¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Batılıların gözü ile İslam’da kadının yeri nasıldır? Bakın neler demişler: MARSILE POIZER [Çağdaş Fransız düşünür, İslam’ın İnsanîliği) ğın her türlüsüne rastlar hale geldik. Hıristiyanlığın görünüşte sarıldığı tek kadınla evlilik teorisi altın da üç büyük musibet ve kötülük kendisini gösterir: Fuhuş, evde kalan kızlar ve evlilik dışı çocuklar. Benzer toplumsal hastalıklar islam kanunlarının tam olarak uygulandığı ülkelerde nerdeyse hiç bilinmemektedir. Ancak Batı Medeniyetleriyle temasa geçtikten sonra oralarda sızıp yayılmıştır. Schmitz du mulin tarafından kaleme alınan L’İslam isimli eserde1827 yılında bütün bir Osmanlı Başkentinde (İstanbul’da) bir tek genelev bulunmadığı ve şark’ta Frengi denilen zührevi hastalığı bilinmediği kaydedilir. Şark kadının çağdaş hayata karışıp geçim için koşturan bu konuda erkeklerle yarışan ve pek çok mutsuzluk ve bedbahtlıklara maruz kalan Batılı kız kardeşleriyle aynı strese hedef olanlarından endişe ediyoruz. Kadının muhtaç olduğu esaslar, İslam’ın öğretileriyle tam bir uyum göstermektedir. ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Avrupalı Hıristiyanlara kadına saygı göstermeyi öğreten, İspanya yoluyla Müslümanlardır. Kur’an’a göre, kadın, erkekle aynı cevherde yaratılmıştır. (Kitap-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümü’nün ileri sürdüğü gibi) kadının, erkeği asli günaha sevk ettiğini söyleyemez. Kur’an’ın ve Hz. Muhammet’in öğretileri, kadın haklarının bıkmaz usanmaz savunucuları olduklarını ispat etmişlerdir. EMILE DERMENGHEM Muhammed’in Hayatı) ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH (Fransız oryantalist, Şunda hiç kuşku yoktur ki, İslam, Arap dünyasında kadının değerini yükseltmiş ve durumunu iyileştirmiştir. Hz. Peygamber “En hayırlınız da, hanımlara karşı en hayırlı davranandır.” Genç kızlar zorla evlendirilmekten, kadın malını tehditle yemekten, boşanma durumunda hakkının yitirilmesinden menetmiştir. Hz. Muhammed, dost hayatı yaşamaktan, cariyeleri fuhşa zorlamaktan menetmiştir. Hangisi daha iyi: Yasal yolla çok kadınla evlilik mi, yoksa metreslik yoluyla çok kadınla birliktelik mi? Çok kadınla evlilik her ikisi de tehlikeli olan, fuhşu ortadan kaldırırken kadınların da beraber kalmalarının çözümüdür. Kişi şark’ı gezmeli ki, orada aile edebinin ne derece güçlü ve sağlam olduğunu görebilsin. CTE HENRI DE CASTRE (Fransız Binbaşı, İslam ve Hatıralar) Müslümanlardaki çok kadınla evliliğe nispet ettikleri kötülüklerin hepsi gerçek dışıdır. Şark’ta o rezaletleri doğuran sebep, çok kadınla evlilik değildir. Rezaletler tüm Şark’takinden çok daha fazlasına Paris, Londra, Berlin’de rastlanır. Kadınlar peygamberlerine birçok yönden şükran borçludurlar. Kur’an’da kadın hakları ve erkeklerin onlara karşı görevleri konusunda ayetler yer alır. Bir Müslümana göre hayâ ile bir Hristiyan’a göre hayâ arasındaki fark, gökle yer arası kadardır. ET. DİENT ( Fransız, İslam’ın Nuri İle ) İslam tabiat yasalarına uygun hareket eder. Kilise ise hayatın bir çok alanında tabiata karşı demagoji yapar ve onunla çatışır. Hristiyanlıkta kandırmacılı- W. DURANT (çağdaş Amerikalı yazar, Medeniyetler Tarihi) İslam, Arap dünyasında kadının değerini yükseltti. Müslüman kadının konumu Avrupa memleketlerindeki kadınınkinden önemli bir konuda farklılık göstermekteydi. Edebiyat ve bilimde çok sayıda müslüman kadın yetiştirmişti. J. S. RESTLER (Fransız, H. Arabiyye ) Kadın, çıkarını ilgilendiren konularda erkeklerle eşit bir çizgiye yerleştirilmiştir. İslam-i aile çocuğa onun sağlığına ve eğitimine büyük bir özen gösterir. Kız çocuklarının eğitimi yıllarca da şiir ve çeşitli ilimler öğrenirler. L. VECCIA VAGLIERI (İtalyan bayan araştırmacı, Difa Anil İslam) Evlilik konusunda İslam geleneği hayattan başka bir şey talep etmez. Şu ana kadar, çok kadınla evliliği kesin olarak içtimai bir kötülük ve ilerleme yolunu tıkayan bir engel olduğuna ilişkin her hangi bir delil ortaya konulmuş değildir. İslam’da kadın mahkemeye başvurarak evliliğin feshini isteyebilir. Kötülüğe meydan vermemek ve sonuçlarını savmak amacıyla müslüman kadının örtünmesi zorunludur, örtünme geleneği, İslam toplumu için paha biçilmez faydalara kaynak oluşturmuştur. ( Onların Gözü İle İslam’da Kadın: Doç. Dr. Abdülaziz Hatip) İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Mart Sayı: Hz. Ömer’in Eşine Karşı Yumuşaklığı Kadınların Cihadı 6 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Kadın 9 Toplumsal Hayat Ve Kadın 10 Kur’ân’ın Kadın Kahramanları 12 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Farklı mıdır, Değil midir? 18 Salih AYDIN Musa KARACA Kadınlarda Tokofobi’nin Nedeni Kariyer mi? 22 Kadın, Din Ve Popülerite 24 Talha AKA İslâm’da Kadının Yeri 28 Asim AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Neden Kadın " & ( ) * + , ( $ % " & # ) - . $ / % * # 1 ! " 1 Hayrunnisa NEBİOĞLU Nurdan SAĞLAM Gülsüm KIZIL İslam Ve Kadın 34 Ahmet YAŞAR 36 Mehmet TALU 0 ! ! 2 0 Hürrem Sultan’ın Suçu Ne? 42 Hasan BAŞAR ! " 2 3 ! # # 0 0 4 # Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 45 Ahmed Er-Rufai Hz. ! Zeynep UZUN Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? 32 Işık Huzmesi ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz " Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: M. Emin KARABACAK ! 30 Hüseyin AVNİ % Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: Prof. Dr. Ali AKPINAR ! ' Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: Havva BULUT Kadının Namazı Erkekten Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Nureddin YILDIZ Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Serdar TAŞAR 4 5 ! " 2 ! # # 0 0 # Dostlarla Hasbihâl… 46 Murat TÜRKER Mehmet Akif Mah. Nimetullah Yurt Hocaefendi: “Tüm Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 sıkıntıların çaresi kelime-i tevhid söylemektir.” 48 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İlahî Yasalara Uymak İçin Yaratıldık 52 burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com İktisat ve Ahlak 54 Röportaj Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Tarihten Günümüze İslamcılık Akımları Aylık Süreli Yayın 6 ( 7 ) : ) 7 * 7 * ( ) ; / + ) ( + 8 . * ( . < * * 8 ( * ) % 8 ' % * ) ' * ( * % % % * 7 I-Çağdaş Mürcie ve Çağdaş Haricilik Düşüncesi 60 7 % < ) 7 6 ( + ( 6 7 % ) ( % 9 ) * ) + ( = 6 - ( 8 ) + * % $ * % ) % % ) $ * 7 ) + Yusuf KARAGÖZOĞLU $ Müslüman Saati 64 Ahmet HAŞİM < + * / * % 7 + > % > ( 9 ) ? 8 / ) O En Çok Haticesini Severdi 66 Aydın BAŞAR 4 * ) % ( - & % $ / * $ * $ : $ % ) + * / 9 ) % ) ( ) % < Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 6 Kadınların Cihadı Nureddin YILDIZ 10 Toplumsal Hayat Ve Kadın Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL 12 Kur’ân’ın Kadın Kahramanları Prof. Dr. Ali AKPINAR 34 İslam Ve Kadın Ahmet YAŞAR Hz. Ömer’in Eşine Karşı Yumuşaklığı Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Hz. Ömer’in dediği gibi hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Bu kısa ömürde bize düşen insanları kırmamak ve özellikle hayat arkadaşımız olan eşimizle iyi geçinmektir. 4 Mart Y üce Allah, her insanı ayrı bir fıtratta yaratmıştır. Yüz hatları, ses tonları, ayrı ayrı olan insanların mizacları da ayrıdır. Hiç bir insanın mizacı diğerinin aynı değildir. İşte bu, Yüce Allah’ın ne kadar büyük bir sanatkâr olduğunu göstermektedir. Dört halifenin dördünün de huyu, suyu ve mizacı ayrı ayrıdır. Hz. Ömer, biraz sert mizaclıdır. Ama o, çocuklara, yetimlere ve eşine karşı çok yumuşak birisidir. Mizacının sertliğini yakından bildiğimiz Hz. Ömer’in eşine nasıl yumuşak davrandığını büyük âlim ve tarihçi Zehebî şöyle anlatır: “Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir adam, davranışlarını beğenmediği karısını şikâyet etmek üzere halifenin evine gelir. Kapının önüne oturur ve Hz. Ömer’in çıkmasını bekler. Derken içeriden bir gürültü kopar. Hz. Ömer’in hanımı koca halifeye bağırıp çağırmakta ve fakat Hz. Ömer ağzını açıp da karısına tek kelime söylememektedir. Bu hâli gören kapıdaki zavallı boynunu bükerek: “Bütün şiddetine ve sertliğine rağmen, üstelik mü’minlerin emiri iken Ömer’in hâli böyle olursa, benim derdime nasıl çâre bulabilir” diye düşünür ve kalkıp giderken Hz. Ömer dışarı çıkar. Adamın arkasından: “Hayrola, derdin neydi?” diye seslenir. le onun yaptıklarına katlanıyorum.” Bu sözleri duyan adam: “Ey mü’minlerin emiri! Benim karım da aynen öyledir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamı şöyle teselli etti: “Haydi kardeşim, karına katlanmaya bak! Hayat dediğin göz açıp kapayana kadar geçiyor!” (Zehebî, el-Kebâir, s. 179). Evet, Hz. Ömer’in dediği gibi hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Bu kısa ömürde bize düşen insanları kırmamak ve özellikle hayat arkadaşımız olan eşimizle iyi geçinmektir. Yine Hz. Ömer’in dediği gibi eşimiz, akşama kadar evin içinde bizim için ve çocuklarımız için çalışmaktadır. Bu çalışma ve yorulma esnâsında bir de çocuklar yaramazlık yaparlarsa kadının kimyası bozuluyor, dolup taşacak noktaya geliyor ve çatacak birisini arıyor. Biz, eve gidince de bize nazı geçtiği ve bize güvendiği için bize boşalıp rahatlamak istiyor. Lütfen, bu rahatlığı ona çok görmeyelim ve üstüne gitmeyelim, anlayışla karşılayalım. Eşini Hz. Ömer’e şikâyet etmek için giden sabırsız adam gibi değil de, eşine karşı yumuşak davranan ve onu anlayışla karşılayan büyük insan Hz. Ömer gibi olalım. Adam da der ki: “Ey mü’minlerin emiri! Karımın geçimsizliğini ve bana karşı olan saygısızlığını şikâyet etmek üzere gelmiştim. Senin karının da sana karşı olmadık sözler söylediğini duyunca vazgeçip geri döndüm ve kendi kendime: Mü’minlerin emiri karısıyla böyle olunca, benim derdime nasıl devâ bulacak?” dedim.” O zaman Hz. Ömer adama şunları söyledi: “Kardeşim, karımın benim üzerimdeki hakları sebebiyle ona katlanmaya çalışıyorum. Zira o benim hem aşcım, hem fırıncım, hem çamaşırcım, hem de çocuklarımın süt annesidir. Halbuki o bütün bunları yapmak zorunda değildir. Üstelik gönlümün harama meyletmesine engel olan da odur. Bu sebep- Mart Saygı değer okuyucularım! Bizim örneğimiz Hz. Peygamber efendimiz ve bir de O’nun çevresinde yetişen sahâbe-i kirâm efendilerimizdir. Biz, dinimizi ve yaşantımızı onlardan öğreneceğiz. Allah, onlardan râzı olsun, bize her şeyi öğretti ve gittiler. Yüce Allah’a nasıl kul olacağımızı, O’na nasıl ibâdet edeceğimizi, neyi nasıl yiyeceğimizi, neyi nasıl giyeceğimizi, nerde nasıl konuşacağımızı, ne zaman ne yapacağımızı, kime nasıl davranacağımızı, dostumuzu, düşmanımızı hepsini onlardan öğrendik. Câmide, evde, sokakta, okulda, işyerinde, tarlada hâsılı hayatımızın geçtiği her yerde onlara uyarsak kurtuluruz. Yoksa dünyamız da berbât olur âhiretimiz de. 5 Kadınların Cihadı Nureddin YILDIZ C elam, eyhiss l a : mber rd u ki u y Peyga u b el di v e n ö y a k adın e seninl e v it ın ! G d a d e ki : k a r a ‘Ey l ın n k ad a l o i e şli k y r i e a b n a ı as be r in k o c n a sı , i r m i l b a n ü e Si z d gönlün n n u n o unları , i b s e ı s m a t e lm mlu o u y u o na nktir.’ e d e n h e p si 6 ihadın dindeki kadrini gösteren onlarca ayet ve hadis vardır. Cihad, sıradan bir ibadet de değildir. Zirvenin en üstünde duran bir ibadet olarak cihad, Kur’an ayetlerinin ağırlıklı konularından, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatının temel meselelerinden biridir. Cihadı, sadece meydanlarda kılıç kuşanmaktan ibaret zanneden anlayışı bir kenara bırakırsak, cihadın hayatı kuşatan her insanî eylemde görülebilecek bir ibadet olduğunu rahatlıkla anlarız. İster ‘meydanda kılıç kuşanmak’ anlamında alınsın veya ‘Allah’ın adının yücelmesi için yapılan her iş’ anlamında alınsın, cihad kesinlikle imanın gereğidir. İmanın gereği olan bir iş de iman eden herkesin ana gayelerinden biridir. Dönemlerden bir dönemde gündem dışı kalmış olması, Müslümanların dünyevileşme hırsından dolayı ikinci plana itilmesi, onun kadrini azaltmaz. Cihad, Kur’an ayetleri okunduğu sürece bir numara ibadetlerdendir. Şehitlik konuşuldukça cihad da konuşulacaktır. İnsanlar, onun anlamını evirip çevirmekle Kur’an ve hadislerin diktiği bir bayrağı indirmeye muvaffak olamayacaklardır. Mart Kur’an’ımız, çeşitli ayetlerinde cihadı öne çıkaran açık mesajlar vermektedir. Tevbe suresinin 111. ayeti, Allah Teâlâ’nın cennet karşılığında müminlerden canlarını ve mallarını aldığı bir alışverişten söz etmektedir. Saff suresinin 1012. ayetleri ise, iman edenleri elim bir azaptan kurtaracak bir ticarete davet ettikten sonra o ticaretin, Allah’a iman ve Allah yolunda mal ve canla cihad olduğunu, bunun da bilenler için daha hayırlı olacağını haber vermektedir. Bakara suresinin 218. ayeti de, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerin Allah’ın rahmetini umacaklarını beyan eder. Tevbe suresinin 20-22. ayetleri ise iman ve hicret edip Allah yolunda cihad edenlerin Allah katında en büyük makama sahip olacaklarını, onlara rahmet ve razılık müjdesinin, ebedi kalacakları cennet haberinin verileceğini bildirir. Âl-i İmran suresinin 169-171. ayetlerinde ise Allah yolunda cihad ederken öldürülenlerin ölü olarak anılmamalarını, onların Rableri katında diri olduklarını, Allah’ın nimetleri içinde yüzdüklerini haber vermektedir. Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste (İman, 8/2616) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Muaz bin Cebel radıyallahu anha, cihadı İslam’ın en zirvesi olarak tanıtmıştır. Cihadın faziletini anlatan ayet ve hadisler, burada zikredilenlerle sınırlandırılamaya- cak kadar çoktur. Bu da bütün Müslümanları en azından cihadı tazimle anan, mücahide saygı gösteren bir konuma getirmiştir. Erkeğiyle kadınıyla Müslümanlar, cihad eden veya cihada destek veren durumunda olmayı istemişlerdir. Kadınlar da bilhassa sahabe döneminde cihad eden durumda olmayı arzulamışlardır. Cihadın hükmü Cihadın Hükmü Umumi istilâ gibi olağan üstü durumlar dışında cihad, farzı kifaye bir emirdir; bir grup Müslüman’ın yerine getirmesiyle diğer Müslümanlardan düşer. (el-Fıkhu’l-İslami, 6-416) bu hüküm, İslam mezhepleri arasında ittifak edilmiş bir hükümdür. Kadının KadınınCihadı cihadıİçin içinHüküm hüküm Fukaha, kadına cihadın farz olmadığına dair görüş birliği içindedir. Çünkü cihadı bütün Müslümanlara farz olarak belirleyen Kur’an ayetlerini, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisi şerifleri erkeklere özelleştirmiş, kadınları bu hükmün dışına taşımıştır. Kadınlara cihadın farz olmadığına dair hadisler, sahih ve sarih hadislerdir. Tartışma götürür bir yönleri yoktur. Bu hadislerin bir bölümü, Buharî, Nesaî gibi ana kaynaklarda mevcuttur. Buharî’nin de rivayet ettiği bir hadiste Aişe radıyallahu anha validemiz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme cihada kadınlar olarak da katılmayı arzuladıklarını söyleyince ona cevap olarak kadınların cihadının hacc olduğunu söylemiştir. (Buharî, Cihad, 62/2875) Bu hadisleri esas alan fukaha, kadına cihadın farz olmadığına hükmetmiştir. Ancak kadına cihadın farz olmaması, ona cihadın yasak olması anlamına gelmez. Zira sahabe kadınlarından bazılarının cihada çıktığına dair sahih rivayetler de vardır. Farz olmamakla yasak olmak arasındaki farka dikkat edilmesi gerekmektedir. Kadın, fıtratı ve konumuna uygun görevleri icra etmek üzere istemesi halinde cihada katılabilir. Yalnız farzı kifaye olan bir cihada katılabilmesi için evli olması halinde eşinin izni olması şarttır. Çünkü kadının eşiyle ilgili görevleri, onun için farzı ayın durumundadır. Farzı ayın görevi bırakarak farzı kifaye bir göreve gitmesi ise caiz değildir. (el-Fıkhu’l-İslamî, 6/416) Mart 7 Neden kadına cihad farz deNeden Kadına Cihad Farzğil? Değil? Bir: Cihad, diğer ibadetlere göre ağırdır. Erkek bünyesinin kaldırmaya daha müsait olduğu yükümlülükler ihtiva etmektedir. Bilhassa meydan savaşı şeklindeki cihad, kadının yaratılışı itibarı ile kaldırabileceği bir amel olmadığı için ondan muaf tutulmuştur. Bu da İslam Şeriatı’nın, insan fıtratına dikkat eden ahkâmı ihtiva ettiğini gösteren işaretlerden biridir. İki: Kadın, evinde oturmak, tesettüre riayet etmekle emredilmiştir. Hareketli bir cihad görevi, kadının en önce tesettürü açısından Farklı kadın Farklı Kadın Esma binti Yezid radıyallahu anha, ashabının arasında bulunduğu bir esnada Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme gelerek cihad özlemini dile getirmiş ve erkek sahabilerin huzurunda çok açık cümlelerle kadınlara ait düşünceleri dile getirmiştir. Onun konuşması ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ona cevabı oldukça dikkat çekicidir: ‘Ya Resûlellah. Anam babam sana feda olsun. Ben kadınları temsilen sana geldim. Allah azze ve celle, seni, erkek ve kadın herkese gönderdi. Doğuda veya batıda beni duyan bir kadın yoktur ki bu sana gelişimde benim gibi Kadın, evinde oturmak, tesettüre riayet etmekle emredilmiştir. Hareketli bir cihad görevi, kadının en önce tesettürü açısından sakınca oluşturmaktadır. Bu nedenle kadının tesettürünü koruması, meydanda cihad etmesinden evlâ görülmüştür. sakınca oluşturmaktadır. Bu nedenle kadının tesettürünü koruması, meydanda cihad etmesinden evlâ görülmüştür. Cihadın herkes için farzı ayın olduğu durumlar istisna tutulacak olursa kadın, evinde oturmakla da cihaddan daha aşağıda bir görev ifa etmiş olmamaktadır. Üç: Kadın, doğuran, eşinin iffetini koruyan, Müslüman erkeği harama düşmekten koruyan bir kaledir. Kadın, nesil yetiştiren bir okuldur. Onun evinde oturması, aynı zamanda cephede cihad eden mücahitler yetiştirmesi demektir. O evinde otururken bile ifa ettiği görevleri ile bir tür cihad etmektedir zaten. Hatta onun ifa ettiği cihad, cephedeki mücahidin yapamayacağı bir cihaddır. Zaten cephedeki cihad da, insan kazanmak, imanı ayakta tutmak için yapılmaktadır. Kadının evinde yaptığı da odur ya da o olmalıdır. Kendisinden cihad sevabını elde etmek için cihada çıkma izni isteyen kadınlara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylemiş olduğu şu cümle, kadın ve cihadın nerede nasıl bir araya geldiğini gayet güzel izah etmektedir: ‘Sizden birinin evindeki sıkıntısı, ona Allah yolunda cihad sevabını kazandırır.’ (Şuabu’l-İman, 8368) 8 düşünmesin. Sana da seni gönderen ilahına da iman ettik. Biz kadınlar, evlerde kısıldık kaldık. Şehvetlerinizi gideriyoruz, çocuklarınızı taşıyoruz. Siz erkeklerin, cuma ve cemaat, hasta ziyareti, cenazeye katılma, hac üstüne hac üstünlüğü var. Bundan da üstünü cihad farkı var. Sizden bir erkek hacca, umreye veya cihada çıktığında mallarınızı koruyoruz, elbisenizi dikiyoruz, çocuklarınızı büyütüyoruz. Bizim sevabımız ne olacak ya Resûlellah?’ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bütün yüzüyle ashabına döndü. Buyurdu ki: ‘Dini konusunda, bu kadından daha güzel konuşan bir kadın gördünüz mü?’ Dediler ki: ‘Ya Resûlellah; bir kadının böyle konuşabileceğini zannetmezdik.’ Peygamber aleyhisselam, kadına yöneldi ve buyurdu ki: ‘Ey kadın! Git ve seninle beraber olan kadınlara de ki: Sizden birinin kocasına iyi eşlik etmesi, onun gönlünü alması, ona uyumlu olması bunların hepsine denktir.’ Kadın, sevincinden tekbir ve tehlil getirerek ayrıldı. (Şuabu’l-İman, 8369) Mart Kadın Anne olma şerefine mazhar olmuş varlık; kadın. Allah Teâlâ’nın akıllara durgunluk veren, insanı dünya sahnesine çıkarışının aracı; kadın. Kadınlar için övünç duyulacak bir durum ki Allah azze ve celle kadını bu kutlu, kıymetli olayda vesile kılmıştır. Cenini ana rahmine yerleştirmiş, orada 9 ay gibi bir süre muhafaza etmiş, anne ve bebek arasındaki kordon bağıyla bebeğin besin ihtiyacını gidermiştir. Her şey öylesine muntazam, yerli yerinde ayarlanmıştır ki! Bebeğin barınabilmesi için elzem olan her şey ana rahmine yerleştirilmiştir. Kur’an’ın birçok yerinde zikredildiği gibi akıl sahipleri için bunda birçok ibretler vardır. İnsan sadece bu olaya baksa kendisini yoktan bir var edenin olduğunu anlar, hemen o yüce yaradana nasıl şükredeceğinin arayışına girer. Çevremizde bir günde pek çok bebek dünyaya geliyor, biz ise sıradan bir vâkıaymış gibi üzerinde hiç düşünmüyoruz. Hâlbuki tefekkür edip imanımızı kuvvetlendirmeye o kadar ihtiyacımız var ki! Öte yandan kadınlık vasfının gelebileceği en son nokta; Hz. Fatıma, Hz. Hatice, Hz.Rabiatü’l adeviyye’dir. Bugün onlar gibi birinin çıkması imkânsız gibi bir şeydir. Çünkü dünya ziynetleri insanları, özellikle de kadınları o kadar oyalamış, o kadar kulluğunun gereğini unutturmuş ki o muhterem annelerimiz gibi olmaları çok zordur. İnsanların ilk sırada ibadetleri olması gerekirken, ibadetler dünya meşgalelerinin arasına sıkıştırılır hâle geldi ne yazık ki! Kadın bir zamanlar bu kadar şeref timsaliyken bugün bir meta, alışveriş aleti hâline getirildi. Kadın böylece kendine değer verildiğini düşündü, kendini özel hissetti. Âmâ bilmedi ki adeta bir “eşya” gibi kullanıldı, insanların elindeki ürünü satması için reklam malzemesi oldu. Batı özentisi kadını öyle bir hâle çevirdi ki bayan’ı boyan, sayın’ı soyun anladı, boyandıkça boyandı soyundukça soyundu. Hâlbuki İslam kadına öyle bir değer verdi ki onun kadınlığını ön plana çıkarmadı, onu kötü nazarlardan korumak için tesettür nimetini verdi. İnsan, kendi gözünden sakındığı, insanların görmesini istemediği şeyi örter tıpkı mektubunu zarfa koyduğu gibi. Kadın da aynen böyledir, değer vermeyen kadınlığını teşir eder, değer veren ise nasıl koruyacağını bilemez. Bugün çıplaklık medenilik anlamına gelir oldu. Şairin de dediği gibi “medeniyet dediğin açmaksa bedeni desene hayvanlar bizden de medenî.” sözü buna verilecek en güzel cevaptır herhalde. Diğer bir mevzu ise günümüzde de sürekli tartışılan kadın-erkek eşitliği, kadının mı erkeğin mi üstün olduğudur.biz şunu biliyoruz ki üstünlük yalnızca takvadadır. İslam dininde cinsiyet taassubuna yer yoktur; kadın da erkek te aynı konumdadır. Ne erkek kadından üstün, ne de kadın erkekten daha az değerlidir. İnsanları üstün kılacak olan cinsiyeti değil, takvasıdır. Güç açısından bakacak olursak ise kadın da erkek de fıtratının gereğini kabullenmelidir. Bugün feminizm adı altında kadının da erkek kadar güçlü olduğu, iş hayatında kadının da olması gerektiği savunuluyor. Kendi iradeleriyle Allah’ın yüklemiş olduğu sorumluluklara daha fazlasını yüklüyorlar. Allah’u Teâlâ kadına her ay hayız görme, emzirme, doğum gibi şeyleri yüklemiştir. Kadına duygusallık, hassaslık, korunmaya muhtaçlık vermiştir. Kadın ise bütün bunlara aldırmadan aile reisliğine soyunuyor. Bir evin geçiminden sorumlu olan erkektir. Bu da Allah’u Teâlâ’nın tıpkı kadına yüklediği sorumluluklar gibi erkeğe yüklediği sorumluluktur. Ailesinin geçimini sağlayacak olan, eşini koruyup gözetecek olan erkektir. Nitekim ayet-i kerimede de “erkekler, kadınlar üzerinde koruyucu, gözetleyicidir.” buyrulmaktadır. Herkes görevini bilse günümüzdeki gibi evliliklerde problem çıkmaz. Kadın yaratılışının narin, zorlukla başa çıkmada zayıf olduğunu bilecek, erkek de kadına nispeten zorlukla mücadele konusunda daha güçlü olduğunu bilecek. Kadın, güçlü görünmeye çalışıp korunmayı reddetmemeli, erkek de sorumluluğundan kaçmayıp ailesini koruyup gözetmelidir. Mart 9 Havva BULUT Toplumsal Hayat Ve Kadın Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Bir hanım kardeşimizden, kadının toplumsal hayattaki rolü konusunda zikre değer tesbitler ihtiva eden bir e-posta aldım. Uzunca bir metinden oluşan o e-postanın önemli yerlerini aşağıya alıyorum: “(...) Dr. Muhammed Ekrem Nedwi veya Muhammet Yılmaz’ın “İbn Hacer’in Hocaları Bağlamında Kadın Hadisçiler kitaplarını okuduğumuzda, kadının İslami ilimler bağlamında İslam toplumunda ne kadar aktif olduğunu görüyoruz. Daha doğrusu soru şu: Görüyor muyuz hocam, görmeli miyiz? Kadınların ağırlıkta hadis rivayet etmeye ve ezberlemeye yoğunlaştıklarını ve muhaddis olmalarını delil olarak kullanarak kadının toplumun merkezinde, daha doğrusu toplumun içinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa muhaddis sadece bir arşiv midir ki, Resulullah (s.a.v)’in hadislerini toplar, ezberler ve aktarır. Bu konu bağlamında kadının dışarıda/toplumun içinde aktif olduğunu söyleyebilir miyiz? 10 “Bu hafta Cuma günü İslam Tarihinde (...) Kadının Toplumdaki Rolü’nü işlemeyi düşünüyorum. Zikrettiğim kitapları okuduğumda şöyle bir tablo ortaya çıktı: Kadınlar İslamî ilimleri öğreniyor ve öğretiyor. Sandığımız kadar toplumdan soyutlanmış, sadece evinde duran ve çocuk yetiştiren bir figür değil. Asla evde durup çocuk yetiştirmeyi kötü ve değersiz saymıyorum. Sadece İslam tarihinde kadının konumu gerçekten nerede idi ki, buradan yola çıkarak bugün için de kadının toplumdaki rolünü benimseyelim? (Aslında burada da küçük bir soru ekleyebiliriz: İslam tarihine bakıp kadının bugünkü konumunu belirlemeli miyiz? Bugünün şartları kadının rolünü belirlemede ne kadar rol oynamalı?) Yoksa muhaddisler hakkında yazarken aslında biraz da kelimeler mi bizi yanıltıyor? Yani muhaddis dendiğinde toplumda çok aktif olan bir alime akla geliyor; ama muhaddis olmaları gerçekten kadını toplumda sandığımız kadar aktif yapıyor mu? (...) “Resulullah (s.a.v)’in hayatına baktığımızda hanımların sağlık ve ilim alanlarında aktif olduklarını görüyoruz. Bu zamana baktığımızda evren Mart boşluk kabul etmez ilkesine dayanarak (...) hanımlarımıza bu alanlarda bilgi sahibi olarak aktif bir şekilde cihad etmelerini mi telkin etmeliyim, yoksa anneliğe, evin (içinin) inşasına ve çocuk yetiştirmeye ağırlık vermelerini mi, yoksa her ikisini birden yapmalıyız mı demeliyim?...” Bazı yerlerdeki cümle düşüklüklerine küçük müdahaleler ve e-posta sahibinin kimliğini belli edebilecek mahiyetteki yerlerin hazfı dışında yazıda herhangi bir tasarruf yapmadım. Cevabım -şimdi yaptığım bazı küçük ilavelerle birlikte- şöyle oldu: Modern zamanlar öncesinde müslüman kadın, “dışarıdaki” hayatta kendisine ihtiyaç duyulan eğitim, ticaret, sağlık... vb. alanlarda elbette var olmuştu. Ama sadece “kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar. Bir başka deyişle, modern zamanlar öncesinde “dışarıdaki” kadınların sayısı ile erkeklerin sayısı arasında bir kıyaslama yapmak mümkün değil. Zira “dışarıdaki” hayatın erkeklerin egemenliğinde yürüdüğünde şüphe yok. Esasen bunun şaşırtıcı bir yanı yok. Zira “içerideki” kadın, aslında bu ümmetin geleceği olan çocuklarının eğitimi ile meşguldür. Bugün adına “okul öncesi eğitim” dedikleri bu süreç, mutlaka anne-çocuk iletişiminin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiği bir ortamda yürütülmesi gereken bir süreçtir. Zira pedagoglar çocuğun en kalıcı bilgileri 0-6 yaş arasında aldığını söylüyor. Bu çağdaki bir çocuğa annesinin tıbiî/fıtrî bir iletişimle verdiğini hangi kurum, hangi eğitim metodu ve eğitimci verebilir? Dolayısıyla “İslam’da kadının rolü” başlıklı çalışmaların pek çoğunda gördüğümüz gibi, “Aslında İslam kadını sosyal hayatta ikinci plana itmemiştir; bunu yapanlar “geleneksel” bakış açısına sahip olan müslümanlardır” türünden söylemler son derece yanıltıcıdır. Kadın evin dışında ancak kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olmalıdır. Tıpkı erkeğin evin içinde kendisine ihtiyaç duyulduğu kadar var olması gerektiği gibi. Fıtrat, tabii hayat ve İslam bunu gerektirir. Modern hayat algısı bize hayatın sadece “dışarıdakinden”, yani sokaktakinden ibaret olduğu düşüncesini telkin ediyor. Aklımıza karıştıran esas nokta Mart burası. Hayat niçin “evin dışından” ibaret olsun ki?! Evin içi de “en az” dışı kadar önemlidir oysa ve orası kadının sorumluluğuna verilmiştir. Bizi yanıltan nokta şurası: Dışarıdaki hayat modernite tarafından inşa edildiği için, erkekle kadını yanyana/birlikte görmeye alıştırılmış bulunuyoruz. Oysa kadınla erkeğin -zikri burada çok yer alacak pek çok sebep dolayısıyla- hayatın ayrı ayrı cephelerini inşa etmekle görevli olduklarını düşünürsek mesele biraz daha kolay kavranır hale gelecek. Yani modern bir duruma, modern olmayan bir durumdan, modern algıyla örtüşen cevaplar arıyoruz!.. Modern hayat kadının, hayatın hiçbir alanında erkekten geri kalmadığı tezini işlerken, aslında kadınları evlerinden çıkmaya tahrik ve teşvik ediyor. Kadınlar evlerinden çıkınca ne olacak? Erkeklerle birlikte “dışarıdaki” hayatı inşa edecekler. Ya evin içindeki hayat? Onu kim inşa edecek? Geleceğimiz olan çocuklarımızı okul, medya, internet ve sokak terbiye (!) edecek, bizse “kadın erkek eşitliği” ideolojisinin gereklerini yerine getirmek suretiyle “İslam’da kadın hakları”nı savunmuş olacağız??? Efendimiz (s.a.v), kadının kıldığı en efdal namazın, evinin en kuytu köşesinde kıldığı namaz olduğunu haber veriyor. Bugünün Diyaneti kadınları camilere çekmekle aslında sokağa çekmeye, adeta evinden uzaklaştırmaya çalışıyor ya da şöyle diyelim: bunu yapanların ekmeğine yağ sürüyor. Asr-ı saadetteki kadının camiye gidiş gerekçesiyle bugün kadını camiye çekmek isteyenlerin gerekçesi, arka planları ve hedefleri arasında kesinlike bir irtibat yok. Müslümanların yapması gereken en önemli işlerden birisi, “ev içi” hayatı yeniden ihya etmek ve hayatı -özellikle de kadınlar için- sokaktan eve taşımaktır. Elbette bunun sosyal bir olgu olarak bugünden yarına ve “tek başına” gerçekleşebileceğini söylemiyorum. İslam, erkeğe ayrı, kadına ayrı mükellefiyetler yüklemiştir. Kadının sosyal hayata “itilmesi”, ona ve aile kurumuna yapılabilecek en büyük zulümdür. Unutmayalım, adalet, herşeyin olması gereken yerde olmasıdır. İslam adaleti böyle tarif etmiştir. 11 Kur’ân’ın Kadın Kahramanları Prof. Dr. Ali AKPINAR T üm insanlığa, hayat rehberi olarak gelmiş olan Kur’ân, kadın erkek herkese hitap eder. Onda, her iki cinsin problemlerinin çözümü, her iki cinsi her iki dünyada mutlu kılacak olan temel ilkeler mevcuttur. mber pe y ga r ın dan adınla k Kadın ü k n ve tir, çü ş i k m a e m r m l u e ğ g do i r e b k g ib m e a m g r y i e t p iş r yet e b m a ardı. pe y g v i r e l g ö re v büyük İnsan olma bakımından olduğu gibi, Allah’a kul olma bakımından da kadın erkek eşittir. Kulluk yarışı, her iki cinse de açık olup bu yarışta zaman zaman erkekler, zaman zaman da kadınlar ileri geçmişlerdir. İslam’ın ilk döneminden itibaren bu kutlu yarışta erkekler kadar kadınlar da yerlerini almışlardır. Tarihin görünen sayfalarına kadın kahramanların isimleri çok fazla yazılmamış olsa bile, elde edilen başarı ve başarısızlıklarda erkekler kadar, görünmeyen ya da görmezden gelinen kahramanlar olarak kadınların da katkısı ve sorumluluğu vardır. Kur’ân, Arap dilinin kuralları gereği, genel olarak söylemini eril (müzekker) zamirler üzerine kurmuştur. Şöyle ki onun tüm insanlara yönelik genel çağrılarında 12 Mart eril kalıplar kullanılmıştır. Bu, erkeğin kadından üstün olduğundan değil, dilin kuralları gereğidir. Örneğin yüze yakın ayette geçen “Ey iman edenler” kalıbı, erildir ve “Ey iman eden erkekler” anlamınadır. Ama bu kullanım, kadın cinsini de içerisine alır. Nitekim Kur’ân’ın indiği dönemde bu durum, bazı annelerimizin dikkatini çekmiş ve onlar peygamberimize gelerek şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın peygamberi! Yüce Allah’ın hicret konusunda kadınları andığını duymayacak mıyım?” Onun bu sorusu üzerine Yüce Allah şu ayeti indirmiştir: “Sizden erkek olsun kadın olsun, hiç birinizin çalışmasını boşa çıkarmayacağım. Zaten siz birbirinizdensiniz..” (3/195) Ensar hanımlarından Ümmü Umare, yahut Esma bint Umeys Peygamberimize gelip şöyle demiştir: “Bakıyorum da her şey erkeklere, kadınların hiçbir konuda esameleri okunmuyor?” Onun bu sorusu üzerine şu ayet inmiştir: “Müslüman erkekler ve Müslüman hanımlar.. İmanlı erkekler ve imanlı hanımlar.. İtaatkar erkekler ve itaatkar hanımlar.. Doğru dürüst erkekler ve doğru dürüst hanımlar.. Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (33/35) Nitekim Peygamberimizin eşlerinden Ümmü Seleme, evinde bir gün saçlarını taratırken Hz. Peygamber’in mescidden “Ey İnsanlar” diye seslendiğini duymuş ve saçını taramakta olan kadına “Bırak sonra tararsın” demişti. Kadın, “O erkekleri çağırıyor, kadınları değil” deyince de ona “Ben de insanım, biz insan değil miyiz?” diyerek Peygamberi dinlemeye çıkmıştır. Öte yandan Kur’ân, mesajı evrensel olsun, bütün yer ve zamanlara hitap etsin diye yer ve şahıs isimleri üzerinde çok fazla durmaz. Onda geçen erkek isimlerinin başında sınırlı sayıda peygamber ismi ve yeryüzü coğrafyasının kilometre taşı olan birkaç yerin ismi geçer. Aynı şekilde Kur’ân’da kadın ismi de çok fazla geçmez. Ama bu Kur’ân’ın, ayetlerinde kadınlardan özel olarak bahsetmediği anlamına gelmez. Kur’ân’da yalnızca Hz. Meryem’in ismi açıkça ve pek çok ayette otuz dört kere tekrarlanır. Bunun yanında Kur’ân, tarihe geçmiş pek çok mümin hanımdan bahseder. Pek çok konudaki örneklikleriyle her biri yolumuzu aydınlatan Kur’ân’da bahsi geçen ve her biri ayrı bir yazı konusu olan bu hanım kahramanlar ve onların hayatlarındaki ölümsüz mesajları şöylece özetleyebiliriz: Kur’ân ÖNCESİ Öncesi Dönemdeki A. A. KUR’ÂN DÖNEMDEKadın Kahramanlar Kİ KADIN KAHRAMANLAR Hz. Havva: İlk yaratılan kadın/Eş/Ana. Yüce Yaratıcı, Hz. Âdem’den hemen sonra onu yarattı. Zira insan hayat kadın erkek birlikte yaşamalıydılar. Öyle de oldu. Âdem ile Havva cennet hayatını birlikte yaşadılar. İlahî emre birlikte muhatap oldular. Yasak meyveden birlikte yediler. Birlikte atıldılar cennetten. Birlikte “Müslüman erkekler ve Müslüman hanımlar.. İmanlı erkekler ve imanlı hanımlar.. İtaatkar erkekler ve itaatkar hanımlar.. Doğru dürüst erkekler ve doğru dürüst hanımlar.. Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (33/35) Mart 13 tevbeye sığındılar, birlikte affa mazhar oldular ve dünya hayatını birlikte yaşadılar. Her ikisi de insanlığın atası oldular. Ve insan yetiştirme sanatının ilk birincil ustası Hz. Havva oldu. Peygamber eşinin yar ve yardımcısı oldu hep. Hz. Hacer: Tevekkül ehli teslimiyetçi kadın. Hz. İbrahim’in eşleri Hz. Hacer ve Hz. Sâra, her namazda okuduğumuz salavat dualarında andığımız Âl-i İbrahim’den iki hanım efendidir. Her ikisi de hem peygamber eşidirler, hem de peygamber annesidir- Hz. Meryem: Kur’ân’a adını yazdıran kadın. Kadınbaşına kirli toplumda tertemiz kalmasını bilen iffet abidesi. O, Yahudi din baronlarının kadını insan yerine koymadıkları, hayattan tecrit ettikleri, onu sadece şehvet aracı olarak gördükleri bir dönemde yaşadı. Yüce Allah, onu Hz. Zekeriya’nın himayesinde mabede yerleştirdi. Bir erkekle beraber olmadan, ona İsa’yı lutfetti. Böylece, kadını adam yerine koymayan dünün, bugünün ve yarının erkeklerine, erkek olmadan da kadın çocuk doğurabilir mesajını sundu. Onların utanma duyguları, erkeklerin arasına karışmaktan onları alıkoyuyordu. Onların iffetleri yürüyüşlerine yansımıştı. Kırıtarak, cilveli yürümekten kaçınıyorlardı. Zira Kur’ân, ayaklarını yere vurmadan yürümeyi, ayak zinet seslerini bile yabancı erkeklere duyurmayı yasaklamıştı. ler. Bir düşünürümüzün dediği gibi, kadından peygamber gelmemiştir, çünkü kadınların peygamber doğurmak ve peygamber yetiştirmek gibi büyük görevleri vardı. Hz. Hacer’den bize kalan pek çok ölümsüz hatıradan biri de hac ve umre ibadetlerinin temel rükünlerinden olan sa’y (Safa ve Merve Tepeleri arasındaki yedi gidiş geliş) ibadetidir. Sa’y, kadın da olsa her insanın meşru zeminde koşturmasının, çalışıp çabalamasının gereğini vurgulayan bir eylemdir. Hz. Sâre: Meleklerin müjdesine nail olan kadın. Melekler, İbrahim peygamberin yanına bir evlat müjdesi ile gelmişler, onların konuşmasını Sâra Ana işitmiş ve hayretle gülmüştü. Onun melek misafirlerinin yanındaki bu duruşu ve gülüşü Kur’ân’a geçmiştir. Hz. Şuayb’ın haya abidesi kızları: Ayetlerde (28/23-25) açıklandığı üzere Onlar peygamber kızlarıydılar. Onlar peygamber eşi olmaya namzettiler. İhtiyar babaları vardı, evin dışında bir takım işleri görmek zorundaydılar. Onların utanma duyguları, erkeklerin arasına karışmaktan onları alıkoyuyordu. Onların iffetleri yürüyüşlerine yansımıştı. Kırıtarak, cilveli yürümekten kaçınıyorlardı. Zira Kur’ân, ayaklarını yere vurmadan yürümeyi, ayak zinet seslerini bile yabancı erkeklere duyurmayı yasaklamıştı. Firavun’un Eşi Hz. Asiye: Firavun’a rağmen iman abidesi kadın. O, inancı uğruna şahadeti göğüsleyip ölümsüzleşirken, kötü kocaların yanında ve kötü çevre şartlarında mümince duruşun ibretli duruşunu sergiledi ve kadın erkek herkese örnek oldu. Firavun onun bedenine hükmetti belki, ama gönlüne asla hükmedemedi, imanına müdahale edemedi. Sebe’ Kraliçesi Belkıs: Yetkin yönetici. Hz. Süleyman döneminde Sebe’ ülkesinin başında bulunan, dirayetle ülkesini yöneten, 14 Mart istişaresiz hiçbir iş yapmayan, savaş konusunda son derece titiz olan donanımlı bir hanım. Hz. Yusuf’un Efendisi Zeliha: Entrikacı kadın. O, nefsine uyarak önce Hz. Yusuf’u ayartmaya çalıştı, sonra ona iftira etmeye kalkıştı, onu zindanlarda çürüttü. Ama sonunda hatasını anladı, pişman oldu ve tevbe etti. Yusuf suresinde Aziz’in karısı yanında, sarayın entrikacı kadınlarından da bahsedilir. Ayrıca Kur’ân’da Hz. Musa’nın vahye muhatap olan annesi, onun kız kardeşi, Imran’ın karısı ve Hz. Meryem’in annesi, Hz. Zekeriyya’nın karısı gibi kadın kahramanlar mevzu bahis edilir. Bir de Kur’ân’ın indiği dönemde yaşayan hanımlardan bahseden ayetler vardır. vakarı, iffeti olmayı, dünyanın ahirete göre geçici oluşunu ve daha pek çok konuyu onlara hitap ederek herkese anlattı. (33/28–35, 33/59, 65/1–3, 66/1–5) • Hz. Aişe: Müminlerin anası çocuksuz, bilge kadın. Sadık eş. Çok arzu etmesine rağmen, Yüce Allah ona bir çocuk vermedi. Ama o, tüm ümmetin annesi oldu. Çocuğu olsaydı, çocuklarının annesi B.B.KUR’ÂN’IN İNDİĞİ DÖNEMDE olacaktı, çocuğu olmadı milyonların annesi oldu. ÇoKur’ân’ın İndiği Dönemde YAŞAN KADIN KAHRAMANLARI cuk denecek yaşından itibaren Hz. PeygambeYaşan Kadın Kahramanları re ve vahye yakın oldu, keskin zekâsıyla bütün Yukarıda Kur’ân’a muyönleriyle dini kaynağınhatap olma bakımından dan öğrendi ve dinin kaO, inancı uğruna şahadeti kadın erkek eşit olduğunu dınlara açılımında çok göğüsleyip ölümsüzleşirken, kötü ve bu meyanda Kutsal Kiönemli görevler ifa etti. kocaların yanında ve kötü çevre tabımızda pek çok kadının O gün onunla, münafıklar söz konusu edildiğini söyşartlarında mümince duruşun ve onların oyunlarına gelen lemiş ve bunlardan Kur’ân bazı Müslümanlar uğraştı, ibretli duruşunu sergiledi ve kadın öncesi dönem kadın kahona iftira atacak noktaya erkek herkese örnek oldu. Firavun ramanlardan kısaca bahgeldiler, ama bu çabalar onun bedenine hükmetti belki, ama setmiştik. Yazımızın bu hep sonuçsuz kaldı. Yüce gönlüne asla hükmedemedi, imanına bölümünde de Kur’ân’ın Allah, onunla ilgili sademüdahale edemedi. indiği dönemdeki kadın ce Nûr suresinde (24/11– kahramanlardan kısaca 26), onu aklayan bir bubahsedeceğiz. çuk sayfa ayet indirdi. • Hz. Peygamberin Hanımları ve kızları: Vakar, tesettür örneği, Ahireti dünyaya tercih eden temiz anneler Kur’ân’da peygamberimizin eş ve kızlarıyla ilgili ayetler vardır. Bu ayetlerde Peygamberimizin eşlerinin müminlerin anneleri olduğu belirtilir ve onlara hitaben pek çok yönlendirme yer alır. Bu şekilde Yüce Allah mesajını, onlara söyleyerek tüm mümin hanımlara işittirmektedir. Yüce Allah onlara hitap ederek, tüm müminlere mesajlarını sunmuştur. Tesettürü, Mart • Hz. Zeyneb bt. Cahş: Cahilî adetleri yıkan kadın Peygamberimizin halasının kızı idi. Önce peygamberin yönlendirmesiyle asil bir aile kızı olarak, bir zamanlar köle olan ilk Müslümanlardan ve peygamberimizin evlatlığı olan Hz. Zeyd ile evlendi. Bu şekilde, üstünlüğün etnik kökenden kaynaklanmadığını, Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunu gösterdi. Sonra, Hz. Zeyd’den boşandıktan sonra, peygamberimizle 15 evlenerek, evlatlığın boşadığı hanımla evlenilmez şeklindeki cahiliye geleneğini yıktı. Cahilî adet ve gelenekleri yıkan anne olarak Kur’ân’a ve tarihe geçti. (33/36–39) • Mücadeleci Kadın: Sesini Allah’a duyuran kadın İhtiyarlığında kocası Havle Hatuna zıhar yapmıştı. Zıhar, o dönemde kocanın karısını anasına benzeterek yaptığı boşama teşebbüsü idi. Uygulamadaki bir konu ile ilgili yeni bir hüküm gelmedikçe peygamberimiz o uygulamayı sürdürürdü. Kadın kocasını peygambere şikâyet etti. Peygamberimiz yapacak bir şeyin olmadığını, kocasının onu boşadığını söyledi. Kadın ısrarla böyle bir şeyin olamayacağını ona söyledi durdu. Bunun üzerine Mücadele suresinin ayetleri indi. “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir..” (58/1) Bu olayda öne çıkan hususları şöyle sıralayabiliriz: • Kadın, karşılaştığı bir problemin çözümünü dinin içerisinde arıyor ve kocasına peygambere gidip durumu sormasını istiyor. • Kocasının utanıp sormaktan çekindiği dinî bir meseleyi sorup araştırmaktan çekinmiyor. Nitekim Hz. Aişe annemiz, “Allah ensar hanımlarına rahmet etsin, onların utanma duyguları, dinlerini öğrenmelerine engel olmadı” diyerek bu gerçeği belirtmiştir. • Kadın geleneğe meydan okuyor, onu sorguluyor, inandığı ve tanıdığı dinin, akla ve maslahata aykırı olan bir geleneği onaylamayacağını biliyor ve Peygamberin geleneğe dayalı cevabıyla yetinmeyip kararlılıkla Yüce Allah’a dua etmeye devam ediyor. • Gönlünü yatıştıracak bir çözüm ve bilgiye ulaşıncaya dek, mücadele ve duayı sürdürüyor. Buraya aldığımız ve alamadığımız daha nice Kur’ân kahramanları kadınıyla erkeği ile hepimize ışık tutmaya devam ediyorlar. Onları layıkıyla tanıyan ve onların yolunda olanlara selam olsun! C.KUR’ÂN’DA İNANMAYAN C.Kur’ân’da İnanmayan KADINLAR Kadınlar Yazımızın girişinde bahsettik. Kur’ân, mesajının bütün coğrafyalara, bütün çağlara ve bütün insanlara şamil olması için çok fazla yer, zaman ve şahıs isimleri üzerinde durmaz. Kur’ân kâfirlerden de genel olarak bahseder. Kur’ân öncesi dönemde yaşamış inkarcılardan Hz. İbrahim’in babası/yahut amcası Âzer, Mısır Azîz’i, Firavun, Hâman, Kârun, Sâmirî, Câlût’un adı geçer. Bunların bir kısmı da şahıs ismi değil lakap yahut künyedir. Kur’ân’ın indiği dönem inkarcılarından ise sade Ebû Leheb ifadesi geçer. Bu da onun asıl adı değil, Kur’ân’ın ona uygun gördüğü künyedir. İnanmayan kadınlardan ise isim yahut künyeleri zikredilmeden bahseden ayetler vardır Kur’ân’da. Onların hiç birinin ismi geçmez. Ama şunu rahatlıkla söyleyelim ki Kur’ân’da bahsedilen inkarcı kadınlar, Kur’ân’da bahsedilen mümin kadınlardan çok daha azdır. Bu kadınlar şunlardır: Hz. Aişe annemiz, “Allah ensar hanımlarına rahmet etsin, onların utanma duyguları, dinlerini öğrenmelerine engel olmadı” diyerek bu gerçeği belirtmiştir. 16 Mart Kur’ân Öncesi ÖncesiDönemin Dönemin İnİnkarcı Kadınları karcı Kadınları • Hz. Nuh’un Hanımı: Peygamber kocasına rağmen inanmayan kadın. • Hz. Lut’un Hanımı: Peygamber kocasına rağmen inanmayan kadın. bağlarıyla odun taşıyan biri olarak kitabında anmıştır Bu unvan (!) onu hem bu dünyada küçültmüş, hem de ahirette rezil edecektir. Zira o, aslında cehenneme kendi yakıtını taşımakla ömrünü tüketmiştir. Yazımızı şu özet cümlelerle bağlayalım: • Dine muhatap olma, onu anlama ve gereklerini yerine getirme konusunda kadın erkek eşittir. Kur’ân her iki kadını da Tahrim suresinde (66/10) inanmayan peygamber hanımları olarak anlatır. Her ikisi de salih-peygamber koca• Kulluk yarışında cinsler arasında bir larına rağmen inanmamışlar, küfür ve inkarda ısrar etmişlerdir. Ama peygamber eşi olmaları on- fark yoktur. lara bir fayda sağlamamış, sonunda her ikisi de helak • Hikmetin gereği olarak kadın olsun erolmuştur. Nuh’un hanımı tufanda, Lut’un hanıkek olsun kişilere, farklı mı ise yerle bir edilen şesınav soruları sorulabilir, hirde kahrolup gitmiştir. kişilerin farklı yükümlüOnların hikayeleri, salih • İnsan yetiştirme sanatı olan lükleri olabilir. insanların yakını olmanın kişiyi kurtarmaya yetmeannelik, kadının ayakları altına • Ama sonuçta, her yeceği, önemli olanın facenneti seren büyük bir rütbedir. iki cinsin asıl hedefi de lanın kızı, gelini, karısı Allah’ın hoşnutluğunu olmak değil; Allah’a lakazanıp cennetine girebilyıkıyla kul olmak olduğu mek olmalıdır. mesajını sunmaktadır. Kur’ân Dönemin İnKur’ân Sonrası Sonrası Dönemin karcı Kadınları İnkarcı Kadınları • Ebû Leheb’in Hanımı: Tevhide, Kur’ân’a ve Peygamberine düşmanlıkta kocasıyla yarışan kadın. Odun Taşıyıcısı Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil, İslam düşmanlığı konusunda kocasıyla adeta yarışmış, onunla beraber hareket etmiştir. Peygamberimizin yakın komşusu ve yakın akrabası olmasına rağmen, ona olmadık hakaret ve eziyetlerde bulunmuştur. Bu yüzden Yüce Allah, onu boynunda ip • Bu yarışta kadın erkek herkes yarışmalı, çalışıp gayret etmelidir. Zira Ahiret yurdunda cennet ve cehennem/ödül ve ceza da kadın erkek herkes içindir. • İnsan yetiştirme sanatı olan annelik, kadının ayakları altına cenneti seren büyük bir rütbedir. • İslam’ın ilk döneminden itibaren bu kutlu yarışta erkekler kadar kadınlar da yerlerini almışlardır. Tarihin görünen sayfalarına kadın kahramanların isimleri çok fazla yazılmamış olsa bile, elde edilen başarı ve başarısızlıklarda erkekler kadar, görünmeyen ya da görmezden gelinen kahramanlar olarak kadınların da katkısı ve sorumluluğu vardır. İslam Kadını, dişiliğini değil, kişiliğini ön plana çıkarandır. Kur’ân, pek çok ayetinde inanan ve inanmayan kadınları söz konusu ederek şahsiyetli İslam kadınlarının yetişmesini hedeflemiştir. Mart 17 Kadının Namazı Erkekten Farklı mıdır, Değil midir? Hüseyin AVNİ E vet, her ne kadar İmâm Nevevî arada fark olmadığını söylediyse de, Hanefîler ve Hanbelîlerde kadın ve erkeğin namazında bir takım farklar görülmektedir. ) avâlik H l ’ u ( Tenvîr Resûlüllâh , î t û Süy dedi: şöyle m e e l l l y e ö s ’de ş u aleyhi ve h sallallâ : u buyurd llerini e t i ak . ı n v n a k al d ı r ğ ı d l ı “K hizası göğ üsleri n ı r a kulakl da ellerin[1i] Kadın kaldırır.” na hizası Hanefî âlimlere göre, iftitâh tekbîri, rükû’, secde ve teşehhüde/ oturmada erkeklerle kadınlar arasında bir takım farklılıklar vardır. Sözü edilen şu farklılıklar, tamamıyla setr-i avretle yani kadının avret yerlerinin daha iyi korunup anlaşılmaması esasına dayanmaktadır. Kadının Kadınınİftitâh İftitâhTekbîrinde Tekbîrinde Ellerini Kaldırması Ellerini Kaldırması Muhammed Zekeriyâ şöyle diyor: Kadının (iftitâh tekbiri esnâ-sında) ellerini kaldırması hakkında Ahmed’den iki rivâyet vardır. Birincisi: Biraz kaldırır. Ahmed kaldırma olmayan bir kaldırma (veya az bir kaldırma)dır, dedi. İkincisi: Kadının elini kaldırması ona meşrû kılınmadı. 18 Mart Süyûtî, Tenvîr(u’l-Havâlik)’de şöyle dedi: Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bağdaş kurarlardı, sonra da iyice toparlanıp büzüşmekle emrolundular.” “Kıldığın vakit ellerini kulakların hizasına kaldır. Kadın da ellerini göğüsleri hizasına kaldırır.”[1] Aliyyü’l-Kârî hadîste geçen ihtifâz kelimesini teverrük ederek âzâlarını birbirine yapıştırırlardı şeklinde ma’nâlandırmıştır. (Son) Öyleyse, Şevkânî’nin ve diğerlerinin, kadınla erkeğin ellerini kaldırmalarındaki farka dâir Hanefîlerin hiçbir delîli yoktur, demeleri nazar/bakış (ve hadîs ilmi) kıtlığından doğan bir hatâdır.[2] İbnü Ebî Şeybe’nin Musan-nef’inde Hâlid İbn-i Leclâc’a varan senediyle şöyle bir rivâyet yapmıştır: Demek ki, Hanefî ve Hanbelîlere göre kadın ellerini erkeklerden az kaldırır. Kadının Teşehhüd Kadının TeşehhüdHâli Hâli Aynî şöyle demektedir: Kadı İyâz bazı seleften kadının sünnetinin bağdaş kurmak olduğunu nakletmiştir. Nevevî şöyle demiştir: Kadının oturuşu, erkeğin oturuşu gibidir. (Ayni’nin sözü son buldu.)[3] Evet, Mâlik, Ahmed ve Hanefîler bu mes’elede tevâfuk etmişlerdir. İbn-i Kudâme el-Muğnî’de şöyle demiştir: Kadın bağdaş kurarak, yâhud iki ayaklarını uzatarak ve onları sağ tarafına koyarak oturur. Ahmed şöyle demiştir: Uzatmak bence daha güzeldir. Hallâl da bunu seçmiştir. Ali şöyle demiştir: Kadın namaz kıldığı zaman iyice toparlansın ve oyluklarını birbirine yapıştırsın. (Son) El-Müdevvene’de açık bir şekilde şöyle demiştir: Kadın erkek gibi verek’i üzerine oturur. Ben (Kandehlevî) şöyle diyorum: İmam Ebû Hanîfe’nin Müs-ned’inde şöyle bir rivâyet vardır: Ebû Hanîfe Nafi’den, (O), İbn-i Ömer radıyallâhu anhüma’dan şöyle rivâyet etmiştir: İbn-i Ömer’e Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında kadınların nasıl namaz kılmakta olduğu sorulunca şöyle dedi: Leclâc şöyle demiştir: Kadınlar namazda bağdaş kurmakla emrolunmuşlardı. Nâfi’den Safiye radıyellâhu anhâ’nın bağdaş kurarak oturduğu rivâyet edilmiştir. Nâfi’den şöyle dediğine dâir bir rivâyet daha vardır: İbn-i Ömer’in hanımları namazda bağdaş kurarlardı.[4] Kadının Secde Hâli Kadının Secde Hâli Yezid İbn-ü Ebî Habib’ten rivâyet edilmiştir. “O namaz kılmakta olan iki kadına uğradı ve şöyle dedi: Secde ettiğiniz zaman vücudunuzun bir kısmını diğer kısmına yapıştırınız. Zîrâ kadın bu husûsta erkek gibi değildir.”[5] Ben (Tânevî) şöyle derim: Hâfız (İbn-i Hac-er) ın sözü, onun Mürsel’de terk edilen bir râvî olmadığını göstermektedir. Allâme Muhammed Kaim es-Sindî’nin el-Fevzu’l-Kirâm isimli eserinde şöyle denilmektedir: Bu mürsel rivâyet şu bâbtaki mevsûl iki rivâyetten daha güzeldir.(Son) Allâme Abdulhayy rahimehullahu teâlâ’nın “Mecmû’atü’l-Fetâvâ” isimli eserinde böyle yazılmaktadır.[6] Ebû Hanîfe Nâfi’den, (O da) İbn-i Ömer radıyallâhu anhümâ’dan rivâ-yet ettiğine göre şöyle denilmektedir. İbn-i Ömer radıyallâhu anhüma’ya Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında kadınlar nasıl namaz kılarlardı şeklinde sorulunca şöyle dedi: Hanefî âlimlere göre, iftitâh tekbîri, rükû’, secde ve teşehhüde/ oturmada erkeklerle kadınlar arasında bir takım farklılıklar vardır. Sözü edilen şu farklılıklar, tamamıyla setr-i avretle yani kadının avret yerlerinin daha iyi korunup anlaşılmaması esasına dayanmaktadır. Mart 19 “Kadınlar bağdaş kurarlardı. Sonra büzüşmekle emrolundular.”[7] Ben (Tânevî) şöyle diyorum: Bu, Sahîh bir isnâddır. Onu Kadî Ömer İbnu Hasan el-Eşnânî, Ali İbn-u Muhammed el-Bezzâz’dan, (O), Ahmed İbn-u Muhammed İbn-i Hâlid’den, (O), Zirr ibn-u Necih’den, (O), İbrâhîm İbnu’l-Mehdî’den, (O), Ebû’l-Ahves İbn-u Cevâb’dan, (O), Süfyan-ı Sevrî’den, (O), Ebû Hanîfe’den senediyle rivâyet etmişlerdir.(Son). Ben (Tânevî) şöyle diyorum: Kadı Ömer İbnu’l-Hasen el-Eşnânî, İbnu Ebî’d-Dünya ve başkalarından rivâyet etmiştir. Dâre-kutnî ve diğerleri onu zayıf bulmuşlardır. Talha İbn-ü Muhammed, rivâyetlerini güzel yapan hadîs ehl-i cümlesinden ve hâfızlardan biriydi. Birçok hadîs rivâyet etmiştir. İnsanlar eskide ve yenide ondan hadîs almıştır. Dârekutnî’nin şeyhi hâfız Ebû Ali el-Herevî’ye onun hakkında suâl sorulduğunda, “şübhe yok ki o sadûk birisidir” dedi, demiştir. (Lisânü’l-Mîzân’dan kısaltılarak son buldu.)[8] Ali İbn-ü Muhammed el-Bezzâz Ebû’l-Kâsım İbnu’t-Tüsterî diye tanınır. Hatîb onu târîhinde zikretmiş ve ondan hadîs yazdım demiştir.[9] Ahmed İbn-ü Muhammed Hâlid, Ebû Saîd el-Hımsî, el-Vehbî el-Kindî’dir. Buhârî ondan Kıraat cüz’ü ve diğer eserlerinde rivâyette bulunmuş, Yahya İbn-i Maîn’den onun sika olduğunu nakletmiştir. Dârekutnî zararsızdır demiştir. İbn-i Huzeyme Sahîh’inde onun hadîsini rivâyet etmiştir. İbn-i Hibbân es-Sikât’ında onu zikretmiştir.[10] Zirr İbn-ü Necîh’in tercüme-i hâlini bulamadım. İbrahim İbnu’l-Mehdî’nin Hafs İbn-u Ğıyas ve başkalarından rivâyet eden el-Masîsî olduğunu zannediyorum. Onu Ebû Hâtim, İbn-i Hibbân, İbn-i Kânî’ ve diğerleri sika bulmuştur.[11] Ahvâs İbn-ü Cevâb’ı İbnu Maîn, sika bulmuştur. Bir defasında da o kadar sağlam değildir, demiştir. Ebû Hâtim, sadûktur demiştir. İbnu Hibbân da, es-Sikât’ında hadîs rivâyet sanatını çok iyi yapan birisidir, bazen de yanılır, demiştir.[12] Süfyan-ı Sevrî ve Ebû Hanîfe kendilerine medhü senâ yapılmasından daha da meşhûrdurlar. Ebu’l Ahvâs Ebû İshâk’dan, (O), Hâristen, (O), Ali radıyallahü teâlâ anhu’dan, şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: Kadın secde yaptığı zaman büzüşsün, oyluklarını birbirine yapıştırsın.[13] Derim ki; bunun Hâris’in dışındaki râvîleri Kütüb-i Sitte cemaatinin râvîleridir. Hâris de Kütüb-i Sitte’den dört Sünen’in râvîsidir. Hakkında ihtilâf edilmiştir. İbn-u Maîn onu sika bulmuş, İbn-u Şahin es-Sikât’ında şöyle demiştir: Ahmed İbn-u Sâlih el-Mısrî, Haris-i A’ver, sika bir râvîdir ve ne acâib bir hıfz sâhibidir. Ali’den ne güzel rivâyetler yapmıştır.” dedi ve O’nu övdü. Onun için “Şa’bî onun yalan söylediğini söyledi” denilince “hadîsdeyalan söylemezdi. Onun yalanı reyindeydi” dedi. İbn-ü Ebî Hayseme şöyle dedi: Yahya’ya, Hâris’le ihticâc edilir mi? denildiğinde, hadîs âlimleri onun hadîsini kabûl etmeye devam etmişlerdir,diye cevâb verdi.[14] (Son) Şu halde hadîs hasendir. Sahâbî kavli bizce hüccettir. Merfu’ rivâyetlerle de kuvvetlenmiştir. Ebû İshâk her ne kadar tedlîsçilerden idiyse de lâkin o bazı hadîsçilerin hadîsini kabûl ettikleri üçüncü tabakadandı. Ve onun tedlîsine katlanmışlardır. Nitekim İbn-u Hacer’in Tabakâtü’l-Müdelli-sîn’inde böyle yazılıdır. Üstelik tedlîs bizce (rivâyetin sağlamlığına) zarar vermez. (Bu rivâyet) başka hadîslerle de kuvvet bulmuştur. İbn-ü Ömer radıyallâhu anhü-ma’dan merfu’ olarak rivâyet edilmiştir: “Kadın namazda oturdu- Yezid İbn-ü Ebî Habib’ten rivâyet edilmiştir. “O namaz kılmakta olan iki kadına uğradı ve şöyle dedi: Secde ettiğiniz zaman vücudunuzun bir kısmını diğer kısmına yapıştırınız. Zîrâ kadın bu husûsta erkek gibi değildir.”[5] 20 Mart ğu zaman oyluğunu diğer oyluğu üzerine koyar. Secde ettiği zaman da karnını oyluğuna yapıştırır en örtücü şekliyle. Zîrâ Allahü Teâlâ ona şöyle diyerek nazar eder: “Ey meleklerim! Ben sizi şâhid koştum ki bu kadına mağfiret ettim.”[15] Ben (Tânevî) derim ki; bunun geçmiş şâhidleri de vardır.[16] Merğînânî el-Hidâye’de erkek ile kadının namazında on üç fark zikretmiş, iftitâh tekbîrinde ellerini göğüs hizâsına kaldırması, secde ve teşehhüde kendini iyice toplamasını da bunlardan saymıştır.[17] Kadının Kadının Rükû’ Rükû’ Hâli Hâli lerinin onun tesettürüne en elverişli oldukları esasına dayanmaktadır. Bu noktadan kalkarak fıkhî bir kıyâs olan Münâsebet yoluyla denilebilir ki; bu ma’nâ rükû’ mes’elesinde de vardır. Nitekim bu, “rukû’ ediniz” nassının rükû’ kelimesindeki inhinâ/öne doğru eğilme ma’nâsından da çıkarılabilir. Bu inhinâ’nın Şerîat örfünde diz kapaklarını avuçlara yerleştirerek gerçekleştiğini görüyorsak ve erkek için bu hey’et nasslarla mevcûd ise de kadınların tesettürüne en elverişli olan hey’etin / şeklin rükû’ kelimesinin ma’nâsının aslında tahakkuk edebileceğini başka nasslar çerçevesinde fıkhetmek zor değildir. Netîce Hiç kimse, bir şekilde gırtlağından bir yerlere bağoyluğuna yapıştırır en örtücü şekliyle. lanıp âlimlerin meydanında öttürülen, âlim pozlarındaBu bahsi asıl sıralaZîrâ Allahü Teâlâ ona şöyle diyerek ki câhil medya kekliklerine masının dışında ele alışımınazar eder: “Ey meleklerim! Ben sizi kanmasın, aldanmasın… zın sebebi, hakkında açık İşin en acı yanı ise “Ben bir nass bulamayışımızdır. şâhid koştum ki bu kadına mağfiret fıkh’ı, İmâm A’zamlar[15] ettim.” dan çok daha iyi biliZâhidî el-Mücterim; onlar bu işten anlabâ’da, kadının rukû’da mazlar” demeye getiren az eğileceğini, (dizlerine domuz ve köpek kokanlara, iyice) dayanmayacağını, parhatta kâfir necâseti kokanlara1[20] hamiyet sâmaklarını açmayacağını, lâkin (parmaklarını) yapıştırıp iki dizi üzerine iyice koyacağını ve hibi Ehl-i Sünnet(!) mü’minlerin bön bön, beldizlerini biraz eğeceğini zikretmiştir.[18] İbrâhîm ki de mest ü hayran bir halde bakmaktan başHalebî’nin Ğunyetü’l-Mütemellî’sinde[19] ve başka- ka bir şey yapmamalarıdır. Yazıklar olsun!.. larının başka yerlerde zikrettikleri kadının rükû’da Kaynaklar [1] İmâm Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlik, Taberânî’den (: 1/98) Heysemî, “bunu Tahafif eğilmek sûretiyle rükû’ yapacağı’na, (elberânî(el-Kebîr:22/19), Ebû Vâil’in menkıbelerinde Meymûne bint-i Hucür’den, O da halerini diz kapaklarına iyice dayatmayacağına) dâir lası Ümmü Yahyâ bint-i Abdi’l-Cebbâr’dan rivâyet etmişdir ki, “Meymûne’yi tanımıyorum. râvîleri sağlam kimselerdir” demiştir. Mecma’u’z-Zevâid:2/103 [2] Muhammed olan ibâreleri vardır. Bunların aslında naklî bir Kalan Zekeriyyâ el-Kandehlevî, Evcezü’l-Mesâlik Şerhu Muvattâi İmâm Mâlik: 2/43 [3] Tânevî delîli varsa da biz onu göremedik. Lâkin, ilim zevkini şöyle demiştir: ‘Aynî, ‘Umde (3/165)’de kadının teşehhüdü erkeğinki gibidir; Neha’î, Ebû Hanîfe ve Mâlik de bu görüştedir. Enes’ den de böyle rivâyet edilmektedir, şeklindeki tadan kimseler, delîllerin her zaman açık nasslardan sözleriyle garîb bir tavır sergilemiştir: İ’lâ:3/25 [4] Muhammed Zekeriyâ el-Kandehlevî, Evcezü’l-Mesâlik Şerhu Muvattâi İmâm Mâlik: 2/118-119 [5] Bunu Ebû Dâvûd el-Merâibâret olduğunu iddia edemezler. Onların derinlikle- sil’inde ve Beyhekî iki mevsûl tarîkle rivâyet etmiştir. Lâkin bu yollardan her birinde metrûk rinde erbâbının istinbat edip çıkaracağı tükenmeyen bir râvî vardır. Et-Telhisu’l-Habîr’de böylece yazılıdır. (1/91) [6] [Abdulhayy el-Leknevî, Mecmû’atü’l-Fetâvâ: 1/616], Tânevî [7] Câmi’’u’l-Mesânid:1/400 [8] 4/491-492 [9] hükümler vardır. Kıyâsın ve sâir istinbatların birer Câmi’u’l-Mesânid’de böylece yazılıdır. (2/258) [10] Tehzibu’t-Tehzîb’de böylece yazılıdır. (1/26-27) [11] Tehzibu’t-Tehzîb’de böylece yazılıdır. (1/169) [12] Tehzibu’t-Tehzîb’de Şer’î delîl oluşları işte sözünü ettiğimiz bu hakîkate yine böyle denilmektedir.(1/192) [13] Bunu İmam Ebû Bekr İbn-u Ebî Şeybe Musannef’inde rivâyet etmiştir. [(Yazma 181)] [14] [Tehzibu’t-Tehzîb’de 2/146, 147’de böylece dayanmaktadır. yazılıdır.] [15] [Bu hadîsi İbn-ü Adiyy el-Kâmil’de ve Beyhekî Sünen’inde rivâyet etti ve Secde ettiği zaman da karnını Bu sebeble deriz ki, iftitâh tekbîrinde, secdede ve teşehhüdde, kadınların erkeklerden ayrı bir namaz kılışının bulunduğu nasslarla sâbittir. Bunlar da, şu namaz kılış şekil- Mart zayıf olduğunu söyledi. Kenzu’l-Ummal (4/117)’de böyledir. ] [16] Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî, İ’lâu’s-Sünen: 3/19-25 [17] Leknevî, es-Si’âye: 2/205 [18] Leknevî, es-Si’âye: 2/206 [19] Ğunyetü’l-Mütemellî: 315-316 [20] Cumua Ğuslü münâsebetiyle, medyada, Sahâbe yolundakilerin(!) gözü önünde, Sahâbe efendilerimiz rıdvânullâhi aleyhim için, Goldziher’in ve bilmem başka hangi kâfirin tefsîr talabesi olması sebebiyle ve ondan ilhâm alarak onlar koyun ve deve kokuyorlardı diyebilecek kadar edebsizleşen, Onların etlerini ısıran, üzerine, o ve onun gibi gavurların necâset olan fikirlerinin pis kokuları iyice sinen ve onları neşreden satılmış ve edebsiz bir zavallı için başka ne denilebilir?!... 21 Kadınlarda Tokofobi’nin Nedeni Kariyer mi? M. Emin Karabacak Ç a ı altınd d a r e y ri nd e ka e ye n ; i ğ m i l n ç ü n ş ü Ge asını d k ş aber a b h i n b e d n n da kendi g u su n y u erinin d y i r k a i l k anne n ocuğ u dunun ç u c ü v , i, olan , e c e ğ in ç şü n e n e ü g d e ı n ın önü ulacağ z o i şi l e re b k n n i a n i k or ş ek l r tan k k a o r ku l a k m l a u b çe ki l o r l e di k e l i ş de ya . k te d i r e m ş e l ye r 22 ağımızdaki teknolojik gelişmeler genel anlamda insanlığa faydalı hizmetler sunarken geri planda bazı değerleri olumsuz etkilemektedir. Teknolojik gelişmeler maddiyat anlamda insanları rahatlatırken maneviyat anlamında bireyselleştirme adına yalnızlaştırmaktadır. Bireyselleşen ve yalnızlaşan insanlarında fobi diye adını koyduğumuz korkuları da beraberinde getirmektedir. Fobi; kişilerin korkuya bağlı olarak günlük yaşamında sorumluluklarını yerine getirme yerine kaçınma davranışında bulunma olarak tarif edilmektedir. Bu kişiler korkularının saçma olduğunun farkındadır, ancak korkularını mantıksal düşünerek engelleyemezler. Fobiye bağlı korkular kişilerin günlük işlevlerinde bozulmaya neden olabilmektedir. Çağımız insanlarının fobileri yaygın olmasına rağmen korkuları toplum tarafından önemsenmediği gibi korkusu olanları da küçümseyen tavırlar sergilemektedirler. “Ne var canım bunda korkacak, bunun nesinden korkuyorsun, hala şundan bundan korkuyorsun…” gibi ifadelerle kişilere özgü korkuları Mart saygı göstermek yerine küçümsenir. Oysa aynı korkuları farklı boyutlarıyla bu kişiler de yaşamaktadırlar. Kapalı alanlardan korkma, yükseklikten korkma, bazı hayvanlardan korkma… gibi. Çağın getirmiş olduğu maddiyata maneviyat yoksunluğu da eklenince fobilere bir de “Tokofobi” eklenmiş oldu. Nedir Bu Tokofobi? Nedir Bu Tokofobi? Doğum yapma korkusu olan tokofobi; kadınlara özgü bir korkudur. Korkunun temelinde doğum yapmak görünse de temelinde farklı nedenler bulunmaktadır. Tokofobi korkusu olan kadınlar, çocuk yapmaktan ve hamile kalmaktan korunmak için ciddi çaba sarf ederler. Bu kadınlar çocuk isteseler de korkularının önüne geçememektedirler. Tokofobinin TokofobininNedenleri? Nedenleri? Tokofobi korkusu olan kadınlar çocuk doğurmaktan daha çok doğum anında acı çekmekten, ölmekten, delirmekten, doğum anında yardımcısız kalmaktan korkmaktadır. Bayanların son zamanlarda normal doğum yerine sezaryeni tercih etmeleri tokofobinin getirdiği bir durumdur. Tokofobi çocukluğunda tacize uğramış, annesini doğum yaparken ya da doğuma bağlı nedenlerle kaybetmiş kişilerde de bu korku daha fazla görülmektedir. Kısacası tokofobi korkusu olan kadınlar doğum yapmaktan öte doğumda kendisine ve çocuğa bir şey olmasından korkmaktadırlar. Tokofobi TokofobiNasıl Nasıl Anlaşılabilir? Anlaşılabilir? Bazı kişiler konuşmalarında genelde çevresinde yaşanmış olumsuz örnekleri ya da gazete ve televizyon haberlerini anlatarak kendisindeki korkuyu dolaylı olarak anlatmaya çalışırlar. Bunun nedeni de toplumun beklentilerine uygun davranma gayreti ya da çevresindekilerin tepkisinden çekinmedir. Tokofobisi olan kadınlar çocuk doğurmaktan korktuğunu söylese toplum tavsiye ötesinde alaycı ve eleştirel bir dille kişiye yaklaşacaktır. İleri boyutta tokofobisi olan kadınlar çocuk doğurma korkusuyla evlenmeyi dahi düşünmezler. Kadınlar yaradılışlarının gereği olarak anne olacak şekilde donatılmışken korkuya bağlı olarak bunun farkına bile varamamaktadırlar. Yine bunun yanında normal kadınlar kendini gerçekleştirme adına doğum yaparken; tokofobi korkusu olan bu kadınlar ise kendilerini gerçekleştirmek için kariyer adı altında farklı alanlara yönelmektedir. Bunun sonucunda da yalnızlaşan ve mutluluğu farklı alanlarda arayan insanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Son zamanlarda ise tokofobi korkusunun dışında Avrupalı kadınlarda olduğu gibi bizim toplumumuzda da önce kariyer sonra doğum diyen bayanların sayısında hızla bir artış gözlenmektedir. Gençliğinde kariyer adı altında kendinden başkasını düşünmeyen; annelik duygusundan bihaber olan, çocuğun kariyerinin önüne geçeceğini, vücudunun şeklinin bozulacağını düşünen, kilo almaktan korkan kişilere de yaş ilerledikçe bu korkular yerleşmektedir. Sonuç olarak kadınlarda görülen bu tokofobinin diğer sosyal fobiler gibi tedavi edilmesi gerekir. Bu konuda kişinin korkularını açık yürekle ifade etmesi gerekirken toplumun da gerekli anlayışı göstererek onların korkularına saygı duyması lazımdır. Korku konusunda uzmanından yardım almakla birlikte doğum zamanında doğum yaptıracak ekiple gerekli bilgiler paylaşılmalıdır. Mart 23 Kadın, Din Ve Popülerite Zeynep UZUN Bir kadın çocuktur aslında... Yer yer değişen duyguları, noktasız cümleleri, kopkoyu serzenişleri olan. Gözleri bazen saflık sularıyla dolu, bazen karşıdakini mutlu etmek istercesine halis mağlubiyet.. n mümi e r e l e r k ek d o st u n n i i n m i le r “Mü b irb ir , iyiliğ i e s i ; r r a a l l ır k adın arlar. cılarıd y m o ı k d ı l r a a ve y l ü k te n ü le r ve t r ö i k r e , v r e tı ; emred , z ek â r a su l ü n e l ı a k R ı e z v Nama Allah zhar a r e m l r e ed ine itaat ahmet nları; r u b ) c . a c ( i y ak ı n d llah A er şe y h r , ı r t ü k d ü kı l a c a e g ü çl v e c ü y ndir.” Allah e t ü r ü tl e y hikme 24 Bir kadın güçlüdür aslında... Takatsiz kalınan nice meselelerde metanetli, savunmasını yaparken dirayetli, şahsına yapılmış her türlü hakaretten de gururuyla tenzih olan... Bir kadın sevgidir aslında... Yüce Rabbimizin bahsettiği en safi duyguların merkezi, mutluluğun, huzurun adresi, güzel duyguların kisvesi olan. Bir kadın yalnızdır aslında. Nice kalabalıklar arasında ruhunun tenhalarına çekilebilen, çektiği acıları kalbinin en derin noktasında yalnız başına değerlendiren, bir benlikte iki ses olabilen... Mart Allah (c.c)’nın emir ve yasakları hususunda kadın ve erkek eşit hak ve ödevlere sahiptir. İslam dini, erkeğe verdiği değerin aynısını kadına vermiş bazı durumlarda onu korunabilir bir hale getirmiştir. Bir kadın Karadeniz’dir aslında. Engebeli düşünceleri, mısır ekmeği kokulu incelikleri, sırtında yeni toplanmış çay tazeliğindeki dertleri, yaz kış yenilen karalahana gibi kaygıları olan. Bir kadın Anadolu’dur aslında... Karların donduruculuğu kadar sert özleri, mutfak zenginliği kadar umutları, misafir karşılarcasına tebessüm saçan bakışları olan. Adı kadar kapsamlı ama içi kadar özel bir ruhtur kadın. Her yönüyle bir zenginlik en güzel yönüyle merhametin aslıdır. Rabbin yarattığı sayısız güzelliğin belki en gözdesi ve yaratılmışlar içerisinde estetik kaygı taşıyanlardan sadece teki. Ufkun kızıllığını yararak her gün beliren güneş herkese yeni yaşam ümitleri ancak sabaha yeşillenircesine gözünü açan tek varlıktır kadın. Allah (c.c)’ın takdir ettiklerini aklın süzgecinden geçiren ve süzgeçte kalanları yorumlayandır o. Allah (c.c) erkeği yaratmış, onu kadınla ziynetlemiş hatta kadını ona zimmetlemiştir. Bir gözyaşındaki bin duygunun sahibi, his dünyasının ana malzemesidir. Ruhundaki medcezirlerle, kalbindeki fırtınalarla, zihnindeki deli rüzgârlarla, karmaşıklığın doğal afeti, yüreğindeki şefkatle, ruhundaki asil gururla, sevgiyle boyadığı bakışlarıyla resmedil- Mart miş bir tuvaldir. Yaratılıştan bilhassa yaratıcıdan gelen zarafettir. Kadının özelliklerini saymak onu özelliksizleştirmektir aslında. Çünkü o kadar değişken ve çeşitlidir ki tekilleştirilmesi imkânsızdır. O halde Rabbin yarattığı varlıklardan olma onuruna sahip olan kadına İslam’ın bakış çerçevesi nedir? “Mümin erkeklere mümin kadınlar ise, birbirlerinin dostu ve yardımcılarıdırlar; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı kılar, zekâtı verirler ve itaat ederler Allah ve Rasulüne; yakında rahmetine mazhar kılacaktır Allah (c.c)bunları; Allah yüce ve güçlüdür, her şeyi hikmetle yürütendir.” Öncelikle yaratıcının indinde kadının değerini anlamak, yaratılmışın gözündekinden daha ehemmiyetlidir. Bu ayeti kerimede Allah (c.c) irşad makamının sahipleri olan mümin kadınlardan ve mümin erkeklerden bahsederken iki tarafı adeta birbiriyle mukayese etmiştir. İki cins de münkerden nehy etmek ve maruf ile emretmek yetkisinin sahibi olmuştur. Yani burada Allah (c.c)’nın emir ve yasakları hususunda kadın ve erkek eşit hak ve ödevlere sahiptir. İslam dini, erkeğe verdiği değerin aynısını kadına vermiş bazı durumlarda onu korunabilir bir hale getirmiştir. Şahsiyet meselelerinde iki cins de birbiriyle aynı olmakla birlikte, bedeni meselelerinde bazı farklar vardır. Allah (c.c) özenerek ve süsleyerek yarattığı kadına verdiği değerden dolayı erkeklerden biraz daha farklı bir örtünme, tesettür tarzını emretmiştir. Modernistler, dinin insanlık hayatındaki etkisini yitirdiğini laikleştikçe insanlığın dine ihtiyacı kalmadığını ileri sürerler. Fakat postmodernizm, dinin insan davranışlarının belirlenmesinde merkezi bir rol oynadığını ispatlamıştır. Elbette ki dinin vecibelerinden biri de setri avrettir. Eller ve yüz haricindeki yerlerin kapatılması gerekir. Teşhirad zihniyet kadının doğasına aykırıdır. Özgürlük adı altında verilen nice taviz onu benliğinden söküp atma telaşesindedir. Modernizm, kadına özgürlük getirirken bazı negatif oluşları da beraberinde getirmiştir. Bunun en açık örneği 25 moda ile türlü oyunlarla kadınları teşhircilik tuzağına düşürmektir. Kadın demek, tarih demektir, milat demektir, emektir, sevgidir, cenneti ayaklarının altında taşımaya muktedir gösterilendir. Tarihte kadın, statü açısından çok fazla iniş çıkışlar yaşamıştır ancak bugün ciddi bir gelişim olduğundan bahsetmek zordur. Batıda, örneğin Antik Yunan cemiyet hayatında son derece aktif ve özgür olmuştur. Tabi, daha sonra Aristo kadını erkeğin tamamlayıcısı olarak görmüş ve bu konuda akıl gerilemeye başlamıştır. Antik çağın en akıllı kişilerinden olarak bilinen Aristo “Kadınlar meclislere alınmamalıdır, onların hükmü geçersizdir”, bilgeliğiyle tanınan Konfüçyüs, kadın 2.sınıf insandır ve değersizdir, Hintlilerde kadın noksandır, Roma’da hiçbir hukuki hakkı yoktur. Yahudilikte kadın erkeğin hizmetçisidir ve tahrif edilmiş Tevrat’a göre kadın ölümden acıdır, Allah nezdinde iyi kimse kadından kurtulandır. Hristiyanlara göre kadın pis varlıktır ve ona giden yol şeytanidir. Papazlar ve Rahibeler bu sebeple evlenmezler. Toplumumuzda kadın; kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul atadan görmeyince sofra çekmez ve İslam’da kadın Hz. Ayşe’dir; ilimde, sanatta ve hukuki olanlarda erkeklerin kendisine fikir danıştığı kimsedir. Hz. Zeynep’tir ticaretle uğraşıp deri işçiliği yapan. Hz. Hatice’dir cesaret, sabır ve saliha kadın rütbesine ulaşan. Osmanlıda harem sultanlarıdır. Camilerde, hanlarda imzaları bulunan, bazen de bir Nene Hatundur at sırtında 93 Harbinde düşman kovalayan ve bazen Şerife Bacı’dır. Vatan, İman gitmesin diye cephane taşıyan. İşte medeni olarak bildiğimiz, geçmişinin üzerine bina edilmiş batı toplumlarında kadın böyledir. İslam’da ve İslam’la yoğurulmuş zihniyetlerde ve yerlerde kadın İslam’a yakışır şekilde değerlidir. İslam’la bağdaşmış bir hayat yaşayabilmek kapitalist isteklerin sunduğu hizmetlerden vazgeçebilmek birinci kuraldır. Ama maalesef ki bu sistemin yöntemi zaaflardır ve hedef kitlesi şu an için kadın- lardır ve araç olarak da modayı kullanmaktadırlar. Moda kadının ilgi alanına hitap eder. Seçilme ve beğenilme duygusu, onun temel psikolojik ihtiyaçlarından bir tanesidir. Giyeceklerimizin, seçeneklerimizin nasıl olacağına moda karar verir ve moda anlayışı kadının cinsel kimliğini ön plana çıkarır biçimde tasarlanır. Teşhircilik, bir hastalıktır ve kadının kişiliğine değil, dişiliğine dikkat çekmektir. Antropolojik açıdan değerlendirildiğinde, insan dışındaki diğer canlılar arasında erkek olanlar daha süslüdür. Tavus kuşu ya da erkek aslanlar gibi. Fakat insanlardaki gösteriş ve çekicilik, dişide yani kadında toplanmıştı. Ancak bugün bu, bir sömürü haline gelmiştir. Kadının albenisi, dolaylı yollardan ticarete dökülmüştür. Eski zamanlarda şiddet yoluyla aşağılanan kadın, şimdi övülerek ve iltifat edilerek aşağılanıyor. Çeşitli markaların tuzaklarına düşürülüyor ve kimliği yerine cazibesiyle konumlandırılıyor. Kadını, cinsiyeti ve asıl kimliğiyle çelişkide bırakıp “avm” kültürüyle zihinlerini yoğuruyor ve namaz vakitlerini dahi hatırlamaktan gafil bırakılıyorlar. Beğenilme iç dürtüsel eğilimi bugün trend kavramıyla kısırlaştırılıyor. Aslında modanın bilinçaltı teşhirciliktir. Örneğin otomobil reklamları hedef kitle olarak erkeği belirlerken, reklamlarda kadınları kullanıyor. Kadının cinsel kimliğinin kitlesel tüketime sunulması, kadın hakları açısından tartışılmalıdır ki bu durum kadına duyulan saygıyı azaltmaktadır. Popüler kültür denilen olgu cumhuriyet projesiyle birlikte adım adım hayatımıza nakşedilmektedir. Fe- Moda kadının ilgi alanına hitap eder. Seçilme ve beğenilme duygusu, onun temel psikolojik ihtiyaçlarından bir tanesidir. Giyeceklerimizin, seçeneklerimizin nasıl olacağına moda karar verir ve moda anlayışı kadının cinsel kimliğini ön plana çıkarır biçimde tasarlanır. 26 Mart minist bir düşünceyle, özgürlük adıyla kadın çalışma noksan bireyler yetişecektir. Burada temel yahayatına atıldı. Eskiden fizik gücünün önemi olduğu pıtaşı anne rolündeki kadındır. O devrilirse doyerde erkek, duyguların ön planda olduğu yerde ka- mino sağlam kalmaz. Üstlenilmeyen görevler neticedın varken, şimdiki rol karışıklığı, kadının doğasına sinde dinin vecibelerini doğru bilmeyen bir topluma da yapılmış bir saldırı olarak değerlendirilebilir. Aslın- dönüşmemiz içler acısıdır. Kadın büyük bir idareci, da kadın erkek yer yer eşit, yer yer adil yaratılmıştır. yüce bir eğitmendir evinin içinde, erkek o evi koruİki cinsiyetin de hak ve ödevleri, sorumluluk alanları makla mükelleftir. farklıdır. Popüler kültür, moda bizim aile yapımıza geHz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki; leneksel kültürümüze de aksetmiştir. En ideal aile tipi kadının evde olması ve çocuklarıyla “Dünya bir metadır, dünya meta’nın en ilgilenmesidir. Eşiyle beraber sabah telaş içe- hayırlısı, saliha kadındır” risinde kaldığı koşturmaca içinde “çocuklara Burada saliha kadın sözüyle anlatılan, dinine, yemek dolapta, çamaşırlar askıda” gibi notlar bırakması… Çocuklar geldiklerinde sıcak bir değerlerine, benliğine, eşine, işine hakkıyla değer veanne tebessümüyle karşılayan anneleri bu- ren kadındır. Mümine kimliğini üzerine en güzel şekilde yakıştırandır. Feminizm lamayacaktır. Temelden aldatmacasıyla bugün, kakaynaklanan sıkıntılar çöErkek zihniyetinde kadın, dınlar ruhsal ve bedensel zülmezse binayı inşa etmek duruşlarını kaybettiklerinin kadındır. Ama kadın zihniyetinde zordur. Neslin ifsadı çerçefarkında değillerdir. Bünyevesinde değerlendirmek genedense erkekleşme isteği vardır. sine aykırı bir şekilde, kendi rektiğinde her şeyde olduğu Kadının ne ruhuna ne huyuna ne prestijini unutup, erkeklerin gibi merkezde yine kadın bedenine kaldıramayacağı yük konumlarıyla hemhal olvardır. Bu defa da anne yüklememelidir ve tabi o da hangi maya çalışmaktadırlar. Göolarak... Maalesef kadınrev, kadın ve erkek ayrımı yükü kaldırıp kaldırmayacağını çok lar anneliğin bedelini yapmaksızın, kime layıksa ödemekten kaçındıkları iyi bilmelidir. o kişiye verilmelidir. Mesela için, çocuk da önemini siyasetçilerin bir kısmı bilekaybetti. Duygularını kulrek ya da bilmeyerek, siyasi lanmaktan aciz hale getirilen toplantıları hep akşam saatlerinde düzenlerler. Geç bu dişi kimlik modernizmin şapkası altında gezmeye mahkûm oldu. Kadınlardaki nazik, zarif, ince ve saatlere kadar süren bu toplantılara kadınlar katılaşefkatli düşünceler azaldığı için ve onu erkekleştirme maz. Bu durum da hissettirilmeden kadın dışlanmış yolunda türlü akımlarla oyaladıkları için yedek erkek olur. Erkek zihniyetinde kadın, kadındır. Ama benzetmesi yapmak yerinde olacaktır. Anne sevgi- kadın zihniyetinde nedense erkekleşme isteği sinden mahrum, bakıcı sevgisine mecbur olan vardır. Kadının ne ruhuna ne huyuna ne bedeçocuk, mahrumiyetini maalesef yanlış arka- nine kaldıramayacağı yük yüklememelidir ve daşlıklarla ve yanlış ilişkilerle tamamlamaya tabi o da hangi yükü kaldırıp kaldırmayacağıçalışacak ve netice itibariyle ahlaki, inançları nı çok iyi bilmelidir. Türlü dalaverelerle ticaret odağı haline getirilen kadın, ancak İslam’ın ona çizdiği yolda istikrarını kaybetmeden yürürse gerçek kimliğini bulacaktır. Gerek hakları, gerek görev ve sorumlulukları, gerek ihtiyaçları, akla gelebilecek her gerekeni Allah (c.c.) kadına sunmuştur. İslam’ı doğru anlamak, peygamberi, sahabeyi tabiini doğru anlamakta geçer. Sahabe annelerimiz bizim için birer örnektir. Yoksa yılda bir defa 8 Martta hatırlanmak değil, yılın her günü değişik statülerle, İslam’ın çizdiği yolla değerimizi korumak mümkündür. Mart 27 İslâm’da Kadının Yeri Hayrunnisa NEBİOĞLU T aya çalışm a lar k adın n Kadın a ş ı l i , ça d ı ki d l n i a r s i d öz e n Kadın el d e . i ü d l m i ü n üğ imre öz g ü r l nında m a y a s r ı n ş nı ç al ı al ı ş m a Ç olünü r . k i l m i e r n ede ı ve an ğ ı l ın , b u m d ı a n k a h en ev d e me y e e z i l di . a k d r e a t h da de lt ı n d a a n i r y ü kl e 28 oplumların kadına bakış açısı sahip oldukları kültürel değerler ışığında farklılık göstermiştir. Yahudi inancına göre Âdem’i yoldan çıkaran Havva’ydı. Bu sebeple kadın, Yahudilerce lanetli kabul edilirdi. Hıristiyanlık kadını “pis varlık” sözleriyle nitelendiriyordu. Hindistan’da ise eşi ölen kadının yaşama hakkı olmadığını gözler önüne seren dul kadının öldürülmesi geleneği vardı. Cahiliye dönemine baktığımızda bazı Arap kabileleri, sırf fakirlik korkusundan ya da düşman eline geçip yüz kızartıcı bir olay yaşanmaması için kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kız çocukları doğduğunda, babalar utancından kızarıp bozarır, dışarı çıkmaya yüzleri kalmazdı. İşte dünyanın çeşitli toplumlarında kadın böyle horlanırken; İslam, doğmasından utanç duyulan kadını, horlandığı mevkiden alıp yükseltmiştir. Her iki cinside Allah’a kulluk açısından eşit saymıştır. Ancak şu da bir gerçektir ki Allah her iki cinsi de ayrı yaratılış özelliklerine sahip varlıklar olarak yaratmıştır. Kadın daha duygusaldır. Acıma, sevme, şefkat yoğunluğu açısından Mart erkekten daha zengindir. Bundan dolayıdır ki İslam kadını yapısına göre vazifelendirmiştir. Ona annelik gibi güzide bir görev vermiştir. Kadın evinin iç işlerine bakar. Çocuğunu Hakk’ın rızasına uygun şekilde yetiştirir. Çocuğunun ahlâk öğretmenidir. Erkek ise evi dışından korur. Evin mâli yönden devamını sağlar. Allah Teâlâ herkese kaldırabileceği yükü yüklemiştir. Dolayısıyla İslam, kadın-erkek eşitliğine değil, kadın-erkek adaletine vurgu yapar. Eşitlik ile adalet birbirinden farklı kavramlardır. Kadını erkekle eşit tutma uğruna ancak bir erkeğin taşıyabileceği bir yükü kadına yüklerseniz, ona yapabileceğiniz en büyük kötülüğü yapmış olursunuz. İslam kadının kadın; erkeğin erkek gibi olmasını öngörür. Hâl böyle iken bazı İslam düşmanları, İslam’ın kadınları ezen, ikinciliğe hapseden, aile kurumu içinde erkeğin reisliğine mahkum eden bir din olduğunu ileri sürerler. Oysaki İslam, insan olup olmadığı tartışılan kadını yüceltmiş, cenneti ayaklarının altına sermiştir. Şu bilinmeli ki kadın ikinci plana atılıyorsa bu, Kitab’a uyulduğundan değil, kitabına uydurulduğundandır. Kadını asıl değersiz kılan ve sömüren, özellikle de kadınlar tarafından o çok özenilen modern dünyanın kurallarıdır. Kur’an ahkâmının uygulanmadığı toplumlarda kadının sömürülmesi çağlara göre farklılaşarak devam etmiştir. Önceki yıllarda küçümsenerek, şiddet uygulanarak sömürülen kadın, bugünlerde övülerek, iltifat edilerek çıkar sağlanılmaya çalışılıyor. Kadının bedeni üzerinden ekonomik sömürü yapılıyor. Reklam malzemesi olarak kullanılıp ekonomik çıkarlara alet ediliyor. Otomobil reklamlarındaki hedef kitle erkekler olmasına rağmen tanıtımda kadınlar kullanılıyor. Kadın kimliksizleştirilerek cinsel cazibesi ön plana çıkarılıyor. Şeraitsizliğin bedelini en çok da kadınlar ödüyor. Modernizenin en büyük aktörü “kadın”dır. “Kadın evinden ne kadar uzaklaşırsa o ölçüde modern olur.” mesajını senelerce kadınların beynine kazıdılar. Kadınlar çalışmaya özendirildi, çalışan kadına imrenildi. Kadın sandı ki çalışırsam özgürlüğümü elde ederim. Çalışmanın yanında ev hanımlığı ve annelik rolünü de terk edemeyen kadın, bu yüklerin altında daha da ezildi. Bu özgürlük arayışında zararlı çıkan yine kadın oldu. Amacımız, elbette ki kadını sosyal hayattan tamamen dışlamak değil, “ev hanımlığı” ve “çocuk annesi” rollerini bulaşıcı bir hastalık olan modernizmin pen- Mart çesinden kurtarmaktır. Bu hastalıktan kurtulmanın tek yolu ise İslam’a dönüştür. Çünkü kadınların çalışmayı bir ihtiyaç olarak görmesi, ancak çalışarak kendini garanti altına alabileceğini düşünmesi, İslam’ı yaşama özürlüsü olmamızdan kaynaklanır. Zira İslamiyet’te geçim yükü erkek ve kadın arasında paylaştırılmamıştır. Kadın, para kazanmak zorunda değildir. Evli ise erkeği, evli değil ise babası, babası da yoksa en yakın akrabası çalışıp onun her bir ihtiyacını zaten karşılamak zorundadır. Demek oluyor ki kadının aslî görevi para kazanmak değildir. Allah Teâlâ kadını da erkeği de her işe elverişli olarak yaratmamıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi İslam’ın kadın ve erkek için tesis ettiği konum, onun fıtratına tam uygun bir konumdur. İslam’a ters düşen, evliliğin baskıcı olduğunu iddia ederek ailenin altını oyan diğer bir unsur da Feminizm’dir. Feministler, güçlü olanın ayakta kaldığını, dolayısıyla kadının erkekten daha güçlü olması gerektiğini öğütler. Kadınlar bu tembih doğrultusunda hareket ederek erkekler üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmışlardır. Artık evlilik, İslâm’ın ışığı ile aydınlanmayan evler için “ben güçlüyüm” çatışmasının yaşandığı bir savaş meydanına dönüşmüştür. Feministler, annelik gibi kadına yüklenen görevlerden dolayı kadının, adeta bir yarış gibi telakki ettikleri çalışma hayatına 1-0 geriden başladıkları kanaatindedirler. Bu yüzden feminizm, kadını aile, çocuk gibi “zorunlu” bağlardan kurtarmayı hedefler. Feminizm ve modernizm gibi aileyi yıpratan bu hastalıklar sonucu boşanmalar artmış, annelik duygusu zarar görmüş, aile kurumu derin yaralar almıştır. Aile toplumun en küçük parçasını oluşturduğundan, bozulan aile yapısı, toplumsal çöküntüyü de beraberinde getirmiştir. Görüldüğü gibi aile kurumu onunla ayakta durur. İşte bu yuvanın direği, toplumun mimarı olan kadına esas değerini veren, onu muallâ tahtına oturtan İslam dinidir. İslamiyet onu saplandığı zillet batağından çıkarıp, izzetin zirvesine çıkarmıştır. İşte gerçek kimliği İslam’da bulan kadın Allah tarafından kendisine verilen nimetlerin farkına varıp, emrolunduğu gibi olduğunda özgürlüğünü yeniden elde eder, kemâle ulaşır. Ancak Allah’ın kendisine bahşettiği hususiyetlerine ters düşen eğilimde bulunur da kendi vasıflarını görmezden gelirse, İslam’ın yücelttiği “kıymetini” kendisi ayaklar altına alır. 29 Neden Kadın Nurdan SAĞLAM D ( c. c ) e n i b ab e iz R m e su l ü n i f R e d , l He t ku ümme b ir r ı i l r b hayı si l l e r y ır lı e a n h a (s.a.v) Müslüman il olan h e v e r olan tir. Gö apıda y k e k a m c r i a r y e t i şt k doğ u ğ itecek bir u c o Ç . verilir ibi çocuğ u e i şte e n u g b u e ğ nn o l du olan a a d a yapıd r. m s e di i k l i h e 30 erdimiz davamız İslam. Bu davanın bireyleri ister kadın olsun ister erkek olsun herkese düşen bir görev var. Nasıl ki farz terkedilip nafile ibadetler yapılamazsa kişi de üzerine düşen görevi bırakıp başka işler için kollarını sıvayamaz. Hiçbir görev diğerinden değersiz değersiz değildir. Bu veya şu olmasa da olur denilemez. Doktorumuz olsun öğretmenimiz olsun çiftçimiz olmasa da olur denilemediği gibi. Toplumun en küçük mekanizması ailedir. Neslin devamı hususunda bu mekanizma çok önemlidir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek günün birinde anne ve babaya dönüşecek onları bu isim değişikliğine götürecek olan da Rabbimin bir emaneti olacaktır. Bu emaneti korumada her ne kadar anneye daha çok sorumluluk düşse de her ikisi de sorumludur. Babanın helal yollardan kazandığı kazanca artık bu yeni misafirde dâhil olacaktır. Anne dokuz ay on gün karnında taşıdığı bu emanetin dünyaya gözlerini açtıktan sonra iki yıl boyunca da süt ihtiyacını kendisi karşılayacak ve o öyle bir süt ki diğer sütlerle kıyaslanamayacak derede çocuğun ihtiyaç Mart Derdimiz davamız İslam. Bu davanın bireyleri ister kadın olsun ister erkek olsun herkese düşen bir görev var. Nasıl ki farz terkedilip nafile ibadetler yapılamazsa kişi de üzerine düşen görevi bırakıp başka işler için kollarını sıvayamaz. duyduğu her türlü maddeye sahip ve bağışıklık sistemini güçlendirecek nitelikte. Anneye verilen derin bir şefkatle geceleri uykusuz da kalsa, eskiye göre çoğu şeyden kısıtlansa da o bundan şikâyet etmeyecek çocuğun eğitiminde de büyük roller üstlenecek. Bir hamur misali yoğurulmasında da şekillendirilmesinde de diğer bütün aşamalarında da hep o olacak. Görev büyük çünkü hedefimiz Rabbine (c.c) hayırlı bir kul, Resulüne (s.a.v) hayırlı bir ümmet olan Müslüman nesiller yetiştirmektir. Görev ehil olana verilir. Çocuk doğuracak yapıda olduğu gibi çocuğu eğitecek bir yapıda da olan anne bu işte en ehil kimsedir. Bu yüzdendir ki İslam toplumunu içten çökertmek isteyen çevreler oyunlarını daha çok kadınlar üzerinden yürütmeye çalışır. Kadın-erkek eşitliği, kadının tesettürü, çalışması, miras hakkı, şahitlik meselesi, kocasına itaati konusu vs. hep gündeme getirilir. Sanki kadını da erkeği de yaratan Rabbim haksızlık yapacakmış gibi. Rabbimden gelen bir emire bir mü‘minin cevabı “işittik ve itaat ettik” olmalıdır. İlk günahın asıl suçlusu olarak kadını görenler mi, zamanında kadın insan mıdır diye tartışanlar mı, kadını evi haricinde her türlü ağır işlerde kötü mekânlarda çalıştıranlar mı Müslüman kadının haklarını düşünecek ya da Hristiyan, Yahudi, Budist bir kadın Müslüman bir kadının modeli olacak! İki insana eşit davranmak adaletli davranmak anlamına gelmez. Bir annenin yeni doğan çocuğuna karşı olan davranışı ile on yaşında olan çocuğuna davranışının aynı olması nasıl olur da adaletli davranmak olur. Elbette yeni doğanın ihtiyacı ile on yaşındaki çocuğun ihtiyacı aynı değildir. Söz gelimi erkeğe ve kadına aynı davranmak birine ne veriyorsak diğerine de onu vermek bunun gibidir. Kadın-erkek eşitliğini bırak kadınlar birbirine eşit midir? İkiz dahi olsa iki insan birbirine eşit olmayacaktır. Herkes farklıdır. Birinin birinden üstün olması için kadın veya erkek olmak, farklılıklara, farklı görev ve sorumluluklara sahip olmak değil takvaca üstün olmak gerekir. Kadın ve erkek birbirinden üstün olmadığı gibi eşitte değildir ancak birbirini tamamlayan eştirler. Kadınları kandırıp evdeki en önemli görevini yarıda kesip, emaneti başka ellere teslim ettirip sağlam bir İslam toplumuna, Müslüman bir nesil oluşturma gayemize darbe vurmak isteyenlere ne yazık ki Müslüman erkekte kanmakta “evet ben kadından üstünüm” diye düşünmektedir. Şimdi hangi erkek diyebilir ben Hz. Hatice ve Hz. Aişe’den (r.anhüma) daha üstünüm. Demek ki üstünlük erkek ya da kadın olmakta değildir. Bu yüzden önce erkek bakışını/görüşünü düzeltmeli, eşine değerli olduğunu, görevinin ciddiyetini hissettirmeli, ona yardım etmeli, hedefe doğru beraber adımlar atmalıdır. Kadın da bu dünyaya niçin geldiğimizi, çocuğumuzu niçin sevdiğimizi, ona ev, araba, mal bırakmaktan çok, güzel İslam ahlakı bırakmanın ve şefkatiyle onu eğitmesinin önemini, bu işin büyük sorumluluğunu karşılığındaki büyük ecri hatırlamalı, bir evde iki babaya değil, yeri başkası tarafından doldurulamayan anneye ve babaya ihtiyaç olduğunu bilmelidir. Mart 31 Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? Gülsüm KIZIL M b ir a d n u hukuk sayeti m e a v l İs e v ve elayet v n ak ı m b n e çocuğ u k it a f ına a a r a arafın t t e a n b n a a b idane) h ( i s e terbiy aittir. 32 üslüman olmak çoğu zaman sadece kimliklerde yazılı kalır. Etrafımızdaki insanların neredeyse tamamı Müslümandır. Ancak müslüman olmanın neyi gerektirdiği sorusunu bilincinde olan bu soruya cevap arayan kimseler için kimlik müslümanlığı yeni bir çehre kazanır. Bu soru ile birbirinden ayrılır kimlik Müslümanı olma ve dava Müslümanı olmanın arası. Çünkü artık dinden sorulduğunda “Elhamdülillah müslümanım” demek öylesine ağızlardan çıkar oldu. “Müslümanım” demek belli bir sorumluluk ister. Hayatın her alanında İslamî prensiplere sarılarak yaşamayı gerektirir. İçi boş, oldum olası bir Müslümanlık anlayışı Efendimiz (sav) bıraktığı sonrasında Sahabe ve Tabiin’in uygulayageldiği sünnetine terstir. Bu kavramın içi önce Kur’an ve sünnetin getirdikleriyle daha sonra da eşsiz bir nebevi eğitimden geçmiş olan Sahabe Efendilerimize uymakla doldurulacaktır. Ardı önü hacı, hoca, merhum, vaiz, müftü, ılımlı Müslüman, radikal İslamcı vs. gibi bir sürü nişanla, lakap ve rütbeyle dolu ama bilinçsiz ve gaflette bir Müslümanlık bu ümmeti kalkındıramaz. Bu ümmetin ilk nüvelerini oluşturan Sahabe-i Kirâm’ın öyle bir ton laka- Mart bı yoktu. İlk hacı olmasına rağmen kimse Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) Hacı Ebu Bekir demedi. Ama sıddîk dedi, yâr-ı ğâr dedi. Çünkü O anlaması gerekeni anladı, dosdoğru olup doğru olanın arkasında durdu. Bu anlayış Hz. Ebu Bekir’i sadakatle, Hz. Ömer’i adaletle, Hz. Osman’ı haya ile, Hz. Ali’yi ilimle bir anılır kıldı. İşte bu ümmeti böylesi çihâr-ı yâr-ı güzîn dediğimiz kendi aralarında son derece şefkatli düşmana karşı ise adeta aslan kesilen son derece şiddetli insanlar ayağa kaldırdı, eşi benzeri görülmemiş bir medeniyet kurdu. Çünkü onlar Müslüman olmanın neyi gerektirdiğini biliyordu. Hem inançta hem ibadette hem de ahlakta Müslümandılar. Evet onlar sağlam bir medeniyet kurdu. Tarihin seyri içerisinde, Onların bıraktığı bu miras bütün yıpratma kampanyalarına rağmen hala ayakta ve bize ulaşmış durumda. Şimdi bu miras bizim elimizde. Onu ihya etmek de bize bağlı, biraz daha yıpratmak da. İşte onu ihya etmek en başta söylediğimiz kimlik Müslümanları eliyle değil, Müslüman olmanın muktezasını kavramış dava insanı Müslümanların eliyle gerçekleşecektir. Bunu yapacak olan elbette bir neslin yetiştiricileri anneler (mümin kadın) olacak. Allah’ın emir ve yasakları karşısında erkek ve kadın eşittir hiç şüphesiz. Ancak bilinçli bir neslin yetiştiricileri olma hususunda kadınlar erkeklerden daha fazla yükümlülük altındadır. Nitekim İslam hukukunda bir çocuğun velayet ve vesayeti baba tarafına aitken bakım ve terbiyesi (hidane)anne tarafına aittir. Mümin kadının en büyük cihadı önce fitne ve haramların her fırsatta kendisine yöneldiği ‘kendisini’ İslam’ın öngördüğü şartlar çerçevesinde yetiştirmek sonra da bu ümmeti kalkındıracak nesli yetiştirmektir. Mümin kadın sadece kendi için değil Müslümanım diyen herkes için çalışacaktır. Bu çalışmayı da hem cinsleri eliyle yürütecektir. Müslümanca örtünecek diğerleri- ne karşı örtünme cihadı yapacaktır. Günümüz kadını kendi seçimlerinde özgür olduğu belletilerek bu tercihi ile bir orta malı ve çağdaş erkeğin nefsani güdülerini heybeden doyurduğu bir meta haline getirilmek isteniyor. Bu durum karşısında dik bir duruş sergileyecek olan örtünmenin bilincindeki mümin kadın ve onun terbiye ettiği, yetiştirdiği nesildir. Nitekim şuurlu bir müslümanın bu konudaki düşünceleri bu çağdaş düşünceler ile taban tabana zıttır. O örtünün anlam ve önemini, ne için gerektiğini Kur’an-ı Kerim’den ve sünnet-i Nebi’den öğrenmiştir. Mümin kadın bir de ilimle cihad edecektir. Çünkü cahil bir insanın kendisine faydası yoktur ki etrafına ışık saçsın. Bu yüzden kendini her yönden geliştirmiş, ilim sahibi, ilmiyle amil bir müslüman olmalı bir kadın. İlim hiç kuşkusuz hadiste belirtildiği üzere bütün Müslümanlara farzdır. Ancak mümin kadının misyonunda ilim büyük bir öneme haizdir. Efendimiz (sav)’in ezvâc-ı tâhirâtı O’nun dizinin dibinde yetişmişti. Bu yüzden Hz. Aişe (r.anha) için “ilmi bu Hümeyra’ dan alın” demişti (sav).Hz. Aişe (r.anha) validemiz adeta bir fıkıh ve hadis okulunun baş öğretmeni gibi çalışırdı. Çünkü O bilirdi ki bu dini Hz. Peygamber (sav) ‘den miras alıp aktaracak olanlar alimlerdi. Tabi ki alim olmak yetmez, ilmiyle amil âlim olmak gerekir. Efendimiz (sav) bile fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınmıştır. Alınan ilim zihinlerde kalmamalı, bu potansiyel aktif hale getirilip kullanılmalı, mümin hayat onunla dokunmalı. Bu dokuma işinde ilk eğitimin eğitmenleri kadınlar yerini almalı ve bugünün küçüğü yarının büyüğü müslüman nesli ilmek ilmek ilmiyle işlemeli. Burada ilim derken neyin kastedildiği de iyi anlaşılmalı tabi. Eşrefü’l ulûm denilen Kur’an ve hadis ilimleri ile donanmalı. Mümin kişi ilm-i hâlini bilmeli. Bilmek, bilirkişi olmak bu kadar önemliyken mümin kadın tabi ki bu düzende yerini almalı, gerektiği gibi ilimle donanmalıdır. İslam’ın öngördüğü şartlar çerçevesinde, sınırı aşmadan, taviz vermeden… Buraya kadar anlatılanlar bir ideal bir prototip. Ancak bu idealler tarih içinde bizim içimizde hep var oldu biiznillâh olacak da. Burada söz tabi ki meclisten dışarı değil, söz önce söylenmeli öze, sonra ibret alacak herkese. Hakkı Hak bilip Hakk’a tâbi olanlardan, batılı bâtıl bilip bâtıldan uzak duranlardan olabilmek duası ile… Mart 33 Ahmet YAŞAR İslam Ve Kadın Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz şükürler olsun. Rasûlullah (s.a.v)’a, âline, ashabına, tâbiine, tebe-i tâbiine ve kıyamet sabahına kadar sırat-ı müstakim üzere yürüyenlere salât ü selam olsun. Peygamberimiz (s.a.v)’in tebliğ görevini yerine getirmek için çeşitli milletlerin reislerine göndermiş olduğu davet mektuplarının hakikatinden her ne kadar uzak kaldıysak da, kendi imkân ve gücümüzle Rasulullah (s.a.v)’a tabi olma niyeti bu yazıları bize yazdırmaktadır. Bu dergide yazanlarla ve bu yazıları okuyanlarla sureta görüşemediysek de manen görüşmüş gibiyiz. İnşaallah bu yazımız maddeten görüşmemize vesile olur kanaatindeyiz. Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri bizlere meseleleri bütün hakikatiyle anlayıp, yazmayı, okuyucularımıza da yazılanları hakkıyla anlayıp yaşamayı nasip buyursun. İnsanoğlunun yaşadığı bu hayat bir hayaldir, gelir geçer. Yazılanlar ise insandan arkaya kalır. Eğer bu yazılanlar gönüllere yerleşmişse hem dünyada hem de ahirette birbirimize kavuşmaya vesile olur. Allah Teâlâ Hazretleri bu vesile ile fânî ve bâkî âlemde bir araya gelmemizi, buluşmamızı nasip buyursun. Allah Zülcelâl Rahman Suresi’nin ilk ayetlerinde meâlen şöyle buyurmaktadır: “Rahman olan Allah Zülcelâl, rahmaniyetinin gereği olarak Kur’an-ı Kerim’i kullarına öğretmiştir. Ve kullara da anlama ve anlatma kabiliyetini ihsan buyurmuştur.” Bizler; anlatacağımız ve tanıtacağımız her şeyi Allah Teâlâ’nın Kitab-ı İlahisi ve Rasûlullah’ın sünnetinde nasıl bildirilmiş ve tanıtılmışsa öyle tanıyıp anlatırsak, doğru tanımış ve tanıtmış oluruz. Çünkü Allah Teâlâ’nın bildirdiğinin dışında ne tanıdığımız doğru ne de tanıttığımız doğru olur. Allah Zülcelâl mahlûkatı içerisinde seçilmiş, süzülmüş varlık olarak insanoğlunu yaratmıştır. İnsanoğlunu da erkek ve kadın olarak iki cins olarak yaratmıştır. Bu iki cinsi yaratırken erkeğin erkek olarak yaratılması için, hanımların hanım olarak yaratılmaları için belli kanunlar koymuştur. Bilmelisiniz ki insanlığın yaratıldığı tarihten bu yana Allah’ın insanın yaratılışı ile ilgili koyduğu kanunlar değiştirilememiş ve bundan sonra da değiştirilemeyecektir. 34 Bu hakikate bütün hekimler, tabipler akıllı ve akılsız insanlar boyun bükmek mecburiyetinde kalmıştır. Allah Zülcelal’in yaratılış için koyduğu kanunları ile insanoğlu erkek ve dişi olarak dünyaya geldiği gibi hayatlarının devamı da yine Allah Teâlâ’nın koyduğu kanunlarla devam etmektedir. Rabbimizin insanoğlu için koyduğu bu kanunlar; onların maddî hayatlarında olduğu gibi manevî hayatlarında da gerçek manada erkek ve gerçek manada hanım olarak yaşamaları için konulan kanunlardır. İnsanın ve bütün mahlukâtın yaratılış maddesini değiştiremeyenlerin acziyetlerini idrak edecek yerde sonsuz hayat için konulan kanunları değiştirerek, insanların yaratılış fıtratlarına müdahale ederek onların hakiki manada erkek ve hakiki manada hanım olarak yaşamalarını sağlayacaklarını düşünmeleri ise ancak cehaletlerini ispat etmeye yarar. Onun için de Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir hadisi şerifinde; Hanımlara benzemek isteyen erkekler ile erkeklere benzemek isteyen hanımlara lanet etmiştir. Bizler; erkeklerin kâmil erkek olarak yaşayıp kâmil erkek olarak ölüp kâmil erkek olarak dirilmeleri için Allah Zülcelâl’ın koymuş olduğu ölçü ve kanunlara riayet etmesini istiyoruz. Aynı şekilde hanımların da gerçek manada hanım olarak yaşamalarını, ölmelerini ve dirilmeleri için Allah’ın koymuş olduğu ölçü ve kanunlara bağlı kalmalarını istiyoruz. Tarihe baktığımız vakitte cennet hanımlarının; cennetteki hanımların hanımı olan Hz. Asiye’yi düşündüklerini ve onun gibi olmaya gayret ettiklerini görürüz. Hz. Asiye, cennet hanımlarının hanımı olması için ne büyük çile, meşakkat ve işkencelere katlanmış ve Rabbinin rızasını kazanma yolunda şehid olmuş ve bunun mükâfatı olarak da cennet hanımlarının efendisi olmuştur. Hz. Asiye beşerin koyduğu ölçülerle cennet hanımlarının efendisi olmadığı gibi; Hz. Meryemler, Hz. Haticeler ve Peygamberimiz (s.a.v) Efendimizin kızı cennet hanımlarının hanımı olan Hz. Fatıma’da beşerin koyduğu ölçülerle değil Allah’ın koymuş olduğu ölçülerle bu yüksek makam ve mertebeler yükselmiştirler. Biraz araştırırsak tarih boyu hanımlardan, dünya sultanları, mal, mülk, servet ve makam sahibi olanlara da rastlarız. Fakat bunlar sahip oldukları imkânları Allah’ın rızası için kullan- Mart madıkları için cennet hanımı olduklarına dair bir alametleri olmamıştır. Bu gibi insanları bütün dünya ehli övse, methu sena etse; yaptıkları bu övgüler hiç bir mana ifade etmediği gibi, onları methedip övenler de çok kıymetli vakitlerini boşa harcayarak insanları ve kendilerini aldatmışlardır. Yarın birileri sonsuz pişmanlık ve hasretlik içerisinde daldığı gafletten uyanarak “Eyvah Allah’ın koyduğu ölçülerle nasıl yaşayamadım, sonsuz hayatımı cehennem çukurlarından bir çukurda geçirmek için nefsimin ve şeytanın vesveselerine kapılara heva ve hevesimin peşinde nasıl sürüklendim.” diye pişmanlık içerinde kıvranıp durur. Şimdi biraz tefekkür ederek; dünyevî menfaatlere tenezzül etmeyerek fani dünya zevk u sefasından uzak kalıp Allah Teâlâ Hazretlerinin koyduğu ölçülere riayet ederek yaşayan hanımların ebediyet âlemindeki saltanatlarına, zevk u sefalarına, Allah’ın bildirdiği şekilde yaşayışları neticesinde kavuştukları büyük mükafâtlara bakalım da fânî dünyevî zevklerle ne kendimizi, ne çocuklarımızı ne de başkaları aldatmayalım. Evet, Allah Zülcelâl koyduğu ilahi kanunlarla yaratmış olduğu bir erkekle bir kızı güzelliklerini de aynı yaratmamıştır. Allah Teâlâ cemal sıfatının tecellilerinden daha fazla ihsanda bulunduğu için hanımlara örtünmelerini emretmiştir. Eğer güzelliği göstermekte bir fayda ve şeref olacak olsaydı her şeyden güzel olan Allah Teâlâ Hazretleri cemalini gizlemezdi. Allah Teâlâ Hazretleri hanımlara “Size cemal sıfatının tecellilerinden daha fazla ihsanda bulunduğum için sizler de örtününüz, eğer örtünmekte bir zillet olsaydı ben cemalimi örtmezdim.” buyurmaktadır. Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz “Allah Teâlâ’nın doksan dokuz sıfatı vardır. Her kim bu sıfatların birisini yaşayıp ölürse cennete girer.” buyurmuştur. Hanımlar Allah Teâlâ’nın “Settar” sıfatının tecellilerine göre hayatlarını yaşarlarsa; bu hem Allah’a kavuşmalarına, hem de “Settar” sıfatı ile vasıflanarak cennete girmelerine vesile olur. Bu hakikati bilen şeytan da cennette Havva annemizi bir hataya sürükleyerek edep yerlerinin açılmasına sebep oldu. Şeytan cennet âleminde Hz Havva annemizi bir hataya sürüklediği gibi dünya hayatında da bu aldatmalarına devam etmektedir. Mart Tarih boyu araştırırsanız şeytanın mücadelesinin başında; kadınları teşhir etmek, büründükleri kıyafetleri terk etmelerini sağlamak gelmektedir. Bu kısa yazımızda sizlere tavsiyemiz şeytanın bütün insanlığın düşmanı olduğu ve bilhassa hanımların ve kız çocuklarının ebedi düşmanı olduğunu hiçbir an unutmamanızdır. Allah Zülcelâl Hazretleri de “Şeytan sizin ebedi düşmanınızdır.” buyurmaktadır. Şeytanın hanımlara yönelik düşmanlığı öncelikle onları Rabbimizin “Settar” sıfatının tecellilerinden uzaklaştırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Şeytanın hanımlarımızı ve kızlarımızı Allah Teâlâ’nın Settar sıfatının tecellilerinden uzaklaştırma mücadelesinde nereden nereye geldiğini etrafımızda yaşananlara bakarsak daha güzel tespit edebiliriz. Settar isminin menfaati de zararı da hanımlara ait olduğu için öncelikle hanımlarımız şeytana muhalefet etmelidirler. Rasulullah (s.a.v) Efendimiz bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur: “Saad kıskançtır, Ben Saad’dan daha kıskancım, Allah ise hepimizden daha kıskanç olanları sever.” Bu hadis-i şerifle de Rasul-i Ekrem Efendimiz erkeklerin de Settar esma ve sıfatına dikkatlerini çekmektedir. Ümmet-i Muhammedin erkek ve hanımları Allah Zülcelâl Hazretlerinin “Settar” esma ve sıfatı hakkında Kur’an-ı Kerim’deki beyanlarını ve Rasul-i Ekrem Efendimizin Settar esması ile ilgili hadis-i şeriflerini araştırırsalar; setirden ve kıskançlıktan mahrum olarak ilahi huzura gitmekten kurtulmak için gayret ederler. Dinimizle ilgili bütün hususlarda Cenab-ı Hakk’ın: “Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun” buyurduğu ayet-i kerimesinin hakikatini tefekkür etmeye gayret edelim. Hanımlarımız mesture, erkeklerimiz de kıskanç sıfatı ile Allah’a yaklaşıp ilahi huzura alınları ak olarak gitmeye gayret etsinler. Allah’ın selamı ve rahmeti mesture hanımlara ve gayretkâr müminler üzerine olsun. 35 Işık Huzmesi ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Mehmet TALU D r’an-ı u K , ı g y sata sa e d ind e n d r e e l k r u i M m mel e e t amber g n y i ’ e m P . i z Ker ı ir. H d i s ur’ane n K a t , e iz b ir fe n d i m E e sayg ı r e ) . l k V . e l A e (S. be’ye, m a K şu r k e n , u ’e n m o i k r i Ke el a ilg il l r a li g ö r s l i n g l u i b a rl ve n bunla , n e d e r ke e k r r i a h z ş te ya iyor. me y i k e e z r l e a g ı s b ir m lunma o i l t a kk ç o k di izinin birinde bir ışık huzmesi... Özel timin seslendirdiği salavat-ı şerifeler eşliğinde geliyor. Bu ışık huzmesi Resûlullah (S.A.V.) efendimizi temsil etmiş oluyor. Sürekli hareket halinde. Sonra orada peyda olan bir kamyonete binip gitmeye başlıyor. Kamyoneti kim sürüyor, Resûlullah (S.A.V.) efendimizi kim nereye götürüyor. Dizinin özel timleri “Eyvah Peygamberimiz gidiyor” çığlıkları ile arkasından koşuyorlar, bu arada komutan kendini ön tekerleklerin önüne atarak kamyoneti durduruyor. V.s. Bu dizide bir ışık huzmesi şeklinde peygamber sahnesinin yer alması doğru olur mu hiç? Mukeddesata saygı, Kur’an-ı Kerim’in temel emirlerinden bir tanesidir. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimize, Kur’an-ı Kerim’e, Kabe’ye, meleklere saygı ve bunlarla ilgili konuşurken-yazarken, bunlarla ilgili görsel bir malzemeyi teşhir ederken çok dikkatli olunması gerekiyor. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, bizim için her şeyden önce “üsve-i hasene” yani modelimizdir. 36 Mart Ama asla rol oyuncumuz değildir, rol oyuncusu olamaz. Buradaki yanlış, bizim İslâm’daki peygamber anlayışımızın yeniden sorgulanması gerekiyor. Kur’an-ı Kerim’e göre Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin Mekke-i Mükerremede, Medine-i Münevvere’de yaşadığı siret gerçekliğine göre doğru bir peygamber anlayışına sahip çıkmamız gerekiyor. Bu ve benzeri filimler, geçmiş yıllarda çeşitli velilerle ilgili yapılan filimlerde hep veliler gösteriliyordu. Son zamanlarda peygamberlerin ışık huzmesi şeklinde de olsa gösterilmesi yanlıştır. Bunun nereye kadar gidebileceğini de kestirmek zordur. Bu tür filimler daha çok Hristiyan kültüründeki Hz.İsa (A.S.)ı gökten indirme sahnelerini çağrıştırıyor. Bizdeki peygamber anlayışı çok daha ulvi çok daha nezihtir. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizden bahsederken, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi anlatırken, filmlere dizilere konu edinirken çok daha dikkatli olmamız gerekiyor. İster bir rüyayı anlatsın, ister bir filim olsun günümüz insanının bilgilerini eğer görsel malzemeler oluşturuyorsa; bu, bir imaj sorunu oluşturur. Peygamber imajını sıradanlaştıran, basitleştiren hatta bir ruh çağırmayı andıran bir sahne, bir senaryo asla Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin yüceliğine, O’nun şanına, O’nun kutsallığına yakışan bir sahne değildir. Elbette salih rüya, sadık rüya haktır. İnsanlar rüyalarında Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi pek ala görebilirler, ama bunlar çok özel anlardır. Bir çok insan böyle bir rüya görmüşse, bunları paylaşmaz. Hele hele kamuyla, diziyle, filimle paylaşılması da doğru değildir. Asr-ı saadetten beri Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz hakkında çok hadis-i şerifler uydurulmuştur. Günümüzde de zaman zaman rüyalar uydurulmaktadır. Kasıtlı olarak yapılmasa bile böyle bir yan- lışlık alay unsuru olabilmektedir. Ağır ifadeler var, bunlara meydan vermemek gerekiyor. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz üsve-i hasenemizdir, modelimizdir ve O bütün siretini, sünnetini, ilkelerini ortaya koymuştur. Bizim O’nu asrımıza çağırmaya kalkışmamız doğru değildir. Eski adabımız çok daha iyidir. “Dahilek ya Resûlellah” yani sana kavuşabilsem ey ALLAH’ın Resûlü, derdik. O’nu kendimize çağırmak yerine, kendimiz O’na layık olabilmek için çabalar, O’na gitmeye çalışırdık, bu hassasiyeti korumamız gerekiyor. Asr-ı saadetten günümüze Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin her hangi bir şekilde resmi çizilmemiştir. O’nun şeklini, şemalini, mübarek vücudunu anlatan şemailler var ama, her hangi bir çizim yok. Görsel malzemelerde bir ışık huzmesi dahi yanıltıcıdır, özellikle çocuklar Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi bir ışıkmış gibi algılayabilir. Gerek Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, gerek büyük sahabilerin görüntülerinin gösterilmemesi daha idealdir. Mesela Çağrı filmi yayınladığında, Hz. Hamza (R.A.)yu gösterdiler. Seyretmiştim. Yine bir şahıs, Türkçe Olimpiyatlarıyla ilgili çok sayıda mektup aldığını, bu mektuplarda: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de Türkçe Olimpiyatlarına katıldığının yazıldığını ifade ederek kendisi de bu fikre onay verdiğini belirtiyor. Bu, mümkün olabilir mi? Mart 37 Doğrusu içime sinmemişti. Çünkü Hz. Hamza (R.A.) ne zaman aklımıza gelse, O’nu oynayan Anthony Quinn geliyor aklımıza. Hiç kimse Hz. Hamza (R.A.) gibi olamaz. Hz. Hamza (R.A.) muhteşem bir insandır. Mesela Peygamberler tarihi ve Peygamber filmleri vardır. Hz Yusuf (A.S.) yayınlandı. Fakat kimsenin içine sinmedi. Çünkü bir Peygamberin resmedilmesi mümkün değildir. Hiç kimse O’nun gibi oynayamaz. O’nun gibi güzel olamaz. Yabancılar, Hz. Musa (A.S.) ve Hz. İbrahim (A.S.)ın filmlerini çevirdi. Hepsinde aynı endişeyi yaşadık. Ne Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin ne de diğer Peygamberlerin, özellikle 4 Halifenin resmedilmesi, oynanması ve gölge gibi görünmesi, hiç biri doğru değildir. Biz bunlara dikkat etmek zorundayız. Resûlullah (S.A.V.) efendimize iman etmek ve o inancın gereğini yerine getirmek önemlidir. Aslında insan rüyasında görmek isteyebilir. Ama ALLAH Teâlâ’nın bizden istediği O’nun çizgisine, sünnetlerine uymaktır. Asıl olan O’nun istediği ümmetinden olabilmektir. Müslümanlar dinlerinde, ahlaklarında özen göstermeliler. Yine bir şahıs, Türkçe Olimpiyatlarıyla ilgili çok sayıda mektup aldığını, bu mektuplarda: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de Türkçe Olimpiyatlarına katıldığının yazıldığını ifade ederek kendisi de bu fikre onay verdiğini belirtiyor. Bu, mümkün olabilir mi? ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: “ALLAH Teâlâ size Kur’an-ı Kerim’de: ALLAH Teâlâ’nın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze, başka bir konuya geçmedikleri sürece o kimselerle birlikte oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz, diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz ki, ALLAH Teâlâ münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”[1] “Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğün zaman, başka bir söze, başka bir konuya geçmelerine kadar onlardan yüz çevir, uzak dur. Eğer şeytan sana Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Dinî prensiplerimize ve millî kültürümüze tamamen aykırı bir şekilde vaki olimpiyatlara, değil Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin teşrif etmesi, ben Müslümanım, Ben Mü’minim diyen bir şahsın katılması caiz değildir. unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalim Dini emirlerimizin inkâr edildiği, alaya alındığı, haramların işlendiği yerlere girmek ve böyle kimselerle bir arada bulunmak kesinlikle haramdır. yen bir kimse böyle haramların işlendiği; dini toplulukla birlikte oturma.”[2] Her iki ayet-i kerimedeki mesaj genel olup, günümüzde de: Ben Mü’minim, Müslümanım diemirlerin alaya alındığı, inkâr edildiği, dininin aleyhinde konuşulduğu yerlere kesinlikle girmeyecektir. Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Dinî prensiplerimize ve millî kültürümüze tamamen aykırı bir şekilde vaki olimpiyatlara, değil Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin teşrif etmesi, ben Müslümanım, Ben Mü’minim diyen bir şahsın katılması caiz değildir. 38 Mart PeygamberÜzerine Üzerine Yalan Peygamber Yalan Söylenmez Söylenmez Bir de diyorlar ki: Efendim, İslâmiyet tam olarak yaşanırsa, başkaları ürkermiş ve İslâmiyet’i kabul etmezmiş. Olimpiyatları yapıyorlar, genç kızlaBak hele sen... Bu nevi düşünceler: Şeytarı çıkartıp erkeklerin karşısında canlı olarak nın telkinatıdır, insî şeytanların üfürmeleridir. açık-saçık bir şekilde onlara baktırtarak şarkı söyletiyorlar. Tenkitler gelince de, can simiBütün bunlar, Papa’ya yazılan mektuplarda: di rüya. Rüyalara sarılıyorlar ve Hz.Peygamber, “…sizin misyonunuzun bir parçası olmak isteTürkçe Olimpiyatlarına geldi. Tweetleri ikiye rim…” temennisinin bir sonucudur. katlayın, Peygamber gelmiş dershane arsasını teftiş ediyormuş, diyorlar. Bu da, ayılıp bayıPeki Papa’nın misyonu nedir? Hristiyanlılıyor orada. Daha neler var; gencecik kızlarla ğı ayakta tutmak, yaymak. “Papa’nın sözünü erkekler kucak kucağa oturmuş şarkı söylü- tasdik eder imza atarım,” diyor. Bunları diyen yor, Peygamber de oraya teşrif ediyormuş. Bir kimse: İslâm Dininden çıkmış olur. de sadece kendisi görmemiş, 10 tane müridi görmüş. Rüya da değil diMüslüman, hayatının yor. Tecessüm etti yani her safhasında, her anında, cisimlendi, peygamber her yerde, her makamda Dini emirlerimizin inkâr geldi diyor. Peygamber “Müslümanca” yaşamalı, edildiği, alaya alındığı, haramların üzerine yalan söylenmez “Müslümanca” davranmalı, “Müslümanca” koALLAH Teâlâ’dan korkişlendiği yerlere girmek ve böyle nuşmalıdır. Kim ne derse, mak lazım! Peygamberi kim ne düşünürse düşünkimselerle bir arada bulunmak yalanına alet eden cezasün. sız kalmaz. kesinlikle haramdır. Evet, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de gelmiş olimpiyatlara katılmış diyorlar. Gelmiş ama nasıl gelmiş? Eli sopayla gelmiş olmasın? Çünkü Ebû Seidil-Hudri (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bakın ne buyurmuş: “Sizden her kim bir münker, kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine girsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”[3] Türkçe olimpiyatları adı altında yapılanlar: Haramların, helal kabul edilmesidir, din tahrifatıdır. Çok değil, bundan 15-20 sene evvel böyle bir programa Müslümanların tepkisi, çok fazla olurdu. Bugün ise bu yapılanlara kimse tepki göstermiyor. Neden? Çünkü bütün bunları Müslümanım diyen insanlar yapıyor ve haramlar helalleştiriliyor. İşin en tehlikeli yönü de, işte burası. Mart Biz Müslümanlar, nefis muhasebesi yapalım ve kendi kendimize şu soruyu soralım: Biz kimi razı etmeliyiz, kimin rızasını tahsil etmeliyiz? Cevap elbette ALLAH Teâlâ’nın olacaktır. Olmalıdır. Öyle ise gereğini yerine getirelim. Bu cevap, lâfta kalmasın... ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor: “ALLAH, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etti. ALLAH Teâlâ’nın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”[4] ALLAH Teâlâ, iman edip güzel ameller işleyenlere, yukarıdaki ayet-i kerimede ve daha birçok başka ayet-i kerimelerde çeşitli cennet nimetleri vadetmiştir. Fakat bu ayet ALLAH Teâlâ’nın rızasının, bütün mükâfatlardan daha üstün olduğunu bildirmekte ve böylece dini ve ahlaki vazifelerin en yüksek gayesinin “ALLAH Teâlâ’nın rızası” olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü diğer cennet nimetleri daha ziyade bedeni ve hissi taleplerimiz olduğu halde ALLAH Teâlâ’nın Teâlâ’nın rûhumuzun talebi ve özlemidir. Çünkü “En büyük şey ALLAH Teâlâ’nın rızasıdır.” 39 Müslüman MüslümanÇocuğa ÇocuğaJosef Josefİsmini Koymak İsmini Koymak İngiltere’de yaşayan Müslüman bir Türk ailesi… Namaz kılıyorlar, oldukça dindarlar… Bu aile, dini bir cemaate mensup… Bundan birkaç sene önce bir erkek çocukları oluyor, hangi ismi verelim diye bir yere soruyorlar, istişare neticesinde çocukcağıza Josef (Joseph) ismi veriliyor. Bir Hristiyan ismi. Yadırgayanlara, Josef bizdeki Yusuf’un karşılığıdır, bunda bir sakınca yoktur cevabını veriyorlar. Halbuki anne-babanın çocuklarına karşı en önemli görevlerinden biri: Çocuğunun sağ kulağına ezan, sol kulağına da ikamet okumaları ve ona güzel bir isim koymalarıdır. Çocuğun ismini takarken, takılacak ismin güzel olmasına son derece dikkat etmek gerekir. Doğan çocuğa güzel bir isim verilmesi sünnettir. Çünkü Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Çocuğun, babası üzerindeki hakkındandır: Güzel isim takması ve terbiyesini güzel yapması...”[5] buyurmuşlardır. Ebu Derda (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel kılın.” buyurmuşlardır.[6] Evet, onlar Josef derler, biz Müslümanlar Yusuf deriz. İslam tarihinde, Müslüman bir ailenin çocuğuna Josef, Abraham, Jesus, Moses ismini verdiği görülmemiştir. Musevîliği veya Hristiyanlığı bırakıp Müslümanlığa geçen Batılılar isimlerini değiştirerek Müslüman isimleri alırken; Müslüman bir ailenin çocuğuna Josef ismini vermesi çok yanlıştır. Bu aile, Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü mezhebine bağlı imiş; Tevhid inancını, İslam Dinini, Kur’an-ı Kerim’in Hak Kitap olduğunu, Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V.) efendimizin Resûlullah olduğunu inkar ve tekzip edenlerin de cennetlik olduğuna inanıyormuş. Yangın çatıyı-bacayı sarmış da haberimiz yok. Sen hem Müslüman ol, namaz kıl, oruç tut ve sonra çocuğuna Josef ismini ver. Olacak şey değil, ama oluyor işte. Şimdi biz bu aileye, bu çocuklarının ismini değiştirmelerini önemle tavsiye ederiz. Çünkü bilerek değil, bilmeyerek takılan kötü isimleri değiştirmek gerekir. Hz. Aişe (R.Anhâ) validemiz: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, çirkin isimleri değiştirirdi, buyurmuştur.[7] Meselâ: Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: İsmi “Asiye= isyankâr, itaatsiz kadın” olan bir kadının ismini değiştirmiş ve: “Sen, Cemile güzel kadınsın.”[8] buyurmuştur. Abdullah b. Ömer (R.A.)den rivayete göre: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: Onlar Abraham derler, biz İbrahim deriz. Onlar Jesus derler, biz İsa deriz. Onlar Moses derler, biz Musa deriz. “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”[9] buyuran Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Müslümanların her şeyleriyle kendi değerlerine bağlı kalmalarının gerekli olduğunu vurgulamıştır. Durum böyle iken, bazı Müslüman ailelerin çocuklarına, yabancı kültürlerden ve yabancı filmlerden etkilenerek yabancı isimler koymaları dinimizle hiç bağdaşmamaktadır. Kaynaklar [1] Nisa Sûresi:140 [2] Enam Sûresi: 68 [3] Müslim, İman:20; Tirmizi, Fiten:11; Nesei, İman: 17; İbn-i Mace, Fiten:20 [4] Tevbe Sûresi: 72 [5] Bezzar, Müsned, 15/176, No:8540 [6] Ebu Davud, Edeb:69, No:4948, 2/705 [7] Tirmizî, Edeb:66, No:2839, 5/135 [8] Müslim, Edeb:14, No:2139, 3/1686 [9] Ebu Davud, Libas:5, No4031, 2/441 40 Mart Hikmet Damlası! Allah’tan korkmak lazım... Ahlak evde belli olur. Çoluk çocuğu Allah halk etmiş. Kadını Allah halk etmiş emanettir. Sultan Hacı Şaban Efendi (k.s) Hazretleri (1901-1992) Mart 41 Hürrem Sultan’ın Suçu Ne? Hasan BAŞAR B k line , e ş n ı r nsanla , kalbine i h a l Al akmaz akvadır. b e n t li şemai lçü Ö l b ir ı s a n . r baka y iz. ultan e S m e l i m ipti b ik ama Hürre h a s a ed takvay içine g irm sındaki in ka Kalbin rına ve ar Hürrem la yaptık ılınca anetine k a b e iy eserler dinine, d adındır. k Sultan slüman bir ü bağlı M 42 eyaz atıyla, beyazlar içinde süzüle süzüle babasının çadırına doğru ilerlerken askerlerin yoğun sevgi gösterilerinde bulunduğu Mustafa, kendi hazin sonuna doğru gidiyordu. O bütün uyarılara rağmen babasının çadırına gitmeye karar vermişti. Atından indi, yavaş adımlarla çadıra girdi. Babası çadırın içinde arkasını dönmüş halde onu bekliyordu. Tam o esnada cellatlar leş kargası gibi Mustafa’nın üzerine çullandılar. Can havliyle çırpınan Mustafa teslim olmak istemiyordu. Ama nafile çırpınış. Hazin son. Mustafa’nın cansız başı usulce yere düştü. Bu anlattığım sahne Muhteşem Yüzyıl dizisinin 123. Bölümünde Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’yı boğdurduğu sahnedir. Bu sahne oynanırken televizyon karşısındakiler şehzade Mustafa için gözyaşı dökerlerken Kanuni Sultan Süleyman’a karşı da derin bir nefret duygusuna kapılmışlardır. Eminim Kanuni’ye karşı akıl almaz hakaretler havada uçuşmuştur. O sahneyi izlerken biz kendimizi onun yerine koyduk. Biz kendi evladımıza bunu yapar mıydık? Bırakın kendi öz evladımıza bunu yap- Mart mayı burunlarının kanamasına bile dayanamayız. Onlar için gerektiğinde canımızı bile veririz. Evlat bu, hiçbir şeye benzemez. Evet, gerçekten de öyledir evlat. Bu dünya hayatının en güzel şeyidir. Peygamberimiz (sav) bile oğlu İbrahim öldüğünde gözyaşı dökmüştür. Biz hepimiz insanız da, merhametliyiz de Kanuni Sultan Süleyman mı zalim ve gaddar. Öldüğünde “elimi tabutumdan dışarı çıkarın görenler Kanunilerde ölürmüş desinler” diyecek kadar dünyanın faniliğini ve geçiciliğini bilen bir kişi sırf iktidar hırsı için öz oğlunu öldürsün olacak şey mi? Ben eminim ki orada en çok içi yanan kişi Kanuni Sultan Süleyman’ın ta kendisidir. Tabii ki filimdeki sahte Kanuni’den bahsetmiyorum. O film sahnesinde olduğu gibi nefretle “boğun” diye bağıran kişi değildir Kanuni Sultan Süleyman. “Derler ki Süleyman Han Mustafa’nın cenazesini bizzat kendi kıldırmak için imam oldu. Amma ağlamaktan namazı kıldıramadı. Hünkâr o kadar ağlamış ki Rüstem Paşa yanına sokulup hünkârım kendinizi helak ettiniz, yeter artık deyince, ‘konuş Rüstem konuş, ne devlet senin ne evlat senin’ buyurmuş.” Peki, ne oldu da böyle kötü bir kararı vermek zorunda kaldı kanuni Sultan Süleyman? Ama doğru, ama yanlış bilemeyiz, fitne kazanı kaynamaya başlamış ve şehzade Mustafa babasına asi gelmiştir. Artık, her an ümmeti Muhammet birbirine girebilir. Büyük bir kargaşa kapıda ve siz bir karar vermek zorundasınız. Bu şartlar altında siz bir de kendinizi Kanuni Sultan Süleyman’ın yerine koyun. Bir yanda canınızdan çok sevdiğiniz evladınız var, diğer yanda devletinizin ve milletinizin geleceği söz konusu. Ve siz bir seçim yapmak zorundasınız. Evlat mı, devlet mi? Ve siz içiniz kan ağlayarak devletinizi seçiyorsunuz evladınızdan vazgeçerek. Başka canlar yok olmasın diye kendi evladınızdan vazgeçiyorsunuz. Soruyorum size bu insanlar ağızların dolusu hakareti mi hak ediyorlar, yoksa bir hayır duayı mı? Onlara hakaret edenleri insafa davet ediyorum. Şehzade Mustafa’nın boğdurulmasının sebeplerinden biri de Hürrem olarak gösterilir. Kanuni’ye gösterilen tepkinin aynısından Hürrem Sultan da nasibini almıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlunu boğdurduğu sahneden sonra sosyal medya üzerinden günümüzdeki Osmanoğulları ailesine hakareten “sizler Hürrem’in çocuklarısınız” diyerek saldırılmıştır. Ben şahsen çok üzüldüm. Çünkü bu insanlar, bu hakaretleri hak etmiyorlar. Hele Hürrem Sultan. Zavallı kadın. Tek sucu Kanuni’ye aşık olması ve onun eşi olması. Osmanlıyı karalamak, özellikle de Kanuni’yi karalamak isteyenler bunu direkt yapamıyor, Hürrem Sultan üzerinden yürütüyorlar kampanyalarını. Koskoca Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultanın oyuncağı olacak. Olacak şey mi bu Allah aşkına. Evet, birbirlerine çok âşıklar ama Kanuni Sultan Süleyman da bir kadının esiri olacak kadar basit insanda değil. Hürrem Sultan imaj olarak hep kötü gösteriliyor. ve ben bunun kasıtlı olarak yapıldığını düşünüyorum. Hürrem Sultan hep saray entrikasının başı olarak gösterilir. Hep içinden pazarlıklı, saray entrikası çeviren, Kanuni Sultan Süleyman’ı avucunun içine almış kötü bir kadın imajı çizilmektedir. Bir haber sitesinde Hürrem “Derler ki Süleyman Han Mustafa’nın cenazesini bizzat kendi kıldırmak için imam oldu. Amma ağlamaktan namazı kıldıramadı. Hünkâr o kadar ağlamış ki Rüstem Paşa yanına sokulup hünkârım kendinizi helak ettiniz, yeter artık deyince, ‘konuş Rüstem konuş, ne devlet senin ne evlat senin’ buyurmuş.” Mart 43 Sultan için aynen şu ifade kullanılmıştır; Osmanlıyı birbirine kattı ama çocuklarının tahta geçtiklerini göremeden öldü.” Pargalı İbrahim’in idamından, şehzade Mustafa’nın boğdurulmasına kadar birçok idamın planlayıcısı olarak gösterilir. Ben şahsen çok fazla etkisi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Osmanlıda devletin bekası için daha öncelerden beridir böyle bir gelenek zaten mevcuttu. Evet, Osmanlı ailesinde erkek evlat olmak, Sultan olamazsan ölüm fermanı demektir. Bu kuralı Hürrem getirmedi ki onu suçlayalım. Gerçi bundan dolayı kimseyi suçlayamayız. Ortada devlet ve milletin geleceği söz konusu. Üstelik Hürrem Sultanın 3 tane öz oğlu vardı. Şehzade Selim, Şehzade Beyazıt ve Şehzade Cihangir. Kural gereği biri Sultan olacak ve diğer ikisini boğduracaktı. Şimdi soruyorum size, siz kendi öz evlatlarınız arasında tercih etmek zorunda kalsaydınız hangisini seçerdiniz? Nitekim Kanuni, Hürrem’den olma Beyazıt’ı da tıpkı Mustafa gibi boğdurmuştur. Gerçi Hürrem bunu görememiş daha önce Hakkın rahmetine kavuşmuştur. lüman özelliği hiç vurgulanmaz. Oysa o, bu dine ve millete emeği geçmiş onurlu bir kadındır. Onu en güzel değerlendirecek olan arkasında bıraktığı eserleridir. “Kanuni Sultan Süleyman’ın hanımı ve Sultan İkinci Selim Han’ın annesi olan Hürrem Sultan’ın burada sayılamayacak kadar hayır eseri vardır. Pek çok vakıf ve hayır eseri yaptırmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: Mimar Sinan’a İstanbul’da, câmi, medrese, darüşşifa, imaret, sıbyan mektebi ve sebilden meydana gelen meşhur Haseki Külliyesi’ni inşa ettirmiş ve bununla alakalı birçok vakıf kurdurmuştur. Yine Mimar Sinan’a Kariye ’de medrese inşa ettirdi. Sultanahmet Meydanı’nda yaptırdığı çifte hamam Mimar Sinan’ın eseri olup, Osmanlı mimarisindeki hamamların en gelişmiş olanıdır. Balat’ta tekke, Ankara’da bir câmi, Edirne’de bir câmi, imaret, kervansaray, çeşme, suyolu ve köprü yaptırdı. Birçok yerde çeşmeler, Cisr-i Mustafa Paşa’da kervansaray, câmi, imaret, Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de Mimar Sinan’a Haseki İmareti diye anılan birer imaret yaptırdı. Mekke Mü- Evlat mı, devlet mi? Ve siz içiniz kan ağlayarak devletinizi seçiyorsunuz evladınızdan vazgeçerek. Başka canlar yok olmasın diye kendi evladınızdan vazgeçiyorsunuz. Soruyorum size bu insanlar ağızların dolusu hakareti mi hak ediyorlar, yoksa bir hayır duayı mı? Onlara hakaret edenleri insafa davet ediyorum. Üstelik işin ilginç yanı Hürrem Sultan denince hemen onun etnik yapısına vurgu yapılır. Ukraynalı papazın kızı Roxelana. Zavallı kadın bundan dolayı neredeyse suçlu ilan edilecek. Adeta Hürrem Sultan ajan gibi gösterilir. Bu durum ister istemez insanda Hürrem Sultan’ın ırkçılığa kurban edildiği hissi uyandırıyor. Evet, Hürrem Sultan Türk olmayabilir, ne önemi var. İnsan Müslüman olduktan sonra ırkının ne önemi var. İnancımız ve itikadımız ırkçılığı yasaklar. Irkçılığı cahilliğe âdeti olarak görür. Allah insanların şekline, şemailine bakmaz, kalbine bakar. Ölçü takvadır. Hürrem Sultan nasıl bir takvaya sahipti bilemeyiz. Kalbinin içine girmedik ama yaptıklarına ve arkasındaki eserlere bakılınca Hürrem Sultan dinine, diyanetine bağlı Müslüman bir kadındır. Onun Müslümanlığı, dindarlığı hep görünmezlikten gelinmiştir. Müs- 44 kerreme’de ve Medîne-i Münevvere’de her sene dağıtılmak üzere 3 bin altın vakfetmiştir. Kudüs’te de bir imaret yaptırmıştır.” Bazıları oturup televizyon dizileri ile onları yani Osmanlıyı karalamaya çalışsa da geçmişini hakkıyla bilmeyen, tarihi bugün ki mantıkla yorumlamayan ve hepsinden önemlisi de geçmişi ile kavgalı olan ve kasıtlı karalamalar yapanlara inat onlara sahip çıkacağız. Elimizden geldiğince onları sizlere yem etmeyeceğiz. Çünkü ne Kanuni Sultan Süleyman, ne de Hürrem Sultan bu milletin başını önüne eğecek bir şey yapmadılar hizmetten gayri. Onlar ne yaptılarsa dini ve devleti için yaptılar. Gerektiğinde öz evlatlarından vazgeçtiler ümmeti Muhammet birbirini kırmasın diye. Bu anlamda onlar hakareti değil, bir hayır duayı hak ediyorlar. Mart Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; Ey nebevi hikmeti arzulayan Muhammed ümmeti! Gel meclisime katıl. Problemlerini de beraberinde getir ki, onları halledeyim. Gel de ins ve cinden olan şeytanlarına karşı bizden yardım iste. Gel de Rasulullah’ın (s.a.v.) güzel kokusunu kokla. Allah’a yaklaşma noktasında, bu manevi feyzi, Hz. Peygamber’in nebevi denizinden avuçlayıp doldurmaktan başka bir yol yoktur. Gel, sana batılı ve yanlışı hoş gösterip ona davet edeni de beraberinde getir. Çünkü bu meclis şeytanın kaçtığı yerdir. Burada Allah’ın kokusundan bir koku ve aktabın, abdalın, encabın, ariflerin, ehl-i huzurun derecelerine göre istifade edebileceği ölçüde Rasulullah’ın (s.a.v.) nefesinden nefesler vardır. Bu Allah’ın büyük bir lütfu olup kullarından dilediğine verir. Şüphesiz Cenb-ı Allah, bol lütuf sahibidir. Ey bilgin kişi, gurura kapılma ve her şeyi bilme iddiasından vazgeç. Sen, ilmine layık olan “Allah korusun” al. Çünkü Allan’dan en çok korkan, alim kullardır. Ey cahil, nefsini cehalet girdabına düşmekten koru. Ciddiyet ve gayretinle kendini alimler grubuna dahil et. Çünkü ayet-i kerimede: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”1 buyurulmuştur. Ey sufi, dinde fakih olmaya çalış. Çünkü Allah kime hayır dilerse onu dinde fakih kılar. 1.(ez-Zümer, 39/9.) Mart 45 Dostlarla Hasbihâl… Murat TÜRKER Y anımıza yöremize bakınca, daha önemlisi kendi ruh dünyamıza nüfuz edince şu yakıcı sualin sancısıyla yüzleşiyoruz: Çağırdığımız, insanları davet ettiğimiz hakikate kendimiz ne kadar inanıyoruz? m a te s l i l y ı s a n m ma a t n ikiye u a l d a Ku t r o denizi a d bisinin n e u n ğ ı u n ı ğ ol d mc ek a ü r e şi g ü l ö t , a n , a n r pa ayı rd e y a e p bimiz e b a n i R t e r bi hicr v i re n e g ibi ç e n i z s i e s ç r b ah habe n a d n olduğ u z. nıyoru a r v a d Kur’an’ın ‘yakîn’ olarak zikrettiği imanî kıvamdan nasibimiz var mı? Şartlar ne ölçüde aleyhimize gelişirse gelişsin, acziyet ne kadar belimizi bükerse büksün, İslâm’a hasım cephe imkân bakımından bizi hangi raddede geri bırakmış olursa olsun, her zaman okuduğumuz ayetin muhtevasına, Allah’ın mutlaka nurunu tamamlayacağı hakikatine şeksiz şüphesiz iman ediyor muyuz? “İnanıyorsanız üstünsünüz” kaziyyesi, benliğimize ne ölçüde tesir ediyor, tavır ve davranışlarımızı hangi yoğunlukta şekillendiriyor? Eşya ve hadiselerin şu anki seyrine takılıp kupkuru bir esbabperest haline mi geldik, yoksa Allah’ın 46 Mart “İki topluluk birbirini görünce Musa’nın adamları: ‘İşte yakalandık’ dediler. Musa dedi ki: ‘Hayır. Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. O bana yol gösterecektir.’” (eş-Şuara 61-62) Kâdir-i Mutlak olduğuna dair inancımız, bizi görünenin ardında bir İlahî programın varlığına itimat ile ferahlatıyor mu? Yakînde kemale ulaşmış Allah Resulü’nün (sav), “Ya Resulullah… İçlerinden biri biraz eğilip baksa bizi görecek!” tedirginliğindeki mağara arkadaşına söylediği, “Endişe etme! Allah bizimle beraberdir” sözünde ifadesini bulan teslimiyet bize ne anlatıyor? “İki topluluk birbirini görünce Musa’nın adamları: ‘İşte yakalandık’ dediler. Musa dedi ki: ‘Hayır. Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. O bana yol gösterecektir.’”(eş-Şuara 61-62) Önde olanca haşmetiyle Kızıldeniz ve arkada Fir’avun ile askerleri… Esbabın iyiden iyiye sukut ettiği bir manzara… Herşeyin bittiğini, yolun sonuna gelindiğini düşündürten bir tükenmişlik hissi… Ve bir peygamber teslimiyeti… Bir Nebiye yaraşır tarzda, Rabbe fütursuz iman ve güven… İşte biz, bu hissi ve kıvamı yitirdik dostlar… Allah’a her kayd-u şartta güven diye isimlendirdiğimiz hasleti, sözlerden-sohbetlerden hayata taşıyamadık. İnsanları çağırıp durduğumuz davanın, beşer için tek çıkar yol olduğu hakikatini en başta biz benliğimize yediremedik… Ve ruhumuzda ‘acaba’lar dolaşıyor… İslâm’ın hükümlerini bâtıl beşerî düşünme yollarıyla aynı terazide tartmaya çalışmamız bundan… “İhtilafa düşünce Allah’a ve Resulüne götürün” emri olanca sarahatiyle ortadayken, her Mart defasında başka başka merciler arıyor oluşumuz da bundan kaynaklanıyor. Bu ‘adam gibi inanmışlık’tan yoksunluk, bu yakîn eksikliğidir bizi “Allah ve Resulü’nün hüküm verdiği bir meselede artık mü’minlere muhayyerlik yoktur” emr-i İlâhîsini olmadık tevillerle kulak ardı etmeye zorlayan… Allah’a olması gerektiği ölçüde güvenmediğimiz için, O’nun davasına sahip çıktığımızda bizi zâyi etmeyeceği gerçeğinin inşirahından mahrum yaşıyoruz… Kulu tam manasıyla teslim olduğunda denizi ortadan ikiye ayıran, örümcek ağını nebisinin hicretine perde yapan, ateşi gül bahçesine çeviren bir Rabbimiz olduğundan habersiz gibi davranıyoruz. Hakiki izzeti ancak İslâm’la kazandığımızı aklımızdan çıkarıyor, küfrü ve ona vücut veren değerleri küçük görmemiz gerektiğini hesap edemiyoruz… Zahiren galip görünse de, bâtılın suyun üzerindeki köpük gibi geçici, Hakk’ın kökü derinlere uzanan ağaçlar gibi sapasağlam ve muhkem olduğunu hatıra getirmiyoruz. Ve savruluyoruz… İmana, ötesinde yakîne muhtacız; tebliğini yaptığımız değerlerle en baştan samimiyetle yüzleşmek ve tecdid-i iman yapmak zorundayız… Yoksa bu ikircikli tutumla, biraz Hakk’dan biraz bâtıldan alarak oluşturduğumuz nevzuhur terkiplerle, “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama” denilen bocalamaların esaretinden kurtulamayacağız… Duaya durma vaktindeyiz… 47 Nimetullah Yurt Hocaefendi: “Tüm sıkıntıların çaresi kelime-i tevhid söylemektir.” Röportaj: Aydın BAŞAR İ z e ng i n n a k l a k er k en orum, y h i a l i b b a S an a ok i n s Ç . or dah ş y u ı k m l r a k o lu azına Büyük m a n . r h o a y b ı ış sa Al l a h , ç al r o . r y ı o y u yatm k n ol a d ng i n l i r e a l z r a ı c l tüc ah hayır n a z , s ab d ı n n ı f a a s r r o ta k i sti y . a m n a l ı sı n ı z a k az m k l ına k a n am a z 48 slam’ı tebliğ etmek için dünyanın birçok ülkesine seyahat etmiş olan ve son zamanlarda çalışmalarını Japonya’da yoğunlaştıran Japonya İslam Center imamı Nimetullah Yurt Hocaefendi ile yaptığı faaliyetleri ve anılarını konuştuk. Ondan çok kıymetli nasihatler dinledik. Dünya insanlarının İslam’la şereflenmesi ve imanın lezzetine kavuşmaları için uzun yıllardır fisebilillah gayretler sarf eden Nimetullah Hoca’nın kıymetli sözleri ile sizleri baş başa bırakıyoruz. Muhterem Hocam, uzun yıllardır dünyanın çeşitli yerlerinde her karşılaştığınız insana İslam’ı tebliğ ediyorsunuz. İnsanlara uzun uzun nasihat etmek yerine “La ilahe illallah Muhamedür resulullah deyin kurtulun” hadis-i şerifini hatırlatıyorsunuz. Neden kelime-i tevhid üzerinde bu kadar fazla duruyorsunuz? “La ialahe illallah muhammedür resulullah” kelimesini çok hatırlamamız ve hatırlatmamız gerekiyor. Çünkü bu kelimeyi bir kere söyleyen Müslüman değilse Müslüman oluyor ve ebedi saadete kavuşuyor. Müslümansa da bunu söyleyince imanını tazeliyor. Efendimiz Buyuruyor ki : “Ey insanlar La- Mart ilaha illah Muhammedür resulullah deyin kurtulun” Her sıkıntıdan kurtuluşun çaresi budur. İşte biz de bunun için kelime-i tevhidi bütün insanlara hatırlatmaya gayret ediyoruz. Bir gün Japonya’daki İslam merkezimize uzun boylu bir kızcağız geldi. Konuşmasından İngiliz olduğunu anladım. Yazıktır bu da islam’dan mahrum kalmasın diye düşündüm. Ona üç kere “La ilahe illallah Muhammedür resulullah” dedirttim. Sonra kendisine “İslam nedir” diye kendi dilinde bir kitap verdim. “Senin adın da Ravza olsun” dedim. Tebliğ bizden, hidayet Allah’tandır. Bir gün sonra telefon etmiş; “Beyaz sakallı hoca nerede?” diye kardeşlerden beni sormuş. Üç gün sonra gelsin, görüşelim dedim. Üç gün sonra geldi bir baktım ki başından tırnağına tesettüre girmiş. Üç günlük Müslüman olan bu kızcağızın bu halini görünce çok sevindim ve mutluluktan hüngür hüngür ağladım. O gün bu kızcağız bana dedi ki “Siz bana bunu söylersen bütün sıkıntılardan kurtulursunuz demiştiniz. O gün eve gittiğimde bunu söyledim ve çok büyük bir sıkıntımdan kurtuldum. Sonra bunu bir daha söyledim, öbür sıkıntılarımdan da kurtuldum. Ben de Müslüman oldum.” Kelime-i tevhidi söyleyen insan işte böyle bütün sıkıntılardan kurtulur. Onun için bunu herkese söylettiriyoruz. Kelime-i tevhidi insanlara hatırlatınca ne gibi tepkilerle karşılaşıyorsunuz? Bu konuyla ilgili ilginç bir anınız var mı? Japonya’da bir gün arabayla bir yere gidiyorduk. Baktık yolda gençler kavga edecekler. Şoför arkadaş: ‘Hocam kavga edecekler hemen kaçalım’ dedi. ‘Hayır, bir birine vurmadan hemen beni indir’ dedim. ‘La ilahe illallah Muhammedur Resulullah’ diye birkaç sefer bir bağırdım; gençler kavgayı birden bıraktılar. Çünkü bunu söyleyince şeytan hemen kaçıyor… İnsanlar bunu bilse bütün kavgalar biter. Bir seferinde de Türkiye’de otobüse binmiştim, bir küçük çocuk ağlıyordu, annesi susturamıyordu. Birkaç sefer; ‘Lailahe illallah Muhammedur Resulullah’ diye bağırdım, ço- cuk hemen sustu.” Bu sözün tesirini bilirsek her türlü sıkıntıdan kurtuluveririz. Yeter ki biz bunun önemini anlayalım. Hocam hemen hemen bütün sohbetlerinizde Sabah namazının öneminden bahsediyorsunuz. Bu konudaki görüşlerinizi bizimle de paylaşır mısınız? Kim sabah namazını cemaatle kılarsa Allah tarafından dokunulmazlık verilir kendisine. Bu hadiste müjdelenmiştir. Başka bir hadis daha var, bu sonradan atasözü olmuş, ben küçükken işitiyordum meğer bu hadis-i şerifmiş. Sabah erken kalkan zengin olurmuş. Çok insan biliyorum, sabah namazına kalkıyor daha yatmıyor, çalışıyor. Büyük tüccarlardan oluyor. Allah tarafından hayırlı zenginlik kazanmak istiyorsanız, sabah namazına kalkmalısınız. Efendimiz aleyhis selatü ve selam “Allahümme barikliy fi ümmeti vugiliha” buyurmuştur. Yani “Ümmetimden erken kalkanlara ömründe, sıhhatinde bereket ver” diyerekten dua etmiştir. Bunun bütün dünya Müslümanları anlasaydı sabah namazında camilerimiz böyle garip kalmazdı. Bu iki müjdeyi yani hayırlı zenginlik ve koruma altında olmayı, telefonlarla. İnternetle, gazetelerle, dergilerle herkese ulaştırın. O zaman Müslümanlar sabah namazına devam etmeye başlayınca, hayırlı bir zenginlik kazanacaklar ve bu zenginlik böyle nereden geliyor diye düşünmeye başlayacaklar. Bu vesile ile Allah’ın başka ihsanlarını da davet etmiş olacağız. 1970’li yıllarda vaaz verirken bu konuya çok ehemmiyet veriyordum. Bazı yerlerde teravihten sahura kadar sohbetlerimiz oluyordu. Gece hangi camideysem sabah namazına da oradayız diyordum, cami doluveriyordu. O sohbetlerde cemaate şöyle nasihat ediyordum: “Sabah namazı boynunu bükmüş bana dert yanıyor. Teravih cemaatlerine, bayram cemaatlerine benden selam söyle Nimetullah Hoca. Onlara de ki teravih namazlarından, bayram namazlarından ben daha kıymetliyim.” Yani bayram namazı vaciptir, teravih namazı ise Efendimiz aleyhis selatü ve selam “Allahümme barikliy fi ümmeti vugiliha” buyurmuştur. Yani “Ümmetimden erken kalkanlara ömründe, sıhhatinde bereket ver” diyerekten dua etmiştir. Mart 49 sünnettir. Sabah namazı ise farz olduğu için hepsinden kıymetlidir. İşte bu şekilde sabah namazının ehemmiyetini anlatıyordum. Bir gün Tokat Erbağ’nın Üzümlü Köyü’nde Teravihten sonra vaaz ediyordum, vaazımızı gece minareden de dışarıya vermişler. O gün imam efendi de bir cenaze münasebetiyle başka bir köydeymiş. İmam Efendi ertesi gün sabah namazına geliyor bir bakıyor ki cami cemaatle dolu. “Sabah namazı bayram namazı gibi dolmuş” diyor. Sonra “Gözümü ovuşturdum, yanlış mı görüyorum acaba” demiş. Demek ki sabah namazı konusunu önceki gün işleyince cemaate bu tesir etmiş. Bu misal Müslümanların söz dinlediğini gösteriyor. Öyleyse her Müslüman her gün on kişiye telefon etsin. Sabah namazı cemaati çok mühim diye hatırlatsın. Üzerinde vurgu yaptığınız konulardan birisi de din için fedakarlık konusu. İslam’ı anlatma gayreti konusunda Müslümanları teşvik ediyorsunuz. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Dinimizi sürekli anlatmak zorundayız. Çünkü Efendimiz salllahü aleyhi ve sellem ümmetine buyurmuştur ki: “Benden bir ayet de biliyorsanız onu başkalarına iletin. Ola ki verdikleriniz sizden daha iyi amel ederler.” (Buhari, Enbiya, 50) Yine başka bir hadiste Efendimiz buyuruyor ki; “Bir kimse dine dünyaya faydalı bir soru sorarsa Allah şu dört kişiyi af ediyor. Birincisi soranı affediyor. İkincisi sorulanı affediyor. Üçüncüsü dinleyenleri affediyor. Dördüncüsü dinleyip de sevinenleri affediyor.” Bu hadisteki müjdeye nail olabilmek için Medine-i Münevvere’de Efendimiz’in mescidinde Türkçe ve Arapça nasihat ediyordum. Şehitleri ziyaret ettiriyordum. Bu şehitler bize nasihat ediyor. Bunlar diyor ki; “Malımızı dinimiz için verdik, sıra cana geldi, canımızı da verdik. Bizi ziyarete gelenler bu nasihatimizi alsınlar, dini için çalışsınlar.” Hz Ömer buyuruyor ki: “Gündüz uyursam insanlar helak olur, gece uyursam ben helak olurum.” Bunun için Allah Telala bizden daima din için gayret etmemizi istemektedir. Bunu yaparken de sabır konusu çok mühimdir. Hadislerde üç şeye sabretmemiz isteniliyor. Bir başımıza gelecek musibetlere sabretmek. 50 İki günahlara karşı sabretmek… Üç ibadetlere devama sabretmek… Muhterem Hocam sizin birçok merhum meşayih efendilerimizi tanıdığınızı biliyoruz. Onlardan bir anı lütfeder misiniz? Gençken Süleymaniye’nin altında küçük bir camide imamlık yapıyordum. Aşır okuyorum, hutbe okuyorum, vaaz ediyorum, güzel okudun diyerek falan elimi öpüyorlar, iltifat ediyorlar. Ben şişmeye başladım. Şimdi düşündüm, şu kadar küçük bir camiinin imamıyım, cemaatin iyisin demesiyle kibir geldi. İskenderpaşa Camii’nde Şeyh Mehmet Efendi hazretleri o yıllarda vaaz nasihat ederdi. Profesörler, zenginler, büyük adamlar hep onu dinlemeye gelirdi. Ona gidiyim de halimi arz edeyim, bir ilaç alalım diye düşündüm. Yani ona gidip; “Bir imam olarak bana kibir geldi, ne yapmam lazım” diye sorayım dedim. Öğleden evvel gittim, cami dolup taşmış. Şöyle bir benim gözüme baktı. Sonra “Evlatlar neyimize kibredelim” demesin mi? Beni bir ağlama tuttu amma ağladığını da göstermemek lazım. Ondan sonra şunu anlattı. Hz. Ali Efendimizin bacağından girip bir tarafından çıkmış ok. O esnada; “Ben namaza durayım da oku namazda çıkartın” diyormuş. Çünkü namaz kılarken mübarek Allah’tan gayrı her şeyi unutuyormuş. Ondan sonra şunu anlattı. İmam- Azam Efendimiz bir gün öğle namazı kıldıracakmış. Cemaat İmam-ı azam’ın arkasında namaz kılacağız diye caminin altını üstünü her tarafını doldurmuşlar. İmam-ı azam namazı kıldırmış, sağına soluna selam vermiş arkasına bakmış ki arkada bir iki tane cemaat var. “Nerede cemaat” demiş. Demişler ki: “Efendi hazretleri kasırga oldu, tavanı söktü attı, cemaat hep kaçıştı, hiç mi duymadınız?” Yani öyle namaz kılıyor ki kasırgayı bile anlamıyor. Mehmet Zahit Kotku Hazrtetleri bunları anlattıktan sonra; “Onlar gibi namaz kılıyoruz da mı kibredeceğiz?” demesin mi? Hıçkıracağım ama münasip de değil tabi. Böylece onun sohbetinden alacağımı almış oldum. Mübarek ben söylemeden bana cevabını verdi. Mehmet Zahit Efendi’nin bir de ev sohbetine katılmıştım. Orada Erbakan Hocamız da vardı. Arabasının bagajına Tezkiretü’l Evliya kitaplarını doldurur, gittikleri yerlerde herkese hediye ederdi.” Mart Mart 51 İlahî Yasalara Uymak İçin Yaratıldık Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN K “Biz, e ’d Kerim ı e bana c n e d ’a r a s u K ri e cinle e yarattık” v ı r a l y ki insan l e r di r n i i s d t n e i ç i ibadet nun O d e b eş n . ü r g u l e u buyr birlikt inler, e l m y ü i r m e l n sünnet maz kılan he r g ü a k e n r e l t ne t vaki â’ya yö Sana ibade l â e T ış Allah ad e c e S “ yaratıl a f e k d e r kırk diye klarını u d ” l o … z e nd ede r i bilinci n i n i r gayele derler. e r a r k i 52 ur’an-ı Kerim’de “Biz, insanları ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattık” buyrulur. Onun içindir ki sünnetleriyle birlikte günde beş vakit namaz kılan müminler, Allah Teâlâ’ya yönelerek her gün kırk defa “Sadece Sana ibadet ederiz…” diyerek yaratılış gayelerinin bilincinde olduklarını ikrar ederler. Ancak günümüz Müslümanlarının acaba kaçta kaçı bu ifadelerin anlamını idrak ederek bu ikrarı yapmaktadır? Vaizler kürsülerde bu ve benzeri ayetleri okuduklarında cemaatin birçoğu insanların ve cinlerin “namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek” için yaratıldıklarını düşünmekte ve dar kapsamlı bir ibadet anlayışıyla hareket etmektedirler. Hâlbuki beş vakit namaz, Mekke döneminin son yıllarında, oruç ve zekât, Medine döneminin ilk yıllarında, hac ibadeti ise Medine döneminin son yıllarında farz kılınmıştır. Mekke döneminin ilk yıllarında bu ibadetlerden hiçbiri farz kılınmamıştır. Ancak bu yıllarda “Allah’a ibadet et…” veya “Allah’a ibadet ediniz…” mealinde ayetler nazil olmuştur. Bu yıllarda namaz, oruç, hac, zekât farz kılınmadığına göre Mart söz konusu ayetler “Allah’a ibadet edin…” derken ne anlam ifade ediyordu? Sanıyorum günümüz Müslümanlarının üzerinde düşünmeleri gereken hususlardan biri ve belki de birincisi budur. Unutulmamalıdır ki ibadet kelimesi, “her zamanda ve her zeminde ilahî yasalara riayet etmek” demektir. Sahabenin ibadetten anladığı buydu. Kadın olsun erkek olsun onlar, hakkında sarih nass (manası yoruma açık olmayan ve kesin hüküm bildiren ayet ve hadis) bulunan konularda içtihat yapmaz, kendi görüşlerini ileri sürmezlerdi. Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmezlerdi. Fakat hakkında sarih nass olmayan konularda içtihat yapar veya istişarelerde bulunur, İslâm’ın temel prensiplerine aykırı olmamak kaydıyla bir neticeye varırlardı. Onlar, ilahî yasalara uymak için yaratıldıklarının şuuru içerisinde hareket ederlerdi. İlahî hükümlere ters düşecek bir görüş, bir fikir, bir kanaat izhar etmez, onlara muhalif bir kanun, bir kural koymazlardı. Dinî prensiplere aykırı olan örf, âdet, gelenek Netice itibariyle İslam’a göre hüküm koyma yetkisi sadece Allah’a aittir. Hz. Peygamber (salallahu aleyhi ve selem)’in dahi helal ve haram koyma yetkisi bizâtihî değil bilvâsıtadır. Yani zatının gereği değil din adına bildirdiği hükümlerin vahye istinat etmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak Allah ve Rasûlü’nün bir konuda kesin hükmü yoksa bu takdirde kulların, vahye ters düşmemek kaydıyla içtihadî hükümler koymalarına müsaade edilmiştir. Fakat bilelim ki insanlar mutlak Demek ki İslam’a göre mümin olan hiçbir erkek ve kadın, Allah’ın helal dediğine haram, haram dediğine helal; ak dediğine kara, kara dediğine ak; doğru dediğine yanlış, yanlış dediğine doğru diyemez, dememelidir. “Vahye uymayan ölçü hayat olsa teperim” diyebilmeli ve bunun gereğini yerine getirmelidir. ve göreneklere uymazlardı. Onlar, vahyi esas alır, akıllarını vahyi anlamak için kullanırlardı. Ayet ve hadise muhalif olan hiçbir fikri benimsemezlerdi. Aksi takdirde şirke düşeceklerine inanırlardı. Vahye ters düşen görüş ve düşünceleri benimsemenin, -Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların da rahiplerini rab edinmeleri gibi- Allah’tan başkasını rab edinme anlamına geldiğini düşünürlerdi. Sadece Allah’a boyun eğer, O’nun hükümlerine teslim olur, O’ndan başkasına kul olmazlardı. İşte ibadetin manası buydu. Demek ki İslam’a göre mümin olan hiçbir erkek ve kadın, Allah’ın helal dediğine haram, haram dediğine helal; ak dediğine kara, kara dediğine ak; doğru dediğine yanlış, yanlış dediğine doğru diyemez, dememelidir. “Vahye uymayan ölçü hayat olsa teperim” diyebilmeli ve bunun gereğini yerine getirmelidir. Mart anlamda bir yasama yetkisine sahip değillerdir. Sadece vahyin hayata geçirilmesi kayd u şartıyla onlara yürütme ve yargı yetkisi tanınmıştır. İslâm’da durum budur. Bu hakikati anladıktan sonra “Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” İman eden hayat bulsun, inkâr eden helâk olsun. “Helâk olmak isteyen bir beyyine üzerine (bilerek) helâke gitsin, hayatta kalmak isteyen de bilerek hayatta kalsın”. Fakat herkes “Allah’a isyan olan hususlarda yaratılmışlara itaat yoktur” hakikatini kulağına küpe yapsın. “Yaratan O’dur, ancak söz benimdir” şeklindeki bir yaklaşımın, “Dikkat! Yaratmak da emretmek de sadece Allah’a aittir” hakikatiyle çeliştiğini idrak etsin. KAYNAKLAR 1. Zâriyât, 51/56. 2. Fâtiha, 1/4. 3. Bkz. Zümer, 39/66; Hûd, 11/50. 4. Bkz. Ahzâb, 33/36. 5. Bkz. Hucurat, 49/1. 6. Bkz. Tevbe, 9/31. 7. Necm, 53/3-4. 8. Kehf, 18/29. 9. Enfâl, 8/42. 10. Müslim, İmâre, 8. 11. A’râf, 7/54 53 İktisat ve Ahlak Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ 1.Giriş bir imin K “ , rifte e ya is - i ş e d a i k si n v 2 h d p i Bi r k ya e ” a, onu ver si n s r n a i v ç i i i ar a z i s en ek m e s e n i ş n de i e ş d i r a n k pıla . bir m i şti r ur. Ya t t e ş r u m m l nı e bu y r u ı l m a sı p “Allah a y e e d d l e i ft k ş er i iy i ş e y ı) ha d is i r i yapma b e d l m i i k k l şe Nite n güze e 3 i ş i ( r” i t ş i i h s an ı m ir et e ta kd t ş i r e h 54 11 ila 14. yüzyıl arasında İslam medeniyeti, ilim ve fende oldukça ilerideydi. O dönemde sayısız bilim adamı fen, matematik ve sosyal bilimlerde yetiştirilmiştir. Yine o dönemlerde yazılan eserler modern bilimin temellerini oluşturmuştur. Şu an günümüzde var olan bilim dallarının çoğu bu temeller üzerinde kurulmuştur. Birçok bilime dair teorik bilgi, bu döneme sırtını dayamaktadır. Hatta o dönemde test ve analiz edilme şartlarına haiz değilken dahi günümüz iktisat anlayışıyla büyük ölçüde örtüşen iktisat biliminin temelleri de bu dönemde atılmıştır. İbni Haldun’un Mukaddime adlı eseri bu alanda verilebilecek en iyi örnektir. Tabi bahsi geçen dönemde ele alınan eserler din ve ahlakı çoğunlukla merkeze alan eserlerdir. Bugünkü bilimin temelleri bilimsel, dini ve ahlak çerçevesinde o dönemde ele alınmış ve yorumlanmıştır. Pozitivist bilimin bugün aldığı ise normatif (ne olmalı, din, ahlak ve diğer değerler) değerleri içermeyen mekanik Mart bir yaklaşımdır. Mekanize edilen bu kavramlar 18. yüzyıldan günümüze, batıda pozitivist etkiler ışığında süzgeçlenerek tekrar yeni bilgiler ve teoriler şeklinde sunulmaktadır. Bunun iki örneği iktisat ve ahiliktir. İktisat tanımı aslında teorik bir şekilde günümüzden 7. yüzyıl kadar önce ortaya konmuştur. Bugün tartışılan en önemli konulardan biri de iktisat bilimine dair pozitivist yaklaşımların ne kadar uygun olduğudur. Bir diğer kavram ise ahiliktir. AB sürecinde tüm kamu kuruluşlarında zorunlu olarak uygulanan etik ilkeleri yönetmeliği mevcuttur. Yolsuzlukla ve görevi kötüye kullanmaya karşı uygulanan bu yönetmeliğe dair eğitimler de verilmektedir. Verilen bu eğitimlerde etik değerlere sahip kamu personeli ve tüccar yetiştirme fikri yatmaktadır. Oysaki hayatın çoğunlukla siyah beyaz olmadığı gri alanlarda, vicdanı ön plana çıkartan etik kavramına teorik ve kapsamlı bir biçimde Ahilik teşkilatımızda rastlamak mümkündür. Nitekim Ahiliğe dair yapılan bir tanım da ‘Ahi vicdanının kendi üzerine gözcü koyan adamdır’. Bir diğer tanımda, helalinden kazanan, yerinde ve yeterince harcayan, ölçü tartı ehli olan, yararlı şeyleri üreten ve yardım edendir’ şeklinde tarif edilmektedir. İktisadi hayat 2.2. İktisadi hayat veve İbni Haldun İbni Haldun İktisat nedir? Sorusunu mevcut bilgiler çerçevesinde 18. yüzyıl öncesi dönemi dikkate almayarak cevaplandırdığımızda son 3 yüzyıldır mekanik, değerlerden soyut bir tanımla karşılaşıyoruz. Bu dönemde, klasik anlamda iktisat tanımı ilk kez 18. Yüzyılda yapılmaya çalışılmıştır ve modern anlamda iktisat kavramı bu dönemden sonra yorumlanmaya başlanmıştır. Oluşan algı, 18. yüzyıla kadar bilimsel olarak günümüze ait iktisat bilimine dair tasnif yapılmamış olması yönündeydi. İktisat bilimi diğer birçok bilim dalı gibi 18. yüzyıldan önce tek başına bir bilim olarak ele alınmamaktaydı. Fakat iktisata dair birçok bilgiyi 14. yüzyılda teorik olarak bulmak mümkündür. Çünkü günümüzde var olan bilim dalları 18. yüzyıla kadar daha çok kendini din, felsefe, tıp ve fen ilimleri içinde göstermekteydi. Bu bilim dallarının temeli de İslam medeniyeti tarafından atılmıştır. Gerçekte günümüzde var olan bilim dallarının temelinin İslam toplumları tarafından ilk kez ele alındığı gerçeği ise batı toplumlarının bilgisi dâhilindedir. Dolayısıyla modern bir bilim olarak iktisat bilim dalının da bu gerçeği ele alarak yeniden dillendirilmesi yerinde olacaktır. Nitekim piyasa ekonomisi gibi bugünün temel iktisadi kavramları belli ölçüde ilk kez 14. Yüzyılda İbni Haldun1 tarafından ele alınmıştır. Oysaki iktisat bilimin temeli, öğrenildiği ve öğretildiği gibi 18. Yüzyıla Adam Smith’e götürülür. Diğer bir önemli nokta ise iktisat kavramının tanımlanması ve yorumlanmasıdır. Sekuler bir şekilde yapılan pozitivist yorumlamalar günümüzde artık sorgulanmaktadır. Bir kavramın yorumlaması ona nereden, nasıl, hangi ideoloji, kültür ve inançlar birlikteliği ile baktığınıza bağlıdır. İktisat kavramını bu bağlamda ele almak ve tekrar yorumlamak yerinde olacaktır. En genel anlamıyla pozitivist yaklaşıma göre iktisat, sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklardan karşılanmasıdır. Bu anlayışa göre, insanlar ister fakir olsun ister zengin daima daha fazla mal ve hizmet isterler. Yani insan ihtiyaçları sonsuzdur. Dolayısıyla, bu anlayışa göre rasyonel (akılcı) insan o dur ki kıt kaynaklar içerisinde kendi tatmin düzeyini en etkin bir şekilde seçer. Tamamıyla mekanik olan bu iktisat tanımı benlik ve çıkar üzerine tüm iktisadi sistemi bina etmektedir. Tercih edilen bu iktisadi sistem günümüzde hem öğrenilmekte hem de öğretilmektedir. Değerler ışığında baktığımızda nasıl bir iktisat anlayışı ile karşılaşacağız? İktisat ile ilgili hususları daha çok ahlaka ve davranışlara dair hadislerde bulunmaktadır. İslam, iktisadı ahlak kavramı içerisinde ele almakta ve iktisadın gerektirdiği üretimi emretmektedir. Zira bir hadiste, “Kimin bir arazisi varsa, onu Günümüzde var olan bilim dallarının temelinin İslam toplumları tarafından ilk kez ele alındığı gerçeği ise batı toplumlarının bilgisi dâhilindedir. Mart 55 ya ekip diksin veya bir kardeşine ekmesi için versin”2 buyrulmuştur. Yapılan işin de en iyi şekilde yapılmasını emretmiştir. Nitekim bir hadisi şerifte de “Allah ihsanı (işi en güzel şekilde yapmayı) her işte takdir etmiştir”3 Peki, iktisat nedir? Gerçekten insan ihtiyaçları sınırsız mıdır? Sınırsız olan ihtiyaçlar nefse mi ait? Bu noktadan hareketle “orta yol” anlamındaki “iktisat”, hem inançta ve ibadette hem de sosyal hayatta son derece önemli bir prensip ve duruş olarak karşımıza çıkar. Kaldı ki “iktisat” sözcüğü, mu’tedil olma, dengeli olup her türlü aşırılıklardan sakınma ve nihayet, israfın zıddı olarak, gerek klasik dönemde gerekse de modern dönemde İslâmî literatürde kullanılmaktadır. Diğer bir anlamıyla bakıldığında iktisat kavramı, insan yaşamının en verimli şekilde değerlendirilmesi diye tanımlanabilir. Başka bir değişle, insanın; dünya, çevre ve zamanla ilişkisini dengeli olarak kurabilmesidir.4 İktisat kavramını değerler ışığında ele alırken dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da iktisat ve kanaat ilişkisidir. Bu iki kavram eş anlamlı gibi görülmektedir. İktisat aynı zamanda mutedil olma, dengeli olup her türlü dengesizlikten kaçınmaktır. Böylelikle ölçülü, itidalli bir iktisadi davranışla tasarruf özendirilip zekât müessesi ile toplumdaki ekonomik dengesizlikleri ve aşırılıklar önlenmektedir. Diğer bir önemli nokta ise insan ihtiyaçlarının sınırsızlığıdır. İslam iktisadında dillendirildiği gibi iktisat, itidal üzerinedir. Çıkar ve sınırsız insan ihtiyaçlarını önceleyen modern pozitivist iktisadın aksine aşırılık ve haddi aşma İslam ahlakında yasaklanmıştır. Nitekim Kuran’daki, “... Kalbini, bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme”5 ayeti, buyrulmaktadır. İktisada dair günümüzde halen güncelliğini koruyan teorik bilgilere ise yoğun olarak modern iktisadın ortaya çıkışından tam 4 yüz yıl önce İbni Haldun’un Mukaddime adli eserinde bulmak mümkündür. İktisat biliminin tanımı ilk kez 14. yüzyılda İbni Haldun tarafında dile getirilmiştir. Günümüz iktisadi yaklaşımlarına dair birçok önem arz eden bilgi modern iktisadın doğuşundan tam 400 yıl önce İbni Haldun tarafından dillendirilmiştir. İbni Haldun, üretim, işbölümü ve üretkenlik konularını daha geniş bir çerçevede ise iktisadî ilişkilerin toplumsal bağlamını tartışırken, 18. ve 19. yüzyılın sosyolog ve ekonomi politikçileri kadar, 20. ve 21. yüzyıl iktisat ve işletme gurularına parmak ısırtacak bir kavrayış derinliği göstermektedir. Petty, Smith, Malthus, Saint Simon ve Marx’ın dile getirdiği sayısız fikrin sadece tohumlarını değil; bizzat olgun hallerini İbni Haldun’da bulabiliriz. İbni Haldun’a göre insanın görevi, üretim yapmaktır. İbni Haldun’a göre “Her şey Allah C.C’ dan gelir. İnsan kendine mahsus olan birtakım hususiyetlerle bütün hayvanlardan ayrılmaktadır. Bütün hayvanlardan ayrıldığı ve bütün mahlûklar arasında onunla şeref kazandığı fikir ve düşüncenin mahsulü olan ilimler ve sanayidir.”6 Dolayısıyla İbni Haldun ilim ve sanayi üzerine düşünmenin zorunluluğunun altını çizmektedir. Şu halde, “Allah (C.C) insanı yaratmış, gıdasız yaşaması ve hayatını devam ettirmesi mümkün olmayacak sürede ve biçime koymuş, Piyasa ekonomisi gibi bugünün temel iktisadi kavramları belli ölçüde ilk kez 14. Yüzyılda İbni Haldun1 tarafından ele alınmıştır. 56 Mart fıtratı ile gıdasını aramaya ve kendisine tevdi ve diğer kalemlerden elde edilen vergilerin edilen kudret ile bunu elde etmeyi ona bellet- hazinede tutulmasına karşı çıkmaktadır. Hamiştir.”7 Ayrıca iktisadi faaliyetlerde bulun- zinede bulunan paranın korunmaya muhtaç mak Allah’ın emridir. Çünkü kendi başına ihtiyaç kesimlerin korunmasında, halkın refah ve duyduğu mal ve hizmetleri karşılayamaz. Cemiyet mutluluğunun artırılmasında kullanılmasını halinde üretmek ile ancak ihtiyaç duyulan ifade etmektedir. İbni Haldun’un tüm bu iktisadi mal ve hizmetlere ulaşmak mümkündür. İbni görüşlerinin altında dini ve ahlaki değerler öne Haldun’a göre kazancın yegâne sebebi emektir. çıkmaktadır. Yani din ve ahlak temelli bu anCemiyette yardımlaşma ile üretim sürecine katılanlar layış günümüz iktisadi akımların birçoğunun emeklerinin karşılığını fazlasıyla alır kat ve kat üre- kaynağı olmuştur. Fakat pozitivist yaklaşımla, son tim miktarına erişirler. Böyleiki asır boyunca yeniden yolikle uzmanlaşma meydana rumlanan sekuler iktisadi gelir ve toplumlar şehirler yaklaşım değerlerden uzak belli alanlarda uzmanlaşabir tanım içermektedir. rak diğer ülke ve toplumlar Kuran’daki, “...Kalbini, bizi Ahilik 2. 2. Ahilik ve ve ile ticareti artırarak toplam anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna Ahlak Ahlak refah düzeyini artırırlar. Bahsi geçen teori günümüz uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat Diğer bir kayıp değeuluslararası iktisat disiplietme”5 ayeti, buyrulmaktadır. rimiz ise Ahilik teşkilatımızninde halen kullanılmaktadır. Ahiliğin günümüz deki dır. Ayrıca devletin iktisadi karşılığı esnaf ve sanatkârve sosyal hayattaki rolünü lar birliğidir. Ahilik kurutanımlamakta ve devletin munun görevleri ise; esnaf denetleyici ve düzenleyici ve sanatkâr kuruluşlarına eleman yetiştirme, olmadığı kamu harcamalarının az olduğu bir ülkeyi akarsu havzasından uzak, cılız bir bitki örtüsüne ben- işleyiş ve kontrollerini düzenleyen kurumlarzetmektedir. Bunun dışında devletin piyasada bir tüc- dır. Ahiliğin kökeni, fütüvvet teşkilatlarına dayancar gibi rol almasını eleştirmiştir. Çünkü devletin haiz maktadır. Fütüvetnamaler ise Ahi tören ve törelerini, olduğu yetki, devlet lehine rekabet üstünlüğü sağla- teşkilata girişlerini düzenleyen, yani esnaf ve sanatkâr yacak ve tüccarların böylece o ülkeyi terk edeceğini kurumlarını içine alan el yazmalarıdır. Ahilik, din söylemektedir. Düşük vergi politikasını desteklemekte ve Ahlaki temel alan bir teşkilattır. Çünkü terim ve böylelikle üretimin, ticaretin ve dolayısıyla vergi olarak ahiliğin temelini oluşturan futüvvetten bahgelirlerinin artacağını savunmaktadır. Vergilerden sedenler aynı zamanda birer süfıdirler. Bu nedenle ahilik ve tasavvuf arasındaki ilgi ve çizgi önemlidir. Süfilerce fütüvvet, tasavvuf yaşantının önemli mertebelerinden birisi olarak kabul edilmekteydi.8 Onlara göre, fütüvvet, iyi davranışların toplamından ibaret olan bir yaşam tarzıydı. Bu yaşam tarzı, Peygamberlerin ve İslam büyüklerinin yüksek vasıflarıyla belirginleşmişti.9 Nitekim Cuneydi Bağdadi, fütüvveti, kulun kendi nefsini başkasınınkinden üstün ve değerli görmesidir şeklinde tanımlar. Ali Tirmizi’ye göre ise fütüvvet, kulun, Allah için kendi nefsine düşman olmasıdır. Ömer Osman el.Mekkiye göre ise fütüvvet iyi huyluluktur. Muaviye bin Ebu Süfyan’ a göre fütüvvet bir kimsenin kendi malına kardeşinin Mart 57 elinin uzanmasından kat i suretle rahatsız olmamasıdır.10 Bir dönem erdemli, ahlaki ve dindar vasıflı kurum olan ahilik teşkilatı Osmanlı dönemde sosyal, ekonomik ve ahlaki yönden oldukça önemli görevler üstlenmiştir. Osmanlının son döneminde ise etkisini kaybetmiştir. Sağlıklı toplum için gerekli olan teşkilatlanma her dönem ve her toplum için her daim gereklidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Cemiyet ile birlikte yaşama zorunluluğu vardır. Cemiyetin sıhhati ise ahlaklı ve dindar tüccar ve zanaatkarın yetişmesine yetiştirilmesine bağlıdır. Ahilik teşkilatı asırlar boyu bu görevi üstlenmiştir. Günümüzde, kaybettiğimiz bu Ahilik teşkilatımızın yerini ithal bir kavram olan etik kavramı almıştır. Maalesef bu kavramın yerleşmesi ve kamu kurum ve kuruluşlarında uygulanması ise AB standartlarına uyma adıyla yapılmaktadır. Oysa modern toplumun yozlaşmasına, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, sahip olunan makamı çıkar için kullanma ve iş verimliğini artırmaya yönelik uygulanan etik kavramının tam ve daha fazla karşılığı olan kavram ahiliktir. Etik ilkeleri, iş hayatında siyah beyaz bölgeler dışında kalan gri tonlara dair düzenlemeleri içermektedir. Yani kişilerin kendi vicdanlarını iş hayatında daha etkin kullanma arayışı vardır. Hayatın bu gri tonlarını daha etkin ve verimli kullanmak amacıyla oluşturulan etik ilkeleri uygulaması birçok kamu kurum ve kuruluşunda uygulanmaktadır. Aslında sahibi olduğumuz ve yüzyıllarca Anadolu’dan Kırım’a ahlaklı, erdemli insan yetiştiren ahilik teşkilatı günümüzdeki etik kavramını içine almaktadır. Bu kurum çok ahlak ve erdem sahibi kişi yanı sıra iyi bir tüccar yetiştirmekteydi. Din ve ahlak temelli bu teşkilat uzun yıllar Anadolu’da birçok ahlaklı ve nitelikli zanaatkârın yetişmesine vesile olmuştur. Modern etik ilkelerinin temelini oluşturan hatta çok daha fazlasını topluma yükleyen Ahilik teşkilatı aynı zamanda tasavvufi bir kurumdur. Toplumda ileri gelen insanlar ile çırak ve yamakları bir araya getiren ahilik teşkilatı, bu yönüyle tabandan itibaren ahlaklı ve nitelikli insanlar yetiştirmektedir. Devlet adamlarının bulunduğu zaviyelerde bir araya gelen esnaf ve zanaatkârlar ahilik eğitimden geçerlerdi. Bu zaviyeler meslekte yeterli ahlaklı bireyler yetiştirirlerdi. Ahilik, insanın dünyevi ve uhrevi hayatını düzenlerken ‘İnsanı kâmil’ diyebileceğimiz bir ideal tip ortaya koymaktadır. Ahi, kalbi Allah’a, kapısı yetmiş iki millete açık olan, mürüvvet ve merhamet üzere olup cömertliği esas alan, ahlaki ana sermaye edinip akıl yolunda yürüyen, ilim isteyen ve ilmiyle amel edip yararlı çalışmayı elden bırakmayan kişidir. Ahi aynı zamanda kendi nefsini bir başkasına tercih edendir. Bitmek bilmeyen bir hırsla kazan. Mal ve harcama arzusunda olan değildir. Nitekim bir müşteri bir dükkâna gider ve mal almak ister esnaf ise ‘kusura bakma efendim Allah (C.C) bereketini vere, ben bu sabah siftah yaptım. Senin istediğin mal karşı dükkânda var O daha siftah etmedi siz oradan alın der. 1524 yılında Bursa kadısı tarafından yazılmış el- yazması fütüvvetname; ‘Fütüvvet erbabından olmak vasfını kaybetmemek için haramdan son derece sakınmak gerekir. Çünkü haram yiyen kişide fü- İbni Haldun’a göre insanın görevi, üretim yapmaktır. İbni Haldun’a göre “Her şey Allah C.C’ dan gelir. İnsan kendine mahsus olan birtakım hususiyetlerle bütün hayvanlardan ayrılmaktadır. Bütün hayvanlardan ayrıldığı ve bütün mahlûklar arasında onunla şeref kazandığı fikir ve düşüncenin mahsulü olan ilimler ve sanayidir.”6 58 Mart nayım çoluk çocuğumun iaşesini sağlayayım kalanını ise infak edeyim’. Ahlakı tamamen eriten iktisat anlayışı değil de insanı ve ahlakı kapsayan iktisadi hayatın ürünü toplum için çok daha faydalı olacaktır. Toplumlar insanlardan oluşur. Ne kadar nitelikli ve ahlaklı insan yetiştirilebilirse o toplum iktisadi, sosyal ve ahlaki anlamda yüksek niteliklere sahip olacaktır. Nitelikli ve ahlaklı işini iyi yapan insan yetiştirme amacı dünyevi ve uhrevi açıdan önemlidir. Nüfusu hızla aratan İslam ülkeleri nitelikli ve ahlaklı nesiller ile ancak bir zamanlar kaybettiği üstünlüğü tekrar elde etmesi mümkündür. Acı olan şudur ki sahibi olduğumuz birçok değeri sanki bizde hiç olmamış gibi tekrar ithal ediyoruz. Bu bağlamda yeterince çalışmalar ile var olan değerlerimizin yeni“Allah (C.C) insanı yaratmış, den güncel olarak yorumlagıdasız yaşaması ve hayatını devam nıp uygulanması gerekliliği önem arz etmektedir. ettirmesi mümkün olmayacak sürede tüvvet vasıfları kalmaz. Fütüvvet vasıflarını elinde toplayan kişinin esnaflık yada sanatı, buna muhtaç Allah kulları için yaptığı fikrini benimsemiş olması gerekir. O onların ihtiyaçlarını görüp hizmetlerini yerine getireyim ve yaptığım bu hizmet karşılığında helalından kazanacağım ve paraların bir kısmını kendi geçimim için bir kısmını da fukara için harcayacağım görüşünde olmalıdır. Çünkü kişinin kendi el emeğiyle kazandığı lokmadan daha helal bir lokma yoktur’. Sonuç Çıkar ve ben üzerine oluşan ve insanın her daim kendi çıkarını düşünerek iktisadi faaliyetlerde bulunacağını söyleyen pozitivist iktisat biliminin tersine İsve biçime koymuş, fıtratı ile gıdasını Kaynak lam toplumu sahip olduğu Abdülbaki Gölpmarlı, “İslam ve Türk İllearamaya ve kendisine tevdi edilen rinde Fütüvvet Teşkilatı”, İ.Ü.İ.F.M. İstanbul, değerler ışığında iktisadi ve 1949–1950, c. 11, s. 208. kudret ile bunu elde etmeyi ona içtimai hayat tarzına yön Anadol Cemal, Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnabelletmiştir.”7 meler, KBY., Ankara. vermelidir. Değerler ışığınİbn-i Haldûn. (2004, b). Mukaddime, C. I-II, da yaşanan ve yaşatılan (Trc. Halil Kendir ) . İstanbul: Yeni Şafak Kültür Armağanı, iktisadi ve içtimai hayat tarKOCATÜRK, Saadettin, “Fütüvvet ve Ahilik”, XX. zına sahip olan İslam toplumu ilim ve fennide öncüsü Ahilik Bayramı Kongresi Tebliğleri ve Esnaf ve Sanatkarların Sosyo-Ekonomik Meseleleolmuştur yüzyıllar boyu. Çalışmak, işini iyi yap- rinin Tartışıldığı Panel Tebliğleri, Kırşehir 1984. Vahit Göktaş, 2014, ‘ Tsavvuf Yazıları’ ISBN. 978-605-5932-75-6, s. 372 mak ve helal dairesinde durarak çoluk çocuğuna infak yapmayı sadaka sayan bir anlayış 1. Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî (Arapça: ışığında toplumları tekrar oluşturmak boynu- Abu Zayd ‘Abdu r-Rahman bin Muhammad bin Khaldan Al-hadrami; 27 Mayıs 1332 / Hicrî: 732, Tunus- 17 Mart 1406 / Hicrî: 808, Kahire) veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun, muzun borcudur. modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı..Eğitimine Yine Bursa’da bir yapılan bir esnaf duasında ‘Rabbim bugün işimi bereketli eyle ki kaza- küçük yaşlarda başlayan İbn Haldun ilk önce Kuranı ezberleyerek 17 yaşında ilk çalışmasını hukuk üzerine yaptı.Yirmi yaşına gelinceye dek bir çok alimden matematik, edebiyat, mantık, tefsir,hadis ve gramer dersleri aldı. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısırda çalıştı. Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu’l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime’yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Katip Çelebi, Naima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere Osmanlı tarihçileri Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti. 2. Buhârî, Hars, 18; Müslim, Büyû’, 87, 88. 3. Ebû Dâvûd, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Nesâî, Dahâyâ, 22, 26, 27; İbn Mâce, Zebâih, 3 4. Sabri Ülgener, Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı, İstanbul 1981, s. 11-19. 5. Birinci olarak zikredilen âyet için bk. Tâ hâ, 20/45. İkinci âyet için ise bk. el-Kehf, 18/28. 6. İbn-i Haldûn. (2004, b). Mukaddime, C. I-II, (Trc. Halil Kendir ) . İstanbul: Yeni Şafak Kültür Armağanı, s.97 7. İbn-i Haldûn. (2004, b). Mukaddime, C. I-II, (Trc. Halil Kendir ) . İstanbul: Yeni Şafak Kültür Armağanı,s.213 s. 372 8. Vahit Göktaş, 2014, ‘ Tsavvuf Yazıları’ ISBN. 978-605-5932-75-6, 9. Abdülbaki Gölpmarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”, İ.Ü.İ.F.M. İstanbul, 1949-1950, c. 11, s. 208. 10. Kocatürk, Saadettin, “Fütüvvet ve Ahilik”, XX. Ahilik Bayramı Kongresi Tebliğleri ve Esnaf ve Sanatkarların Sosyo-Ekonomik Meselelerinin Tartışıldığı Panel Tebliğleri, Kırşehir 1984.s.19 11. Anadol Cemal, Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnameler, KBY., Ankara., 2001.85-86 Mart 59 Tarihten Günümüze İslamcılık Akımları I-Çağdaş Mürcie ve Çağdaş Haricilik Düşüncesi Yusuf KARAGÖZOĞLU i dirdiğ n i n ı ’ Allah m onlar i k e r t ş i He r. t me z s e e m si d i r l e k i ü d h n e k ile a yalnız in t r m e l ü r k i f ü kâ 44), H / e d f / 40) u (Mai s u Y ( ındır. Allah’ 60 İslamcılığın doğuşu sadece islam ülkelerinin işgaline verilen bir tepkisellik değil, aynı zamanda klasik ulemanın islam anlayışının eleştirilip geleneksel islamla hesaplaşmadır. Siyasal islam söylemi aslında sünnetin şarkiyatçı söylemle geleneğe indirilmesi, islah ve tecdid düşüncesinin dine eklemlenmesi, dinin ilerlemeciliğe karşı olduğu fikrini empoze edip yenilikçi ve reformcu görüşlerle ictihad kapısının kapanmadığı vehmine kapılmaktan başka bir şey değildir. Rasyonalist akli özgürlüğün nakillere üstünlüğü, sözde ehl-i sünnetin statikliğinden dem vurup ictihad kapısının kapandığını bahane ederek modern islamın dinamiklerine sarılmadır. İslam dininin tasavvuru alanını daraltarak onu İslamcılık kılıfında bir ideolojiye sokmaya çalışan yaklaşımlar sakat, tutarsız ve tarihi yanlış okumadan kaynaklanır. Kendinden önceki 1400 yıllık tarihi ve irfani tecrübeyi yok sayan İslamcılık anlayışları ideolojik ve sloganik olmaktan öteye varamayacaktır. Eğer karşı çıktıkları taklidi imandan neşet eden bidat ve hurafelerin temizlenmesiyse zaten bizde bunu destekleriz, hatta diyebiliriz ki, tahkiki imanın ken- Mart disinden sudur ettiği ehl-i sünnetin akidesinin temelinde bidatler ve hurafelerle mücadele vardır. Yok, karşı çıktıkları geleneksel islam üzerinden ehl-i sünnet anlayışına saldırmak ve bu anlayışı tahkir etmekse buna dur demek boynumuz borcudur. Unutmayalım ki, gelenek olmadan din olmaz, ama İslamcılık olmasa da din olur, diyerek sözlerimize devam edebiliriz. İşin vahim tarafı da gelenek kavramının dışardan ithal edilip islami terminolojiye sokulmasıdır. Zira gelenek kavramı oryantalistlerin sözlüğünden bizim dilimize geçmiştir. Ebubekir Sifil hocanın ifade ettiği gibi: Müsteşrikler, Batı dillerinde yaptıkları İslâmiyat çalışmalarında “Sünnet” ve “Hadis”i “tradition” (gelenek) kelimesi ile ifade ettiler. Bu, onların, Sünnet ve Hadis’i (tıpkı kendi geçmişlerinde olduğu gibi) Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz’den sonra gelenlerin O’na atfettiği ve fakat aslında O’na ait olmayan bir yığın söz ve uygulamalar olarak ya da toplumun zaman içinde oluşturduğu örf, an’ane , adetlerle aynı özelliğe sahip, onlardan farklı ve üstün bir yanı bulunmayan bir olgu olarak nitelendirmelerinin sonucuydu. Batı, İslam’ı içten parçalamak için yeni bir söylem geliştirerek geleneksel İslam, ılımlı İslam, modern İslam ve radikal İslam gibi sınıflandırmalara girişerek İslam’ı algılamada zihinlerde fitne ve şüphe tohumları ekmeyi hedefliyor. Müslümanları potansiyel düşman olarak gören batı kendi medeniyetinin bekası için ılımlı islam ve büyük Ortadoğu projesini yürütüyor, misyonerliğe kapı aralayan medeniyetler ittifakı- dinlerarası diyalog aldatmacalarını sahneliyor, modern İslamcıların aklını işgal ederek onları emperyalizmin keşif kolu olan oryantalizme yakınlaştırma çabalarını sürdürüyor, el-Kaide, Taliban Örgütü ve Vahhabi - Selefi örgütlerin tekfircilik ve şiddet propagandası yaparak islamı terörizmle lanse etmelerini sağlıyor. Tüm bu islami anlayışların tarihteki ehl-i bidat mezheplerle ortak benzeyen yönleri var. Mesela ılımlı İslamcılarda çağdaş mürcie görüş ve düşüncelerini, el-Kaide, Taliban Örgütü ve Vahhabi - Selefilerde çağdaş harici görüş ve düşüncelerini, modern İslamcılarda hem çağdaş mutezili, hemde çağdaş harici görüş ve düşüncelerini görmek mümkündür. Yine selefi-akılcı, selefi – devrimci, akılcı-devrimci gelenekçi - mezhepçi, selefi-mezhepçi, gibi basmakalıp adlandırmaların yanında rasyonalist islam, liberal islam, Mart laik - sekülarist islam, sosyalist islam , antikapitalist islam, fundamentalist islam, gibi argümanlar da duymak mümkündür. Bugünü daha iyi anlamak ve kavramak istiyorsak düne yani geçmişe bakmak lazım gelir. Özellikle bugünkü güncel itikadi sapmaların özelliklerinin geçmişteki itikadi fırkaların özelliklerinden farksız olduğu aşikârdır. Mesela klasik mürcie mezhebi imanı amelden ayrı tutar, günah işlemenin imana zararı olmayacağını, vaad eden ve umut veren ayetleri almışlardır, modern çağın mürciesi ılımlı İslamcıları başörtüsü füruattir diyerek laik eğitim kurumlarında ilim okumak için başörtüsünün çıkarılmasına bile fetva verirler, aynı zamanda dinde küfür sayılan söz ve amelleri dikkat etmez, islama göre dost ve düşman kavramlarını es geçerler. Yine küfrü ve şirki basit gördükleri için laik demokratik yönetim sistemlerini ve beşeri kanunları savunurlar, cihad ruhunu yok edip kafirlerle dostluk kurmanın adı diyalog, safını belli etmemenin adı barışa katkı, emperyalizm ve siyonizmle uzlaşmanın adı medeniyetler arası ittifakıdır onlara göre. Ilımlı muhafazakar kapitalist çağdaş mürcieler azılı islam düşmanlarına gösterdiği hoşgörünün binde birini müslüman kardeşlerine göstermezler, kartel medyanın terörist damgası vurduğu Müslüman kardeşlerine iftira ve hakaret etmekten imtina etmezler. Tebliğ vazifesi yapılması gerektiği yerde bunun yerine diyalog kavramı üretilerek muharrref din mensuplarına yakın durmayı yeğlerler. Dini devletten ayrı gören İslam’ın siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hükümlerini kale almayıp dinden sadece ibadeti anlayan bu sığ ve kıt düşünceli çağdaş mürcie bir bakıma dini vicdanlara hapseden laik-seküler Müslüman tipi üretmeye namzet görünüyor. Laiklik, sekülarizm kavramlarının Arapçaya tercümesindeki karşılığı el-ilmaniye’dir. El-ilmaniye kelimesinin Türkçe karşılığı dinsizlik veya dünyeviliktir. Hristiyan terminolojide dinin bilim ve akla karşı olduğu, din ve ilmin birbiriyle zıt iki kutbu temsil ettiği varsayılarak bu kelime kullanılmıştır. Bakın dinin devletten ayrılması konusunda Osmanlının son dönem şeyhulislamlardan Mustafa Sabri Efendi ne diyor. Şeyhul İslam Mustafa Sabri Efendi’ye, göre din ve devletin ayrılması 61 işi öncelikle halifeliğin kaldırılmasına zemin hazırlamak için yapılmıştır. Bundaki maksadın da sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olmadığını, bunun dini ortadan kaldırmak için bir tuzak olduğunu savunmuştur. (Mustafa Sabri (1998). Hilafetin İlgasının Arkaplanı, Çeviren: Oktay Yılmaz, İstanbul: İnsan Yayınları). Şeyhul İslam devamla bu bakımdan millet dinli, hükümet dinsiz kalamaz. Bu mümkün değildir (Mustafa Sabri, (11 Mayıs 1928) “İslâm’da İmâmet-i Kübrâ Yani Hilafet-i Muazzama-i İslamiye” Yarın Gazetesi, İskeçe (Xhanti). S. 21, s. 1-4). İslâm kanunlarından kurtulmuş ve dinden uzaklaşmış bir hükümet, şer’i hükümleri uygulamada gevşeklik gösterir. Bu durum da günah işlemeye müsait fırsatlar doğurur. Devletin dini, ancak siyaset ve diğer işlerinde dinin bir otorite olmasıyla gerçekleşir (Mevkifu’l-Akl ve’l- İlim ve’l-Âlim min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Mürselin, Beyrut: Dâru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, IV, 291). Hükümet, dini kendinden çıkarıp attığında yalnız kendisi kâfir olmaz. Bu küfür, toplumuna da sirayet eder. Çünkü küfre rıza küfürdür (Mevkifu’l-Akl ve’l- İlim toplumda içki ve zinanın serbest olması, laik eğitimin erkek – kız ayrımı olmadan karma olması nedense onları pek ilgilendirmiyor. İslam’da parçacı anlayış yoktur, ayetlerin bir kısmın kabul, bir kısmını reddetmek hepsini yok saymakla eştir. Bazı hükümleri kabul edip bazılarını reddetme yoktur, iman ve ibadetle ilgili hükümlerini kabul edip muamelat ve ceza hükümlerini yok saymak, devlet idaresiyle ilgili ayetlerin olmadığını söylemek kişiyi küfre sokar. Böyleleri şu ayetin kapsamına girerler. “Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi / 85) Çağdaş ılımlı mürcienin islami bir devlet talebi olmadığı için bu fikri savunanların belki Kuran ahkâmının her alanda olduğu gibi devlet kurumunda da geçerli olmasını isteyen çağdaş haricilerden daha “Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi / 85) ve’l-Âlim min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Mürselin, Beyrut: Dâru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, IV, 286). Ma’rufu emr ve münkeri nehy vazifesi, Müslümanların en birinci ayırıcı sıfatıdır. Bu vazifenin ciddi ve mükemmel bir şekilde yerine getirilebilmesi için, islâm’ın devlet gücünü elinde bulundurması gerekir. Bundan dolayı islâm, hükümet ve siyaseti asla ve kat’a elden bırakamaz (Mustafa Sabri, (25 Mayıs 1928). “islâm’da imâmet-i Kübrâ Yani Hilafet-i Muazzama-i islamiye” Yarın Gazetesi, İskeçe (Xhanti). S. 22, s. 2.; Mustafa Sabri (1992). Hilafet ve Kemalizm, Yayına Hazırlayan, Sadık Albayrak, İstanbul: Araştırma Yayınları, 183). Öyle ya çağdaş ılımlı mürcieler siyasi olarak laik -sekülarizmi, ekonomik olarak kapitalizmi, sosyal ve kültürel olarak liberalizmi benimsemiş gözüküyor. Devletin islami kanun ve hükümlerle yönetilmeyip İsviçre’den alınan İslam dışı medeni kanunlarla yönetilmesi, faiz sistemiyle ekonomiyi ayakta tutması, 62 tehlikeli olduklarını göstermektedir. Nitekim selefin büyüklerinden İbrahim en-Nehâî : “Bu ümmet için Mürcie fitnesi, Haricîlerin fitnesinden daha korkunçtur.” demiştir. Klasik dönemin Haricileri ibadete çok düşkündüler, nafileleri kaçırmamaya özen gösterirlerdi, o kadar ibadet ederler ki, alınları nasırlaşırdı. Onlara göre büyük günahlardan birini işleyen İslam dininden çıkar, kâfir olur, ebediyyen cehennemde kalır. Onlara göre zalim devlet başkanına başkaldırmak farzdır, ne kadar dindar olursa olsun Harici olmayan herkes kâfirdir. Bu inançlarından dolayı da Hz. Ali gibi seçkin bir sahabeyi kâfir ilan etmekten çekinmemişlerdir. Hâricîler Kur’ân’ın mahlûk olduğunu, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l münker ilkesini silah, kılıç vb şiddet yollarıyla müslümanlara tatbik etmişler. Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidirler. (Maide / Mart 44), Hüküm yalnız Allah’ındır. (Yusuf / 40) ayetlerini slogan yaparak ehl-i kıbleyi tekfir etmişler. Hz. Ömer r.a.’ ın oğlu Hz. Abdullah’ın Haricîler hakkında buyurduğu gibi, “gerçekte onlar müşrikler hakkında nazil olan ayetleri müslümanlar için kullanmışlardır” (Buharî). Hâricîler bu görüşleriyle Mu’tezile’ye tesir etmişlerdir. Bu kıt görüşlülük ve sığlıkları nedeniyledir ki Hariciler, kendilerinden olmayanları müslüman saymıyor, onların kestiği eti yemiyor, onlarla evliliği haram biliyorlardı. Kuran ayetlerine görünen ilk zahiri manasını veriyorlar, zanlarınca tevil edip şeriatın maksadını göz ardı ediyorlardı. Klasik hariciler ve mutezile mezhebi korkutma ve cezalandırmayla ilgili ayetleri delil olarak almışlardır. daydı. Mekke ise, 30 Nisan 1803 günü Vehhabilerin eline geçti….Başta Hz. Hatice’nin evi olmak üzere ileri gelen sahabilere ait oldukları bilinen ve hatıra olarak korunan evler yıkıldı.” (Doç. Dr. M. Ali Büyükkara, İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vehhabilik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004,s.32) Yapılan katliamların ve yağmaların temel sebebi, kendileri gibi Vehhabi olmayanları müşrik olarak görmeleridir. Vehhabiler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kuran ve Hadisler dışındaki kaynakları bidat kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, Allahu Teâla yeryüzünde İslam büyüklerinin ve ashabın mezarlarını yıkGörüldüğü gibi kafesad çıkarmayı yasaklamaktadır. tılar. … Kerbela, Taif, bileci, şiddet yanlısı, tartışmacı, dışlayıcı, isyancı ve İslah olmuşken fesad çıkarma ne Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.” provakatif cihad söylemleri kadar zararlıdır. (Prof. Dr. Erman Artun, 19. özellikleriyle bilinen HariYüzyıl Osmanlı Dönemi Orcilerin bugünkü devamı tadoğu’nun Sosyal Tarihine çoğunlukla Amerika’nın Bir Kaynak : Aşık Esrari’nin güdümündeki cihadcı Vehhabi Destan,Çukurova tekfirci el - Kaide ve Suudilerin yaptığı parasal yardımlarla eğitilen Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve EdeTaliban örgütü ile Selefi – Vahhabilerdir. El - biyatı Bölümü) Kaide ve Taliban örgütünün masum sivilleri hedef Halbuki islam canı, malı, nesli, aklı ve alan bombalı saldırılar ve kaçırma eylemeleriyle, kanı, malı ve canı kendisine haram olan Müslüman dini korumak için gelmiştir. Bu beş zaruri şey kokardeşlerine karşı savaşmaları onları çağdaş runduğu sürece dünya güven ve barış içinde olacakharici kılıyor. Yine başka bir harici grup olan Selefi tır. Fakat bunlar ihlal edildiğinde suçların ve cinayet- Vahhabiler aşırı fanatizm duygularıyla sahabelerin lerin çoğalacağı muhakkaktır. “insanlardan öylesi kabirlerini dümdüz etmişlerdir. Tarihin ‘Mabed yı- de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri sekıcıları’ olarak kaydettiği Vahhabiler yanında türbe nin hoşuna gider. Bir de kalbindekine (sözünün olan tüm mescidleri yıkmışlar, bu tahribattan sade- özüne uyduğuna) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, ce Makam-ı İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Pey- düşmanlıkta en amansız olandır. O, (senin yagamber Efendimiz s.a.v’in türbesi olan Ravza-i nından ) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapMutahhara kurtulabilmiştir. Ardından da mezar- maya, ekin ve nesil yok etmeğe çalışır. Allah lık ziyaretlerini yasaklayarak Ashab-ı Kiram’a ait ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara / 204-205) ne kadar mezar varsa yerle bir etmişlerdir. Ayrıca Allah’u Teala: “düzene sokulduktan sonra “Vehhabiler şiddetli çatışmalar neticesinde 18 yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (A’raf / 56) Şubat 1803’de Taif şehrini ele geçirdiler. Çok buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde İbn Kesir şöyle desayıda Taifli öldürüldü ve malları talan edil- mektedir: Allahu Teâla yeryüzünde fesad çıkardi. Türbe ve mezarlar tahrip edildi. Abdullah mayı yasaklamaktadır. İslah olmuşken fesad b. Abbas’ın türbesi de yıkılan binalar arasın- çıkarma ne kadar zararlıdır. Mart 63 Müslüman Saati Ahmet HAŞİM İ an ü slüm M n saati, ykunu r u i c Fe r i b b ad e t , i y a sı z ü , r a i ç in . yıkanm e v g ı c ı dır i n t a e l ş y a a b nih midin e r i ve l ü s e s e v ş u ne ş e üzü , k y in e n n r a c e m f ü l i g ib Müs uları k o k endir. d ç i ç ek n i r e l te c e l l i g ü z el 64 stanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok münasebetdar bir hesaba tebaan, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan takribi bir sıhhatle, haberdar ederlerdi. Zaman namütenahiy bahçe ve saatler orada açar, gah sağa gah sola mail, güneşe rengarenk çiçeklerdi. Ecnebi saati iptilasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkatın kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, azim bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece ya- Mart Fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. rısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakayiini bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, feleki hesabata göre bu “saat” iptidai ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsi saatiydi. Zevali saati adat ve muamelatımızda kabulü ve ezani saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkıthanelere bırakılmış metruk bir “eski saat” haline gelişi, hayatı tarz-ı rüyetimizin üzerinde vahim bir tesiri haiz olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lakayt dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda zir ü zeber ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi. Bu Müslümanın eski mesut günü değil, bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telakkisinden koparak, gah öğlenin hararetinde ve gah gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Mart Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve muşaşa dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maişet şekli de bizi fecr aleminden mehcur bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Halbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o muhayyirü’l-ukul mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının natamam eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Bir çoklarımız için fecir, artık gecedir ve bir çoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz. 65 O En Çok Haticesini Severdi Aydın BAŞAR in dimiz n e f E a tapt an ı z bu k i ı m n su lt a ü c n ü Ho l gön ok ı m ı ve n i birç a z h i m n i e n n an evi yor. Hatice anlatı z H e t k i n l ol a bir Hz ri i l e e l t e uz d a y i m s u u s ğ hu in o ku d u g imiz v tabı e i s k an Bu n i z e ol m e n a ol a n n a o e e nı v Hatic a a l dığ ı ğ o kt a s ı n ç o n e l y i e ir v m i sl zın z ı uz. m ı ğ ı l ediyor s s i h ı hayran ığ ın m an d r ı t u r doğ 66 S iyer ilmini diğer ilimlerin yanında önemli bir konuma yükselten bir hususiyet var. Siyer ilmi konusu itibari ile Efendimiz’in hayatını ve onun etrafında bulunan Ehli Beyt’i ve Eshab-ı Kiram’ı konu edindiği için, bu ilime gönül verenler adeta bir asr-ı saadet iklimine girer ve sanki o mübarek nesille aynı havayı teneffüs ederler. Hatta diyebiliriz ki fıkıhla, kelamla veya diğer ilimlerle uğraşanlara nazaran siyer ilmine gönül verenlerde apayrı bir nur bulunur. Bu ilme olan ilgiyi alakayı arttırmaya çalışmak ve Siyer araştırmaları yapmak Müslümanların öncelikli olarak yapması gereken hizmetlerin başında geliyor. Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın gözetiminde Eyüp Sultan’da faaliyetler yürüten Siyer Araştırmaları Merkezi de bu alandaki önemli bir boşluğu dolduruyor. Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın bu merkez bünyesinde bulunan Siyer Yayınlarından çıkan onlarca kıymetli eseri bulunuyor. Mart Bu kitabı iyi ki okumuşum Muhammed Emin Yıldırım’ın bu kıymetli eserlerinden bir tanesi de Sahabe İklimi serisinde yer alan Risalet Davasının Annesi Hz. Hatice adlı kitabı. Hocamız bu kitapta Efendimizin evinin hanımı ve gönlünün sultanı olan Hz Hatice annemizi birçok hususiyetleri ile birlikte anlatıyor. Bu kitabı okuduğumuzda Hz Hatice annemize olan sevgimizin misliyle çoğaldığını ve ona olan hayranlığımızın zirve noktasına doğru tırmandığını hissediyoruz. Daha önce de Hz Hatice ile ilgili çeşitli dokümanları incelemiştik ancak bu kitabı okuduktan sonra; “Neden bunu daha önce okuyup da bu büyük şahsiyetin inceliklerine daha önceden vakıf olmadık” diye bir duyguya kapıldık. Kitabı okuduktan sonra Hz. Hatice annemizle ilgili başka kitaplar da bulup okumaya yönelik bir şevkimiz oluştu. İçli bir anlatımı var Muhammed Emin Yıldırım Hoca bu eserinde her zamanki gibi son derece içli ve edebi bir anlatımla okurunun karşısına çıkmış. Eser kendisini, akıcı bir roman gibi yormadan, uğraştırmadan okutuyor. Ayrıca bu kitabın bilgi verici bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle bu kitapta sahabilerin akrabalık ilişkileri konusunda bir takım bilgilere ulaşıyoruz. Mesela Zübeyir Bin Avvam’ın Hz Hatice’nin yeğeni olduğunu ve sık sık Efendimiz’in evine geldiğini bu kitaptan öğrendim. Bu eserde çeşitli tarihi bilgiler verilmekle birlikte Muhammed Emin Yıldırım Hoca’nın bu bilgileri bir yorumlama sürecinden geçirdiğini görüyoruz. Bu yorumlarının ise genellikle günümüzle ilintili olduğunu söyleyebiliriz. Annelerimizi tanımak bize şu üç şeyi kazandırır. Eserin başında Peygamber hanımlarını tanımanın bizi iki önemli bilgiye ulaştıracağını söyleyen Muhammed Emin Hoca bunu üç maddede şu şekilde özetliyor: Bir; Müslüman hanım kimliğinin ve şahsiyetinin nasıl olması gerektiğini öğreniriz. İki; Dinimizin hanımlara verdiği önemi, değeri ve onlara biçtiği rolleri öğrenmiş oluruz. Üç; Mart Peygamberimizin aile hayatındaki hususiyetlerini ve özel hayatındaki ahlaki boyutunu öğrenmiş oluruz. Efendimiz’in “Vallahi Allah bana Hatice’den daha hayırlısını vermedi” buyurarak övdüğü Hz Hatice validemizin şahsiyetinin dört temel anahtarı olduğunu söyleyen Muhammed Emin Hoca bunların edep, sadakat, fedakârlık ve vefa olduğunu söylüyor. “Hatice” erken doğan kız çocuğu demektir Bu kitaptaki yeni öğrendiğim bilgilerden birisi de “Hatice” isminin “erken doğan kız çocuğu” anlamına gelmesidir. Yine kitaptaki hoşuma giden bilgilerden bir tanesi de Hz Hatice’nin daha evlenmeden önce amcaoğlu Varaka bin Nefvel ile ara sıra görüşmesi ve bir gün onun sohbetinden çıktıktan sonra; “Ya Rabbi n’olur beni gelecek olan o peygambere yakın eyle” diye dua etmesidir. Bu bilgiyi önemsememin sebebi şudur ki bilindiği gibi Varaka bin Nefvel o dönemdeki az sayıdaki Haniften birisidir. Yani Hz. İbrahim’in dinine inanan ve putlara kesinlikle tapmayanlardandır. (Her ne kadar 8. Sınıf Din Kültürü kitabının 54. Sayfasında Hıristiyan olduğu söylense de…) Hz Hatice’nin de onun sohbetlerine gidiyor olması ve bu şekilde dua etmesi, Hz Hatice’nin de İslam’dan önce Hanif dininden olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu bilgiden yola çıkarak Efendimiz’in kendisinden 15 yaş büyük bir hanımla evlenmesinin nedenlerini düşündüğümüzde, bunun bir nedeninin de dini anlamdaki bir denklik olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Efendimizin annesi, babası, sütannesi ve en yakın arkadaşı Hz Ebubekir de Hanif olduğu gibi hanımı da Hanif’tir. Varaka’nın sohbetlerine devam etmesi ve son peygamberi görmeyi arzu etmesi bunu gösterir. İslam’ın ilk şehidi Sümeyye mi Haris mi? Bu eserde karşılaştığımız yeni bilgilerden birisi de İslam’ın ilk şehidinin Hz Hatice’nin önceki eşinden oğlu ve Peygamber Efendimizin de üvey evladı olan Haris bin Ebu Hale olduğu rivayetidir. “Biz Sümeyye ve Yasir’i İslam’ın ilk şehitleri olarak bilirdik” diyen Muhammed Emin 67 Yıldırım, Muhammed Hamidullah’ın İbni Hacer’den bir nâkilini dikkate alarak bu görüşü de nakleder. Hz. Hatice validemizin önceki eşinden olan diğer oğlu Hind’in de İslam’a ilk inanlardan biri olduğunu söyleyen Muhammed Emin Yıldırım, yine İbni Hacer’den nakille Hind’in Bedir’e ve Uhud’a katıldığını, sonrasında Cemel Vakası’nda Hz Ali’nin tarafında yer alarak şehit edildiğini söyler. Efendimizin hanesinde kimler vardı? Efendimizin ev hayatını hayal ederken genellikle çok kalabalık bir ev düşünmeyiz. Birkaç kişilik bir ev düşünürüz. Bu eseri okuduktan sonra Peygamber Efendimizin kurduğu bu kutlu yuvada evlatlığı Zeyd ve dadısı Ümmü Eymen dışında birkaç insan daha olduğunu öğreniyoruz. Bunlar Hz Hatice validemizin ilk eşi Ebu Hale’den doğan çocukları Hind ve Haris, ikinci eşi Atik’ten doğan kızı Hind ve babası öldükten sonra bu yuvaya sık sık gelen Hz Hatice’nin yeğeni Zübeyir bin Avvam’dır. Ki daha sonra bunlara Ali bin Ebu Talib de eklenecektir. Ayrıca evliliğin ilk günlerinde çeşitli hizmetçilerin de bu evde bulunduklarını öğreniyoruz. Hz Hatice’nin Mekke’nin sayılı zenginlerinden birisi olduğunu düşünürsek evlerinde hizmetçilerin olması da normal bir durum olsa gerektir. Bu kitaptan okuduğumuza göre; “Bu kadar hizmetçi varken sen niye hizmet ediyorsun” diyenlere Hz Hatice’nin verdiği cevap şudur: “Ben ona hizmet etmekten büyük bir mutluluk duyuyorum.” Bu cümleleri okuduğumuzda ister istemez acaba günümüzde kocasına hizmet etmekten bu derece mutluluk duyan ve bunu bir ibadet gibi gören kaç tane hanımefendi kalmıştır diye sormak aklımıza geldi. Maalesef ki çocuklarına ve kocasına hizmet etmekten gocunan ve bunun yerine “Hizmetçi miyim, evin hanımı mıyım?” diye soran bir tiplemenin yaygınlaştığını görüyoruz. Hizmet etmekti, itaat etmekti; bunların ise yadırgandığını anlıyoruz… Hz. Hatice ince ruhlu bir annemizdi Kitabıokuduğumuzda Hz. Hatice validemizin en bariz vasıflarından birisinin milyonda bir insanda rastlanan çok ince bir ruha sahip olması olduğunu görüyoruz. Efendimiz’in nişanlılık döneminde Hz Hatice validemizle zaman zaman düğün hazırlıkları konusunda görüşmeler yaptığını söyleyen müellif, Hz 68 Hatice annemizin bu dönemdeki bir inceliğini çok güzel bir şekilde naklediyor. Hz Hatice annemiz nişanlı iken bir gün Efendimiz’e; “Ey Muhammed, sen de yetimsin ben de… Sen de anadan ve babadan mahrumsun ben de… Eğer müsaade edersen düğünümüze senin sütannen Halime-i Sa’diye’yi de çağıralım. Senin sütannen benim de annemdir. Hiç değilse bu annemiz bu mutlu günümüzde birlikte olsun” dediği, bu teklifi duyan Efendimiz’in ise çok sevindiği ve gözyaşları içinde kaldığı anlatılıyor. Bu misalden de anlıyoruz ki Hz Hatice annemiz toplumda çok az bulunan ince düşünen kimselerden birisidir. Bu mutlu gününde, kocasının sütannesi olan bir garip kadıncağızı unutmayacak kadar Hassas bir yüreğe sahiptir. Efendimiz’in hiçbir zaman Hz Hatice’yi unutmamasına ve diğer eşlerini kıskandıracak şekilde zaman zaman ondan bahsetmesine bakılacak olursa bunun sebebinin de Hz Hatice’nin o hassas yüreği olduğunu söyleyebiliriz. Zira böyle hassas ve iyi kalpli özel insanlar çok bulunmadığı için elmas gibi kıymetlidir. Hem Efendimiz hem de muhtereme hanımı Hz. Hatice annemiz böyle inceliklere sahip olunca, ikisinin oluşturduğu yuva da huzur dolu müstesna bir yuva olmuştur. Böyle bir karı koca iletişimi görülmemiştir Bu kitapta anlatıldığına göre Ebu Talib yeğeninin ailevi huzurunu merak etmiş ve Neba isimli bir hanımı Hz Hatice’nin yanına göndererek onun aile içindeki iletişimlerini gözlemlemesini istemiştir. Neba kendisinden istenileni yapmış ve Ebu Talib’e böyle bir karı koca ilitişimine şimdiye kadar hiç şahit olmadığını söylemiştir. Özellikle onların birbirlerine olan güzel hitaplarından çok etkilenmiştir. Bu da gösteriyor ki evlilikte mutluluğu etkileyen en önemli faktörlerden birisi de evin hanımı ile beyinin bir birine olan hitap tarzıdır. Efendimiz’in Allah’ın en sevgili kulu olduğunu biliyoruz. Allah’ın en sevgilisi olan Efendimiz’in mutlu bir aile hayatı olmakla birlikte bazen bu ailede hazan rüzgârlarının estiği ve bu ailenin tarifsiz acılarla karşı karşıya kaldığı da olmuştur. Evliliklerinin ikinci Mart yılının sonunda dünyaya gelen Kasım’ın iki yaşına varmadan hastalanarak vefat etmesi, işte bu acılardan bir tanesidir. Dolayısıyla bu aile evlat acısını tadan çilekeş bir ailedir. Kitapta bu olay da içtenlikli bir şekilde anlatılmıştır. O kocasından razıydı Muhammed Emin Hoca kitabında Hz Hatice’nin vefatını da son derece içli bir üslupla anlatmış. Amcası Ebu Talib’in vefatından kısa bir müddet sonra Hz Hatice’nin de üç gün sürecek bir hatalığa yakalanÇok metanetli birisiydi dığını söyleyen müellif Efendimiz’in onun başucunda hıçkırıklarla ağladığını ve “Seni rahat ettiremedim” Hz. Hatice’nin metanetli tavırları ile kocasına dediğini söylüyor. Bunun üzerine Hz. Hatice annemidaima destek olduğunu söyleyen Muhammed Emin zin; “Ben bu halimden hiçbir zaman şikâyetçi Yıldırım, Efendimiz’in ilk vahyi aldıktan sonra sıkıntılı olmadım” diye cevap verdiğini söylüyor. Bu sözlebir hal yaşadığını ve soluğu Hz Hatice’nin yanında al- rinden anlıyoruz ki Hz Hatice annemiz “şikayetçi dığını söylüyor. Muhammed tabiatlı” bir hanım değildi. Emin Hoca bu konuyu anO kadar nimetler içerisinde Özellikle bu kitapta sahabilerin latırken şöyle bir soru soruyüzdüğü halde hale şikayetyor: Bizim başımıza zor bir ten geri durmayanların kuakrabalık ilişkileri konusunda bir takım durum gelse sorunumuzu lakları çınlasın. bilgilere ulaşıyoruz. Mesela Zübeyir evimizin hanımı ile paylaşBin Avvam’ın Hz Hatice’nin yeğeni tığımızda Haticevari bir meTarih Ramazan ayının olduğunu ve sık sık Efendimiz’in evine tanetle mi karşılaşırız, yoksa 27. Gecesini göstermektedir geldiğini bu kitaptan öğrendim. ortalığın bir anda büyük bir ki bu mübarek zaman dilivelveleye dönüştüğüne mi minde Hz Hatice annemiz şahit oluruz? Söylediğimize son nefesini de vererek ruhusöyleyeceğimize bin pişman olup niye söyledim ki nu Rabbir Rahim’ine teslim etmiştir. Biricik hanımının diye mi düşünmeye başlarız? vefatından sonra Efendimiz çok derin üzüntüler yaşamış neredeyse eshabı onun üzüntüden başına bir şey Nişanı bozulanlar üzülmesin geleceğini bile düşünmüştür. Bazı mistik cereyanların dediği gibi üzülmemek bir olgunluk değildir. Teslimiyet Bu kitapta bizim için çok önemli bir bilgi ol- bir olgunluktur ki Efendimiz’in yaptığı da budur. Üzülduğunu düşündüğüm şöyle bir bilgiye de rastladım: memek ise kalbi olanın yapabileceği bir şey değildir. Ebu Leheb, iki oğlu Utbe ve Uteybe ile Efendimiz’in iki kızı Rukiye ve Ümmü Gülsüm’ü Mekke fethedilmiş Efendimiz Hanişanlamıştı. Efendimiz bir davet verip İslam’ı ak- cun kabristanında… rabalarına tebliğ ettiği gün Ebu Leheb oğullarına baskı yaparak bu iki nişanı da attırdı. Bu olaya Kitapta anlatılan duygu dolu tablolardan birisi bir anne olarak Hz Hatice validemiz oldukça de Efendimiz’in Mekke’yi fethettiği gün ordusundan üzülmüştü. Bu bilgiyi önemsememizin sebebi ise ayrılıp Hacun Kabristanına yönelmesi, orada Hatişudur. Günümüzde de bazı kimseler evlilik sürecine cesinin kabrinin başına oturması ve orada dualarla girdikten sonra bazı nedenlerden dolayı bu yoldan ağlamasıdır. Efendimizi bu halde gören sahabe-i kidönüş yapabiliyorlar. Hatta bazen öyle oluyor ki ram da bu aşka hayran olmuş ve efendileri ile birlikte düğüne bir iki gün kala nişanın atıldığı oluyor. gözyaşı dökmüşlerdir. İşte bu sahneyi de Muhammed Emin Hoca çok güzel tasvir ediyor. Daha önce başından nişan atma hadisesi geçMutlaka okuyun miş kişilerin bir sonraki evlilik teşebbüsünde de bu durum bazen bazı sorunlara sebep olabiliyor. BilhasSizler de sahabe ikliminde yol almak ve sa kıza talip olan aile bunu bazen sorun yapabiliyor. Bu gibi şeyleri düşünen ve endişelenen hanım kar- Efendimiz’in ilk sevgili hanımı Hz Hatice annedeşlerimiz için Efendimiz’in kızlarının da böyle bir du- mizi en güzel bir şekilde tanımak istiyorsanız rumla karşılaşmış olduğunu bilmek, anlamlı bir teselli Muhammed Emin Yıldırım Hocamızın bu eserini mutlaka okuyun. olacaktır diye düşünüyoruz. Mart 69 Burhan Çocuk Tahiyyat Duası Tahiyyat veya yaygın olarak bildiğimiz Ettehiyyatü duası namazlarımızın ikinci rekâtında secdelerden sonra ve iki rekâttan fazla olan namazların hem ikinci rekâtında hem de son rekâtlarında secdelerden sonra ka’de-i âhirede (son oturuş) selamlamadan önce okuduğumuz duadır. Bu duayı hep okuruz ama bunun manasını ve önemini hiç düşündük mü? İşte şimdi bu duanın önemini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu dua peygamber efendimizin miraçta Allah’u Teâlâyla görüşmesinde okunmuştur. Miraç, peygamber efendimizin 7. kat göğe yükselerek Allah (c.c) ile görüşmesidir. Peygamberimiz (a.s.v) miraçta rabbimizle görüşünce değersiz ve fani olan dünyaya tekrar dönmek istememiş, hayatın amacı olan rabbimize ulaşma O’na kavuşma hedefi gerçekleşmişken efendimiz orada kalmak istemiştir. Fakat Allah’u Teâlânın takdiri peygamberimizin tekrar dünyaya dönmesi ve belirlenen güne kadar dünyada yaşamasıydı. Bu duruma bu ayrılığa efendimiz çok üzüldü. Rabbimiz de efendimizi teselli etmek için namazı hediye etti. Namaz, efendimizi teselli için rabbimiz tarafından verilen bir hediyedir. Kılınan her namaz miraç gibidir. Peygamberimizin miraçta Allah’u Teâlâyla görüşmesi gibi mü’min de namazla rabbine kavuşur. Bu sebeple Peygamberimiz, “Namaz mü’minin mi’râcıdır.” buyurmuştur. Namaz kulun günde beş defa Yaradan’ın huzuruna çıkması, divanında durması demektir. Kul; bu yüce divanda, arada hiçbir vasıta olmadan her türlü dilek ve ihtiyacını bizzat Allah’a arz eder, O’na sığınır, yalnızca O’ndan yardım diler. Böylece Peygamberimizin (a.s.m), Mi’rac’da gerçekleşen Allah ile mülâkatı hâdisesi, namaz içinde sembolik olarak yaşanmış olur. Peygamberimizin (a.s.m) Receb ayının 27. gecesi Cenab-ı Hakk’ın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmiştir. 7. kat göğe yükselerek Sidretül Münteha denilen yere yükselince Cebrail (a.s) duraklar ve peygamber efendimize: “Ya Muhammed, yemin ederim ki ben buradan bir karış ileriye geçersem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye iznim yoktur.” der. Resulü Ekrem efendimiz buradan refref denilen bir vasıtayla, Allah’ın dilediği yere gelir. Peygamber efendimiz bundan sonrasını şöyle anlatır: “(Allah’ın (c.c) huzuruna varınca) Rabbimin ilhamı ile şunları okudum: “Ettehiyyatü lillahi, vessalevâtü, vettayyibatü.” (En güzel tahiyye Allah’a mahsustur. Bedeni ve mali ibadetler de O’na layık ve mahsustur.) Bunun üzerine Allah (C.C) şu mukabelede bulundu: “Es-selâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtühû.” (Ey nebi, selâm sana olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi de sana olsun.) Ben tekrar, “Es-selâmü aleynâ ve alâ ibadillahissalihine.” (Selâm, bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerlerine olsun.) dedim. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada tanık olan Cebrail (as) da Allah’ın şahitlik etmesini emretmesi üzerine “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ederim. Ve Muhammed’in (asv), Allah’ın elçisi olduğuna da şehadet ederim.” diyerek şehadet etmiştir. Namazlarda okuduğumuz Tahiyyat duası miraçta Allah (c.c), Peygamber Efendimiz arasında geçen selamlaşma ve Cebrail (a.s)’ın buna şahitlik etmesidir. Biz her namazda bu duayı okuyarak o anı tekrar ediyoruz. İşte bu duayı her okuduğumuzda miraçtaki bu tabloyu göz önüne getirerek bu huşu içerisinde namazımızı tamamlarsak o zaman namazımız miraç olur. Bunları Biliyor musunuz? * Yemeğe tuz ile başlanırsa beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde, midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka oluşturduğunu ve midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını önlediğini… * Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek oturulup yenildiğinde, su ile doldurulmuş balon şeklinde olan midenin çıkış kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk hissi vererek çok fazla yemeden kalkılacağını biliyor musunuz? Vesikalık Fotoğraf Dursun iş için müracaatta bulunmuş. İşe alınması için bazı evraklarla birlikte 8 adet de vesikalık fotoğraf istemişler. Ancak Dursun vesikalık fotoğrafın ne olduğunu bilmiyormuş. Hemen akıl hocası Temel’in yanına koşmuş. Durumu anlatmış. Temel: Bildiğim kadarıyla vesikalık fotoğraf belden yukarı çekilen fotoğraftır. Sen şuraya çukur kaz içine gir. Ben de fotoğraf makinesi getireyim. Fotoğrafını çeker veririz, demiş. Dursun başlamış çukur kazmaya, Temel fotoğraf makinesi getirmeye gitmiş. Temel bir de gelmiş ne görsün. Dursun 8 tane çukur kazmış. Temel: Ula Dursun niye 8 çukur kazdın demiş. Dursun: 8 vesikalık lazım ya.. Temel: Ula ben zaten 8 tane fotoğraf makinesi getirmiştim. R A H M A N E R T M Y U I O P K Z R G Ü Y Ü Z E Ü R T Y U ö U C S E L A M C T K A B I D D V T Y ö Z ö V R E I Ü ö P ù RAHMÂN AZÎZ GAFFÂR KÂBID D B Y H M C P B A K R O Z E E Ü N U N Ü V O N H E B P C R K S Ö I M M B I Ö ø B A S I T Ü RAHÎM CEBBÂR KAHHÂR BÂSIT Z M E L ø K U Ç M B T ù V Y R Y A O J N N Y ø Z ø Y F B U Ü H S P U P M M ù C R P E N I ø A D A I C Ö Ü L B ù Ç T A O ù L F Z K E ø H K A ø Ö T S P L MELøK MÜTEKEBBøR VEHHÂB HÂFID ø G ø Ö B ù E H R S H A F I D K H Z L B L Y G ø D Z H D ö K V J ö O A K M F V A V ø F Ü G KUDDÛS HALÎK REZZÂK HALÎM T K Ü P R H ø D B L B L G ø A O L E ù O G N S N ø D M H ù F ø ù A G I F T A M M L U J L Ü SELÂM BÂRø FETTÂH AZøM M U S A V V ø R Ö F A H K K R Ö ø Z F U D Z E Ç G T A L H H T R S F Y S C R ø H ø B ù G G J E D A T A V K L K F ø ø F F MÜ’MøN MUSAVVøR LÂTÎF GAFÛR D Z C R R E B A N M Ö R A S D S Z R ö ö P O H I U Y T R E B H A F ø Ü ù L H K H H A L ø M I K V V E H H A B G F D S A Ö ö E B Ü M N B R V A Z ø M C Z MÜHEYMøN ALÎM HABÎR ùEKÛR Hadis-i Şerif Sizin en hayırlılarınız, Hanımlarına karşı en iyi davrananlarınızdır. (Tirmizî, Radâ’, 11; ibn Mâce, Nikâh, 50)