“Post-gariban-ist” bir “Felsefe Devi”: Bay Ahmet İnam *, ** Yaman Örs Prof. Dr., Akdeniz Ün. Tıp Fak. Deontoloji A. D. Üyesi olduğum ODTÜ Mezunlar Derneği’nin aylık yayını Odtülüler Bülteni’nin son sayısında, beklenmedik bir söyleşi başlığı: “Her 4 İnsanımızın 5’i Şairdir Abi...” (1). Söyleşi metninin bir yerinde, başlığın genel bölümünü koyan kişinin, birtakım genç hayranlarının onu “Dev” olarak nitelendirdikleri Ahmet İnam’ın kendisi olduğunu anlıyoruz. Yayın Kurulunun başlangıçta verdiği bilgiden, bundan sonra dergide bir “İçimizden Ustalar” köşesinin olacağını; burada, ODTÜ’nün yetiştirdiği “değerli felsefe ve sanat insanları” ile yapılacak söyleşilerin yayınlanacağını öğreniyoruz. Söyleşiyi gerçekleştiren ve derginin yayın kurulu üyelerinden olan Hürol Taşdelen, giriş bölümünde, Ahmet İnam’ın zaman içinde sırasıyla kendisinin “hocası”, “sevgili abisi” ve “ustası” olduğunu belirttikten sonra şöyle söylüyor: “Bence, Ahmet İnam Anadolu Türk felsefesini, Batı Felsefesi ile birleştirmiş ve sıradan insanın yaşamına katmış günümüzün çok önemli bir felsefe adamıdır.” Ben, “Anadolu Türk Felsefesi”nin ne olduğu, olabileceği ve bunun “Batı Felsefesi ile nasıl birleştirilebileceği” konusunu; daha doğrusu, anlaşılması neredeyse olanaksız böyle bir savla ilgili bu tür soruları bu yazıda daha sonra ele alacağım. Burada önce, söyleşinin bana en çarpıcı gelen ve okuyucuyla paylaşılmaya gerek gördüğüm bölümlerinden, metinde geçiş sırasıyla kısa aktarmalar yapmak uygun olacaktır. “Hayat şiir olduğu gibi, bir insan ömrünün dilimi veya ânı da şiir olabilir. Ân, dilim ve hayat. Örneğin Hüseyin şiirdir de, Kâzım manzume.”; “Bir tek şair bilir ne demek istediğini.”; “Bir dil, şairleri olmadan, Attila İlhan’ı analım, neşvünemâ bulamaz.” (Bu arada Attila İlhan’ın, eskiyle yeninin, Osmanlıca ile Türkçenin karmaşası olan kendine özgü “dilini”; bunun yanında da, dil devrimine karşı düşüncelerini bir anımsayalım.) “Şair; hayatta olmadığını sandığımız şeyleri söylediğimizde, Egeli bilge insan gibi “heç olmamııı” der. “Yok böyle şeyler hayatta” dediğimizde, “çekilin ulan, uyduracağım” diyen adamdır.”; “Uydurabilmek, insan olabilmenin en temel ölçüsüdür. (...) Uydurabilmek; hem kafadan atmak, hem adapte etmek demektir. Hiçbir dilde yoktur. Çünkü bizim gibi ülkenin insanı, uydurduğunda uyar (uymasa da uyar).” Söyleşiyi yapan üye soruyor: “Şiir ve düzen yan yana nasıl gelir hocam?” Postmodern devin yanıtı: “Şiir düzer abi. Düzenler demek istedim. Sen bana bir düzen söyle, şiir gelsin onu yeniden düzsün.”; Bir başka soru: “Şair kendi hayatını şiirle kurabilir mi?” Yine olağanüstü çarpıcı bir yanıt: “El cevap, belirlenimler elbette vardır. (...) Şiir şuuru bir akıncılık ruhudur: “..... Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik Aslında Yahya Kemal “bir” atlı demek istemiştir. Çünkü şair Red Kit’tir. Bir yalnız kovboydur. Akınlarda da dev gibi bir orduyu yenebilir. Neden? Çünkü, çocuklar gibi şendir. (...) Yahya Kemal farkında olmadan, Osmanlı akıncısını anlatıyorum derken, şairi anlatmış. İşte abi uydurma bu...” İşte bir sonraki soru ve yanıtı. “Şair, dev, çocuk, şen deyince aklıma; “mavi gözlü dev” geldi. Nazım Hikmet.”; “O mavi gözlü bir devdi, çünkü şiir onun için bir evdi.” Bir başka ilginç anlatım: “... Geniş anlamı ile ise, şair hayatı şiirleyen demektir.” Daha sonra: “Unutmayalım ki, kelimeler, mânâ gemileridir. (...) Mânâ şiirin ardından gelir, şiirin dışından değil.” Bu sözde sanatsal, sözde felsefi, yer yer ruhbilim açısından kanımca yakından incelenmeye değer, yer yer de insanı güldüren “mizahi” incileri döktüren “alaturka postmodernist” Ahmet İnam neden bir “Dev”? Özellikle üniversite gençliği ve okumuşlar arasında yaygın bir ünü bulunduğu anlaşılan Bay İnam’ı, yanılmıyorsam felsefeci olan genç bir üniversite görevlisi internette “felsefede bir dev” olarak nitelendiriyordu geçtiğimiz yıllarda. Bakın bu felsefe devi, son yıllarda sürekli yazdığı Cumhuriyet Bilim Teknik (bir süredir Cumhuriyet Bilim Teknoloji) dergisindeki (“Gönülden Bilime” başlıklı bilim karşıtı köşesinde) haftalık yazılarından birinde şöyle diyor: “(...) Hakikatin neden tek yolu olsun ki? Daha açık bir biçimde dersek: “hakikati nasıl araştıracağımı ‘baştan’ neden kısıtlıyorum?” “Farklı yollara olanak verip, arayalım bakalım” demenin sakıncası nedir? (...) Bugün bilimde alan araştırmalarının yanında, sanatla, “mistik” ya da herhangi farklı biçimde gerçekleştirilen arama yolları önemsenmiyor. (...)”. (2) Açıkça söylemese de, felsefe devi burada kanımca şunu demeye getiriyor; ya da biz bu tür bir sözden mantıksal olarak o sonucu pek de zorlanmadan çıkarabiliriz: “Dincinin “bilgi” dediği sözler de neden okullarda, üniversitelerde ders olarak okutulmasın?” (Buradaki “ideoloji”, daha aşağıda açıklığa kavuşacaktır.) Oysa gerçekten felsefeci olan birinin bilgi konusunda ilk öğrenmesi, bilmesi gereken nokta, gerçek bilgi, demek oluyor ki deneyime, gözlem ve deneye dayanan, kuşkusuz en başta da genelliğe yönelik bilimsel bilgi ile, örneğin kulaktan kulağa yayılan aktarma sözde bilgiyi birbirinden ayırmak zorunluluğudur; bu arada, sözde bilimi ve genelde laiklik ilkesini benimsememiş kişilerin inançlara bağlı savlarını da burada anımsamak durumundayız. Bütün bunlar ve benzerleri, felsefede “bilgi” değil, “bilgi savı” olarak bilinir. Zamanımızın “dev” felsefecisi Bay İnam, kuşkusuz burada “bütün bunlar hangi felsefeye göre?” gibi bir soru da ortaya atabilir; ancak düşünülebileceği gibi bu yazıda değişik felsefe anlayışlarını tartışmamıza olanak bulunmuyor. Bunun yanında, bu “Alaturka Postmodernist” Felsefe Devinin dilinin de bir yandan köhneliği, öte yandan “doğal” yüzeyelliği, bunların yanında genel olarak “yakışıksızlığı” üzerinde de burada ayrıca durmaya gerek görmüyorum. Yıllar önce, İnam’ın (akademik olmayan) yazılarındaki “sığ popülizmini” eleştirirken onun (sözde) felsefi yaklaşımını “post-gariban-izm” olarak adlandırmıştım (3). Bunun yanında onun, Bilim ve Ütopya dergisinin oldukça eski sayılarından birindeki yazısıyla birlikte basılmış bir resmini anımsıyorum: Karl Marx’ın mezarının başında Ahmet İnam. Bu yazısında o, bir yandan da Yunus Emre’den söz ediyordu. Böylece görünüşe göre o, Anadolu Türk Felsefesini, Batı Felsefesi ile birleştiriyor ve bunu sıradan insanın yaşamına katarak “günümüzün çok önemli bir felsefe adamı” olma niteliğini kazanıyordu!.. Başlangıçta da değindiğimiz bu konunun üzerinde şimdi durabiliriz. Bir kez, “Anadolu Türk Felsefesi” ne demek? Bu “felsefe”, Batı Felsefesi ile nasıl “birleşebilir, birleştirilebilir”? Akademik açıdan açıklamalarımı buradaki bağlamımızda çok uzatmadan bu konuda öz olarak şunları dile getireceğim. Burada, dilin kullanımı açısından en temel nokta kanımca şudur: “Bilim”, “sanat”, “dil”, “insan”, “örnek” vb. birçok genel sözcüğün, başvurduğumuz sözlüklerin kapsamları arttıkça artan sayıdaki anlamlarıyla karşılaşırız. “Felsefe” de kuşkusuz bu tür sözcüklerden biridir. “Batı Felsefesi” denince, “felsefe” sözcüğünün ilk, çekirdek, bir terim işlevi gören ve akademik bir etkinliği anlatan anlamı gündeme gelmektedir. (Kanımca, ilk ortaya çıktığı günlerden beri genelde bilimle birlikte yürütülmüş olan bu etkinliğin “Akademik Felsefe” olarak adlandırılması gerçekte daha uygundur.) İlk olarak karşılaştığım, okuyucuların çoğunun da büyük olasılıkla ilk kez duyduklarını düşündüğüm “Anadolu Türk Felsefesi” anlatımındaki “Felsefe” ise, “akademik, teknik” işlevi olan bir terim değil, olsa olsa “dünya görüşü” anlamını yüklenmiş daha genel bir sözcüktür. Çünkü Anadolu’da, Türklerin buraya gelmesinden 1500 yıl öncesine giden bir zaman içinde zaman zaman çok ciddi bir felsefe ve bilim-felsefe etkinliğinin bulunduğunu; bu alanda çok önemli adların ortaya çıktığını görüyoruz. Daha sonra ise, “etkinlik” anlamında felsefe olarak bir gelişmeyi gözlemiyoruz. Birbirinden çok ayrı anlamlarından dolayıdır ki belki Anadolu’da “Türklere Özgü Dünya Görüşü” ile belirtebileceğimiz düşünce biçimiyle, akademik bir etkinlik olan Batı Felsefesi hiçbir biçimde birlikte ele alınamaz ve karşılaştırılamaz; çünkü sözcükler bağlamında önemli olan ve en önde gelen nokta, onların yapısallıkları, yazıdaki görüntüleri değil, anlamları ya da anlamsal içerikleridir. Öte yandan burada, Anadolu’ya yerleşmiş ve zaman içinde öylesine değişiklikler göstermiş “Türklerden”, Türk toplumlarından hangisinin dünya görüşü, daha doğrusu düşünüş biçimi, düşünme gelenekleri söz konusu olmaktadır? Selçuklu boylarının? Büyük Selçuklu Devleti zamanındaki halkın? Beyliklerin? Osmanlıların? Onların zamanındaki Anadolu halkının? Ayrıca unutmayalım ki, İslam toplumlarında da “akademik felsefe” vardı ve bu, çok büyük ölçüde eskil Ege uygarlıklarının (tam doğru olmayarak doğrudan Batı Felsefesi’nin içinde düşünülen) felsefesiydi, onun değiştirilmiş, geliştirilmiş biçimleriydi. Bir “Anadolu Türk Felsefesi”, tümüyle uydurmadır ve varlığı hiç söz konusu olmamıştır. Bunun yanında zamanımızda akademik anlamda bir “Türk (ya da Anadolu?) Felsefesi” geliştirmek düşüncesi de gerçekçilikten uzak anlamsız bir çabadır ve kanımca büyük ölçüde, evrensel anlamda felsefe etkinliğine bir katkıda bulunamamanın getirdiği bir “kendini aşağı görmek”ten kaynaklanmaktadır. Felsefenin evrimi bize gösteriyor ki, felsefede ister bölgesel (örn. Alman Felsefesi) ister evrensel (Bilimsel Felsefe) olsun, önceden belirlenerek, yapay diyebileceğimiz biçimde akım ya da okul geliştirilemez. Ayrıca, buradaki “halk felsefesi”, akademik felsefenin hangi dalı ile uyum içinde olacaktır? Matematik felsefesi, mantık? Bilim felsefesi? Estetik? Siyasal felsefe? Yunus Emre’nin (ya da Farsça yazan Mevlana’nın) “felsefi” düşünceleri kiminkilerle karşılaştırılacaktır? Descartes’ın ya da Kant’ın? Hume’un ya da Russell’ın? Arada ne gibi benzerlikler bulunup Anadolu’lu “bilgeler”le akademik felsefeciler bir kümede ya da yakın kümelerde olabileceklerdir? Söyleşiyi gerçekleştiren üye, giriş bölümünde, “Anadolu, tarihinde hep önemli bilgeler yetiştirmiş ve evrensele armağan etmiştir.” diyor; sonra da, başlangıçta yaptığımız alıntıda olduğu gibi, “iki felsefeyi” birleştiren İnam Hocasına geçiyor. Bilgelik, olsa olsa bir tür düşünürlüktür, felsefecilik değil. Ne felsefeciler bilge olmak zorundadırlar, ne de bilgeler felsefeci. (Ancak kuşkusuz olabilirler de.) Onun bir sorusunun sonunda “hocam” dediği İnam, felsefe öğretim üyeliğinin yanında gerçekten, sözcüğün bir başka anlamında da neredeyse “hoca” olarak görülebilir. Bunu biz, bir süre önceki bir gazete haberinde görüyoruz. “Gülen’e göre ateist ‘terörist’le eşdeğer!” başlıklı bu haber bağlamında, ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam, bu sözleri “çok talihsiz bir açıklama” olarak değerlendirmiş; “Gülen’i yakından tanıdığını, bu açıklamasının onun toleranslı görülen tavrına uymadığını” kaydetmiştir. “(...) Ateist, Gülen’in sandığı gibi biri değil; belli bir yerleşik dinin insanı olmayan demektir. (...) Ateist olup da çok yüksek değerlere sahip birçok insan var tarihte.” diyen İnam Hoca, “Müslümanın, Müslüman olmayana, dindar olmayana ve ateiste saygısı olmadığı sürece İslam kültürünün dünyayı kucaklamasına olanak yoktur.” diye de ekliyor. (4) Kuşkusuz bu düşüncelere, çağdaş olan herkesin katılması beklenir. Benim burada dikkati çekmek istediğim nokta, İnam’ın Gülen’in “yakından tanımasının” taşıdığı anlamdır. Bu söz, onun düşüncelerini, sözlerini (belli bir nedenle) “yakından incelediği” anlamına mı geliyor; yoksa “yakın bir tanışıklıkları” bulunduğu anlamında mıdır? Umuyorum ki okuyucu, bu soruları anlamsız bulmayacaktır. Söyleşinin bir yerinde “Hocamız”, “Şairin ve şiirin gücü bizim kültürümüzde (İslamla gelen ve önceki Türk Kültüründe) çok önemlidir.” düşüncesini ileri sürüyor. Söyleşinin, gazete haberinin, bu yazıda tartışılan noktaların (ve İnam’ın bilime, insana, eğitime genel tutumunun) doğrultusunda biz, “Hoca’nın, 12 Eylül faşizminin “Türkİslam sentezine” sıcak bakıp bakmadığı sorusunu da sormak hakkını kendimizde bulabiliriz. Burada, belki dolaylı biçimde de olsa konumuzla bağlantılı bir noktayı da düşünmeden edemiyorsunuz: Bay İnam yazılarında Atatürk’ten hiç söz etmiş midir? Etmişse, nasıl? Etmemişse, neden? Çoktan, onun yazılarından kendimi yoksun bırakmıştım. Burada söz açtığım söyleşinin, aradan geçen zaman içinde bu “halk düşünürünün” artık kendisini de iyice aştığını ve halkıyla, onun felsefesiyle bütünleştiğini gösterdiği kanısındayım... (Bu “halk filozofu”nun gerçekte nasıl bir “halk adamı” olduğunun da küçük ama kanımca anlamlı bir göstergesi olarak, söz konusu söyleşide yayınlanan, bir kahvede çaycı ile çektirilmiş, kasketli, nargileli resmine de isterseniz bir bakabilirsiniz. Kanımca bu görünüm, söyleşinin genel “tuluatımsı” havasına çok güzel uymaktadır.) Odtülüler Bülteninin bu yeni köşesinde bundan sonra kim kimlerle söyleşirse söyleşsin, bu ilk söyleşiyi değil aşacak, böylesine doyurucu bir metnin yanına yaklaşabilecek bir yazının da çıkabileceğini sanmıyorum. Bu kez daha açık bir biçimde görüyoruz ki Ahmet İnam, düşünceleri, onlar oyuncakmış gibi eğip büken, onları parçalarına ayıran, birbirinden koparan bir felsefe devi... Ben düşünüyorum da, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, özellikle de onun yöneticileri, Felsefe Bölümü’nün sanatçı Başkanıyla ne ölçüde övünseler yeridir. (1) -- “AHMET İNAM - Her 4 İnsanımızın 5’i Şairdir Abi...”; İçimizden Ustalar köşesi, Söyleşi: Hürol Taşdelen, ODTÜlüler Bülteni, Sa. 165: 18-20, Tem. - Ağus. 2007. (2) İnam, A., “Biliminizi Söyler misiniz?”, Cumhuriyet Bilim Teknik, Sa. 938: 7, 12 Mart 2005. (3) Örs, Y., “Benzerlikler, ayrılıklar... ve de Post-gariban-izm”, Bilim ve Ütopya, Sa. 43: 14, (Ocak) 1998. (4) -- “Gülen’e göre ateist ‘terörist’le eşdeğer!” Belma Akçura’nın, 24 Mart 2004 günlü Milliyet gazetesindeki haberi. (Bu arada, bu haberde kendisinden görüş istenen ikinci kişi, gazeteci - yazar A. Dilipak olmuştur. O bu konudaki sözlerini, “(...) hiçbir günah bir diğerinin eşdeğeri değildir.” diye bitirmiştir!) * Yazarınız, Odtülüler Bülteni Yayın Kurulu’nun, tanıdığı ve söyleşi konusunda kendisiyle görüştüğü bir üyesine, okuduğunuz bu yazıdan da söz açıp onu kaynak olarak verdiği bir mektup göndermiştir. Bu mektubunda o, neden kendisine önerilen, dergiye eleştirel bir okuyucu mektubu yazmak yerine, Üniversite ve Toplum’u tartışma ortamı olarak seçtiğini de açıklamıştır. ** Bu yazının ilk biçimini çok yerinde bir eleştirel değerlendirme süzgecinden geçiren Dergimizin Yayın Sorumlusu Dr. Ali Murat Irat’a burada içten teşekkür etmeliyim. Böylece, yazıdaki temel noktaları geliştirmemin yanında onun genel akademik düzeyi de artmıştır. Yine de, yazıdaki görüşlerin sorumluluğunun son çözümlemede yazarınıza ait olacağı açıktır.