyor. İkincisi sorulanı affediyor. Üçüncüsü dinleyenleri affediyor. Dördüncüsü dinleyip
de sevinenleri affediyor.” Bu hadisteki müjdeye
nail olabilmek için Medine-i Münevvere’de Efendimiz’in mescidinde Türkçe ve Arapça nasihat ediyordum. Şehitleri ziyaret ettiriyordum. Bu şehitler bize
nasihat ediyor. Bunlar diyor ki; “Malımızı dinimiz
için verdik, sıra cana geldi, canımızı da verdik. Bizi ziyarete gelenler bu nasihatimizi alsınlar, dini için çalışsınlar.” Hz Ömer buyuruyor
ki: “Gündüz uyursam insanlar helak olur, gece
uyursam ben helak olurum.” Bunun için Allah
Telala bizden daima din için gayret etmemizi istemektedir. Bunu yaparken de sabır konusu çok mühimdir.
Hadislerde üç şeye sabretmemiz isteniliyor.
Bir başımıza gelecek musibetlere sabretmek.
50
İki günahlara karşı sabretmek… Üç ibadetlere
devama sabretmek…
Muhterem Hocam sizin birçok merhum meşayih efendilerimizi tanıdığınızı biliyoruz. Onlardan
bir anı lütfeder misiniz?
Gençken Süleymaniye’nin altında küçük bir
camide imamlık yapıyordum. Aşır okuyorum, hutbe
okuyorum, vaaz ediyorum, güzel okudun diyerek
falan elimi öpüyorlar, iltifat ediyorlar. Ben şişmeye başladım. Şimdi düşündüm, şu kadar küçük bir
camiinin imamıyım, cemaatin iyisin demesiyle kibir
geldi. İskenderpaşa Camii’nde Şeyh Mehmet Efendi
hazretleri o yıllarda vaaz nasihat ederdi. Profesörler,
zenginler, büyük adamlar hep onu dinlemeye gelirdi. Ona gidiyim de halimi arz edeyim, bir ilaç alalım
diye düşündüm. Yani ona gidip; “Bir imam olarak
bana kibir geldi, ne yapmam lazım” diye sorayım dedim. Öğleden evvel gittim, cami dolup taşmış.
Şöyle bir benim gözüme baktı. Sonra “Evlatlar neyimize kibredelim” demesin mi? Beni bir ağlama
tuttu amma ağladığını da göstermemek lazım. Ondan
sonra şunu anlattı. Hz. Ali Efendimizin bacağından girip bir tarafından çıkmış ok. O esnada;
“Ben namaza durayım da oku namazda çıkartın” diyormuş. Çünkü namaz kılarken mübarek
Allah’tan gayrı her şeyi unutuyormuş. Ondan
sonra şunu anlattı. İmam- Azam Efendimiz
bir gün öğle namazı kıldıracakmış. Cemaat
İmam-ı azam’ın arkasında namaz kılacağız diye
caminin altını üstünü her tarafını doldurmuşlar. İmam-ı azam namazı kıldırmış, sağına soluna selam vermiş arkasına bakmış ki arkada bir
iki tane cemaat var. “Nerede cemaat” demiş.
Demişler ki: “Efendi hazretleri kasırga oldu, tavanı söktü attı, cemaat hep kaçıştı, hiç mi duymadınız?” Yani öyle namaz kılıyor ki kasırgayı bile
anlamıyor. Mehmet Zahit Kotku Hazrtetleri bunları
anlattıktan sonra; “Onlar gibi namaz kılıyoruz da
mı kibredeceğiz?” demesin mi? Hıçkıracağım ama
münasip de değil tabi. Böylece onun sohbetinden
alacağımı almış oldum. Mübarek ben söylemeden
bana cevabını verdi. Mehmet Zahit Efendi’nin bir
de ev sohbetine katılmıştım. Orada Erbakan Hocamız da vardı. Arabasının bagajına Tezkiretü’l
Evliya kitaplarını doldurur, gittikleri yerlerde
herkese hediye ederdi.”
Mart
Mart
51
İlahî Yasalara Uymak İçin Yaratıldık
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
K
“Biz,
e
’d
Kerim
ı
e bana
c
n
e
d
’a
r
a
s
u
K
ri
e cinle e yarattık”
v
ı
r
a
l
y
ki
insan
l e r di
r
n
i
i
s
d
t
n
e
i
ç
i
ibadet
nun
O
d e b eş
n
.
ü
r
g
u
l
e
u
buyr
birlikt
inler,
e
l
m
y
ü
i
r
m
e
l
n
sünnet maz kılan
he r g ü
a
k
e
n
r
e
l
t
ne
t
vaki
â’ya yö Sana ibade
l
â
e
T
ış
Allah
ad e c e
S
“
yaratıl
a
f
e
k
d
e
r
kırk
diye
klarını
u
d
”
l
o
…
z
e
nd
ede r i
bilinci
n
i
n
i
r
gayele
derler.
e
r
a
r
k
i
52
ur’an-ı Kerim’de “Biz, insanları ve cinleri
sadece bana ibadet etsinler diye yarattık”
buyrulur. Onun içindir ki sünnetleriyle birlikte
günde beş vakit namaz kılan müminler, Allah Teâlâ’ya
yönelerek her gün kırk defa “Sadece Sana ibadet
ederiz…” diyerek yaratılış gayelerinin bilincinde olduklarını ikrar ederler. Ancak günümüz Müslümanlarının acaba kaçta kaçı bu ifadelerin anlamını
idrak ederek bu ikrarı yapmaktadır?
Vaizler kürsülerde bu ve benzeri ayetleri okuduklarında cemaatin birçoğu insanların ve cinlerin “namaz
kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek” için yaratıldıklarını düşünmekte ve dar kapsamlı
bir ibadet anlayışıyla hareket etmektedirler. Hâlbuki
beş vakit namaz, Mekke döneminin son yıllarında, oruç ve zekât, Medine döneminin ilk yıllarında, hac ibadeti ise Medine döneminin son
yıllarında farz kılınmıştır. Mekke döneminin ilk
yıllarında bu ibadetlerden hiçbiri farz kılınmamıştır. Ancak bu yıllarda “Allah’a ibadet et…” veya “Allah’a
ibadet ediniz…” mealinde ayetler nazil olmuştur. Bu
yıllarda namaz, oruç, hac, zekât farz kılınmadığına göre
Mart
söz konusu ayetler “Allah’a ibadet edin…” derken
ne anlam ifade ediyordu? Sanıyorum günümüz Müslümanlarının üzerinde düşünmeleri gereken hususlardan biri ve belki de birincisi budur.
Unutulmamalıdır ki ibadet kelimesi, “her zamanda ve her zeminde ilahî yasalara riayet
etmek” demektir. Sahabenin ibadetten anladığı buydu. Kadın olsun erkek olsun onlar, hakkında sarih nass (manası yoruma açık olmayan
ve kesin hüküm bildiren ayet ve hadis) bulunan
konularda içtihat yapmaz, kendi görüşlerini
ileri sürmezlerdi. Allah ve Rasûlü’nün önüne
geçmezlerdi. Fakat hakkında sarih nass olmayan
konularda içtihat yapar veya istişarelerde bulunur, İslâm’ın temel prensiplerine aykırı olmamak kaydıyla bir neticeye varırlardı. Onlar, ilahî
yasalara uymak için yaratıldıklarının şuuru içerisinde
hareket ederlerdi. İlahî hükümlere ters düşecek
bir görüş, bir fikir, bir kanaat izhar etmez, onlara muhalif bir kanun, bir kural koymazlardı.
Dinî prensiplere aykırı olan örf, âdet, gelenek
Netice itibariyle İslam’a göre hüküm koyma yetkisi sadece Allah’a aittir. Hz. Peygamber
(salallahu aleyhi ve selem)’in dahi helal ve haram
koyma yetkisi bizâtihî değil bilvâsıtadır. Yani zatının
gereği değil din adına bildirdiği hükümlerin vahye istinat etmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak Allah
ve Rasûlü’nün bir konuda kesin hükmü yoksa bu takdirde kulların, vahye ters düşmemek
kaydıyla içtihadî hükümler koymalarına müsaade edilmiştir. Fakat bilelim ki insanlar mutlak
Demek ki İslam’a göre mümin olan hiçbir erkek ve kadın, Allah’ın helal dediğine
haram, haram dediğine helal; ak dediğine kara, kara dediğine ak; doğru dediğine yanlış,
yanlış dediğine doğru diyemez, dememelidir. “Vahye uymayan ölçü hayat olsa teperim”
diyebilmeli ve bunun gereğini yerine getirmelidir.
ve göreneklere uymazlardı. Onlar, vahyi esas
alır, akıllarını vahyi anlamak için kullanırlardı.
Ayet ve hadise muhalif olan hiçbir fikri benimsemezlerdi. Aksi takdirde şirke düşeceklerine
inanırlardı. Vahye ters düşen görüş ve düşünceleri
benimsemenin, -Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların da rahiplerini rab edinmeleri gibi- Allah’tan başkasını rab edinme anlamına geldiğini düşünürlerdi.
Sadece Allah’a boyun eğer, O’nun hükümlerine teslim olur, O’ndan başkasına kul olmazlardı. İşte ibadetin manası buydu.
Demek ki İslam’a göre mümin olan hiçbir erkek ve kadın, Allah’ın helal dediğine haram, haram dediğine helal; ak dediğine kara,
kara dediğine ak; doğru dediğine yanlış, yanlış
dediğine doğru diyemez, dememelidir. “Vahye
uymayan ölçü hayat olsa teperim” diyebilmeli
ve bunun gereğini yerine getirmelidir.
Mart
anlamda bir yasama yetkisine sahip değillerdir. Sadece vahyin hayata geçirilmesi kayd u şartıyla onlara
yürütme ve yargı yetkisi tanınmıştır. İslâm’da durum
budur. Bu hakikati anladıktan sonra “Artık dileyen
iman etsin, dileyen inkâr etsin” İman eden hayat bulsun, inkâr eden helâk olsun. “Helâk olmak isteyen bir beyyine üzerine (bilerek) helâke
gitsin, hayatta kalmak isteyen de bilerek hayatta kalsın”. Fakat herkes “Allah’a isyan olan
hususlarda yaratılmışlara itaat yoktur” hakikatini kulağına küpe yapsın. “Yaratan O’dur, ancak
söz benimdir” şeklindeki bir yaklaşımın, “Dikkat!
Yaratmak da emretmek de sadece Allah’a aittir” hakikatiyle çeliştiğini idrak etsin.
KAYNAKLAR
1. Zâriyât, 51/56. 2. Fâtiha, 1/4. 3. Bkz. Zümer, 39/66;
Hûd, 11/50. 4. Bkz. Ahzâb, 33/36. 5. Bkz. Hucurat, 49/1. 6. Bkz.
Tevbe, 9/31. 7. Necm, 53/3-4. 8. Kehf, 18/29. 9. Enfâl, 8/42.
10. Müslim, İmâre, 8. 11. A’râf, 7/54
53
İktisat ve Ahlak
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ
1.Giriş
bir
imin
K
“
,
rifte
e ya
is - i ş e
d
a
i k si n v 2
h
d
p
i
Bi r
k
ya e
”
a, onu
ver si n
s
r
n
a
i
v
ç
i
i
i
ar a z i s
en
ek m e s
e
n
i
ş
n de
i
e
ş
d
i
r
a
n
k
pıla
.
bir
m i şti r
ur. Ya
t
t
e
ş
r
u
m
m
l
nı e
bu y r u
ı l m a sı
p
“Allah
a
y
e
e
d
d
l
e
i
ft
k
ş er i
iy i ş e
y ı)
ha d is i
r
i
yapma
b
e
d
l
m
i
i
k
k
l şe
Nite
n güze
e
3
i
ş
i
(
r”
i
t
ş
i
i h s an ı
m
ir et
e ta kd
t
ş
i
r
e
h
54
11 ila 14. yüzyıl arasında İslam medeniyeti, ilim ve fende oldukça ilerideydi. O dönemde
sayısız bilim adamı fen, matematik ve sosyal bilimlerde
yetiştirilmiştir. Yine o dönemlerde yazılan eserler
modern bilimin temellerini oluşturmuştur. Şu
an günümüzde var olan bilim dallarının çoğu bu temeller üzerinde kurulmuştur. Birçok bilime dair teorik
bilgi, bu döneme sırtını dayamaktadır. Hatta o
dönemde test ve analiz edilme şartlarına haiz değilken
dahi günümüz iktisat anlayışıyla büyük ölçüde örtüşen
iktisat biliminin temelleri de bu dönemde atılmıştır. İbni
Haldun’un Mukaddime adlı eseri bu alanda verilebilecek en iyi örnektir. Tabi bahsi geçen dönemde ele alınan eserler din ve ahlakı çoğunlukla merkeze alan eserlerdir. Bugünkü bilimin
temelleri bilimsel, dini ve ahlak çerçevesinde o
dönemde ele alınmış ve yorumlanmıştır. Pozitivist bilimin bugün aldığı ise normatif (ne olmalı, din,
ahlak ve diğer değerler) değerleri içermeyen mekanik
Mart
bir yaklaşımdır. Mekanize edilen bu kavramlar 18.
yüzyıldan günümüze, batıda pozitivist etkiler ışığında
süzgeçlenerek tekrar yeni bilgiler ve teoriler şeklinde
sunulmaktadır. Bunun iki örneği iktisat ve ahiliktir. İktisat tanımı aslında teorik bir şekilde günümüzden 7.
yüzyıl kadar önce ortaya konmuştur. Bugün tartışılan
en önemli konulardan biri de iktisat bilimine dair pozitivist yaklaşımların ne kadar uygun olduğudur. Bir
diğer kavram ise ahiliktir. AB sürecinde tüm kamu
kuruluşlarında zorunlu olarak uygulanan etik ilkeleri
yönetmeliği mevcuttur. Yolsuzlukla ve görevi kötüye
kullanmaya karşı uygulanan bu yönetmeliğe dair eğitimler de verilmektedir. Verilen bu eğitimlerde etik değerlere sahip kamu personeli ve tüccar yetiştirme fikri
yatmaktadır. Oysaki hayatın çoğunlukla siyah
beyaz olmadığı gri alanlarda, vicdanı ön plana çıkartan etik kavramına teorik ve kapsamlı
bir biçimde Ahilik teşkilatımızda rastlamak
mümkündür. Nitekim Ahiliğe dair yapılan bir tanım
da ‘Ahi vicdanının kendi üzerine gözcü koyan
adamdır’. Bir diğer tanımda, helalinden kazanan,
yerinde ve yeterince harcayan, ölçü tartı ehli
olan, yararlı şeyleri üreten ve yardım edendir’
şeklinde tarif edilmektedir.
İktisadi
hayat
2.2.
İktisadi
hayat
veve
İbni
Haldun
İbni
Haldun
İktisat nedir? Sorusunu mevcut bilgiler çerçevesinde 18. yüzyıl öncesi dönemi dikkate almayarak
cevaplandırdığımızda son 3 yüzyıldır mekanik, değerlerden soyut bir tanımla karşılaşıyoruz. Bu dönemde, klasik anlamda iktisat tanımı ilk kez 18. Yüzyılda
yapılmaya çalışılmıştır ve modern anlamda iktisat
kavramı bu dönemden sonra yorumlanmaya başlanmıştır. Oluşan algı, 18. yüzyıla kadar bilimsel olarak
günümüze ait iktisat bilimine dair tasnif yapılmamış
olması yönündeydi. İktisat bilimi diğer birçok bilim
dalı gibi 18. yüzyıldan önce tek başına bir bilim olarak ele alınmamaktaydı. Fakat iktisata dair birçok bilgiyi 14. yüzyılda teorik olarak bulmak mümkündür.
Çünkü günümüzde var olan bilim dalları
18. yüzyıla kadar daha çok kendini din, felsefe, tıp ve fen ilimleri içinde göstermekteydi.
Bu bilim dallarının temeli de İslam medeniyeti
tarafından atılmıştır. Gerçekte günümüzde var
olan bilim dallarının temelinin İslam toplumları tarafından ilk kez ele alındığı gerçeği ise
batı toplumlarının bilgisi dâhilindedir. Dolayısıyla modern bir bilim olarak iktisat bilim dalının da
bu gerçeği ele alarak yeniden dillendirilmesi yerinde
olacaktır. Nitekim piyasa ekonomisi gibi bugünün temel iktisadi kavramları belli ölçüde ilk
kez 14. Yüzyılda İbni Haldun1 tarafından ele
alınmıştır. Oysaki iktisat bilimin temeli, öğrenildiği
ve öğretildiği gibi 18. Yüzyıla Adam Smith’e götürülür. Diğer bir önemli nokta ise iktisat kavramının tanımlanması ve yorumlanmasıdır. Sekuler bir şekilde
yapılan pozitivist yorumlamalar günümüzde artık sorgulanmaktadır. Bir kavramın yorumlaması ona nereden, nasıl, hangi ideoloji, kültür ve inançlar birlikteliği
ile baktığınıza bağlıdır. İktisat kavramını bu bağlamda
ele almak ve tekrar yorumlamak yerinde olacaktır.
En genel anlamıyla pozitivist yaklaşıma göre
iktisat, sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklardan
karşılanmasıdır. Bu anlayışa göre, insanlar ister fakir
olsun ister zengin daima daha fazla mal ve hizmet isterler. Yani insan ihtiyaçları sonsuzdur. Dolayısıyla, bu anlayışa göre rasyonel (akılcı) insan o dur
ki kıt kaynaklar içerisinde kendi tatmin düzeyini en
etkin bir şekilde seçer. Tamamıyla mekanik olan bu
iktisat tanımı benlik ve çıkar üzerine tüm iktisadi sistemi bina etmektedir. Tercih edilen bu iktisadi sistem
günümüzde hem öğrenilmekte hem de öğretilmektedir. Değerler ışığında baktığımızda nasıl bir iktisat anlayışı ile karşılaşacağız? İktisat ile ilgili hususları daha
çok ahlaka ve davranışlara dair hadislerde bulunmaktadır. İslam, iktisadı ahlak kavramı içerisinde ele
almakta ve iktisadın gerektirdiği üretimi emretmektedir. Zira bir hadiste, “Kimin bir arazisi varsa, onu
Günümüzde var olan bilim dallarının temelinin İslam toplumları tarafından ilk kez
ele alındığı gerçeği ise batı toplumlarının bilgisi dâhilindedir.
Mart
55
ya ekip diksin veya bir kardeşine ekmesi için
versin”2 buyrulmuştur. Yapılan işin de en iyi şekilde yapılmasını emretmiştir. Nitekim bir hadisi şerifte
de “Allah ihsanı (işi en güzel şekilde yapmayı) her
işte takdir etmiştir”3
Peki, iktisat nedir? Gerçekten insan ihtiyaçları sınırsız mıdır? Sınırsız olan ihtiyaçlar
nefse mi ait? Bu noktadan hareketle “orta yol”
anlamındaki “iktisat”, hem inançta ve ibadette
hem de sosyal hayatta son derece önemli bir prensip ve duruş olarak karşımıza çıkar. Kaldı ki “iktisat” sözcüğü, mu’tedil olma, dengeli olup her türlü
aşırılıklardan sakınma ve nihayet, israfın zıddı olarak,
gerek klasik dönemde gerekse de modern dönemde
İslâmî literatürde kullanılmaktadır. Diğer bir anlamıyla bakıldığında iktisat kavramı, insan yaşamının
en verimli şekilde değerlendirilmesi diye tanımlanabilir. Başka bir değişle, insanın; dünya,
çevre ve zamanla ilişkisini dengeli olarak kurabilmesidir.4 İktisat kavramını değerler ışığında ele
alırken dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da iktisat ve kanaat ilişkisidir. Bu iki kavram eş anlamlı gibi görülmektedir. İktisat aynı zamanda
mutedil olma, dengeli olup her türlü dengesizlikten kaçınmaktır. Böylelikle ölçülü, itidalli bir
iktisadi davranışla tasarruf özendirilip zekât müessesi
ile toplumdaki ekonomik dengesizlikleri ve aşırılıklar
önlenmektedir. Diğer bir önemli nokta ise insan
ihtiyaçlarının sınırsızlığıdır. İslam iktisadında
dillendirildiği gibi iktisat, itidal üzerinedir. Çıkar ve sınırsız insan ihtiyaçlarını önceleyen modern
pozitivist iktisadın aksine aşırılık ve haddi aşma İslam
ahlakında yasaklanmıştır. Nitekim Kuran’daki, “...
Kalbini, bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat
etme”5 ayeti, buyrulmaktadır. İktisada dair günümüzde halen güncelliğini koruyan teorik bilgilere ise
yoğun olarak modern iktisadın ortaya çıkışından
tam 4 yüz yıl önce İbni Haldun’un Mukaddime
adli eserinde bulmak mümkündür.
İktisat biliminin tanımı ilk kez 14. yüzyılda İbni Haldun tarafında dile getirilmiştir.
Günümüz iktisadi yaklaşımlarına dair birçok önem
arz eden bilgi modern iktisadın doğuşundan tam
400 yıl önce İbni Haldun tarafından dillendirilmiştir.
İbni Haldun, üretim, işbölümü ve üretkenlik konularını daha geniş bir çerçevede ise iktisadî ilişkilerin
toplumsal bağlamını tartışırken, 18. ve 19. yüzyılın
sosyolog ve ekonomi politikçileri kadar, 20. ve 21.
yüzyıl iktisat ve işletme gurularına parmak ısırtacak
bir kavrayış derinliği göstermektedir. Petty, Smith,
Malthus, Saint Simon ve Marx’ın dile getirdiği sayısız
fikrin sadece tohumlarını değil; bizzat olgun hallerini
İbni Haldun’da bulabiliriz. İbni Haldun’a göre insanın görevi, üretim yapmaktır. İbni Haldun’a
göre “Her şey Allah C.C’ dan gelir. İnsan
kendine mahsus olan birtakım hususiyetlerle
bütün hayvanlardan ayrılmaktadır. Bütün hayvanlardan ayrıldığı ve bütün mahlûklar arasında onunla şeref kazandığı fikir ve düşüncenin
mahsulü olan ilimler ve sanayidir.”6 Dolayısıyla
İbni Haldun ilim ve sanayi üzerine düşünmenin zorunluluğunun altını çizmektedir.
Şu halde, “Allah (C.C) insanı yaratmış,
gıdasız yaşaması ve hayatını devam ettirmesi
mümkün olmayacak sürede ve biçime koymuş,
Piyasa ekonomisi gibi bugünün temel iktisadi kavramları belli ölçüde ilk kez 14.
Yüzyılda İbni Haldun1 tarafından ele alınmıştır.
56
Mart
fıtratı ile gıdasını aramaya ve kendisine tevdi ve diğer kalemlerden elde edilen vergilerin
edilen kudret ile bunu elde etmeyi ona bellet- hazinede tutulmasına karşı çıkmaktadır. Hamiştir.”7 Ayrıca iktisadi faaliyetlerde bulun- zinede bulunan paranın korunmaya muhtaç
mak Allah’ın emridir. Çünkü kendi başına ihtiyaç kesimlerin korunmasında, halkın refah ve
duyduğu mal ve hizmetleri karşılayamaz. Cemiyet mutluluğunun artırılmasında kullanılmasını
halinde üretmek ile ancak ihtiyaç duyulan ifade etmektedir. İbni Haldun’un tüm bu iktisadi
mal ve hizmetlere ulaşmak mümkündür. İbni görüşlerinin altında dini ve ahlaki değerler öne
Haldun’a göre kazancın yegâne sebebi emektir. çıkmaktadır. Yani din ve ahlak temelli bu anCemiyette yardımlaşma ile üretim sürecine katılanlar layış günümüz iktisadi akımların birçoğunun
emeklerinin karşılığını fazlasıyla alır kat ve kat üre- kaynağı olmuştur. Fakat pozitivist yaklaşımla, son
tim miktarına erişirler. Böyleiki asır boyunca yeniden yolikle uzmanlaşma meydana
rumlanan sekuler iktisadi
gelir ve toplumlar şehirler
yaklaşım değerlerden uzak
belli alanlarda uzmanlaşabir tanım içermektedir.
rak diğer ülke ve toplumlar
Kuran’daki,
“...Kalbini,
bizi
Ahilik
2. 2.
Ahilik
ve ve
ile ticareti artırarak toplam
anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna
Ahlak
Ahlak
refah düzeyini artırırlar.
Bahsi geçen teori günümüz
uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat
Diğer bir kayıp değeuluslararası iktisat disiplietme”5 ayeti, buyrulmaktadır.
rimiz
ise
Ahilik teşkilatımızninde halen kullanılmaktadır. Ahiliğin günümüz deki
dır. Ayrıca devletin iktisadi
karşılığı esnaf ve sanatkârve sosyal hayattaki rolünü
lar birliğidir. Ahilik kurutanımlamakta ve devletin
munun görevleri ise; esnaf
denetleyici ve düzenleyici
ve
sanatkâr
kuruluşlarına
eleman yetiştirme,
olmadığı kamu harcamalarının az olduğu bir ülkeyi
akarsu havzasından uzak, cılız bir bitki örtüsüne ben- işleyiş ve kontrollerini düzenleyen kurumlarzetmektedir. Bunun dışında devletin piyasada bir tüc- dır. Ahiliğin kökeni, fütüvvet teşkilatlarına dayancar gibi rol almasını eleştirmiştir. Çünkü devletin haiz maktadır. Fütüvetnamaler ise Ahi tören ve törelerini,
olduğu yetki, devlet lehine rekabet üstünlüğü sağla- teşkilata girişlerini düzenleyen, yani esnaf ve sanatkâr
yacak ve tüccarların böylece o ülkeyi terk edeceğini kurumlarını içine alan el yazmalarıdır. Ahilik, din
söylemektedir. Düşük vergi politikasını desteklemekte ve Ahlaki temel alan bir teşkilattır. Çünkü terim
ve böylelikle üretimin, ticaretin ve dolayısıyla vergi olarak ahiliğin temelini oluşturan futüvvetten bahgelirlerinin artacağını savunmaktadır. Vergilerden sedenler aynı zamanda birer süfıdirler. Bu nedenle
ahilik ve tasavvuf arasındaki ilgi ve çizgi önemlidir.
Süfilerce fütüvvet, tasavvuf yaşantının önemli
mertebelerinden birisi olarak kabul edilmekteydi.8 Onlara göre, fütüvvet, iyi davranışların toplamından ibaret olan bir yaşam tarzıydı. Bu yaşam
tarzı, Peygamberlerin ve İslam büyüklerinin
yüksek vasıflarıyla belirginleşmişti.9 Nitekim
Cuneydi Bağdadi, fütüvveti, kulun kendi nefsini başkasınınkinden üstün ve değerli görmesidir şeklinde tanımlar. Ali Tirmizi’ye göre
ise fütüvvet, kulun, Allah için kendi nefsine düşman
olmasıdır. Ömer Osman el.Mekkiye göre ise fütüvvet iyi huyluluktur. Muaviye bin Ebu Süfyan’
a göre fütüvvet bir kimsenin kendi malına kardeşinin
Mart
57
elinin uzanmasından kat i suretle rahatsız olmamasıdır.10 Bir dönem erdemli, ahlaki ve dindar vasıflı
kurum olan ahilik teşkilatı Osmanlı dönemde sosyal,
ekonomik ve ahlaki yönden oldukça önemli görevler
üstlenmiştir. Osmanlının son döneminde ise etkisini
kaybetmiştir. Sağlıklı toplum için gerekli olan teşkilatlanma her dönem ve her toplum için her daim
gereklidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Cemiyet ile birlikte yaşama zorunluluğu vardır. Cemiyetin sıhhati ise
ahlaklı ve dindar tüccar ve zanaatkarın yetişmesine
yetiştirilmesine bağlıdır. Ahilik teşkilatı asırlar boyu bu
görevi üstlenmiştir. Günümüzde, kaybettiğimiz
bu Ahilik teşkilatımızın yerini ithal bir kavram
olan etik kavramı almıştır. Maalesef bu kavramın yerleşmesi ve kamu kurum ve kuruluşlarında uygulanması ise AB standartlarına uyma
adıyla yapılmaktadır.
Oysa modern toplumun yozlaşmasına,
yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, sahip olunan makamı çıkar için kullanma ve iş verimliğini artırmaya yönelik uygulanan etik kavramının tam ve daha fazla karşılığı olan kavram
ahiliktir. Etik ilkeleri, iş hayatında siyah beyaz bölgeler dışında kalan gri tonlara dair düzenlemeleri
içermektedir. Yani kişilerin kendi vicdanlarını iş
hayatında daha etkin kullanma arayışı vardır.
Hayatın bu gri tonlarını daha etkin ve verimli kullanmak amacıyla oluşturulan etik ilkeleri uygulaması
birçok kamu kurum ve kuruluşunda uygulanmaktadır. Aslında sahibi olduğumuz ve yüzyıllarca Anadolu’dan Kırım’a ahlaklı, erdemli insan yetiştiren ahilik
teşkilatı günümüzdeki etik kavramını içine almaktadır. Bu kurum çok ahlak ve erdem sahibi kişi
yanı sıra iyi bir tüccar yetiştirmekteydi. Din
ve ahlak temelli bu teşkilat uzun yıllar Anadolu’da birçok ahlaklı ve nitelikli zanaatkârın yetişmesine vesile olmuştur. Modern etik ilkelerinin
temelini oluşturan hatta çok daha fazlasını topluma
yükleyen Ahilik teşkilatı aynı zamanda tasavvufi bir kurumdur. Toplumda ileri gelen insanlar
ile çırak ve yamakları bir araya getiren ahilik teşkilatı,
bu yönüyle tabandan itibaren ahlaklı ve nitelikli insanlar yetiştirmektedir. Devlet adamlarının bulunduğu zaviyelerde bir araya gelen esnaf ve zanaatkârlar
ahilik eğitimden geçerlerdi. Bu zaviyeler meslekte
yeterli ahlaklı bireyler yetiştirirlerdi. Ahilik, insanın
dünyevi ve uhrevi hayatını düzenlerken ‘İnsanı
kâmil’ diyebileceğimiz bir ideal tip ortaya koymaktadır. Ahi, kalbi Allah’a, kapısı yetmiş iki millete
açık olan, mürüvvet ve merhamet üzere olup
cömertliği esas alan, ahlaki ana sermaye edinip akıl yolunda yürüyen, ilim isteyen ve ilmiyle amel edip yararlı çalışmayı elden bırakmayan kişidir. Ahi aynı zamanda kendi nefsini bir
başkasına tercih edendir. Bitmek bilmeyen bir
hırsla kazan.
Mal ve harcama arzusunda olan değildir. Nitekim bir müşteri bir dükkâna gider ve mal almak ister
esnaf ise ‘kusura bakma efendim Allah (C.C) bereketini vere, ben bu sabah siftah yaptım. Senin istediğin mal karşı dükkânda var O daha
siftah etmedi siz oradan alın der.
1524 yılında Bursa kadısı tarafından yazılmış el- yazması fütüvvetname;
‘Fütüvvet erbabından olmak vasfını kaybetmemek için haramdan son derece sakınmak gerekir. Çünkü haram yiyen kişide fü-
İbni Haldun’a göre insanın görevi, üretim yapmaktır. İbni Haldun’a göre “Her
şey Allah C.C’ dan gelir. İnsan kendine mahsus olan birtakım hususiyetlerle bütün
hayvanlardan ayrılmaktadır. Bütün hayvanlardan ayrıldığı ve bütün mahlûklar arasında
onunla şeref kazandığı fikir ve düşüncenin mahsulü olan ilimler ve sanayidir.”6
58
Mart
nayım çoluk çocuğumun iaşesini sağlayayım
kalanını ise infak edeyim’. Ahlakı tamamen eriten iktisat anlayışı değil de insanı ve ahlakı kapsayan
iktisadi hayatın ürünü toplum için çok daha faydalı
olacaktır. Toplumlar insanlardan oluşur. Ne kadar nitelikli ve ahlaklı insan yetiştirilebilirse o toplum iktisadi, sosyal ve ahlaki anlamda yüksek niteliklere sahip
olacaktır. Nitelikli ve ahlaklı işini iyi yapan insan yetiştirme amacı dünyevi ve uhrevi açıdan
önemlidir. Nüfusu hızla aratan İslam ülkeleri nitelikli ve ahlaklı nesiller ile ancak bir zamanlar kaybettiği üstünlüğü tekrar elde etmesi mümkündür. Acı olan
şudur ki sahibi olduğumuz birçok değeri sanki bizde
hiç olmamış gibi tekrar ithal ediyoruz. Bu bağlamda
yeterince çalışmalar ile var
olan değerlerimizin yeni“Allah (C.C) insanı yaratmış,
den güncel olarak yorumlagıdasız yaşaması ve hayatını devam
nıp uygulanması gerekliliği
önem arz etmektedir.
ettirmesi mümkün olmayacak sürede
tüvvet vasıfları kalmaz. Fütüvvet vasıflarını
elinde toplayan kişinin esnaflık yada sanatı,
buna muhtaç Allah kulları için yaptığı fikrini
benimsemiş olması gerekir. O onların ihtiyaçlarını görüp hizmetlerini yerine getireyim ve
yaptığım bu hizmet karşılığında helalından
kazanacağım ve paraların bir kısmını kendi
geçimim için bir kısmını da fukara için harcayacağım görüşünde olmalıdır. Çünkü kişinin
kendi el emeğiyle kazandığı lokmadan daha
helal bir lokma yoktur’.
Sonuç
Çıkar ve ben üzerine
oluşan ve insanın her daim
kendi çıkarını düşünerek
iktisadi faaliyetlerde bulunacağını söyleyen pozitivist
iktisat biliminin tersine İsve biçime koymuş, fıtratı ile gıdasını
Kaynak
lam toplumu sahip olduğu
Abdülbaki Gölpmarlı, “İslam ve Türk İllearamaya ve kendisine tevdi edilen
rinde Fütüvvet Teşkilatı”, İ.Ü.İ.F.M. İstanbul,
değerler ışığında iktisadi ve
1949–1950, c. 11, s. 208.
kudret
ile
bunu
elde
etmeyi
ona
içtimai hayat tarzına yön
Anadol Cemal, Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnabelletmiştir.”7
meler, KBY., Ankara.
vermelidir. Değerler ışığınİbn-i Haldûn. (2004, b). Mukaddime, C. I-II,
da yaşanan ve yaşatılan
(Trc. Halil Kendir ) . İstanbul: Yeni Şafak Kültür
Armağanı,
iktisadi ve içtimai hayat tarKOCATÜRK, Saadettin, “Fütüvvet ve Ahilik”, XX.
zına sahip olan İslam toplumu ilim ve fennide öncüsü Ahilik Bayramı Kongresi Tebliğleri ve Esnaf ve Sanatkarların Sosyo-Ekonomik Meseleleolmuştur yüzyıllar boyu. Çalışmak, işini iyi yap- rinin Tartışıldığı Panel Tebliğleri, Kırşehir 1984.
Vahit Göktaş, 2014, ‘ Tsavvuf Yazıları’ ISBN. 978-605-5932-75-6, s. 372
mak ve helal dairesinde durarak çoluk çocuğuna infak yapmayı sadaka sayan bir anlayış
1. Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî (Arapça:
ışığında toplumları tekrar oluşturmak boynu- Abu Zayd ‘Abdu r-Rahman bin Muhammad bin Khaldan Al-hadrami; 27 Mayıs 1332 /
Hicrî: 732, Tunus- 17 Mart 1406 / Hicrî: 808, Kahire) veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun,
muzun borcudur.
modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı..Eğitimine
Yine Bursa’da bir yapılan bir esnaf duasında
‘Rabbim bugün işimi bereketli eyle ki kaza-
küçük yaşlarda başlayan İbn Haldun ilk önce Kuranı ezberleyerek 17 yaşında ilk çalışmasını
hukuk üzerine yaptı.Yirmi yaşına gelinceye dek bir çok alimden matematik, edebiyat, mantık, tefsir,hadis ve gramer dersleri aldı. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunduktan
sonra Gırnata ve Mısırda çalıştı. Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren
7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu’l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime’yi
yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi.
Başta Katip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı
Devleti’nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti. 2. Buhârî, Hars,
18; Müslim, Büyû’, 87, 88. 3. Ebû Dâvûd, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Nesâî, Dahâyâ,
22, 26, 27; İbn Mâce, Zebâih, 3
4. Sabri Ülgener, Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve
Çözülme Devri İktisat Ahlakı, İstanbul 1981, s. 11-19.
5. Birinci olarak zikredilen âyet
için bk. Tâ hâ, 20/45. İkinci âyet için ise bk. el-Kehf, 18/28.
6. İbn-i Haldûn. (2004, b).
Mukaddime, C. I-II, (Trc. Halil Kendir ) . İstanbul: Yeni Şafak Kültür Armağanı, s.97
7.
İbn-i Haldûn. (2004, b). Mukaddime, C. I-II, (Trc. Halil Kendir ) . İstanbul: Yeni Şafak Kültür
Armağanı,s.213
s. 372
8. Vahit Göktaş, 2014, ‘ Tsavvuf Yazıları’ ISBN. 978-605-5932-75-6,
9. Abdülbaki Gölpmarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”, İ.Ü.İ.F.M.
İstanbul, 1949-1950, c. 11, s. 208.
10. Kocatürk, Saadettin, “Fütüvvet ve Ahilik”, XX.
Ahilik Bayramı Kongresi Tebliğleri ve Esnaf ve Sanatkarların Sosyo-Ekonomik Meselelerinin Tartışıldığı Panel Tebliğleri, Kırşehir 1984.s.19
11. Anadol Cemal, Ahîlik Kültürü ve
Fütüvvetnameler, KBY., Ankara., 2001.85-86
Mart
59
Tarihten Günümüze İslamcılık Akımları
I-Çağdaş Mürcie ve Çağdaş Haricilik Düşüncesi
Yusuf KARAGÖZOĞLU
i
dirdiğ
n
i
n
ı
’
Allah
m
onlar
i
k
e
r
t
ş
i
He
r.
t me z s e
e
m
si d i r l e
k
i
ü
d
h
n
e
k
ile
a
yalnız
in t
r
m
e
l
ü
r
k
i
f
ü
kâ
44), H
/
e
d
f / 40)
u
(Mai
s
u
Y
(
ındır.
Allah’
60
İslamcılığın doğuşu sadece islam ülkelerinin işgaline verilen bir tepkisellik değil, aynı
zamanda klasik ulemanın islam anlayışının eleştirilip geleneksel islamla hesaplaşmadır. Siyasal
islam söylemi aslında sünnetin şarkiyatçı söylemle geleneğe indirilmesi, islah ve tecdid düşüncesinin dine
eklemlenmesi, dinin ilerlemeciliğe karşı olduğu fikrini
empoze edip yenilikçi ve reformcu görüşlerle ictihad
kapısının kapanmadığı vehmine kapılmaktan başka bir
şey değildir. Rasyonalist akli özgürlüğün nakillere üstünlüğü, sözde ehl-i sünnetin statikliğinden dem vurup
ictihad kapısının kapandığını bahane ederek modern
islamın dinamiklerine sarılmadır.
İslam dininin tasavvuru alanını daraltarak
onu İslamcılık kılıfında bir ideolojiye sokmaya çalışan yaklaşımlar sakat, tutarsız ve tarihi
yanlış okumadan kaynaklanır. Kendinden önceki
1400 yıllık tarihi ve irfani tecrübeyi yok sayan İslamcılık
anlayışları ideolojik ve sloganik olmaktan öteye varamayacaktır. Eğer karşı çıktıkları taklidi imandan neşet
eden bidat ve hurafelerin temizlenmesiyse zaten bizde
bunu destekleriz, hatta diyebiliriz ki, tahkiki imanın ken-
Mart
disinden sudur ettiği ehl-i sünnetin akidesinin temelinde bidatler ve hurafelerle mücadele vardır. Yok,
karşı çıktıkları geleneksel islam üzerinden
ehl-i sünnet anlayışına saldırmak ve bu anlayışı tahkir etmekse buna dur demek boynumuz
borcudur. Unutmayalım ki, gelenek olmadan din
olmaz, ama İslamcılık olmasa da din olur, diyerek sözlerimize devam edebiliriz. İşin vahim
tarafı da gelenek kavramının dışardan ithal edilip islami terminolojiye sokulmasıdır. Zira gelenek kavramı
oryantalistlerin sözlüğünden bizim dilimize geçmiştir.
Ebubekir Sifil hocanın ifade ettiği gibi: Müsteşrikler, Batı dillerinde yaptıkları İslâmiyat
çalışmalarında “Sünnet” ve “Hadis”i “tradition” (gelenek) kelimesi ile ifade ettiler. Bu, onların,
Sünnet ve Hadis’i (tıpkı kendi geçmişlerinde olduğu
gibi) Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz’den sonra
gelenlerin O’na atfettiği ve fakat aslında O’na
ait olmayan bir yığın söz ve uygulamalar olarak ya da toplumun zaman içinde oluşturduğu
örf, an’ane , adetlerle aynı özelliğe sahip, onlardan farklı ve üstün bir yanı bulunmayan bir
olgu olarak nitelendirmelerinin sonucuydu.
Batı, İslam’ı içten parçalamak için yeni bir
söylem geliştirerek geleneksel İslam, ılımlı İslam,
modern İslam ve radikal İslam gibi sınıflandırmalara girişerek İslam’ı algılamada zihinlerde
fitne ve şüphe tohumları ekmeyi hedefliyor.
Müslümanları potansiyel düşman olarak gören batı
kendi medeniyetinin bekası için ılımlı islam ve büyük
Ortadoğu projesini yürütüyor, misyonerliğe kapı aralayan medeniyetler ittifakı- dinlerarası diyalog aldatmacalarını sahneliyor, modern İslamcıların aklını işgal
ederek onları emperyalizmin keşif kolu olan oryantalizme yakınlaştırma çabalarını sürdürüyor, el-Kaide,
Taliban Örgütü ve Vahhabi - Selefi örgütlerin tekfircilik ve şiddet propagandası yaparak islamı terörizmle
lanse etmelerini sağlıyor.
Tüm bu islami anlayışların tarihteki ehl-i bidat
mezheplerle ortak benzeyen yönleri var. Mesela ılımlı İslamcılarda çağdaş mürcie görüş ve düşüncelerini, el-Kaide, Taliban Örgütü ve Vahhabi - Selefilerde
çağdaş harici görüş ve düşüncelerini, modern İslamcılarda hem çağdaş mutezili, hemde çağdaş harici
görüş ve düşüncelerini görmek mümkündür. Yine
selefi-akılcı, selefi – devrimci, akılcı-devrimci gelenekçi - mezhepçi, selefi-mezhepçi, gibi basmakalıp adlandırmaların yanında rasyonalist islam, liberal islam,
Mart
laik - sekülarist islam, sosyalist islam , antikapitalist
islam, fundamentalist islam, gibi argümanlar da duymak mümkündür.
Bugünü daha iyi anlamak ve kavramak istiyorsak düne yani geçmişe bakmak lazım gelir. Özellikle
bugünkü güncel itikadi sapmaların özelliklerinin geçmişteki itikadi fırkaların özelliklerinden farksız olduğu
aşikârdır. Mesela klasik mürcie mezhebi imanı amelden ayrı tutar, günah işlemenin imana zararı olmayacağını, vaad eden ve umut veren ayetleri almışlardır,
modern çağın mürciesi ılımlı İslamcıları başörtüsü füruattir diyerek laik eğitim kurumlarında ilim okumak
için başörtüsünün çıkarılmasına bile fetva verirler,
aynı zamanda dinde küfür sayılan söz ve amelleri dikkat etmez, islama göre dost ve düşman kavramlarını
es geçerler.
Yine küfrü ve şirki basit gördükleri için
laik demokratik yönetim sistemlerini ve beşeri
kanunları savunurlar, cihad ruhunu yok edip
kafirlerle dostluk kurmanın adı diyalog, safını
belli etmemenin adı barışa katkı, emperyalizm
ve siyonizmle uzlaşmanın adı medeniyetler
arası ittifakıdır onlara göre. Ilımlı muhafazakar
kapitalist çağdaş mürcieler azılı islam düşmanlarına
gösterdiği hoşgörünün binde birini müslüman kardeşlerine göstermezler, kartel medyanın terörist damgası
vurduğu Müslüman kardeşlerine iftira ve hakaret etmekten imtina etmezler. Tebliğ vazifesi
yapılması gerektiği yerde bunun yerine diyalog
kavramı üretilerek muharrref din mensuplarına
yakın durmayı yeğlerler.
Dini devletten ayrı gören İslam’ın siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hükümlerini kale almayıp
dinden sadece ibadeti anlayan bu sığ ve kıt düşünceli
çağdaş mürcie bir bakıma dini vicdanlara hapseden laik-seküler Müslüman tipi üretmeye namzet görünüyor.
Laiklik, sekülarizm kavramlarının Arapçaya
tercümesindeki karşılığı el-ilmaniye’dir. El-ilmaniye kelimesinin Türkçe karşılığı dinsizlik
veya dünyeviliktir. Hristiyan terminolojide dinin bilim ve akla karşı olduğu, din ve ilmin birbiriyle zıt iki
kutbu temsil ettiği varsayılarak bu kelime kullanılmıştır.
Bakın dinin devletten ayrılması konusunda
Osmanlının son dönem şeyhulislamlardan Mustafa
Sabri Efendi ne diyor. Şeyhul İslam Mustafa
Sabri Efendi’ye, göre din ve devletin ayrılması
61
işi öncelikle halifeliğin kaldırılmasına zemin
hazırlamak için yapılmıştır. Bundaki maksadın
da sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olmadığını, bunun dini ortadan kaldırmak için bir
tuzak olduğunu savunmuştur. (Mustafa Sabri (1998).
Hilafetin İlgasının Arkaplanı, Çeviren: Oktay Yılmaz,
İstanbul: İnsan Yayınları). Şeyhul İslam devamla bu
bakımdan millet dinli, hükümet dinsiz kalamaz. Bu
mümkün değildir (Mustafa Sabri, (11 Mayıs 1928)
“İslâm’da İmâmet-i Kübrâ Yani Hilafet-i Muazzama-i İslamiye” Yarın Gazetesi, İskeçe (Xhanti). S.
21, s. 1-4). İslâm kanunlarından kurtulmuş ve dinden
uzaklaşmış bir hükümet, şer’i hükümleri uygulamada
gevşeklik gösterir. Bu durum da günah işlemeye müsait fırsatlar doğurur. Devletin dini, ancak siyaset
ve diğer işlerinde dinin bir otorite olmasıyla
gerçekleşir (Mevkifu’l-Akl ve’l- İlim ve’l-Âlim min
Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Mürselin, Beyrut: Dâru
İhyai’t-Turasi’l-Arabî, IV, 291). Hükümet, dini kendinden çıkarıp attığında yalnız kendisi kâfir
olmaz. Bu küfür, toplumuna da sirayet eder.
Çünkü küfre rıza küfürdür (Mevkifu’l-Akl ve’l- İlim
toplumda içki ve zinanın serbest olması, laik eğitimin
erkek – kız ayrımı olmadan karma olması nedense
onları pek ilgilendirmiyor. İslam’da parçacı anlayış yoktur, ayetlerin bir kısmın kabul, bir kısmını reddetmek hepsini yok saymakla eştir.
Bazı hükümleri kabul edip bazılarını reddetme yoktur, iman ve ibadetle ilgili hükümlerini
kabul edip muamelat ve ceza hükümlerini yok
saymak, devlet idaresiyle ilgili ayetlerin olmadığını söylemek kişiyi küfre sokar. Böyleleri şu
ayetin kapsamına girerler. “Yoksa siz, Kitabın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr
mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların
dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan
başka değildir; kıyamet gününde de azabın en
şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi / 85)
Çağdaş ılımlı mürcienin islami bir devlet talebi olmadığı için bu fikri savunanların belki Kuran
ahkâmının her alanda olduğu gibi devlet kurumunda
da geçerli olmasını isteyen çağdaş haricilerden daha
“Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?
Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi / 85)
ve’l-Âlim min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Mürselin,
Beyrut: Dâru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, IV, 286). Ma’rufu
emr ve münkeri nehy vazifesi, Müslümanların en
birinci ayırıcı sıfatıdır. Bu vazifenin ciddi ve
mükemmel bir şekilde yerine getirilebilmesi
için, islâm’ın devlet gücünü elinde bulundurması gerekir. Bundan dolayı islâm, hükümet ve siyaseti asla ve kat’a elden bırakamaz (Mustafa Sabri,
(25 Mayıs 1928). “islâm’da imâmet-i Kübrâ Yani
Hilafet-i Muazzama-i islamiye” Yarın Gazetesi,
İskeçe (Xhanti). S. 22, s. 2.; Mustafa Sabri (1992).
Hilafet ve Kemalizm, Yayına Hazırlayan, Sadık Albayrak, İstanbul: Araştırma Yayınları, 183).
Öyle ya çağdaş ılımlı mürcieler siyasi olarak
laik -sekülarizmi, ekonomik olarak kapitalizmi, sosyal
ve kültürel olarak liberalizmi benimsemiş gözüküyor.
Devletin islami kanun ve hükümlerle yönetilmeyip
İsviçre’den alınan İslam dışı medeni kanunlarla yönetilmesi, faiz sistemiyle ekonomiyi ayakta tutması,
62
tehlikeli olduklarını göstermektedir. Nitekim selefin
büyüklerinden İbrahim en-Nehâî : “Bu ümmet için
Mürcie fitnesi, Haricîlerin fitnesinden daha
korkunçtur.” demiştir.
Klasik dönemin Haricileri ibadete çok
düşkündüler, nafileleri kaçırmamaya özen
gösterirlerdi, o kadar ibadet ederler ki, alınları nasırlaşırdı. Onlara göre büyük günahlardan birini işleyen İslam dininden çıkar, kâfir
olur, ebediyyen cehennemde kalır. Onlara göre
zalim devlet başkanına başkaldırmak farzdır,
ne kadar dindar olursa olsun Harici olmayan
herkes kâfirdir. Bu inançlarından dolayı da Hz. Ali
gibi seçkin bir sahabeyi kâfir ilan etmekten çekinmemişlerdir. Hâricîler Kur’ân’ın mahlûk olduğunu, emr-i
bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l münker ilkesini silah, kılıç
vb şiddet yollarıyla müslümanlara tatbik etmişler.
Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin ta kendisidirler. (Maide /
Mart
44), Hüküm yalnız Allah’ındır. (Yusuf / 40) ayetlerini slogan yaparak ehl-i kıbleyi tekfir etmişler. Hz.
Ömer r.a.’ ın oğlu Hz. Abdullah’ın Haricîler hakkında buyurduğu gibi, “gerçekte onlar müşrikler
hakkında nazil olan ayetleri müslümanlar için
kullanmışlardır” (Buharî).
Hâricîler bu görüşleriyle Mu’tezile’ye tesir etmişlerdir. Bu kıt görüşlülük ve sığlıkları nedeniyledir
ki Hariciler, kendilerinden olmayanları müslüman
saymıyor, onların kestiği eti yemiyor, onlarla evliliği
haram biliyorlardı. Kuran ayetlerine görünen ilk zahiri manasını veriyorlar, zanlarınca tevil edip şeriatın
maksadını göz ardı ediyorlardı. Klasik hariciler ve
mutezile mezhebi korkutma
ve cezalandırmayla ilgili
ayetleri delil olarak almışlardır.
daydı. Mekke ise, 30 Nisan 1803 günü Vehhabilerin eline geçti….Başta Hz. Hatice’nin evi
olmak üzere ileri gelen sahabilere ait oldukları
bilinen ve hatıra olarak korunan evler yıkıldı.”
(Doç. Dr. M. Ali Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a
Suudi Arabistan ve Vehhabilik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004,s.32)
Yapılan katliamların ve yağmaların temel sebebi, kendileri gibi Vehhabi olmayanları müşrik olarak görmeleridir.
Vehhabiler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kuran ve Hadisler dışındaki kaynakları bidat kabul ettikleri
için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar,
Allahu Teâla yeryüzünde İslam büyüklerinin ve
ashabın mezarlarını yıkGörüldüğü gibi kafesad çıkarmayı yasaklamaktadır. tılar. … Kerbela, Taif,
bileci, şiddet yanlısı, tartışmacı, dışlayıcı, isyancı ve
İslah olmuşken fesad çıkarma ne Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.”
provakatif cihad söylemleri
kadar
zararlıdır.
(Prof. Dr. Erman Artun, 19.
özellikleriyle bilinen HariYüzyıl Osmanlı Dönemi Orcilerin bugünkü devamı
tadoğu’nun Sosyal Tarihine
çoğunlukla Amerika’nın
Bir Kaynak : Aşık Esrari’nin
güdümündeki
cihadcı
Vehhabi
Destan,Çukurova
tekfirci el - Kaide ve Suudilerin yaptığı parasal yardımlarla eğitilen Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve EdeTaliban örgütü ile Selefi – Vahhabilerdir. El - biyatı Bölümü)
Kaide ve Taliban örgütünün masum sivilleri hedef
Halbuki islam canı, malı, nesli, aklı ve
alan bombalı saldırılar ve kaçırma eylemeleriyle,
kanı, malı ve canı kendisine haram olan Müslüman dini korumak için gelmiştir. Bu beş zaruri şey kokardeşlerine karşı savaşmaları onları çağdaş runduğu sürece dünya güven ve barış içinde olacakharici kılıyor. Yine başka bir harici grup olan Selefi tır. Fakat bunlar ihlal edildiğinde suçların ve cinayet- Vahhabiler aşırı fanatizm duygularıyla sahabelerin lerin çoğalacağı muhakkaktır. “insanlardan öylesi
kabirlerini dümdüz etmişlerdir. Tarihin ‘Mabed yı- de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri sekıcıları’ olarak kaydettiği Vahhabiler yanında türbe nin hoşuna gider. Bir de kalbindekine (sözünün
olan tüm mescidleri yıkmışlar, bu tahribattan sade- özüne uyduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o,
ce Makam-ı İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Pey- düşmanlıkta en amansız olandır. O, (senin yagamber Efendimiz s.a.v’in türbesi olan Ravza-i nından ) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapMutahhara kurtulabilmiştir. Ardından da mezar- maya, ekin ve nesil yok etmeğe çalışır. Allah
lık ziyaretlerini yasaklayarak Ashab-ı Kiram’a ait ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara / 204-205)
ne kadar mezar varsa yerle bir etmişlerdir. Ayrıca Allah’u Teala: “düzene sokulduktan sonra
“Vehhabiler şiddetli çatışmalar neticesinde 18 yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (A’raf / 56)
Şubat 1803’de Taif şehrini ele geçirdiler. Çok buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde İbn Kesir şöyle desayıda Taifli öldürüldü ve malları talan edil- mektedir: Allahu Teâla yeryüzünde fesad çıkardi. Türbe ve mezarlar tahrip edildi. Abdullah mayı yasaklamaktadır. İslah olmuşken fesad
b. Abbas’ın türbesi de yıkılan binalar arasın- çıkarma ne kadar zararlıdır.
Mart
63
Müslüman Saati
Ahmet HAŞİM
İ
an
ü slüm
M
n
saati,
ykunu
r
u
i
c
Fe
r
i
b
b ad e t ,
i
y a sı z
ü
,
r
a
i ç in
.
yıkanm
e
v
g ı c ı dır
i
n
t
a
e
l
ş
y
a
a
b
nih
midin
e r i ve
l
ü
s
e
s
e
v
ş
u
ne ş e
üzü , k
y
in e n
n
r
a
c
e
m
f
ü
l
i
g ib
Müs
uları
k
o
k
endir.
d
ç i ç ek
n
i
r
e
l
te c e l l i
g ü z el
64
stanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı
ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden
kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz
ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat
alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre
de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve
nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden
sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski masum
saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında,
güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok münasebetdar bir hesaba tebaan, minenin rakamları üzerinde
yürürler ve sahiplerini, zamandan takribi bir sıhhatle,
haberdar ederlerdi.
Zaman namütenahiy bahçe ve saatler orada açar,
gah sağa gah sola mail, güneşe rengarenk çiçeklerdi.
Ecnebi saati iptilasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkatın
kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, azim bir
canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece ya-
Mart
Fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi
Müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan
saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.
rısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik,
kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu
günlerdi; şerefli günlerin vakayiini bu saatlerle
ölçtüler. Gerçi, feleki hesabata göre bu “saat” iptidai ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsi
saatiydi. Zevali saati adat ve muamelatımızda kabulü
ve ezani saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve
muvakkıthanelere bırakılmış metruk bir “eski saat”
haline gelişi, hayatı tarz-ı rüyetimizin üzerinde vahim
bir tesiri haiz olmamış değildir.
Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman
şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lakayt dostlardı. Gelen
yabancılar ise hayatımızı onu meçhul bir düstura göre
yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz
bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman
manzaralarını etrafımızda zir ü zeber ederek, eski
“gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun,
bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi.
Bu Müslümanın eski mesut günü değil, bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve
yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen
saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil
sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kaplandığı,
ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların
mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat
değildir. Akşam telakkisinden koparak, gah öğlenin
hararetinde ve gah gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda
renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Mart
Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun
ve muşaşa dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört
saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maişet şekli
de bizi fecr aleminden mehcur bıraktı. Başka
memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze
ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı
ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin
parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır.
Halbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir
uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve
ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı
veren o muhayyirü’l-ukul mimariyi anlamış
değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve
İslam ustalarının natamam eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk
ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi
en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi
heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de
bitti. Bir çoklarımız için fecir, artık gecedir ve bir
çoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun
ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken
buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza
sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin,
arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle
beklediğini biliyoruz.
Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın
ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman
evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz
ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman
içinde kaybolmuş kimseleriz.
65
O En Çok Haticesini Severdi
Aydın BAŞAR
in
dimiz
n
e
f
E
a
tapt
an ı
z bu k i
ı
m
n su lt
a
ü
c
n
ü
Ho
l
gön
ok
ı m ı ve
n
i birç
a
z
h
i
m
n
i
e
n
n
an
evi
yor.
Hatice
anlatı
z
H
e
t
k
i
n
l
ol a
bir
Hz
ri i l e
e
l
t
e
uz d a
y
i
m
s
u
u
s
ğ
hu
in
o ku d u
g imiz
v
tabı
e
i
s
k
an
Bu
n
i z e ol
m
e
n
a ol a
n
n
a
o
e
e
nı v
Hatic
a
a l dığ ı
ğ
o
kt a s ı n
ç
o
n
e
l
y
i
e
ir v
m i sl
zın z
ı
uz.
m
ı
ğ
ı
l
ediyor
s
s
i
h
ı
hayran
ığ ın
m an d
r
ı
t
u
r
doğ
66
S
iyer ilmini diğer ilimlerin yanında önemli bir konuma yükselten bir hususiyet var. Siyer ilmi
konusu itibari ile Efendimiz’in hayatını ve
onun etrafında bulunan Ehli Beyt’i ve Eshab-ı
Kiram’ı konu edindiği için, bu ilime gönül verenler adeta bir asr-ı saadet iklimine girer ve sanki
o mübarek nesille aynı havayı teneffüs ederler.
Hatta diyebiliriz ki fıkıhla, kelamla veya diğer ilimlerle uğraşanlara nazaran siyer ilmine gönül verenlerde apayrı bir nur bulunur.
Bu ilme olan ilgiyi alakayı arttırmaya çalışmak
ve Siyer araştırmaları yapmak Müslümanların öncelikli olarak yapması gereken hizmetlerin başında geliyor.
Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın gözetiminde
Eyüp Sultan’da faaliyetler yürüten Siyer Araştırmaları
Merkezi de bu alandaki önemli bir boşluğu dolduruyor.
Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın bu merkez bünyesinde bulunan Siyer Yayınlarından çıkan onlarca kıymetli eseri bulunuyor.
Mart
Bu kitabı iyi ki okumuşum
Muhammed Emin Yıldırım’ın bu kıymetli eserlerinden bir tanesi de Sahabe İklimi serisinde yer
alan Risalet Davasının Annesi Hz. Hatice adlı
kitabı. Hocamız bu kitapta Efendimizin evinin hanımı ve gönlünün sultanı olan Hz Hatice annemizi birçok hususiyetleri ile birlikte
anlatıyor. Bu kitabı okuduğumuzda Hz Hatice
annemize olan sevgimizin misliyle çoğaldığını ve ona olan hayranlığımızın zirve noktasına
doğru tırmandığını hissediyoruz.
Daha önce de Hz Hatice ile ilgili çeşitli dokümanları incelemiştik ancak bu kitabı okuduktan
sonra; “Neden bunu daha önce okuyup da bu
büyük şahsiyetin inceliklerine daha önceden
vakıf olmadık” diye bir duyguya kapıldık. Kitabı
okuduktan sonra Hz. Hatice annemizle ilgili başka kitaplar da bulup okumaya yönelik bir şevkimiz oluştu.
İçli bir anlatımı var
Muhammed Emin Yıldırım Hoca bu eserinde
her zamanki gibi son derece içli ve edebi bir anlatımla
okurunun karşısına çıkmış. Eser kendisini, akıcı bir roman gibi yormadan, uğraştırmadan okutuyor. Ayrıca
bu kitabın bilgi verici bir eser olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle bu kitapta sahabilerin akrabalık ilişkileri konusunda bir takım bilgilere ulaşıyoruz.
Mesela Zübeyir Bin Avvam’ın Hz Hatice’nin
yeğeni olduğunu ve sık sık Efendimiz’in evine
geldiğini bu kitaptan öğrendim.
Bu eserde çeşitli tarihi bilgiler verilmekle
birlikte Muhammed Emin Yıldırım Hoca’nın bu bilgileri bir yorumlama sürecinden geçirdiğini görüyoruz.
Bu yorumlarının ise genellikle günümüzle ilintili olduğunu söyleyebiliriz.
Annelerimizi tanımak bize şu üç
şeyi kazandırır.
Eserin başında Peygamber hanımlarını tanımanın bizi iki önemli bilgiye ulaştıracağını söyleyen
Muhammed Emin Hoca bunu üç maddede şu şekilde özetliyor: Bir; Müslüman hanım kimliğinin ve
şahsiyetinin nasıl olması gerektiğini öğreniriz.
İki; Dinimizin hanımlara verdiği önemi, değeri
ve onlara biçtiği rolleri öğrenmiş oluruz. Üç;
Mart
Peygamberimizin aile hayatındaki hususiyetlerini ve özel hayatındaki ahlaki boyutunu öğrenmiş oluruz.
Efendimiz’in “Vallahi Allah bana Hatice’den
daha hayırlısını vermedi” buyurarak övdüğü Hz
Hatice validemizin şahsiyetinin dört temel anahtarı
olduğunu söyleyen Muhammed Emin Hoca bunların
edep, sadakat, fedakârlık ve vefa olduğunu söylüyor.
“Hatice” erken doğan kız çocuğu demektir
Bu kitaptaki yeni öğrendiğim bilgilerden birisi
de “Hatice” isminin “erken doğan kız çocuğu”
anlamına gelmesidir. Yine kitaptaki hoşuma giden
bilgilerden bir tanesi de Hz Hatice’nin daha evlenmeden önce amcaoğlu Varaka bin Nefvel ile ara sıra
görüşmesi ve bir gün onun sohbetinden çıktıktan sonra; “Ya Rabbi n’olur beni gelecek olan o peygambere yakın eyle” diye dua etmesidir. Bu bilgiyi
önemsememin sebebi şudur ki bilindiği gibi Varaka
bin Nefvel o dönemdeki az sayıdaki Haniften birisidir.
Yani Hz. İbrahim’in dinine inanan ve putlara kesinlikle tapmayanlardandır. (Her ne kadar 8. Sınıf Din
Kültürü kitabının 54. Sayfasında Hıristiyan olduğu
söylense de…)
Hz Hatice’nin de onun sohbetlerine gidiyor
olması ve bu şekilde dua etmesi, Hz Hatice’nin de
İslam’dan önce Hanif dininden olduğunu göstermesi
açısından önemlidir. Bu bilgiden yola çıkarak Efendimiz’in kendisinden 15 yaş büyük bir hanımla evlenmesinin nedenlerini düşündüğümüzde, bunun bir
nedeninin de dini anlamdaki bir denklik olduğunu
söyleyebiliriz. Nitekim Efendimizin annesi, babası, sütannesi ve en yakın arkadaşı Hz Ebubekir
de Hanif olduğu gibi hanımı da Hanif’tir. Varaka’nın sohbetlerine devam etmesi ve son peygamberi
görmeyi arzu etmesi bunu gösterir.
İslam’ın ilk şehidi Sümeyye mi Haris mi?
Bu eserde karşılaştığımız yeni bilgilerden birisi
de İslam’ın ilk şehidinin Hz Hatice’nin önceki eşinden oğlu ve Peygamber Efendimizin de
üvey evladı olan Haris bin Ebu Hale olduğu rivayetidir. “Biz Sümeyye ve Yasir’i İslam’ın ilk
şehitleri olarak bilirdik” diyen Muhammed Emin
67
Yıldırım, Muhammed Hamidullah’ın İbni Hacer’den
bir nâkilini dikkate alarak bu görüşü de nakleder. Hz.
Hatice validemizin önceki eşinden olan diğer oğlu
Hind’in de İslam’a ilk inanlardan biri olduğunu söyleyen Muhammed Emin Yıldırım, yine İbni Hacer’den
nakille Hind’in Bedir’e ve Uhud’a katıldığını, sonrasında Cemel Vakası’nda Hz Ali’nin tarafında yer alarak şehit edildiğini söyler.
Efendimizin hanesinde kimler vardı?
Efendimizin ev hayatını hayal ederken genellikle çok kalabalık bir ev düşünmeyiz. Birkaç kişilik bir
ev düşünürüz. Bu eseri okuduktan sonra Peygamber
Efendimizin kurduğu bu kutlu yuvada evlatlığı Zeyd
ve dadısı Ümmü Eymen dışında birkaç insan daha
olduğunu öğreniyoruz. Bunlar Hz Hatice validemizin
ilk eşi Ebu Hale’den doğan çocukları Hind ve Haris,
ikinci eşi Atik’ten doğan kızı Hind ve babası öldükten
sonra bu yuvaya sık sık gelen Hz Hatice’nin yeğeni
Zübeyir bin Avvam’dır. Ki daha sonra bunlara Ali bin
Ebu Talib de eklenecektir.
Ayrıca evliliğin ilk günlerinde çeşitli hizmetçilerin de bu evde bulunduklarını öğreniyoruz. Hz Hatice’nin Mekke’nin sayılı zenginlerinden birisi olduğunu düşünürsek evlerinde hizmetçilerin olması da
normal bir durum olsa gerektir. Bu kitaptan okuduğumuza göre; “Bu kadar hizmetçi varken sen niye
hizmet ediyorsun” diyenlere Hz Hatice’nin verdiği
cevap şudur: “Ben ona hizmet etmekten büyük
bir mutluluk duyuyorum.” Bu cümleleri okuduğumuzda ister istemez acaba günümüzde kocasına
hizmet etmekten bu derece mutluluk duyan ve bunu
bir ibadet gibi gören kaç tane hanımefendi kalmıştır
diye sormak aklımıza geldi. Maalesef ki çocuklarına
ve kocasına hizmet etmekten gocunan ve bunun yerine “Hizmetçi miyim, evin hanımı mıyım?” diye
soran bir tiplemenin yaygınlaştığını görüyoruz. Hizmet etmekti, itaat etmekti; bunların ise yadırgandığını anlıyoruz…
Hz. Hatice ince ruhlu bir annemizdi
Kitabıokuduğumuzda Hz. Hatice validemizin
en bariz vasıflarından birisinin milyonda bir insanda
rastlanan çok ince bir ruha sahip olması olduğunu
görüyoruz. Efendimiz’in nişanlılık döneminde Hz
Hatice validemizle zaman zaman düğün hazırlıkları
konusunda görüşmeler yaptığını söyleyen müellif, Hz
68
Hatice annemizin bu dönemdeki bir inceliğini çok güzel bir şekilde naklediyor. Hz Hatice annemiz nişanlı
iken bir gün Efendimiz’e; “Ey Muhammed, sen de
yetimsin ben de… Sen de anadan ve babadan
mahrumsun ben de… Eğer müsaade edersen
düğünümüze senin sütannen Halime-i Sa’diye’yi de çağıralım. Senin sütannen benim de
annemdir. Hiç değilse bu annemiz bu mutlu
günümüzde birlikte olsun” dediği, bu teklifi duyan Efendimiz’in ise çok sevindiği ve gözyaşları içinde kaldığı anlatılıyor. Bu misalden de
anlıyoruz ki Hz Hatice annemiz toplumda çok az bulunan ince düşünen kimselerden birisidir. Bu mutlu
gününde, kocasının sütannesi olan bir garip
kadıncağızı unutmayacak kadar
Hassas bir yüreğe sahiptir.
Efendimiz’in hiçbir zaman Hz Hatice’yi unutmamasına ve diğer eşlerini kıskandıracak şekilde
zaman zaman ondan bahsetmesine bakılacak olursa
bunun sebebinin de Hz Hatice’nin o hassas yüreği
olduğunu söyleyebiliriz. Zira böyle hassas ve iyi kalpli
özel insanlar çok bulunmadığı için elmas gibi kıymetlidir. Hem Efendimiz hem de muhtereme hanımı Hz.
Hatice annemiz böyle inceliklere sahip olunca, ikisinin oluşturduğu yuva da huzur dolu müstesna bir
yuva olmuştur.
Böyle bir karı koca iletişimi görülmemiştir
Bu kitapta anlatıldığına göre Ebu Talib yeğeninin ailevi huzurunu merak etmiş ve Neba
isimli bir hanımı Hz Hatice’nin yanına göndererek onun aile içindeki iletişimlerini gözlemlemesini istemiştir. Neba kendisinden istenileni
yapmış ve Ebu Talib’e böyle bir karı koca ilitişimine
şimdiye kadar hiç şahit olmadığını söylemiştir. Özellikle onların birbirlerine olan güzel hitaplarından çok etkilenmiştir. Bu da gösteriyor ki
evlilikte mutluluğu etkileyen en önemli faktörlerden birisi de evin hanımı ile beyinin bir
birine olan hitap tarzıdır.
Efendimiz’in Allah’ın en sevgili kulu olduğunu
biliyoruz. Allah’ın en sevgilisi olan Efendimiz’in mutlu
bir aile hayatı olmakla birlikte bazen bu ailede hazan
rüzgârlarının estiği ve bu ailenin tarifsiz acılarla karşı karşıya kaldığı da olmuştur. Evliliklerinin ikinci
Mart
yılının sonunda dünyaya gelen Kasım’ın iki yaşına varmadan hastalanarak vefat etmesi, işte
bu acılardan bir tanesidir. Dolayısıyla bu aile evlat acısını tadan çilekeş bir ailedir. Kitapta bu olay da
içtenlikli bir şekilde anlatılmıştır.
O kocasından razıydı
Muhammed Emin Hoca kitabında Hz Hatice’nin vefatını da son derece içli bir üslupla anlatmış.
Amcası Ebu Talib’in vefatından kısa bir müddet sonra
Hz Hatice’nin de üç gün sürecek bir hatalığa yakalanÇok metanetli birisiydi
dığını söyleyen müellif Efendimiz’in onun başucunda
hıçkırıklarla ağladığını ve “Seni rahat ettiremedim”
Hz. Hatice’nin metanetli tavırları ile kocasına dediğini söylüyor. Bunun üzerine Hz. Hatice annemidaima destek olduğunu söyleyen Muhammed Emin zin; “Ben bu halimden hiçbir zaman şikâyetçi
Yıldırım, Efendimiz’in ilk vahyi aldıktan sonra sıkıntılı olmadım” diye cevap verdiğini söylüyor. Bu sözlebir hal yaşadığını ve soluğu Hz Hatice’nin yanında al- rinden anlıyoruz ki Hz Hatice annemiz “şikayetçi
dığını söylüyor. Muhammed
tabiatlı” bir hanım değildi.
Emin Hoca bu konuyu anO kadar nimetler içerisinde
Özellikle
bu
kitapta
sahabilerin
latırken şöyle bir soru soruyüzdüğü halde hale şikayetyor: Bizim başımıza zor bir
ten geri durmayanların kuakrabalık ilişkileri konusunda bir takım
durum gelse sorunumuzu
lakları çınlasın.
bilgilere ulaşıyoruz. Mesela Zübeyir
evimizin hanımı ile paylaşBin Avvam’ın Hz Hatice’nin yeğeni
tığımızda Haticevari bir meTarih Ramazan ayının
olduğunu ve sık sık Efendimiz’in evine
tanetle mi karşılaşırız, yoksa
27. Gecesini göstermektedir
geldiğini bu kitaptan öğrendim.
ortalığın bir anda büyük bir
ki bu mübarek zaman dilivelveleye dönüştüğüne mi
minde Hz Hatice annemiz
şahit oluruz? Söylediğimize
son nefesini de vererek ruhusöyleyeceğimize bin pişman olup niye söyledim ki nu Rabbir Rahim’ine teslim etmiştir. Biricik hanımının
diye mi düşünmeye başlarız?
vefatından sonra Efendimiz çok derin üzüntüler yaşamış neredeyse eshabı onun üzüntüden başına bir şey
Nişanı bozulanlar üzülmesin
geleceğini bile düşünmüştür. Bazı mistik cereyanların
dediği gibi üzülmemek bir olgunluk değildir. Teslimiyet
Bu kitapta bizim için çok önemli bir bilgi ol- bir olgunluktur ki Efendimiz’in yaptığı da budur. Üzülduğunu düşündüğüm şöyle bir bilgiye de rastladım: memek ise kalbi olanın yapabileceği bir şey değildir.
Ebu Leheb, iki oğlu Utbe ve Uteybe ile Efendimiz’in iki kızı Rukiye ve Ümmü Gülsüm’ü
Mekke fethedilmiş Efendimiz Hanişanlamıştı. Efendimiz bir davet verip İslam’ı ak- cun kabristanında…
rabalarına tebliğ ettiği gün Ebu Leheb oğullarına
baskı yaparak bu iki nişanı da attırdı. Bu olaya
Kitapta anlatılan duygu dolu tablolardan birisi
bir anne olarak Hz Hatice validemiz oldukça de Efendimiz’in Mekke’yi fethettiği gün ordusundan
üzülmüştü. Bu bilgiyi önemsememizin sebebi ise ayrılıp Hacun Kabristanına yönelmesi, orada Hatişudur. Günümüzde de bazı kimseler evlilik sürecine cesinin kabrinin başına oturması ve orada dualarla
girdikten sonra bazı nedenlerden dolayı bu yoldan ağlamasıdır. Efendimizi bu halde gören sahabe-i kidönüş yapabiliyorlar. Hatta bazen öyle oluyor ki ram da bu aşka hayran olmuş ve efendileri ile birlikte
düğüne bir iki gün kala nişanın atıldığı oluyor. gözyaşı dökmüşlerdir. İşte bu sahneyi de Muhammed
Emin Hoca çok güzel tasvir ediyor.
Daha önce başından nişan atma hadisesi geçMutlaka okuyun
miş kişilerin bir sonraki evlilik teşebbüsünde de bu
durum bazen bazı sorunlara sebep olabiliyor. BilhasSizler de sahabe ikliminde yol almak ve
sa kıza talip olan aile bunu bazen sorun yapabiliyor.
Bu gibi şeyleri düşünen ve endişelenen hanım kar- Efendimiz’in ilk sevgili hanımı Hz Hatice annedeşlerimiz için Efendimiz’in kızlarının da böyle bir du- mizi en güzel bir şekilde tanımak istiyorsanız
rumla karşılaşmış olduğunu bilmek, anlamlı bir teselli Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın bu eserini mutlaka okuyun.
olacaktır diye düşünüyoruz.
Mart
69
Burhan Çocuk
Tahiyyat Duası
Tahiyyat veya yaygın olarak bildiğimiz Ettehiyyatü duası namazlarımızın ikinci rekâtında secdelerden
sonra ve iki rekâttan fazla olan namazların hem ikinci rekâtında hem de son rekâtlarında secdelerden
sonra ka’de-i âhirede (son oturuş) selamlamadan önce okuduğumuz duadır. Bu duayı hep okuruz ama
bunun manasını ve önemini hiç düşündük mü? İşte şimdi bu duanın önemini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu dua peygamber efendimizin miraçta Allah’u Teâlâyla görüşmesinde okunmuştur. Miraç, peygamber efendimizin 7. kat göğe yükselerek Allah (c.c) ile görüşmesidir. Peygamberimiz (a.s.v) miraçta rabbimizle
görüşünce değersiz ve fani olan dünyaya tekrar dönmek istememiş, hayatın amacı olan rabbimize ulaşma O’na
kavuşma hedefi gerçekleşmişken efendimiz orada kalmak istemiştir. Fakat Allah’u Teâlânın takdiri peygamberimizin
tekrar dünyaya dönmesi ve belirlenen güne kadar dünyada yaşamasıydı. Bu duruma bu ayrılığa efendimiz çok
üzüldü. Rabbimiz de efendimizi teselli etmek için namazı hediye etti. Namaz, efendimizi teselli için rabbimiz tarafından verilen bir hediyedir. Kılınan her namaz miraç gibidir. Peygamberimizin miraçta Allah’u Teâlâyla görüşmesi gibi
mü’min de namazla rabbine kavuşur. Bu sebeple Peygamberimiz, “Namaz mü’minin mi’râcıdır.” buyurmuştur.
Namaz kulun günde beş defa Yaradan’ın huzuruna çıkması, divanında durması demektir. Kul; bu yüce divanda, arada hiçbir vasıta olmadan her türlü dilek ve ihtiyacını bizzat Allah’a arz eder, O’na sığınır, yalnızca O’ndan
yardım diler. Böylece Peygamberimizin (a.s.m), Mi’rac’da gerçekleşen Allah ile mülâkatı hâdisesi, namaz içinde
sembolik olarak yaşanmış olur.
Peygamberimizin (a.s.m) Receb ayının 27. gecesi Cenab-ı Hakk’ın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmiştir. 7. kat
göğe yükselerek Sidretül Münteha denilen yere yükselince Cebrail (a.s) duraklar ve peygamber efendimize: “Ya Muhammed, yemin ederim ki ben buradan bir karış ileriye geçersem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye iznim yoktur.” der. Resulü Ekrem efendimiz buradan refref denilen bir vasıtayla, Allah’ın dilediği yere gelir.
Peygamber efendimiz bundan sonrasını şöyle anlatır: “(Allah’ın (c.c) huzuruna varınca) Rabbimin ilhamı ile
şunları okudum: “Ettehiyyatü lillahi, vessalevâtü, vettayyibatü.” (En güzel tahiyye Allah’a mahsustur. Bedeni
ve mali ibadetler de O’na layık ve mahsustur.) Bunun üzerine Allah (C.C) şu mukabelede bulundu: “Es-selâmü
aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtühû.” (Ey nebi, selâm sana olsun. Allah’ın rahmeti ve
bereketi de sana olsun.) Ben tekrar, “Es-selâmü aleynâ ve alâ ibadillahissalihine.” (Selâm, bizim ve Allah’ın
salih kullarının üzerlerine olsun.) dedim. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada tanık olan Cebrail (as) da Allah’ın
şahitlik etmesini emretmesi üzerine “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ederim. Ve Muhammed’in (asv), Allah’ın elçisi olduğuna da şehadet ederim.” diyerek şehadet etmiştir.
Namazlarda okuduğumuz Tahiyyat duası miraçta Allah (c.c), Peygamber Efendimiz arasında geçen
selamlaşma ve Cebrail (a.s)’ın buna şahitlik etmesidir. Biz her namazda bu duayı okuyarak o anı tekrar ediyoruz. İşte bu duayı her okuduğumuzda miraçtaki bu tabloyu göz önüne getirerek bu huşu içerisinde
namazımızı tamamlarsak o zaman namazımız miraç olur.
Bunları Biliyor musunuz?
* Yemeğe tuz ile başlanırsa beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde, midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka oluşturduğunu ve midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını
önlediğini…
* Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek oturulup yenildiğinde,
su ile doldurulmuş balon şeklinde olan midenin çıkış kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk hissi vererek çok fazla yemeden
kalkılacağını biliyor musunuz?
Vesikalık Fotoğraf
Dursun iş için müracaatta bulunmuş.
İşe alınması için bazı evraklarla birlikte 8 adet de vesikalık
fotoğraf istemişler.
Ancak Dursun vesikalık fotoğrafın ne olduğunu bilmiyormuş.
Hemen akıl hocası Temel’in yanına koşmuş. Durumu anlatmış.
Temel: Bildiğim kadarıyla vesikalık fotoğraf belden yukarı
çekilen fotoğraftır. Sen şuraya çukur kaz içine gir.
Ben de fotoğraf makinesi getireyim. Fotoğrafını çeker veririz,
demiş.
Dursun başlamış çukur kazmaya, Temel fotoğraf makinesi
getirmeye gitmiş. Temel bir de gelmiş ne görsün.
Dursun 8 tane çukur kazmış.
Temel: Ula Dursun niye 8 çukur kazdın demiş.
Dursun: 8 vesikalık lazım ya..
Temel: Ula ben zaten 8 tane fotoğraf makinesi getirmiştim.
R
A
H
M
A
N
E
R
T
M
Y
U
I
O
P
K
Z
R
G
Ü
Y
Ü
Z
E
Ü
R
T
Y
U
ö
U
C
S
E
L
A
M
C
T
K
A
B
I
D
D
V
T
Y
ö
Z
ö
V
R
E
I
Ü
ö
P
ù
RAHMÂN
AZÎZ
GAFFÂR
KÂBID
D
B
Y
H
M
C
P
B
A
K
R
O
Z
E
E
Ü
N
U
N
Ü
V
O
N
H
E
B
P
C
R
K
S
Ö
I
M
M
B
I
Ö
ø
B
A
S
I
T
Ü
RAHÎM
CEBBÂR
KAHHÂR
BÂSIT
Z
M
E
L
ø
K
U
Ç
M
B
T
ù
V
Y
R
Y
A
O
J
N
N
Y
ø
Z
ø
Y
F
B
U
Ü
H
S
P
U
P
M
M
ù
C
R
P
E
N
I
ø
A
D
A
I
C
Ö
Ü
L
B
ù
Ç
T
A
O
ù
L
F
Z
K
E
ø
H
K
A
ø
Ö
T
S
P
L
MELøK
MÜTEKEBBøR
VEHHÂB
HÂFID
ø
G
ø
Ö
B
ù
E
H
R
S
H
A
F
I
D
K
H
Z
L
B
L
Y
G
ø
D
Z
H
D
ö
K
V
J
ö
O
A
K
M
F
V
A
V
ø
F
Ü
G
KUDDÛS
HALÎK
REZZÂK
HALÎM
T
K
Ü
P
R
H
ø
D
B
L
B
L
G
ø
A
O
L
E
ù
O
G
N
S
N
ø
D
M
H
ù
F
ø
ù
A
G
I
F
T
A
M
M
L
U
J
L
Ü
SELÂM
BÂRø
FETTÂH
AZøM
M
U
S
A
V
V
ø
R
Ö
F
A
H
K
K
R
Ö
ø
Z
F
U
D
Z
E
Ç
G
T
A
L
H
H
T
R
S
F
Y
S
C
R
ø
H
ø
B
ù
G
G
J
E
D
A
T
A
V
K
L
K
F
ø
ø
F
F
MÜ’MøN
MUSAVVøR
LÂTÎF
GAFÛR
D
Z
C
R
R
E
B
A
N
M
Ö
R
A
S
D
S
Z
R
ö
ö
P
O
H
I
U
Y
T
R
E
B
H
A
F
ø
Ü
ù
L
H
K
H
H
A
L
ø
M
I
K
V
V
E
H
H
A
B
G
F
D
S
A
Ö
ö
E
B
Ü
M
N
B
R
V
A
Z
ø
M
C
Z
MÜHEYMøN
ALÎM
HABÎR
ùEKÛR
Hadis-i Şerif
Sizin en hayırlılarınız,
Hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır.
(Tirmizî, Radâ’, 11; ibn Mâce, Nikâh, 50)
Download