"ŞERİAT TEHLİKESİ" VE BAŞ ÇELİŞKİ "Laik, demokratik Türkiye", "Ne şeriat, ne darbe", "Ne Refahyol, ne hazırol!"; bunlar REFAHYOL Hükümeti istifa ettirilip düşürülmeden önce çokça duyduğumuz sloganlardı. Reformist partiler, sendikalar bu sloganlara oldukça kendilerini kaptırmış, mitingler, gösteriler bile düzenlemişti. Burjuva basının, televizyonlarının sabah akşam işlediği başlıca konu "şeriat tehlikesi" olmuştu. Peki, gerçekten Türkiye halklarının önünde böyle bir tehlike mi vardı? Hayır böyle bir tehlike ne dün vardı, ne de bugün var. "Şeriat tehlikesi" bizzat emperyalizmin "istikrar" politikaları çerçevesinde TÜSİAD ve MGK'nın elele vererek hükümeti istifa ettirmek, çıkar çelişkileri nedeniyle bir türlü biraraya gelemeyen burjuva partilerini biraraya getirmek için suni olarak yarattıkları bir tehlikeydi. Bu senaryo ordunun darbe tehditleriyle tamamlandı ve istedikleri sonucu aldılar. "Şeriat", "irtica" derken Susurluk'un üzeri kapatıldı, MGK tarihinde olmadığı kadar kendisine destek yarattı, hükümet istifa ettirildi, burjuva muhalefet partileri hizaya getirilerek yeni hükümet kurduruldu. Elbette tüm bunlar ülkede şeriat düzeni isteyenlerin, bu çerçevede örgütlenmelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Aralarında az ya da çok çeşitli görüş farklılıkları olmakla beraber onlarca tarikat "şeriat" çerçevesinde biraraya da gelebilmektedir. Büyük çoğunluğunun aynı zamanda şu veya bu düzen partileriyle de ilişkisi olmakla beraber asıl olarak güçlerini yığdıkları yer Refah Partisi'dir. Ayrıca bu çevre içinde henüz güçleri sınırlı olmakla beraber İBDA-C, İslami Hareket gibi silahlı mücadeleyi savundukları iddiasında olan radikal gruplar da vardır. Yani kısacası nitelikleri farklı olsa da şeriat düzeni çerçevesinde örgütlenen bir güç mevcuttur. Bu gücün şeriata karşı olan halk kesimlerinde belli bir tedirginliğe neden olduğu, düzen dışı söylemlerine rağmen bu çevrenin devrimcilere uzak durdukları, hatta genelde devrimcilere karşı oligarşi ile ittifak içinde hareket ettikleri de bilinen bir gerçektir. Ancak yine de bu kesimlerin düzenle şu veya bu ölçüde çelişkileri olması, antiemperyalist bir görünüm sergilemeleri, tabanının oldukça geniş bir bölümünü emekçi kitlelerin Düzen içi de olsa bu kesimlerin devletle çelişkileri vardır ve devletin yanında yer almalarındansa devlete karşı mücadele etmeleri, düşmanın gücünü bölmeleri devrimcilerin ve halkın yararınadır. Bugün böyle bir durumları yoktur. Ancak böyle bir yönelimde bunlara karşı yaklaşımımız düşman cephesini daraltmak, devrim cephesini genişletmek çerçevesinde olmalıdır. oluşturması ister istemez devrimci, demokratların bu kesimlere karşı nasıl bir siyasal tutum takınması gerektiği sorununu daha da önemli kılmaktadır. Bu konuda devrimci, demokrat, reformist çevrelerde iki yanlış tavır alış belirgin olarak göze çarpmaktadır. Bunlardan birincisi, REFAHYOL hükümeti sürecinde olduğu gibi "şeriat" tehlikesini ve diğer bu çevrelerin gücünü olduğundan fazla abartarak "şeriat"a karşı mücadeleyi tüm sorunların ve toplumsal çelişkilerin önüne geçirerek baş çelişki yerine koymaktır. İkinci yanlış tutum ise, bu çevreleri tümüyle düzen içi sıradan bir örgütlenme olarak görerek küçümsemek ve bunlara karşı adeta politikasız davranmaktır. "ŞERİATLA MÜCADELE ÖNCELİKLİ HEDEF DEĞİLDİR İçinde yaşadığımız süreçte her ulustan ve milliyetten Türkiye halklarının içinde yaşadığı onlarca, yüzlerce sorun ve çelişki vardır. Ağır sömürü koşullan altında yaşayan işçilerin, işsizlerin çelişkisi, yoksulluğa mahkum edilen, demokratik haklan verilmeyen memurların çelişkisi, topraksız ve az topraklı köylülerin toprak sorunu, toprak ağalan ile olan çelişkileri, düşük taban fiatlarıyla her geçen yıl yoksulluğa itilen köylülerin devletle, aracı, tefeci, tüccarla olan çelişkileri, vergi yükü ve tekellerle rekabet altında ezilen küçük üreticilerin ve esnafın burjuvazi ile çelişkileri, ulusal haklan tanınmayan Kürtlerin, asimilasyon ve baskı altında tutulan diğer milliyetlerin ve azınlıkların emperyalizm ve oligarşi ile çelişkileri, gelişmeye, büyümeye çalışan tekel dışı burjuvazi ile tekelci burjuvazi arasındaki çelişki, oligarşinin bölyönet politikalarından kaynaklı olsa da din ve mezhep farklılıklarının ortaya çıkardığı çelişkiler, laikliği savunanlarla şeriat düzeni isteyenler arasındaki çelişki, halkın emperyalizm ve oligarşiyle olan çelişkisi, oligarşik güçlerin kendi aralarındaki çelişkiler, çarpık kapitalizm ve emperyalist kültür bombardımanının ortaya çıkardığı dejenerasyon, yozlaşmanın ortaya çıkardığı sosyal, kültürel çelişkiler... vb. Bunlara daha birçok irili ufaklı toplumsal çelişkileri eklemek mümkündür. Ancak bu çelişkilerden hepsi birden baş çelişki olamaz. Bunlardan biri temel alınmak, tüm enerji ve güçleri asıl olarak bu çelişkinin çözümüne yöneltmek gerekir. Mao, "Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi, öteki çelişmelerin varlığı ve gelişmesini belirler ya da etkiler. İşte bu zorunlu olarak baş çelişmedir" diyerek bu belirleyiciliğe dikkat çeker. İçinde yaşadığımız süreçte ülkemizde mücadelenin asıl üzerinde yoğunlaşması gereken çelişki emperyalizm, TÜSİAD, MGK ile halk kitleleri arasındadır. Bugün halk kitlelerinin yaşadığı sorunların, çelişkilerinin çözümünün önündeki başlıca engel bu güçlerdir. Devrimciler halkı bu hedefe yönlendirmek, tüm halk güçlerini bu hedefin etrafında birleştirmek durumundadır. İşte "Şeriat tehlikesinin öne çıkarılması, bir yanıyla oligarşi içi çelişkilerin çözümü için bir araç gündeme getirilirken, bir diğer yanıyla da toplumun esas çelişkisini yani oligarşiyle (güncel anlamda TÜSİAD ve MGK'la) halk arasındaki çelişkiyi geri plana itmeyi hedefleyen bir müdahaledir. Amaç bundan yararlanarak emperyalizmin "istikrar" programını uygulayacak zemini yaratmak, derinleşen siyasal krize çare bulmak, devrimin gelişimini engellemektir. Bu tespiti yapmak toplumda laiklik-şeriat ekseninde bir çelişki olmadığı anlamına gelmiyor. Ama bu çelişkiyi kullanarak egemen güçlerin bunu "şeriat tehlikesi" propagandasıyla öne çıkarmaları, sahip oldukları medya kanallarıyla gündemin başına oturtmaları bunun toplumun baş çelişkisi olduğu anlamına gelmez. Böyle olduğunu düşünmek ya milyonlarca halkın yaşadığı sorunlardan, düzenle olan çelişkilerinden habersiz olup görüntüye ve yaygaraya aldanmak demektir ya da yaratılan bu ortamdan siyasal olarak yararlanılmak isteniliyor, emperyalizme, TÜSİAD ve MGK'ya karşı mücadele yerine laiklik-şeriat ekseninde politika yapma kolaycılığına kaçılıyor demektir. "... Ama ne olursa ahun, bir sürecin gelişmesindeki her aşamada önder rolü oynayan sadece tek bir baş çelişmenin bulunduğu kesindir.... Dolayısıyla, içinde iki ya da daha fazla çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken, bütün çabamızı o sürecin baş çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında, bütün sorunlar kolayca çözülebilir... Bir süreçteki bütün çelişmeleri eşit olarak görmemek, baş çelişmeyi ikincil çelişmelerden ayırdetmek ve baş çelişmeyi kavramak için özel bir dikkat göstermek gerekir..." (Mao, Seçme Eserler 1) Bugün diyelim ki şeriatla mücadeleyi öne çıkardık, gücümüzü enerjimizi buna yoğunlaştırdık ve kitleleri buna seferber ettik ve diyelim ki bu tehlikeyi de bertaraf ettik, ne olacaktır? Diğer sınıfsal, ulusal, sosyal, kültürel onlarca çelişkiyi de çözmüş mü olacağız, sömürü, zulüm sona mı erecek? Demokrasi mi gelecek? Böyle olmayacağı kesin. Bugün emperyalizm, TÜSİAD ve MGK'ya karşı mücadelenin yerine öncelikle konulacak herhangi farklı bir çelişki kitleleri devrim hedefinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bunu gözardı etmek düzeniçi, reformist çözümlerin peşinden koşmak demektir. Bu da zaten egemen sınıfların istediğidir. O halde yapılması gereken tüm bu alt çelişkileri yok saymak değil, ama halkın değişik kesimlerini yaşadıkları çelişkilerden yola çıkarak örgütlerken onlara çözümün devrimde, halkın iktidar olmasında olduğunu göstermek, düzenle çelişkisi olan en geniş kitleleri, halk güçlerini baş çelişkinin çözümü noktasında yani devrimde birleştirmek ve mücadeleye sevketmektir. Bu perspektiften yoksun davranmak, sonuçta bilerek veya bilmeyerek düzenin ömrünün uzamasına hizmet etmekten başka bir sonuç yaratmayacaktır. Son süreçte MGK "solcusu" ÖDP gibi reformist partiler, Türk-İş, DİSK gibi MGK sendikacıları burjuva muhalefet partileriyle birlikte bu işlevi görmüşlerdir. "Laik, demokratik Türkiye" sloganıyla sözde şeriat tehlikesine karşı TÜSİAD ve MGK ile birlikte kurulu düzeni, yani faşizmi savunma noktasına gelmişler, emperyalizmin ve tekellerin kurtarıcısı olmuşlardır. Elbette eleştirildiklerinde bunu kabul etmek istemeyeceklerdir. Hatta sıkışınca belki "Biz MGK'ya da, emperyalizme de karşıyız" diyenler de olabilecektir. Bu, gerçeği ve sonucu değiştirmez. Ki, gerçekte bunların emperyalizmin ve MGK'nın varlığına doğrudan bir karşı tavırları da sözkonusu değildir. Bu nedenledir ki TÜSİAD ve MGK'nın politikalarına kolayca angaje oldular. REFAH PARTİSİ VE ŞERİATÇILAR DÜZENİÇİDİR Son bir kaç haftadır şeriat yanlılarının hükümetin "Sekiz Yıl Zorunlu Kesintisiz Eğitim Yasası"na karşı tepkilerine tanık oluyoruz. Refah Partisi eylemlerle bir ilgisi olmadığını açıklasa da öyle olmadığı biliniyor. Ancak şu açıkça görülüyor ki Refah Partisi ve şeriatçı kesimler tabanı büyük ölçüde harekete geçiremiyor. Özellikle Cuma namazlarından sonra yapılan eylemlerde polisin oldukça hoşgörülü davranmasına rağmen ilk göze çarpan kitlesel katılımın düşüklüğüdür. Refah Partisi'nin en güçlü olduğu illerde yapılmaya çalışılan eylemleri polis fazla bir zor kullanmadan rahatlıkla engelleyebiliyor veya bir noktadan sonra müdahale ederek dağıtabiliyor. Eylemlerdeki kitle katılımının düşüklüğü ve polis karşısındaki pasif tutum bir yanıyla şeriatçı kesimin tüm keskin söylemlerine rağmen esasında ne kadar düzen içi bir çizgide olduğunun da bir göstergesidir. Devletle doğrudan bir çatışmayı göze alamamaktadırlar. Bu elbette bugün ortaya çıkan bir durum değil. Şeriat yanlılarının on yıllardır uyguladığı düzen içi politikalarının bir sonucudur. Bu çevreler onyıllardır "laik" düzeni, devleti din düşmanlığı yapmakla suçlamalarına rağmen esasen hep devletle çatışmaktan kaçınmışlar, iç içe, barışık yaşamışlardır. Devlete karşı mücadele ederek örgütlenmek yerine esas olarak devletin sağladığı olanaklardan yararlanmayı, tabanlarını bu olanakları kullanarak genişletmeyi, devlet içinde kadrolaşarak devleti içten ele geçirmeyi kendilerine yöntem olarak seçmişlerdir. Bu durum şeriatçı kesimde devlete karşı radikal bir mücadele geleneğinin yaratılmasının da önünde en büyük engel olmuştur. Silahlı mücadeleyi savundukları iddiasında olanlar da esasen bu çizginin dışına çıkamamışlardır. Devleti doğrudan hedef alan eylemlere başvurmamaktadırlar. İzledikleri politika devlete karşı mücadeleyi geliştirmekten çok, şeriatçı kesim içinde tabanlarını genişletmeye yöneliktir. Bugün ve en azından çok yakın bir gelecekte bir şeriat tehlikesinden bahsetmek gerçekçi değildir. Çünkü, bir şeriat düzeninin kurulması mevcut devletle çatışmadan, onu yıkmadan mümkün değildir. Bu ise aynı zamanda bugüne kadar elde edilen tüm olanakların kaybedilebileceği riskini de taşır. Oysa şeriat temelinde örgütlenen çevreler bugün düzenle büyük ölçüde bütünleşmiştir. Bugüne kadar devletin olanaklarından da oldukça geniş biçimde yararlanan bu çevreler devleti karşılarına alarak çatışmayı, dolayısıyla da bu olanaklardan mahrum kalma riskini göze almak istemeyecektir. En azından önemli bir kesimi için bu böyledir. Öte yandan bu kesim kendi içinden de bu düzenin çarpık ilişkilerinden beslenip giderek zenginleşen, burjuvalaşan bir sınıf ortaya çıkarmıştır. Tarikat şeyhliğinden, ticaret, sanayi, finans alanlarına kadar uzanan bu şeiatçı burjuva sınıf eski çevreleriyle ilişkilerini sürdürseler de şeriat talepli bir düzen değişikliği gündeme geldiğinde buna pek yanaşmayacaklardır. Bugün yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi emperyalizm ve burjuvazi şeriatçı kesimin takiyye ve hile yoluyla devleti ele geçirme, devlet içinde kadrolaşma çalışmalarının yeni farkına varmış değildir. Bir noktaya kadar buna bilerek göz yummuş hatta teşvik de etmiştir. Çünkü emperyalizmin ve oligarşinin esas tehlike olarak gördüğü şeriat değil, devrimdir. Düzen dışı arayışlara girenlerin devrimci örgütler yerine bu çevrelere yönelmesi onlar için daha tercih edilir bir durumdur. Daha da ötesi bu örgütlenmeyi devrimci gelişmeye karşı kullanması da sözkonusu olabilecektir. Ancak bunlar üzerinde denetimini kaybetmeye başladığı yerde bu hoşgörüsünü sürdürmeyeceği, düzenini tehlikeye atmayacağı da bir gerçektir. Dolayısıyla şeriatçı kesimin devleti içten ele geçirme hayalleri boşunadır. Bu olanak onlara tanınmaz. En azından devrimin gelişip devletin yıkılması kesinleşmeye başladığı, emperyalizmin ve oligarşinin başka hiçbir seçeneğinin kalmadığı noktaya kadar bu böyledir. OLİGARŞİK DEVLETİN LAİKLİĞİ Şeriatçılar bugüne kadar özellikle Mustafa Kemal ve '50'li yıllara kadar tek parti diktatörlüğünü sürdüren CHP'nin nezdinde Kemalizmi en büyük din düşmanı olarak göstermeye çalışmışlardır. Aslında bu doğru değildir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana ne din düşmanı olmuştur, ne de laik. Kurtuluş savaşı emperyalizme karşı verilmiştir ama savaştan sonra Kemalist diktatörlüğün tercihi yine "Batı" olmuştur. Amaç emperyalist devletler örnek alınarak ülkeyi kapitalistleştirmektir. Ülkede devlet eliyle bir burjuva sınıf yaratmak amaçlanırken devlet "Batı"nın bazı normları örnek alınarak yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırılır. Halifeliğin kaldırılması ve "laik" devlet düzeni yani dile getirildiği biçimiyle "devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılması" bunlardan biridir. Sözde laiklik böyle ifade edilmektedir ama Osmanlıdan beri halkı tebası olarak gören ve ona güvenmeyen devlet Cumhuriyet döneminde de halkın üzerinde önemli bir etkisi olan dini kendi tekelinde tutmak istemiş ve hiçbir zaman devlet işleri ile din işleri birbirinden ayrılmamıştır. Aksine cumhuriyet dönemi boyunca devlet hep dinle iç içe olmuş ve onu kullanmıştır.Tek parti döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması ve bazı sınırlı sayıdaki şeriat düzeni isteyen tarikat şeyhlerine karşı uygulanan baskılar ise devletin dini kendi denetiminde tutma amaçlarının dışında değildir. Kurulan Diyanet Bakanlığı ile yüzbinlerle ölçülen imam ve müezzin kadrosu, Kuran Kursları, İmam Hatip Liseleri için devlet bütçesinden önemli bir pay bu alana ayrılmaktadır. Devlet, ne kimsenin ibadet etmesine, ne de hemen her köye, her sokağa kadar camilerin yapılmasına, Kuran kurslarının açılmasına engel olmuştur. Hatta aksine devrimci mücadelenin gelişmeye başladığı '60'lı yıllardan itibaren din, devlet tarafından solun gelişmesinin önüne engel olarak çıkarılmak istenmiş ve bu amaçla da İslami temeldeki örgütlülüklerin, tarikatların gelişip güçlenmesi bizzat devlet tarafından teşvik edilmiştir. 28 Şubat'taki MGK toplantısında gündeme getirilen ve "Devrim Kanunları" olarak adlandırılan tarikat örgütlenmelerini denetim almayı amaçlayan yasaların uygulanmasından tümüyle vazgeçilmiştir. Bu durum tarikatların açık olarak faaliyet yürütmelerini de büyük ölçüde olanaklı kılmıştır. Bugün İmam Hatipler'in orta kısmının kapatılmasına, Kuran Kurslarının Diyanet'in denetimine alınmak istenmesine karşı çıkan Refah'lılar da bunu dile getirerek "Bugüne kadar bunlara izin veren, teşvik eden sizdiniz, bugün neden karşı çıkıyorsunuz" demektedir. Bu noktada haklıdırlar ve gerçekten de öyledir. 12 Eylül sonrasında Kenan Evren'in şefliğindeki Cunta üstelik bunu çok aleni yapmıştır. Öyle ki Evren nutuklarına bile sureler, ayetler okuyarak başlar olmuştu. Dini akımları güçlendirmek için Suudi Arabistan'ın yaptığı yardımlar bile seve seve kabul edilmiş, Kuran Kurslarının. İmam Hatiplerin açılmasına hız verilmişti. Cuntadan sonra gelen tüm hükümetler boyunca da bu örgütlenmelerin gelişmesi, güçlenmesi sürdü. Hemen tüm burjuva partileri gittikçe güçlenen bu tarikat şeyhleriyle sahip oldukları oy potansiyeli nedeniyle iyi ilişkiler içinde olmaya çalışmış, bu da tarikat şeyhlerine devlet olanaklarından daha da fazla yararlanma olanağı sağlamıştır. Ancak bu süreç aynı zamanda din olgusunun devletin denetiminden çıkıp giderek tarikat örgütlenmelerinin eline geçmesine de neden olmuştur. Bu anlamıyla Refah Partisi esasında bir tarikatlar koalisyonudur. Parti yönetiminden milletvekili adaylarının tespitine, devlet içinde kadrolaşmaya kadar hemen herşey bu tarikatların parti içindeki gücüne göre hesaplanır ve paylaşılır. Bugün MGK tarafından gündeme getirilen "sekiz yıllık zorunlu eğitim", İmam Hatip Liseleri'nin orta bölümlerinin kapatılması gibi girişimler esasında devletin kaçırdığı denetimi tekrar ele geçirme çabasından başka bir şey değildir. Yoksa egemen sınıflar için bugün esas tehlike "şeriat" değildir, devrim onlar için en büyük tehlike olmaya devam etmektedir.. DÜŞMAN CEPHESİNİ DARALTMALIYIZ Ülkemizdeki İslami örgütlenmelerin Cezayir, Lübnan, Afganistan gibi ülkelerdekilerden farklı olarak tüm söylemlerine ve taleplerine rağmen düzen içi kalmayı tercih ettikleri bilinen bir gerçektir. Bunda bu örgütlenmelerin köşe başlarını tutanların aslında gerçekte bir düzen değişikliğinden yana olmamalarının büyük payı vardır. Bunlar sadece devlete karşı değil seslendikleri kitlelere ve kendi tabanlarına karşı da takiyye yapmakta, onları aldatmaktadırlar. Ancak herşeye rağmen düzen içi de olsa bu kesimlerin devletle çelişkileri vardır ve devletin yanında yer almalarındansa devlete karşı mücadele etmeleri, düşmanın gücünü bölmeleri devrimcilerin ve halkın yararınadır. Bugün böyle bir durumları yoktur. Ancak böyle bir yönelimde bunlara karşı yaklaşımımız düşman cephesini daraltmak, devrim cephesini genişletmek çerçevesinde olmalıdır. Seslendikleri ve örgütledikleri kesimler daha çok gecekondulu yoksul emekçi halktır. Düzenden ve burjuva partilerinden umudunu kesen bu yoksul halkı düzen dışı, hak, adalet, eşitlik, adil, sömürüsüz bir düzen vaadleri ve soldan devşirme sloganlarla örgütlemektedirler. Solun, devrimcilerin örgütlemesi gereken bu potansiyel şeriatçıların denetimine, insafına terkedilmemelidir. Bu noktada onları hak, adalet, eşitlik gibi savundukları talepler doğrultusunda mücadeleye zorlayarak devletin gerçek niteliğini ve yüzünü daha yakından tanımalarını, görmelerini sağlamaya çalışırken, Refah Partisi'nin, tarikat şeyhlerinin, din simsarlarının iki yüzlü politikalarını açığa çıkaracak teşhir ve propagandaya, ideolojik mücadeleye ağırlık verilmelidir.* SİLAHLI KUVVETLER, SİLAHSIZ KUVVETLERİ NASIL KANDIRDI? Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya 11 Ağustos '97 tarihli Milliyet'teki röportajda bakın ne diyor: "Son aylarda biz komuta kademesi olarak bir misyon üstlendik. İrtica tırmanıyordu. Türkiye'ye başka bir şapka giydirilmek isteniyordu. Türkiye İran olamaz. Türkiye Cezayir ya da Pakistan değildir. Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı: 1-İrticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. 2-Bu işi asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum... Örgütler... Siyaset... Yani silahsız kuvvetler." Devamında Yavuz Donat soruyor: "Paşam gerçekten size sorsalardı... deselerdi ki 'Asker ne yapmak istiyor? İhtilal mi?' Ne yanıt verirdiniz?" Deniz kuvvetleri komutanı bu soruyu şöyle cevaplıyor: "... Hayır! Yüz defa, bin defa hayır! Asker ihtilal yapmak istemedi." Elbette Güven Erkayalar'ın üstlendikleri esas misyonun "irtica tehlikesi"ni önlemek olmadığını biliyoruz. Misyon çok daha büyük, kapsamlıdır. Esası emperyalizmin ve tekellerin "istikrar" programını uygulamaktır. Bu işin bir tarafı. Ama öte tarafı MGK solcularını, MGK sendikacılarını yani MGK'nın "Silahsız Kuvvetleri"ni çok daha yakından ilgilendirse gerek.. Ne diyor Güven Erkaya? "İhtilal yapmayacaktık". Bu noktada Güven Erkaya'ya mı inanıyorsunuz sorusu yoktur; fazladandır. Sürecin gelişimi esasında bunu yeterince açık ortaya koyuyordu. Öte yandan gerek uluslararası konjoktür, gerekse ülkenin koşulları bir darbenin yapılmasını pek olanaklı kılmıyordu. Güven Erkaya darbe yapmayacaktık diyor, ama hatırlayalım o günlerde ısrarla bir darbe yapılacağı beklentisinde olan, darbe çığırtkanlığı yapan ve "aman darbe gelecek, hükümeti düşürmek için elimizden geleni yapalım" diyenler vardı. Kimdi bunlar? Burjuva muhalefet partileri, ve bir de, bizim MGK solcuları, MGK sendikacıları dediklerimiz. Oynanan oyunu Erkaya açıkça ifade ediyor. Ne diyor? "Bu işi asker değil si- viller yani Silahsız Kuvvetler çözmeliydi.'"?^ Silahsız Kuvvetler bir araya nasıl getirilecekti? İşte bunun için "Şeriat tehlikesi"nin keşfi ve onun ardından verilen "darbe geliyor" izlenimi, TÜSİAD'la DİSK'i; burjuva muhalefet partileriyle ÖDP'sini, Aydınlıkçıları, Türk-İş'i, TESK'i bir araya getirip birbirine yapıştıran tutkal görevi gördü. MGK onları şeriata karşı konumlandırmak istiyordu. "Solcu" DİSK, ÖDP gibilerine ise zevahiri kurtaracak bir slogan lazımdı; MGK paralelinde açıkça ve yalnızca şeriata karşı duramazlardı; o zaman kitlelerin gözünde solculukları- na halel gelirdi. O zaman şeriatın yanına darbe de eklendi. Ki bu da esasında MGK'nın cevaz verdiği bir formülasyondu. MGK da, ordu da darbeye karşıydı. Şimdi tabloya bakın: MGK şeriata karşı, ama darbe yapmayacaktık diyor, yani darbeye karşı.. DHKP-C'NIN ELBETTE HESABI VAR 12 Ağustos tarihli Zaman gazetesinde "DHKP-C'NİN ÇOK HESAPLI PLANI" başlıklı bir yazı yayınlandı. Zaman Kurtuluş'un 41. sayısının kapağında İslamcılara çağrı yapılmasına bozulmuştu anlaşılan. Bu yüzden de gerek Kurtuluş'un kapağında yapılan çağrıyı, gerekse de aynı sayının M. Ali Baran imzalı başyazıda İslamcılara ilişkin yapılan tahlilleri çarpıtmayı tercih etmişti. Mesela şöyle yazıyordu Zaman'da: "Sekiz yıllık kesintisiz eğitime tepki gösterenleri kışkırtma ve yönlendirme isteklerine rağmen, halkın sağduyusunun galip gelmesinden rahatsızlık duyan aşırı sol ve terör örgütleri, yayınladıkları bildirilerde 'Bu eylemleri bahane ile İslamcı örgütleri devlete karşı gelme zeminine çekme propagandası yönünde hareket edelim' çağrısında bulunuyorlar." Zaman'ın tırnak içinde yazdığı gibi bir cümle yoktu Kurtuluş'ta. Ama İslamcıları devlete karşı gelmeye çağırdığımız doğrudur. Çünkü bu devlet, İslamcıların da zaman zaman telaffuz ettikleri gibi zulüm devletidir. Onurlu insanlar için, inançlarını savunma konusunda samimi ve kararlı insanlar için ise zulme karşı yapılacak tek şey direnmektir. Zaman gazetesi bu satırlardan rahatsızlık duyduğuna göre, ya bu devleti demokrat, iyi bir devlet olarak görüyor ya da zulüm devleti karşısında teslim olmayı, onursuzluğu öğütlüyor. Zaman devam ediyor: "... çağrılardan birisi açıkça, DHKP/C'nin sesi olarak bilinen 'Halk İçin Kurtuluş' gazetesinin 2 Ağustos tarihli kapağında yer alırken, aynı gazetede M. Ali Baran imzalı yazıda 'Büyük bir çoğunluk şeriatçı kesim emperyalizme, sömürüye ve zulme karşı olduklarını söylemektedirler. Onları bu söylemlerine sahip çıkmaya çağırmak, devlete karşı mücadele etme rotasına sokmak için çaba sarf etmeliyiz.' İfadeleri yer alması dikkat çekiyor." Zaman'ın ya da bu yazıyı dikte ettiren kontra elemanlarının iyi dikkatini çekmiş. Aynen böyle. Emperyalizme karşıyız diyenler emperyalizme karşı savaşmalıdır. Emperyalizme karşıyız deyip mesela Siyonist İsrail'le yapılardan onaylamak, bu anlaşmaları yapan hükümeti savunmak, dürüst bir tavır değildir. Halka zulmediliyor deyip, zulme- denlere karşı mücadele etmemek, ya onursuzluk, ya korkaklıktır. Halka zulmediliyor deyip, bu zulüm devletine karşı savaşan devrimcilere karşı çıkmak, onlara iftiralar atmak, dürüst değildir. Sonuçta bu yazılanların, İslamcıların mevcut durumuna ilişkin yapılan tespitlerin çok doğru olduğunu herkesten iyi bilen, bu çağrının İslamcı kesimlerde şu ya da bu ölçüde bir etki yaratacağını da gören Zaman gazetesi, çareyi, çarpıtmada buluyor. Güya "güvenlik kaynaklarına" atfen şöyle yazıyor:"... Çünkü aşırı sol grupların sekiz yıllık kesintisiz eğitimi destekledikleri bilinirken ye üstelik bu yönde en önde görünürlerken, diğer taraftan 'birlikte hareket etme' çağrısı yaparak, halkın masum isteklerini kamuoyunda provoke etmek ... istiyorlar." Zaman işte şimdi çarpıtıyor. Kurtuluş'ta savunulan düşünceler karşısında bir düşünce ortaya koyamayınca, onun tersini kanıtlayıp savunamayınca, başlıyor yalana. Evet, yalandır; "Aşırı sol örgütlerin kesintisiz sekiz yıllık eğitimi destekledikleri" kocaman bir YALANDIR. Zaman'ın hep "aşın sol" diye gördüğü Kurtuluş'ta bu konuda yazılanlar bellidir. CHP'den İP'e uzanan bir burjuva yelpaze de aynı noktada. ÖDP'li reformistler de, DİSK'li sendikacılar da şeriata ve darbeye karşı. Aslında hepsi tek bir noktada birleşmiş: Şeriat karşıtlığı. Ama tabii şöyle bir durum da var. Darbe yapsa kim yapacak? Belli; MGK. Ama Ufuk Uras, Rıdvan Budak ve diğerleri "Ne MGK, Ne Şeriat" diyemiyor. "Ne Hazırol, Ne Refahyol" diyor. MGK da hiç üstüne alınmıyordu tabii. Çünkü, o da aynı şeyi söylüyordu. Evet, gelelim sonuca; sonuçta Emperyalizm, MGK ve TÜSÎAD, istediklerini elde ettiler. ÖDP'sini, DİSK'ini şeriatın, Refahyol'un karşısında yanlarına yedeklediler. Sonuçta kendi programlarını uygulayacak hükümeti de kurdular. Şeriata karşı demokratlık gösterisi yapanlar, şimdi hiç o bahse dokunmuyorlar bile. Zamlar ve terör sürüyor. Ne oldu yani? Onca miting, gösteri, Sultanahmet'ler ne içindi? Evet, onlar -MGK ve TÜSİAD- istediklerini elde etmişlerdir. MGK solcuları, sendikacıları siz de geldiğiniz oyuna yanın. Ve bakın bakalım, bu süreç boyunca kimin yanındaydınız, ve bakın bakalım, sizin elinize ne geçti?* Biz devrimciler, oligarşinin sekiz yıllık kesintisiz eğitiminden yana değiliz. Bu muhtevada bir eğitim beş yıl olsa ne olur, sekiz yıl olsa ne olur diyoruz. Biz bu eğitim sisteminin kendisine karşıyız. Eğitim sistemi kökten değişsin, Halk İçin Eğitim olsun diyoruz. Bunları da şimdi söylemiyoruz; daha bu tartışmanın gündeme geldiği ilk günden bu yana bunu söylüyoruz. Zaman gazetesi, eğer dürüst gazetecilik yaptığı iddiasındaysa, bu yalan, yanlış haberini düzeltmelidir. Kendisinin okuru olan İslamcı kesime, DHKP-C'nin, M. Ali Baran'ın ve Kurtuluş'un gerçek düşüncesini, bu konudaki tavrını yansıtmalıdır. Zaman eğer DHKP-C'nin, M. Ali Baran'ın ve Kurtuluş'un düşüncelerinden, çağrılarından korkmuyorsa, bunlar yayınlayıp yalanını düzeltmelidir. Son olarak da şunu ekleyelim: Zaman gazetesi görüşlerimizi çarpıtarak boşuna uğraşıyor. Bugün düzenin savunucusu olan RP'lilerin, tarikatların etkisi altında kalan, adalet, hak, eşitlik, inanç özgürlüğü duyguları ve talepleri istismar edilen kitleye mutlaka ulaşacağız. Hem bu devletin gerçek niteliğini, hem de İslamcıların gerçek yüzünü onlara göstereceğiz. Çağrılarımız bugün İslamcılann etkisi altında bulunan halk kitlelerinde de cevap bulacaktır. Onları da bu zulüm de vletine karşı savaşa katacağız. Ne Zaman, ne de bir başkası buna engel olamaz!* ALİ ARSLAN'ın Katilleri, Kontrgerilla Devletinin İşbirlikçileri Faşist Çetelerdir Susurluk'la birlikte gerçek yüzleri ortaya çıkan mafyacı kontrgerilla devletinin içinde yer alan sivil faşistler polis desteğiyle devrimci, demokrat, yurtsever insanlara saldırıyorlar. Halkı sindirmek için terör estiriyorlar. Bunun en son örneği 9 Ağustos günü İstanbul Altınşehir Bayramtepe'de yaşandı. Taraftarımız ve tüm devrimci gruplardan yardımını esirgemeyen Ali Arslan faşistlerin örgütleyicisi Bayramtepe Zafer Ticaret'in sahibi ve Maraş katliamında da yeralan Mehmet Cenk'in organize ettiği Hakkı Akkuş, Talip Akkuş, Ahmet Akkuş, İzzet Aceksi, Hüseyin Aceksi, Bahattin Can, Yaşar Bostancı, Serhat Çiftçi, Murat Akyüz, Ferhat Akyüz, Tarık ve Kemal isimli faşistler tarafından ailesinin gözü önünde önce dövülüp sonra da bıçaklanarak katledildi. Ali Arslan bir belediye işçisi olarak yoksulluğun ne olduğunu çok iyi bilmekte ve tüm haksızlıklara karşı mücadele etmekteydi. Faşistlerin mahallelerindeki zorbalığına, insanlar üzerinde polisle bir- likte terör estirmelerine engel olmaya çalıştığı için katledildi. Katledildiği gün olay yerine gelerek olayı basit bir adli vaka gibi göstermeye çalışan polis faşistlerden Hakkı Akkuş ve ailesini koruma altına alarak kaçırdı. Bu da polis-sivil faşist işbirliğinin açık bir göstergesidir. 11 Ağustos günü sabahın erken saatlerinden itibaren Ali Arslan'ın evinin önünde bir araya gelen Devrimci Halk Güçleri, devrimci, demokrat ve yurtsever insanlar adli tıp morgunda Ali'nin cenazesini beklemeye başladılar. Bu arada yoğun güvenlik önlemi alan işkenceci polisler mahalleye giriş çıkışları kontrol altında tutup iki yüz belediye işçisini gözaltına alarak Ali Arslan'ın sahiplenilmesine engel olmaya çalıştılar. Öğlen saatlerinde ailesi tarafından getirilen cenazeyi halk "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Bayramtepe Faşizme Mezar Olacak" sloganlarıyla karşıladı. Altinşehir Bayramtepe halkı ve Genel-İş 2 No'lu Şube okuduğu basın açıklamasında faşist katillerin yar- gılanmasını istediler. "Bayramtepe Faşizme Mezar Olacak" pankartıyla ve "Ali Arslan'ın Hesabı Sorulacak", "Faşist Çetelerden Hesap Soracağız" dövizleriyle yürümek isteyenlere işkencecilerin şefi "hepsini gözaltına alın" diyerek tehditler savurdu. Polis açılan pankarta ve dövizlere müdahale etmek isteyince halk "Ali'nin Hesabı Sorulacak" sloganıyla karşılık verdi. İnsanları abluka altına alan işkenceciler ailenin isteği üzerine ablukayı kaldırınca yürünmeye başlandı. Yürüyüş sırasında Ali Arslan'ın kızı "bir Ali öldü bin Ali doğar. Babamın kanı yerde kalmayacak" sözleriyle öfkesini dile getiriyordu. Cenazenin Gazi Mezarlığı'na kaldırılmasına izin verilmemesinin ardından, Alibeyköy Mezarlığı'na gitmek için yürüyüşe geçenleri, polis zorla otobüslere bindirerek Alibeyköy'e abluka altında götürdü. ALİBEYKÖY CEMEVİ ÖNÜ Devrimci Halk Güçleri'nin çoğunluğunu oluşturduğu Alibeyköy Cemevi önünde toplanan yaklaşık 600 kişi Ali Arslan'ın cenazesini "Ali'nin Hesabı Sorulacak" sloganıyla karşıladılar. İşkenceciler yine acizliklerini göstererek Alibeyköy'ün bütün sokaklarını abluka altına almıştı. Yapılan dini törenden sonra yürümeye başlayan insanlara karşı korkularını en iyi şekilde ifade eden işkenceciler, yolu kapatarak yürüyüşe izin vermediler. "Yürüyemezsiniz" şeklindeki tehditleri üzerine insanlar beklemeye başladı. Ali Arslan'ın oniki yaşındaki kızı Fatma Arslan polislerin üzerine yürüyerek "bu ne biçim adalet babamın kanı yerde kalmayacak hesabını soracağız" sözleriyle düşmana olan kinini gösteriyordu. Daha sonra otobüslerle mezarlığa kadar gelen insanlar cenazeyi gömdükten sonra saygı duruşunda bulunup dağıldılar.* Gözaltı Boyunca Bizlere "Uğruna Ölürüm Türkiyem" Şarkısını Dinleten İşkencecilere Haykırdım “Siz Türkiye Uğruna Ölemezsiniz, Ancak Amerika Uğruna Ölebilirsiniz” 12 Ağustos Salı akşamı Küçükarmutlu'daki evi, Vatan Emniyet Müdürlüğü Tim l'in işkencecileri tarafından basılarak gözaltına alınan Haklar ve Özgürlükler Platformu sözcüsü Oya Gökbayrak ile gözaltı sonrası görüştük. Eviniz basılarak gözaltına alındınız? Gözaltına alınmanızın gerekçesi nedir? "ŞEHİTLERİMİZİ SAHİPLENMEMİZ ONLARI ÇILDIRTTI" Şehitlerimizin cenazesini sahiplenmemizin ve onları layık oldukları şekilde görkemli bir törenle kaldırmamızın verdiği tahammülsüzlük. Evet tek sebepleri buydu. Bu onları çıldırtmıştı. Ali Haydar'ın cenazesini Gazi'de estirilen tüm töröre rağmen binlerce kişiyle kaldırmamız halkın şehidine sahip çıkması işkncecilere ağır geliyordu. Öyle tahammülsüzlerdi ki 3000 kişinin katıldığı cenazeye sanki onlarla rakam tartışıyormuşuz gibi "sadece iki yüz kişiydiniz. Yüz doksan kişi sizin adamınızdı, geri kalan on kişiyi de tehdit ederek getirdiniz. Halkı tehditle götürüyorsunuz" diyorlardı. Ve sürekli cenazede benim kışkırtıcılık yaptığımı, gençleri kandırdığımı, elebaşı olduğumu söylüyorlardı. Çok aciz ve komik halleri vardı. Cenazenin hırsını bu operasyonla almak istediler. Gözaltına alınırken ve şubede yaşadıklarınızı anlatır mısınız? "İRFANI YANLIŞLIKLA VURDUK" Salı akşamı saat 22.00 sıralarında kapı çalındı. Yedi-sekiz sivil polis içeri girdi, önce tanımadığımız birinin ismini sordular. Burada yok deyince bana "savcı seni istiyor" dediler. Bende savcının beni ayağına bu şekilde çağıramayacağını söyleyerek "beni istiyorsa tebliğ eder giderim" dedim. Sonra evin sağına soluna saldırarak talan ettiler. Evde yanımda bulunan sakat bir arkadaşımı da almakla, işkence yapmakla tehdit ettiler. Evde ölüm orucu şehitlerinin çerçeveli fotoğrafı bulunuyordu, onları almaya yöneldiler müsaade etmedim "çekin pis ellerinizi şehitlerimizden, siz onlara dokunamazsınız, katil sürüleri" diye bağırdım. Resimleri zorla aldılar. Evden aldıkları eşyalar için arama tutanağını görmek istedim "vermiyoruz" dediler. "Siz halk düşmanısınız" dedim. Arabada alay ediyorlardı. Siz namertsiniz. Silahsız insanları öldürüyorsunuz dedim. "Biz silahsızlara dokunmayız" dediler. O zaman "İrfan'ın silahı neredeydi, Senem ve Muhammet' te silah mı vardı" diye haykırdım. İçlerinden sarışın, uzun boylu birisi "İrfan'ı yanlışlıkla vurduk asıl vurulacak Muhammet'ti" dedi, bu arada bir başkası kolu ile vurarak onu hemen susturdu. Şubede de sürekli hakaret ettiler. Bize devlet düşmanı, teröristler diyorlardı. Onlara öldüren, katleden, gözaltında kaybettiren bir devlete dost olunmaz deyince "hiçbirini ispatlayamazsınız" dediler. Halk Anayasası Taslağı'ndan bahsediyorlar ve sözlü saldırılarda bulunup, alay ediyorlardı. Alındığımız ilk günden itibaren, sürekli olarak sabah saat sekizde teybi son sesine kadar açıp, faşist Ozan Arif'in "Uğruna Ölürüm Türkiyem" kasetini dinletiyorlardı. Bu toplu işkence saat 24.00'e kadar devam ediyordu. Sonunda onlara bağırdım "İşkenceci katiller, gözaltında insanları katledenler Türkiye uğruna ölemezler. Türkiye'yi işkencelerde katlederek mi kurtaracaksınız? Siz Amerika'nın uşağısınız. Amerika için ölürsünüz". Bunun üzerine üstüme saldırdılar. Benim elimde tekerlekli sandalyemin paleti vardı onunla kendimi savunmaya çalıştım. Bunun üzerine topluca üzerime çullanıp, tekmelemeye başladılar. Aynı sözleri basına çıktığımızda da söyledim. Bizi değil işkencecileri çekin, asıl terörist onlar dedim. Şubede soru bile sormuyorlardı, tek dertleri cenazeydi. Çok tahammülsüzlerdi. Resmen içlerine oturmuş. Düşünebiliyor musunuz hala Sibel'in cenazesini söylüyorlar "teröristin cenazesinde üç gün direndiniz" diyorlardı. Şubeye geldiğimizde ölüm orucu şehitlerinin resimlerine deli gibi saldırdılar. Bir tanesi kırın parçalayın diye bağırıyordu. Yere atıp hepsi birden üzerlerin- de tepindiler. Ne kadar aciz olduklarını gördüm. Kırıp parçaladıkça rahatlıyorlar, kahkahalar atıyorlardı. Hepsi psikopattı. Savcının sorgusu da cenaze üzerine miydi? Polisin fezlekesinde ben cenazedeki kışkırtıcı olarak gösteriliyordum. Savcı tam bir polis gibi davranıyordu. Bana "ne diye cenazeye gidiyorsun? Onları tanıyor musun? Kim olduklarını biliyor musun? Niye her cenazede sen varsın?" gibi mantıksız soruların yanısıra konuyla hiçbir alakası olmadığı halde tutuklanıp tutuklanmadığımı, kaç kere gözaltına alındığımı falan sordu. Sonra oturup beni Demokratik Kitle Örgütleri'ne gitmemeye, mücadele etmekten vazgeçmeye ikna etmeye çalıştı. Hakarete varan sözleri, tavırları vardı. O'na '88'den beri bu mücadaleyi sürdürdüğümü ve sürdüreceğimi, yaptığımın onurlu bir iş olduğunu söyledim. Gözaltında onbeş kişiydik ve hepimiz cenazelerimizi savunduk. Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şeyler var mı? Sonuç olarak işkencecilerin bütün derdi Ali Haydar'ın cenazesinin binler- le kaldırılmasıydı. Cemevine bile gidip baskı yaptılar. Genç-yaşlı, çoluk-çocuk halkın şehidini sahiplenmesi öyle içlerine oturmuş ki, halkı bizim tehdit ederek zorla götürdüğümüzü, hiçbirinin gönüllü olmadığını söylüyorlar. Biz üç bin insanın kafasına silah dayadığımız gibi onlara kinle, coşkuyla sloganlar attırmış, zılgıtlar çektirmişiz. HÖP'ü hazmedemiyorlar. HÖP'ün başarıları, kitleselliği onları korkutuyor. Halk Meclisleri'ne, Halk Anayasası'nın sahiplenmesine karşı çok tahammülsüzler. Bir de Kurtuluş'a. Kurtuluş'ta çıkan yorumlara çok bozuluyorlar. Tüm sözleri hareketleri psikolojilerini ele veriyor. Çaresizlikle kıvranıyorlar. Onlara bu saldırganlıklarının tükenmişliklerinden kaynaklandığını söyledim. Bana "niye Cuma anneleri ile beraber değilsin" dediler o zaman o insanları da kendilerinin kışkırtmak istediklerini, kendilerinin "şehit" diye adlandırdıkları insanları bile pis komploları için kullandıklarını, ama başarılı olamadıklarını söyledim. Bir de dikkatimi çeken polisin fez-lekesi resmen cenazeden sonra "kışkırtıcılar" diyerek bizi manşetleyen Türkiye gazetesinde yazılanlar ile aynıydı. Daha öncede evimi basmışlardı. Tim şefi bana bunu hatırlatarak "o zaman infazı düşünmüştüm, keşke düşündüğümü uygulasaydım" dedi. Komplodan sonra uzun süre gözaltına alınmamıştım. Bu gözaltında hepsinin ne kadar şerefsiz olduğunu yüzlerine haykırdım. Katil olduklarını söyledim. Bu gözaltılar kinimi arttırıyor, mücadele azmimi bileyliyor. İşkencecilere de, savcıya ve hakime de söyledim. Karşılarına hep çıkacağım çünkü asla kavgamdan vazgeçmeyeceğim.* HAPİSHANE PERSONELİNE ÇAĞRIMIZDIR DGM'nin önünde faşist saldırı 12 Ağustos günü evlerinden ve sokaktan gözaltına alınan Oya Gökbayrak, Grup Yorum üyeleri ve Gazili gençler 14 Ağustos günü DGM'ye çıkarıldılar. DGM'nin önünde mahkemeye çıkan insanları bekleyen ailelerin yanısıra sayıları kırka yakın çoğunluğu silahlı sivil faşistlerde göze çarpıyordu. Hiçbir aile bahçe kapısına bile yaklaşamazken faşistlerin canlarının istediği gibi davranmaları, özellikle işkencecilerle olan samimiyetleri de ayrıca dikkat çekiyordu. DGM'deki bir duruşmaya gelen MHP'li sivil faşistler önce avukatlara, sonra Vatan'ın işkencecilerinin kışkırtmasıyla savcılıktan bırakılan Gazili gençlere ve ailelerine saldırdılar. Saldırıya hiçbir müdahalede bulunmayan polis faşistleri korudu. Faşistlerin saldırısında bir kişi yaralandı. Oya Gökbayrak ve iki kişinin sorgu hakimine sevk edildiği DGM'de saat 19.00'a kadar sorgu sürdükten sonra gözaltına alınan tüm insanlar serbest bırakıldı. Gözaltına alınmalarının polisin Gazi'de kalkan cenazeye olan tahammülsüzlüğünden kaynaklandığını ifade eden Grup Yorum üyesi İrşat Aydın, gece evlerinin basıldığını ve apar topar emniyete götürüldüklerini belirtti.* FAŞİZMİN DEVRİMCİ TUTSAKLARA YÖNELİK SALDIRILARINA ALET OLMAYIN, FAŞİZMİN DEĞİL, DEVRİMCİ TUTSAKLARIN, HALKIN YANINDA YER ALIN! Faşizm yıllardır hapishanelerde devrimci tutsaklara yönelik saldırılarında askerin, polisin yanında başta gardiyanlar olmak üzere hapishane personelini de kullanmaktadır. Bugün açısından birçok hapishanede devrimci tutsakların güçlü olması, yıllardır süren direnişlerin, ödenen bedellerle oluşturulan statülerin etkisiyle fiili saldırı konumundan çıkmış olunsa da, hastane, mahkeme, başka bir hapishaneye sevk vb. durumlarında gündeme gelen saldırılar daha çok askerler tarafından sürdürülse de, Buca, Ümraniye, Diyarbakır katliamlarında, Erzurum gibi saldırıların yoğun olduğu hapishanelerde, devrimci tutsakların sayılarının az olduğu yerlerde gardiyanların katliamlara, saldırılara karıştıkları biliniyor. Kuşkusuz tüm personel aynı değildir, içlerinde faşistler olduğu gibi demokrat nitelikte olanlar da vardır. Hatta 1 Mayıs'ta katledilen Yalçın Levent örneğinde olduğu gibi halkların onurlu mücadelesinde yer alıp, şehit olanlar da vardı. Ancak birçokları ise güçlüden yana olup, ezilmeme mantığıyla saldırılara ortak olmakta, onurlu, namuslu bir yaşam yerine devletin kendilerine uygun gördüğü yaşamı, kişiliği kabullenerek, devrimci tutsakların haklı mücadelelerini görmezden gelerek, haksızlıklara ses çıkarmamakta, kimi zaman ise halk düşmanı bir tutum sergileyebilmektedir. Devletin hapishane personeline dağıttığı, personelin "görevlerini" içeren bir yazıdan aşağıda aktardığımız bölüm, personele yaptırılmak isteneni göstermektedir: "... g) Zor Kullanma Yetkisi ve Görevi; Ceza infaz kurumlarında bazı hallerde asayişin son derece bozulduğunu gösteren olaylar görülmekte, öldürme, yaralama, yangın, isyan gibi suç teşkil eden, kurumun disiplin ve asayişini bozması konusunda tereddüt edilmeyecek hadiselere rastlanmaktadır. Tüzük gereği bu hadiseleri önlemek, başlamış hadiseleri durdurmak infaz ve koruma memurlarının görevleri içindedir. Gerektiğinde bu görevlilerin hadiseyi önlemek için fiili müdahalede bulunmaları ve caydırıcı karşı tedbirler almaları zorunluluk arzetmektedir. Bu sebeple, infaz ve koruma memur- larının disiplin ve iç güvenliği koruma, suç işlemeyi önleme yönünden idarenin gözetim ve denetimi altında caydırıcı etkisi bulunan jop taşımalarında ve gerektiğinde kullanmalarında faydalar vardır" Hapishane personeli, bu belgede de açıkça görülmektedir ki, oligarşinin siyasi ve adli tutsaklar üzerindeki baskı politikasının temel araçlarından biri olarak görülmektedir. Hapishane personeli faşizmin kendisine dayattığı bu kimliği reddederek halk düşmanlarının değil, halkın yanında olmalı, insanlık onurunu, namusunu ayaklar altına aldırmamalıdır. Bugün artık bu düzenin nasıl bir düzen olduğu/iktidardaki düzen partilerinin kimin çıkarlarını savunduğu daha net görülmektedir. Hırsızların, katliamcıların, yalancıların, dolandırıcıların düzeninin savunulacak hiçbir yanı yoktur. Bu faşist devletin halklarımıza yönelttiği saldırılar halkın içinde olan, ezilen, sömürülen hapishane personelini de hedeflemektedir. Sömürü, yoksulluk ve onursuzluk bu kesime de dayatılmaktadır. Şu ya da bu uygulamaya karşı çıktıklarında, ekonomik, demokratik haklarım istediklerinde gardiyanların payına düşen de soruşturmalar, sürgünlerdir. Hemen tüm gardiyanlar ve diğer personel yıllardır devrimci tutsaklara yapılan saldırılara, işkencelere, katliamlara, tutsak ailelerine yönelik insanlık dışı uygulamalara, işkencelere tanıklık etmektedir. Bununla birlikte devrimci tutsakların ve ailelerinin direnişi, ölümler pahasına teslim olmaması, her türlü bedele rağmen insanlık onurunun yüceltilmesi tüm personelin gözleri önündedir. Önümüzdeki süreçte hapishanelerde yine devrimci-yurtsever tutsaklara ve adli tutuklulara yönelik saldırılar yaşanacaktır. "Hücre tipi cezaevi" hazırlıkları ve son Adalet Bakanlığı genelgesi bu saldırıların başlangıcıdır. Yine önümüzdeki süreçte tutsakların kahramanca direnişlerine, ölümü hiçe saymalarına tanık olacaksınız. Yeriniz tutsaklardan yana, halktan yana olmalıdır. Cezaevlerindeki tüm çalışanlara çağrımız şudur; Halka zulmeden bir avuçsömürücü azınlığın aleti olmayın! Faşizme boyun eğmeyin, suçlarına ortak olmayın!... Her şeyi görüyor, biliyorsunuz. Hapishanelerde yaşananların, yalanlarla, demagojilerle aldatılamayacak kadar yakın tanığısınız: Haksızdan yana olmayın. Haklının karşısına çıkmayın! Faşizmin saldırılarına katılıp aleti olmayın; sessiz kalarak dolaylı da olsa destekçisi durumuna düşmeyin... Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi Tutsakları Hücre Sistemi ile ilgili olarak devletin yaptığı propagandalar asılsız ve hapishanelerdeki zulmü sürekli kılmava yöneliktir Birçok hapishanede son aşamasına gelen Hücre 'Sistemi ile ilgili olarak resmi ağızlardan yapılan açıklamalar yeni katliamların sinyalini veriyor. Kamuoyuna Hücre Sistemi'ni kabul edilebilir göstermeye yönelik propagandaların hızlanması Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun "Böyle birşey yok" şeklindeki gerçek dışı sözlerini yalanlıyor. "Hücre" yerine "oda" adının kullanılması, bu sistemin "Batı'da da uygulandığı ve tutukluların yararına olduğu" yönündeki devlet görevlilerinin açıklamaları zulmü meşrulaştırma çabalarına işaret ediyor. Bayrampaşa Cezaevi Savcısı Necati Özdemir'in bu yöndeki açıklamaları kötü niyetlidir. Hücre Sisteminin Batı'da da uygulandığını söyleyen Savcı: Bunun hangi koşullarda istisna olarak benimsendiğini açıklamak bir yana; bu ülkelerin hangisinde on bini aşan siyasi tutuklunun bulunduğunu, hangi ülkelerde hapishanelerdeki tutukluların kafaları parçalanarak katledildiklerini ve bu katliamlar nedeniyle soruşturma geçirmek birjnna ödüllendirildiklerini, tedavileri yapılmadığı için göz göre göre ölüme terk edildiklerini, bu ülkelerin hangisinde baskı ve işkencenin binbir türlüsünün uygulandığını açıklamalıdır. Can güvenliğinin bulunmadığı, tutukluların sürekli ölümle tehdit edildiği, işkencelerden geçirildiği hapishanelerde getirilecek hücre sistemi zulmü süreklileştirmeye hizmet edecektir. Amaçlanan da budur. Ülkemiz gerçeklerini gözardı ederek zulmün ve vahşetin kaynağı "Batı"yı kendilerine kalkan olarak seçenler de bu amaç peşinde koşmaktadır. Hücre sistemini öven Bayrampaşa Savcısı; Buca, Ümraniye, Diyarbakır, Zile ve en son Metris Hapishanesi'nde açıktan yapılan katliamların sorumlularının yargı önüne çıkarılmasından neden söz etmiyor? Bu sistemin tutukluların yararına olacağını söyleyenler neden onlara bu konudaki düşüncelerini sormuyor? Neden tutsaklar uyarı açlık grevi ve sayım vermeme protestoları yapıyor? Önümüzdeki süreç getirilmeye çalışılan haksız Hücre Sistemi'ni kamuoyu nezdinde meşru göstermeye yönelik devlet kaynaklı propagandaların yaygınlaşacağı bir süreç olacaktır. "Örgütler yine cezaevlerinden yönetilecek, hapishaneler terör yuvası olmaya devam edecek, bu nedenle bu faaliyetlerin önlenmesi için hücre sistemi gerekecektir" gibi. Tutsakların vücutları parçalanarak, tanınmaz hale getirildiği vahşeti aratmayan saldırılardan sonra yapılan "Cezaevinde isyan çıktı, bastırmaya çalıştık" şeklindeki açıklama ve yayınlarda olduğu gibi. Belki de hücreleri meşrulaştırmak için bilinçli provokasyonlar geliştirilecektir. Hapishaneler üzerinde oyunlar oynanmaktadır. ANASOL/D hükümeti de tavrını açıktan yeni katliamlar yönünde belirlemiştir. Adalet Bakanlığı'na getirilen Oltan Sungurlu'nun bu konudaki sicili, uygulamaya konulmak istenen Hücre Sistemi bunun göstergesidir. Nitekim Oltan Sungurlu Metris Cezaevi'ndeki katliamdan sonra bu katliamın sorumlularının yargı önüne çıkarılmasını sağlamak yerine sorumlu tutuklularmış gibi çıkardığı 14 Temmuz genelgesi ile hapishanelerde yeni tecrit uygulamaları getirmiş, cezaevi içinde sözde güvenliği sağlamak üzere "gezici timler" oluşturmuştur. Kamuoyu hapishanelerde MGK politikaları doğrultusunda gündeme getirilen yeni saldırı ve katliamların çok yakınımızda olduğunu görmenin sorumluluğuyla hareket etmeli, yarının çok geç olacağını görerek devletin bu politikalarını boşa çıkaracak şekilde hareket etmelidir. Av. Metin Narin Yine Evlatlarımızın Yanında Olacak, Onlara Yapılacak Saldırılara Birlikte Göğüs Gereceğiz Temiz siyaset, çete ve mafyasız devlet, demokrasi ve insan haklarının uygulanacağı ilerici ve aydınlık bir Türkiye iddiasıyla iktidara gelen hükümet; koltuğa oturur oturmaz baskı ve zulme eski iktidarların kaldığı yerden arttırarak devam etmektedir. Dördüncü kez Adalet Bakanlığı'na getirilen Oltan Sungurlu daha önce hapishanelerde estirdiği terörü, insan haklan ihlallerini, tutuklu ve ailelerine yönelik saldırılarını gözardı ederek MGK'nın idaresinde yeni saldırı ve öldürme politikalarını uygulama hazırlığındadır. 14 Temmuz 1997 tarihli genelge ile "hapishane içerisinde hapishane" anlamına gelen hücre tipi cezaevine geçme çalışmaları başlamış, böylece Oltan Sungurlu, MGK ve Anasol-D Hükümeti'nin bu süreçteki hapishaneler politikası da net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Şu unutulmamalıdır ki; '96 Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu direnişinden çıkan tutsakların tedavilerine izin verilmemiş olup, halen pek çok tutsağın rahatsızlığı devam etmektedir. Girilecek yeni direnişlerde tutsakların kısa sürede ölmesi sözkonusudur. '84 ve '96 Ölüm Orucu direnişi devrimci tutsakların iradelerini ve ideolojilerine bağlılıklarını tüm dünya kamuoyuna gösterdiği yıllar olmuştur. ÇAĞRIMIZ SİZLEREDİR: - '96 SAG ve Ölüm Orucu direnişlerinde ölümlerin başlamasından sonra, bu durumu "ilerici Türkiye'nin bir ayıbı, insanlık ayıbı" olarak niteleyen gazeteci ve yazarlar, - İlerici ve aydın sıfatını taşıdığını iddia edip ölümler başladıktan sonra harekete geçen ve eylem sonrası misyonlarını unutan "aydınlar", - Hep "daha fazla bir şeyler yapılması gerekirdi" deyip hiçbir şey yapmayan DKÖ'ler ve partiler, - İçinde insan ve halk sevgisini taşıyan, bu sorumluluğu yüreğinde hisseden sanatçılar, - Susurluk kazasından sonra içinde yaşadığı düzeni bütün çıplaklığıyla görüp, artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan tüm din, dil, ırk ve düşünceden insanlar, Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun "kamuoyunu ve tutukluları rahatsız edecek hiçbir uygulamamız olmayacak" yalanına kanmayın. Unutmayın '96 Ölüm Orucu'nda da Şevket Kazan "kantinleri boşalttılar, gizli gizli yiyorlar, onlar ölmez" diyerek yalanlar söylemiş ve halklarımızın yüreğinde hiç kapanmayacak yaralar açmış, oniki devrimcinin ölümüne sebep olmuştur. İnsan olduğunuzdan utanmadan yaşayabileceğiniz bir toplum ve ülke için, çağrımıza kulak verin. Tutsaklara yapılacak tüm saldırılara, demokratik tepkilerinizle karşı çıkın. Biz tutsak aileleri olarak, geçen sene olduğu gibi, yine evlatlarımızın yanında olacak, onlara yapılacak saldırılara birlikte göğüs gerecek, gerekirse birlikte ölüme yatacağız. İnsanlığınızdan utanmamak ve geri dönüşü olmayan günlere girmemek için bu çağrımıza kulak verin. UNUTMAYIN! Onlar sizleri ve tüm halkları ölesiye sevdikleri için tutsak düştüler ve bu uğurda dün olduğu gibi bu günde ölmeye hazırlar. DEVRİMCİ TUTSAKLAR ONURUMUZDUR! TİYAD'lı Aileler Mehmet Topaç, Mehmet Ağar, Şevket Kazan, Oltan Sungurlu... Bu isimler Türkiye'de iktidara gelmiş çeşitli hükümetlerin Adalet Bakanları... Yani haktan, hukuktan, adalet sisteminden sorumlu bakanlar. Ama bu isimler haktan, halktan değil, hep haksızdan yana oldular. Adları tarihe kanla yazıldı her birinin, icraatlarından dolayı Adalet Bakanı unvanlarının yanına "katil" sıfatı da eklendi. Gerçi bazıları o unvanı zaten daha önceki icraatlarıyla kazanmışlardı. Hem de halka karşı işlenmiş bu suçlan sayesinde "Adalet Bakanı" olmuşlardı. Bakanlık koltuğunda bu sıfatlarını pekiştirdiler. ANAP'ın başını çektiği TÜSİADMGK hükümetinin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu tüm Türkiye halklarının ve özellikle de devrimci tutsakların yalandan tanıdığı bir isimdir. Sungurlu Adalet Bakanlığı koltuğuna ilk kez Ekim 1986-Eylül 1987 arasında oturdu. Sonra Aralık 1987-Haziran 1988'de tekrar Adalet Bakanı oldu. Üçüncü kez Adalet Bakanı olması ise Mart 1989-Haziran 1991 tarihleri arasındadır. Sungurlu Adalet Bakanı olduğu her dönemde adeta tutsaklara karşı savaş açtı. Yaptığı herşey, söylediği her söz onun suç dosyasını kabarttı. Suç dosyasında şunlar yazılı: Suç Tarihi: Ekim 1986Eylül 1987 Arası TUTSAKLARIN DİRENEREK KAZANDIKLARI HAKLARI HER FIRSATTA GASP ETTİ Sungurlu ilk kez Adalet Bakanı olduğu 1986-'87'de tutsakların '82'den beri açlık grevleri, ölüm oruçları yaparak, şehitler vererek, her türlü baskıya karşı çıkıp, bedeller ödeyerek geri püskürttükleri Tek Tip Elbise uygulamasını yeniden gündeme getirdi. TTE'yi giyme dayatmasına girişemedi. Tutsaklar direnişleriyle ona bu fırsatı vermediler. Ancak tutsaklara yaygın biçimde görüş, avukat yasaklan uygulandı. '87'nin ilk aylarında cezaevlerinde operasyonlar düzenletip yüzlerce tutsağı hücrelere aldırdı. Tutsakların yanı sıra aileleri de bu saldırılardan paylarına düşeni alıyorlardı. Evlatlarını görebilmek için yüzlerce kilometre yoldan gelen tutsak aileleri çoğu kez görüşemeden ayrılmak zorunda kalıyorlardı. Bu yetmiyormuş gibi Sungurlu'yla görüşmek isteyen tutsak yakınları Bakanlığın önünde Sungurlu'nun emriyle coplandılar, yerlerde sürüklendiler. Avukatlar da Sungurlu'nun hedefi olmaktan kurtulamadılar. Tutsakların haklı mücadelesine destek veren hukukçular Sungurlu'nun literatüründe "kışkırtıcılar"dı. 12 Eylül koşullarım yeniden yaratma hayalleri kuruyordu. Hayalleri tutsakların direnişlerine çarptı. Suç Tarihi Aralık 1987Haziran 1988 "ÖLÜM YOLCULUĞU'NUN EMRİNİ VERDİ NELER DEMİŞTİ? Yıl 1987... "Onlar açlık grevi yapmıyorlar sürekli hadise çıkarmak için vesile yaratıyorlar." Yıl 1989... Tutsaklar yine açlık grevinde... "Bunların amacı farklıdır. Bunlar dışarıdan çeşitli merkezlerden emir alıp eyleme girdiler." Aynı dönem; Hızını alamıyor Sungurlu kinini kusuyor... "Ölmek istiyorlarsa ölsünler", "Açlık grevi ideolojiktir." Yü 1989... Aydın Hapishanesinde iki tutsak onun emriyle katlediliyor. Sungurlu pervasız... "Yapılan tıbbi tedaviyi kabul etmemeleri nedeniyle iki vatandaşımızı maalesef kaybetmiş bulunuyoruz." Ve tehdit ediyor... "Tehlike diğer tedavi kabul etmeyenler için de söz konusudur." Tutsakların haklı talepleri için demagoji yapıyor... "ideolojik amaçlı eylemlerle dış itibarımızı zedelemek 1 Ağustos 1988'de Mehmet Topaç imzasıyla bir genelge yayınlanmıştı. Genelgenin odağında asıl olarak Tek Tip Elbise uygulaması vardı. Genelge '88'de uygulattırılmamıştı. Sungurlu bakanlık koltuğuna bunu uygulatma göreviyle oturtuldu. İlk icraatı olarak Eskişehir Özel Tip Hapishanesinde tünel vb. gerekçelerle tutsakların insani, sosyal ve siyasi hakları bir çırpıda gasp edildi. Arama adı altında eşyalar talan edildi, koğuşlar yağmalandı. Tutsaklar ölümle tehdit edildi. Tutsaklar yine direnişlerle, açlık grevleriyle karşılık verdiler bu dayatmaya. 1 Ağustos Genelgesi'ni protesto etmek amacıyla birçok hapishanede açlık grevlerine başlandı. Ancak Sungurlu tutsakların taleplerine istiyorlar." Haziran 1989... "...Tüneller ve açlık grevlerinin önüne geçebilmek amacıyla hükümlülerin insan ile fiziki ilişkisinin önlenebileceği hücre sistemine dayalı cezaevi modelleri üzerine düşünüyoruz." "Hükümlü'ler insan değil ona göre. Yıl '89, yü '90, yıl '97; idam cezalarının uygulanıp uygulanmaması sık sık tartışma gündemine geliyor. "Türkiye'de terörün bu kadar tırmandığı bir dönemde ölüm cezasını kaldıramazsınız." O halka, devrimcilere düşman. Tek düşündüğü katletmek, yok etmek... SUNGURLU, HİÇBİR SÖZÜNÜ UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ SÖYLEDİĞİN HER kulaklarını tıkadı. Bu kez de "Bunların amacı farklıdır. Bunlar dışarıdan çeşitli merkezlerden emir alıp eyleme girdiler" diyerek demagojik açıklamalarla kamuoyunu yanıltmaya çalıştı. Baskı, yasak ve saldın politikalarına karşı haklarını arayan, bunun için açlık grevi yapan binlerce tutsak için "Ölmek istiyorlarsa ölsünler", "Açlık grevi ideolojiktir" diyordu. Eskişehir Hapishanesinde Süresiz Açlık Grevi'nin 35. gününde tutsaklar Sungurlu'nun emriyle Aydın ve Nazilli Hapishanesine sevk edildi. Tutsakların "ring" adı verilen dört yanı kapalı araçlarda elleri kelepçeli, üst üste bindirildikleri 15 saatlik "sevk" yolculuğu infaza dönüştü. Tutuklulara uygulanması gereken asgari davranış standartlarını içeren uluslararası sözleşmenin 45-2. maddesinde "Tutukluların havalandırma ya da ışığı yetersiz araçlarda ya da gereksiz sertliğe başvurularak taşınması yasaktır" denmesi de fazla bir şeyi ifade etmiyordu. Bu koşullarda Aydın'a gelindiğinde tutsaklar gardiyan ve jandarmanın saldırısına maruz kaldılar. Birçok tutsak yaralandı. Bu sırada PKK davasından yargılanan Mehmet Yalçınkaya ve Hüseyin Hüsnü Eroğlu adlı tutuklular katledildiler. Katliam resmi olarak "su kaybından ölüm" olarak açıklandı. Sungurlu ise gayet rahat ve pervasız "Yapılan tıbbi tedaviyi kabul etmemeleri nedeniyle iki vatandaşımızı maalesef kaybetmiş bulunuyoruz. Tehlike diğer tedavi kabul etmeyenler için de söz konusudur" diyordu. Yalçınkaya ve Eroğlu'nun katledilmesinin baş sorumlusu Sungurlu'ydu. Suç Tarihi: Mart 1989Haziran 1991 HÜCRE TİPİ CEZAEVİ AÇTI Sungurlu '89'da henüz Eskişehir Tabutluğu açılmadan önce şunları söylüyordu; "... Tüneller ve açlık grevlerinin önüne geçebilmek amacıyla hükümlülerin insan ile fiziki ilişkisinin önlenebileceği hücre sistemine dayalı cezaevi modelleri üzerine düşünüyoruz." Nitekim düşündüğünü 1990'da Eskişehir Hücre Tipi Cezaevi'ni inşa ederek hayata geçirdi. Faşizmin ve onun zindanlar bakanının amacı belliydi. Yıllardır her türlü baskı, işkence ve terörle boyun eğdiremediği tutsakları tek kişilik mezarlıklara gömerek birbirlerinden ve toplumdan soyutlamak istiyordu. Hapishaneyi faaliyete geçirebilmenin zemini yaratmak, kamuoyundan gelecek tepkileri nötralize etmek için yoğun bir demagoji ve propaganda kampanyası başlattı. Tutsakları ve ailelerini kandırması mümkün değildi. Kamuoyu nezdinde de inandırıcı olamadı. Ve çok çok istemesine rağmen tutsakları o tabutluklara doldurmadı. Ama bunu uygulayamasa da "boş" durmayacaktı. Çünkü saldırmadan, yeni baskı ve yasaklar uygulamadan "görevini" yapmış sayılmazdı. Gündeminde yine 1 Ağustos Genelgesi vardı. Cezaevlerine gönderdiği 12 Aralık 1990 tarihli bir genelgeyle açık görüşlerin yasaklandığı talimatını verdi. Aynı gün aileler hapishane önlerinde coplandılar. Suç Tarihi; 1997 Temmuz... ŞİMDİ HALKA KARŞI SUÇLARINA YENİLERİNİ EKLEMEK İÇİN YENİDEN ADALET BAKANI Sungurlu oligarşinin MGK-TÜSİAD hükümetiyle yeniden bakan koltuğuna oturtuldu. Halka karşı bir hükümetin Adalet Bakanlığı için elbette "en uygun" isimlerden biriydi. Daha ilk haftasında görüldü ki, Sungurlu'nun düşüncelerinde on yıldır hiçbir değişiklik yoktur. O da Şevket Kazan gibi devletin hiçbir zaman hapishanelere hakim olmadığını söylüyor ve yeni saldırı için kamuoyunu hazırlamaya çalışıyor. İdam cezalarına karşı tavrını da yine tekrarlıyor; "Türkiye'de terörün bu kadar tırmandığı bir dönemde ölüm cezasını kaldıramazsınız." Yine hücre tipi tabutluklar gündemde. Bakanlık koltuğuna oturur oturmaz, beş hapishanede sürdürülen koğuşların hücrelere dönüştürülmesi işinin hızlandırılması ve diğer hapishanelere yaygınlaştırılması için talimat verdi, ödenek çıkarttı. Hala artık bayatlamış demagojiye başvurup Eskişehir Tabutluğunun "lüks, turistik otel gibi" olduğunu savunsa da açık ki, Sungurlu'nun düşündüğü tutsakların rahatı değil, onları yalnız bırakarak, yaptırımlar uygulamak, teslim almak, kişiliksizleştirmektir. Ve bu politikayı yeniden gündeme getirerek halk düşmanlığına yeni düşmanlıklar eklemek istiyor. Gelecek tepkileri de biliyor. Bunları göğüsleyebilecek kadar "güçlü" hissediyor kendini anlaşılan. MGK'ya güveniyor. O şimdi yeniden Adalet Bakanı olarak cezaevlerine yönelik saldırı startını verdi. Katilliğine katillik, siciline yeni kanlı sayfalar eklemek istiyor.* Aydınlar Halk Güçleriyle Birlikte Hareket Etmeli Tiyatro Sanatçısı H. Hilmi Bulunmaz'la Halk Anayasası Taslağı üzerine görüştük: - Anadolu topraklarında yaşayan halkların kurtuluş mücadelesini gerçekleştirme yolunda on yıllardan bu yana verilen bir mücadele var. Diğer taraftan bu ülkede yaşayan halklara devlet terörüyle dayatılan ve oligarşinin kendi elleriyle hazırladığı bir anayasa var, bütün özgürlükleri ve hakları gasp eden bir anayasa. İşte bütün bunlara karşı bağımsız, demokratik bir ülke için Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun hazırladığı bir Halk Anayasası Taslağı çalışması şu anda halkımızın gündeminde. Sizin bu konuyla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Hilmi Bulunmaz: Herşeyden önce egemenlerin oluşturduğu anayasal süreçlerin dışında halkın oluşturduğu ya da halk güçlerinin oluşturduğu bir Halk Anayasası Taslağı'nın olması bir olasılık ya da ayrı bir zenginlik. Şimdi egemenlerin anayasa taslağı oluşturması bunu tasarılaştırması, sonra metinleştirmesi daha sonra ama referandumla, ama piresi-bitle, ama silah zoruyla onaylatması bence son derece doğal, bunu doğrudur anlamında söylemiyorum. Toplumsal yapının bir ivmesi bu. Çünkü Marksizm'de alt yapı üst yapıyı belirler. Alt yapı üst yapıyı belirlediğine göre anayasada üst yapı kurumlarından bir tanesidir. Bu bağlamda anayasanın egemenler tarafından yapılmasını ben doğal buluyorum. Ama herşeye karşın bir de halk denilen betimlemede veya tanımlamada güçlük çekilen ama gerçekten bu ülkenin ya da tüm ülkenin suyunu, sabununu, elektriğini ve insanların yaşayabileceği bütün maddeleri üreten halk diye bir olgu var bunu bizim halklarımız yapıyor, yani burjuvazi yapmıyor. Burjuvazi bu halkın elde ettiği artı değeri sömüren bir oluşum. Şimdi ben Hilmi Bulunmaz olarak 12 Eylül faşizminin sıcak alazını bedenimde duyan bir birey olarak, bunda gözaltı işkence ve tutuklanan bir birey olarak 1981'de cezavinden çıktıktan sonra 7 Kasım 1981'de bir anayasa oylaması oldu Türkiye'de. Diğer taraftan hatta Türkiye Cumhuriyeti'nde Osmanlı Emevilerinde Abbasilerde Araplarda, Asurlarda böyle bir anayasa onayı olacağını hiç sanmıyorum, tamamıyla referanduma aykırı, insan iradesine aykırı pilesimit denen faşist bir namlunun ucundaki merminin sıcaklığıyla onaylatan zarflar bile şeffaftı, eğer mavi oy verdiyseniz. Yani hayır oyu verdiyseniz koyu mavi renk şeffaf zarftan ve bayaz zarftan duyumsanıyordu. Ve oy verdiğiniz yerin perdeleri de şeffaftı. İnsanı katleden, 18 yaşına gelmeyen Erdal Eren'i'asan, iki milyon insanı gözaltına alan, 650 bin insanı işkenceden geçiren, insanları yok eden faşist cunta şeffaf olan herşeye karşıydı ama nasıl ki şeffaf karakollar oluşturduğu gibi şeffaf zarflarla anayasa oylaması yaptı ve ben tabii ki hayır dedim. Hayır dediğim zaman ben bu 72 sayfalık Halk Anayasası Taslağı'nı okurum. Onaylamadığım ya da beğenmediğim yanlan olsa da %90 katılırım. Neden katılırım çünkü ben halk çocuğuyum. Bu bağlamda kesinlikle halk anayasası hangi düşünce yapısı olursa olsun tabii ki Marksist olma koşuluyla ben bunu onaylarım. Okudum %90 oranda katılıyorum. Bu taslağın zenginleşmesi için de elimden geleni de yaparım. Bugün Kürdistan'da benim başlatmadığım bir savaş var. Ve benim de bitirecek olmadığım bir savaş var. Bağımsızlık savaşı işte emperyalizme bağımlı savaş falan bir takım sıfatlandırmalarla süregelen bir savaş var. Bunun sıfatı ne olursa olsun bunun adı savaştır. Beni ilgilendiren bu savaş bir de şunu kanıtlar. Başta Anayasal metinler olmak üzere tüm metinler yeniden irdelenmeli, çözümlenmeli halkın onayıyla ya da oluruyla herşeye karşın %21,87 gibi bir rakamlarla RP gibi kökten dinci bir partiye oy verse de bu halk yani 550 milletvekiliyle parlamentoya getirse de bu halkın gücüne inanmak zorundayız, İşte bu halkı dönüştürmeliyiz. Bu halkın istemlerinden özlemlerinden kaynaklanan bir özgür metinle, ki Halk Anayasası Taslağı'yla bunun yaşamsallığını yürütmek zorundayız. Bu anlamıyla varolan savaşın sona ermesi, 15 yaşındaki insanların katledilmesi, onlarca yargısız infazın yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz ise nedeni şudur. Silah zoruyla hukuk devleti kuruyorum der. Anayasa onaylatmayı dayatılırsa ve bu anayasayla da insanlar aşılırsa o zaman bugün varolan anayasa onun kanunları da yeniden sorgulanmalıdır. Bu bağlamda bağımsız halk cumhuriyeti denilebilir buna ya da Türk-Kürt federatif emekçi cumhuriyeti denilebilir, çeşitli sıfatlar konulabilir ancak bu Anayasa Taslağı'nın ve diğer demokratik çalışmaların girişlerin bu türden kavgaya, bu türden bilimsel sosyalist kavgaya önemli ölçüde katkı sunacağı kanısındayım. Çünkü bu 72 sayfalık metni ben yazmışım gibi düşündüm. O nedenle bu mücadeleye herkes de elinden gelen katkıyı sunmalı. Faşizmin anayasasına karşı birşeyler yapılmalıdır, işte çok şükür bunu arkadaşlar Halk Anayasası Taslağı'yla yapıyorlar. Sizin de bildiğiniz gibi Halk Anayasası birleşiminde bir halk meclisleri çalışması var. Toplumsal muhalefetin zeminini oluşturan ve halk politikasının bu kanaldan belirginleştiği bir mücadele ayağı bu yanıyla Türkiye coğrafyasında yaşayan aydınların halktan yana tavır koymasıyla halk meclisleriyle nasıl bütünleşmeli? Şimdi 12 Eylül faşizminden sonra tüm kavramların olduğu gibi aydın kavramının da içi boşaltıldı. Burjuvazi çok güçlü bunu kabul edelim bir kere. Yani şunu demek istemiyorum, burjuvazi çok güçlü biz tüm araç gereçlerimizi toplayalım, bir okyanusun dibine atalım yok öyle şey. Bizim araç gereçlerimiz öyle kolay elde edilmedi, tırnaklarımızla, canlarımızla, 12 açlık ve ölüm orucunda yitirilen yoldaşlarımızla İdil'den Kerimgiller'ine kadar birçok insanlarla elde edildi bu araç gereçler. Bunlara bırakmayacağız. Fakat şunu söylemek istiyorum 12 Eylül faşizmiyle aydın kavramının da içi boşaltıldı. Örnek vermek gerekirse 12 Eylül'de Şeyh Bedreddin destanını yazan ve ben Marksistim diyen bu insan bugün Zaman gazetesinde yazıyor. Şimdi bizim halk güçleri ve devrimciler olarak halktan yana tavır koyan aydınlarla birlikte bu mücadeleyi omuzlamamız gerekir. Burjuvazinin içerisinde kirlenmiş, her şeyiyle birlikte devlete yamanan aydınlarla işimiz olmamalı. Yani bugün bir tarafta burjuvazinin ya da devlet güçlerinin aydınları, diğer yandan sınıf kimliğiyle sanatını üreten halkın aydınlan vardır buna çok dikkat etmeliyiz. Yani şudur aydın işçi sınıfının içinden çıkan şair, yazar, tiyatrocu, sinemacı, müzisyen olan, bu benim öznel görüşüm böyledir. Ben özellikle aydınlardan rica ediyorum bu Halk Anayasası Taslağı'nı bir okusunlar, yani kendi gelecekleri açısından ilgilensinler. Bu anlamıyla halk güçleriyle organize ilişkiye girmeliyiz. Bugün burjuvazi ne denli saldırırsa saldırsın halk meclisleri yasallaşıyor. Diğer yanıyla aydınlar halktan aldığı güçle halk meclislerinde birleşmelidir. Halk meclisleri bu ülkede çok önemli bir gelişmeyi gerçekleştiriyor. Bizler de aydın olarak burada halkla birlikte hareket etmeliyiz. Sizin söylemek istediğiniz bir mesajınız var mı? Şunu söylemek istiyorum.. Devrimci siyasal kavga veren örgütler, kurumlar, bireyler biraz daha kültür sanatla ilgilensinler ve bu arada Bulunmaz Kültür Merkezi'ne bütün halk meclisi üyelerini ve halk güçlerini bekliyorum.. Çayımızı içsinler, tiyatro ve kültürel etkinliklerimiz var herkese ulaşmaya, paylaşmaya davet ediyorum. * Tokat Büro Çalışanlarımıza İnfaz Denemeleri Karadeniz bölgesinde estirdiği terörde her geçen gün daha çok pervasızlaşan kontrgerilla, Tokat'ta bulunan gazetemize ve çalışanlarımıza yönelik saldırılarında da sınır tanımıyor. Tokat Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı işkenceciler uzun süredir sürekli büromuzu basıp gazetelerimize el koyarak, çalışanlarımızı tehdit ederek sürdürdüğü baskılarının sonuç vermediğini görünce infaz denemelerine girişti. Önce 7 Temmuz günü saat 23.00 sıralannda muhabirimiz Cemaat Ocak'ın evini basan işkenceciler evde yalnız bulunan muhabirimize ne olduğunu bilmediği bir iğneyi zorla vurup bayıltmışlar ve çevresine çeşitli ilaçlar koyup intihar süsü vererek gitmişlerdir. Sabahın erken saatlerinde eve tekrar gelen kontrgerilla çeteleri evi talan ettikten sonra hala kendine gelemeyen muhabirimizi alarak hastane morguna götürdüler. Ölü diyerek getirdikleri ve hiçbir tıbbi müdahaleye gerek görülmeden bir gün morgda tutulan muhabirimizin daha sonra aşın dozda ilaç aldığını iddia ederek midesini yıkatan işkenceciler, yaşayan bir insanı morgda tutmaktan, insanların zorla midesini yıkatabilmekten bile herhangi bir zorluk görmedikleri hastaneden muhabirimizi alarak emniyete götürdüler. 8 Temmuz günü ise kaldığı evden çıktıktan sonra önce arkasından otomatik silahlarla ateş edilerek infaz denemesi yapılan yine Tokat muhabirimiz Nebahat Aslan daha sonra yol ortasında tekme tokat dövülerek gözaltına alındı. Dört gün gözaltında işkence gören ve büroyu kapatıp çekip gitmedikleri taktirde daha ağır sonuçlara katlanacakları yolunda tehdit edilen muhabirlerimiz, 10 Temmuz günü çıkarıldıkları mahkemeden serbest bırakıldılar.* Devlet halkın gelişen mücadelesi karşısında Acizliğini Sürdürüyor Tokat'ta halkın gelişen mücadelesi karşısında acizleşen devlet köyleri basarak köylüler üzerinde psikolojik baskı uyguluyor. Almus'a bağlı Cihet köyünde 28 Temmuz günü gerillalarla özel tim arasında çıkan çatışma sonrası jandarmalar köyü bastı. Baskında yansı kadınlar olmak üzere 21 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan köylülere işkence ve psikolojik baskı uygulanırken kadınlar 29 Temmuz günü serbest bırakıldılar Altı gün gözaltında tutulan köylülerden İlyas İskender ve ismini öğrenemediğimiz bir kişi tutuklandı. Yine Niksar'a bağlı Sele köyünde jandarmalar 3-6 Ağustos arası köyü basarak 18 köylüyü gözaltına aldılar. Değişik günlerde serbest bırakılan köylüler kendilerine gözaltı boyunca işkence yapıldığını söylediler. Tokat'ta köylere giriş çıkışlarda sürekli aramalar yapılırken şehir merkezlerinde de akşam 20.00'den sonra sürekli aramalar yapılıyor.* Dedeman'da Kongre İstemiyoruz Devrimci demokrat işçiler ve sendikacılar 12 Eylülde toplanacak olan DİSK kongresiyle ilgili ikinci toplantılarını yaptılar. Neden muhalefet olduklarını başlıklar halinde işçilere ve kamuoyuna açıklama kararı aldılar. Yapılan açıklama şöyle; - İşçi sendikacılığı yerine Türk-İş sendikacılığı yaptıkları için DİSK yönetimine muhalefetim. - DİSK'in kapısına kilit vuranlarla el ele kol kola girdikleri için DİSK yönetimine muhalefetim. - İşçi ve emekçiler yerine patronlarla politika yaptıkları için DİSK yönetimine muhalefetim. - Susurluk çetelerine karşı çıkmadığı, onlara karşı iş bıraktırmadığı için DİSK yönetimine muhalefetim. - 1 Mayıs '96'da polis tarafından öldürülenler için onlar işçi değildir dedikleri için DİSK yönetimine muhalefetim. - "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi'ni işyerlerine taşımadıkları için DİSK yönetimine muhalefetim. - DİSK'in kuruluş yıldönümüne 15-16 Haziran'da DİSK'i kapatmak isteyen, 1 Mayıs '77'de 36 işçinin katliamından sorumlu Demirel'i davet ettikleri için DİSK yönetimine muhalefetim. - 12 yıl boyunca DİSK'in kapısına kilit vurup, yönetici ve temsilcileri hakkında tutuklama kararı çıkaran ve onları hapise atan beş generale askerlik yapan, onların kararlarını destekleyip "silahsız kuvvetleri" olmayı kabul ettikleri için DİSK yönetimine muhalefetim. - Gazi katliamı yıldönümü etkinliklerine katılmadığı için DİSK yönetimine muhalefetim. - 1 Mayıs '97'de polisle anlaşıp büyük bir kitlenin alana girmesini engellediği için DİSK yönetimine muhalefetim. - 6 Haziran'da işçilere patronların bildirisini okuyup kafaları karıştırdığı için DİSK yönetimine muhalefetim. - DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler'i katleden Susurluk çeteleri dururken, işçi bayramı 1 Mayıs varken sırf patronları borsacılar istedi diye iş bırakma kararı aldıkları için DİSK yönetimine muhalefetim. - Gelir gelmez yaptığı büyük zamlarla işçilerin elinde ovucunda ne varsa çoluk-çocuğun nafakasını alıp götüren ANASOL-D hükümetine gönüllü danışmanlık yaptıkları için DİSK yönetimine muhalefetim. - Halk anayasası, halkın iktidarı için çalışmadıkları için DİSK yönetimine DİSK'in 10. genel kurulu 12 Eylül'de toplanacaktır. Rıdvan BUDAK yönetimi kongreyi İstanbul'da Dedeman Oteli'nde yapmak istiyor. Dedeman Oteli İstanbul'un en lüks ve beş yıldızlı otellerindendir. Yatak ücretleri 130-180 dolar arası değişiyor. Türk parasıyla ortalama 25 milyon lira ediyor. Sendikalı işçilerin maaşı 40-45 milyon TL arasındadır. Bir işçinin Dedeman'da bir gece kalması için 1520 gün çalışması gerekiyor. Peki Rıdvan BUDAK yönetimi kongre için çoğunlukla zengin işadamlarının kaldığı Dedeman gibi beş yıldızlı oteli neden tercih ediyor? Yönetimden biri bu soruya "Dedeman Oteli'nde DİSK'e bağlı OLEYİS sendikası örgütlü olduğu için orayı seçtik" cevabım verdi. Ne demek bu? Yani yıldızlı bir otelde kendisine bağlı bir sendika örgütlü diye DİSK'in kongresini orada yapmak için mecburiyeti mi var? 12 Eylül'den önce de Hilton, Sheraton, İntercontinental (bu otellerin bazıların adları sonradan değişmiştir) vb. İstanbul'un en lüks ve beş yıldızlı otellerinde DİSK örgütlüydü. Ama hiçbir zaman burjuvalara, haram parayla geçinen zengin işadamlarının zevk ve sefa sürdüp bu otel salonlarında DİSK kongre yapmadı. Bir atasözü vardır. "İnsanın fikri neyse zikri de odur" DİSK yönetiminin kongre için Dedeman'ı seçmesinin nedeni başkadır. Onları Dedeman'da kongre yapmaya iten sendikal anlayışları ve kongreden beklentileridir. Onlar kongreyi işçilerin birliğini sağlasın diye yapmıyor. Onların işçi sorunları diye bir dertleri yoktur. Sorunları çözme gibi bir dertleri yoktur. Yapılan zamlar, yüksek enflasyon, işten atmalar, insan haklan ve özgürlükleri, infazlar, katliamlar, köy yakmalar, bağımsızlık demokrasi onları çok fazla ilgilendirmiyor. Onların işçi sendikacılığı yapmaya niyetleri yoktur. Eğer olmuş olsaydı kongre için beş yıldızlı Dedeman Oteli'ni seçmezlerdi. Peki nedir onların dertleri? Kongre için Dedeman Oteli'ni niçin seçtiler? Onların derdi şov yapmaktır. Bu kongre onlara şöhretin kapısını açacak. İşçilerin sırtına binip düzen partilerinden milletvekilliği ya da bakan koltuğunu nasıl kaparız diye düşünüyorlar. Bu kongre onlar için bulunmaz bir fırsattır. Başarabilirlerse kongreyi yapıp düzen partilerine kapağı atacaklardır. Onların derdi kongreye işçilerin gelmesi değildir. Onlar DEMİREL'i Mesut YILMAZ'ı ECEVİT'i ve diğer bakanları davet etmek için Dedeman'ı seçiyorlar. Onlar bu konrede medya aracılığıyla patronlara "Bizden korkmanıza gerek yok. İşte görüyorsunuz düzeniniz için tehlike arz etmiyoruz" mesajını vermek için Dedeman'ı seçiyorlar. İşçilerden çok patronları ve patron temsilcilerini davet etmek için Dedeman'ı seçiyorlar. Yoksa Dedaman bir işçi kongresi için uygun bir yer değildir. Bir panel ya da sempozyum yapılabilir belki ama DİSK gibi siyasi ve sınıfsal bir duruş sergilemesi gereken bir işçi örgütünün kongresi Abdi İPEKÇİ, Lütfi KIRDAR, CAFERAĞA vb. gibi daha geniş ve işçilerin rahatlıkla katılabileceği yerler olmalıdır. İçinde bulunduğumuz koşulları hepimiz biliyoruz. Ülkemizin çeteler tarafından nasıl yönetildiğini, örtülü ödenek adı altında işçilerden kesilen vergilerin nerelere harcandığını biliyoruz. İşsizlik başını almış gidiyor. Sorunların başında iş güvencesi geliyor. Özelleştirme saldırısı yeni hükümetle daha da hızlandı. Zamlar ve enflasyon işçilerin sözleşmeyle aldıklarım gerisin geri almıştır. Bunlara karşı durması için işçilerin daha gür bir ses çıkarması, sınıf olarak sahnede yer alması gerekiyor. İşte bir işçi kongresinin işçi düşmanlarına güçlü bir ses vermesi gerekiyor. 300500 delegeyle değil kongreye onbinlerce işçi katılmalıdır. İşçilerin birliğini güçlendirmesi, mücadele azmini yükseltmesi gerekirken kongre aynı zamanda işverenlere korku da salmalıdır. Dört yılda bir yapılan kongre ülkenin bağımsızlığı, insan hakları ve demokrasi, ulusların kaderlerini tayin hakkı ile işçi sorunlarına yaklaşım bakımından, sorunlara çözüm bulma bakımından önemli kararlar almalıdır. İşte bunlar için Dedeman'da kongreye hayır diyoruz. İşçilerin yararı için Dedeman'da konreye hayır diyoruz. İşçiler bu konuda ağırlığını koymalı, DİSK yönetiminin işverenlerle, işçi düşmanlarıyla elele verip Dedeman'da şov yapmalarına izin vermemelidir.* N urtepelilerin SİP'in olayların gelişimi içindeki tavrına ilişkin yaptığı "Yavuz hırsız" tanımı çok doğru bir benzetmeydi gerçekten. Ancak SİP'in bu benzetmeden yanlış sonuç çıkardığı anlaşılıyor. SİP, her yavuz hırsızın ev sahibini bastıracağına inanmış olmalı ki, yavuz hırsız rolünü sürdürüyor. Bildiri ve açıklamalarındaki her cümle, her söz, bu rolün yeni bir biçimi adeta. Ama yavuz hırsızın gerekçeleri, açıklamaları, herşey olup bittikten sonra söyledikleri öylesine acemice ki, rolünü sürdürdükçe kendini, ruh halini ele veriyor. "Kurtuluş Gazetesi SİP'le uğraşmayı bırakmalıdır" diyor. Neden bıraksın? Saldırının hesabını mı verdin? Hayır! Halkın aldığı karara mı uydun? Hayır! Üstelik uymayacağını açıkladın. Sonra Kurtuluş SİP'le uğraşmasın diyorsun. Ne olacak? Olan olmuş, üstünü külleyelim gitsin mi diyeceğiz? SİP boşuna beklemesin, hesap verene kadar Kurtuluş SİP'le, SİP'te ifadesini bulan reformizmle ve oportünist yöntemlerle daha çok uğraşır. Uğraşmaya devam ediyoruz; çünkü solda böyle bir geleneğin yerleşmesine izin veremeyiz. Halka, devrimcilere karşı sorumsuzluk çizgisinin, provokatörce saldırıların hesabının sorulmadığı, devrimci bir açıklıkla özeleştirisinin verilmediği bir adaletsizliğe ortak olamayız. Uğraşmamızın nedeni bu kadar basit ve açıkken, SİP, yine "derin tahliller" havasında Cephe'nin tavrına "derin" açıklamalar buluyor. "Siyasi tıkanıklık içinde" olduğumuzu keşfediyor. SİP nedir? Kimdir? Neyi savunur? Bugüne kadar hangi siyasi çalışmayı yapmış? Gelişmeye açık olmak, 30-40 kişi toplanıp sopalarla, zincirlerle Cephelilere, halka saldırmak mı oluyor ki, başkalarını siyasi tıkanıklıkla itham ediyor. Kim siyasi tıkanıklığı yaşayan? Sen şurda ne zamandır varsın, hangi politikanla, hangi taktiklerin ve eylemlerinle açılımlar sağladın, hangi halk kitlelerinin içinde geliştin ki keskinlik yapıyorsun? Tüm tarihi legal, yasal, parlamenter çalışmanın, masa başında yazıp çizmenin dışına çıkmamış bir "gelenek" olarak siyasi tıkanıklıktan hiç çıkabildin mi ki keskinlik yapıyorsun? Niye Cephe'ye saldırıyorsun, bırak, nasıl olsa tıkanıyor! Ama hayır, kendini Cephe'ye saldırarak varetmeye çalışıyorsun. Cephe varolduğu ve gelişmesini sürdürdüğü sürece, kendinin gelişmeyeceğine inanıyorsun çünkü. Ki pek de yanlış sayılmaz. Kuru keskinlik yaparak kendine solda yer açmaya çalışıyorsun. SİP'İN DİĞER REFORMİST PARTİLERDEN BİR FARKI VAR MI? ÖDP'den fazla ne yapıyorsunuz mesela? Hadi o, zilli, çıngıraklı, aynalı, ta- raklı kendi çapında birşeyler yapıyor. Hatta politikasızlığı içinde, delinin tesbih bellediği gibi de olsa "erken seçim" taktiği bile var. Peki SİP ne yapıyor? Onun bu süreçteki taktiği ne, bu taktiği doğrultusunda ÖDP'den ve devrimci hareketlerden farklı olarak ne yapıyor? ÖDP'ye göre biraz daha diri gibi duruyor, ondan daha fazla sosyalizm, devrim kelimelerini kullanıyor, biraz daha keskin görünmeye çalışıp devrimcilerin biraz daha yakınında durmaya uğraşıyorsun. Ama... ama gerisinde başka birşey yok. Reformist diye ÖDP'yi eleştiriyor ama reformist dediğiniz kadar bile bir varlık gösteremiyorsunuz. Bunun bir açıklaması olmalı değil mi! Susurluk sürecinde ÖDP'den fazla ve farklı ne yaptınız mesela? Hiç. Onun yaptığı kadarını bile yapamadınız. Peki ÖDP'den farkınız ne o zaman? SİP, yavuz hırsız rolünde de reformistlerin eleştiri üslubunu ve malzemelerini kullanıyor. Kurtuluş Gazetesi nezaketi önemsemeyip, "siyaset" sınırlarının dışına çıkıyormuş. Bir; sopalarla saldıran SİP'lilere Kurtuluş Gazetesi çarpıcı satırlarından biri şudur; "Gerçeğin sadece bir parçası olan 'saldırı'yı üstlenmişler"miş. Bunu söylerken de sanki övünüyor, insan oturup önce düşünür: Var mı SÎP'in tarihi boyunca "üstlendiği" başka bir saldırı?,.. Şurada şu polisi cezalandırdık, şurada faşistleri cezalandırdık deyip yayınladığınız bir "üstlenme" bildirisi, böyle bir saldırınız var mı? İlk defa tarihin boyunca bir saldırı "üstlendin", ama o da devrimcilere yapılmış bir saldırı. Bunun utancını duymuyor musunuz? "Son onbeş gün boyunca Türkiye devrimci hareketinin davranış kalıplarında ve lugatında olmaması gereken onlarca olguyla karşılaşmış'larmış. Neymiş o onlarca olgu? Senin zincirli sopalı saldırın demek ki Türkiye devrimci hareketinin davranış kalıplarına çok uygun. Kendisine "olgunluk" payesi biçip "yavuz hırsız" rolüne devam ediyor. Saldırmışsın, Cepheli, halk karşısına kim gelirse kırmış dökmüşsün, kalıptan söz ediyorsun. Kalıpları kırıp döken kendiniz değil misiniz? neden nezaket göstersin? Saldırı nezaketsizlik olmuyor da, yazıp çizmek mi oluyor? İkincisi, eleştirilerimiz ortadadır, açıktır, nezaket tartışması değil, provokatör bir saldırının tartışmasını yapıyoruz. Nedir şu siyasetin dışına çıkan tarz? Kim nasıl çıkmış? İnsanda azıcık utanma olur. Sopalarla halka saldırmak siyaset dışına çıkan tarz olmuyor da, yazmak, eleştirmek mi oluyor? Sen saldır. Sonra siyaset sınırlarının dışına çıkılıyor diye hesap vermekten kaç. Sınır, aman herkes istediğini yapsın, ama kimse birbirini eleştirmesin diye mi çiziliyor yoksa? Biz o sınırda yokuz. Partililere "sakin olacaksınız, yanıt vermeyeceksiniz" demişler. Olgun SİP rolünde övünerek yazıyorlar bunu. Peki sormazlar mı adama, başta saldıran yoldaşlarınıza saldırmayın demek neden aklınıza gelmedi diye? Kendisi saldırıyor, bu siyaset dışı yöntem olmuyor. Sonra beklediği gerçekleşmiyor. Tepki görüyor, teşhir oluyor. Bu sefer mazlum rolüne soyunuyor. Ne bekliyordunuz yani, saldırınca Cephelilerin sineye çekeceğini mi zannediyordunuz? Nasıl olsa araya da birileri girer, uzlaştırır, ortayı buldurur, böylece Nurtepe'de hem saldırıp, hem kendimizi meşrulaştırırız diye mi düşünüyordunuz? Ne büyük yanılgı. Hem Cephe'yi tanımıyorsunuz, hem devrimci ilkelerden, adalet anlayışından bihabersiniz. Ama SİP'in bildirisinin belki de en "Yalan yazdılar" diyor sonra. Bunu derken mahalle halkını da yalancılıkla itham ettiğini görmüyor. Onların anlattıkları, gördükleri yazıldı. Kurtuluş'ta, diğer yazılanlar da onların anlattıklarının çerçevesindeydi. Nerede kaldı senin sosyalist ahlakın? Yalancılıkla itham ettiğin o insanların yüzüne bakabilecek misin bir daha? "Nurtepe'deki yanlış kavgadan sonra" iki kez çıkan merkez yayın organları Sosyalist İktidar Gazetesi'nin sadece bir sayısında olayla ilgili bir tek haber yer almış. Bunu da övünerek belirtiyorlar. Neden bir kez? Önemsiz bir olay mı? Üzeri küllenmesi gereken bir olay mı? Her sayıda yer alsın, herkes ne olup bittiğini detayıyla öğrensin. O yayın organını niye çıkanyorsunuz sahi? Bizim bildiğimiz bir siyasi hareket için yayın organı, yaptığı herşeyi kitlelere açıkladığı, savunduğu, hesap verdiği bir kürsüdür. Nurtepe'de birşey yapmışsın, bunu kitlene, gazetenin tüm okuyucularına yayın organında neden tüm boyutlarıyla açıklamıyorsun da, olayı bilmeyenin pek de birşey çıkaramadığı bir bildiriyle geçiştiriyorsun. Bunun nesiyle övünüyorsun? Yaz, gerçekleri açıkla, kitlelere yaptığını savun da istersen on sayfa yaz. Ama elbette yazmak istemezsiniz; "Nurtepe emekçileri bu gündemi haketmiyor" başlığı atarak yazdığınız yazının devamını getirmek zordur. Çünkü o zaman "hakedilmeyen" bu gündemi kim yarattı sorusuna da cevap vermeniz gerekir. Sanki haberi yokmuş, toplantının ne olduğunu bilmiyormuş gibi "2 "Ağustos tarihli Kurutuluş gazetesi bir 'halk mahkemesi'nin sonucunu ilan ediyor" diye burjuva literatürü ile yazıp devrimcilere saldırısını sürdürüyor. Orada bir halk toplantısı olmuştur. Özel olarak oluşturulmuş bir halk mahkemesi sözkonusu bile değildir. Peki o zaman SİP niye böyle yazıyor? İşte klasik reformizm üslubu. EMEP'le, ÖDP'yle bu noktada nasıl aynılaşıveriyorsunuz. Evet, böyle kavramları çarpıtarak, burjuvazinin kullandığı anlamları yükleyerek kullanmayı onlar çok sever. Devrimci kavramlarla alay ederek kullanmak tam da reformizme özgüdür. SİP NASIL BİR DEVRİM, NASIL BİR SOSYALİZM DİYOR? SİP yayın organında sık sık "devrim", "sosyalizm", "Kurtuluş sosyalizmde", "çözüm soyalizmde" sloganlarına, çağrılarına raslanır. "Gündem devrim, gündem sosyalizm" der SİP sık sık. Peki bu nasıl bir devrimdir? Nasıl bir sosyalizmdir? "Devrim" demekle devrim olmuyor. "Çözüm sosyalizmde" demekle sosyalizm de gelmiyor. Peki nasıl olacak bunlar? SÎP bunun için ne diyor? Silahlı mücadeleyi, halk savaşını benimsemediği açık. Geriye iki ihtimal kalıyor. Biri ayaklanma, Bolşevik devrim modeli, diğeri ise barışçıl geçiş yani parlamentoda çoğunluğu ele geçirip hükümet olmak, sonra da bu hükümet aracılığıyla sosyalizme geçmek. Veya belki SİP'in düşündüp başka bir stratejisi, modeli vardır! O veya bu. Ama kimse SİP'in nasıl bir devrim yapacağını bilmez. Kimbilir belki de düşman da öğrenmesin diye parti üst yöneticilerinden başka kimse de bilmiyordur. Nasıl olsa kitleler bilmese de olur. Onlar günü geldiğinde SİP şöyle yapın dediğinde yaparlar. Evet, SİP'in bu konuda ne dediği bilinmez ama örgütlenmesine, mücadelesizliğine bakarsanız, parlamentoculuktan başka birşey ortada görünmediğine bakarsanız, 2. Enternasyonal partilerinden farkı yoktur. Bu örgütlenme modeliyle, bu çizgisiyle ÖDP gibi parlamentonun yolunu gözlemekten başka yapabileceği birşey de yoktur. İşte bu noktada SİP'in keskinliğinin kerameti de anlaşılmaktadır. Keskinliği ÖDP'yle, EMEP'le rekabetinden ileri gelmektedir. Aynı kulvardaki rakipleri onlardır. Ama önündeki tek engel de onlar değildir. Devrimci mücadele de reformizmin gelişmesinin önünde engeldir. SİP'in sıkıntılarının kaynağı da işte budur. Önerimiz, sıkıntılarını, devrimcilere saldırarak, keskinlikler yaparak, kendine olduğundan farklı havalar vererek gidermek yerine, gözlerini örgütlenmeye, mücadeleye çevirsinler. Çabalarını buna harcasınlar. Şu anki taktiklerine göre hiç değilse daha iyi sonuç alacaklardır. Tersi sıkıntılarının derinleşmesinden başka sonuç ver-, mez! * "Nurtepe Şehitlerin Kanlarıyla Yaratıldı" Halkı ihtiyaçlarını ucuz olarak karşılanması için kooperatifler kuruldu. Bu kooperatifler sayesinde halk ihtiyaçlarını sağlamaya başladın. Güzel örgütlü bir mücadele ortaya çıktı. Devrimci Sol önderliğinde ve iradi çalışması sonucu yaratılan bu değerleri Dev-Yol'cular geçemediler. Bölgeyi sahiplenmeye çalıştılar. Devrimci Sol'culara saldırdılar. Silahlı saldırılar yaptilar. Bu saldırılar karşısında halk Devrimci Sol'un önderliğini benimsedi. Dev-Yol'cuları bölgeden kovdu. Devrimci Sol hiçbir zaman onlara karşı silah kullanmadı. Halkın tavrı da kesindi. Çünkü halk mücadeleyi DevGenç'lilerden öğrenmiştir. Dev-Genç'liler bölgenin yaratılmasında her taşında, toprağında emek harcadılar, bedel ödediler çünkü. Bize örgütlülüğü ve mücadeleyi öğrettiler. Paylaşımı ve adaletli olmayı öğrettiler. Nurtepe halkı ile Nurtepe'nin kuruluşu ve daha sonraki gelişimi üzerine görüştük: Sultan Eser: 78'lerde radyolarda insanlar hazine malı olan yerleri herkes işgal etsin, zamanla vergilerini ödeyerek oraların sahibi olacaklar, şeklinde anonslar duyuyorduk. Tabii bunu duyan halk, kazmayı, küreği tutan koştu. Herkes olabildiği kadar araziye konmaya başladı. Bölgemizde bu tarlalar belli kişilere aitti. Tabii radyodaki anonsları duyan halk bunlara aldırmadı. Bir hafta içinde NurtepeKağıthane bölgesi dışından dahi insanlar gelmeye başladı. Duyan geliyordu. Herşey çarpık gelişiyordu. Kimse yolları vs. düşünmüyordu. On-on beş gün içinde üniversitelere kadar insanların arsa almaya, parsellemeye çalıştıkları duyuldu. Burada örgütlü bir mücadele yoktu. Devrimci-demokrat, yurtsever üniversiteli öğrenciler gelmeye başladı. Ve bizlere birtakım (bizleri toplayıp) önerilerde bulunmaya başladılar. Bize örgütlülüğü, birlikte olursak nasıl mücadele etmemiz gerektiğini anlattılar. Yoksa bizim emeğimizin, çabamızın boşa çıkacağını, devletin tekrar evlerimizi yıkacağını vs. anlattılar. Bunu da tek tek değil, örgütlü bir biçimde, hep birlikte hareket ederek yapacağımızı söylediler. Masrafımız boşa gitmesin diye 300 pirket alıp işgal yapalım dediler. Bu işgal kuleleri tek tek yapılacaktı. Nöbetler tutulacaktı. Bir ay boyunca insanlarla toplantılar yapıldı, insanları ikna yöntemine gidildi. Biz bunları mantıklı bulduk ve çalışmalara başladık. İlk etapta emeğimiz boşa gitmesin diye ilk anda işgal kuleleri yaptık. İçine bardak, masa vs. yerleştirdik. Ve devletin tavrı gözlendi. Bir gün kalktık ki askerler bütün her tarafımızı sardılar. Dev-Gençliler "Hadi analar, bacılar sipere, barikata" diye bize çağrı yaptılar. Biz kararlılığımızı ortaya koyduk, "ölürüz vazgeçmeyiz" dedik. "Kondularımızı yıktırmayız" dedik. Dev-Gençliler de kesinlikle kararlı olduklarını, bizi desteklediklerini yıktırmayacaklarını açıkladılar. İtişmeler oldu, sopalar uçtu. Baktılar ki çok kararlıyız, çekip gitmek zorunda kaldılar. Daha sonra halk komiteleri oluşturduk. En ufak bir saldırıda birliği sağlamak için mahalle aralarında, caddelerde güvenlik alındı. Dev-Genç'lilerin içinde mimarlar, mühendisler vardı. En ince ayrıntılarına kadar mahallenin (yol, kanalizasyon vb.) planlarını projesini çizdiler. Bunlar halkla tartışılarak yaşama geçirilmeye başlandı. Hiçbir yerde böyle planlı projeli bir mahalle yoktur. Mahalle bir, iki ve üçüncü tarla olarak üç bölgeye ayrıldı. Ve evlerin alanları belirlendi. Dozerlerle toprak kazıldı. Komün bir şekilde, kireç, çimento, kum, taş halka getirildi ve insanlar temel atmaya başladılar. Her taşında, toprağından DevGençlilerin emeği geçti. Tuğlaları, kiremitleri taşıdılar. Halkla birlikte çalıştılar. Dev-Gençliler bir gün demir direkler kamlaştırmışlar, onları elleriyle mahalleye kadar taşıyıp diktiler. Kablolar kamulaştırıldı. Kabloların bir kısmı da ortak komün tarafından sağlandı. Elektriklerimiz böylece çekildi. Faşistler de "Solcular aldılar da, sağcılar niye almasın" diye Sular İdaresi bölgesinde dört-beş kamyon pirket dökmüşler gecekondu kuracaklarmış. Biz halk olarak toplandık. Gençlerle birlikte sopalarla idare yolunu tuttuk. Gittiğimizde yer belirlemeye kalkıyorlardı. Bizi görünce üstümüze ateş açtılar. Dev-Gençliler bizi geri aldılar hemen. Ve onlara sopalarla, taşlarla giriştik. Faşistler kaçtılar. Oraya döktükleri pirketleri, taşları da toplayıp geldik. Faşistler her fırsatta saldırmaya çalıştılar. Ama hep sonuçsuz kaldı. Hep püskürttük onları. Evler yapıldıktan sonra halkın tabii ki bir takım sıkıntıları vardı. Yoksuldu. Evler yapılırken gerçekten evi, işi olmayan insanlara, ihtiyacı olan insanlara verildi. Büyük bir titizlikle yapıldı. Halkın ihtiyaçlarının ucuz olarak karşılanması için kooperatifler kuruldu. Bu kooperatifler sayesinde halk ihtiyaçlarını sağlamaya başladı. Güzel örgütlü bir mücadele ortaya çıktı. Devrimci Sol önderliğinde ve iradi çalışması sonucu yaratılan bu değerleri Dev-Yolcular çekemediler. Devrimci Solculara saldırdılar. Silahlı saldırılar yaptılar. Bu saldırılar karşısında halk Devrimci Sol'un önderliğini benimsedi. Devrimci Sol hiçbir zaman onlara karşı silah kullanmadı. Halkın tavrı da kesindi. Çünkü halk mücadeleyi Dev-Genç'lilerden öğrenmiştir. DevGençliler bölgenin yaratılmasında her taşında, toprağında emek harcadılar, bedel ödediler çünkü. Bize örgütlülüğü ve mücadeleyi öğrettiler. Paylaşımı ve adaletli olmayı öğrettiler. Seminerler veriliyordu, toplantılar yapılıyordu. Halkın çoğunun okuma yazması olmadığı düşünülerek, halka okuma yazma öğretildi (toplantılar yapılarak). Dergiler, kitaplar okuyup tartışıyorduk. Büyük paylaşım ve dayanışma ortamı vardı. Hiç kimse bu emek üzerinde hak iddia edemezdi. Ve bu yüzden de DevYol'a karşı tavrımız net oldu. DevGençliler daha ilk geldiklerinde mahalleye Çayan Mahallesi dediler. Ve mahallemiz Çayan Mahallesi olarak kuruldu, gelişti. Hep böyle kalacak. Kimse bunu zihinlerden silemez. Biz halk olarak eğitim çalışmaları sayesinde giderek yetkinleştik. Bildiriler çıkarıyorduk artık. Mahallenin kurulmasında büyük emekleri olan Devrimci Solcu, mahallemizin çocuğu Hüseyin Aksoy da bu bildirilerin dağıtılması sırasında faşistler tarafından kurşunlandı. Katili bir ay içerisinde Devrimci Sol tarafından cezalandırıldı. Yani bu toprakların temellerinde şehitlerimizin kanı vardır. Bu arada mahallenin güvenliğini sağlamak, bölgeye, faşist, polis vb.'lerin girmesini engellemek amacıyla nöbet tutulmaya başlandı. Kimse elini kolunu sallayarak mahalleye giremiyordu. Nöbetçiler gelen kişileri önce araştırıyor, sonra bölgeye alıyorlardı. Evlerin kurulmasından sonra mahallenin elektrik, su, kanalizasyon sorunlarının çözümü için örgütlenerek belediyeye gittik ve mücadelelerimiz sonunda su, elektrik, kanalizasyonlarımız yapıldı. Bunlar Devrimci Solcuların yol göstericiliğinde oldu. Biz sömürü nedir, hiçbir şey bilmiyorduk. Ne öğrendiysek onlardan öğrendik. '80 cuntası yaklaşırken yapılan toplantılarda "Türkiye'yi karanlık günlerin beklediğini, cuntanın gelebileceğini, ülkenin 10 yıl geriye gideceğini, o koşullar altında bizim nasıl mücadele edeceğimizi ve birliğimizi beraberliğimizi nasıl sağlayacağımızı bize anlattılar hep. Diyorlardı ki biz üç-dört yıl olamayabiliriz, dağılabiliriz, ama biz devrimciler olarak buraya emek verdik, siz de nasıl mücadele edileceğini biliyorsunuz, siz mücadele edeceksiniz, buralar, bizim sokaklarımız, bizim halkımız var, biz buraları hiç bırakmayacağız yıllar geçse de gene geleceğiz, halkımızın içinde olacağız, buraları kimseye bırakmayacağız" diyorlardı. Ve bir sabah kalktık ki askeri darbe gelmiş. Her tarafımız sarılmış, yasaklar konulmuştu. Yani gençlerin dediği oldu. Dedikleri gibi de belli bir süre bölgeden uzaklaştılar. Ama hiçbir zaman halkın Devrimci Sol'a bağlılığı geçmedi. Seneler sonra da olsa halk Devrimci Sol'a kapılarını açtı. Darbe dönemi evlerimiz yoğun bir baskı altında kaldı. 12 Eylül cuntasıyla birlikte faşistlerin eline bir fırsat geçti. Gecekondulara rahatça girebileceklerini, istedikleri terörü uygulayabileceklerini, hiç kimsenin kendilerine artık birşey yapamayacağını düşündüler. Gece kalkıyorduk her yanımız cemselerle doluydu. Kapılarımız durmadan çalınıyordu. Yasakları döküyorlardı, dolapları dağıtıyorlardı, iç çamaşırlarımıza kadar dağıtıyorlardı. Her tarafı allak bullak ediyorlardı. Birçok insanın ziynet eşyalarını çalmışlardı. Para bulsalar alıyorlardı. Bu yoğun baskılar bir, birbuçuk ay sürdü. İnsanlarda belli bir dağılma, moral bozukluğu oldu. Daha önce devrimci gençler herşey olabilir, ama birlikte hareketle bunlar aşılır demişlerdi. Gerçekten de öyleydi. Yine onların sayesinde toplanarak diğer gecekondu bölgeleriyle birlikte kamyonlara binerek valiliğe gittik. Onlar bizimle dalga geçiyorlardı. Ama biz onları yanılttık, verdik dilekçelerimizi, haklarımızı aradık. Ve yoğun baskılar kalktı üzerimizden. Gündeme '84 Ölüm Oruçları girdi. O dönem analar imza kampanyası başlatmıştı. Bağış kampanyası vardı. Hatta ben televizyonumu bağışlamıştım. O dönem Nurtepe'de birçok insanımız işkencelerden, geçirilerek tutuklanmıştı. Nurtepe halkı olarak o dönemde sahiplenmeyi sürdürdük. 12 Temmuz katliamında şehit düşenlerden Y. Şimşek bu bölgenin insanıydı. Emekleri geçmişti. F. Dikme de Nurtepeliydi. O zaman şehitlerimizi sahiplendik. Yürüyüşler, korsanlar yaptık. O dönem yeniden toparlanma yaşadık. Komisyonlar oluşturmaya başladık. Halk olarak mücadeleyi sürdürdük. Darbe sürecinde de bire bir mücadele verdik. Toplantılar yapıldı. Ve biz Devrimci Sol'u benimsedik, darbeyi mahkum ettik. Perpa'da şehit düşen evladımız M. Salgın darbe döneminde çok büyük emekler harcadı. O dönem dergilerimizi dağıtıyor, halkı bu konuda aydınlatıyor, toplantılar örgütlüyorlardı. M. Salgın'a biz halk olarak sahip çıktık. Tüm baskılara, polis yığmalarına rağmen çok kalabalık bir kitleyle görkemli bir cenaze töreni gerçekleştirdik. Kesinlikle sahiplendik. Onun dışında şehitlerimizi de sahipleniyorduk. Tekrar birliklerini sağladık. Gazi ayaklanmasının ardından faşistler burada provokasyon girişiminde bulundular. Ama biz halk olarak bunu boşa. çıkardık. Ayaklandık. Barikatlar kurduk. Binleri bulduk. Çok güzel bir dayanışma oldu. Orada Parti-Cephe sloganlarımızı haykırdık. Polisle yüz yüze en ön saflardan PartiCephe'liler savaştı yine. Sabahın 03.00'üne, 04.00'üne kadar sürdü direniş. Kazanımla bitirdik direnişi. '96 Ölüm Oruçlarında da eylemlerimizle, korsanlarımızla sahiplendik şehitlerimizi. Dev-Genç'e, Devrimci Sol'a, DHKPC'ye gelen bir süreç yaşandı. Biz onlarla gurur duyuyoruz. Her zaman onların yanındayız ve her zamanda destekliyoruz. Nazmiye Ercan (Ev hanımı): Ben Nurtepe'ye 70'lerde geldim. Mahallede arsalar halk tarafından parsellenmeye başlanmıştı. Daha sonra küçük kulübeler yapıldı. Devrimciler halkla birlikte nöbet tutmaya başladılar. Halk komiteleri vardı. O dönemde faşistler, polisler, zabıtalar saldırıyordu. Komiteler oluşup halk kendisini korumaya başlayınca faşistler artık bölgeye girmeye korktular. Öyle bir duruma geldi ki bir kısım taksiciler bile Nurtepe'ye girmeye korkuyorlardı. Bir süre sonra evler yapılmaya başlandı. Halka arsaları Devrimci Solcular verdi. Eylem yapılırken onların sularına, pirketlerine, çimentosuna kadar o insanlar getiriyordu. Çok uzaklara giderek halka su getiriyorlardı. Onların burada çok büyük emekleri oldu. Bunu hiç kimse inkar edemez. Daha sonra halk evlere yerleşmeye başladı. Bazı kişiler evlerine taşınmadılar. Devrimci Solcular ve halktan insanlar onlarla konuştular. Gerçekten o dönemde büyük bir dayanışma vardı. Ben hatırlıyorum tam 350 konut vardı. Bütün halk birlikte hareket ediyorduk. O dönem kadınlarla ilgili bir miting olmuştu. İstanbul'un her tarafından akın akın insanlar vardı. Ama Nurtepeliler genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden hamile kadınlara kadar hepsi mitinge katılmıştı. Oldukça büyük bir duyarlılık vardı. Burayı Devrimci Solcular kurdu. Dev-Yolcular gelerek burada bizim de emeğimiz var diye sahip çıkmaya çalıştılar. Silahlı saldırıda da bulundular. Ama Devrimci Solcular silahla karşılık vermediler çünkü onlar sol içi çatışmaya kalkışmadılar. Ben bunu çok iyi biliyorum. Biz baktık Dev-Yolcular çıkmak istemiyorlar, kötü şeyler olacak. Biz halk olarak onlara karşı çıktık. Onları taşlayarak mahalleden kovduk. Onların içinde benim akrabalarım da vardı. Ama haksızdılar. Halk onlara karşı çıkınca çekip gittiler. Haksız olduklarını kendileri de biliyorlardı. Bu arada halkın kendi güvenliği için mahallede nöbet tutuluyordu. Nöbet işlerini komite ayarlıyordu. Devrimciler ve halk birlikte nöbet tutuyorlardı. Mahalle birinci tarla, ikinci tarla ve üçüncü tarla diye üç bölüme ayrılmıştı. Nöbetler bu üç bölümde tutuluyordu. Herkes sırasını biliyordu ve buna uyuyordu. Hiç kimse ben nöbet tutmam demiyordu. Herkes Devrimci Solculara kapısını açıyor, evinde yatıyordu. İnsanlar evlerinin anahtarlarını dahi köye gittiklerinde onlara bakıyorlardı. Mahallemizde gecekondular mücadelesinde mahallemizin çocuğu aynı zamanda da Devrimci Solcu olan Hüseyin Aksoy'u Kağıthane'de katlettiler. Kağıthane'deki başçavuş çocuğu gözünden vurdu. Bir ay dolmadan onu vuran başçavuşu Devrimci Solcular cezalandırdı. Hüseyin Aksoy'un cenazesine çok insan katıldı, herkes sahip çıktı. Onun gecekondu mücadelesinde çok emeği oldu. Bu uğurda canını verdi. Mahallemiz Hüseyin Aksoy'a bugüne kadar sahip çıktı. Mahallemizdeki parka onun adını verdik. Onu yaşatıyoruz. Her sene parkı temizliyor, güzelleştiriyoruz. Dünden bugüne süren bir gelenek var, bunu hiç kimse söküp atamaz. O dönemlerde halkı geliştirmek için eğitim çalışmaları yapılıyordu. Öyle ki evdeki işlerimizi bırakıp eğitim çalışmalarına katılıyorduk. Gruplar halinde kitaplar okuyor, tartışıyorduk. Herkonuda kendimizi geliştiriyorduk. Onlar daha o dönemlerde cuntanın geleceğini bize anlatıyorlardı. Cunta geldiğinde ben şaşırmıştım. Çünkü . bana anlattıklarının hepsi çıkmıştı. gezin, böyle planlı, düzenli bir yer bulamazsınız. Burası öyle düzenli bir yerki hemen tüm evlerin önünden yol geçiyor. Bu yolların büyüklüğü bugüne kadar korundu. Dönem dönem kimi insanlar kendi yaptıkları kömürlükleri yola kaydırsa da yine hareketin ve burada yaşayan insanların iradesiyle geri çektiler. Yani benim gördüğüm güzel bir çalışma vardı. Bir gün yine çalışmalar yapıyorduk, biriket taşıyorduk. Bir silah sesi duyduk. İnsanlar bu sese kulak kabarttı. Öğrendik ki üçüncü tarlada arkadaşlarımıza faşistler saldırmış. Silahlarla ateş etmişler. Bir anda insan seli oluştu. Halk büyük tepki gösterdi. Faşistler tabii ki hemen kaçtılar. Herkes neyi varsa (kazma, kürek vb.) onu silah yapmıştı. Şüpheli yerler arandı. Ondan sonra faşistler bir daha bölgeye girmeye cesaret edemediler. Devrimci hareket buraya çok emekler verdi, bedeller ödedi. Büyük bir kolektivizm örneği yarattı. Bunlar inkar edilemez gerçeklerdir. Bunu inkar etmek nankörlüktür. Göksel Mercan (Muhtar): Bizim bildiğimiz dönem olarak Nurtepe'nin kuruluşu 1978'lere dayanıyor. Devrimci hareketin önderliğinde Dev-Gençli arkadaşların gelip halkla bütünleşmesiyle başladı çatışmalar. Dev-Gençliler tarla biçiminde olan bu yerleri işgal edip, halka çok planlı programlı bir şekilde sundular. Bunu yaparken de çok büyük fedakarlık gösterdiler. Bu genç kardeşlerimiz insanların başına birşey gelmesin diye zaman zaman aç-susuz da kalarak nöbet tutuyorlardı. Evlerin yapımında biriketleri, tuğlaları, suları taşıyorlardı. İmece usulü ortak bir çalışma vardı. Dev-Gençliler ve halk birlikte nöbet tutuyorlardı. Çok özel bir durumu olmadığı müddetçe herkes sırası gelince nöbet tutuyordu. Bu mahallenin planlanmasından tutalım da, polisle, zabıtayla, faşistlerle olan çatışmalarda bütün inisiyatif devrimci hareketteydi. Devrimci hareketle halk bütünleşmişti. O dönemde DevYolcular birşeyler yapmaya çalıştılarsa da gerek inisiyatif, gerekse de taban anlamında olmadıklarından tutturamadılar. Gitmek zorunda kaldılar. İnisiyatifin tamamen devrimci harekete geçtiğini onlar da kabul ettiler. Şurası bir gerçekki devrimci hareket buraya çok büyük emekler verdi. Gerçekten burayı yaratma ve koruma (hem de planlarıyla birlikte) onlar tarafından yapılmıştır. Gidin İstanbul'un gecekondu olarak düşündüğünüz en güzel semtlerini Zeki Düzgün (İşçi): Bu bölge eskiden tarlaydı. 1978'de parsellendi. Biz de o dönem bölgeye gelen ilk insanlardanız. O zaman birlik ve beraberlik çok güzeldi. Nöbetler tutuluyordu, insanlarla iç içeydik. Gençlik vardı. Bütün güzellikler vardı. Komiteler oluşturmuştuk, birinin bir sorunu olduğunda hepimiz birden koşardık. Maddi ve manevi durumu ne olursa olsun. Diyalog çok iyiydi, her türlü ihtiyacımızı beraber gideriyorduk, tek vücut olmuştuk. Bunun yaratılmasının öncülüğünü Devrimci Sol yapmıştı. Bu çok açık birşey, tartışılması mümkün değil. Eğer bugün yaşıyorsak bu insanların sayesinde yaşıyoruz. Gecekondu giriş ve çıkışlarında nöbetler tutuluyordu. Nöbetçiler parolalarla anlaşıyorlardı. Tehlike durumunda verilen parolayla halk bir anda yediden yetmişe kadar herkes sokağa çıkıyordu. Çeşitli faşist saldırılar oldu ama püskürtüldü. Bugün yine mücadele sürüyor. Yaratılan gelenek imkanı yok koparılamaz. Bugün dünyada bile böyle planlı projeli bölge yok. Bedrettin Dalan kendisi geldi, ben buraya hayran kaldım dedi. Keşke buranın projesini yapan mühendisler yanıma gelse de beraber çalışsak dedi. Eskiden Nurtepe'ye asker bakıyordu. Bir gün askerler ikinci tarlaya geldiler. Halk olarak bir albayı bölgeden kovaladık. Araba falan kalmadı. Hepsini dağıttık, gittiler. Bir tencere yemek kaynıyordu, hepimiz bir tencerede yemek yiyorduk, bu denli güzel bir paylaşım vardı. Bugün SİP'liler bunları gözardı ederek sopalar ve demir çubuklarla gelip devrimcilere saldırdılar, kafalarını kırdılar. Onların yaptığı işçi partililerin, polisin yaptığı saldırılardan farklı değildir. Burada adım attığımız her yer devrimci kanıyla sulanmıştır. Yapılan bu saldırı bugüne kadar süren geleneğe yapılmıştır. Ancak ne olursa olsun gelenek sürecektir. Garip Düzgün (Ev hanımı): Devrimcilerin halka çok yardımları oldu. Bunu inkar etmemek lazım. Sorunlar çok güzel bir diyalog içinde çözülüyordu. Örneğin bir yıkım sözkonusu olduğunda tüm halk birlik olup, yollara dökülüyordu, devlet bölgeye giremiyordu. Halk komite öncülüğünde toplanıyordu. En önde hep onlar gidiyordu. Biz kadınlar olarak toplanıyorduk, neler yapabileceğimizi tartışıyorduk. Kadınları bilinçlendirmek için faaliyet sürdürülüyordu. Eğitim çalışmaları yapılıyordu. Benim küçük bebeğim olmasına rağmen bu çalışmalara katılıyordum, herşey ortaklık içinde çözülüyordu. Devrimci Sol öncülüğünde çok güzel bir mücadele verildi, ben onları taktir ediyorum ve diyorum ki halk olarak unutmamamız, bu değerleri yaşatmamız gerekiyor. Cevahir Özbey (işçi): Buralar tarlaydı, boş yeşillik alanlardı. Halk ev, bark sahibi olsun, sürünmesin diye canlar verildi, kanlar döküldü. Bu mahallenin projesini Devrici Solcular bir gecede yaptılar.İnsanlar şaşırdı, nasıl bir gecede yaptılar diye. Bölge çok güzel parsellenmişti, alt yapısı oluşturulmuştu. Bir binanın yeni birşey için planı projesi nasıl yapılıyorsa buralar da o şekilde yapıldı. Burada insanlar çok güzel değerler yarattı, büyük bedeller ödedi. Ben onları şimdi nasıl diyeyim, anlatamıyorum. Hüseyin Aksoy'la biz aynı sülaledeniz. İlk şehidimiz o oldu. Ben ona derdim ki, "Hüseyin çok koşuyorsun, çok önlerdesin. Çok yoruluyorsun Sen daha küçüksün". Bana derdi ki "Cevahir abla niye öyle söylüyorsun, binlerce insan var en önlerde koşanlar. Ben de en önlerde koşmak istiyorum. Önde olmazsam rahat edemem. Halkım için birşeyler yapmaya çalışacağım." derdi. Böyle bir insandı. O kadar çok şeyler yaşadık ki hatırlayamıyorum bile. Sanırım İstanbul'da Devrimci Sol tarafından kurulan ilk mahalle Nurtepe'ydi. Burası DevSolculann mahallesi olarak, Çayan Mahallesi olarak tanınıyordu. Bir gün hastanede kuyrukta bekliyorum. Oradaki insanlarla aramızda diyalog geçti, bana dediler ki, "Aaa Dev-Solcuların mahallesinde mi oturuyorsun." Biz bununla gurur duyuyorduk, çünkü biz işin bilincindeydik. Gerçekten burada büyük bedeller ödendi, çok değerler yaratıldı. Yücelleri, Fintözleri, Mehmetleri şehit verdik. Ben Mehmet'i yalandan tanırdım. Mehmet Nurtepe'de büyük mücadeleler verdi, çok emek harcadı. Nurtepe şehitlerin kanlarıyla yaratıldı. Halil Özbey: Mahallede Devrimci Sol çok iyi bir dayanışma yarattı. DevYolcular öyle tahmin ediyordum ki buna tahammül edemediler. Ve bazı saldırılarda bulundular. Hatta Halkın Kurtuluşu'yla da bazı tartışmalar oldu. Devrimci Sol belli bir kitleye hitap ediyor, o kitlenin zarar görmemesi için dürüst, ılımlı bir politika izliyordu. Eğer Devrimci Solcular böyle davranmasaydı, onlar gibi davransaydı kan gövdeyi götürürdü. 12 Eylül devrimcilere, halka karşı olan bir saldırıydı. İnsanlar öldürüldü, katledildi. Ama buna rağmen hala dimdik ayaktadır Devrimci Sol. Nurtepe'de ikinci bir cuntada gelse Devrimci Sol geleneğini bitiremez. Aksine bu saldırılar bizi daha çok güçlendiriyor. İnsanlar kenetleniyor. Artı olarak, geçenlerde SÎP'in yaptığı saldırıya değinmek istiyorum. Bizim Nurtepe halkına karşı bir saldırı düzenlendi SİP'liler tarafından. Ben de kahvede öğrendim, çok üzüldüm. Onlar kime saldırıyorlar. Bunu bilmeleri lazım. Karşılarında Cephe var. Burayı onlar kurmuştur.* HALKIN HAKEMLİĞİ Hani halkımızın bir deyişi vardır; hiç istemediği halde gerçeği söylemek durumunda kalanlar için "Allah söyletti" der. SÎP'e de geçen haftaki bildirisinde böyle olmuş olmalı. Bildiride deniyordu ki, "Sosyalist İktidar Partililer, Devrimci Halk Güçleri adını kullanan hareket ile yaşadıkları sürtüşmeyi, haklılık-haksızlık ekseninden çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar. Her zaman iyi bilindiği gibi, siyasi sorunlarda 'kim haklı'sorusu etrafında yürütülecek tartışmalar genellikle bir sağırlar diyaloğuna dönüşür..." Mantıki olarak düşünelim. Haklılık-haksızlık ekseninden çıkarılan bir mesele NASIL ÇÖZÜLEBİLİR? Yine soralım: KİM haklının, haksızın tespit edilmesinden KAÇAR? SİP'e göre '"kim haklı'sorusu etrafında yürütülecek tartışmalar genellikle bir sağırlar diyaloguna dönüşür"müş. Niye acaba? Acaba SİP bunun niye böyle olduğunu düşünmüş müdür hiç? Anlaşılan o ki düşünmemiş, düşünmediği için de bu durumu değiştirilemez görüp öyle kabul etmiş. Bu nasıl sosyalistlik? Varolana teslim olmakla sosyalist olunur mu? SİP'in dediği türden sağırlar diyalogu niye çıkmış ya da çıkıyor; SİP'in düşünmediği ve aslında düşünmek de istemediği soruyu biz cevaplayalım. Sol'da pek çokları, SİP gibi, haklılığın-haksızlığın muhasebesini yapmaktan korktukları için tartışmalar sağırlar diyaloguna dönmektedir. Sağırlar diyalogları, SİP gibi, kendini sorgulamaktan, kendi gerçeğinin açığa çıkmasından korkanlar nedeniyle ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır. Sağırlar diyalogları, yine mesela şu durumlarda ortaya çıkar: - Meselelerin, devrimci adaletin terazisine vurulmasından korkulduğu ve kaçıldığı za man. Yani aynen SİP gibi... - Meselelerin devrimci ilkelerin ışığında ölçülüp biçilmesine yanaşılmadığı zaman. Ya ni aynen SİP gibi... - Ve yine SİP gibi, halkın hakemliğinden kaçıldığı zaman. O halde, solda "kim haklı" sorusu etrafında yürütülecek tartışmaların genellikle bir sağırlar diyaloğuna" dönüşmesi gibi bir durum varsa bile, SİP kesinlikle bundan şikayet edebilecek durumda değildir. Tersine, böyle bir durumun sorumlularından biridir. Tabii bu durumun ve sorumluluğun yalnız SİP'e özgü olduğunu söyleyemeyiz. Türkiye solunda eskiden beri hep bir spekülasyon ortamından sözedilir. Eleştiri-özeleştiri mekanizmasının, çeşitli tartışmaların hatta ideolojik mücadelenin "dedi-demedi", "yaptı-yapmadı" türünden bir spekülasyon ortamına dönüştüğünden şikayet edilir. Spekülasyon esasında daha çok, birincisi "soyutluğun", ikincisi "masabaşılığın" ürünüdür. Sol soyutluğu sever: Hiçbir zaman sorunları somut olarak tartışmazlar. Süreçler üzerine somut tartışmalardan da aynı şekilde kaçarlar. Herşey derin teorinin belirsizliği içinde geçiştirilmeye çalışılır. Masabaşıcıdır: Birlikleri de, ayrılıkları da, ortaya çıkan ve çıkabilecek sorunları da, çözümlerini de hep dar platformlara hapsetmek ister. Bakın solun tarihine; halk kitleleri nezdinde tartışılıp oluşturulmuş kaç tane birliğe rastlayacaksınız? Bakın tarihe, siyasi hareketlerde ortaya çıkan sorunların kitleler nezdinde tartışıldığı kaç süreç göreceksiniz? Göremezsiniz. Bunun tek istisnası Devrimci Sol'un, Parti-Cephe'nin tarihidir. Mesela Devrimci Yol'dan ayrılıkta, DY'nin tüm engellemelerine rağmen tartışmayı kitlelere götürmeye çalışmıştır. Mesela 79'da kendi içinde "Platformcular" diye bir grup ortaya çıktığında bu sorunu da geniş kitle toplantılarında tartışmıştır. Ve mesela, darbe gibi bir ihanetle karşılaştığında bunu da yine en geniş halk toplantılarında tartışmış ve o zeminde mahkum etmiştir. Halk kitlelerinin tartışıp karar aldığı yerde spekülasyonun alanı iyice daralmış demektir. Sol ise, herşeyin adeta "kapalı kapılar ardında" tartışılıp konuşulmasından yanadır. Geçtiğimiz haftalarda Kurtuluş'ta da aktarılan bir "siyasi temsilciler" toplantısında söylenen bir söz, bu noktada kafa yapısını yansıtması açısından son derece karakteristikti. O toplantıda bir siyasi temsilci, bazı olayların Kurtuluş'ta yazılarak eleştirilmesine "bunları yazmışsınız, şimdi Anadolu'dakiler, bizimkiler orada neler yapıyormuş diyecek..." şeklinde itiraz ediyordu. Oysa birşeyin dergide yazılmasının amaçlarından biri de bu değil midir? Kim ne yapmış, ne diyor, tüm solu, devrimci, demokrat kamuoyunu ve halkı bilgilendirmek. İşte bu noktada da halkın, kitlelerin hakemliği girer zaten devreye. Yaptığının hesabını halka verebiliyor musun, yaptığını halkın karşısında savunabiliyor musun? Halk Meclisi türü örgütlenmelere solun yabancılığında ve uzak duruşunda da bu son derece önemli bir yandır. Sol, büyük çoğunluğuyla halkın söz hakkından, demokrasiden sözetse de, kitlelerin karar almasından korkmakta, kitlelerin, halkın alacağı kararlara güvenmemektedir. Tabii, çünkü o zeminlerde boş keskinliklere yer olmayacak, boş devrimcilik, sosyalistlik iddiaları itibar görmeyecektir. Herşeyin kitlelerin gözü önünde olduğu durumlarda da yaşananları çarpıtanlar çıkmıştır, çarpıtmak isteyenler çıkacaktır. Ancak bu çok da önemli değildir; buna yeltenenler sonuçta kaybederler. Gazi katliamını protesto eylemi sonrası oportünizmin sorumsuzluklarına, imzaladıkları kararlara uymamalarına ilişkin halkın hakemliğinde yapılan değerlendirme ve tartışma bu açıdan çok öğreticiydi. Mesele sorumsuzluklara, söz verip yapmamalara, provokatif tavırlara bir gerekçe bulmak değildir. Mesele bu gerekçeye devrimcileri ve kitleleri ikna edebilmektir. Çok öğretici bir örnek de Nurtepe halkının son gelişmeler üzerine aldığı kararda görüldü. SİP halkın kararını tanımadı. Neresi sosyalistlikti acaba bunun? Sonuç olarak işin özünü kısaca tekrar etmekte fayda var. Haklının-haksızın belirlenmesinden kaçanlar, haksız olmalarından korkuyorlardır. Halkın hakemliğinden kaçanlar halka güvenmiyordur. Halkın kararını tanımayanlar, kendilerini halkın üstünde gören aydın küçük-burjuvalardır. Bu, kim ne derse desin, hangi gerekçeyi uydurursa uydursun, böyledir.* EMEP'TE İSTİFALAR 210 EMEP üyesi bir deklarasyon yayınlayarak partilerinden istifa ettiler. EMEP yönetimi ise istifaları doğrularken rakamın o kadar önemli olmadığını açıkladı. Rakamın bizim için de önemi yok. 210 değil de 21 de olabilirdi. Ancak onun ötesinde rakamdan çok üzerinde durulması gereken ve önemli olan deklarasyonda dile getirilen görüşlerdir. Ki, bu görüşler de esasında EMEP'in nasıl kurulduğundan, bugüne kadar geçirdiği aşamaların ve geldiği noktanın da bir özeti adeta. Deklarasyonun girişinde: "Üç yıldır Emeğin Partisi'nde yaşanan süreç Partinin karakteri, teorisi, programı, örgütü ve taktiği üzerinde yürüyen çatışma, devrimci komünistlerle reformistleri ayrışma noktasına getirdi" deniyor. Bir partiyi ilgilendiren hemen her konuda üç yıldır süren bir çatışma. Yani büyük iddialarla yola çıkış ama daha kendi içinde bir ideolojik bir birlik bile sağlanamamış. Bu elbette sadece EMEP sürecine ilişkin değil. 20 yıl öncesinden gelen zaaflı yapılanmanın bir sonucudur. Bu geçmiş içinde de birçok kez keskin virajlar alınmıştır. Devrim anlayışında stratejik anlamda önemli değişiklikler yaşanmıştır. Ama bunların hiçbiri gerçek anlamda geçmişin bir özeleştirisi verilerek yapılmamıştır. EMEP'in kuruluş süreci de farklı değildir. Yasal partilerle ilgili uzun uzun eleştiriler yayınlanırken birden yasal parti kurmaya soyunmuşlardı. Bu dönüş nasıl olmuştu? Dünün hatası neydi? Yasal bir parti kurulmasına neden ihtiyaç duyulmuştu? Bunun hesabı yoktur. Elbette tartışmaları olmuştur. Ama bir hesabı çıkarılıp sonuca ulaştırılmadığı deklarasyonda belirtilen üç yıldır süren çatışmada ifadesini buluyor. Bir kere yasallık tercih edilip, düzenin icazeti kabul edildi mi, bunun sonunun olmadığını, sürecin düzenle daha çok bütünleşmeye doğru evrileceğini deklarasyondaki somut vurgular açıkça ortaya koymuştur. Yasallığı tercih, devrimden kaçıştır. Devrimden kaçışın ise sonu yoktur. Nihayeti teslimiyettir, çürümedir. Yıllardır söylediğimiz bu gerçeği, şimdi EMEP'in içinden, oradan gelenler dile getiriyor. "İşçi sınıfının acil görevleri arasına 'milli sanayinin önündeki engellerin kaldırılması ve desteklenmesi görevini koyarak... İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleriyle kopuşurken, geri bilinçli işçiyle, kuyrukçuluk temelinde buluşmaya çalışan, parlamento ve seçime dönük örgütlenmeyi amaçlayan, bu doğrultuda naylon ilçe ve belde örgütleri kuran, Parti örgütünü sendika derecesine indirgeyen, sıradanlaşmayı, şekilsizliği, örgütsel karaktersizliği, devrimci ruh yoksunluğunu erdemleştiren, yücelten örgütlenme anlayışı egemenliğini tartışılmaz hale getiriyor... İşçi ve emekçilerin 'ana gövdesiyle' büyük çoğunluğu ile birlikte hareket etme adına eylemsizlik ve örgütsüzlüğü yüceltiyor... Ör. Aydınlık Eylemini 'pasif bulup bitimine yakın katılma aymazlığı, yüzbin üyelik parti 'fiyaskosu' vb. vb... 'İç sorunlar kongrede tartışılmaz' diyerek taban iradesini ayaklar altına alarak Parti içi yaşamı dinamitliyor... Her türlü ahlaksız ve çürümüş unsuru Partiye doldururken devrimci komünistler yargısız infazlarla ihraç ediyor..." Bunlar deklarasyonda dile getirilen eleştirilerden. Ancak üzerinde durulması, özellikle de deklarasyonu yayınlayanların atlamaması gereken bir nokta var. O da eleştirilerde dile getirilen bu sonucun nasıl ortaya çıktığıdır. Bu anlamıyla geçmişin köklü bir muhasebesi yapılmadan, sadece eleştirilere konu olan sorunlar, EMEP süreciyle, EMEP içinde yeralan bir tasım insanları sorumlu tutarak açıklamakla sınırlı kaldığında aynı yanlışlara düşmek ve aynı kaçınılmaz sonuçlara ulaşmak ayrılanlar için de geçerli olacaktır.* 8-9-10 Ağustos tarihli Sabah ve Milliyet gazeteleri var önümüzde. İkisinde de Kürdistan'la ilgili diziler var. Önce Sabah'a bakıyoruz. Sabah'taki dizinin adı "Güneydoğu'nun Değişen Yüzü". İlk günkü yazının ana başlığı şöyle: "İdil'in kaderi değişti" İkinci günkü başlık da aynı paralelde: "Dicle kenarları artık cıvıl cıvıl". Milliyet'teki dizi de Tunceli'yi anlatıyor. Dizinin ilk günkü başlığı biraz Sabahtan çalınmış sanki: "Tunceli'nin İki Yüzü" İdil cıvıl cıvılmış. Biz biliyoruz İdil'i. '91'de, 92'de yüzlerce insan katledildi İdil'de. Bunların katilleri bulunmuş, cezalandırılmış da ondan mı cıvıl cıvıl İdil? Nasıl cıvıl cıvıl hale gelmiş? Dizinin yazan Kaymakam'la, İlçe Eğitim Müdürü'yle görüşmüş, onların pembe hikayelerini de dizi yapmış; öyle ki hızını alamayıp, "Yakında bilgisayarlı eğitim başlıyor" diye de bir başlık atmış yazısına. Bilgisayarlı eğitim. Açılamayan, öğretmeni olmayan okullarda bilgisayarlı eğitim! Satır aralarında geçiyor: idil'in kanalizasyonu yok. Sulara mikrop karışmış, içilemiyor. Bölge susuzluktan kırılıyor. Sağlık ocağına hergün dörtbeş tifo vakası geliyor. Ve Sağlık ocağında uzman tek bir doktor yok! Ve Idü cıvıl cıvıl! Nasü? Sonra biraz Tunceli dizisine bakıyoruz. Hayret, başlıktaki benzerlik, spotlarında da devam ediyor: "şehir merkezindeki cıvıl cıvıl insanlar" anlatıyor o da. Ama onda da pembe tablonun içinde siyah noktalar var yine de. Gıda ambargosunu yazmadan edemiyor. Yine de dengelensin diye, "mezeleri istanbul restoranlarıyla yarışacak lezzetteki Hasan'ın yeri"ni anlatmadan edemiyor. İki gazetede aynı günlerde benzer yazılar tesadüfi değil. Benzer yazılar gazetelerden bir süredir hiç eksilmiyor aslında. Bir bakıyorsunuz "Ba-tı'ya meydan okuyan" işadamlarının hikayeleri. Bir bakıyorsunuz, "teröre aldırmadan aşkı yaşayan gençler", bir bakıyorsunuz, "silahların gölgesinde Dicle plajında yüzenler'in haberleri yazılıyor. Belki sorunu küçültme operasyonu. Bakın hükümet de "Kürt sorunu"nun pek sözünü etmiyor artık. Belini kırdık, son çırpınışları propagandası daha etkili olsun diye belki. Sorun küçültülerek, hatta yok sayılarak şu ya da bu kadar bir süre idare edilebilir. Cumhuriyet tarihinde bunun örneği var zaten. Ama hergün kalkan asker cenazelerinin açıklaması ne? Hergün televizyonlarda onlu rakamlarla açıklanan "ölü ele geçirilen gerilla'lar nereden çıkıyor? Göç neden ve nasıl devam ediyor hala? Çeteler ortalıkta cirit atmıyor mu hala? Faili meçhuller devam etmiyor mu? Ve neden hergün bu haberleri yapıyorsunuz? Bu diziler, bu sorulan cevaplamıyor. Çünkü bu cevaplar, Kürdistan'daki imha ve asimilasyon politikalarının sürdürülüşü gerçeğini ortaya koyar. Kontrgerilla işbaşındadır hala. Oligarşi, bu "cıvıl cıvıl" propagandasını sürdürürken politikasını da uygulamaya devam ediyor. Kürdistan'da gerçek bu. Olan biten bu. Burjuva basın Kürdistan kentlerinin "cıvıl cıvıl" oluşunun haberini yapıyor. Hükümet Kürdistan'a ilişkin yeni ekonomik paketler açıklıyor. Ordu, kontrgerilla çeteleriyle, korucularıyla katletmeye, Olağanüstü Hal'iyle yasaklamaya, teröre devam ediyor. İşbölümü tamam yani. Yukarıda aktardığımız haberlerle aynı günlerde küçük-burjuva Kürt ulusalcılığı mevcut durumu "tahlil" ediyor: "Türk hükümetleri, dil ve eylem zıtlığını hala aşmış değiller. Sözde demokrasiden yana olan, kimsenin dilini, kültürünü yasaklamak istemeyen Mesut Yılmaz, dilinin üzerinde oynattığı bazı söylemleri, bir türlü cesaret edip de içine sindiremedi... Ya dilinin üzerinde sürekli oynattığı bu sözleri yutacak ve içine sindirerek eyleme geçirecek ya da ağzından çıkarıp atacak ve en şoven çizgiye dönüş yapacak." Bu tahlil, bugünün sorularını cevaplamıyor. Kürt ulusalcılar, "Türk hükümetleri'nde bir dil ve eylem zıtlığını boşuna arıyorlar. Mesut Yılmaz'ın dünkü bazı söylemleriyle, bugün Başbakanlığında uygulattığı politikanın Kürt halkı açısından özü itibarıyla birbiriyle çelişmediğini, Yılmaz'ın dün de bugün de sonuçta aynı şeyi amaçladığını görmek istemiyorlar. Dünden bugüne uygulanan MGK'nın politikalarıdır. MGK'nın dünden bugüne Kürdistan somutunda yaptığı herşeye Mesut Yılmaz onay vermiştir. Hatta onay vermenin ötesinde de Bakan, Başbakan olarak doğrudan uygulayıcılığını yapmıştır. Buna kimsenin bir itirazı olmasa gerek. Mesut Yılmaz'ın "dilinin üstünde oynattıklarını" MGK da söylemektedir. Bu da ortada. Çünkü bunlar oligarşi açısından birbiriyle çelişen değil, birbirini tamamlayan politikalardır. Sorunun oligarşi açısından çözümünün iki aşamasıdır da denilebilir. O halde bazen onu, bazen bunu öne çıkarmaları, esas olarak iç tartışmalarına, demokrasicilîk oyununun haldeki durumuna, emperyalizmin o kesitteki ihtiyaç ye dayatmalarına ve de savaşın gidişatı açısından zamanlamaya ilişkindir. Oligarşinin politikaları ancak bunlar ışığında değerlendirilebilir. Ancak bunların hepsi birlikte değerlendirilirse, Özal'ın "federasyon da tartışılabilir" sözleriyle imha politikasının-aynı süreçlere denk gelebildiği; DYP-SHP koalisyonunun "Kürt realitesini tanımak" tan nasıl "topyekün savaşa" geçtiği anlaşılır. Bunlar birlikte değerlendirilmediğinde ise, egemen sınıfların manevralarına angaje olmak işten bile değildir. Mesut Yılmaz'ın bir çelişkisi yok; yaptığı, yapacağı ortadadır. Gerillaya askeri anlamda darbe vurabildiği kadar vurmaya, Kürt halkının örgütlenmesini, mücadelesini boğabildiği kadar boğmaya, ülke genelinde devrimci mücadelenin gelişimini engelleyebildiği kadarıyla engellemeye çalışacak; bunun için terörü tırmandıracak; ve eğer bunlarla koşullarını yaratabilirse, demokrasicilik oyunu açısından, tekellerin ve emperyalizmin ihtiyaçları açısından gerekli olduğu kadarıyla demokrasi ve "Kürt sorununa çözüm" oyununu sahneye koyacaktır. Bu durumda "onlar bir adım atarsa biz iki karşılık veririz" demenin anlamı nedir? Onların atacağı adımın yönü ve amacı belli. Devrimcilerin bu yöndeki bir adıma aynı yönde karşılık vermesi, baskılar, yoksulluk sürerken, insanlar terörden ya da tifodan ölürken "cıvıl cıvıl" resmedilen Kürdistan'dan başka bir tablo yaratmaz! Hiçbir şey çözülmemiş olur ama "cıvıl cıvıl Kürdistan" masalı anlatanlar çoğalır. Çünkü, uzlaşanlar, uzlaşmalarım haklı göstermek için o noktada başka birşey yapamazlar. Masal ise, ancak, aynen Filistin'de olduğu gibi, egemenler, "barış" adına, uzlaşmanın da ötesini, tam teslimiyeti dayatıncaya kadar sürer. * Gerilla tüm bir halkın ayağa kalkışı, baskı, zorbalık ve sömürüye karşı isyan, özgür ve bağımsız bir gelecek için savaşıdır. Güçlü, iyi silahlanmış, iyi örgütlenmiş bir ordu karşısında örgütsüz, dağınık ve silahsız bir halkın örgütlenme ve savaş tarzıdır. Gerillayı güçlü kılan geniş halk yığınlarının haklı davasını savunması ve halk ile bütünleşmesidir. Tarih birçok kez gösterdi ki, temeli ve dayanağı halk olan gerilla en iyi silahlara sahip düzenli ordular karşısında bile zafer kazanmış, halktan ve haklılığından aldığı gücü kanıtlanmıştır. Gerilla bu nedenle umuttur. Gerilla bunun için kurtuluştur. 70'lerden Karadeniz'in dağlarından ve düzünden, sömüren, zulmeden devlete ve faşistlere, halk düşmanlarına karşı silah sesleri yükseldi. '80'lerde, '90'larda aralıklarla hep sürdü o slogan ve silah sesleri. Kürdistan'ın, Toros'ların, Malatya'nın, Sivas'ın dağlarının yanında Karadeniz dağları da oldu. Çünkü Onbeşlerin, Kızıldere'nin mirasıydı bu. Mirası Devrimci Sol savaşçıları büyük bir onurlu devraldı. 12 Eylül darbesinin olduğu günlerdi. Devrimci Sol gerillaları Karadeniz'de Fatsa dağlarındalar. Ekip, faşist bir çetenin Yayla taraflarında olduğu haberini alır almaz, harekete geçmişti. İki Devrimci Yolcu da Devrimci Sol gerillalarıyla birlikteydi. Mümkün olduğu kadar gündüzleri hareket etmemeye çalışıyorlar, tanımadıkları köylere uğramıyorlar, açık arazide gideceklerini, herhangi bir zarar vermeyeceklerini belirttiler. Kadın onları tanımıştı. Devrimcilere güvendiğini, korkmadığını söyleyerek isterlerse kendilerine yiyecek getirebileceğini belirtti. Gerillalar kadına güvenerek yiyecek getirme önerisini kabul ettiler. Ancak yine de tereddütlüydüler. Ekip, bir süre daha beklenmesi ve daha sonra hareket edilmesini kararlaştırdı. Ekip içerisinde yer alan Necdet PİŞMİŞLER, o arada dereye indi. İşte bu anda bir araba sesi duyuldu. Bütün ekip toplandı. Nöbetçilerden bir tanesi yüksekçe bir yere çıktı ve "asker"diye bağırdı. Bunun üzerine ekip, yola doğru hızla hareket etti. Bulundukları yer saldırıya karşı elverişsizdi, ancak yolun üstünde bulunan tepede mevzi alabilecek durumdaydılar. Ekip yola doğru hareketlendiğinde her taraftan silah sesleri gelmeye başladı. Çevreleri kuşatılmıştı. Sadece yol ve yolun üstündeki tepe diğerleri çeşitli yönlere dağılmışlardı. Bir gerilla ise açık arazide, kasığından giren ve leğen kemiğini parçalayan bir kurşunla düştü. Sürünerek kuru otların bulunduğu bir kısma geldi. Daha ileri gidebilecek durumda değildi. Bulunduğu yer zulalı, çukur bir yerdi ve üzerini otlarla örterek gizlendi. Devrimci Sol gerillası Vedat ÖZDEMİR açık araziye çıkmadan çatışarak dereye girdi. Ancak derenin etrafı polisler tarafından tutulmuştu. Mermisi biten Vedat ÖZDEMİR orada katledildi. Açık arazide iken ilk kurşunla vurulan Devrimci Sol gerillası Aydın YALÇINKAYA sürünerek uzaklaşmak istedi ancak bunu başaramadı. Aydın YALÇINKAYA yaralı ama sağ olarak ele geçti. Operasyonda yer alan faşistler Aydın'ı dipçiklerle vurarak katlettiler. Devrimci Yolculardan Feridun AYDINLI da yaralı yakalandı. Hastahaneye götürmek üzere Karadeniz Artık Gerillasız Olamaz K aradeniz... Ülkemizin kuzeyini boydan boya kaplayan bir engin deniz. Yeşille mavinin her tonunu birarada görmek mümkün. Lakin havasından mıdır, denizinin ve dağlarının hırçınlığından mıdır bilinmez, pek fazla kimse de gitmez oralara. Ülkemizin diğer yerleri gibi pek "turist" akınına uğramaz. Ama orası yurdumuzun en güzel yerlerinden biridir yine de. Yeşilırmak, Kızılırmak, Tuna, Sakarya ırmaklarıyla beslenir. Öylesine bir deniz de değildir Karadeniz. Yöre halkının geçim kapısıdır. Anası, evladı, umududur. Tanıktır Karadeniz... Halkının nasıl sömürüldüğüne, nasıl yaşadığına, ezikliğine, inatçılığına... Çalışkandır Karadeniz halkı. Çocukluğunda, gençliğinde ve yaşlılığında çalışır, üretir ama birşey kazanamaz. Sömürünün en koyusunu yaşar. Tütünü, çayı, fındığı yetiştiren odur ama yiyen, sattığında karşılığını alabilen o değildir. Bu yüzden bir parça asık suratlıdır. Ama dostuna herşeye rağmen sıcaktır. Ve savaş için Karadeniz'de aslında herşey tamamdır. Sömüren, ezen, kandıran, emeğin karşılığını vermeyen bir devlet vardır. Ezilen, üreten, çalışan ama alınterinin karşılığını alamayan halk vardır. Kendini halkı için feda etmeye hazır evlatları vardır. Ve onların öğretmeni, önderi, ailesi Parti-Cephe vardır. Karadeniz'in halkına dost olana kucak açan dağları vardır. O halde durmanın zamanı depdir. Durmadı devrimciler. Ta '60'ların sonundan fındık, çay, tütün emekçilerinin "Sömürüye Son" sloganları yükseldi Karadeniz'den. Ta yatıp kalkıyorlardı. Mağaralar bölgesine ulaştıklarında kitle ilişkilerinden faşistlerin yakındaki bir köyde olduğunu öğrendiler. Derhal bir plan yaptılar. Plana göre faşistlerin köyden çıkabilecekleri tek yola pusu atıp beklenilecekti. Eğer pusu gerçekleşmezse ondan sonra yeni planlarla hareket edilecekti. Ekip, pusu yönüne doğru hareket etti. Pusu yeri köy yolu üzerindeydi. Gün ağarmadan yerlerine ulaşıp mevzilendiler ve beklemeye başladılar. Gerillalar son derece yorgundular. Bir süre sonra yanlarına bir kadının yaklaştığını gördüler. Kaçıp saklanmaları mümkün değildi. Kadın mevzilendikleri otluk bölgeye kadar geldi. Ve birkaç kişiyi gördü. Gerillalar kadını yanlarına çağırdılar. Kadın, o yörede oturduğunu, koyunlarının bu tarafa gelip gelmediğine bakmak için uğradığını söyledi. Kadına korkmamasını, dinlenmek için burada oturduklarını, bir süre sonra güvenlikliydi. Gerillalar dağınık bir durumda yolu bir çırpıda geçip açık araziye kendilerini attılar. Tepeye doğru bu açık arazide tırmanmaları gerekiyordu. Düşmanı göremiyorlardı. Ancak çok yoğun silah sesleri geliyordu. Araziyi geçerlerken yaralanmalar oldu. Gerillalar ormanlık bölgeye yaklaşırlarken Devrimci Yol militanlarından Mehmet KURU'nun yere düştüğünü gördüler. O'na yaklaşmak istediler ancak çok yoğun ateş altında bu mümkün değildi. Bu yüzden tırmanmaya devam ettiler. Ormanın tam sık kısmına yaklaşıyorlardı ki, Devrimci Sol savaşçılarından birinin de diz kapağından vurulduğunu gördüler. Beraber götürmek istediler ancak o bunu reddederek kendisini bir ağacın arkasına attı. Ve silahının kütüklüğünün alınmasını istedi. G-3 silahının kütüklüğünü ve silahı alıp ormana girenler üç kişiydiler ve diğerlerinden haberleri yoktu. Çünkü arabayla hareket eden polisler, arabayı yavaşlatarak araba içersinde işkence yaparak Feridun AYDINLI'yı da katlettiler. Çatışma sonunda dört devrimci şehit oldu, ikisi de yaralı olarak tutsak düştü. Bütün bu çatışma boyunca gerilla birliğinin diğer üyesi Necdet PİŞMİŞLER diğer gerillalardan ayrı bir yerde ve çemberin tam ortasndaydı. Kah çatışarak, kah gizlenerek çemberden kurtulabildi. Ancak Necdet yöreyi hiç bilmiyordu. Tahmini yön tayinleriyle sonunda tanıdığı bölgelere ulaşarak gerilla birliğiyle buluştu. Necdet PİŞMİŞLER bu çatışmadan sağ kurtulmuştu. Ölüm sırasını savmıştı bu defalık. Dağlardaki mücadelesine devam etti. Yaklaşık bir yıl sonra Ordu Aybastı kırsal alanında yeniden düşmanla karşı karşıyaydı. Tarihler 5 Kasım 1981'i gösteriyordu. Jandarmayla girdiği bu çatışmada son mermisine kadar çatışarak şehit düştü. Ama Karadeniz dağları yine boş kalmayacaktı. Cunta yıllarında çeşitli siyasi hareketlerden devrimciler, cuntanın terörüne karşı dağlan mekan seçtiler, Karadeniz dağlan onlarcasının kanıyla sulandı. Necdetlerin direnci, kararlılığı '90'lara taşındı, Bahattin'lere örnek oldu. Onun gösterdiği yoldan yürüdüler. Devrimci hareket 1990'larda yeniden atılıma geçti. Kır gerillasını tekrar yarattı, gerilla Karadeniz'de de adım adım hızlandı, silahlandı, dağlara çıktı. Savaş çağrısı oldu. Karadeniz bu çağrıya cevap verdi. Gerilla büyüyor, gelişiyordu. Oligarşi umudun önünü erken kesmek için kanlı ayaklarıyla daha fazla çiğnemeye başladı Karadeniz'i. Bölgeye güç yığdı. Gerilla birliğiyle düşman arasında karşılaşmalar, çatışmalar yaşanmaya başladı. Çatışmaların yoğunlaştığı günlerdi. Günlerden 9 Şubat, yıl 1994'tü... Ordu'nun Kumru ilçesine bağlı Eskiçokdeğirmen köyünde Karadeniz Kır Birliği Komutanı Bahattin ANIK (Komutan Yılmaz) oligarşinin kiralık katillerinin kurduğu pusuya düştü. Katliamdan bir-iki gün önce jandarma Eskiçokdeğirmen köyüne yığınak yapmıştı. O gün köye takviye olarak özel tim de geldi. İki özel timci caminin minaresine çıktı, diğerleri ise aşağıda bekliyordu. O sırada köylü giyimli komutan Bahattin Anık köye geldi. Özel tim gerillanın geldiğini fark etti ve biraz yaklaşmasını bekledikten sonra ateş açtı. Komutan Yılmaz vuruldu... Halk gerillayı görmek için çevresinde toplandı. Özel tim halka cesede tükürerek hakaret etmesi için baskı yaptıysa da Karadenizli'ler böyle bir onursuzluğu kabul etmediler, özel time tepki gösterdiler. Gerilla artık Karadenizli'lerin günlük yaşamında konuşmaya başladıkları, hemen yakınlarındaki birşeydi. Komutan Yılmaz'ın en büyük hayali Karadeniz'de kır gerillasını yaratmak ve geliştirmekti. Bu hayalini kendi canıyla, kanıyla gerçekleştirerek şehit düştü. O eylemlerde yoldaşlarına siper, hedefe süzülüp giden bir kartaldı. Her eylemde en riskli noktaları tercih eder, çatışmada en son yoldaşı çekilmeden çekilmezdi. Savaşı geliştirmek yaymak ve güçlendirmek için Karadeniz dağlarına ayak bastığında karşısında olanaksızlıklar ve yokluklar, çözüm bekleyen dağ gibi sorunlar vardı. Ama aşılacaktı. Başka yolu yoktu. Hayatları pahasına aşılmalı ve savaş Karadeniz dağlarında da geliştirilmeliydi. Bu bilinçle çalıştı, "silah yok, mermi yok" demedi. Birliğine eli sopalı savaşçılar kattı. Komutan Yılmaz'ın şehit düşmesinin üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. 12 Mart'ta Ordu'nun Ünye ilçesi Ballı köyü yakınlarındaki kırsal alanda beş Devrimci Sol gerillası özel tim ve jandarmayla çatışmaya girdiler. Saat 06.0007.00 sıralarında başlayan çatışma Döşeme ormanlığında sürdü. Bu kez çatışma sırası, direnme sırası, komutanlarının hesabını sorma sırası onlara gelmişti. Onlar Komutan Yılmaz'ın öğrencileriydiler. Silahlarının son mermisine kadar çatışarak Komutan Yılmaz'a ve diğer şehitlerimize layık oldular. Erzincan ve Sivas'tan gelen özel timlerin ve jandarmanın katıldığı ağır silahların kullanıldığı çatışma sonucunda Yücel MARAL, Yavuz YAZLI, Barış ATALAY, İrfan YENİLMEZ ve Ali Faik ÖZKAN şehit düştüler. Komutan Yılmaz onların çatışmada gösterdikleri cüreti, kararlılığı, gururla izliyordu. Komutan Yılmaz ve beş gerillanın şehit olması Karadeniz dağlarında yürütülen gerilla mücadelesinin kararlılığını gösterdiği gibi gerillanın halkla bütünleştiğinin de bir ifadesiydi. Şehit düşen gerillalar Karadeniz halkının bağrından çıkmıştı. Bahattin Trabzonluydu. Yücel, Ordu-Ünye'nin Çiğdem köyündendi. Yavuz, Kastamonu Araç ilçesi Tavşanlı köyünden, İrfan, Artvin Şavşat'tan, Ali Faik, Kastamonu İnebolu ilçesi Avaremen köyündendi. Barış ise Amasya Gümüşhacıköy'e bağlı Korkut köyündendi... Katledilenler Karadeniz'in çocuklarıydı. Devrimcilerdi. Katledilenler Türkiye halklarının emeği, Karadeniz'in fındığı, tütünü, çayı sömürülmesin diye silah elde savaşanlardı. Katledilenler halkın geleneğine, namusuna, kültürüne, geleceğine sahip çıkanlardı. Onlar halkın içindeydiler. Tütünde, çayda, fındıkta, demirçelikte... kısacası halkın alınteri döktüğü yerde onlar da vardı. Dün onların alınteriyle sulanmıştı Karadeniz topraklan. Şimdi bu topraklan gerilla olarak kanlarını katmışlardı. Parti-Cephe iktidar iddiasını taşıyordu. Parti-Cephe savaşta ısrarlıydı. Parti-Cephe gerillada ısrarlıydı. Parti-Cephe gerillaları '90'lı yıllar boyunca, ülkenin hemen her yanında, Kürdistan'da, Toroslar'da, Ege'de, İç Anadolu'da, Karadeniz'de umudun çağrısını dağlara çıkardılar, dağlardan kentlere seslendiler. Vurdular, vuruldular. Yılmadılar. Dağlarda her şart altında Parti-Cephe gerillaları olacaktı. İlerleyerek, gerileyerek gerilla savaşı sürüyordu. Gerilla gelişiyor, öğreniyordu. Öğreniyor, yetkinleşiyordu. Yeni yeni katılımlar oluyor, yeni alanlara ulaşıyordu. '97'ye gelinmişti. Vuruyordu gerilla. Ardarda düşman hedeflerine vuruşlar yapıyordu. Oligarşinin gerilla paniğini, İç Anadolu-Karadeniz telaşını büyüten vuruşlardı bunlar. İşte tam o sırada, Ünye'nin daha kulağımızdan gitmemiş olan silah seslerine Fatsa'dan gelenler eklendi. Ünye ve Fatsa bir oldu. 5 Ağustos'ta şafak sökerken Fatsa Çöteli köyüne sincice yaklaştı düşman. Karadeniz Recai Dinçel Kır Silahlı Propaganda Birliği'ne bağlı bir gerilla müfrezesi bir hainin itiraflar sonucu yüzlerce düşman kuvveti tarafından kuşatıldı. Bahattinler,Yüceller, Barışlar, Kemal Askeriler, Cömertler, Meteler teslim olmamayı öğretmişlerdi onlara. Onların dediğini, yaptıklarını yaptılar. Düşmanın teslim ol çağrılarını namlularının ağzından çıkan kurşunlarla cevapladılar. Son kurşunlarına kadar çatışmaya devam ettiler. Çatışmanın sonunda birlik komutanı Ali Haydar ÇAKMAK ve komutan yardımcısı Bülent PAK şehit düştüler. Gerilla tüm bir halkın ayağa kalkışı, baskı, zorbalık ve sömürüye karşı isyan, özgür ve bağımsız bir gelecek için savaşıdır. Güçlü, iyi silahlanmış, iyi örgütlenmiş bir ordu karşısında örgütsüz, dağınık ve silahsız bir halkın örgütlenme ve savaş tarzıdır. Gerillayı güçlü kılan geniş halk yığınlarının haklı davasını savunması ve halk ile bütünleşmesidir. Tarih birçok kez gösterdi ki, temeli ve dayanağı halk olan gerilla en iyi silahlara sahip düzenli ordular karşısında bile zafer kazanmış, halktan ve haklılığından aldığı gücü kanıtlanmıştır. Gerilla bu .nedenle umuttur. Gerilla bunun için kurtuluştur. Gerilla Karadeniz'in de umududur. Karadeniz'in denizleri ve dağları gerillayla daha güzeldir. Can verilmiştir o dağlara. Kan dökülmüştür. PartiCephe'nin çağrısı yankılanmıştır bir kez o dağlarda. PartiCephe'nin bayrağı bir kez dalgalanmıştır. O çağrı hep yankılanmaya, bayrak hep dalgalanmaya devam edecektir. Artık Karadeniz gerillasız, gerilla Karadenizsiz olmaz!* KÖŞELİ OLMAK Senem'le ilgili yazılanlara, anlatılanlara bakıldığında onda o kadar çok olumluluğun biraraya geldiği görülür ki, insan 19 yaşında bir insanın bunca olumluluğu taşımasına, devrimci anlamda bu kadar niteliği o yaşta edinmiş olmasına şaşırmaktan kendini alamaz. Pekala onun kişiliği nasıl, hangi temelde böyle şekillendi acaba? Ona ilişkin anlatımlardaki bir cümle onun özellikle bir yanının tüm diğer olumluluklarını belirleyen yan olduğunu ortaya koyar: "Sınıf kinini almış bir insandı... Yani kin. Baştan aşağı kin..." İşkencede, gözaltındaki tavrının olumluluğu kaynağını buradan alır. Bu yan, onun günlük yaşamını, davranışlarını da belirler. Mesela "Fişek gibi" diye anlatırlar onu. Canlıdır. Yolda yürümesi dahi hızlı hızlıdır. Zaman kaybetmez. Başka, onun için şunlar söyleniyor mesela; Açık, net, yalın konuşur. Hemen açıkça senin hatanı, zaafını ortaya koyar. Eleştirmekten kesinlikle kaçınmaz. Tavizsiz. Gözaltılarda, ev baskınlarında, hapishane görüşlerinde inisiyatiflidir. Çok tecrübeli olduğu için mi? Hayır. Ama düşmana kini vardır. Kin, alınacak tavırda açıklığı sağlar. Sınıf kininin söylediğini yapar. Bunlar da onun bilincinin, ruhunun bir parçası olmuş kin'in sonuçlarıdır. Çünkü, kin onu "köşeli" yapmıştır. Köşelilik kesinlik, netlik, açıklıktır. Bu kadar "köşeli" olmaya gerek yok der kimimiz. Doğru olan Senem'dir; olayları, perspektifleri, talimatları, sorunları ve çözümleri köşeli ele almaktır. Yuvarlaklaştırdığımızda, yumuşattığımızda, belirsiz hale getirdiğimizde oradan sonuç çıkmaz. Görevine çok bağlıdır. Çünkü onu yapmamak için mazeret aramaz. Yine köşeli düşünür: Görevdir, yerine getirilecektir. Köşelidir. Yaşam felsefesi de öyledir. Soğukta kazağı olmaz, mantosu olmaz. Parasızdır ama şikayet etmez. "Biz nasıl böyle yaşıyoruz?" demez. Öldürülebileceğini söyleyenlere şu cevabı verir; "İlk ben şehit düşmeyeceğim." Yalın, sade ve köşelidir bu felsefe. Köşelidir ama mekanik değildir. Biraz yukarıda, anlatılanlardan aktardığımız gibi, olumsuz davranışlar karşısında tavizsizdir, hatayı, zaafı açık söyler, eleştirmekten çekinmez. Ama bunları yapmadan önce "neden öyle yapıyor, nerede eksik kalıyor, bu eksiklikte benim payım, birimin payı ne?" sorularını sorar. Sınıf kini, hayata, devrimciliğimize net, duru bir şekil verir. Köşeli olacağız. Çünkü sınıf mücadelesi keskin ve köşeli. Köşelerden birinde halkın ve devrimin çıkarlar; bir diğerinde partinin çıkarları; bir başkasında devrimci ilke ve değerler olacaktır. Elbette hayat, klasik deyişle "siyah ve beyaz"dan ibaret değil; son tahlilde hemen her şey siyah ve beyaza, yani devrim ve karşı-devrime çıksa da, işte bu noktada köşeli bakarken, o köşelerden hayatın tüm zenginliğini, tüm renklerini kavrayan, kucaklayan bir açıyla bakmasını da bilmek durumundayız. Bu kin, bu köşelilik ve bu zenginlik olduğunda Senem gibi gelişmek, pek çok olumluluğu kişiliğimizin doğal bir parçası haline getirmek de, doğal bir sonuçtur.* Yoldaşlarının Anlatımından Senem-Muhammed "İrfan şehit olalı 15 gün olmuştu. Eve iki genç geldi. Uzun boylu, çakır gözlü bir delikanlı, esmer tombul yanaklı bir kız. 'Kimsiniz siz' dedim. 'İrfan'ın arkadaşlarıyız' dediler. Ben önce okul arkadaşları zannettim, meğer yoldaşlarıymışlar. Bana teselli vermeye çalıştılar. 'Ana' dediler, 'İrfan'ı kaybettin, binlerce İrfan'ın var, hiç üzülme.' Ben de onlara İrfan'ıma sarılır gibi sarıldım. Çok temiz, çok samimi, çok efendi güzel insanlardı." Senem Adalı "Tartışmalarında son derece mantıklıydı; politik mantık. Gereksiz tartışmalara girmezdi. Mesela birkaç kişi oturmuş tartışıyoruz. Herkese hakkını veren bir özelliği vardı. Senem kesinlikle gereksiz uzatmazdı. Sen şurada haklısın, sen şunda haklısın derdi. Gereksiz ayrıntı yok... ama diğer yanıyla da öğrenmek, hep öğrenmek isterdi. Politik birikimi olan bir insan kim olursa olsun ondan almaya, öğrenmeye çalışırdı. Sorun yaşamazdı..." "Bir keresinde beraber Ali Rıza Kurt'un cenazesine gittik. Gelirken polisler bize saldırdılar. Orada saldırı olunca ben hiç kimseyi farkedemedim. Çünkü bütün polisler hep Senem'in üstüne çullanmışlardı... Bütün dikkatim ondaydı. Yani ben ondan alıyordum örnekleri. Hep bir yerlere gittiğimde yanımda olsun isterdim. Onu gözlerdim, yani bütün örneklerini alayım diye... Gözaltına alındık, orada o zaman hep ondan cesaret aldım yani. Çok güzel şeyler yapıyordu. Dirençliydi ve kararlıydı."* "Gazi Komutanını Bağrına Bastı" Soylular ve çömezler önünde düşmemeyi Çizmeleri altında bizi ezmek isteyenler önünde düşmemeyi geceleri kurtlar gibi uluyanlar önünde gündüzleri yılanlar gibi sürünenler önünde düşmemeyi öğrenmeliyiz, başı dimdik vuruşanlardan Vurulup bir dağ gibi yıkılanlardan öğrenmeliyiz. B undan iki yıl kadar önce polisleri, askerleri, panzerleri, helikopterleriyle Gazi Mahallesi'ne girip halkın üzerine kurşun yağdırmışlardı. Yaşlısından gencine insanları katlettiler. Korkutmak, sindirmek istiyorlardı Gazi halkını, halkları. Düşündükleri gibi olmamıştı, halk öfkeliydi ve cevabını da vermişti, öfkesini taşa, sopaya, çevirmişti. Unutmamıştı Gazi halkı; toprağa düşen, gözaltında kaybedilen, zindanlarda katledilen evlatlarım. Çıkmış sokağa, meydanlara akmıştı. Biliyordu saldıranın kim, hedefin neresi olduğunu. Saldıran Devletti, "HEDEF KARAKOL'du. "Hedef Karakol" şiarıyla kitlesel olarak karakola ilk yürüyüşü başlattı Ali Haydar... Ayaklanmada en öndeydi. Son gününe kadar direnen, savaşan Gazi'yi halkı terk etmemişti. Barikat olmuş, taş olmuş, molotof olmuştu. Yıllardır her şeyini paylaştığı Gazi halkıyla, bu kez de yüreğini, savaşını, acısını paylaşmıştı. Yılların acısını öfkeye dönüştürmüş Gazi halkı ve vatanın dört bir yanında şehit düşenlere layık olmuşlardı bugüne değin. Zulmün ve sömürünün olduğu yerde direnmek her onurlu insanın göreviydi, direndiler, savaştılar, dimdik ayakta kaldılar, direndi Ali Haydar, onurluydu, direndi, savaştı ve dimdik ayakta şehit düştü. Komutandı Ali Haydar. Gazi'nin komutanı halkına layık olmuş, son anında bile kuşatma altında teslimiyeti değil, savaşmayı tereddütsüz seçerek "düşmanla uzlaşmama" geleneğinin sayfalarından birini daha açarak şehit düştü Bülent Pak yoldaşıyla birlikte. 5 Ağustos '97'de Ordu-Fatsa'da iki Parti-Cephe gerillası şehit düştü. 9 Ağustos günü Haklar ve Özgürlükler Platformu, Halkın Hukuk Bürosu ve ailesi tarafından cenaze Ordu'dan alınarak Gazi Cemevi'ne getirildi. Gazi, komutanını "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganıyla karşıladı. Çok sevdiği Gazi'deydi şimdi. Cemevinin önünde, mezarlık civarında olağanüstü güvenlik önlemleri alınmıştı. Tüm bunlara rağmen yaşlısı, genci, kadını, erkeği, cenazeye katılmak için İstanbul'un dört bir yanından gelenler, sabah saat 09.00'dan itibaren Gazi Cemevi'nin önünde toplanmaya başladılar. Polis huzursuzdu, tedirgindi. Kalabalık gittikçe artıyordu. Kısa aralıklarla Ali Haydar'ın babasını çağırıyordu, ne olacağını, nasıl olacağını anlamaya çalışıyordu. Ama Ali Haydar'ın babası kararlıydı, Ali Haydar'a layık olmak istiyordu ve bunun için düşmana taviz vermiyordu. "Ali Haydar sadece benim oğ- lum, benim şehidim değil, buradaki bütün insanların evladı, şehidi. O bütün halkı için savaştı ve şehit düştü" diyerek sahipleniyordu evladını. Düşman diğer taraftan da halkı tedirgin etmeye çalışıyordu. İkindi vakti kalkacak cenazeyi zorla saat 14.00'te kaldırtmak için cemevine devamlı baskı yapıyorlardı. Cenazelerimizdeki sahiplenme onlara korku veriyordu. Korkmakta haklıydılar, çünkü o törenlerde halkın evlatlarına, devrimcilere sahip çıktığını haykıran sloganlar yükseliyordu. O gün baskıyla, gözdağıyla katılımı engellemeye çalıştılar. Ancak halkın geleneklerine sahip çıkmasını engelleyemediler. Şehitlerini sahiplenmedeki kararlılıkları, düşmanı etkisiz bıraktı. Gecekondulardan, işyerlerinden, okullardan mutluluklarını, acılarım, direnişi paylaştığı Gazi halkı gelmişti onu uğurlamaya. Yüzlerceydiler ve çoğu Ali Haydar'ı yakından tanıyordu. Çoğu ayaklanmada en önde oluşuyla biliyordu. O nedenle 9 Ağustos'ta cemevine koştular. Yüreklerinde biraz acı, biraz hüzün ama daha çok gurur vardı. Mücadeleyi bırakıp gidenleri bile etkilemişti şehit düşmesi Ali Haydar'ın. Onlar da koşarak gelmişlerdi cenazeye. Çünkü "eski dostlara"da emek vermiş, onları yeniden mücadeleye kazanmaya çalışmıştı. Cenaze cemevine geldiğinde herkes onu görebilmek için birbirlerini eziyordu. Saat 14.00 civarında cenaze cemevinden omuzlara alınarak üç bin insanın "Ali Haydar Yoldaş Ölümsüzdür", "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganları sokaklarda yankılanarak, alkışlar ve zılgıtlarla mezarlığa doğru yürüyüşe geçildi. Ailesi Ali Haydar'ın resimlerini taşıyarak ve sloganlara eşlik ederek en önde yürüyorlardı. Mezarlığa gitmeden önce geleneksel olarak ailesinin isteği üzerine önce evine götürülüp dualar okundu. Evden çıktıktan sonra en önde Temsili Savaşçı Birliği'nin ellerinde DHKP ve DHKC bayrakları vardı. Arkasından "Bülent Pak, A. Haydar Çakmak Bağımsız Demokratik Bir Ülke İçin Şehit Düştüler" TİYAD'lı Aileler imzalı pankartla alnı kızıl bantlı şehit ve tutsak aileleri geliyordu. Yine her zamanki gibi halkın, haklının yanında olan Grup Yorum vardı. Yaşlı, genç, kadın, çocuk herkesin elinde dalgalanıyordu kırmızı bayraklar. Çocukların daha yükseklerde dalgalandırmak için birbirleriyle yarıştığı kızıl bayraklar geleceğe umudu taşıyordu. Ardından Devrimci Halk Güçleri, "DHKC" ve "Bülent Pak ve Ali Haydar Çakmak; Anadolu İhtilalimiz Karadeniz Dağlarında Sizinle Büyüyor" pankartıyla, "Parti Cephe Gerillaları Ölümsüzdür", "Karadeniz, Toroslar, Ege, Kürdis- tan Dağlarındayız", "Titre Oligarşi Parti Cephe Geliyor" sloganlarıyla yemliyordu kortejin içinde. Ali Haydar omuzlarda Cephe bayrağıyla taşınıyordu. Herkes o bayrağın verdiği gururunu ve onurunu "Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi", "Umudun adı DHKP-C" sloganlarını yükselterek sol yumruklar havada temsili savaşçı birliği yürüyüşüyle daha bir coşkuyla dile getiriyordu. Cenaze törenine katılanlar sokaklardan geçerken, yol kenarına dizilen Gazi halkının emekçileri, şehitlerine saygının gereği kepengini kapatan esnaflar, yol kenarında oynayan çocuklar balkonlardan insanlar zafer işaretleri, alkışlar ve sloganlarla şehitlerini selamlıyorlardı. Ali Haydar'a sahip çıkıyordu Gazi. Çünkü Ali Haydar'ı sahiplenmek Gazi'yi, direnişi sahiplenmekti. Devlete karşı olmanın ne anlama geldiğini ve nasıl savaşılması gerektiğini öğrenmişlerdi Ali Haydarlar'dan Ayrıca cenazeye katılmaya önce tereddüt edip "çocuklarım var diyordu" sonra çoluğunu çocuğunu da alıp katılanlar vardı. Sloganlar, alkışlar ve zılgıtlarla mezarlığa gelindiğinde taşınan pankartlar düzenli bir şekilde mezarlık çevresine yerleştirildi. "Parti Cephe Gerillaları Ölümsüzdür", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganlarıyla Cephe bayrağına sarılarak gömüldü. Yapılan saygı duruşundan sonra mücadeleye olan inanç ve bu inancı ölümü hiçleyen mücadeleleriyle pekiştiren Ali Haydar ve Bülent Pak'ın onurlu yaşamları dile getirildi. "Atak, cesur, kararlı militandı. O Ekrem Akın Savaşların, Faruk Bayrakçıların, Veysel Beysürenlerin öğrencisidir. Yıllardır özlemini duyduğu silah elde savaşma isteği ve özlemi gerçekleşir böylece. O çok sevdiği dağlara kavuşur. Bilirki dağlar kanla özgürleşir, vatan kanla özgürleşir, canını verdiğin o Karadeniz dağlan, çok sevdiğin o Gazi'nin çamurlu yolları elbet özgürleşecek, mücadele bayrakları devralınarak anıları yaşatılacak" sözlerine "Gerilla Yaşıyor Parti Cephe Savaşıyor", "Kurtuluş Kavgada Zafer Cephede" sloganlarıyla cevap verildi. Grup Yorum eşliğinde hep bir ağızdan söylenen "Bize Ölüm Yok" marşlarının ardından cenaze töreni bitirildi.* Yılmaz Şahin Ali Haydar'ı Anlatıyor Ali Haydar'la çocukluğumuz beraber geçti. Devamlı beraberdik. Ortaokul yıllarından sonra yani mücadeleye başladıktan sonra onunla pek görüşemedim. Ara sıra beni ziyaret ediyordu. Ara sırada ben Gazi'ye gidiyordum. Ancak o şekilde görüşebiliyorduk. Ali Haydar çok paylaşımcı bir insandı. Gerillaya özlemi vardı. Daha doğrusu bir dağ özlemi vardı. Daha küçükken bize hep derdi ki, "Gelin beraber Malatya'ya gidelim." Biz şaşırırdık. Çünkü biz şehir hayatına, rahatlığına alışmışız. Ama O sürekli gelin memleketimizi, insanlarımızı tanıyalım" derdi. Kürtçe'yi çok severdi, devamlı Kürtçe kasetler dinlerdi. Ali Haydar'ın belkide kendi memleketi olmasından kaynaklı Malatya dağlarına büyük ilgisi vardı. Bunu her fırsatta dile getirirdi. Ali Haydar'la benim yaşlarımız aynı. Buna rağmen O benim ağabeyim gibiydi. Beni hep korurdu çok cesaretliydi. Hiçbir şeyden çekinmezdi. Bana hep korkmamamı, cesur olmamı söylerdi. Ayrıca insanlarla çok iyi diyalog kuruyordu. İnsanlarla çok çabuk ilişki kuruyordu. Çok cana yakın ve samimiydi ama sözkonusu mücadele olduğunda çok tavizsiz ve inatçıydı. Ali Haydar çok fazla gözaltı süreci yaşadı ancak hepsinden onurlu ve başı dik çıkmayı bildi. Dağlara olan özlemini kağıda döküyor, şiirler yazıyordu. Ben bugüne kadar tam anlamıyla gerillayı tanımıyordum. İlk defa Ali Haydar'ın cenazesinde kavradım gerillanın ne demek olduğunu, insanların nelerden ödün verdiğini, hayatı pahasına katlandıkları güçlükleri yeni öğrendim. İnsanlar aç, susuz, elbisesiz kalabiliyorlar. Büyük zorluklarla mücadele ediyorlar. Bu çok büyük bir güç. Bütün engellemelere rağmen cenaze çok iyi bir şekilde sahiplenildi. Çok kalabalık geçti. Hafta sonu olsaydı inanıyorum ki daha iyi olacaktı. Daha kalabalık olacaktı.* Bülent Pak Devrimci Halk Güçlerinin Omuzlarında Uğurlandı rülen Bülent PAK'ın cenaze törenine ailesinin yanısıra Devrimci Halk Güçleri ve TİYAD'lı ailelerden oluşan bir heyette katıldı. Fatsa'dan başlamak üzere mezar başına kadar cenaze konvoyunu takip eden işkenceciler, yol boyu tehditlerini ve provokatif tavırlarını sürdürdüler. Dost yüreğine benzer Karadeniz'in dağları. Yamaçları sarp, rüzgarı hırçındır. Yazları yeşillere bezenen sık ormanlarına rağmen soğuktur, çetindir kışı. Ama ana gibidir umudun savaşçılarına. Çünkü kurtuluşu bilir dağlar. Halkın, emeğin, savaşın türküsünün en güzeli doruklarında söylenmiştir. Ve kıskançtır Karadeniz. Savaşçılarının ona olduğu kadar o da savaşçılarına sevdalıdır. Bencilleşir bazen, çeker içine. Sarmalar taşıyla toprağıyla. Cephe'nin gerillaları umududur Karadeniz'in. Umudu, kurtuluşudur. Yeşeren her dalında umudunun kam, sıcaklığı vardır. Yeşeren her dal sürgün verir, bire bin katarak sarmalar yalçın kayaları. Bahattinlerin, Yücellerin, Suatların silahıyla Karadeniz dağlarında yürütülen savaş şimdi Ali Haydar'la, Bülent'le daha da büyüyor, halkı saflarına çekiyor. 5 Ağustos Salı günü düşmanla girdikleri çatışmada Ordu'nun Fatsa ilçesinin kırsalında şehit düşen DHKP-C Karadeniz Recai Dinçel Kır Silahlı Propaganda Birliği Savaşçıları, Ali Haydar Çakmak ve Bülent Pak halkın omuzlarında uğurlandılar. Bülent Pak'ın "şehit düşersem beni İstanbul'a gömün" vasiyeti üzerine cenazeyi İstanbul'a getirmek isteyen ailesine rağmen aileye yoğun baskı uygulayarak, cenazenin İstanbul'a geldiği taktirde olay çıkacağını ve bunun sorumlusunun aile olacağını, cenazeyi hiçbir şekilde il sınırlarına almayacaklarını söyleyen kontrgerilla çetelerinin tehditleri üzerine aile cenazeyi Bilecik'e götürdü. Memleketi Bilecik'in Bozöyük İlçesi Dodurga Beldesine götü- Yoldaşları Bülent Pak'ı Anlatıyor İhtiyar'ı ilk kucaklamam Ege'nin ormanlık bir dağ yamacında olmuştur. Dökülmüş saçları, mavi gözleriyle ihtiyar bir görüntüsü vardır. Ancak çocuklar gibi şen, coşkulu, kıpır kıpır haliyle hepimizden gençtir. Adı İhtiyar'dır. Adı, anti faşist mücadelede şehit verdiği Numan (Kaygusuz) yoldaşdır. Yıllardır mücadelenin her alanında her türlü görevi coşkuyla sürdürdü. Görevi bizleri eğitmek, iyi birer Devrimci Sol gerillası yapmaktı. Yıllardır kanıyla, canıyla, emeğiyle içinde olduğu Devrimci Sol ailesi onun herşeyiydi. Devrimci Sol kültürü onun kültürüdür. Komutanımız İbrahim Yalçın Arkan ile birlikte gençlik mücadelesi içinde rehberimiz olan militan Dev-Genç geleneğini, kültürünü yaşatırdı. Yoldaşlarına olan sevgisinin önemi çok büyüktür. Daha ilk kıra çıktığımızda gece 16-17 Nisan'ı yaşadık. Haberlerde şehitlerimizin isimleri duyulduğunda yağmur altında yürüyen birliğimiz, için için yanan bir lav gibi akmaya başlamıştı. Silahlar daha sıkı kavranmış, daha ilk molada kundaklara 16-17 Nisan kazınmıştı. Bağlarda yaptığımız ilk anma böylesine bir öfkenin, bağlılığın ve sevginin önünde saygıyla durmuştu. Daha dün boyunlarına sarılıp ayrıldıkları, yıllarını birlikte paylaştıkları önderleri, Sinanları, Amcabey'leri, Saboları şehit vermişlerdi. Özellikle gazetemiz gelip de Sabo'nun telefon konuşması okunduğunda gözlerine bakmak yeterliydi. İhtiyar yazıyı okuyamamış, yılların verdiği paylaşım, yoldaşlık duygulan omuzlarına binmiş, herşeyini kaplamıştı. İhtiyar'ın coşkusu, yaratıcılığı, hesapsızca kendini sunması en büyük özellikleridir. O, varıyla, yoğuyla, herşeyiyle hareket eden insandır. Görev adamı, sıra neferidir. Onun tek isteği devrime, devrimci harekete daha çok katkı sunmak, daha çok çalışmak, düşmana daha büyük darbeler vurmaktır. Yaratıcılığı ve tecrübesi her işi başarıyla bitirmesinin garantisidir. Düşünür, çalışır ve sonunda istediğini yapar, üretir, yaratırdı. Yeri gelmiş bomba yapmış, yeri gelmiş radyo, teyp, elektrikli araçlar tamir etmiş, yeri gelmiş hamal gibi yük taşımış, yeri gelmiş inşaat ustası, yeri gelmiş aşçı, terzi, yeri gelmiş herkesi hayrete düşüren mucit olmuştur, onun için üretimin, yaratıcılığın sınırı yoktur. Onun her zaman söylediği gibi "başarılamayan, yapılmayan her işte, her eylemde sorun kendimizindir." Ege dağlarında faaliyet yürüttüğümüz Dodurga'ya gidildiğinde cenaze ilk önce ailesinin evine götürüldü. Cenazenin dini törenlere göre kaldırılması için çağırılan köy imamının jandarma ve polisin talimatlarıyla hareket ederek cenazeyi baştan savma bir şekilde, apar topar kaldırmak istemesi ve sürekli yalan söylemesi halkın tepkisini çekti. Halka karşı dilinden düşürmedikleri allah korkusunu asker korkusu karşısında unutarak, biran önce mezarlığa gitme tasasına düşen imam cenazeyi camiye götürmemek içinse halkın gözünün içine baka baka "düğün var" yalanını söyledi. Mezarlığa kadar Devrimci Halk Güçleri'nin omuzlarında taşınan Bülent Pak dini vecibelerden sonra Cephelilerin sıkılı yumruklarıyla selamlanarak uğurlandı. Önce tüm devrim şehitleri için yapılan bir dakikalık saygı duruşunun ardından, devrim andının içildiği törende Bülent Pak ve mücadelesini anlatan bir metin okunarak hep beraber "Bize Ölüm Yok" marşı söylendi. Mezarlık başındaki halkın etrafını kuşatan jandarmanın provokatif tavırlarına rağmen dışarı çıkarak arabalarına binen heyet Bülent Pak'ın ailesini de ziyaret ederek İstanbul'a doğru yola koyuldu. Dodurga'da birçok insanın kimliğine kontrol gerekçesiyle el koyan jandarma heyetin arabası Bilecik İl sınırına gelene kadar kimlikleri teslim etmedi. * beş buçuk ay boyunca pek çok şeyi ondan öğrendik. Bildiği herşeyi bize öğretmek için elinden geleni yaptı. İhtiyar tekrar tutsak düşüp geldiği Buca zindanında da hepimizin öğretmeni, arkadaşı olmuştur. Daha geldiği ilk günlerden itibaren özgürlük eylemi faaliyetine katılmış, özgürlüğü Buca'ya taşıyanlardan olmuştur. Hainin düşmana sattığı bu eylemden sonraki eylemleri de ihtiyar, Ali Rıza'yla kafa kafaya verip planlamış, en sonunda 17 Temmuz '95'de "dağlarımıza gidiyorum, sizin için de savaşacağım" deyip umudumuzu Karadeniz dağlarına taşımıştır. Hapishane yaşamında özellikle genç yoldaşlarıyla ilgilenmiş, onlara arkadaşlık etmiştir. Onları bir parçası gibi görür, kimini elinden tutar gezdirir, kimine 25 yıllık tecrübelerini aktarır, sarılıp gözlerinden öper, sevgisini göstermekten çekinmezdi. Yaşına, birikimine, yöneticiliğine rağmen, onlardan biri olmayı her zaman başarırdı. Sen sözünü tuttun. 25 yıllık onurlu devrimci yaşamını kahramanca şehit düşerek noktaladın. Sana söz; Bir mermi de komutanımız için, Bir mermi de Berdan için, Bir mermi de senin için sıkacağız!* "Bülent Pak, Ali Haydar Çakmak Yaşıyor DHKC Savaşıyor" Ordu Fatsa Çöteli köyü yakınlarında 5 Ağustos '97 günü düşmanla girdikleri çatışmada teslim olmama geleneğini sürdürerek, son mermilerine kadar çatışan Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Savaşçıları, Bülent Pak ve Ali Haydar Çakmak'ın adları yoksul gecekondu semtlerinin duvarlarım aydınlatıyor. Ali Haydar Çakmak ve Bülent Pak'ı anmak ve selamlamak için 7 Ağustos günü Nurtepe'nin birçok yerinde "Bülent Pak, Ali Haydar Çakmak Yaşıyor, DHKC Savaşıyor", "Karadeniz Dağlarında Umudu Büyütüyoruz", "Bülent Pak, Ali Haydar Çakmak Anadolu İhtilalimiz Sizinle Büyüyor" vb. içerikte "DHKC" imzalı yazılamalar yapıldı. Yine Kardeniz Ordu şehitlerini anmak için Avcılar'ın birçok yerinde, "DHKC" imzalı "Karadeniz Ordu Şehitleri Onurumuzdur", "Karadeniz Ordu Şehitleri Ölümsüzdür" şeklinde yazılamalar yapılırken; Çağlayan'ın birçok yerinde de aynı içerikli "DHKC" imzalı yazılamalarla şehitler selamlandı.* Halkın Hukuk Bürosu ZULMÜN DİNİ YOKTUR Şehit düştükten sonra memleketi Bilecik'in Dodurga beldesinde toprağa verilen Bülent Pak'ın cenaze töreninde askerden aldığı talimatlarla sürekli sorun çıkaran ve görevini yapmak istemeyen köy imamının tavrını teşhir eden İstanbul Halkın Hukuk Bürosu, iktidar ve ortaklarının iki yüzlülüklerinin tekrar sırıttığını belirtti. Asker korkusuyla hareket eden imamın gelenek haline gelmiş bir takım kuralların uygulanmasını bile "bizim adetlerimizde böyle" diye yalan söyleyerek baştan savmaya kalkmasını "Bizler halkımızın geleneklerine duyduğumuz saygı gereği şehidimizi dini törenleri yapılarak uğurlamaya özen BİR ÖZGÜRLÜK KAHRAMANI, BİR EFSANEDİR BÜLENT... Hep koşan, iş yapan, pratik zekalı bir yoldaşımızdı Bülent. Dev-Genç'li olduğu yıllarda Yıldız'daki İstanbul Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi'nde her gün faşistlere karşı kavganın içinde ve önündedir. Beşiktaş'ta Dev-Genç'in faşist teröre karşı mücadele ekiplerindedir. '80'li yıllarda Dev-Genç'in yöneticilerindendir. Beşiktaş bölgesindeki yüksekokullarda, fakültelerde gençliğin akademik-demokratik mücadelesinin faşist terör karşısında savunulmasında, halkın faşizme karşı savaşında bir önderdir. Beşiktaş'ta her türlü eylemde, irili ufaklı birçok eylemde onun ustalığı, örgütçülüğü ve yaratıcılığı vardır. Yapılması gereken her eylemde, her pratik işte Bülent'in emeğini gördük. Bir pankartın yazılması ve asılması, bir duvar gazetesinin kahvehaneye asılması, bir duvar yazılaması, bir kahve konuşmasında, kitlesel bir gösteride... Her yerde Bülent vardı... Beşiktaş'ta geceleri güvenlik nöbetlerindedir Bülent. Faşistleri halk düşmanlarını sokmayacaktır bölgeye. Girenlerse cezasını bulup kafası, kolu kırılmış olarak geri gidecektir. Bülent, böl- gede faşist yuvaların ve odakların dağıtılmasında, halk düşmanlarından hesap sorulmasında halkın adaletinin temsilcisidir. Düşmanın o güne kadar karşılaşmadığı yeni eylemlerde, işkence merkezi Gayrettepe'ye giden polis otosunun uzaktan kumandalı bombayla tahrip edilmesinde, el yapımı bombalarda onun ustalığı ve yaratıcılığı vardır. Bülent örgütün her türlü ihtiyacının karşılanmasında büyük bir özveriyle ve yaratıcılıkla çalışır. Pankart bezi alabilecek para kalmamıştır örneğin. Elinde Dev-Genç'in bağış makbuzu Beşiktaş'ta esnaftan dolaşmaya başlar. Kısa sürede hem maddi olanaklar yaratmış, hem de yeni ilişkiler bulup çıkarmıştır. '80'li yıllarda Beşiktaş'ın gençliği onun yanında mücadele içinde pişen birer Devrimci Sol militanı oldular. Örneğin Ferit Eliuygun yoldaş lisededir o dönemde. Bülent'in gece-gündüz emek harcayıp yetiştirdiği, '90'lı yılların; Atılım döneminin komutanlarından biridir Ferit. Bir günde onlarca iş peşinde koşmuş ve yaptığı işlerin sonuçlarını almıştır Bülent. İşlerin büyüğü, küçüğü olmaz gösterirken Din-Alah-Peygamber söylemlerini dilden düşürmeyenler, MGK kararlan doğrultusunda sekiz yıl, beş+üç yıl tartışmasıyla yollara dökülüp, polisle "al gülüm-ver gülüm " boğuşanlar askerden talimat gelince Allah korkusunu da, taşımaları gereken mesleki sorumluluğu da bir kenara bırakarak, her kültürde tartışılmaz gelenek olan "ölüye saygı sorumluluğunu yerine getirmelidir" diyerek teşhir eden İstanbul Halkın Hukuk Bürosu din sahtekarlığıyla göz boyayanların halkın gelenek ve göreneklerine zerre kadar saygı duymadan faşizme hizmet ettiklerini belirtti.* onun için. Silah tamiri ve bakımından bomba yapımına, teksirle bildiri basmaktan plastik matbaayla pul yapmaya, pankart hazırlamaya, kitle gösterilerinde silahlı güvenliğe, ilişki yaratmaya, ev ev dolaşmaya, eğitim çalışmalarına ve halkın adaleti olmaya kadar her iş onun için önemlidir. Enerjik ve hızlı özellikler ile ustaca iş yapma özellikleri birleşmiştir onda. "Daha az gevezelik daha çok günlük iş" sözünü kendinde somutlamıştır Bülent, iş yaparken tüm dikkatiyle, enerjisiyle yoğunlaşmıştır işine. İşini sever ve yaparken büyük bir haz duyardı... Cunta yıllarında ise uzun yıllar tutsaktır Bülent yoldaş. Elektrik, elektronik, inşaat bilgisi, teknik alanlardaki niteliğiyle özgürlük eylemlerimizde, tünellerimizde bir efsanedir O. Bülent Bayrampaşa Özel Tip ve Bayrampaşa'daki tünellerin mimarlarındandır. 1988-'89 yılları yaklaşık bir yıllık dönemde yapılan tüneller en başta onun eseridir. Tünellerde çalışmak, emek, özveri, fedakarlık ister. Havasızlık, susuzluk, su içinde yaz-kış çalışmak demektir. Yoldaşlarının özgür olması için hiçbir güç engelleyemez onu. Boynunda idam ipiyle yaşamaktadır ama o önce. yoldaşlarını düşünür. Birçok engel çıkar karşılarına, taşlar, duvarlar, betonlar ama delinir milim milim... Su basar birdenbire tüneli, maşrapayla su başka yerlere atılır. Aç, susuz, uykusuz kalır Bülent. Tek düşüncesi vardır; özgürlük... Kilitlenmiştir hedefine. Her engeli aşmanın mutlaka bir yolunu bulacaktır. Tünel çöker, ama o yine bir yolunu bulur açar yolu. Bir gün tünel düşman tarafından ortaya çıkarılır. Ama umudu yok edemez düşman. Bülent yine düşünecek, yine bir yol bulacaktır... Yorulmak, yılgınlık yoktur onda. Yeniden, yeniden bir çözümünü bulur ve üretir durmadan... Çünkü bir özgürlük kahramanıdır o... 1990 başlanydı sanırım. Bülent yoldaşın hapishaneden tahliye olduğunu duyduk. Bölgemizin eski insanı olduğundan, onu tanıyanlardan sık sık adını duymuştuk. Birgün bir çay bahçesinde görüştük. O kadar çok insan tanıyordu ki, durmadan adlarını sıralıyor, tanıyıp tanımadığımızı, ne iş yaptıklarını vs. soruyordu. Tabii çoğunu tanımıyorduk. Sorularında ince bir eleştiri de gizliydi aslında. Bir anlamda "bu insanlara gidin" demek istiyordu. Bu çok kısa süren konuşmamıza rağmen, bölgemizdeki birçok insandan söz etmiş, bu in-' sanlara nasıl gidilmesi gerektiğini, herkesin devrime değişik biçimlerde katkısının olabileceğini anlatmıştı. Karadeniz'de şehit olduğu haberini duyduğumda, birlikte çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz gün geldi aklıma. O gün bize anlattıklarını, söylemek istediklerini ne kadar anladık diye... Şimdi bize düşen artık ona layık olmak, sözlerini, anlattıklarını ne kadar anladığımızı sorgulamak...* Cumartesi günü hepimiz Gazi'deydik. Gazi'nin yiğit evladı, komutanı Ali Haydar Çakmak'ı bayraklarımız, pankartlarımız, sloganlarımızla uğurladık hep beraber. Halk, düşmana inat binlerle oradaydı. Umudun katletmekle tüketilemeyeceğini şehidini sahiplenerek bir kez daha gösterdi. Düşman uzaktan izlemekle yetindi genç-yaşlı-çocuk, kadm-erkek binlerle yürüyen halkı. Uzaktan izleyen sadece onlar değildi tabii. Lafa geldi mi devrimciliği, sosyalistliği kimseye bırakmayan reformistler, yasalcılar da uzaktaydılar. Yine yoktular ortalıkta. Tıpkı iki sene önce Gazi halkı isyan bayrağını açıp on binlerle düşman üzerine yürüdüğü günlerdeki gibi. Serpil ilk defa bir şehidimizin cenazesine katılıyordu o kadar insanı orada gördükten sonra reformistlerin neden olmadığı onun daha da çok garibine gitti. Bu nedenle bugünkü dersimizde bu reformistleri, yasalcıları işleyelim dedik. - Önce yasalcılık ne demek, onu kı saca özetleyelim isterseniz. Fatma abla sen bundan ne anlıyorsun mesela? di yerek bu haftaki dersimizi de başlattı Selim abi. - E, şöyle diyeyim; yasalar çerçeve sinde mücadele etmek, yasal mücade leyi temel almak. - Tanımlama olarak yanlış sayılmaz ama biraz daha konuyu açalım. Mesela düzen partileri, birçok demokratik, ile rici kurum, kişi ve çevreler de yasal çer çevede mücadele eder ama bizim ko numuz açısından kastettiğimiz bunlar değil tabii. - O zaman şöyle ifade edebiliriz her halde; teoride devrimi savunmak pra tikte ise yasallığı temel almak. Yani lafta devrimcilik, iş mücadele etmeye gelin ce düzen içi kalmak, yasal mücadele yöntemlerini tercih etmek. - Peki bir siyasal örgütlenmenin yasalcı olup olmadığını nasıl anlayacağız? - Bu o kadar zor değil. Birinci olarak, amaç, hedef olarak ne söylediklerine ve başvurdukları mücadele ve örgütlenme araçlarının bu hedefe uygun olup olma dığına bakarız. İkinci olarak pratikleri ne, mesela nasıl örgütlendiklerine, nasıl çalıştıklarına, mücadelede hangi yön tem ve araçları kullandıklarına bakarız. Düşmanın saldırıları karşısında nasıl bir tutum-takındıklarına, buna nasıl cevap verdiklerine bakarız. Yani kendileri teoride ne söylerse söylesin sonuçta ortaya koydukları pratik yasalcı olup olmadıklarını ortaya koyar. - Örgütlenme anlayışlarından başla yalım o zaman. Yasalcı olduklarına göre elbette örgütlenmede esas alacakları yöntem de yasal, açık kurumlaşmadır. Genel olarak kullanılan yöntem önce likle yasal bir parti kurmaktır. Bunun dışında dernek, kültür merkezleri gibi kurumlar çevresinde de örgütlenmeye çalışırlar. Buna ÖDP, SİP, EMEP, TSİP gi- bi partileri örnek gösterebiliriz. Tabii yasal olarak örgütlenmeye başlamadan önce bunun teorik zeminini yaratmak gerekir. Bu noktada Leninist örgütlenme anlayışı sağa-sola çekilmeye başlanır. Çoğunlukla açıktan Marksizm-Leninizmi reddedemedikleri için bunu Leninist örgüt kavramını yozlaştırarak yaparlar. Devrim anlayışı olarak dogmatizmi, şablonculuğu sürdürenler de, dogmatik olmamak gerekir deyip "yenilikçi" olanlar da aynı yöntemi kullanırlar. Yasalcılıklarına meşruluk kazandırmak, Leninist örgütlenme anlayışını bulanıklaştırmak, yozlaştırmak için başvurdukları başlıca yöntemler yasal çalışma ile yasalcılığı aynılaştırmak, legal örgütlenme ile illegal örgütlenmeyi karşı karşıya getirmektir. Böylece çeşitli kılıflar altında illegalite tümden reddedilir. Herşey yasallık sınırına hapsedilerek burjuvaziyle uzlaşmaya bütün kapılar açılır. Örgütlenmede illegaliteyi reddedip sadece yasallığı kabul etmek, icazetli, düzenin sınırlarını kabul ederek politika yapmayı kabul etmek demektir. İcazetli politika yapmanın, kendini yasal sınırlar içine hapsetmenin ise devrimcilikle, Marksizm-Leninizmle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. - Peki Selim abi, yasal parti ya da dernek vb. kurumlarda örgütlenmek bunları kuran siyasi hareketin yasalcı olup olmadığının tek başına kıstası olur mu? Belki illegal örgütlenmeleri de var dır. - Elbette olmaz. Ama başta ne de dik? Sorun yasal mücadele yöntemleri ni esas alıp almama meselesidir. Yoksa örneğin illegal ve meşru temelde örgüt lenmeyi temel alan bir devrimci örgüt ya da parti de, dernek, kültür merkezi, sendika vb. kurumlar, hatta yasal bir parti kurabilir, buralarda çalışma yürü tüp örgütlenebilir, seçimlere de katıla bilir. Çeşitli ülkelerde bunun başarılı ör nekleri de olmuştur. Ama amaç farklı dır. Marksist-Leninistler bu kurumları örgütlenmesinin kendisi haline getir mez, legal olanaklardan yararlanma, daha geniş kitlelerle bağ kurma ve de mokratik mücadeleye yön vermede araç olarak kullanır. Bunlara kalıcı ör gütlenmeler olarak bakmaz. Mesela bi zim '90'h yılların başında İstanbul'da çeşitli semtlerde onlarca derneğimiz vardı. Bunları demokratik mücadelede bir mevzi olarak kullanıyorduk. Şimdi bunların neredeyse hemen hiçbiri yok. Ama bunların olmaması bu semtlerde ne örgütlenmemizi, ne de mücadeleyi sürdürmemizi engelleyemedi. Buralar da legal, illegal, yan legal farklı örgüt lenmelerle mücadele yine sürüyor. Çünkü örgütlenmemizi ve mücadele mizi yasallıkla sınırlamamışız. Yasalcıların illegal örgütlenmeleri olup olma ması meselesine gelince. Gerçekte şu veya bu ölçüde böyle hiçbir örgütlen- meye sahip olmadıkları, bu konuya ilişkin açık bir görüş de belirtmedikleri halde el altından varmış gibi bir hava yaratmaya çalışanlar olduğu gibi; tümüyle yasal faaliyet yürüttükleri halde illegal bir örgütlenmeleri de olduğunu söyleyenler vardır. Bunların hiçbirinin bir önemi yoktur. Çünkü, belirleyici olan örgütlenmenin ana gövdesinin nereye oturduğu, nerenin temel alındığıdır. İllegal örgütlenmeden amaç mücadeleyi illegalite koşullarında da sürdürmektir ve devrimcilerin, Marksist-Leninistlerin üstelik bizim gibi faşizmin olduğu bir ülkede esas almaları gereken de budur. Ortada böyle bir çalışma, mücadele yoksa illegaliteyle ilgili söylenen herşey ancak insanları kandırmaya yöneliktir. Yasalcılığına kılıf yaratmaya çalışanlardan bazıları mesela teoride illegal örgütlenmeyi reddetmez. Ama ne yapar? Avrupa'dan Rusya'dan örnekler vererek Marksist-Leninstlerin yasal olanaklardan yararlanmaları gerektiğini söyler ve bunu söylerken de demokratik mücadeleyi yasalcılıkla özdeşleştirirler. Bakın derler "Marksist-Leninistler de geçmişte yasal çalışmışlar, biz de öyle yapıyoruz". Halbuki bizzat Lenin'in kendisi, Bolşevik parti örgütlenmesi ve. Sovyet devrimi, Lenin'den sonra gelen tüm devrimci önderler ve yapılan devrimler, onların bu söylediklerini yalanlar. Demin söylediğim gibi Lenin de tüm Marksist-Leninist önderler de yasal mücadeleyi reddetmemişlerdir, ama onlar bunu sadece egemen sınıflara karşı verilen mücadele yöntemlerinden, araçlarından biri olarak kabul etmişlerdir. Yoksa yasallıkla illegaliteyi karşı karşıya koymamışlardır. Mesela konuyla ilgili Lenin'in yaptığı tartışmalardan birini Ne Yapmalı'dan okuyalım: -Şunları iddia ediyorum: 1- Sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2- Hareketin temelini oluşturan ve harekete katılan, mücadeleye kendiliğinden çekilen kitleler ne kadar geniş olursa böyle bir örgüte duyulan gereksinim o kadar acil bir hal alır ve bu örgüt o ölçüde sağlam olmak zorundadır. (Çünkü her türlü demagogun kitlelerin geri kesimlerini peşlerinden sürüklemesi o kadar kolay olacaktır) 3Böyle bir örgüt esas olarak, devrimci faaliyeti meslek edinmiş insanlardan oluşmalıdır; 4- Otokratik bir ülkede böyle bir örgüte üyeliği, ancak meslekten devrimciler, siyasi polise karşı mücadele sanatında profesyonelce eğitilmiş insanlar üye olabilecek şekilde ne kadar çok sınırlarsak, örgütün ele geçirilmesi o kadar zor olacaktır. 5- Gerek işçi sınıfından, gerek diğer toplumsal sınıflardan harekete katılma ve içinde aktif olarak çalışma imkanına sahip olacak kişiler çevresi de o kadar geniş olacaktır." - Alıntıda Lenin örgütün darbeler yemesinden, ele geçirilmesinden ve bu na karşı önlemlerden bahsediyor. Bizim ülkemizdeki reformist yasalcıların "ele geçirilmek" gibi bir sorunları yok tabii. Yani esasında her koşul altında devrim mücadelesi verme diye bir sorunları yok. Şimdi acaba partileri yasal kurum ları kapatılsa bunlar ne yaparlar? - Ne yapacakları belli, örneklerini de gördük. Yapacakları tek iş yeni bir yasal parti kurmak olacaktır. Çünkü yasalcılar için bu örgütlenmeler herşeydir. Esas mesele ise yeni bir yasal parti kuracakları bir ortam olmadığında ne yapacaklarıdır. Evet, o zaman HİÇBİR ŞEY yapamayacaklardır. Yasalcılığın asıl açmazı, onu yasallığı kullanmaktan ayıran da budur. Örgütlenmelerinin başı da sonu da yasal kurumlandır. Bunlar olmadan hareket edebilmeleri, mücadele edebilmeleri bir yana biraraya gelebilmeleri bile imkansız hale gelir. Çünkü herşey bu kurumlarda evrilip çevrilir. Tabii öyle olduğu için de tüm örgütlenme, çalışma polisin denetimine açık haldedir. - Denetim dedin de şimdi bu yasalcılara bakıp şöyle bir düşünüyorum. Acaba diyorum bunca işkence, katliam, kayıplar, baskı ve zulüm başka bir ülke de mi yaşanıyor, aslında bu ülkede fa şizm değil de demokrasi mi var, biz mi yanlış görüyoruz? Ama bakıyorum bu yasalcılar, reformistler de baskılardan, yasaklardan bahsediyorlar hatta devrim mevrim lafı ediyorlar. Peki o zaman devrimi bu örgütlülükleriyle mi, bu mü cadele anlayışlarıyla mı yapacaklar? Fa şist devlet istese bunların partilerini, derneklerini, tüm yasal kurumlarını bir gecede kapatıp, yöneticilerinin, üyeleri nin çoğunu toplayıverir. - O işin bir yanı ama oligarşi en azından şimdilik buna gerek görmüyor, çünkü, bu yasalcılar her ne kadar kes kin gözüküp, kendilerine devrimci, ko münist payesi biçseler de aslında dev rim diye bir dertleri yoktur. Oligarşi için ciddi bir tehdit oluşturmuyorlar. Faşiz min baskı ve terörüne karşı devrimci mücadeleyi göze alamayanların, bedel ödemekten kaçanların, hiçbir dönem kendi öz güçlerine güvenerek hareket edemeyenlerin biraraya gelip oluştur dukları partilerdir. Yoksa onlar da peka la bilirler yasal particilikle devrim yapı lamayacağını. Marksizm-Leninizm'de devrimci bir partinin nasıl olması, nasıl örgütlenmesi gerektiği herkesin okuyup anlayabileceği kadar açıktır. Dünya de neylerine, hadi onu da bir kenara bırak tık insan demin Fatma ablanın söyledi ği gibi ülkede olup bitene bakıp nerede durduklarını, yasalcılıkla faşizmin baskı ve terörüne karşı ne kadar, nereye kadar mücadele edebileceğini göremeyecek kadar kör olamaz. Oligarşi de esasında bunların devrim niyetleri olmadığını iyi biliyor, onun için bunların üzerine de fazla gitmiyor. Demokrasi oyununda vitrinine malzeme olarak kullanıyor. Bu aynı zamanda egemen sınıfların devrimci potansiyeli düzen içine çekip işini bitirmek için oynadığı bir oyun, tuzaktır. TKP'nin başına gelenleri biliyorsunuz. Bunların yasallaşmasına izin verdi. TBKP'yi kurdular. 12 Eylül'den arta kalanların hepsi ortaya çıktı. Üstelik TİP'le de birleşmişlerdi, ama iki senede ortada TBKP'den geriye birşey kalmadı, eriyip gittiler. - Yalnız şöyle birşey var tabii. Oligar şinin bugün bu yasala reformist parti lere fazla dokunmaması bunun hep böyle süreceği anlamına da gelmiyor. Örneğin, cunta dönemlerinde burjuva partilerini bile kapatıp, yöneticilerini tutuklayabiliyor. Hatta yakın zamanda HADEP'in başına gelenleri biliyoruz. Ülkenin içinde bulunduğu kriz göster melik bir demokratikleşmenin gerçek leştirilmesine bile olanak tanımadığı için, reformist, demokratik talepler çer- çevesinde bile olsa bunların seslerini fazlaca çıkarmalarına pek olanak tanımaz. Denetimini sıkı tutar. Yasallık sınırını biraz aşmaya çalıştıklarında şöyle sopasını bir gösterir, partilerini kapatmakla tehdit eder ya da kapatır. Arada birkaç kişiyi gözaltına alıp gözdağı verir. Oligarşi "Madem yasal parti kurmuşsun, o zaman yasalara uygun davranacaksın, 'demokrasi'nin sınırları belli, seçimlere katılırsın, oy kullanırsın, kazanırsın ya da kaybedersin, izin verdiğim ölçüde propaganda yaparsın ama yasadışı eylemlerden, devrimcilerden uzak duracaksın, aksi taktirde seni yaşatmam" der. Eh! Bunlar da ne yapsın varolmalarının tek koşulu, tek dayanağı olan yasallıklarını kaybetmektense geri adım atmayı tercih ederler. Bir kere baştan düzenle uzlaşıp yasalcılığı, icazeti kabul etmişler. Bu noktada oligarşiyle aralarında zımni bir anlaşma oluşmuştur. Bunu bozduklarında başlarına gelecekleri bilirler. O zaman adımlar daha temkinli atılmaya başlanır, oligarşiyi kızdıracak şeylerden uzak durulmaya çalışılır. Bu icazetli, yasalcılıkla sınırlanmış politika, eylemde, mücadelede, propaganda da tüm pratiklerini belirler. Örnek verebilir misin Selma? - Bir protesto eylemi, gösteri mi gündeme geldi; yasallık kaygısı ağır bastığı için hemen hesap kitap yapma ya başlanır. Zorunlu olarak birlikte kauldıklan geniş kitle gösterileri, miting leri dışında devrimcilerle yan yana gel mekten bile kaçarlar. Öyle ya, ola ki po lisi, devleti kızdırırlar, devrimcilerle yan yana ne işiniz vardı, işbirliği mi yapıyor sunuz diye. Yine polisle çatışmaktan, radikal kitle eylemlerinden uzak durur lar. Ne kendilerinin, ne de partilerinin başına bir "bela" gelmesini istemezler. Kontrgerilla vurur, katleder, infazlar, kayıplar, faili meçhuller alır başını gider, köyleri yakılır, yıkılır. Peki bunlara karşı bu yasalcılar ne yapar? Hiç. Bu güne kadar bir tanesinin infazlara, katliamlara karşı bir gösteri, protesto eylemi örgütlediğini gördünüz mü? Bırakın eylemle, gösteriyle protesto etmelerini, devrimcilerin cenazelerine katıldıklarını kaç kere gördünüz? Devrimciler Ölüm Orucundadır, bedenlerini faşizmin saldırılarına siper etmişlerdir, şehit düşerler, bunların kılı kıpırdamaz. Hatta nereden çıktı bu Ölüm Orucu havasındadırlar. Yayın organlarında bile doğru dürüst yer vermezler. Mesela, polisin saldın ihtimalini ortadan kaldırmak, onlara "hoş" görünmek, kızdırmamak için olabildiğince yumuşak davranırlar. Polise çiçek atmalar, zilli, çıngıraklı, aynalı, taraklı hatta bayanların soyunduğu gösteriler boşuna ortaya çıkmıyor. - Aslında meselenin özünü şöyle ko yabiliriz. Faşizme karşı mücadele dev rimciler için faşizmi yıkma mücadelesi dir. Devrimci mücadele her türlü örgütlenmesiyle, mücadele yöntemleriyle, propagandasıyla burada anlamını bu lur. Yasalcılar ise faşizme karşı doğru dan mücadele yürütemezler. Çünkü baştan kendilerini faşizmin yasalarıyla sınırlamışlardır. İcazeti kabul edip yasalcılığa hapsoldun mu artık faşizme karşı devrimci yöntemlerle iktidar mü cadelesi vermek imkansız hale gelir. Bu durumda yapılabilecek tek şey ekono mik, demokratik haklar için mücadele dir, parlamentarizmdir. Ancak refor- mizm orada da varlık gösteremez. Çünkü ülkemiz koşullarında ekonomik-demokratik temelde mücadeleyi örgütlemek, önderlik edebilmek de ısrarlı, radikal bir mücadele hattını sürekli kılmaktan geçer. Buysa yasal sınırlan aşabilmek ve bu alandaki mücadeleyi politik iktidar mücadelesiyle birleştirebilmekle mümkündür. Yasalcılarınsa böyle bir şansı yoktur. Geriye kala kala soyut, kuru propaganda ve burjuva yöntemlerle ayakta kalma, varlığını sürdürme mücadelesi kalır. Her gün ülkenin bir yerinde birşeyler olur, işçiler işten atılır, memurlar sürgün edilir, hak gaspları, iş cinayetleri yaşanır, zam üstüne zam gelir, işsizlik, sefalet kol gezer... peki bu yasalcılar ne yapar? Fiili anlamda, eylem örgütleme, kitleleri örgütleme, harekete geçirme, mücadeleye önderlik etme anlamında birşey yapamazlar. Yaptıkları becerebilirlerse senede birkaç mitingdir. Arasıra afişleme, bolca basın açıklaması yaparlar. Mitinglerde, kitle gösterilerinde boy göstermeye çalışırlar. Bir-iki işçi direnişiyle ilişkileri varsa kendilerini işçi sınıfının öncüsü ilan ederler. Ha bir de gazeteleri vardır. Bu onların en temel propaganda ve örgütlenme aracıdır. Onlarda devrim, sosyalizm laflanna rastlarsınız ama bunun nasıl olacağı hiç anlatılmaz. - Bunlar neyse de asıl kötü olan devrimcilere, illegaliteye karşı düşmanca tutum takınmalan, bu noktada halkın kafasını bulandırmaya çalışmalarıdır. Propagandalannın en önemli kısmıdır bu. Bu noktada tam da oligarşinin on- lardan beklediği rolü üstlenirler. Mesela, illegaliteyi burjuvazinin, Aydınlık'ın yaptığı gibi "karanlık güçlerin alanı" gibi göstermeye çalışırlar. Böylece akıllarınca illegalitenin ne kadar kötü olduğunu, kendilerinin yasalcılık yapmakla ne kadar isabetli davrandıklannı ispat etmeye çalışırlar. Politika üretemezler, oligarşiye karşı tavır geliştiremezler, devrimcileri kendilerine rakip görürler. İllegal örgütler hakkında karalama, iftara, yalan haber yayarak, şaibe yaratmaya çalışarak onları halkın gözünde küçük düşürüp, yıpratıp böylece kendilerine gelişebilecekleri bir zemin yaratmaya çalışırlar. Devrimci eylemleri, özellikle de silahlı eylemleri tabii küçümseyerek, alaya alarak böylece ne kadar önemsiz şeyler olduğunu göstermiş olurlar. Hatırlarsınız geçenlerde Emek'te vardı, "Duvarı lavlamak" falan diye yazmıştı. Mesela ÖDP'lilerden düşmanın katliamlarına karşı tık ses çıkmazken polisle işbirliği, ajanlık yapanları cezalandıran devrimcilere karşı ayağa kalkarlar. Niye? Kontrgerillaya tavır almak o kadar kolay değil çünkü. Onlan kızdırmaya gelmez. Devrimcileri eleştirmek, karalamak ise daha kolay. En çok o da beni eleştirir diye düşünüyor. Düzenle bütünleşme sürdükçe ÖDP, EMEP, SİP ve diğerlerinde görüldüğü gibi seçimler, burjuvazinin parlamentosuna girme çok daha cazip hale gelmeye başlıyor. Sanki halkın sorunu seçimmiş, seçim olursa sorunları çözülecekmiş gibi yatıp kalkıp seçim hayali kuruyor. Düzene yaranmak için MGK solcu- OKUMA PARÇASI: Yasallık Mücadeleye Hizmet Etmelidir Oligarşi demokrasicilik oyunuyla demokratik bir görüntü çizmek istediği her dönem, icazetine sığınan ve çizdiği statükoya boyun eğen "sol"a da ihtiyaç duymuştur ve bunu da reformizmin etkisine dayanarak gerçekleştirebilmiştir. Demokrasicilik oyunu için, "Batı" ile ilişkilerin iyiye doğru ve ileri gittiği ölçüde açıklarını kapatmak ve fazla falso vermemek için böyle bir görüntüye duyduğu ihtiyaç, daha da artmış ve gerekli düzenlemeleri ister istemez yerine getirmiştir. Oligarşi, bir parti ne ölçüde sol bir radikal söyleme sahip olursa olsun, kendi çizdiği sınırlarda siyaset yapmayı kabullenip yapacağı bütün işleri bu çerçeve içinde gerçekleştiriyorsa ve kendisine bu konuda güvence verecek tavırlar ortaya koymuşsa, böyle partilere siyaset sahnesinde rol vermekten ve bu partileri kullanmaktan çekinmemiştir... ... Altında sağlam, politik ve örgütsel bir güç bulunmayan, halkın içinde köklü bağlar kuramamış hiçbir parti ya da güç; yeni-sömürge ülkelerde kendisini mevcut statükolar içinde kalmakla dayatıp, kabul ettiremez. Böyle bir güçle burjuva seçim platformuna sokulup, oradan devletin sunduğu olanakları kullanarak, parlamentolara girmeyi zorlamak ve bu işi, sistem sınırlarına bağlı olmayı herşeyin yerine koyarak yapmaya çalışmak, burjuvazinin oluşturmaya çalış- tığı demokrasi vitrininin mankeni olmaktan başka bir sonuç getirmez... Sistemin kendisine çizdiği sınırları benimsemiş hiçbir parti, adı ve söylemi ne olursa olsun, gerçek anlamda hiçbir zaman işçi ve emekçilerin çıkarlarının savunucusu ve sesi olamaz. Bu noktada her zaman karıştırılan, yasallık ve yasalcılıkla yasal çalışma arasındaki ilişki olmuştur. Yasal-demokratik çalışma faşizm koşullarında da devrimcilerin "temel çalışma biçimi"nin yaşaması için vazgeçilmez soluk borularıdır. Demokratik koşulların darlığı ya da genişliği, sadece bu çalışmanın biçim ve yöntemlerini, araçlarını değiştirir. Ancak bu çalışmadan yararlanmayı hiçbir zaman ortadan kaldırmaz. Yasal-demokratik çalışmayı, temel çalışma biçimine tabi kılamayan ve bu çalışmayla bütünlüğünü korumayan hiçbir anlayış, yeni-sömürge ülkelerde, halkın taleplerinin savunucusu olarak ayakta kalamaz. Sadece mevcut toplumsal statükoda kalıp, icazeti baştan kabullenmek ve mücadeleyi burjuvazinin istediği sınırlarda tutmak, mücadeleyi onun kuralları içerisinde vermektir. Böyle bir anlayış, kendisine can veren sınırlar ortadan kalktıkça, soluk alıp vereceği ortamı da bulamaz. Bu durum bizim gibi ülkelerde sık yaşanıyor. Sorun yasal çalışma diyerek bur- luğuna soyunup, burjuvazinin kulvarında siyaset yapmaya, kendine yer açmaya çalışıyor. Diğerlerinin de ondan pek farkı yok. Arasıra bir basın açıklaması yapmasalar varlıkları yoklukları belli olmayacak. EMEP Metin Göktepe'nin davasıyla ilgili duruşmaları gösteriye çevirerek işi idare etmeye çalışıyor. Elbette onu da yapmalılar ama onun dışında varlar mı, yoklar mı belli değil. - Daha önce çok merak ederdim. Hapishanelerde binlerce devrimci, yurtsever var, bu yasalcı reformist parti lerden de hiç kimse var mı acaba diye? Ben hiç hatırlamıyorum bir SİP'li, ÖDP veya EMEP'linin tutuklandığını, hüküm giydiğini. Eğer varsa da numuneliktir herhalde. Bu sizce garip bir durum de ğil mi? Ülkede faşizm var. Hapishane lerde 10 bini aşan siyasi tutsak var. Ama kendine "devrimci", "komünist" diyen bu partilerden içerde numunelik bile olsa tutsak olup olmadığı şüpheli. Dün yada, faşizmle, diktatörlükle yönetilen hiçbir ülkede hiçbir ilerici, devrimci, komünist parti bunu başaramamıştır herhalde. - Bunda şaşılacak ne var Serpil? Oli garşi kendisini rahatsız etmeyeni neden tutsak etsin, katletsin, kaybetsin ki? Ül kede bir demokrasicilik oyunu oynanı yor, onlar da bu oyunun kurallarına gö re oynuyorlar. Reformist de olsa, yasalcı da olsa kimsenin tutsak olmasını iste meyiz ama bu durum bile aslında onla rın düzen içilikte ne kadar uç bir nokta ya savrulduklarını göstermesi açısın dan çarpıcı bir örnek.* juvazinin sınırları içerisinde hareket eder hale gelmemek ve bu çalışmayı herşeyin yerine geçirmemektir. Burada önemli olan temel ve tali mücadele biçimleri arasındaki ilişkinin nasıl biçimlenmesi gerektiğidir. Mücadelenin değişik bir biçimi olarak seçimlere katılmak ve hatta gerektiği şekilde, güç konulabildiği yerde, burjuva parlamentolanna girmek ve bu işi bir parti oluşturarak yapmak da, devrimciler için ilkesel olarak reddedilmez bir gerçekliktir. Sorun, her zaman olduğu gibi, bunun yerinin ve zamanının belirlenmesidir. Emekçilerin mücadele tarihinde bunun sayısız başarılı örneklerine tanık olunmuştur. Bolşevikler de Bulgar sosyalistleri de bunun başarılı örneklerini ortaya koyarken, kitleler içinde kök salmış, mücadeleyi her koşulda sürdürebilecek örgütlülüklere sahiptiler. Onları seçimlerden burjuva parlamentolarına taşıyan, bu güçleriydi. Burada sorun; bu koşullar yakalandığında en gerici parlamentoları bile, mücadeleye hizmet edecek şekilde kullanabilmektir. Yasallık, yasal-demokratik çalışma, yasal parti ve seçimlere katılma bu zeminde ele alındığında bugün için bir anlam ifade ediyor. Böyle yapılmadığı noktada oligarşinin kitleleri avutmak için kullandığı bir figüran olmaktan öteye gidilemez. TV ekranlarından en radikal çıkışları yapanlar, sonuçta ne denirse densin, burjuvazi için böyle bir sonuca varmada kullanılıyor. (Mücadele Seçme Yazılar, S. 258) O bir Efe'ydi. Resmi belgelerde adı "Şaki", "Eşkiya" diye geçti hep. Resmi belgeler böyle dese de Anadolu halkının direniş tarihinin bir parçası oldu Çakırcalı. Halk bir derdi olduğunda onun kapısını çaldı. Adaleti ondan istedi. Türküler yaktı ona. Onun önderliğinde bir halk hareketi, halk ayaklanması olmadı. Onun da böyle bir düşüncesi, hedefi olmamıştı zaten. Ama O Osmanlı'nın zulmüne karşı halkın öfkesinin öncüsü Ve temsilcisidir yine de. Çakırcalı'yı böyle bir yazıda tüm yönleriyle anlatmak mümkün değil tabii ki. O yüzden burada Çakırcalı'nın dağlardaki tarihinden daha çok birşeyi ortaya koymaya çalışacağız. "Çakırcalı nasıl Çakırcalı oldu?" Bu sorunun cevabında Anadolu halklarının değerleri vardır. İsyanı, adalet isteği, zulme öfkesi vardır. Anadolu halkı boşuna desteklememiş, boşuna yüceltmemiştir Çakırcalı'yı. Şu söz gerçekten çok yerindedir: "Halk gerçekten kahramanlarını seçer; elbette bir tavuk hırsızı, hiçbir zaman Köroğlu ya da bir Çakırcalı gibi kahraman ilan edilmemiştir." (*) Çakırcalı, Ege dağlarındaki usta, yaman bir gerilladır da. Dolayısıyla 'Çakırcalı nasıl Çakırcalı oldu?" sorusunun cevabında gerillanın dağlarla ve halkla nasıl bütünleştiğinin, bütünleşeceğinin de cevabı vardır. Çakırcalı 1900'lerin başında Ege'de dağlara çıkmış bir eşkiyadır. Onu dağa çıkaran iki neden vardır: öç almak ve namusunu temizlemek. Çakırcalı'nın alınacak öcü vardı; Babası Ahmet Efe, Aydın Valisi tarafından hileyle öldürülmüştü. Öldürenlerden biri Boşnak Hasan Çavuş'tur... Çakırcalı namusuna yapılan ağır hakareti temizleyecekti; Hasan Çavuş, Çakırcalı'nın babasının intikamını alacağından korktuğu için Çakırcalı'yı da hapse atmak için tertipler kurmaya çalışmış, bunun için Çakırcalı'nın köyüne gelmiş, Çakırcalı'yı bulamayınca da ailesine olmadık hakaret ve eziyetlerde bulunmuştu... Adalet, kadıda değil, dağlardaydı. Çakırcalı da adalet için, namus için ver elini dağlar der. Dağlara çıkar ve on küsur yıl, kök söktürür Osmanlı'ya. Dağların ele geçmez efesi olur. Savaşçı olur, örgütçü olur. Halkın sevgilisi olur. Çakırcalı'yı Çakırcalı yapan şeylerden biri, zulmedene, sömürene vurmasıdır. Halk, zulmeden ağayı, tefeciyi devlete değil, Çakırcalı'ya şikayet eder. Çakırcalı hak yerini bulmalı der. Asar, keser, soyar. "Tarlalarını alır, fukaraya dağıtır. Paralarını alır, kızlara çeyizlik, hastalara ilaç yapar." Yoksulu, güçsüzü gözetir. "Çete bu arada Ödemiş Aydın civarındaki dağ köylerini dolaşıp fakir insanlara yardım ediyor, evlenemeyen genç kızlara çeyizlik, erkeklere başlık ve düğün parası vererek, mültezim, ağa soygunundan bıkmış, devletin eziyetinden, zulmünden yılmış insanları kendi saflarına çekmeye çalışıyordu. Bütün Ege bölgesi Efe'yi konuşuyordu. Son yıllarda onun kadar yardım sever bir Efe çıkmamıştı." (**) Hemen herkes duymuştur, Avrupa'nın bir Robin Hud'u vardır. Hakkında pek çok kitap yazılmış, filmler çevrilmiştir. Bizim Efe'lerin, "eşkiya"ların, hemen hepsi bir Robin Hud'tur oysa. Ama ne yazık ki, bizim okullarımızda, zenginden alıp yoksula dağıtan "Robin Hud" öğretilirken Çakıcı da Bozdağan'a yaslanır Yağmur yağar silahları ıslanır Bir gün olur deli gönlüm uslanır Çıkarırsam bıçağımı uçururum kafanı Haksızlığı hazmetmez Çakıcı'nın kursağı Şimdi kana boyanır çakının bıçağı Yol verin bana boranlı dağlar Boynu bükülmüş bir güzel ağlar Çakırcalı öğretilmez. Ya da en fazla "devlete karşı çıkan bir asi" olarak öğretilir. Halk Efe'siyle hırsızını, soyguncusunu ayırmıştır hep. Mesela Ege'de salt kişisel çıkarları için soygun yapan, vuran kıranlara efe, hatta eşkiya bile demez; onların adı "çalıkakıcı"dır. Efe adalet için, namus için dağa çıkmıştır. Çıkarken meselesi kişiseldir. Ama ondan sonra halkın hakkı için, halkın adalet isteği için dağda kalmaya devam eder. Çünkü dağda barınmak için buna zorunludur. Çünkü dağ, ancak halkın sevgisini kazananı kucaklar. Çakırcalı bu sevgiyi kazanır. Takip-i Eşkiya Kumandanı Ali Paşa'nın 1910 yılının sonunda Servet-i Fünun dergisiyle yaptığı röportajda söyledikleri bunu yeterince açık ortaya koyar: "Çakırcalı çetesini mevcut önlemlerle ortadan kaldırmak yeterli değildir. Bunun başlıca nedenleri: Çakırcalı 14 senedir bu vilayette bulunuyor. Her yeri bellemiş, tanımış, köylülerin hepsiyle dost olmuştur. Ve Çakırcalı çetesindeki adamların hepsi köylülerden kız alarak yakınlık kurmuşlardır. Ayrıca Çakırcalı ilginç bir politika izleyerek köylülerin herbirine birçok iyilikler yapmış, paralar vermiş, sanki köylülük aleminde bir 'sosyalizm' tesis etmiş, etrafına sevgiden oluşmuş kuvvetli bir ağ kurmuştur." Onu dağlarda yıllarca koruyan işte bu ağdır. Çakırcalı'yı Çakırcalı yapan, onu yıllarca dağlarda savaşmasına rağmen yenilmez kılan yanlarından bir diğeri, kızanlarına bağlılığıdır. Onları korumasıdır. "Kızan"lan yani çetesinin üyeleri için her türlü riski göze alır. "Çakırcalı'nın ününü iyice artıran, halkın korku ve sevgisini kazanmasına, takip müfrezelerinin ise psikolojik yönden çöküşüne neden olacak" olaylardan biri kendisine bağlı bir grubun jandarma tarafından bir damda kuşatılması üzerine hiç tereddüt etmeden iki müfrezenin hemen tamamını öldürerek Kızanlarını kurtarmasıdır. Keza değişik zamanlarda, yerlerde öldürülen Kızanlarının intikamını almayı, onları öldürenleri cezalandırmayı da Çakırcalı hep bir onur meselesi olarak görmüştür. Kızanlarım da, yataklarını da korur. Onlara zarar gelmemesi için bir örgüt önderi tavrı takınır. Yataklarını örgütler, kademelendirir. Çünkü dağa ilk çıktığında, hep en sadık yatağı olacak olan bir Türkmen ağasından bu dersi almıştır. Şöyle denmiştir ona en güvenilir yörük obasında: "Eşkiya demek yatak demektir. Yatağını belli eden eşkiya yaşamaz. Bura senin baş yatağın. Bir daha buraya ayak basmayacaksın... Baban öldü gitti, onun dostu kim, yatağı kim, kimse bilmedi. Esas yataklarını kimse, Allahtan başka kimse bilmeyecek. O kadar çok yatağın olacak ki, ikinci, üçüncü, dördüncü derece yatağın, esas yatağın kim, herkes, hükümet, birbirine karıştıracak. Bu oba senin. Başın sıkışınca sana ulaşır. Yüreğine şüphe düşmesin..." Bu öğüdü hep tutar Çakırcalı. Çakırcalı'nın nerede olduğunu devlet genellikle bilmezdi. Ayrıca, takipçilere şaşırtmaca vermek üzere kurduğu taslak çeteleri vardı. Bunlar çeşitli bölgelerde Çakırcalı adına -tabii Çakırcalı'ya yaraşır- eylemler yaparlardı. Bunun ötesinde ise devlet halktan Çakırcalı'ya ilişkin istihbarat alamazdı. Ege'deki duruma ilişkin hemen tüm resmi raporlarda "yöreden muhbir ve klavuz temin edilemediğinin" belirtilmesi bunun somut bir ifadesidir. İsmine asla gölge düşürmez Çakırcalı. Çakırcalı'nın ününün artması üzerine onun adını kullananlar da çıkmaya başlamıştı. Çaklrcalı'nın en duyarlı olduğu konulardan biri buydu. Çakırcalı, daha dağlara çıkışının ilk yıllarında adını kullana- rak Yörük obalarım basan, hayvan ve para çalan ve kadınlara, kızlara sarkıntılık eden dokuz kişilik bir Arnavut çetesinin tümünü yakarak aynı şeyi deneyeceklere de baştan etkili bir gözdağı vermişti. O halka asla saldırmaz, halkı soymazdı. Onun adına böyle yapanlara işte bu nedenle alabildiğine acımasızdı. Cesurdu. Cüret olmaksızın efe olunabilir miydi zaten? Çakırcalı'nın kısa zamanda halkın desteğini ve sempatisini sağlaması karşısında, Osmanlı bu çeteyi bir an önce yoketmek için jandarmaya ek olarak Arnavutlardan bir de gönüllü bir birlik oluşturmuştu. İkiyüz kişilik bu gönüllü birlik, büyük bir ihtişamla Ödemiş'e gelir. Arnavut gönüllüler, silahlarla donanmış, sırmalı giysileriyle ortada dolaşıp çeteyi nasıl yokedeceklerini anlatır dururlar. Aynı günlerde, gönüllü takipçiler henüz araziye çıkmadan, Çakırcalı Ödemiş'e inip, onları oturdukları kahvede bastı ve ceza olsun diye de feslerinin püsküllerini keserek ilk posta ile Vali Paşaya yolladı. Arnavut takipçiler, İzmir'e püskülsüz feslerle dönmek zorunda kalsınlar diye de bölgedeki püskülleri toplattı. Çakırcalı'ya ilişkin kitaplarda halkın Çakırcalı'dan hem korktuğu, hem desteklediği yazılır. Örneğin Yaşar Kemal de İnce Memed romanında "eşkiyayı korku ve sevgi psikolojisi yaşatır" der. Esasında bunlar birbirleriyle çok da çelişen yanlar değildir. Çünkü kitapların korku dedikleri şey genellikle Çakırcalı'nın muhbirlere, işbirlikçilere karşı aldığı tavrın yarattığı bir sonuçtur. "Yalnız sevgi tek basına zayıftır. Yalnız korkuysa kindir. Başarılı ve uzun sürü yaşayan çete, halkın sevgisini kazandığı kadar, korku salmasını da bilendir." Çakırcalı çetesinin dayanamadığı birşey vardı: ihbar edilmek. Çetelere göre, muhbirler mutlaka cezalandırılmalıydı Çakırcalı'mn önemli Kızanlarından Çoban Mehmet, ihbar sonucunda öldürülmüştü. Çakırcalı hemen araştırmasını yaptırıp muhbiri tespit ettirir. Muhbir Ödemiş'in Kireli köyü muhtarı İbrahim Çavuş'tur. Çakırcalı çetesi köyü basarak muhtarın evini ateşe verir. Yanmamak için dışarı çıkan muhtar, karısı ve oğlu açılan ateşle öldürülür. Çakırcalı'nın intikam için izlediği yöntem Kızan'ının öldürüldüğü biçimin aynısıdır. İşte Çakırcalı bunlarla Çakrrcah'ydı. Halkın acısına merhem, ağaya, tefeciye, muhbire korkuydu. Acımasızdı. Ama hakkaniyetliydi de. Dağlarla ve halkıyla dost olduğu için yıllarca küçük birliğiyle kafa tuttu Osmanlı'ya. Defalarca üzerine kuvvet gönderildi, onun için yasalar çıkarıldı, ama dağlar ve halk ele vermedi onu, korudu, kolladı. Bir kızanının kaza kurşunuyla vuruluncaya kadar, dağlarda adalet, zulme isyan onun adıyla özdeşleşti. (*) Pertev Naili Boratav (**) Yazıda ağırlıklı olarak Sabri Yetkin'in "Ege'de Eşkiyalar" adlı kitabından yararlanılmıştır. KÖYDEN KÖYLÜDEN KÖYLÜ HAREKETİ Mİ, ÇEVRECİ HAREKET Mi? Bergama'da, Mersin Büyükeceli'de gelişen halk hareketi uzun süredir gündemde. Burjuva basın "çevre konusunda en duyarlı köylüler çıktı" diye yazıyor bazen. Köylülerin mücadelesini bir "çevre mücadelesi" olarak adlandırıyor. Solda da benzer yaklaşımlar duyuluyor. Hatta kimileri yan şaka, yan ciddi "köylüler hiçbir konuda göstermedikleri militanlığı çevre konusunda gösteriyorlar" diyor. Kent kafasıyla yapılan değerlendirme ve tanımlar bunlar. Burjuva basın, elbette mücadelenin asıl yanını, sınıfsal niteliğini gözlerden ırak tutmak için böyle yapıyor. Ama kimileri de köyden, köylüden bihaber olduğu için bunu böyle kabul ediyor. Bergama'daki sorun bir "çevre sorunu" mu? Köylüler açısından bu sorunun, dolayısıyla mücadelelerinin anlamı ne? Evet, görünürde bir çevre sorunu olarak ortaya çıkıyor sorun. Ama sorunun esası, köylüler açısından toprak ve üretim sorunudur. Mücadele etmediğinde köylü toprağından olacaktır. Toprağı elinde kalsa, birşey üretemez hale gelecektir. Bu ise köylü için ölüm demektir. Yıkım demektir. Gerek Bergama'da, gerekse de diğer yerlerde nükleer santrallar nedeniyle gündeme gelen "tehdit" denilebilir ki, süreç açısından köylülüğün toprağına, üretimine en doğrudan yapılan saldırılar niteliğindedir. Dolayısıyla köylülüğün tavrı da buna paralel bir militanlık içindedir. Gelişen eylemlerde '80'den bu yana oligarşinin, başta topraksız yoksul köylülük ve küçük üreticiler olmak üzere, köylülüğü yok sayan politika ve kararlarının, son 27 yıllık yoksullaşmanın, kırda yaşamın giderek zorlaşmasının yarattığı birikimin de önemli bir payı vardır. Esasında '80'li yılların sonunda Akhisar eylemleriyle köylüler bu tepkiyi ortaya koymuş, ancak örgütsüzlük nedeniyle bu tepki süreklileşememiştir. Geçen yıl, yeniden bir köylü eylemi açığa çıkmış, bir süreklilik kazanamasa da daha yaygın olmuştur. . Süreç daha pek çok açılardan değerlendirilebilir. Örneğin eylemin anti-emperyalist boyutu da oldukça önemlidir. Ancak devrimciler açısından özellikle Bergama'da gelişen köylü hareketi güncel olarak üzerinde durmanın ötesinde, köylülüğün örgütlenmesi ve mücadelesi açısından sonuçlar çıkarılması gereken bir gelişmedir. Bu noktada çıkarılacak sonuçlar, devrimcilerin köye, köylülüğe ilişkin "yabancılığını" aşmasında, devrimci, demokratik bir köylü hareketinin dinamiklerini daha somut olarak görmesinde önemli olacaktır. Örneğin Bergama'da 17 köy biraraya gelip örgütlenebiliyor, ortak bir karar mekanizması oluşturabiliyor. Bunu mümkün kılan elbette köyün geleneksel yapısıdır. Bu geleneksel yapıda, örneğin Meclis türü örgütlenmeler açısından da köy, kırsal alan önemli olanaklar ve dinamikler taşır. Herhangi bir alanda meclis örgütlenmelerini gündeme getirdiğimizde, en azından bir bölümü itibarıyla "birbirine yabancı" insanları biraraya getireceğiz demektir. Ama köyde böyle değildir, yedisinden 70'ine herkesin birbirini tanıdığı, siyasi görüşüyle, yaşamıyla, ahlakı, namusuyla herkesin birbirini asgari anlamda bildiği bir ortamda ortak kurumlar oluşturmak, karar mekanizmaları yaratmak elbette ki daha mümkündür. Kırsal alanın bu yapısı, bu dinamiği, mutlaka değerlendirilmesi gereken bir özelliktir. Yine Bergama eyleminde herkesin dikkatini çeken, kimilerini de şaşırtan bir yan, kadınların bu mücadeledeki aktif ve önder rolleridir. Oysa kırsal alanın yapısı açısından düşünüldüğünde buna da çok şaşmamak gerek. Kadının ve erkeğin toplum içindeki yerine ilişkin feodal bir gelenek vardır; ancak, mücadele içindeki yerlerini belirleyen bundan daha çok kadının üretim içindeki yeridir. Kırsal alanda kadın üretimin daha çok içindedir. Kentte, çalışan kadın, aynı zamanda mücadele edebilen, örgütlenebilen kadındır doğal olarak. Ancak kentte çalışan kadının oranı oldukça düşüktür. Büyük bir oran üretimden kopuk "ev kadını"dır. İşte kent ve kırın farklılığı da buradan çıkar. Kırdaki ev kadını üretimin bir parçasıdır yine de. Kentteki ev kadını yemek/bulaşıktan başka iş yapmazken, kırdaki "ev kadını" hayvanların sağılmasından tezeğinin yapılmasına, yağından peynirin yapılmasına kadar evini bu işlerine de bakar. Tarlaya, bahçeye gitmesi de cabasıdır. Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir anket, kırsal alanda kadınların işgücüne katılımının yüzde 50 civarında olmasına karşın, bu oranın kentte yüzde 16'ya kadar düştüğünü belirtiyordu. Üretimin, toprağın böylesine bir parçası olan kadın, elbette üretime, toprağa yönelik bir saldırının karşısına da aynı oranda dikilecektir. Elbette tüm bunların nedenleri açısından daha farklı noktalar da vurgulanabilir. Ancak yakalanması gereken dinamikler açısından bunlar önemlidir. Yoksul, emekçi köylülüğün dinamiklerini devrim mücadelesine kazandırmakta kaybedilen zaman, doğal ki devrimin hız kaybıdır. Örneğin Mesut Yılmaz hükümetinin açıkladığı programın da belki de en az tartışılan bölümü kırsal alana, köylülüğe ilişkin maddeleridir. Oysa bu programda kırsal alana yönelik üretim ya da hizmet veren KiT'lerin özelleştirilmesine devam edileceğini yazıyor. Bu programda hayvancılığı desteklemek için 200 trilyon ayrılacağı belirtiliyor, ama 200 trilyonluk bu para, kredi olarak kimlere, nasıl gidecek belli değildir. Gerçekte oligarşinin her hükümeti, yoksul, emekçi köylülük için bir Eurogold'dan daha az tehlikeli değildir. Her-biri en az onun kadar büyük zararlar vererek gidiyor. Ve Eurogold'lan ülkemizin, köylülüğün başına bela edenler de bu hükümetlerden başkası değil. Yoksul köylülüğün öfkesini, tepkisini oligarşinin iktidarına yönlendirebilmek, tepkisini süreklileştirebilmek ise örgütlü olmaktan geçiyor. İşte son eylemler, bu örgütlenmenin dinamiklerini devrimcilere daha somut göstermesi açısından çok daha özel bir önem taşımaktadır. * BERGAMA KÖYLÜLERİ DİRENİŞLERİNE DEVAM EDİYOR B ergama köylüleri, bir taraftan devletin oyalamalarıyla karşı karşıya kalırken bir taraftan da seslerini çeşitli eylemlerle sürdürüyor. Büyük küçük birçok eylem yapan köylüler mahkeme salonlarını da eylem alanına çeviriyor. 9 Ağustos Cumartesi günü Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ile İzmir Gazeteciler Cemiyeti Basın lokalinde basın açıklaması yapan 17 köyün muhtarı "rica etmiyoruz, maden hemen şimdi kapanmalıdır" dediler. Ancak CHP'li başkan köylülerin bazı sorularını cevaplamaktan kaçtı. Özellikle köylerdeki asker ve jandarma baskısından bahseden, köylüleri oyalayarak konuyu değiştirmesi dikkat çeken Sefa Taşkın hükümetin olumlu yanlarını vurgulamakta ve köylülerin değil hükümetin sözcülüğünü yapmakta. 11 Ağustos pazartesi günü de Bergama Hapishanesi'nde eylemlere katıldıkları gerekçesiyle tutuklu bulunan dört köylü ve tutuksuz yargılanan köylüler Bergama Adliyesi'ndeydi. Mahkeme tahliye edilen köylüleri almak için adliye binasından Bergama hapishanesine yürüyüşe geçen 300 köylü hapisten çıkan köylülerle sloganlar atarak ilçeye geri döndüler. "Eurogold Bergama'yı Terket", "Siyanürlü Toprak Vatan Değildir" sloganlarıyla yürüyen köylüler, köylerine dönerek akşam Hacı Bektaş şenliklerine gitme hazırlıkları yaptılar. : Nevşehir'de her sene düzenlenen Hacı Bektaş Şenlikleri'ne katılacak olan Bergamalı köylüler Pazartesi akşamı Nevşehir'e yola çıktılar. Bir hafta şenliklere katılacak olan köylüler şenliğe katılacaklardan destek isteyecek ve mücadelelerini anlatacak. * ANASOL/ D Hükümeti ve CHP Bergama Direnişini Oyalama Çabasında İktidara gelmeden önce insan yaşamından bahseden ancak Bakan olduktan sonra siyanür mücadelesine "kabak tadı verdi", "yetkim yok" diyerek köylüleri oyalayıp, madenin çalışmasına gözyuman İmren Aykut siyanürlü şirketle işbirliğini devam ettiriyor. Mahkeme kararlarına rağmen, tüm haksızlığa rağmen çalışmalarını sürdüren Eurogold, kendisine hem siyasi destek, hem de askeri destek sunan hükümete güvenmekte. Hukuku çiğneyerek, kapatma emrini vermemekte ısrarlı olan yetkililer, madene sanki kapatılmasa da olurmuş gibi 'rica'larda bulunuyor. Bu arada CHP'li Belediye Başkam Sefa Taşkın Bergamalıları destekler gibi görünse de kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyor. Gelen her kapatma haberinde köylüleri boş yere umutlandıran CHP ve hükümetlerin yalanlan Eurogold'un çalışmalarını sürdürmesi ile ortaya çıkıyor. Bergamalı köylüler, sürekli çağırdıklan yetkililerin pek çok kez ayağına kadar gitti. Sadece seçim öncesi gelen, çıkarları için hareket eden partilerin oyalama ve planlarını boşa çıkaracaklar. * "Köylü milletin efendisi" diye buyurıılmuş bir zaman; sonra bu "efendi" üvey evlat muamelesi gören bir kesim olmuş... Bir zamanlar "Avrupa'nın tahıl ambarı" denilen bir ülke; ekmeklik buğdayını ithal eder hale gelmiş... Bu ülkede gariptir ki, "reform" yapılıp toprak dağıtıldıkça, topraksız köylü sayısı artmış... İlk iki bölümde cumhuriyetin kuruluşundan '80'li yıllara uzanan süreçteki bu dönüşümü ortaya koymaya çalıştık. Peki hep sömürülen, hep zulmedilen, hayatına ağanın, tefecinin ve "cendermenin" hükmettiği bu milyonlar, bu yıllar boyunca hiç mi 'yeter be!' dememişler, hiç mi kendi hakları, hukukları için ayağa kalkmamışlar?.. Elbette tarih yalnız Osmanlı sultanlarının, Kemalist iktidarın, Mendereslerin, cuntaların politikalarıyla yazılmadı, yoksul köylülük de kendi cephesinden yazmaya çalıştı bu tarihi. T arihsel süreç gösteriyor ki, köylü, hayatı boyunca ya padişah için, ya ağa için, ya tefeci için, ya tekelci burjuvazi için üretim yapmak zorunda bırakılmış. Köylülüğün kaderci felsefesi içinde bu hayat ona "alın yazısı" diye kabul ettirilmeye çalışılmış. Gün gelmiş köyün bütün eli silah tutanları askere alınmış, gün gelmiş elinde avucunda ne varsa kah "padişah efendileri" için, kah vatan için toplanmış, gün gelmiş jandarma dipçiği altında inim inim inletilmiş, gün gelmiş evinden, barkından göç ettirilmiş, gün gelmiş binlercesi katledilmiş... Yoksul köylünün tarihinin onur sayfalarını oluşturan direnişleride işte bu tablo içinde yaşandı. Bedreddinler olup ayaklandılar... Emperyalizme karşı kurtuluş savaşının askeri olup emperyalizme karşı savaştılar... Zilan oldular, Dersim oldular. Toprak işgalleriyle ey ahali biz de yaşıyoruz bu ülkede dediler... 15. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan, yüzyıllara yayılan bir tarihtir bu. Ayaklanmalar, savaşlar, toprak işgalleri, her biri başlı başına bir tarihi dönemdir, başlı başına araştırmaların, kitapların konusudur; ama biz bu dizi kapsamında, kısaca da olsa şöyle bir uzanalım bu yüzyıllara. Şalvarı Şaltak Osmanlı Eğeri Kaltak Osmanlı Alanda Var, Yiyende Var Verende Yok Osmanlı Anadolu köylüsü Osmanlı sisteminin en alt tabakasıdır. Onun toplumdaki yeri tanrının yeryüzündeki elçisi olan Padişaha "kul" olmaktır. Padişah, saray çevresi, padişahın temsilcisi olan beyler, sipahiler, paşalar onun efendileridir. Osmanlı'da onun adı reaya'dır. Padişahın sisteminde reayanın iki temel yükümlülüğü vardır; birincisi toprak kirasıdır, ikincisi ise toprağından elde ettiği ürünün vergisidir, ki buna da öşür denmiştir Osmanlı'da. Öşür vergisinde ürünün sekizde biri alınırdı, tabii sarayın ihtiyaçlarına göre bu oran beşte bire, dörtte bire kadar da çıkarılmıştır. Köylü ürün olarak verdiği vergiyi/sipahinin, beyin ambarına kadar taşımak zorundadır. Ayrıca her yılın belli bir süresinde beyin, sipahinin özel çiftliğinde de çalışmak zorundadır. Bölgeden bölgeye değişen ve onun yerine getirmek zorunda olduğu angaryalar da vardır. Özcesi reayanın sahibi devlettir ve hayatı zorunluluklarla doludur. Bunca sömürü, bunca angarya elbette zaman zaman canına tak demiştir köylünün; canına tak deyince de padişahtır, tanrının elçisidir, devlet babadır demeden tümüne isyan etmiştir. Ülkemizdeki küçük-burjuva aydınları işin bu yanını çokça tartışmış ve sonuçta da bizde "batıdakine benzer köylü ayaklanmaları olmadığına" karar vermişlerdir. Oysa halkımızın yüzyıllara uzanan bu ayaklanmalarının batıdakilerle aynı olması ne gereklidir, ne mümkündür, böyle bir ayniyet arama esas olarak küçük-burjuva aydının halkı, halkın mücadelelerini küçümseme tavrının sonucudur. Osmanlı'da da kendi koşullan içinde bir köylü hareketi oluşmuş, yoksul köylülük büyük kahramanlıklar göstererek ayaklanmış, devletle çatışmış ve bu feodal düzenin temellerini sarsmıştır. Osmanlı'da dış talan ve yağmalar sürdüğü sürece köylü üzerindeki sömürüyü hafifletici, ya da başkaldırıyı dini-manevi açıdan engelleyici pekçok faktör vardır. Ancak tüm bu faktörler sömürü ve baskının, zulmün olduğu yerde direnişin de olacağı gerçeğini Osmanlı'da da değiştirmemiştir. Toprak talebiyle, dini ve ulusal taleplerle sayısız köylü hareketi, sayısız ayaklanma gerçekleşmiştir. Dini yan pekçok ayaklanmada bir yerde toparlayıcı, motive edici bir etkendir ve gerisinde açık sınıfsal talepler vardır. Şeyh Bedreddin önderliğindeki ayaklanma Osmanlı'nın yaşadığı ilk büyük ayaklanmadır. Tarih 1413'tür. Sonra hiç arkası kesilmez ayaklanmaların. Osmanlı düzeni 1500'lü yıllar boyunca Şah Kulu Ayaklanması, Baba Zünnun Ayaklanması, Kalender Şah Ayaklanmalarıyla sarsılır. Halkın zulme isyanı 1600'lü yıllarda Kalenderoğlu Mehmet önderliğindeki ayaklanmayla, Canbuladoğlu Ayaklanmasıyla, Katırcıoğlu Ayaklanmasıyla sürer. Medrese öğrencileri olan Suhteler ayaklanır, dağlarda çeteler kurulur. Osmanlı'nın ordusu oradan oraya sürüklenir durur, sürekli yıpranır. Ama ayaklanmaların hep yerel kalması bir yerde Osmanlı'nın bunları bastırmasını da mümkün kılar. Ayaklanmalar 1700'ler, 1800'ler boyunca da Patrona Halil Ayaklanmasıyla, Atçalı Kel Mehmet Ayaklanmasıyla uzar gider. Şeyh Bedreddin Ayaklanması halk için önerdiği düzenle, taşıdığı ilerici motiflerle 15. yüzyıldan günümüze ışık tutan bir başkaldırıdır. Bedreddin önderliğinde ayaklanan halkın Ortaklar'da kurduğu düzen halkımızın en güzel değerlerini biraraya getiren bir düzendir. Bedreddin Osmanlı düzeninin kadılarından biridir başta, bir alimdir, sistemin halfa nasıl ezdiğini, aşağıladığını kolayca görür. Paraya, mülke tapılmasına karşı koyan bir din adamı olmasına rağmen materyalist sayılabilecek bir düşünürdür. Ama aynı zamanda bir eylem adamıdır. Çünkü bu düzeni değiştirmenin yolunun Osmanlı'ya karşı ayaklanmaktan geçtiğini cesaretle söyler ve cesaretle bu ayaklanmayı örgütler. Ayaklanmaya katılanların büyük çoğunluğu Türk kökenli köylülerdir. Ama Rum ve Yahudi emekçilerle, farklı kökenlere sahip Anadolu halfa da ayaklanmaya katılmıştır. Bedreddin özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal adındaki müritlerinin Anadolu'nun çeşitli yörelerindeki faaliyetleriyle geniş bir kitleyi etkiler. Ayaklanırlar. Ayaklandıkları her yerde kendi anlayışlarına uygun bir düzen örgütlerler hemen... Ayaklanma Osmanlı'ya yönelmiş büyük bir tehdittir, Osmanlı tüm gücünü seferber ederek ayaklananların üzerine yürür. Anadolu'nun yoksul, ezilmiş, horlanmış köylüleri sonuna kadar direnir, on binlercesi kırılmasına rağmen teslim olmaz, çatışırlar. Ayaklanma bastırılır, ayaklanmanın önderleri idam edilir, ama tohum toprağa öyle bir ekilmiştir fa, artık Osmanlı, Bedreddinleri topraklarında hiç yok edemeyecek, yukarıda belli başlılarını andığımız gibi, aralıklarla yeni ayaklanmalarla karşılaşacaktır. Ayaklanmaların hemen hepsi, (dini, ulusal, toprak isteği, vergilerin düşürülmesi vb.) talep ve görünümleri ne olursa olsun sonuçta hep Osmanlı saltanatını hedefleyecek, Şahkulu ayaklanmasında olduğu gibi siyasi iktidarı isteyecek, artık Osmanlı, sarayında rahat uyuyamayacaktır. "Memleketin Sahib-i Hakikisi Köylüdür" Der Kurtuluş Savaşının Önderi... Ama Memleket Kurtulur, "Sahibi" Kurtulmaz Ayaklanan köylü Osmanlı'da, yediden yetmişe, çocuğundan yaşlısına öylesine kırılır, öylesine vahşi katliamlara maruz kalır fa, uzun bir dönem boyunca ayaklanmak için fiziki bir güç bulamaz kendinde. Ama yine de teslim olmaz, adeta Osmanlı'ya küsüp ilişkisini . içine kapanır. Yaygın kitle hare- ketleri olmasa da, Efesi, eşkiyasıyla dağlarda Osmanlı zulmüne direnmeye devam eder. Kurtuluş savaşına ayaklanmaların mirasıyla ve bu ruh haliyle gelinir. Kurtuluş savaşı, yüzyıllar boyunca savaşlardan savaşlara koşturulan, kıyımlara ve kıtlıklara maruz bırakılan Anadolu halkının direnme potansiyelini bir kez daha açığa çıkarır. Osmanlı birinci emperyalist paylaşım savaşının mağlup devletlerinden biridir. Zaten yıllardır varolan kapitülasyonlar fiziki bir hal almış, emperyalistler bizzat ülkeye yerleşerek sömürülerini arttırmışlardır. Savaşın yükü yine yoksul Anadolu halkındaydı. Savaş sırasında ve sonrasında vergilerin ve diğer yükümlülüklerin ağırlığı köylü kitlelerini nefes alamaz hale getirmişti ve köylülük, saltanatın baskısı, soygunu karşısında, bu sürede gücünü iyice artırmış olan mahalli mütegallibeye daha yakın duruyordu. Kurtuluş savaşına da işte bu yakınlık içinde, Anadolu eşrafının önderliğinde katılmıştır. Anadolu eşrafı başlangıçta Kemalistlere uzat durmuş ancak emperyalist işgalin yayılmasıyla birlikte yerel direniş hareketlerine katılmış ve köylülüğü de beraberinde sürüklemiştir. Ancak köylülüğün savaşa katılımı elbette yalnızca Anadolu eşrafının denetim ve yönlendirmesinde de değildir, tersine, kurtuluş savaşının Osmanlı saltanatına karşı olan yanı netleştikçe köylülük yüzyılların öfkesi ve talebiyle kurtuluş güçlerinin içinde yer almış, savaşın asıl kitle gücünü oluşturmuştur. Anadolu kurtuluş savaşı emperyalistleri kovup saltanatı devirerek zafere ulaştı. Tüm ezilen dünya halklarına moral ve güç kazandıran bir zaferdi bu. Ve bu zaferde, Anadolu'nun kurtuluşunda köylüler büyük pay sahibidirler. Ne var ki kurtuluştan onlara düşen pay ise bu oranda olmaz. "Osmanlı'da Oyun Çok" da, Kemalistlerde Yok mu? Kurtuluş savaşından sonraki yıllar Anadolu köylüsü için zor yıllardır. Hem topraktan kaynaklı sorunları çözülme- miş, hem de Anadolu halkının çeşitli kesimleri üzerinde ulusal baskı farklı biçimlerde sürmektedir. Özellikle Kürt köylüleri üzerinde bu yöndeki baskılar yoğundur. Kemalistler bir köylü ulus olan Kürtlerin varlığını yadsıyarak onları, zorla, baskıyla eritmeye çalışmış ve katliam politikaları uygulamıştır. Kurtuluştan önce köylüler memleketin sahibi ilan edilirken, Kürtler de Anadolu'nun Türklerle eşit hakları olması gereken sahipleri olarak ilan edilmiş, ama kurtuluşun hemen ertesinde tüm bunlar unutulmuş, unutturulmaya çalışılmıştır. Kürt köylüsü çifte sömürü ve baskı altındadır. Hem toprak ağaları tarafından sömürülmekte, hem de devlet tarafından asimilasyon ve jenoside maruz bırakılmaktadır. Anadolu'nun direnme geleneği, işte bu dönemde Kürt ayaklanmalarıyla sürer. Kemalist iktidarın zulmüne Kürtler ayaklanarak cevap verirler. 1921'den 38'e kadar yirmiye yakın ayaklanma ve sayısız silahlı direniş hareketi gelişir. '21'de Koçgiri'yle başlayan ayaklanmalar, 1920'ler boyunca Şeyh Sait'le, Sason ayaklanmasıyla, Ağrı, Mutki ayaklanmalarıyla sürer. Bu sürecin bir anlamda son ayaklanması '37-'38 Dersim isyanı olur. Ayaklanmalar, aynen Osmanlı geleneğiyle ve Osmanlı yöntemlerine başvurularak kanla bastırılır. Bu ayaklanmalar, zaman zaman dini motifler taşısa da, feodal yapının korunması temelinde ortaya çıksa da ulusal muhtevasıyla, Kemalist iktidar karşısında meşru bir direnme hattıdır. Anadolu halkının devrimci geleneğinin bir parçasıdır. Cumhuriyet döneminin sonraki yıllarında da Anadolu köylüsü üzerindeki baskı ve sömürü devam eder. Önceki bölümde belirtildiği gibi özellikle 2. Dünya Savaşı koşullarında savaş ekonomisinin uygulandığı yıllarda bu baskı ve sömürü katmerlesin Çok boyutlu köylü hareketleri, ayaklanmalar ortaya çıkmasa da "jandarma dipçiği" köylünün hayatından hiç eksik olmaz. Savaş ortamında alabildiğine tırmanan militarizm ve şovenizmle birlikte saldırganlık artar. Ekonomik baskı da Osmanlı düzeninin angaryalarını aratmayacak ölçüde yoğunlaşır. Köylü kitleleri üzerindeki sömürü öylesine yoğunlaşır ki, hükümet '40'lı yıllarda vergi alamaz hale gelir. Egemen sınıfların imdadına savaş sonrasında bilindiği gibi emperyalizm yetişir. Artık, Anadolu köylüsünün sırtından kazanılan karlar doğrudan emperyalist tekellere akacaktır. Anadolu'nun İkinci Kurtuluş Savaşı Başlıyor... Yoksul Köylülük Yine Kurtuluşun Yanında '50'lerden itibaren emperyalizm ve oligarşinin kırları büyük oranda Pazar ilişkilerine dahil etmesiyle kırsal alanda da sınıfsal farklılaşma ve çelişkiler derinleşti. Elbette çelişkilerin derinleşmesi yalnız kırsal alanda değildir. Ülkenin her yerinde ve tüm toplumsal kesimler açısından sözkonusudur bu. Emperyalizme daha fazla bağımlılıkla gelişen bu süreç sonuçlarını yaratmakta da gecikmez. Emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi mücadelesi yükselmeye başlar. Sömürüye karşı sosyalizm şiarı da kısa sürede bu kavgada duyulur. Türkiye halklarının '60'h yıllardan itibaren gelişen toplumsal muhalefetinin ve devrimci mücadelesinin içinde köylülük de derinleşen çelişkileriyle yerini alır. Toplumsal muhalefetin bir parçası da artık toprak işgalleridir, üretici mitingleridir, ağalara, jandarmaya karşı emekçi köylülüğün direnişleridir. '60'lı yılların ikinci yarısında yoğunlaşan bu mücadelelere önderliğiyle damgasını vuran bir güç vardır. Bu gücün adı DEV-GENÇ'tir. Dev-Gençlilerin ufku yalnız gençlikle sınırlı değildir. Coşkuları ve dinamizmleriyle çeşitli biçimlerde halkın hemen her kesimine ulaşırlar. Onların muhalif potansiyelini, devrimci potansiyelini açığa çıkarırlar. Ülkemizin kırlarına, köylerine de ulaşır Dev-Genç rüzgarı. Emekçi köylülerin her eyleminde onlar yalnız rüzgarlarıyla değil, bizzat varlıklarıyla ora- dadırlar. Özellikle Karadeniz, Ege, Kürdistan köylerinde yoğunlaşan bu köylü muhalefeti çok çeşitli talepler ve çok çeşitli eylem biçimleriyle çıkmıştır ortaya. Toprak talebi vardır bu eylemlerin, ki çoğu yerde bu talep kendini doğrudan toprak işgalleriyle ifade etmiştir. Küçük üreticiler tütünde, çayda, fındıkta "Sömürüye Son!" şiarıyla bu muhalefetin en etkin parçalarından biri oldular. Yürüdüler, yol kestiler, toprakla birlikte fabrikalar işgal ettiler. Uzun yıllar süren bir sessizlikten sonra 'biz de varız bu ülkede' dediler, sahibi oldukları bu ülkeyi ellerinden alanın kim olduğunu Dev-Gençlilerin mücadelesi içinde daha net gördüler ve emperyalizme karşı eylemler gerçekleştirdiler. Yine bu yıllarda köylülüğün ekonomik mücadelesiyle demokratik mücadelesini birleştiren örgütlenme ve kooperatifçilik deneyleri yaşandı. Alaçam'da kurulan Karadeniz Tütün Üreticileri Sendikası (KATÜS) bu girişimlerden biridir. 1971'de KÖY-KOOP adıyla kurulan merkezi kooperatif de bu çalışmaların en kapsamlı örneklerinden biri olur. Üç bine yakın köye uzanan KÖY-KOOP, üreticiler için sağladığı ekonomik imkanların ötesinde, emekçi köylülüğe örgütlenme bilincini, örgütlü bir kitlenin başarabilecekle-, rini göstermesi açısından önemli bir işlev yüklenmiştir. 1970'li yılların ikinci yarısında da yoksul emekçi köylü, gelişen devrimci mücadelenin içindedir. Yoksul köylüler, küçük üreticiler, Karadeniz'den Kürdistan'a, Ege'den İç Anadolu'ya kadar hemen her yerde hem kendi toprak talebiyle, ürününün karşılığını alma talebiyle mücadelenin içindedir, hem de ülke genelinde halkların hak ve özgürlükler istemlerinin önüne dikilen faşizme karşı mücadelenin içindedirler. 12 Eylül 1980'e gelindiğinde ise faşist cunta her yere, halkın her kesimine olduğu gibi kırsal kesime de saldırdı. 12 Eylül'ün ilk uygulamalarından biri olan silah toplama operasyonlarından en fazla köylülük çekti. İstenen sayıda silahı vermeyen köyler toplu olarak iş- kenceden geçirildiler. İşkenceyle muhbirliğe zorlandılar. Köy muhtarları 'doğal muhbirler' olarak kabul edildi, muhbirliği kabul etmeyenler cunta tarafından görevden alınarak cezalandırıldı. Kürdistan'ın köyleri ise adeta zulüm kalesi oldular. İşkence kitlesel olarak uygulanıyordu orada. Kırsal kesimin demokratik haklarına yönelik saldırılarda ise kooperatifleri, üretici dernekleri kapatıldı. Cunta kırsal kesimden, onun devrim mücadelesinde gerillayla oynayabileceği rolden öylesine korkmaktadır ki, düzen partilerinin köylerde örgütlenmesi bile yasaklanmıştır. Bütün bu süreçte toplumsal muhalefetin genel gerileyişi kırsal alanda da yansımasını bulmuş ve '80'lerin ikinci yarısına kadar belirgin bir hareketlilik gündeme gelmemiştir. KÜRDİSTAN'DA YOKEDİLEN TARIM Haksız Savaş Gerillayı Bitirememiş Ama, Kürdistan'da Tarım ve Hayvancılığı Bitirmiştir! Kürdistan'da tarım ve hayvancılık Osmanlı döneminde aşiret ilişkileri çerçevesinde kapalı bir ekonomik yapı oluşturmaktaydı. Üretim de pazar için değil, daha çok ihtiyaçları içindi. Cumhuriyet dönemi açısından da kapitalistleşme Kürdistan'da çok geç başlamıştır. Kemalist iktidar, Dersim ayaklanmasının bastırılmasına kadar ki süreçte Kürdistan'ın ekonomik yapışma hemen hemen hiç müdahale edememiştir. Dersim ayaklanmasının 90 bin Kürt köylüsünün katledilerek bastırılmasından sonradır ki, Kemalistler Kürdistan'da belli bir egemenlik kurmaya başlarlar. Ancak çok belirleyici değişimler de olmaz bu süreçte. Türkiye'nin emperyalizmin bir yeni sömürgesi olmasıyla Kürdistan da pazar ilişkilerine dahil olmaya başlar. Batıdaki ürünler Kürt kentlerinde de görülmeye başlar önce. Kürt köylüsünün ürünleri -tabii aracılar vasıtasıyla- Kürdistan dışında da pazarlanmaya başlar. Asıl çözülme ise tarımda makineleşmeyle gündeme gelir. Pazar ekonomisinin yasaları feodal beyleri yavaş yavaş dönüştürür, büyük topraklara sahip olanlar konumlarını koruyabilmek için makineleşmeyle üretimi arttırmaya çalışırlar. Öyle ki, mesela '65-'66 yıllarında Türkiye genelinde traktörleşme hızı %19 iken bu rakam Kürdistan'da %45'tir. Kürt feodal egemenleri dış pazara açılmaya paralel biriktirdikleri sermayeyle hafif sanayi alanında, ara mal üretiminde de yatırım yaparlar. Tüm reform palavralarına rağmen Kürdistan'da da toprak dağılımındaki adaletsizlik büyür. 1980'lerde aşiretlerin yüzde 5'ini oluşturan büyük toprak sahipleri, toprakların yarısından fazlasına sahip hale geldiler. Kırsal alandaki nüfusun yüzde 70'i topraksız ya da az topraklı hale geldi. Toprak sorunu Kürdistan'ın bugününde de derin çelişkiler taşımaktadır. Kürdistan'da tarımla uğraşan ailelerin yarısı hiç toprağa sahip değilken, mesela yaklaşık 600 köy bir ya da birkaç aileye aittir. Ancak öte yandan ka- pitalistleşme de artık boyutludur. 1985 verilerine göre, Kürdistan'da ücretli nüfusun toplam nüfus içindeki payı %23'tür. Kapitalistleşme özellikle 1980'li yıllar boyunca hız kazanmıştır. Kürdistan'da ekonominin, tarım ve hayvancılığın son on yılını belirleyen ise elbette ki Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaştır. Ne pahasına olursa olsun, gerillayı yenmek, Kürt halkının bağımsızlık talebini bastırmak isteyen oligarşi yakıyor, yıkıyor, sürüyor... Meralara çıkma yasaklan, bombalamalar, yakıp yıkmalar, göçler, tarımı ve hayvancılığı adeta yok etmiştir ve etmeye devam etmektedir. Oligarşi Kürdistan'da son on yıldır sayısız "yasak bölge' ilan etmiştir, köylünün yayla, mera ve tarım alanlarına çıkışı engellenmektedir. Oligarşi bu uygulamayla gerillayla köylünün bağını kesmeyi amaçlamaktadır. Son olarak Kars ve çevresinin de bu uygulamaya dahil edilmesiyle Kürdistan'ın yaklaşık %60'ı yasak bölge durumuna getirilmiştir. Yasak bölgelerde yalnız üretici köylüler değil, tüccarların dolaşımı da engellendiğinden hayvan ticareti de hemen hemen sıfırlanmıştır. Tabii yasak bölgeler işin yalnızca bir yanıdır. Oligarşi temel politikalarından biri olarak da çeşitli bölgeleri insansızlaştırarak yasaklanmasına gerek olmayan bölgeler yaratmıştır. Oligarşinin askeri literatüründe 'alan tutma' ya da 'alan hakimiyeti' olarak adlandırılan bu uygulamayla 2000'in üzerinde köy boşaltılmış, bu 'alan'lar insansızlaştırılmıştır. Kürdistan'ın "Makus Talihine" Gap Yutturmacası Kürdistan'da tarımın yaşadığı önemli sorunlardan biri de sulamadır. Büyük miktarlara ulaşan verimli topraklar sulanamadığı için ürün alınamıyor. Peki suyu mu yok Kürdistan'ın? Varolmasına var da, halkımızın deyişiyle 'suyun başını haramiler tutmuş.' Oligarşinin bu konudaki en büyük aldatmacası kuşkusuz ki meşhur GAP'tır. GAP öteden beri, yalnız sulama sorununun değil, Kürt sorununun çözümünde de önemli köşe taşlarından biri olarak sunulur; GAP'ın tamamlanmasıyla, öngörülür ki, Fırat'ın suları Harran Ovasının kurak toprağına ulaşıp buralara can verecek, bölgenin makus talihi değişecektir. . Elbette doğru değildir bu. Çünkü her şeyden önce, Harran Ovasındaki toprakların %70'den fazlası toprak ağalarınındır ve sonraki süreçteki alımlarla tekelci burjuvazi de Harran'da büyük miktarlarda toprağı resmen kapatmıştır... Bu bölgede nüfusun büyük bir bölümü topraksız köylülerden oluşuyor. Harran suya kavuşsa bile bu topraksız köylü için ne ifade edecek ki? Kürdistan'ın bu bölgesinde on binlerce emekçi her yıl mevsimlik çalışmak için Çukurova'ya taşınır. GAP en iyi ihtimalle mevsimlik iş göçünü azaltacaktır, ancak emekçi köylü yine ağa topraklarında ırgat olarak çalışacak, burjuvazinin bölgedeki ucuz işgücü ihtiyacına cevap verecektir. Yani sonuçta Kürt köylüsünün durumunda bir iyileşme olmaz, toprak ağalarının statüsü ise daha da güçlenir. Tekelci burjuvazi bugün GAP topraklarını paylaşmakta, ya da daha doğru bir deyişle yağmalamaktadır. Mesela, Uzan Holding'in sahibi olduğu Şanlı Urfa Çimento adlı şirket, GAP'ta arazi alanların başında geliyor. Bu şirket 30 ayn parçadan toplam bir milyon 15 bin 459 metrekare arazi satın almıştır... GAP'ın suyu Harran'a ulaştığında Uzanların 'makus talihi'nin değişeceği kesin görünüyor! Yine bir devlet bakanı tarafından yapılan açıklamaya göre bölgede, sekiz ilde, üç şirket ve beş yabancı sermayedar büyük miktarlarda gayn menkul almışlardır. Keza, tekelci burjuvazinin başta Sabancı olmak üzere çeşitli kesimlerinin de bölgede toprak alımı yaptığı, bunun kamuoyuna fazla yansımamasına çalışıldığı, keza 'ne olmaz ne olmaz' denilip muhtemel bir toprak reformu tehlikesine karşı da arazilerin farklı farklı isimler altında kapatıldığı da bölgede yaşanan gelişmelerden biridir. Oligarşi, önemli misyonlar yüklemesine karşın GAP'a yeterince para da ayıramamaktadır. Çünkü harcanması gereken para, halka karşı sürdürülen haksız savaşın devamını getirebilmek için silaha harcanıyor. 1994 ve '95 bütçelerinin yansı askeri harcamalara giderken, bu durum eğitim, sağlık gibi kamu harcamalarının kısılması ve GAP için ayrılması gereken ödeneğin de sürekli düşmesi sonucunu doğurmuştur. Kürdistan'a "Kalkınmada Öncelik"! Ya Bir de "Sonralıklı" Olsaydı? Oligarşinin Kürdistan'a yönelik kullandığı demagoji malzemelerinden biri de 'Kalkınmada öncelikli yöre' uygulamasıdır. Aslında kavram, oligarşinin ekonomik politikaları içinde '50'lerden beri kullanılmaktadır. Oligarşinin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ihtiyaçlar temelinde çarpık kapitalizmi geliştirmek için başvurduğu bir politikadır. Özü, tekelci burjuvazinin pazar alanlarını genişletmek, egemenliğini yaygınlaştırmaktır. Kimi geri yöreleri pazarla bütünleştirmek için zaman zaman belli teşvikler uygulanmıştır. Değilse, "kalkınmada öncelik", dün de bugün de, emekçi halkın değil, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin- dir. Gelinen noktada ise bu politika oligarşi açısından da işlevsizleşmiştir. Hazine Müsteşarlığı tarafından açıklanan son bilgilere göre 1995'in OcakMart döneminde tüm ülke genelinde toplam 103,6 trilyon liralık yatırıma teşvik uygulanmıştır. Bu yatırımların yarısı sadece Marmara bölgesine aittir. Tüm diğer bölgelerin toplamı ancak Marmara'ya eşitlenmektedir. 'Kalkınmada öncelikli yöremiz Kürdistan'da teşvik kapsamına alınan yatırımların oranı ise demagojiyi tüm boyutlarıyla gözler önüne serici niteliktedir. Bu teşviklerin %1,2'si Doğu Anadolu'ya, %2,3'ü de Güneydoğu Anadolu'ya lütfedilmiş! Sözde teşvik politikası GAP kapsamında da uygulanmaktadır. Ancak verilen sayısız teşvik belgesi de yalnızca rakamları büyütüp göz boyamaya yöneliktir. Bu teşviklerle GAP bölgesinde üç çeşit 'yatırım'(!) ortaya çıkmıştır. Birinci grup, teşvik belgesi alıp hiçbir şey yapmayanlarındır. İkinci grup ise teşvik belgesi ve kredilerini alıp göstermelik bir temelle yatırımını noktalayanlardır. Üçüncü grup ise teşvik alıp, yatırım da tamamlayan ama işletme sermayesi olmadığı için üretime geçemeyip yaptığı küçük işletmesini çürüten küçük üretici ya da sermayedarlardır... Teşvik belgeleri bol keseden dağıtılmakta ama, sıra teşvik kredilerine gelince oligarşi cimrileşmektedir. "Kalkınmada öncelikli yöre" demagojisine son bir rakamla noktayı koyalım: 1995 yılında sadece Bursa Milletvekili Cavit Çağlar'a verilen teşvikin toplamı Kürdistan'a verilen teşviklerin toplamını aşmaktadır! Ne kalkınmada öncelikli yöre uygulaması, ne GAP, ne de diğer sözde ekonomi politikalar bugün için Kürdistan açısından hiçbir şey ifade etmiyor. Savaş Kürdistan ekonomisini yıkmaya devam edecek, Kürt köylüsü, tarım ve hayvancılığın her geçen gün biraz daha gerilemesiyle, yoksullaşmayı, işsizleşmeyi, göçü daha büyük ölçülerde yaşayacaktır. Oligarşi Kürdistan'ı yakıp yıkmaya, köyleri boşaltmaya, meraları, yaylayı, yani tarımı, hayvancılığı yasaklamaya devam edecektir. Bugün için oligarşinin "Kürdistan'ın ekonomik durumu" diye bir sorunu yoktur. Çünkü oligarşi Kürdistan'da can derdindedir.* — Sürecek— H Kim besliyor bu canavarı? Sahibi sorumlusu kim? ergün TV'lerde, gazetelerde katliam boyutlarına varan trafik kazalarının görüntüleriyle karşılaşıyoruz. Karşımıza çıkan görüntüler tüyler ürpertici... "TEM Otoyolu'nun PozantıTarsus bölümünde yaşanan zincirleme kazada bir kamyonda taşınan tarım işçileri yola döküldü. Seyir halindeki bir tırın ezdiği işçilerin 16'sı yaşamını yitirirken 29'u ağır yaralandı..." "Antalya'dan Ağrı'ya giden bir yolcu otobüsü yoldan çıkarak uçuruma yuvarlandı. Otobüs içinde bulunan 42 yolcudan 26'sının cesetleri parçalanarak etrafa saçıldı." Günlerden 8 Ağustos'tu. Ertesi günkü gazeteler şöyle yazdı. "8 Ağustos 1997 günü, sabah 08.00'den akşam 21.00'e kadar trafik canavarı toplam 60 can aldı..." Ağustos'un 8'i istisnai bir gün değildi. 11 Ağustos'ta trafik katliamının bilançosu 47 kişiydi. Ağustos istisnai bir ay değildi. Önceki ayın sonunda gazeteler şöyle yazmıştı; "Temmuz ayında trafik kazalarında 684 kişi yaşamını yitirdi. 1000'e yakın insan yaralandı." Ülkemizde her yıl sekiz-on bin arasında insanımız trafik kazalarında yaşamını yitirmektedir. Rakamlar akıl alır gibi değildir. Son altı ayda 200 bini aşkın trafik kazası olmuş, bu kazalarda 2500'e yakın insan ölmüştür. Altı ayda 200 bin kaza! Peki bunun sorumlusu kimdir? Neden trafik kazalarını önleyici önlem alınmıyor? Ülkemizde ulaşım tamamen emperyalist otomotiv tekellerinin çıkarlarına göre düzenleniyor. Otomobil satışlarını çoğaltmak için demiryolu, denizyolu ulaşımını ve toplu taşımacılığı geliştirmek yerine ulaşımda karayolları dayatılıyor. Örneğin, yatırımlarını otomotiv sektörüne yapan Japonya, Türkiye'nin otomobil pazarında ağırlıklı ve geniş bir yere sahiptir. Otomobil satışlarını özendirmek için ısrarla 3. Boğaz Köprüsü'nün yapımını dayatmaktadır. Karayolları Müdürlüğü de otomobile bağımlı ulaşım politikasını sürdürerek 3. Boğaz Köprüsü'nün yapımını istiyor. Ülkemizde yolcu taşımacılığının yüzde 95'i karayoluyla, yük taşımacılığının yüzde 80'i kamyonlarla yapılıyor. Türkiye'deki kamyon sayısı Avrupa Birliği ülkelerinin toplamından daha fazladır. Yük taşımacılığının karayollarıyla yapılması kazaların önemli bir nedenidir. Oysa, birçok dünya ülkesinde yük taşımacılığı demiryolu ve deniz yoluyla yapılmaktadır. Ülkemizde ise bunun tam tersidir. Çünkü ülkemiz emperyalizmin otomobil ve kamyon pazarıdır. O yüzden de, deniz ve demiryolları taşımacılığı geliştirilmez. Karayolları taşımacılığı halkımıza dayatılır. 1973'te 543 bin 318 olan toplu taşıt sayısı, 1977'de bir milyona ulaşırken emperyalizmin ülkemizde otomotiv üretimi ve satışına ağırlık vermesiyle 1996'da bu sayı beş milyon 317 bin 565'e ulaşmıştır. Yani 13 kat artış göstermiştir. Artan araç trafiğini taşıyamayan yollar bozulmuş durumdadır. Geçici olarak yapılan tamiratlar ise kazaları önlemekten öte yeni kazalara yol açmaktadır. Alt yapısı olmayan, emperyalizme bağımlı ulaşım politikasının sonucu olarak da, her yıl binlerce insanımız trafik kazalarında vahşice katledilmektedir. "Trafik Canavarı"nı yaratan bu düzendir. Hükümetler, her konuda olduğu gibi bu konuda da emperyalizmden bağımsız politika belirleyemez. Ülkemizde ve tüm yeni-sömürge ülkelerde kazaları önleyecek tek çözüm toplu taşımacılık ve yük taşımacılığının deniz ve demiryolu ağırlıklı TRAFİK TERÖRÜNE SON! HALKIMIZ Her gün böyle 30'ar, 40'ar kurbanlık koyun gibi boğazlanmak zorunda değiliz. Kim bizi yollarda böylesine ölümle yüzyüze bırakıyor? Düşünün bir, yollardaki katliamları "trafik canavarı"nın, yoksulluğumuzu "enflasyon canavarı"nın sırtına yıkmaya çalışanlar, birşeyler gizlemeye çalışanlardır. Trafik canavarı yok, trafik terörü vardır. Trafik canavarı dedikleri, sömürü canavarıdır. Canavar, yıllardır demiryolu, denizyolu ulaşımı yerine tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda karayollarını geliştirenlerdir. Canavar, şoför eğitimini düzenlemeyip her işi parayla, rüşvetle halledilir hale getirenlerdir. Canavar, kendi lüks ve sefahatları için uçaklar satın alıp, yollarda ilk yardım sistemi için para ayırmayanlardır. Canavar, trafik teşkilatını rüşvet teşkilatına çevirenlerdir. TRAFİK KATLİAMLARININ HESABINI SORALIM! Halkımız, hergün 50'şer, 60'şar katledilmeyi kabul etmeyelim. Her kazada, tepkimizi, öfkemizi çekinmeden ortaya koyalım: Hükümetleri, karayollarını, polis teşkilatını protesto edelim. Yolları keselim. Semtimizde, kentimizde alt-üst geçitler için, yolların ışıklandırılması, trafik düzenlemesi için tüm semt, tüm kent birleşip mücadele edelim. Belediyeler, açık bıraktıktan her çukurda karşılarında halkın öfkesini, tepkisini bulacaklarını bilmeliler. Ne işe yarayacak, ölenleri geri getirecek mi demeyelim. Evet, gidenleri geri getirmez ama yeni insanların yollarda katledilmesini önleyebiliriz. Trafik canavarı ancak tekeller için değil, halk için çalışan bir iktidar tarafından etkisizleştirilebilir. YOLLARDA KOYUN GİBİ BOĞAZLANMAMAK İÇİN HALKIN İKTİDARI İÇİN MÜCADELE EDELİM. yapılmasıdır. Bu ise emperyalizm ve işbirlikçi otomobil tekellerinin çıkarlarıyla çatışmaktadır. Çünkü böyle bir durumda Türkiye, emperyalizmin otomobil pazarı olmaktan çıkacaktır. Böyle bir pazarı kaybetmektense hergün yüzlerce insanımızın trafik kazalarında ölmesine, sakat kalmasına bilerek göz yumulmaktadır. İnsan yaşamı burjuvazinin kar hırsı karşısında herşeyden ucuzdur. "Trafik canavarı" tablolarının ardında gizlenmeye çalışılan gerçek budur.* Anti-Emperyalist Olunmadan Devrimci, Demokrat Olunmaz 'lı yılların sonunda şekillenen Türkiye devrimciliğinin en temel özelliklerinden biri anti-emperyalistliğidir. Öyle ki, geniş gençlik yığınlarının devrimci oluşu ABD'ye karşı duyulan tepkiden, anti-emperyalistlikten devrimciliğe geçiş şeklindedir. Anti-emperyalizm devrimci hareketin '60'ların sonundaki kitleselleşmesinin temel dinamiklerinden biridir. O dönem asıl olarak gençlik kesimleri içinde gelişen devrimci hareketin başta yoksul köylülük olmak üzere diğer halk kesimleriyle sağlayabildiği birlikteliğin de harcında antiemperyalizm vardır. Anti-emperyalist sloganlar gençlik gösterilerinden toprak işgallerine kadar her eylemin değişmez sloganlarıdır. Halkımızın gavura karşı alerjisini onyıllar boyunca egemen sınıflar kullanmış, istismar etmişlerdir. Kurtuluş savaşını izleyen dönemde halkımızın gavura tepkisi ilk kez '60'ların sonunda olması gereken yöne yani emperyalizme karşı kanalize edilebilmiştir. Türkiye devrimciliğinde antiemperyalizm güçlü bir mayadır. Bu maya 70'lerin başındaki devrimci çıkışın da en güçlü geleneklerinden, en önemli miraslarından biridir. Ne var ki, Türkiye solu bütün olarak bu devrimci çıkışın gösterdiği yoldan yürüyememiştir. Tersine 74 sonrası bu çizgide önemli kırılmalar, parçalanmalar yaşanmıştır. Silahlı kurtuluş çizgisinden, enternasyonalizm çizgisinden sapanların anti-emperyalist çizgiyi de devrimci muhtevasıyla sürdürmeleri mümkün olamazdı. Bu gelenek esas olarak bugüne kadar Cephe çizgisi tarafından taşınarak getirilmiştir. Bu çizgi dışındaki solun büyük bölümünün gelişim seyri ise adeta devrimden uzaklaşan bir seyir olmuştur. Silahlı kurtuluş çizgisinden sapma nasıl ki, THKP-C, THKO kökenli çok çeşitli grupları legalizmin batağına gömmüş, yasal particilik noktasına getirmişse; antiemperyalist çizgiden sapma da bu siyasetleri burjuva demokrasisini dolayısıyla emperyalizmi savunma noktasına kadar getirmiştir. Bugün ülkemizde çok çeşitli siyasi çevrelerde adeta bir "batıcılık" rüzgarı esmektedir. Tablo şudur: MGK batı yanlısı. MGK'nın şu an savaş halinde olduğu Çiller ekibi neticede Batı yanlısı... CHP'sinden ÖDP'sine düzenin solu ve reformizm batı yanlısı... HADEP'inden DBP'sine kadar Kürt ulusalcıları batı yanlısı... MGK'nm, oligarşi içindeki diğer güçlerin batıcı, yani açık ifadesiyle emperyalizmden yana olmaları son derece doğaldır. Bu onların hem sınıfsal karakterine, hem sınıfsal çıkarlarının ifadesi olan siyasetlerine uygun olanıdır. Ancak diğerleri için aynı şey söylenemez. Bir "uygun"luk değil, tersine iddialarla, amaçlarla bir çelişki, bir "uygunsuzluk" sözkonusudur. Soldaki batıcılık bir yorum, öngörü de değil, bugün somut Türkiye halklarının kurtuluşu emperyalizmin onayı ve icazetiyle sağlanamaz. Emperyalizmin baskısıyla halkımıza özgürlük gelmez. Türkiye halklarının antiemperyalist duyguları güçlüdür; ve artık günlük siyasete kadar müdahale eden emperyalist kuruluşlar, pek çok kesimin gözünü açmış, emperyalizm konusunda belli bir bilinç de yaratmıştır. Türkiye solu halkın bu noktadaki tepkilerini açığa çıkarıp örgütleyebilmek için de emperyalizme vurmak, emperyalizmi hedef olarak göstermek zorundadır. olgular, bu çevrelerin taktiklerinde, politikalarında ve eylemlerinde görülen somut bir olgu, durumundadır. Batıcılığın Tarihsel Kaynağı ve Solun Bugünündeki Yansımaları; Batıcılığın bugün soldaki en aleni ifadesini, Türkiye'nin demokratikleşmesini Avrupa emperyalistlerinin hatta ABD'nin yapacağı baskılara bağlayan politikalarda görmek mümkündür. Bu politika başta küçük burjuva Kürt ulusal çevreler olmak üzere hemen tüm reformist kesimin politikası durumundadır. Bu politikayı kimi doğrudan, kimi dolaylı olarak savunmakta, taktikler, beklentiler bunun üzerine inşa edilmektedir. Elbette bu tablo Türkiye solu açısından 70'in devrimci mirasına bir anlamda ihanettir. Ama bundan da önemlisi bu tablo emperyalizmin kim olduğunun, ne olduğunun unutulduğu bir tablodur. ABD ya da Avrupa emperyalistlerinin insan hakları ihlalleri vb. gerekçesiyle göstermelik silah ambargosu uygulamalarına, kredileri kesme gibi politikalarına büyük misyonlar yüklenmektedir. Ya da örneğin Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne, Avrupa Birliği'ne girmesinden demokratikleşme açısından yarar umanlar, GB'ye AB'ye girmeyle demokratikleşmeyi özdeşleştirenler vardır. Bir işçi konfederasyonu başkanı sıfatını taşıyan Rıdvan Budak, işçi sınıfının çıkarları adına GB'ye giriş için cansiperane çaba sarfederken, Kürt ulusalcılar Avrupalı emperyalistlere çağrı yapıp "insan hakları ihlal edildiği için" Türkiye'nin "şimdilik" GB'ye, AB'ye alınmaması çağrısı yapmakta, ÖDP gibi reformistler GB'ye girişin yalnızca "bugünkü koşullarına" karşı çıkmaktadırlar. Oysa tam bu noktada çok basit ve temel bir soru vardır; Türkiye oligarşisi insan haklarını kimin gücüyle ve kimin için ihlal etmektedir? Türkiye oligarşisini askeri olarak donatan kimdir? Türkiye oligarşisi, halkımıza karşı bu haksız, vahşi savaşı kime yaslanarak yürütmektedir? Avrupa, ABD emperyalizmiyle ilişkiler açısından ulusalcı ve reformist solun politikalarına bakıldığında denilebilir ki, adeta "tanzimat solculuğu" deyişini hakeden bir dönüş vardır. Tanzimat solculuğu batıcılığın başlangıcı ve kaynağıdır. Osmanlı'nın yarısömürgeleşmeye başlamasının miladı 1838'de İngiltere ile yapılan bir ticaret anlaşmasıdır. Anlaşmanın özü, kısaca, Batı kapitalizminin istediği ticaret koşullarının sağlanmasıdır. Bir süre sonra gündeme gelen Tanzimat reformları ise, "batı kapitalizmi yararına kurulan bu açık pazar düzeninin gerekli kıldığı idari, mali reformlardan ibarettir". Tanzimat reformları İngiltere tarafından empoze edilmiştir. Tanzimat'ın baş mimarı Mustafa Reşit Paşa, İngiliz büyükelçisinin korumasındaki bir devlet adamıdır. Bugün gündemde olan demokratikleşme paketlerinin tanzimat reformlarından özde bir farkı yoktur; çünkü emperyalizmin ve TÜSİAD'ın istediği reformları içermektedir. Roller aynıdır; emperyalizm ve işbirlikçileri daha istikrarlı, huzurlu bir sömürü için, yatırımlarla Türkiye pazarını daha geniş kullanabilmek için reformlar dayatmaktadırlar. Bugünün Mustafa Reşit Paşalığına ise kah Mesut Yılmaz, kah Çiller, kah Baykal soyunmaktadır. Evet, GB aracılığıyla demokratikleşmenin Tanzimat reformlarından ne farkı var? Türkiye halklarına tarih unutturulmakta, emperyalizmin gerçek yüzü, niteliği halkların gözünden gizlenmektedir. Ve de bu sol adına, yurtseverlik adına yapılmaktadır. Türkiye'nin 1800'lerin sonuna, Tanzimata uzanan demokratikleşme serüveni de, sömürgeleşme süreci de bir yanıyla hep "batılılaşmayla" paralel gelişmiştir. Avrupa'nın kapitalist, emperyalist ülkelerinin kendi koşullarının sonucu olarak oluşturdukları kurumların önce Osmanlı'ya sonra Türkiye'ye aktarılması hep reform diye sunulmuştur. Bütün bu reformlar halkın talepleri, çıkarları ve mücadeleleri sonucu değil, daha çok egemen sınıf zümrelerinin şu ya da bu kesiminin talepleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Yönetimde ve sömürüde daha fazla pay isteyen egemen kesimler, bunu mümkün kılacak yasal değişiklik ve kurumlaşmaları, demokrasi, batılılaşma, çağdaşlaşma gerekçesiyle savunmuş ve tabi olduktan emperyalist ülkelerin desteğiyle bunları gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Sonuç şudur; Osmanlı'da batılılaşma, Osmanlının yarısömürgeleşmesi demek olmuştur. Batılılaşmanın, batı-emperyalist kurumların ülkemize yaygın olarak taşındığı ikinci dönem 1950'li yıllardır. Ordudan parlamentoya kadar devlet, emperyalist ülke modelleri izlenerek yenilenmiş, çok partililik yeni yeni palazlanmakta olan tekelci burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir. Bu ikinci "batılılaşma" döneminin Türkiye açısından sonucu da ülkemizin yeni-sömürgeleşmesidir. Türkiye solunda batıcılığın hem tarihsel, hem güncel kökleri ve nedenleri vardır. Osmanlı solculuğu, batıcıdır. Cumhuriyet döneminde ise, dönemin devrimci örgütlenmesi bu çerçevenin dışına çıkmayı başarmıştır; Mustafa Suphi'nin TKP'si antiemperyalisttir. Emperyalizme karşı savaşmak vatan topraklarına dönüşü örgütlemiştir. Ama sonrası aynı doğrultuda gelişmez. Türkiye solunun '60'lı yıllara kadar ki, sürecine damgasını vuran TKP çizgisi anti-emperyalizmden alabildiğine uzaktır. İllegal örgütlendiği o koşullarda bile düzen içinde legalleşmeyi esas alan politik çizgisiyle her türlü çatışma tavrını dışlamıştır. Adeta kıblesi olan SBKP'nin "barış içinde birarada yaşama" politikası onun da emperyalizmle, özellikle de Avrupa emperyalizmiyle hep barışık olmasını getirmiştir. 1945'lerden başlayan dönem, '50'li yıllar, Türkiye'nin adım adım emperyalizmin bir yeni sömürgesi yapıldığı yıllardır. TKP böyle bir dönemde bile bu sömürgeleşmeye karşı ciddi politik bir tutum almamış, bu doğrultuda kendi çapıyla sınırlı olarak bile bir pratik geliştirmemiştir. 70'lerde bu uzlaşmacı çizgiye vurulan büyük darbeden sonra Türkiye solunda "batıcılık" da oldukça gerilemiş, anti-emperyalizm öne çıkmıştır. Bu dönem açısından antiemperyalist yanın öne çıkışı yalnızca gençliğin anti-Amerikan eylemleriyle sınırlı bir olgu değildir. Bunun ötesinde Türkiye devriminin stratejik hedefinin anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim olarak tesbit edilmesi, antiemperyalizmi Türkiye devrimi açısından vazgeçilmez bir doğrultu haline getirmiştir. Cephe çizgisi 70'li yıllar boyunca bu çizgiyi sürdürmüş, hem politik olarak, hem pratik olarak sürekli emperyalizmin karşısında durmuş, emperyalist hedeflere vurmuştur. Ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarının da dünya ölçüsünde gelişip güçlendiği bu dönemde solun diğer kesimlerinde de bu havanın etkisiyle güçlü bir pratik olmasa da anti-emperyalist yan ön planda olmuştur. Ancak sola bulaşan küçük-burjuva aydın geleneği yine de çok çeşitli biçimlerde soldaki anti-emperyalist bilinci zayıflatan bir işlev görmüştür. Çünkü ülkemiz küçük-burjuva aydın geleneği, Osmanlı'daki solcu geleneğin istikrarlı bir sürdürücüsü olmuş, batıcılığı hiç elden bırakmamıştır. Böyle olunca da teorik anlamda bu küçük-burjuva aydın kesimden beslenen solun bundan etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Buna çok klasik, ama aynı ölçüde de çok rastlanan bir örnek verebiliriz: Basında, televizyonlarda yayınlanan çok çeşitli konulardaki anketlere bakın; hep batı hayranlığını pekiştirmeye yöneliktir. Hep batının rakamları vardır onlarda, tabii o rakamlar hep de en iyiyi, en güzeli temsil etmektedirler. Hemen tüm araştırmacıların, hatta solun ve devrimci basının da kullandığı, kullanmak durumunda kaldığı bu anketlerde sosyalist ülkeler yoktur. Bu anketler büyük bir gerçeğin de gizlenmesine hizmet ederler. Diyelim ki gelir dağılımındaki uçurumun artması anlatılacak: hemen bakın denir, ABD'de şu kadar, Fransa'da bu kadar, İsviçre'de bu kadar, bizde de bunun kaç katı. Diyelim, sağlığa, eğitime ayrılan bütçenin küçüklüğü eleştirilecek, hemen denir ki, bakın İngiltere'de bu kadar ayrılmış, Almanya'da bu kadar ayrılmış, bizdeki onun dörtte biri kadar bile değil. Birincisi; sağlığa, eğitime ayrılan bütçede hiçbir kapitalist ülke, sosyalist ülkelerin eline su dökemez. En geri sosyalist ülke, en gelişmiş kapitalist ülkenin ayırdığından daha fazlasını ayırır. Ama basında, kamuoyunda yeralan anketlerde bu yoktur. İkincisi, emperyalist ülkelerin bu bütçeyi nasıl ayırdığı sorgulanmaz. Orada gelir dağılımının mesela bize göre biraz daha dengeli olmasının nasıl mümkün olduğu atlanır. Oysa bizim gibi ülkelerde gelir dağılımı o kadar bozuk olmasa, onlarda da o kadar düzgün olması mümkün değildir. Örneğin, onların eğitime belli bir miktar bütçe ayırabilmeleri, bizim gibi ülkeleri sömürmeleri sayesinde mümkün olmaktadır. Yani, onların eğitime, sağlığa o bütçeleri ayırabilmeleri, bizim yenisömürgelerin az bütçe ayırmaları sayesindedir. Sorgulanması gereken emperyalizmin refahının kaynaklarıydı. Sorgulanması gereken emperyalizmin insan hakları alanında nasıl böyle rahat at oynatabildiğiydi. Emperyalizm Nasıl Barış, Demokrasi Havarisi Oldu ve '80'lerde Emperyalizmin Demokratlığı Nasıl Keşfedildi? Herşeyden önce şunu belirlemek gerekiyor: Emperyalizm, insan haklan, banş demagojisine sosyalizm karşısında bir "silah" olarak sarılmıştır: Emperyalizm 1917 Sovyet devrimiyle büyük bir darbe yedi. Bu darbeyi, 1940'lı yıllar boyunca birbirini izleyen halk devrimleri izledi. Dünyanın büyük bölümü emperyalizmin pazar alanı olmaktan çıktı. Emperyalizmin gerek sömürü biçimleri anlamında, gerekse de dünya halklarına yönelik propaganda ve demagoji yöntemlerinde asıl büyük değişiklikler de işte bu dönemde gündeme geldi. Sosyalist sistem karşısında emperyalizm de kendim ideolojik olarak görüntüde de olsa güçlendirmeliydi. Bu doğrultudaki politikalarını özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrasında geliştirip sistemleştirdi. Kendini özgürlüğün ve insan haklarının savunucusu ilan etti. Emperyalizmin dilinde sosyalist ülkeler ise barışın düşmanı, insan haklanna saygı göstermeyen diktatörlüklerdi. Dünya halklarının katili, açlığınyoksulluğun müsebbibi emperyalizm, yeni-sömürge ülkelerde yarattığı işbirlikçileri aracılığıyla dünya halklarına zulüm uygularken, hatta ihtiyaç hissettiğinde Vietnam'da, Panama'da olduğu gibi bizzat terörün en vahşisini kendisi uygularken büyük bir ikiyüzlülükle kendisini demokrasinin bekçisi ilan ediyordu. Sosyalizmin prestijinı kırıp halkların sosyalizme duyduğu sempati ve isteği köreltmek amacıyla bu doğrultuda hızla kampanyalara başladı. TV'den basınına, sinemasından kültürüne her aracı, soğuk savaş politikalarına kadar hemen her hareketini buna göre yönlendirdi. Amerika özgürlükler ve fırsatlar ülkesi olarak insanların beynine empoze edilmeye çalışıldı. '80'li yıllara gelindiğinde emperyalizm uzun uğraşlar sonucunda somut kazanımlar elde etmeye başladı. 1970'li yıllardaki devrimci dalgaya karşın, 1980'li yıllar ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin çok açık durgunlaştığı yıllar oldu. Emperyalizmin krizinin alabildiğine derinleşmesine karşın dünya devrimci güçlerinde bu duruma denk düşen bir hareketlilik gözlenmiyordu. SSCB ve Doğu Avrupa'da geriye dönüşlerin, karşı-devrimlerin yaşanmasıyla, emperyalizm büyük bir "zafer" kazanıyor, bu ortamda tüm dünyayı büyük bir reformist dalga kaplıyordu. Emperyalizm zafer naralar atıyor, uzlaşma, silah bırakma revaçta olan politika haline geliyordu. Peki bu noktaya nasıl gelinmişti? 2. Paylaşım savaşının ardından peş peşe yaşanan devrimlerden 70'li yıllar boyunca, silahlı mücadelenin yükselişinden bu noktaya gelişin nedenleri neydi? Bunda özellikle birincisi; emperyalizmin devrimlerden ve halkların silahlı kurtuluş savaşlarından çıkardığı derslerle yeni yeni yöntemler geliştirmesi, ikincisi ise; Sosyalist ülkeler arası çelişkiler ve SSCB kaynaklı reformist-revizyonist düşüncelerin çeşitli sol örgütler arasında yaygınlık kazanması etkili olmuştur. Bunlara paralel olarak da anti-komünizm propagandası, sosyalist ülkelerde sürekli gerginlik yaratma çabalan, savaş tehditleri, bölgesel çatışmalar almış başını yürümüştür. Yaratılan bu ortam, sosyalist ülkelerin içinde bulunduğu zaaflı durumla birleşince emperyalizm daha rahat hareket etme zemini bulmuştur. Anarşi, terör, hür dünyanın korunması, hümanizm gibi demagojiler çok güçlü bir iletişim ağıyla yayıldı. Artık, en vahşi emperyalist saldırılar bile bu demagojilerle haklı gösterilmeye çalışılıyordu. Emperyalizmin sosyalizme ve halkların kurtuluş savaşına karşı önlemleri elbette bunlarla sınırlı değildi. Emperyalizm aynı dönemde denetimi altında tuttuğu işbirlikçi rejimlerle ikili askeri anlaşmalar imzalayarak, çeşitli bölgesel paktlar oluşturarak her türlü askeri, ekonomik, kültürel müdahalesini meşrulaştırıyor, saldırılarına uluslararası bir statü kazandırmaya çalışıyordu. Emperyalizmin bu süreç boyunca ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerini bastırma doğrultusunda oluşturduğu stratejinin odağında halkları teslimiyete zorlamak vardı. Strateji, halkı çok çeşitli biçimlerde birbirine düşürerek, mezhep, din çatışmalarıyla sivil faşist örgütlerle devrimci mücadeleyi gerici kesimlerce bastırmaya, halkı mücadeleden bıktırmaya, caydırmaya dayanıyordu. Böylece sürekli devam eden bir iç savaş yaşanacaktı. Ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin bitirilemeyeceği gerçeğini emperyalizm de biliyordu elbette. Faşist terörle, katliamlarla, vahşetle halkta bıkkınlık oluşturulacak, devrimci hareketlere kitle desteği azaltılıp, yalnızlaştırılacak, sonuç olarak da uzlaşma eğilimlerine güç verilmiş olacaktı. Bu strateji, özellikle Vietnam'dan çıkarılan derslerle pek çok ülkede uygulanmasına rağmen emperyalizm, esas olarak 1980'li yılların sonuna kadar somut bir sonuç alamadı. Ancak '80'lerdeki karşıdevrim rüzgarının reformist, uzlaşmacı eğilimleri güçlendirmesiyle "barış" geçici de olsa bir moda haline geldi. Batıcılığın yeniden güçlenip güncelleşmesi de esas olarak işte bu yıllara tekabül eder. Sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlerle birlikte emperyalizm geçici bir güç kazanmış, gerek devrim gerekse de demokrasi mücadelesinde halk kitlelerine güvenmeyenler kaçınılmaz olarak bu güce yanaşmışlardır. Emperyalizmin "yeni dünya düzeni"yle birlikte, adeta emperyalizmin desteğini almayan hiçbir siyasi hareketin başarı şansının kalmadığı, sonuç almak isteyen herkesin emperyalizmle uzlaşmak zorunda olduğu söylenmeye, emperyalizmde barışçı, demokratik yanlar keşfedilmeye başlanmıştır. Emperyalizmin dünyanın çeşitli bölgelerinde süren iç savaşlar ya da uluslararası savaşlarda hep "barıştırıcı" rolü oynaması, bu ideolojik atmosfer içinde daha kolay ve daha etkili olabilmiştir. Bu süreç emperyalizmle uzlaşmaların yaygınlaştığı bir dönem olmuştur. Çeşitli ülkeler ve örgütler bazında adeta kadr-i mutlak emperyalizm değerlendirmeleri yapıldı. Bu değerlendirmeyi yapanlar elbette uzlaşmaktan, barışmaktan başka çare bulamıyorlardı. Ancak bu süreç de bir yanıyla sonuna gelmiştir. Barış politikalarının halklar için çözümsüzlük olduğu artık somut, pratik örnekleriyle görülmeye başlamıştır. ABD'nin yeni dünya düzeni politikalarıyla birlikte yenisömürgelerdeki uzlaşan örgütler bekledikleri barış yerine kontrgerilla katliamlarını görmüş, emperyalizme taviz üstüne taviz vermek zorunda kalmışlardır. Yaşanan bu süreç sonunda bazı örgütler yeniden mücadelenin zorunluluğunu kavrarken, "banş"ta ısrar edenlerin halkla bağlan kopmuş, sonuçta da halktan uzak, emperyalizme yedeklenmiş bir halde, geçmiş kimliklerinden kopup burjuva düzen partileri, örgütleri haline gelmişlerdir. Öte yandan aynı dönemde, emperyalizme direnilebileceği kanıtlanmıştır. Yani emperyalizm yine de istediği tam başarıyı elde edememiştir. Küba, K. Kore, Vietnam gibi sosyalist ülkeler Yeni Dünya Düzeni politikalarından kısmi olarak etkilenip emperyalizmin saldırılan karşısında bazı geri adımlar atsalar da sosyalist kimliklerini korumuşlardır. Emperyalizm bu ülkeleri teslim alamamıştır. Libya, Suriye, Irak gibi ülkeler ortaya çıkan tablodan dolayı çeşitli bocalamalar yaşasalar da bir bütün olarak emperyalizmin topyekün saldırılarına ayak diremeyi başarabilmişlerdir. Tutarsız ve ilkesiz politikalanna rağmen emperyalist uygulamaların destekçisi olmamışlardır. Peru'da MRTA ve Aydınlık Yol, Kolombiya'da FARC, İspanya'da ETA gibi örgütler, çeşitli ülkelerde ulusal, sosyal, dinsel silahlı savaşı yürüten çeşitli örgütler ve ülkemizde silahlı savaşı sürdüren devrimci, yurtsever örgütler, emperyalizmin "silah bırak" çağrısına uymamış, bazıları kimi süreçlerde yalpalasalar da, halklann direnen yanı olarak Yeni Dünya Düzeni'nde gedikler açmışlardır. Kuşkusuz bu süreçte emperyalizmin işini en fazla kolaylaştıran, onun propagandasının etkisini artıran temel etkenlerden biri, sol adına, yurtseverlik adına, emperyalizmin bu rolünün onaylanmasıdır. İdeolojik olarak emperyalizmin niteliğinin belirsiz hale getirilmesi, pratik olarak da bir tavırsızlık içine çekilinmesidir. Ülkemizde de bu süreç böyle gelişmiştir. Bu sürecin ülkemizdeki en açık yansıması Körfez savaşı dönemidir. Sol ve Kürt ulusalcı hareket, bu süreçte emperyalist saldırganlık karşısında hemen bütünüyle tavırsız kalmıştır. Anti- emperyalizm, Türkiye Devriminin İki Omurgasından Biridir Tabii bu noktada meselenin esası, bir saldırganlık karşısında tavırsız kalıp kalmama meselesi değildir. Anti-emperyalizm, Türkiye devriminin iki omurgasından biridir. Sol anti-emperyalizmden vazgeçerek omurgasının önemli bir bölümünü kaybetmiştir. Böyle olduğu içindir ki, omurgasız, emperyalizmin ve oligarşinin dayatmalarına göre bir o yana bir bu yana eğilip bükülen sol siyasetler çıkmıştır ortaya. Böyle olduğu içindir ki, gerilla savaşı veren bir güç, emperyalizme karşı tavırdan uzak durmakta, bu savaşın içinde bir kez olsun hiçbir emperyalist hedefe yönelmemekte, dahası, uğrunda savaştığı Kürt sorununun çözümü için İsviçre'nin, Almanya'nın modellerini örnek gösterebilir, bunların uygulanmasını isteyebilir hale gelmektedir. Böyle olduğu içindir ki, sosyalizmden sözeden legal partiler, tek bir anti-emperyalist eylemin örgütleyicisi, hatta bırakın eylemi, emperyalizme karşı tek bir sloganın sahibi olmamışlardır. Gerçekte açık olan şudur ki, emperyalizmle bu bütünleşme ya da en azından tavırsızlık, yurtseverlik, sosyalistlik, devrimcilik söylemlerini tartışılır hale getirmektedir. Çünkü günümüz dünyasında emperyalizme karşı olunmadan devrimci, sosyalist, yurtsever olunamaz. Emperyalizme karşı değilseniz, devrimi kime karşı savunuyorsunuz? Emperyalizme karşı değilseniz, sizin sosyalizminiz neye alternatiftir? Emperyalizme karşı değilseniz, siz nasıl yurtseversiniz, yurdunuz emperyalizmin işgali altındayken, emperyalizme karşı çıkmadan yurtsever olunabilir mi? Emperyalizm, bu ülke siyaseti açısından ne "dış" bir faktör durumundadır, ne de Türkiye oligarşisine "demokratikleşme" baskısı yapan bir güç. Emperyalizm içselleşmiştir. Önce herkes bunu görüp saptamak zorundadır. MGK'nın, TÜSİAD'ın tüm politikalarında emperyalizmin çıkarları ve dolayısıyla damgası vardır. Şu ya da bu konuda geçici çelişkilerinin olması bunu değiştirmez. Osmanlı Avrupalı emperyalistlere borcunu ödeyemez hale geldiğinde mali bir kurum oluşturulmuştur. Adı Düyunu Umumiye'dir. Devletin pek çok geliri bu kurulun hizmetine verilmişti ve bu kurul devlet gelirlerine doğrudan el koyuyordu. IMF'nin Düyunu Umumiye'den ne farkı vardır? O da geliyor Türkiye devleti adına bütçeyi yapıyor, hangi gelirlerin emperyalizme olan borçlar için ayrılacağını, ne kadarının işçiye, memura maaş olarak ayrılacağını saptıyor... Osmanlı'nın ordusu, görünürdeki şaşaalı paşalarının arkasında gerçekte hep Batının generalleri tarafından organize edilmiş, yönetilmiştir. Aynen bugün TSK'nın Pentagon tarafından donatılıp yönetilmesi gibi... Osmanlı'nın yan-sömürgeleşmesinin artık iyice pekiştiği dönemde Sadrazamından mabencisine kadar Saraydaki tüm görevliler, ya Galata bankerlerinden, ya Alman ya da Fransız elçilerinden doğrudan para alan, onların çıkarlarını savunur hale gelen "devlet adamları" durumundadırlar. Bakın bugünkü düzen partilerine; hepsi başta ABD olmak üzere çeşitli emperyalist ülkelerle özel ilişkiler içindedirler; ekonominin kilit mevkilerindekilerin, ordunun üst kademesinin, politikacıların tekelci burjuvazinin çeşitli kesimleriyle, uluslararası emperyalist tekellerle doğrudan ya da dolaylı ilişkileri vardır, çoğu kez bu ilişkiler son derece alenileşmektedir. Bu kesimlerin görevleri büyük ihalelerde çıkarlarını savundukları emperyalist ülkenin ya da tekelin taleplerinin karşılanmasıdır. Emperyalizm 28 Şubat tarihli MGK toplantısından sonraki gelişmeler içinde de çok açık görüldüğü gibi, artık günlük siyasete de müdahale eder konumdadır. Türkiye solu bu koşullarda, kim halk iktidarını hedefliyorsa, kim sosyalizmi hedefliyorsa, bunun emperyalizme karşı savaşmadan mümkün olamayacağını görmek, gördüğünün tüm sonuçlarını mücadele pratiğine taşımak zorundadır. Baştan bu yana çeşitli süreçlere ilişkin ortaya koyduğumuz tüm bu tablonun ötesinde tüm devrimci, yurtsever siyasi hareketler, tüm demokrat çevreler kendilerine örneğin şu soruyu sormalıdır: Son on yıl içinde biz hangi anti-emperyalist eylemi yaptık? Bu soruya hemen tüm siyasetlerin vereceği tek bir cevap vardır: HİÇ! Bırakın emperyalizme ciddi darbeler vurmayı, çoğunun bu yıllar boyunca emperyalizme karşı örneğin bir gösterisi, bir bildiri dağıtma faaliyeti bile yoktur. '80'den bu yana emperyalizme vuran her eylemin altında tek bir imza vardır: CEPHE! Bu yalnızca askeri eylemler boyutuyla da değildir; Emperyalizmin karşısına kitleleri çıkaran da yine Cephe'dir. Türkiye solu, işte bunu da görerek hem emperyalizme karşı politik konumunu ve tutumunu, hem de pratiğini sorgulamak durumundadır. Türkiye halklarının kurtuluşu emperyalizmin onayı ve icazetiyle sağlanamaz. Emperyalizmin baskısıyla halkımıza özgürlük gelmez. Türkiye halklarının anti-emperyalist duygulan güçlüdür; ve artık günlük siyasete kadar müdahale eden emperyalist kuruluşlar, pek çok kesimin gözünü açmış, emperyalizm konusunda belli bir bilinç de yaratmıştır. Türkiye solu halkın bu noktadaki tepkilerini açığa çıkarıp örgütleyebilmek için de emperyalizme vurmak, emperyalizmi hedef olarak göstermek zorundadır. Türkiye halklarının kurtuluşu antiemperyalist, anti-oligarşik devrimdedir. 70'li, '80'li yıllar boyunca yaşanan altüst oluşlar bu gerçeği değiştirmemiş, tersine kanıtlamıştır.* Okmeydanı Halkı BİZ ZULÜM HÜKÜMETİ DEĞİL, HALKIN İKTİDARINI İSTİYORUZ Her hükümet değişikliğinde arka arkaya yapılan zamlardan sonra bir de enflasyonu düşüreceğiz, halkı refaha kavuşturacağız diyen Refahyol'dan sonra yeni kurulan ANASOL-D de ekonomik sıkıntının faturasını yine yoksul emekçi halka çıkarıyor. Devletin uzun süredir gelenekselleştirdikleri zamlara yenisini eklemek için zemin hazırlayan ANASOLD hükümeti sermaye hükümeti olduğunu kanıtlamıştır. ANASOL-D hükümeti halkın hükümeti değil, MGK'nın, IMF'nin hükümetidir. Yapılan bu zamlar karşısında halk öfkesini, bir sermaye hükümeti istemediğini dile getiriyor. Okmeydanı Halk Meclisi yapılan zamlarla halkı sömürerek yoksulluğa iten ANASOL-D hükemetini protesto etmek için 13 Ağustos günü Okmeydanı Anadolu Kahvesi önünde basın açıklaması yaptı. "Halkız Haklıyız Kazanacağız", "Susma Sustukça Yeni Zamlar Gelecek" sloganlarıyla biraraya gelindi. "Zama Zulme ve Sömürüye Karşı Birleşelim" Okmeydanı Halk Meclisi imzalı ve "Okmeydanı Halkı" pankartları açılarak basın açıklaması okundu. Okunan açıklamada; "Bu hükümet halkın hükümeti değildir. Bu zamlara karşı her inançtan emekçiler olarak kardeşliğimizi ve birliğimizi ortaya koyarak karşı çıkacağız. Biz halkız birliğimizi güçlendirerek emeğimizin karşılığını alacağız. Biz Bağımsız Demokratik Türkiye istiyoruz. Onurumuza, değerlerimize, ahlakımıza saldırmalarına izin vermeyeceğiz ve çetelerin iktidarına karşı halk olarak direneceğiz." denilerek "Sömürüye Son Zamlara Hayır", "Biz Halkın Anayasasını İstiyoruz", "Zamlara Karşı Dire- neceğiz" dövizleriyle yürüyüşe geçildi. "Adalet istiyoruz", "Zamlara Hayır Sömürüye Son", "Susma Sustukça Yeni Zamlar Gelecek" sloganlarıyla sokak aralarında düzenli kortejler halinde yürüyen yaklaşık 400 kişiye halk balkonlardan, camlardan ıslıklar, tencere sesleriyle destekledi. Sokak aralarında slogan sesleriyle daha da coşan kitle marşlarla yürüyüşlerine devam ettiler. Zama ve zulme karşı yapılan yürüyüşe katılımı arttırmak için çağrılar yapılarak zammı yapanlardan ancak halkın birliğiyle hesap sorulacağı vurgulandı. Atılan sloganlarla devlete karşı bütün kinlerini ortaya döken insanlar bir saatlik yürüyüşten sonra "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganıyla eylemin başladığı yere geri geldi. Tekrar okunan açıklamada kontrgerilla devletinin "huzur operasyonu" adı altında başlattığı terör estirme politikaları sonucunda Grup Yorum elemanları Özcan Şenver, İrşad Aydın ve Haklar ve Özgürlükler Platformu Sözcüsü Oya Gökbayrak'ın evleri basılarak gözaltına alınmasını alkışlarla ve "Gözaltılar Bizi Yıldıramaz" sloganıyla protesto ettiler.* “Basın Affı” Değil, son Kızılay'da meydana gelen olayı ele alalım. 29 Temmuz'da polisin azgın saldırısına uğradılar, hastanelik edildiler, makinalan kırıldı. Bunun karşısında Ankara ve İstanbul'da birer protesto yürüyüşü ve basın açıklaması yaptılar. Hepsi o kadar. Onlar adına yine başkaları konuştu... Siyasi iktidarlar basın emekçilerinin örgütsüz olmalarından dolayı ciddi bir güç olmadıklarını gördüğünden polisin her saldırısı sonrası bir-iki göstermelik kınama demeciyle işi geçiştiriyor. Bu kısır döngüyü kıracak olan basın emekçileridir. Burjuva medya patronlarının "basın özgürlükleri" çığlıkları yalandır. Onlar için basın özgürlüğü, hükümetten daha fazla kredi koparmaktır. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de "basın özgür lüğü" konusunda samimi değildir. Eğer samimi olsa ona göre pratik sergiler. Basın bayramını Dolmabahçe Sarayı'nda, gazete patronları ve kontrgerilla şefleriyle değil, bayramın asıl sahipleri olan basın emekçileriyle kutlar. Kaldı ki basın bayramı günü kutlama değil, müca dele günü olmalıdır. Fakat basından sansür kalkmadığı gibi her gün daha da katmerleşmektedir. Ayrıca basına katkılarından dolayı Süleyman Demirel'e "ödül" verme sinden TG, basın emekçilerini hangi yüzle temsil edebîlir? Etmeye hakkı yoktur. ' Basın emekçileri olarak öncelikle bireysel ve tepkisel çıkışları aşmalıyız. Ne istediğimizi ve buna nasıl ulaşacağımızı bir an önce netleştirmeliyiz. Hangi araçlar, örgütlenmeler bizi güçlü kılacaksa bunları oluşturmalıyız. İktidarın lütfu olan, göstermelik basın affı değil, gerçek düşünce ve basın özgürlüğü istemeliyiz. Basın emekçileri olarak hükümetin tasarısına karşı çıkarak işe başlayabiliriz. Ne diyor tasarı? "Basın Affı"... Kim kimi, niçin af ediyor? Gerçekte suçlu olan kimdir? Halka doğruları açıklamak, hak ve özgürlükleri için mücadeleye çağırmak ve faşizmin gerçek yüzünü teşhir etmek neden suç olmaktadır? Eğer ortada bir suçlu aranıyorsa bu suçlu, devletin resmi düşüncesi dışında hiçbir düşünceye tahammül göstermeyen, terörle bastırmaya çalışan iktidardır. Hem demokratikleşme, insan hakları, hukuk devleti vb. bir sürü şeyden bahsedip, hem de basın emekçilerinin ülkede yaşanan gerçekleri halka ulaştırmasına, halkı aydınlatmasına tahammül göstermeyen faşist iktidar gerçek suçludur. Düşünce ve basın özgürlüğüne yasak koyanlar suçludur? Af dilemesi gereken onlardır. Basın emekçileri olarak talebimiz "basın affı" değil, düşünce ve basın özgürlüğü üzerindeki her türlü yasağın kaldırılması olmadır. ANASOL-D hükümetinin demokrasicilik oyununun bir parçası olan "basın affı'na karşı yürütülecek teşhir kampanyası içinde basın emekçileri olarak geniş ve kalıcı ilişkiler geliştirmeliyiz. Basın işkolunda kast haline gelmiş ve basın emekçilerinin mücadelesi önünde barikat işlevi gören Gazeteciler Cemiyetleri, Basın Konseyi vb. kurumlara karşı da artık sessiz kalınmamalıdır. Cemiyet, basın emekçilerinin sorunlarına ilgili görünse de aslında siyasi iktidara şirin görünme ve uzlaşma çabaları içindedir. Basında bir avuç yöneticinin dışında tüm gazeteciler ekonomik ve sosyal açıdan hiçbir kalıcı hakka sahip değildir, basında hızlı tekelleşme sendikalaşmayı da ortadan kaldırmaktadır. Tekelleşmenin diğer bir sonucu basında keyfi işten çıkarmalardır. Basın emekçileri olarak iş güvenliğinden de yoksunuz. Basın emekçilerinin önündeki temel görev basın işkolunda kölece çalışma koşullarını ortadan kaldıracak bir mücadele geliştirmektir. Bunun için sürecin ihtiyacı olan ve mücadelenin gelişimine hizmet edecek meşru örgütlenmeler oluşturmaktır. Hiçbir basın emekçisi ANASOL-D hükümetinin "basın affı"ndan dolayı boş beklentilere girmemelidir. Aksine, MGK, TÜSİAD ve emperyalizmin politikalarının uygulayıcısı olan bu hükümeti teşhire yönelmelidir. Her gün daha da azgınlaşan kontrgerilla terörüne karşı basın emekçileri olarak bizler de halk cephesinde örgütlü yapılarla mücadeleyi yükseltmeliyiz.* Düşünce ve Basın Özgürlüğü İstemeliyiz Hangi hükümet gelirse gelsin basın emekçileri açısından değişen birşey olmayacaktır. İşte ANASOL-D hükümeti de "basın affı" söylemlerini ortaya attığı günlerde Kızılay meydanında basın emekçilerinin kafasında polis copları parçalandı. Sonrasında ise bu azgın terörün "faturası" üç-dört polise çıkartılarak olay ört-bas edildi. Saldırının siyasi sorumluluğu bu hükümete aitti. Ama onlar, işin sorumluluğunu Refahyol hükümeti tarafından atanan ve dinci olduğunu açıkladıkları Ankara Emniyet Müdürü'nün üzerine atarak kurtulmaya çalıştılar. Şu günlerde ise "basın affı"nı gündeme soktular. ANASOL-D hükümeti devletin iyice teşhir olan kontrgerilla yüzünü gizlemek ve halkın devlete yönelen öfkesini frenlemek için değişik alanlarda "reform" paketleriyle göstermelik adımlar atmaktadır. "Basın affı" yasa tasarısı da bu amaca hizmet etmektedir. Dikkatle bakıldığında hükümetin halkı oyalamak için bir dizi gündem ortaya attığını görüyoruz. Sekiz yıllık eğitim, "ekonomik reform" programı, "basın affı", "insan hakları alanında iyileştirme" vb. adımların hepsi MGK, TÜSİAD ve emperyalizmin istemleridir. Özünde ise değişen hiçbir şey olmayacaktır. "Basın Affı Yasa Tasarısı" TBMM Adalet Komisyonu sonrası meclis genel kuruluna gelecek. Aynen yasallaştığı takdirde, 12 Temmuz 1997 tarihine kadar ki dönemde sorumlu yazıişleri müdürlüğü sıfatından dolayı hakkında soruşturma-dava açılmış ve ceza almış olan gazetecilerin cezalan üç yıllığına ertelenen cezası da bu cezaya eklenecektir. Yani "ertelenen cezaların aynen çektirilmesi" hükmü getirilmektedir. Üç yıl süreyle basın emekçisine "elinkolun bağlı otur" denilmektedir. Faşizmin yasaları yürürlükte olduğu sürece değil üç yıl, üç ay içinde benzer bir cezayla basın emekçisinin tutuklanması hiç de zor değildir. Çünkü anti-demokratik yasalar varlığını sürdürmektedir. ANASOL-D hükümeti niye böyle bir manevraya gitmektedir? Başta uluslararası basın kuruluşlarını ve demokratik kamuoyunun baskısı gelmektedir. Türkiye, tutsak bulunan gazeteci sayısı itibariyle dünyada birinci sıradadır. Böylesi bir sonuç oligarşinin siyasal temsilcilerini uluslararası platformlarda zor durumda bıraktığı gibi hükümetin alacağı ekonomik yardımlar da ambargo veya kısıtlama nedeni olmaktadır. Hükümet şimdi bu hesabın içindedir. Bu göstermelik düzenlemeyle hem teşhirden bir ölçüde kurtulmak, hem de yıpranan imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Fakat, faşizm varlığını sürdürdükçe bu tür manevralar da hükümeti kurtaramayacaktır. Türkiye'de tutsak basın emekçileri içinde sosyalist basın emekçileri ağırlıktadır. Ve egemen sınıflar cephesinde devrimci basın "terör örgütleri"nin bir parçası olarak değerlendirilmektedir. İster sosyalist, isterse burjuva medyada çalışan basın emekçilerine yönelik saldırı, işkence ve katliamların amacı ülkede yaşanan gerçeklerin halktan saklanmasıdır. Kızılay meydanında basın emekçilerinin kafasına inen coplar, basın özgürlüğüne inen coplardır. Onurlu, namuslu şekilde mesleğini sürdürmeye çalışan her basın emekçisi karşısında kontgerilla devletinin terörünü bulmaktadır. Bu gerçek basın emekçileri tarafından da bilindiği halde bugüne kadar aşılması yönünde herhangi ciddi adım atılmış değildir. Basın emekçileri kendilerine yönelen polis saldırılan karşısında ne yapıyorlar? Örneğin en İRLANDA Batı Belfast Kültür Festivali Batı Belfast Festivali, siyasi ve kültürel bir festival ola- rak Cumhuriyetçilerin en güçlü olduğu yerlerden biri olan ve son seçimlerde Gerry Adams'ın milletvekili seçildiği Batı Belfast'ta yapılıyor. Festival 1974 yılında "yargılanmadan cezaevine konma politikası"nı protesto etmek üzere yapılan yürüyüşten sonra geleneksel hale geldi. Bati Belfast Kültür Festivali, Cumhuriyetçi güçler tarafından Batı Belfast'ın kalkınması ve imajını yenilemesi için hazırlanıyor. Bu festival aynı zamanda Troops Out Movevement (Askeri Kuvvetler Dışarı Hareketi) -ki bu örgüt İrlanda Cumhuriyeti hareketi ile en yakın bağlara sahip olup, 1930'lu yıllardan bu yana bu tür delegasyonlar örgütlüyor- ve Sinn Fein tarafından Batı Belfast'ın asıl yüzünün tanıtıldığı bir etkinlik. Troops Out Movevement delegasyonu olarak gidilen festivalin 10. yılının kutlandığı etkinliklerde coşku ve dayanışma hakimdi. Festivalde Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi (DHKC)'ni temsilen bir heyette oradaydı. oke ve Falls semtlerinde İstanbul'un mahalleleri Gazi, Okmeydanı, Küçükarmutlu, Alibeyköy, Nurtepe... gecekondularındaki aynı özgürlük, aynı adalet ve aynı bağımsızlık susuzluğuyla karşılaşıyoruz." denilerek Susurluk kazası ile ortaya çıkan faşist-mafyacıkontrgerillacı devlet gerçeği ve işlenen insan hakları ihlalleri verilerle anlatıldı. Basın açıklamasında ayrıca "işte bu zulme karşı savaşmaktayız. Biz İrlanda halkı gibi sokaklarımızda, dağlarımızda ve cezaevlerinde savaşıyoruz. H. Bloğunun 10 Cumhuriyetçi şehidi, 1984 ve Etkinliklerden İzlenimler Festival boyunca kalınacak ailenin evine girildiğinde ilk dikkati çeken, ev sakinlerinin hava karardığı için pencerelerin iç kısmında bulunan demir saçları kapatmalarıydı. Bunun nedeni ise faşistlerin evlere ateş ediyor olmalarıymış. Sinn Fein'li aileler ateşe karşı böyle bir önlem alıyorlardı. 6 Ağustos Çarşamba Kadın tutsaklarla ilgili yapılan toplantıya konuşmacı olarak IRA tutsaklarından Roısın Mac Alskey'nin annesi, eski bir bayan tutsak ve tutsak yakınları katıldı. 500 kişinin izlediği toplantıda sistemi teşhir edici ve kendi başlarından geçen olayları anlatan konuşmalar yapıldı. Konuşmalarda tutsak ve tutsak yakınlarının dayanışma içerisinde olmaları gerekliliği de belirtildi. DHKC'yi temsilen de bir konuşmanın yapıldığı toplantıda, ülkemizdeki cezaevi koşullan, cezaevlerindeki direnişler, '84 ve '96 Ölüm Orucu direnişlerinden kesitler ve özgür tutsaklık geleneği üzerinde duruldu. Ölüm Orucu savaşçısı DHKP-C şehidi Ayçe İdil Erkmen'in, dünyanın ilk kadın Ölüm Orucu direnişçisi olarak şehit düştüğü vurgulanarak, O'nun ölmeden önce, bilinci yerinde değilken "ben bir mitralyözüm" dediği belirtildi. Uzun alkışlarla karşılanan konuşma "Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak" sloganı ile sona erdi. 7 Ağustos Perşembe Bir radyo ve bir burjuva gazetesi olan Irısh Nevvs'e DHKC'yi temsilen bir basın açıklaması yapılıp, sorularına yanıt verildi. Basın açıklamasında "Belfast sokaklarında ülkemizdeki havayı soluduk, İrlanda'da mücadele, Türkiye ve Kürdistan'da olduğu gibi hergün büyüyor. İrlanda'nın Ballymurphy, Twinbro- 1996 yıllarında verdiğimiz şehitlerimize ve Ölüm Orucu direnişimize ilham kaynağı olmuşlardır. Bobby Sands gibi İrlandalı devrimciler emperyalizme karşı tereddütsüz savaştıkları için tüm dünyada tanınıyorlar denilip, Türkiye'deki Halk Meclisleri ve Halk Anayasası Taslağı üzerine düşünce ve gelişmeler belirtildi. Basın açıklamasının sonunda ise, mücadelede enternasyonalizmin ön planda olduğu vurgulanarak, "Biz bunun için buradayız, bunun için yüreğimiz her zaman İrlanda halkını ve tüm dünya halklarının yanındadır. Yaşasın uluslararası dayanışma, yaşasın emperyalizme karşı savaş, yaşasın halkların mücadelesi, Tıocfaidh ar la (Irlandaca "gününüz gelecek") sözleriyle bitirildi. Aynı gün 30 kişilik bir grupla Long Kesh cezaevindeki İRA tutsağı John Tumelty ile görüşmek üzere ziyarete gidildi. Cezaevi kapısından girdikten ve yaklaşık bir buçuk saat süren bir arama ve beklemeden sonra, dışarısı görünmeyecek şekilde camları boyalı minübüsle tutsaklarla görüşülecek bloğa gidildi. Troops Out heyeti ile birlikte ziyarete gelen DHKC'yi temsil eden heyetimiz, IRA tutsağı John Tumelty ile merhabalaştıktan sonra Türkiye'den geldiğimizi söyleyince çok şaşırdı ve çok sevindi. Ona kısaca Parti-Cephe'nin kimlerle ve ne için savaştığı anlatıldı. Türkiye'deki '96 Ölüm Orucu sürecinden ve sonrasındaki gelişmelerden sözedildi. Susurluk kazasını anlattığımızda "devletin gerçek yüzü bir trafik kazasıyla ortaya çıktı." sözüne John çok güldü ve İrlanda'da aynı bağlantıların bulunduğunu söyledi. Dünya halkları tarafından verilen bağımsızlık ve adalet mücadelelerinin, yönetenler ta- rafından birbirlerinden ayrı tutulduğunu, böylece uluslararası dayanışmanın engellenmeye çalışıldığını belirten John, tüm bu mücadeleler birleştirilmeli dedi ve Parti-Cephe'nin kitap, gazete vb. yayınlarını okumak istediğini, ayrıca Ölüm Orucu kasetini izlemek istediğini dile getirdi. Yine aynı gün Booby Sands için düzenlenen ve yaklaşık 400 kişinin katıldığı bir ödül töreni yapıldı. Toplantı salonuna girdiğimizde bizi Bobby Sands'ın babası, kızkardeşi, gecede konuşma yapan ve dört yıl IRA tutsağı olarak cezaevinde yatan bir bayan tutsak ile Bobby Sands ödülünü alan Sinn Fein çalışanıyla aynı masaya oturttular. Sinn Fein'in bando takımının marşları ve saygı duruşuyla başlayan toplantıda, IRA sloganları eşliğinde 30 kişiye Booby Sands'ın ödülleri dağıtıldı. Toplantı sonrası (biz cezaevinden ziyaretten dönerken gördüğümüz dört metre uzunluğunda ve en üstte İngiliz bayrağı olan) bir yığınağın yakıldığına tanık olduk. Kalabalık, ateşin etrafında ateşe daha fazla koltuk vb. eşya atarken koyu bir sohbet içindeydi. 8 Ağustos Cuma: İrlanda'da İngiliz polisi tarafından kullanılan plastik mermilerle ilgili bir toplantıya katılındı. Plastik mermilerle öldürülen bir Cumhuriyetçi eşi ve plastik mermilerle ilgili kampanya yapan organizasyon çalışanları yaptıkları konuşmalarda, bugüne dek plastik mermilerden 17 insanın öldüğünü, bunlardan yedisinin çocuk olduğunu anlatarak ölenlerin hepsinin bel ve baş arasından isabet aldığını belirttiler. Toplantı, plastik mermilerin kullanılmaması konusunda herkesin birşeyler yapması gerektiği düşüncesi üzerinde durularak bitirildi. Aynı gün gidilen IRA'lıların gecesinde, Ölüm Orucu gönüllüleri sayıldı ve konuşmalar yapıldı. Konuşmalarda "Basklı ve Türkiyeli dostlarımız da bizimle birlikte" denilerek ETA, IRA ve DHKC masalarında bulunan bayraklar selamlandı. Milletvekili Gerry Adams da yaptığı konuşmaya, Bobby Sands'ın "bu mücadelede herkes kendi rolünü oynamalı" sözleriyle başladı. Daha sonra, kurtuluş mücadelesinin uzun süreli olduğunu, Sinn Fein'in her geçen gün büyüyen bir halk hareketi haline geldiğini belirtti ve siyasi tutsakların serbest bırakılmasını istedi. Ölüm Orucu şarkıları sırasında da üç bayrak açıldı. Ayrıca devamla IRA sloganları atılarak, IRA marşıyla birlikte saygı duruşuna geçildi. Şarkılardan birinde "Türkiye'de Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen için söylüyoruz" denilerek, Ölüm Orucu ile ilgili bir şarkı söylendi ve yoğun alkış aldı. Toplantıda Gerry Adams ile görüşülüp kendisine Halk Anayasası Taslağı ve insan haklan ihlalleri broşürü verilip, taslak hakkındaki düşünceleri de istendi. Gece boyunca da Ölüm Orucu ile ilgili İngilizce Devrimci Sol dergileri satıldı. 10 Ağustos Pazar, Festival Yürüyüşü: 10 bin kişilik bir kitlenin katıldığı yürüyüşte açılan pankartların en önünde "İrlanda halkına kendi kaderini tayin hakkı", "İrlanda'ya İngiliz ordularının çekilmesiyle barış", "Bask özgürlük savaşçısı Meksika'da İspanya gizli servisi tarafından katledildi.", "Bask ülkesine özgürlük" ve üzerinde iki adet Cephe amblemi olan İngilizce "Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi" pankartları vardı. Yaklaşık 15 tane bando takımının katıldığı yürüyüş sırasında İngiliz polis karakolunun üzerine çıkılarak iki tane IRA bayrağı asıldı. Kitlenin coşku ile alkışladığı bu eylemin ardından İngiliz polislerinin karşısında da İngiltere bayrağı yakıldı. Genelde hiçbir sloganın atılmadığı yürüyüşte, polislerle karşılaşılan her yerde ise IRA diye slogan atıldı. Parlamentonun önüne gelindiğinde konuşmalarla devam eden eylem süresince İngilizce Devrimci Sol dergileri satıldı. Yine aynı gün DHKC'yi temsilen bir heyet Sinn Fein'in gazetesi ile görüşerek, THKP-C'den DHKP-C'ye tarihimiz, Türkiye'nin sosyal-ulusal-etnik yapısı, gerilla savaşımız, enternasyonal eylemlerimiz, Türkiye'deki faşist darbe ve katliamlar, empeyalizm için Türkiye'nin önemi, idam cezaları, Türkiye ve Kürdistan'daki haksız savaş, kayıplar, demokratik mücadelemiz, TAYAD, TİYAD, Grup Yorum, Halk Meclisleri, Halk Anayasası vb. konular anlatıldı. Ayrıca kendilerine içerisinde yayınlarımızın bulunduğu bir dosya, Cephe bayrağı ve Susurluk'la ilgili afişler verildi. ETA ULUSLARARASI İLİŞKİLER ÇALIŞANLARIYLA YAPILAN GÖRÜŞME Ülkede yapılan İnsan Hakları İhlalleri, Anayasa kampanyası, kayıp ve tutsak aileleri ve CIA'nın terörist örgütler olarak ilan ettiği rapor hakkında düşüncelerimizi belirttiğimiz görüşmede, onlar da kendi tutsaklarından, kendilerine yapılan baskılardan ve ETA'nın bir cezaevi müdürünü rehin alıp tutsakların serbest bırakılmasını istemesi üzerine ve süre vermesine rağmen devlet tarafından bir kampanya başlatılıp, insanları sokağa çıkartıp öldürülmesin diye bir eylem yaptırdığını fakat bunun bir savaş olduğunu ve cezaevi müdürünün öldürüldüğünü söylediler. Bu arada bir ETA tutsağının elleri arkadan bağlı olarak öldürüldüğü ve bu kişinin legal alandaki bir lider olduğunu öldürüldükten sonra da intihar ettiği söylendiğini anlattılar. Ayrıca her hafta pazartesi günü tutsaklarla ilgili bir gösteri yapıldığını ve bu toplantıda tüm tutsakların resimlerinin insanlar tarafından taşındığını söylediler. Kendilerine içinde Halk Anayasası Taslağı, İnsan Hakları İhlalleri broşürü ve İngilizce Devrimci Sol bulunan bir dosya ile İngilizce Ölüm Orucu kaseti verildi.* 10 Ağustos günü İRA davasından eşi 17 yıl, kendisi de beş yıl hapis yatan Karen Quıınn'ın ailesini ziyaret ettiğimizde kendilerine Ölüm Orucu ile ilgili dosyayı verdik, Ölüm Orucu kasetini birlikte izledik ve onunla bir röportaj yaptık. Kaç yıl cezaevinde yattınız ve neyle itham edildiniz? Ben 10 yıl ceza aldım ve burada olan sisteme göre insanlar aldıkları cezanın yarısını yatıyorlar. Cezaevinden çıktıktan sonra yeniden aynı suç işlenirse kalan yani bir önceki cezayı da ekliyorlar. Ben de 10 yıl almama rağmen beş yıl Maghaberry hapishanesinde yattım. Evimde İRA'nın cephaneliği bulunduğu için tutuklandım ve yargılandım. Cezaevinde kaldığınız süre içerisindeki yaşam koşullarından bahseder misiniz? Mart '92'de yeni bir cezaevi müdürü benim bulunduğum yere atandı ve aramaların yoğun olduğu bir dönemdi. Hücrelerde silah sakladığımız gerekçesiyle aramalar sırasında cinsel tacizlerde bulunuldu. Aramalar sırasında cezaevi müdürü de mazgallardan bakıyordu. Bu aramalara direnen ve karşı çıkan tutsaklara saldırıldı ve saldırı sonucunda 20 kişi hastanelere götürüldü. Bu aramalarda hiçbir silah bulunmaması, cezaevi yönetimin tutsaklara açık bir saldırı amacı taşıdığını ortaya çıkardı. Öyle ki, bu süreçte bazı arkadaşlarımız günde beş defa çıplak aramalardan geçirildi. İngiltere hükümetinin keyfiliği konusundaki son bir örnek vermek gerekirse, bir kişi asker öldürdüğü gerekçesiyle 22 yıl hapishanede yatmıştı. Daha sonra suçsuzluğu birkaç hafta önce ortaya çıktı. Bu günlerde İngiltere'de bulunan İRA tutsaklarının transferi kampanyası hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce bu olabilecek bir talep mi? Tabii ki öncelikle onların serbest bırakılmasını isterdik. Fakat Yeni İşçi Partisi'nin yapacağını pek düşünmesekte biz yine de istiyoruz. Tutsakların transferi konusunda kilise dahi müdahale edip tutsaklara sahip çıktı, iki hafta önce tutsaklarla görüştüm ve hiçbirisi bu hükümetten birşey beklemediklerini söylediler. Ve bu yüzden üzgün değillerdi. Tutsakların İngiltere'de tutulmaları ailelere yapılan psikolojik bir baskıdır. Her görüşmede maddi ve manevi olarak yıpranıyorlar. İngiliz hükümetinin bir takım hakları vereceğine inanmıyorum. Tutsaklar bir hakka sahipse o da kendi mücadeleleri sonucu kazanılan bir zaferdir. Geçen yıl Türkiye'de 12 tutsağın şehit düştüğü Ölüm Orucu eylemini Sinn Fein'in gazetesinden okuduğunu belirten Karen bir tutsağın diğer bir tutsağa söyleyebileceği şeyin ise, "gücünü ve inancını koru" olduğunu belirtiyor. * MRTA gerillaları Japonya'nın Lima Konsolosluğu' nu basarak içeridekileri rehin aldığında ve Fujimori'nin başlarında bulunduğu bir katil sürüsü tarafından katledildiğinde hissettiklerimizi hatırlıyor musunuz? Aradan çok uzun zaman geçmedi. 17 Aralık'tan 22 Nisan'a kadar süren, uzun bir direnişti bu. Gerillalar tutsak yoldaşlarının serbest bırakılmalarını istiyorlardı. 14 MRTA gerillası bombalar ve otomatik silahlarla şehit düştükten sonra Fujimori ile birlikte hemen konsolosluğun önünde şampanya patlatarak kutlama yapmıştı katiller. Bobby Sands'in İrlanda'da ölüm orucunda şehit düşmesini hatırlıyor musunuz? Aradan çok zaman geçti. 1981'de bir yaz günü, 5 Mayıs'tı. 9 Nisan'da İrlanda halkının milletvekili seçtiği Bobby Sands, ölüm orucunun 66. gününde şehit düştü. Türkiye'de faşist cuntanın sekizinci ayıydı. Bobby Sands ve yoldaşları İrlanda'nın ünlü Long Kesh Hapishanesi H Bloklarında kalıyorlardı. 1984 Ölüm Orucu'nu hatırlıyor musunuz? Cunta sivilleşmiş, yerini Özal hükümetine bırakmıştı. Çokları hapishanelerde durumların düzeleceğini bekliyordu. Oysa baskı, terör, teslim alma politikaları alabildiğine hız kazanmıştı. "Yaprak kımıldamaz" denilen zamanda kahraman şehitlerimiz Metris Hapishanesi'nden dışarıya yeri göğü sarstılar. Elden ele bayraklaştılar. Onlar yüzler, binler oldu. Cephe kortejlerinde onbinler oldu. '96 Ölüm Orucu'nda Devrim Kuşağının Kahramanları oldular. Dünyanın apayrı üç yerinden örnekler bunlar. Üçünde de hapishaneler var, üçünde de direnişler var, üçünde de ölümüne teslim olmama, ölerek teslim alma var. Bobby Sands'i anlatıyorlar. İrlanda halkı onu parlamentoya seçtiğinde, bunu kendi durumunu kurtarmak için kullanmayı hiç düşünmemiş. Kilitlendiği hedeften hiç şaşmamış. O ünlü sözü, "Bizim de günümüz gelecek" o günlerde söylenmiş bir sözdür. Ölüm Orucu şehitlerimizi anlatıyoruz. Hepimiz tanık olduk, izledik, dinledik. Berdan "Bu büyük insanlık ailesinin önü çok açık" diyordu bilinci kapanmak üzereyken. İdil "Ben bir mitralyözüm" diyordu. Tupac Amaru Devrimci Hareketi "Halk Teslim Olmayacak... Asla!" diyordu. Geçen hafta Küba'daydık. Bu hafta Belfast'taydık. Yarattıklarımızı, uğruna savaştıklarımızı anlattık. Ölüm Oruçlarını, şehitlerimizi anlattık. Direnişlerimizi anlattık. Hiç yenilmediğimizi anlattık. Küba'da saygı, sevgi ve dostlukla karşılandık. Belfast'ta da öyleydi. İdil için onlar da türküler söyledi. İrlandalıların alkışları şehitlerimiz içindi. Lima'daki Peru Konsolosluğu'nda gerçekleştirilen katliamdan sonra, MRTA Temsilcisiyle yapılan görüşmede Cephe diyordu ki: "Acınızı biliyor ve paylaşıyoruz. Çünkü biz de bu acıları çok yaşadık. Yüzlerce insanımızı şehit verdik. Ama hepsinden de daha güçlü çıktık. Eminiz ki siz de bu katliamdan daha güçlü çıkacaksınız." Neden? Çünkü, Berdan'ın dediği gibi, biz bir aileyiz. Hatalarıyla, sevaplarıyla, eksikleriyle, olumluluklarıyla bir büyük insanlık ailesinin üyeleriyiz. Dünyanın neresinde halkının kurtuluşu için savaşanlar varsa, dünyanın neresinde halkı için ölümü göze alanlar varsa, dünyanın neresinde emperyalistlere, kendi ülkelerinin Koçlarına, Sabancılarına karşı savaşanlar varsa, onlarla aynı ailedeniz. Ve biliyoruz ki, "Bu insanlık ailesinin önü çok açık. Çok açık."* Öykü Anı Şiir Deneme DÜŞLER DENİZİNDE Devrimci irade bir komutan şimdi. Vücudun bütün hücrelerine komuta ediyor. Bu bir irade savaşı. Devrimci irade deneyimli bir komutan, öyle çok savaşın galibi ki... Şimdi vücudun bütün hücrelerine öğretiyor savaşı. "Diren" diyor, "teslim olma" diyor. Ve savaşan tüm hücreler ölmemek için son ana kadar direniyor, savaşıyor, mevzilerini, vücudu terk etmiyor... Vücudunda dayanılmaz ağrılar ve uyuşmalar hissediyor. Çok ağır bir yük taşımış ve küfesini yeni indirmişçesine yorgun ve halsiz. Ama "tatlı yorgunluk" derler ya, onun gibi. Gün gün büyüttüğü açlığın, gün gün büyüttüğü öfkesine katarak bu savaşın içinde yol alıyor. Gözünün ışığı daha da sönüyor her geçen gün. Düşlere dalıyor, o çok sevdiği, uğruna ölümlere yattığı halkının içine karışıyor. "Bütün halka açtılar bu savaşı. Önce bizi teslim almak istiyorlar... Ama asla..." Yüreğinin kapılarım ardına kadar açıyor. Tüm halkını dolduruyor yüreğine. Düşlerinde kucaklaşıyor halkıyla. "Etrafınız sarıldı, teslim olun" diye bağırıyor birileri. Kuşatmalarda şimdi. "Teslim ol... Haydi sat beynini, sat yoldaşlarını" diyor bu ses. O tllililer çekiyor, bayrak oluyor asılıyor pencereye... Ardarda patlıyor bombalar, kurşun yağmuru sağanaklaşıyor. Sımsıkı kavrıyor silahının kabzasını. Bir daha, bir daha basıyor tetiğe, tükeniyor mermisi. Göğsünden vuruluyor, yarası ağır. Kana buluyor parmaklarını, duvara tarihi yazıyor: "DHKC" "Parmaklarını oynatıyor. Haydi cevap ver yoldaş... Kapama gözlerini cevap ver... Duyuyor musun yoldaş?..." Duymuyor ve görmüyor. Ölüm Orucu'nun 69. gününde. Artık görmüyor ve duymuyor. Artık yalnızca yüreğiyle konuşuyor. Yüreğiyle duyuyor, yüreğiyle görüyor. Gülümsüyor... Göz kapaklan öyle ağır ki, uyumak istemiyor ama gözkapaklarının ağırlığını taşıyamıyor artık. Halsizliğe, yorgunluğa daha fazla karşı koyamıyor. Bir kadın çığlığı çalınıyor kulağına. "Bese..." diyor kadın. "Bese loooo..." Kınalı saçlarını yoluyor. İnsanlar var her yerde. Kalabalık etrafı. Kadın kucağından tuttuğu resme daha sıkı sarılıyor. Elif ana bu. Elif Ana'nın çığlığı bu... Galatasaray'da şimdi. Elif Anayla omuz omuza. Düzgün'ü arıyor karanlıklarda. Analar toplanmış Taksim'de, tabut taşıyorlar omuzlarında. Sıkılı yumruklarıyla haykırıyorlar. Gözlerinde kin. Kurşunlaşıyor anaların bakışları... Saplanıyor bir bir. Bakamıyor düşman anaların gözlerine. Dövizler taşıyorlar... "öldürtme" yazıyor birinde. "Biz doğurduk. Size öldürtmeyeceğiz" yazılı bir diğerinde. Dersim dağlarında bir gerilla şimdi. Yollarda mayın, patlıyor art arda. Mevzi mevzi çarpışıyor doruklarında dağların. Mermiler ıslık çalıyor ölüme giderken. Sımsıkı kavrıyor kleşi... "Elimi sıkıyor açamıyorum Yoldaş... Yoldaş beni duyuyor musun? Uyuma ne olursun, haydi konuş benimle Lütfen... Lüften duyuyorsan cevap ver..." Hiçbir soruya cevap vermiyor. Düşler denizinde yol alıyor. Elleri kurumuş bir dal gibi incecik. Yüzü bembeyaz. Orak-çekiçli bandı parlıyor alnında. "Susma yoldaş cevap ver... Hani söz vermiştin Bana bomba yapmayı öğretecektin ya yoldaş..." Cevap vermiyor. Bayraklarda yıldız oluyor. Taş taş, sopa sopa çatışıyor Gazi'de. Barikat oluyor. Ne bulursa, taş, sopa, kalas yığıyor barikata. Siren sesleri sarıyor etrafı. Düşman tanklarıyla, toplarıyla geliyor. Sabo'nun sesi duyuluyor uzaktan; "Tankınızla, topunuzla gelin"... Bir ana haykırıyor Sabo gibi "Haydi gelin... Tankınızla topunuzla..." Panzerler kanatıyor kondu yollarını. Kalabalığa karışıyor. Başına bir darbe iniyor aniden, sarsılıyor. Gözleri kararıyor, yere kapaklanıyor, midesi bulanıyor. "Kusacak galiba, leğeni getirin Haydi yoldaş toparla kendim..." İşkenceciler coplarıyla saldırıyorlar, yerlerde sürüklenerek bir arabaya tıkılıyor. Darbeler iniyor karnına, başına, sırtına. "Vücudunda kasılmalar başladı Galiba şehit düşüyor... Yoldaşımız şehit düşüyor, açılın.... açılın..." Şimdi her yer düğün yeri, görmelisin, her yere bayraklar asıldı, zaferi kazandık. Düğününüz var yoldaş, aç gözlerini... Gözlerini açtığında kapkaranlık bir odada buluyor kendini. Gözleri görmüyor hala. Etrafında bir koşturmaca hissediyor. Burası işkencehane olmalı diye geçiriyor aklından. Burası işkencehane, işkenceciler, dört dönüyorlar etrafında. Birazdan başlayacaklar işkenceye. Kolla- rını tutuyorlar. Manyetoya bağlayacaklar... Bir bağırabilse. Bir haykırabilse. Ama sesi çıkmıyor... Şu manyetoyu bir söküp atabilse. Ama gücü yetmiyor, o kadar güçsüz ki kolları. Sesler duyuyor etrafında. Buyurgan bir ses, panik halinde "haydi bir daha dene, acele er" diyor öbürüne. "Olmadı hadi" diyor tekrar. Bir defa kasılıyor sadece. Garip, acı duymuyor. Gözlerini açıyor iyice ama göremiyor. Göz kapakları tonlarca ağırlıkta sanki... Uykulara dalıyor. Slogan sesleri geliyor kulağına. Hapishanede şimdi. Burası Buca. Duvarlarından alevler tırmanan hapishane... Barikat patladı patlayacak. Oksijen kaynağıyla kesecekler kapıyı. Yusuf omzunu vermiş barikata "dayan ha..." diyor. Barikat patlıyor. Burası Ümraniye şimdi. Çatışıyor yaralarına aldırmadan. Kana boyanıyor malta. Mecit'in, Orhan'ın, Rıza'nın, Gültekin'in kanına... Slogan sesleri çalınıyor kulağına. Özgür Tutsaklar Teslim Alınamaz. Sis bombalan atıyorlar şimdi... Sis bombalan öyle çok ki, sayamıyor. Her taraf sis. Hiç kimseyi göremiyor. Şimdi Apolar geliyor gözünün önüne. Kızıl banılan alev alev yanıyor... Sis bombası atmıyorlar artık. Sis dağılıyor. Gözleri kamaşıyor, sesler duyuyor belli belirsiz. "Kendine geliyor. Kendine geliyor." Kendine geliyor, gözlerini açıyor. Burası bir hastane olmalı. Kolunda serum iğnesi. Yanı başındaki yoldaşları ona zaferi müjdeliyorlar. Artık maraton bitti... Gözlerinden ılık ılık sevinç akıyor. Şimdi "yaşamak"'zamanı. Ölümün bileğini büktük. 12 şehitle çaldık yere heybetini. Düşürdük düşmanın kalelerini. Şimdi hesap sorma zamanı. Şimdi yaşamak görevi. Bu bilinçle doğruluyor. Bedeni dingin bir deniz şimdi. Ama coşkun fırtınalara hasret bir dingin deniz... Köylü ürünün hakkını alsın, işçinin emeği boşa gitmesin, yoldaşların kam yerde kalmasın diye yaşamak gerek şimdi. "Şimdi görev yaşamak" diyor. Yaşamak ve hesap sormak... İki doktorun konuşmalan duyuluyor. "Ölümü böylesine hiçe sayanları görmedim hiç. Onurlarına ölümüne düşkünler. Saygı duyuyorum... Hem de çok." Düğün davulları çalıyor yoldaş... Bayram yeri şimdi her yer. Halkların balayım çekiyoruz yoldaş, şehitlerin halayını. Haydi omuz ver!* sopayla vurur ama mutlaka vurur. (...) Rus neşeyle güldü. 'Böyle kuvvetli ellerde sopa da iyi bir silahtır, buna bir diyeceğim yok. Ama buna rağmen beklemek gerekli Dorren, şimdi ayaklanırsanız sizi yok ederler ve halk eskisinden daha çok çeker.' (...) Letonyalı bağırdı ve elini kaldırdı.'... Mücadele. Mücadelesiz gün geçmeyecek. Bizi boğanlarla barış yok. Mücadele anlıyor musun? Ve sen, 'beklemekten' bahsediyorsun.' 1900-1905 yılları... Rusya devriminin en belirleyici dönemlerinden biri... Hareketli günler yaşanmaktadır. Binlerce işçinin dur durak bilmeyen grevleri, köylü hareketleri, öğrenci gençliğin mücadelesi ile devrim gelip kapıya dayanmıştır. Tarihin yasaları, birbirini bütünleyen parçalar birleşmeden devrime geçit vermemektedir. Ama devrim "erken" de olsa bir kez başladığında ona "dur" demek mümkün değildir. Ezilen ve horlanan milyonlarca emekçinin, 160 milliyetin kaderini belirleyecek olan devrim hem içten, hem dıştan kuşatılmış ve engellenmeye çalışılmaktadır. Devrimin kaderini çizecek olan bir avuç Bolşevik öne atılır. DEVRİM YILLARI işte onları anlatır. Anlatılan devrim mücadelesi içindeki "Partili insan'dır. Parti sürece kurmaylık edecek durumda değildir. Parti içinde yeralan Menşeviklerin yarattığı ideolojik kesmekeşlik, örgütsel karışıklık bir an önce giderilmek zorundadır. Düşman saldırılan sonucu dağılmış örgütsel mekanizmaların yeniden inşa edilmesi, güçlendirilmesi gerekmektedir. Bunlar Lenin'in Bolşevik kadrolar ve Parti için belirlediği öncelikli görevlerdir. İşçi yığınları sabırsız, öfke dolu ama dağınıktır. Oysa son hamle için güç toplamak ve örgütlenmek gerekmektedir. Sürgündeki Bolşevik bir kadro illegal koşullarda ülkeye gelir. "(...) Issız bir şosede yürüyerek ormandan geçiyorlardı. Dorren elini uzattı ve kudretli yumruğuyla kendine bir dal kırdı. Size sormak istediğim birçok şey var yoldaş Vasili, ama herşeyi söylememeniz gerektiğini biliyorum. Lütfen yalnız bir tek sorumu yanıtlayın. Daha uzun süre sabretmemiz gerekecek mi? Rus alnını ovuşturdu. 'Biz güçlü olana kadar Çar'ı, toprak ağalarını ve kapitalistleri aynı anda alaşağı etmek, küçük bir iş değil ve bunu başarmak zorundayız, yoksa eskisinin yerine bizi bağlayan yeni bir zincir geçer. Başka halklar bunu yaşadılar. O halde darbeyi indirmeden önce güç toplamak zorundayız.' (...) Elinde tuttuğu dalı iki parçaya ayırdı ve fırlattı attı. 'Hayır biz artık sabredemeyiz, ayaklanacağız. Size söylüyorum. Tüfeği yoksa insan İDİL KÜLTÜR MERKEZİNE POLİS BASKINI İdil Kültür Merkezi 11 Ağustos Pazartesi akşamı saat 22.00 sıralarında Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı Terörle Mücadele Ekipleri tarafından basıldı. "İdil Kültür Merkezi'nde yasak yayın var ihbarı aldık" gerekçesiyle basan polisler, Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi'nin arşivinde bulunan bazı kitapları incelendikten sonra "ihbar olursa yine geleceğiz" diyerek kültür merkezinden ayrıldılar. Yapılan baskından sonra İdil Kültür Merkezi bir açıklama yaptı. Kültür Merkezi emekçileri yaptıkları açıklamada, "Halktan yana sanat çalışmalarımız devleti rahatsız ediyor. Bu rahatsızlıklarını her fırsatta göstererek çalışmalarımızı engellemeye çalışıyorlar. Polis, bu saldırılarıyla etkinliklerimizi yalnızlaştırmayı hedefliyor. Halkla, etkinliklerimize gelen izleyicilerimizle aramızdaki bağ, bu türden provokasyonlarla kopacak kadar ince değildir. İdil Kültür Merkezi, sinema-tiyatro gösterimleriyle, konserleriyle, sergileriyle halktan yana sanat yapmaya devam edecek." dediler.* 'Ya örgüt? Mücadeleyle kurulmaz mı? Her adım için mücadele edilecek, saat be saat polise karşı, çarlık yasalarına karşı, efendilerin iktidarına karşı mücadele ediyoruz. Onlara mutluluklarına giden yolu göstermek için işçilere ve köylülere karşı bile mücadele etmemiz gerekmiyor mu? Yüzyıllar süren esaret hiç iz bırakmaz mı sanıyorsun? Bunu aşmak, baronların malını, mülkünü yakmaktan daha zor. Ve biz bu mücadeleyi kazanmaya zorunluyuz, çünkü zafer kazanmadan hiçbir zaman özgür olamayacağız... Sabret Dorren, hele ki şimdi, çünkü artık çok sürmez.' Ama Dorren inatla başını salladı, 'son saat en zor beklenen saat." Önderlik ve kadrolar, kadrolar ve örgüt, örgüt ve parti, parti ve halk. Tüm bu iç içe geçmiş zincirin halkaları düşmanı kuşatacak ve zafer Rusya halklarının olacak. Güçlü ve kurnaz bir düşmanın karşısında güçlü ve iradi ve akıllıca şekillendirilmiş savaş taktikleri içinde Lenin'in en çok önem verdiği Parti örgütleri ye kadroların niteliğidir. Çünkü, Lenin, bunlar olmadan savaşın kazanılamayacağını bilmektedir. Lenin'in öğrencisi olan Bauman ona yürekten bağlı. En ağır koşullarda düşman kuşatması altında devrimin önünde barikat olan Menşeviklerin karşısında, zindanlarda, polis takibi altında, bir işçi grevini örgütlerken, her yerde ve her zaman Lenin'in yolundan gitmenin güveniyle dolu. Lenin'e ve devrime duyduğu inançla iradesi sağlam ve güçlü. Ülkesinin ve halkının, Partinin ve yoldaşlarının karşısında duyduğu sorumlulukla 24 saatini devrime adamış bir devrim emekçisi. "... sözleri adamların yüreklerine işliyordu. Çünkü bu sözler gücünü onun derin inancından alıyordu. Çünkü 'ihtiyar'la, 'Lenin'le çalışmış olan gerçek bir 'Iskra’ yandaşı söylediklerinin gerçek olduğunu bilir, o da bunu biliyordu işte. Bunu bilmek ona güç veriyor ve her çelişkiyi susturuyordu. Böyle konuşan birine inanılır. Ve yoldaşlar ve arkadaşlar inanıyorlardı ona. Bundan sevgi kadar nefret de doğruyordu ama, Lenin kadar sevilen ve nefret edilen başka bir kişi daha yoktur. Elbette ki o kendini Lenin'le karşılaştırmaya kalksa gülünç olurdu, ancak Lenin'in görüşlerine, onun açıkladığı gerçeklere, onun öfkesine ve onun sevgisine o da sahipti. Ve bu yüzden onun çevresindekiler ilgisiz kalamıyorlardı. Onu ya seviyorlar ya da nefret ediyorlardı. Tıpkı Gustilev ve sekreter gibi. Onun yoluna engeller dikiyor, ne yer, ne para, ne de ilişki kullandırıyorlar kendisine. Ama zararı yok. Utanç onların payına düşüyordu ve adları gün gelecek kara tahtaya yazılacaktı." Onun kafası mücadeleyle, görevleriyle dopdolu. Bu nedenle yaşamında küçük sorunların ve sıkıntıların yarattığı bir engel yok. Dünyası devrim davasıyla büyümüş. Zekası, bilinci, yetenekleri, kıvraklığı, duyarlılığı, neşesi ile kimi zaman güçlü bir ajitatör, kimi zaman her türlü engeli kendi lehine çeviren profesyonel bir yeraltı kadrosu, kimi zaman "özgürlük tutkusu" ile, mücadelenin sorunları ile dopdolu bir "özgür tutsak", kimi zaman eylemleri örgütleyip, yönlendiren bir kurmay. Yazan, okuyan, tartışan, karşısındaki insanın özelliklerini ve ihtiyaçlarını kavrayan bir devrim emekçisi Bauman. Ama ulaşılmaz bir kişilik de değil. Tam aksine her zaman yan yana olduğumuz, içimizden, bizden biri. Devrimin şekillendirdiği yeni insan tipi. Ve gücünü, enerjisini, yeteneklerini kavgaya adayan, yaşamını inanç, kararlılık, önderliğe ve davaya duyduğu bağlılıkla şekillendirmiş bir devrim emekçisi. İşte, dünyayı sarsan ilk devrim, Rusya halklarının özgürlüğe ve sosyalizme kavuşması onun gibi devrimcilerin omuzlarında kazanıldı. Bir devrimin zorluklarını en iyi onun için mücadele edenler anlatabilir. Aynı zamanda bu zorlukların nasıl aşılacağını, devrimci değerlerin coşkusunu ve gücünü de yine en iyi bunları yaşayanlar anlatabilir. Bu . yüzden Rus devriminin önder kadrolarından Bauman'dan ve onu, onları anlatan DEVRİM YILLARI'ndan öğrenecek çok şey var.* Eminönü Belediye işçi- lerinin 101. gününde kazanımla sona eren direnişi, Belediye Başkanı Ahmet Çetin-saya'nın "Bayramda çalışmadıkları" gerekçesiyle 265 işçiyi işten atması sonucu 15 Mayıs'ta başladı. 3,5 ay boyunca direndi Eminönü işçisi. Belediye önünü bir direniş alanına çevirdi. Tehditler, demagojiler kar etmedi. İşçilerin 101 günlük direnişinin yanısıra, işçi ailelerinin gerçekleştirdiği işgaller, çeşitli demokratik kurum ve kuruluşların destek eylemleri, DHKCİşçiler'in işçi düşmanlarına yönelik gerçekleştirdikleri devrimci şiddet, zaferi hazırladı. 13. maddeden, yani tazminatlı olarak işten atılmalara karşı ilk direnişlerden biriydi. Buna rağmen, devrimci önderlik işçilerin birliğini sağlayabildi. 23 Mayıs'ta ANAP Eminönü İlçe binası işçi eşleri tarafından işgal edildi. 29 Mayıs'ta işçi ailelerinden oluşan 150 kişilik bir grup Laleli CHP'ye yürürken polis tarafından engellendiler. Daha sonra direnişçi işçilerin yanına dönen aileler buradan Eminönü CHP'ye giderek işgal ettiler. 1 Haziran'da Haklar ve özgürlükler Platformu, İstanbul İşçi Sendikaları Şube- ler Platformu, İstanbul Kamu Çalışanları Sendika Şubeler Platformu ve SİP'in yer aldığı üç bin kişilik kitle Eminönü direnişçilerine destek ziyaretinde bulundu. Aynı gün Almanya Özgür Halklar Komitesi'nden bir heyet direnişçileri ziyaret etti. 13 Haziran'da direnişçi işçiler ve işten atılmayan 300 işçi Edirnekapı'da belediyeye ait araç garajını işgal ettiler. 20 Haziran'da ANAP Beyoğlu ve Gaziosmanpaşa ilçe binaları işçi aileleri tarafından işgal edildi. Başvurulabilecek hemen her eylem biçimine başvurmuşlardı. Ama artık daha büyük bedeller ödemeyi göze almaları gerekiyordu. 67 gün boyunca işgallerle, yürüyüşlerle, çeşitli protesto eylemleriyle sürdürülen direniş, 20 Temmuz'da devrimci işçi hareketinin önderliğinde ölüm Orucuna dönüştürüldü. Sendika şube başkanının da içinde olduğu altı işçi ölüm orucuna yattı. 25 Mayıs'ta işçi düşmanı Ahmet Çetinsaya'yı uyarmak amacıyla Edirnekapı'daki Eminönü İETT garajına DHKC tarafından "İşçi Düşmanlarından Hesap Soracağız" yazılı bir pankart asıldı, ardından uyarı ateşi açıldı. 20 Temmuz'da DHKC-İşçiler Ölüm Orucuna başlayan işçileri desteklemek amacı ile işçilerin işten atılmalarını sağlayan ve Temizlik Müteahhitliği yapan Şeref Varan'ın İnşaat bürosunu basıp içerdekileri etkisiz hale getirerek tahrip ettiler. 27 Temmuz'da Eminönü Belediye Başkanlığına ait Başkan Yardımcısının kullandığı makam otomobili DHKCİşçiler tarafından yakılarak tahrip edildi. 29 Temmuz'da Maltepe-Zümrütevler'de Eminönü Belediyesine ait bir servis aracı DHKC-İşçiler tarafından tahrip edildi.* 19 Ağustos 1992 - Devrimci Sol gerillaları infazlara misilleme olarak Tunceli'nin Hozat İlçesine bağlı Kumkaynak (Tanzi) köyü karakolunu silahla taradılar. Gerillalar, eylem yerine Devrimci Sol bayrağı asarak kayıp vermeden geri çekildiler. 27 Temmuz sabaha karşı, 19 Ağustos 1994 - Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nden Çankırı Cezaevi'ne sürgün edilmek istenen tutsakların direnmesi üzerine, yüzlerce asker ve gardiyan tutsaklara saldırdı. Saldırıda 14 tutsak ağır yaralandı. yüzlerce polis direnişe saldırarak içlerinde altı ölüm orucu 21 Ağustos 1993 - Konya ÖZdirenişçisinin de bulunduğu 100 kişiyi GÜR-DER açıldı. gözaltına aldı. Direniş kınlamadı. Gözaltına alınanlar bırakıldıktan sonra ölüm 22 Ağustos 1994 - Dersim'de orucuna SİP İstanbul U Başkanlığı'nda de- uygulanan ambargoya karşı vam ettiler. Ovacık esnafı kepenk kapattı. Haklar ve Özgürlükler Platfor- 22 Ağustos 1970 - Yapı İşçileri mu 14 Sendikası Genel Başkanı NecAğustos'ta mettin Giritlioğlu, ÇavuşoğluGenel-Iş'te Kozanoğlu firması işçilerinin açlık grevi- 22 Ağustos'ta başlattığı grevin ne başladı. ilk günü katledildi. 18 Ağustos'ta Tüm DÜNYADAN KISA... KISA... Mal i ye 23 Ağustos 1927 - Nicola SacSen'den co ve Bartolomeo Vanzetti adlı De vr i m ci işçi önderleri ABD'de idam Mücadeleedüdi. de Maliye Emekçileri iki günlük 21 Ağustos 1964 - 1924'ten beri destek aç- İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreterliği'ni yürüten, lık grevi yaptı. Gecekondulular, DEV-GENÇ'liler dire- Komünist Enternasyonal'de çeşitli nişin yarandaydılar. 74 gün boyunca belegörevler diye önünü neredeyse sürekli bir miting üstlealanına çeviren destek güçleri, ölüm orunen, cundaki işçileri de yalnız bırakmadılar. Hitler işçi düşmanı belediye başkam, polisi, faşizmigrev kırıcıları kullanarak tüm yollan denene karşı miş, ama direnişi bitirememişti. İşçiler anti-faölüm sınırındaydı. İşçi düşmandan geri şist müadım atacaktı. Başka yolu yoktu. Görüşcadelemeler başladı. Direniş atılan işçilerden de teo80'ninin geri alınması, diğerlerine ek tazminat verilmesinin kabul ettirilmesiyle bi- rik-pratik katkılarda bulunan Palmiro Togliatti öldü.* tirildi. • Açlığa, sefalete, zulme karşı onur mücadelesi veren Eminönü Belediye işçileri 67 gündür direniyor, DİRENECEK... Bu direniş onurumuz, özgürlüğümüz, kurtuluşumuz içindir. (...) Sınıf mücadelesinde bedelsiz kazanımların olmayacağını bilen bizler kazanmak için bedenlerimizi de sunuyoruz. Her zaman bedel ödemeye hazır olduğumuzu söyledik. İşçileri açlığa sefalete itenler..., hak alma-arama mücadelelerini zora dayalı bastırmaya çalışanlar, işveren yardakçıları, mücadele kaçlardan biz bu mücadeleye bedenlerimizi sunarken sizler, emekçiler karşısında bir kere daha kaybedeceksiniz... 67 günlük direnişte sesimize kulaklarını tıkayanlara, ülkemiz gerçekliğinde üç maymunları oynayanlara sözümüz var. Hücre hücre eriyen bedenlerimizde her gün kendilerini sorgulamalıdırlar. Eminönü işçileri başı dik, alnı açık olarak işlerine dönme mücadelesi veriyorlar ve kazanacaklar. Bu savaşı da biz KAZANACAĞIZ. Çünkü haklıyız, haklılığımızdan aldığımız güçle haykırıyoruz. İŞÇİYİZ HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ! Genel İş İstanbul 7 No'lu Şube Başkanı Erol EKİCİ ŞEYTAN ÜÇGENİNE KARŞI KAZANDIK 101 gün süren direnişimiz 23 Ağustos günü belediye ile anlaşma yapılarak bitirilmiştir... Eminönü direnişinde kazanan Türkiye işçi sınıfıdır. Yapılan birçok direniş sonuçsuz kalmıştır. Boyun eğilmiştir (Kazanılan hariç). 101 günün sonunda işe dönme sağlanmıştır. Hiç kimseyi geri almayacağım diyen Çetinsaya'ya rağmen, "Bu direniş gereksizdir. Tazminatlarınız verilmiş, boşuna buradasınız" diyen sendikacılara rağmen kazanılmıştır. Bu direniş, eksik, hata ve zaaflarımıza rağmen kazanılmıştır. (...) Bu direniş mücadele edildiğinde kazanılacağının göstergesidir. Bu direniş gelecek direnişlere, grevlere yol gösterici, destek ve dayanışmanın ve sahiplenmenin gerekliliğini de içinde taşıyan, ders çıkarılmasını sağlayan bir direniş olmuştur. Bu direniş, başladığı yerde bitirmek isteyen san sendikacılık aşılarak kazanılmıştır. (...) Bu burada bitmedi. Bugün bu şartlarla direnişi sonuçlandırdık, ancak direniş ve mücadele sürecek. Saygılarımızla. "ÖLMEK VAR DÖNMEK YOK" dedik gereğini yerine getirdik. EMİNÖNÜ DİRENİŞ KOMİTESİ