Merhaba dostlar, 12 Temmuz'da, İstanbul sokaklarında yankılanan "Yoldaşlar Bizi Aşın" şiarı, halk kurtuluş savaşımızın 16'sında direnişçilerinin, 18'indeki kahramanlarının yüreklerine ve bilinçlerine isyan ateşini mayalamıştır. O yoldaşlarımızın kanlarıyla sulanan devrim tohumları, bugün Gazi'den Nurtepe'ye, Okmeydanı'ndan Armutlu'ya gelişip boy veriyor. Özgür vatan toprağını adınıza, onurunuza layık bir şekilde yaratacağız! Öldüler Yenilmediler Temmuz Şehitleri Yaşıyor, Parti-Cephe Savaşıyor Çankırı Cezaevi DHKP-C Tutsakları Merhaba, Korkuyorlar, sonlarının yaklaştığını gördükçe daha fazla artıyor korkuları. Gece mezarlıktan geçerken korkusunu bastırmak için ıslık çalanlar gibi "kahraman" edalarıyla yürüyüşler yaparak bastırmaya çalışıyorlar korkularını. Oysa korkunun ecele faydası yokKorkuyorlar ve bunun için azgınlaşıyor, saldırıyorlar. Onlarla bir insanımıza saldırırken, yüzlerle bürolarımızı basıp talan ederken, binleri bulan sayılarıyla yürüyüş yaparken titremelerini durduramıyorlar. Çünkü ülkemizin her yanından yükselen ''Titre Oligarşi" şiarı bir kabus gibi sarıyor onları.... Son olarak sesimiz, güzümüz, kulağımız, gazetemiz Kurtuluş'a saldırdılar. Saldırmakla susturabileceklerini sandılar. Oysa Rıfat'ların, Ahmet'lerin, Mikail'lerin, daha nice şehitlerimizin kanında yükseldi umudumuzun sesi. Nasıl halkımızın umudunu söndüremeyeceklerse, Kurtuluş'umuzu da susturmayacaklar. Kurtuluş gazetesine ya- Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Kurtuluş gazetesi, Özgür Gelecek dergisinin 15-30 Haziran 1995 tarihli sayısında yayınladığı "Tavrımız Devam Ediyor" başlıklı yazısını cevapladı. Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Kurtuluş gazetesinden yapılan açıklamada şöyle denildi: "Özgür Gelecek dergisinin 15-30 Haziran 1995 tarihli sayısında, Çiftehavuzlar davası hakkında 15 Haziran günü Yeni Politika gazetesinde çıkan ilanla il1 gili olarak 'Tavrımız Devam Ediyor başlıklı bir yazı yayınlandı. Özgür Gelecek bu yazıda aynen şunları belirtmişti: Devletin yargısız infazlarda ve gözaltında kaybetmesi sonucunda şehit düşen devrimcilere hangi anlayışa sahip olursa olsun sahip çıkacağımızı, cenazelere ve bu yönlü protesto eylemlerine fiili olarak katılacağımızı, ancak eylembirli-ği içeriği taşıyan, imza atma ve ortak kararlar alarak hareket etme türü eylemlere girmeyeceğimizi belirttik. Bu- pılan son saldırıyı nefretle lanetliyor, protesto ediyoruz. Hüseyin Özaslan Kayseri Özel Tip Cezaevi DHKP-C Dava Tutsakları Merhaba Umudumuzun bir parçası Kurtuluş emekçileri Öncelikle mücadelenizde başarılar diliyor, Kurtuluş bürosunu basanları nefretle kınıyoruz. Boşuna uğraşmasınlar, bizleri hiç kimse yolumuzdan geri çeviremez. Hoşçakalın... Gazi Mahallesi'nden Bir Kurtuluş Okuru Merhaba Yoldaşlar Kızıldere'den mayalarını almışlar, teslim olmamayı orada öğrenmişlerdi. Düşmanla dişe diş savaşma cüret, cesaret ve bedel istiyordu, bunun da bilincindeydiler. Hareketi, yoldaşları sahiplenmek ve onları korumak, son anlarında dahi "Bize Ölüm Yok" sloganlarıyla ölümü sıradanlaştırmanın adı oldu 12 Temmuz. Özgür vatan topraklarını yaratmak için Ayşenur'ların, Sibel'lerin ve onlarca şehidimizin elinde düşmana yönelen silah, halkımıza uzanan umudun adı oluyor ve kavga büyümeye devam ediyor ve edecek. 12-14 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür! 12-14 Temmuz'un Hesabını Sorduk Soracağız! Bursa Özel Tip Cezaevi DHKP-C Tutsakları Merhaba, 12-14 Temmuz'da İstanbul ve Ankara'da direnen, çatışan, slo- nun üzerine imza atmayacağız ama mahkemeye fıılı olarak katılacağımızı söyledik. Ve böyle de yaptık. Fakat 15 Haziran 1995 tarihli Yeni Politika gazetesinde, Sabahat Karataş'ların mahkemesine çağrı ilanında Özgür Gelecek imzasını gördük. Kurtuluş Gazetesi yetkilileriyle bu konuya ilişkin görüştüğümüzde, şu ana kadar hatanın nedenini henüz bulamadıklarını (teknik mi, yanlış bir anlama sonucu mu) belirterek, hatanın nereden kaynaklandığını buldukları an düzelteceklerini söylediler. Sonuç olarak 15 Haziran 1995 tarihli Yeni Politika'daki ilanda yer alan Özgür Gelecek imzası bizim dışımızdaki bir hatadan kaynaklanmıştır.' Olay ise tam olarak şöyle gelişmiştir: Özgür Gelecek dergisiyle ilan konusunda görüşen iki kişi çeşitli operasyonlarda gözaltına alındı. Özgür Gelecek'in ne cevap verdiği bu nedenle öğrenilemedi. Bunun üzerine 14 Haziran 1995 Çarşamba günü bir arkadaşımız ganlarla, marşlarla şehit düşenler Türkiye ve Kürdistan halklarının yiğit evlatlarıydı. Onlar Devrimci Sol'un önderleriydi, savaşçılarıydı... Türkiye ve Kürdistan halklarına faşizme ve emperyalizme karşı savaşmayı öğretenler, Gazi, Çayan Mahallesi, Okmeydanı, Küçükarmutlu'da on binleri faşizme karşı ayağa kaldıranlar onlardı. Ölenler ama yenilmeyenler, oligarşiyi mezara gömecek olan PartiCepheyi yaratanlar yine onlardı... Rahat uyuyun yoldaşlar, halk kurtuluş savaşımız, canımızdan çok sevdiğimiz, uğruna öldüğünüz başkomutanımız Dursun Karataş'ın önderliğinde büyüyor. Düşman çırpınıyor, çırpındıkça batıyor. Siz DHKP-C savaşçıları, intikamınızı alacak ve özgür vatanı kuracağız... Sizlerin üzerine and içiyoruz, ölüme gülerek gittiğimiz yolda zafere ulaşacağız... 12-14 Temmuz Şehitleri Yaşıyor, Parti-Cephe Savaşıyor! Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi! Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş! Bartın Cezaevi DHKP-C Tutsakları Merhaba, 12 yoldaşımız bize savaşçı insanın, savaş örgütünün ne demek olduğunu canlarını vererek öğrettiler. Kimi önder, kimi sıra neferi ama hep bir amaç için çarpan yüreklerde kurtuluşa olan inancı var. Bu inanç, Parti-Cepheli savaşımızda halkımızın direnişlerinde da her gün yeni güzellikler katarak yaşatıyoruz. Kurtuluşa Kadar Savaş DHKP-C Tutsakları Adına Aslıhan Gençay Buca/İzmir telefonla Özgür Gelecek dergisini arayarak aynı gün çıkan ilanda imzalarının çıkmadığı için özür de dileyip 15 Haziran günü çıkacak ilana katılıp katılmayacaklarını sordu. Verilen cevap, 'Tabii ki imzamızı kullanabilirsiniz'"mahkeme programına da katılacağız'" şeklindeydi. Bunun üzerine 15 Haziran 1995 tarihinde Yeni Politika gazetesinde yayınlanan duruşmaya çağrı ilanında Özgür Gelecek'in de imzası çıktı. 'Tavır aldıkları' sonradan akıllarına gelmiş olan Özgür Gelecek'ten bir yetkili ise ilan çıktıktan sonra büromuzu arayarak konuyu bilmeyen bir arkadaşımızla durumu telefonla görüştü. Arkadaşımız Özgür Gelecek'e konuyu bilmediğini, bir hata olmuşsa onu da bilmediğini, hatanın nereden kaynaklandığını da bilmediğini söylemiştir. Bütün bunlar üzerine Özgür Gelecek'in bu şekilde yazması açıkçası basit hesaplar yapmaktır. Bizim bu tür basit hesaplarla işimiz yoktur..." Merhaba Gazetemiz Zafer Yolunda Kurtuluş'la okurlarımızla bir kez daha kucaklaşmanın onurunu ve coşkusunu yaşadık. Biz bu sevinci okurlarımızla paylaşırken yayın yaşamına yeni adım atan gazetemizin toplatılması da uzun sürmedi. Toplatma gerekçesi her zamanki gibi bilinen "malum maddeler"e dayandırılarak yapıldı. Toplatma gerekçesi örgüt propagandası yapmak, devletin ve milletin bütünlüğünü tehdit etmeye yönelik yazıların yer almasıydı. Biz hiçbir zaman şunu söylemekten kaçınmadık. Halkın haklı mücadelesinin yanında olacağımızı ve halkın sesi, soluğu olup halkın taleplerine rehber olacağımızı ifade etmiştik. Çünkü sınıflar mücadelesinde ortada olmak diye bir şey yok. Ya her şeye boyun eğip onursuz bir şekilde sürüngenler gibi yaşamayı tercih edeceksin ya da onurlu bir şekilde yükselen mücadelenin içinde yer alacaksın. Gelişen sınıflar mücadelesi kimsenin önünde başka tercih hakkı bırakmıyor. Devlet gün geçtikçe tükenişin ve yok oluşunun verdiği acizlik ve aymazlık içinde halka ve halkın haklı kavgasının yanında yer alan sosyalist basına da azgınca saldırıyor. Her geçen gün yeni saldırılarla emekçi halk kitlelerine saldıran devlet, bu saldırıların karşısında yer alan sosyalist basım da susturmak ve sesini boğmak için her türlü yönteme başvurmaktan kaçınmıyor. Kurtuluş Gazetesi bürosunun basılarak 17 çalışanının ve 2 okurunun gözaltına alınmasından sonra Anadolu bürolarına da yönelik saldırılar da devam etti. 4 devrimci tutsağın özgürlük eyleminden sonra şok olan polis, Kurtuluş gazetesinin İzmir temsilcisinin evini basarak anne-babasını işkenceden geçirdi. Ölümle tehdit etti. Konya temsilcisi Fikret Eğilli ise gece evine giderken üzerine araba sürülerek ezilmeye çalışıldı. Öte yandan Adana Kurtuluş bürosu da basılarak büroda bulunan gazete ve dergi arşivlerine el konuldu. Halkın talep ettiği en doğal ve insani hakları bile şiddet, terör ve silahla engellenmeye çalışan devlet adeta şuursuzca sağa sola saldırarak korkusunu bastırmaya çalışıyor. Ancak hep söylediğimiz gibi boşuna uğraşıyor. Halklarımızın insanca yaşamak için, eşitlik, adalet ve özgürlük için yükselttiği mücadeleyi yok edemeyecekleri çok açık. Hu mücadelenin beyni ve silahı particephe, halkla etle tırnak olduktan sonra asla! Hiç yolu yok! Yıkılıp gidecekler! Halk için devrimcilik yapmak M. Ali BARAN Halk çok çeşitli kültürlerden, sınıflardan ve değişik tabakalardan oluşmuş geniş bir topluluktur. Kapitalizmin krizi ve bununla orantılı baskılar arttıkça devrimci mücadelenin de gelişmesiyle birlikte halkın çok çeşitli kesimlerinden insanlar devrimci saflarda yer almaya başlarlar. Özellikle de kitleselleşmenin gelişmesiyle birlikte, bilinç düzeyi gelişmemiş, devrimi ve devrimin yapmak istediklerini, sosyalizmi yeterince içselleştirememiş, bilince çıkaramamış, binlerce geri bilinçteki insanlar devrimci mücadelede yer alırlar. Bu durum, savaşın halklaşmaya başladığı, geliştiği olumlu bir süreç olmakla birlikte olumsuzlukları da içinde taşır. Herşeyden önce, devrimin amaçlarını, savaşın hedeflerini yeterince kavramamış, devrimci kişiliğin şekillenmediği bu insanlar düzenden aldıkları çok çeşitli kültürleri, alışkanlıkları örgüte ve mücadeleye taşırlar. Ünlü deyimle Türkiye küçükburjuvalar ülkesidir. Ve küçükburjuvalar ülkesinde hemen bir çok sınıf ve tabaka farklı özellikleri yanında küçükburjuva özelliklerini de gösterirler. Küçükburjuvazinin mülkiyetçiliği, burjuvaziye olan özlemleri, çarpık yaşam tutkusu, neyi niçin istediğini tam olarak bilmeme, belirsizlik, kararsızlık, zik zaklar vb. hep ona özgü davranışladır. Düzene muhaliftir. Hatta devrim ister. Bu isteğinde samimidir de. Ama, devrimin uzun soluklu bir iş olduğu, özveri gerektirdiğini, risklerle dolu olduğunu sözde bilmesine karşın, pratikte bu gerçeklerle karşıkarşıya geldiğinde zorlanır, eski alışkanlıklarında ayak direr ve fırsatını buldukça da kendi özlemlerini, düşüncelerini hayata geçirir. Objektif olarak örgütle karşıkarşıya gelir. Görünüşte örgütlüdür, örgütün amaçları için çalışmaktadır. Örgütlü değildir. Örgütün yaptığı analizleri, tespitleri, uygulanması gereken taktikleri, yapılması gereken hemen herşeyi o da söyler ve katılır. Ama sorun, pratikte bunların yapılmasına gelince... olmazlar... yoklar gerekçeleri ile hemen hiç bir işten sonuç alamaz. Örgütün bu gerekçeleri kabul etmemesi, hangi tarzda hangi sonucun alınacağı şeklindeki yol göstericiliğine rağmen, gerekçeler bitmez. Ve olumsuz sonuç değişmez. Biraz daha zorlandığında kafasından geçirip te söyleyemedikleri açık hale gelir. Hiç boş durmadıklarını, yalan söylemediklerini, aslında kendilerinin ve içinde bulunulan koşulların anlaşılmadığını söylerler. İçinde bulunulan koşullar nedir? Anlaşılmayan nedir? Bu sorulara verilen doğru dürüst bir cevap yoktur. Açıklanmayan, sıkıntılı bir durum sözkonusudur. Sorunun, yapılmayanların üzerine gidildiğinde küçükburjuvazinin rahatına düşkün, kitlelere gitmeyen, eğitmeyen, emek vermeyen, örgütleyici olmayan, kollektif çalışmaya gelmeyen, ya liberal ya da sekter, planlı programlı bir şekilde sonuç almak için çalışmayan vb. küçükburjuvazinin özellikleri ortaya çıkar. Bu kafa yapısı önlem alınmadığında, çalışma tarzı irdelenip devrimci çalışma tarzı hakim kılınmadığında, öyle bir hale gelir ki, devrimci coşku, halk sevgisi, vatanseverlik tamamen ortadan kalkar. Devrimciliğin kim ve ne için yapıldığı belirsiz hale gelir. O, artık günlük yaşayan, günlük iş yapan ve günlük olarak hareketini aldatan bir durumdadır. Olmayan işler, olacak gibi gösterilip hep geleceğe ertelenir. Kazara yeni bir gelişme olmuşsa bu artık can simidi olur. Veya, kendisinin tüm özverilerine ve yeteneklerine rağmen, bir türlü iş yapmayan, söz dinlemeyen kötü niyetli insanlar vardır. Doğal ki, kabaca ifade ettiğimiz bu çalışma tarzından hiç bir olumlu sonuç alınamaz. Tersine üretimsizlik, kişiler arası çelişkileri derinleştirecek, dağıtıcılığı gündeme getirecek ve sonuçta bir türlü açıklanamayan, cevabı bilinmeyen sorularla dolu, karamsar ve kötümser bir ruh hali egemen olmaya başlayacaktır. Bu noktaya nasıl gelinmiştir? Genel olarak yönetici, sorumlu konumda olan insanlarda görülen bu olgu, küçük burjuva mülkiyetçiliğinin ve bu temelden kaynaklanan bencillik, rahatına düşkünlük, bürokratlık, amir-memur ilişkisi, sekterlik ve liberallik, mutlaka sonuç almak için çalışma, partinin programını uygulama yerine kendi duygu ve özlemleriyle hareket etme anlayışı onu buraya getirmiştir. Objektif olarak Partiyi tasfiye etmiş, parti yerine küçükburjuvazinin anlayışını koymuştur. Daha baştan, devrimi büyük bir halk sevgisi ve vatanseverlik duygularıyla istememiştir. Bu duygu ve düşüncelerin ağırlığıyla mücadeleye katılmamıştır. Devrimi ve mücadeleyi esas olarak kendi kişisel çelişkilerinin çözümü, özgürlüğü ve rahatlığı için düşünmüştür. Devrimi böyle kavrayınca, örgütü de buna uygun tasarlaması kaçınılmazdır. Kuşkusuz, halkın her sınıf ve tabakasından insanlar, burjuva ideolojisinin ve faşizmin etkisi altında çok farklı, hatta özgün nedenlerle, devrimciliği tercih edebilirler. Ama başlangıçta doğal olan bir durum büyük bir halk ve vatan sevgisiyle birleşmez ve kendi çelişkilerinin çözümünün ancak genel çelişkilerin çözümlenmesiyle mümkün olabileceğinin bilincine dönüşmezse örgüt ve mücadele kişinin çelişkilerinin çözümünün araçları haline gelirler. Daha doğrusu küçükburjuvazi örgütü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için çaba sarfeder. Örgütsel denetim yoğunlaştıkça rahatsız olur. Denetimden kaçmak için çok yaratıcı yollar bulur. Kendi dışındakilere uyguladığı disiplin ve cezalar kendisine uygulandığında veya uygulanacağını sezdiğinde dengesizleşir, asi rollere girer. Gücü ve yeteneği olsa hizip kurup, komplo düzenler. Kulis yapar. Tayfa kurar. Kısaca örgüt içerisinde düzeni yaşatarak yaşayamayacağının farkına vardığında her yolu mübah görür. Sırtında yumurta küfesi yoktur. Sorumsuzdur. Rahatlıkla "... devrimciliği bırakıyorum ..." diyebilir. Düşman karşısında ise, güçsüz ve ideolojik donanımdan tamamen yoksun olduğundan düşmanın hapis yatmama, işkence görmeme vb. teklifleri karşısında direnmez. Teslim olur. Burjuvazi, yaşam biçimiyle, kültürüyle hemen herşeyiyle başta gençlik olmak üzere hemen herkesi kendi ahlaksız, yoz ve bireyci yaşamına özendirmektedir. Sınıfsal konumu gereği burjuvazinin bu yaşam standartlarına ulaşamayanlar kişiliksiz, bunalımlı tipler olarak ortaya çıkmaktadır. Burjuva özlemleri, insanlarımızı her yönüyle kirletip bataklığa sürüklerken, bu insanlarımız bataklıktan kurtulmayı, temizliği ve saflığı da aramaktadırlar. Bu arayış, çoğu kez insanları devrimci saflara veya başka düşünce akımlarına götürmektedir. Bataklıktan getirilen alışkanlık ve düşüncelerle devrimci düşünceler ta- mamen yer değiştirmediğinde örgütü bataklığa çevirme şeklinde ifade edebileceğimiz düşünceleri kendini gösterir. Burada kişi esas olarak amaçsızdır. İdeallerden yoksundur. Halk ve vatan kavramları ona yabancıdır. Hemen herşeyin merkezinde kendi duyguları, düşünceleri ve yaşam özlemleri vardır. Elbette, bu ruh halindeki bir insan ülkesinin ve halkının içinde bulunduğu durumu, faşizmin zulmü karşısında yapılması gerekenleri düşünmez. Düşünse de bunlar anlık ve geçici olup tekrar kendisine döner. Bazen olumlu gelişmelerden etkilenir. Morali yükselir. Ama bu çok sürmez. Çünkü onun beyninde halk, vatan ve devrim yoktur. Onun şiarı her şey kendisi içindir. Kendisi için iyi olan iyi, gerisi kötüdür. Öyle bir kişilik düşman karşısında neden direnecektir? Neyi niçin koruyacaktır? Uzun yıllar tutsak olmak, işkence görmek, ölmek onun çelişkilerini çözemez. O yaşamak istiyordur. Ama sınıfsal konumu, düzende istediği gibi yaşamasına izin vermemektedir. Düzen onu bataklığa itmiştir. Bataklığı da sevmemiştir. Özlemlerini örgütte bulacağını sanmıştır. Bunu da yapamadığında tükenir ve yeniden kişiliksiz, onursuz bir şekilde düşmana teslim olur ve bataklığa döner. Öylesine onursuzdur ki, düşman tecavüze yeltenmiş, tecavüz etmiş veya sevdiklerinin, yakınlarının, yoldaşlarının namusuyla oynamıştır. İntikam almayı bile düşünmez. Oysa, sıradan feodal insanlar dahi, bu durumda intikam almak için yaşarlar. Devrimi ve faşizmi tanıyan insanlar bunlara rağmen düşmanla anlaşıp, bataklığa dönüyorlarsa bu, faşizmin kişiliksizleştirme, tüm değerlerden arındırma politikasının başarısından başka bir şey değildir. Kapitalizm, bunalımlı kişiliği yaratmış ve o kişiliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Burjuvaziyle olan savaşımız, esas olarak bu ideolojik savaştır. Bu ideeoloji çok çeşitli tonlarda, renklerde ve biçimlerde hemen hergün, üretilmektedir. Devrimci saflara halkın akışı hızlandıkça da bunun yansımaları mücadale içerisinde de görülmektedir. İşlemeyen, yürümeyen, gerektiği gibi olmayan, sonuç alınmayan faaliyetlerin gerisinde bu burjuva ideolojisinin yansımaları vardır. Diyebiliriz ki, bugün faşizme karşı açık savaş ve bu savaşta yapılması gerekenler savaşımızın en zor yanı değildir. Savaşı daha yüksek biçimlerde sürdürmemizi, halka daha çok gitmemizi engelleyen ve enerjimizin, zamanımızın büyük çoğunluğunu alan devrimcilik, sosyalistlik görünümleriyle saflarımıza sızan burjuva ideolojisidir. Bu ideolojinin yaşamda, pratikte, kültürde, kişilik oluşumunda etkilerini büyük ölçüde ortadan kaldırmazsak, düşman bunlar aracılığıyla savaşımızın önüne set çekecek ve gelişimi engelleyecektir. Halk düzene karşı büyük bir memnuniyetsizlik içinde olup, faşizme karşı tepkilerini çok çeşitli biçimlerde göstermekte ve bu şekilde yaşamak istememektedir. Ama, çarpık kapitalizmin yarattığı ve insanlara sunmak istediği yaşam ve kültürle birlikte halkın, nasıl bir düzende ve nasıl yaşamak istediği belirsizdir. Halk kitleleri kapitalizmin çirkefliklerini, adaletsizliklerini, vahşetini çok açık görmektedir. Ama alternatifi nedir? DEVRİMCİ HALK İKTİDARI VE SOSYALİZM programımızı halka kavratmalıyız. Savaş, halkın katılımıyla ve halk içerisinden çıkartılacak par- ti ve cephe kadrolarının öncülüğünde gelişecektir. Kadrolaşma ve halkın eğitilmesi sosyalist alternatifin, sosyalist yaşam biçiminin, kültürün halk kitlelerine kavratılması, burjuva ideolojisi önündeki en büyük barikattır. Bu barikatı aşılmaz biçimde örmek, ancak parti ve halk okullarının, halk kitlelerinin olduğu her yerde en geniş biçimiyle uygulanmasına ve sonuç alınmasına bağlıdır. Çocuklarımızı, kadınlarımızı, gençlerimizi, yaşlılarımızı, her inançtan ve milliyetten halkımızı, herkesi eğitmeyi hedeflemeliyiz. Bunları yapamadığımızda veya eksik bıraktığımızda, burjuva ideolojisi devrimcilik görünümü altında, devrimci saflarda daha fazla gelişecek, savaşı geriletecek, hedef saptırtacak ve düşman kazanacaktır. Militan, halk ve vatan sevgisiyle dolu kadro ve savaşçılar ancak halkın eğitildiği ve mücadeleye katıldığı koşullarda sağlıklı olarak yetişebilirler. Militanlık, savaşçı olmak sadece silahlı eylem yapıp yapmamayla sınırlandırılamaz. Devrimci militan, hangi alanda, hangi görevde olursa olsun parti programını uygulamak ve sonuç almak için bütün enerjisini, zamanını ve yaratıcılığını kullanarak sonuç almıyorsa militanca bir çalışma içerisinde değildir. Parti karşısına gerçeği yansıtmayan gerekçeler ve olmazlarla çıkanlar ve bunu alışkanlık haline getirenler esasta özürleri, yeteneksizlikleri yoksa gizli veya açık, devrimden, mücadeleden kaçış içerisindedirler. Milyonlarla ifade edebileceğimiz emekçi halk, arayış içerisinde olup, faşizme karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin yol ve yöntemlerini ararken, kendiliğinden eylem biçimleri yaratırken devrimcilerin halka gitmemesi, onları eğitmemesi hiç bir gerekçeyle açıklanamaz. Engeller, olumsuzluklar olanaksızlıklar hep olacaktır. Hiç bir zaman, hiç bir örgüt, örgüt birimi, yönetici, elinin altında istediği her türlü olanağı hazır bulamayacaktır. Devrim sürecinde de, devrimden sonra da bu hep böyle olacaktır. Örgüt veya yöneticiler, savaş için gerekli olanı nereden ve nasıl olursa olsun bulmak ve savaşın ihtiyaçlarını gidermek zorundadırlar. Temel sorun insandır. İnsan kaynağı halktır. Bu basit gerçek unutulmaz ve halka gerektiği gibi gidilir, halktan ne istediğimizi, ne yapmak istediğimizi devrimci bir tarzda anlatırsak, eğitirsek bu halk bize gereken herşeyi verecektir. Halka gitmeyenler, halkı eğitmeyenler, ne kendilerini ne de kadroları eğitemezler. Halkı savaşa katamazlar. Hiç bir olanak yaratamazlar. İhtiyacın kendini dayattığı ve zorunlu olduğu koşulda yoklar edebiyatıyla, zavallı, çaresiz tipler olarak ortaya çıkar ve halkın mücadelesini, faşizmin zulmünü, eli kolu bağlı seyrederler. Devrimciler çaresiz olamazlar. Çaresizlik, burjuvazinin yaratmak istediği bir tablodur. Çaresiz, zavallı devrimci tipi asalak devrimci tipidir. Kendine, örgütüne ve halka güvenmeyen, devrimi dışardan bekleyenler, mücadeleyi zafere kadar sürdüremez ve er geç bataklığa dönerler. Engin bir yurtseverlik duygusu ve halk sevgisi taşıyanlar halka güvenenlerdir. Halka güvenenler, yurtsever olanlar, düşmanın baskıları ve olanaksızlıklarla dolu koşullara teslim olmazlar. Güçlü bir yurtseverlik ve halk sevgisini kendi kişiliğimizde, kadrolarımızda ve halkımızda yaratmadan devrimcilik yapılamaz. Yapıldığında ise kolay bir devrimcilik ve aynı kolaylıkta düzene dönüş zor olmayacaktır. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosu'nun 16 Temmuz 1995 tarihli, 3 sayılı açıklamasını yayınlıyoruz. 13 Temmuz 1995'te DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ, gözaltında kaybedilenlerin bulunması, 12 Temmuz lerinin bu doğrultuda harekete geçmesini engellemek için "EŞKIYA ÇETESİ" dediği kontrgerilla güçlerini yardıma çağırmış, onlarla birlikte olduğunu açıkça göstermiştir. CEM BOYNER'in partisinde burjuva demokrasisi, insan hakları arayan birçok devrimci dönek ve de- lardır. Kontrgerilla şeflerinden HÜSEYİN KOCADAĞ ve NECDET MENZİR, CEM BOYNER'in İçişleri Bakanı ve Valiliğe saldırı izni vermesiyle saldırıya geçtiler. CEM BOYNER saldırı iznini o an partide bulunan partililere sormadan verdi. Çünkü CEM BOYNER emperyalizme ve kontrgerillaya rüştünü ispat etmek istiyordu. Saldırı iznini veren CEM BOYNER'di. Saldırıyı yönetenler, NECDET MENZİR ve Emniyet Müdür Muavini HÜSEYİN KOCADAĞ'dı. 14 TEMMUZ 1995, SAAT 16.00, GALATA KULESİ 1991, 16-17 Nisan 1992 vb. onlarca infazı gerçekleştiren katillerin yargılanması için İstanbul YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ İl Merkezi'ni işgal ettiler. İşbirlikçi tekelci sermayenin ve emperyalizmin has adamı Boyner demokrasi, insan hakları, Kürt halkının kültürel hakları vb. sorunlarla halkın devrimci mücadelesini engellemek için, faşizmin yedekteki partisi misyonunu oynayabilmek için takındığı, demokrat maskesi düştü. Eylemcilerin GÖZALTINDA KAYBEDİLENLER BULUNSUN, KATLİAMLARI YAPANLAR YARGILANSIN demokratik talebine CEM BOYNER'in verdiği cevap, eylemcilerin üzerine bomba ve silahlarla polis göndermekti. YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ, bu tavrıyla gözaltında kaybetmelerden, katliamlardan yana olduğunu göstermiş, hem de bu taleplerin halk kitlelerine duyurulması ve halk kitle- mokrat da vardır. Bunlar, ülkemizin bugünkü koşullarında burjuva partilerinde burjuva demokratik mücadelenin bile verilemeyeceğini görmelidirler. CEM BOYNER emperyalizmle ve işbirlikçi devletle birliktedir.CEM BOYNER, ülkemizin ve halkımızın hiçbir talebini çözemez. YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ içerisinde halktan yana olanlar, CEM BOYNER'in DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ'ne polisi saldırtmasını sorgulamalıdırlar. Polis, bütün dünyanın gözleri önünde, herkesin TV kanallarında gördüğü gibi, eylemcilere vahşice saldırmış, bomba atmıştır. Bunları yaparken, partide bulunan partilileri de hiç düşünmemiş, onların can güvenliğini de tehlikeye sokmuştur. Oysa eylemciler, hiç kimsenin kılına dahi dokunmamış, zor kullanmamış, rehin almamışlardır. Sadece haklı taleplerini söylemiş ve o insanlar da bu taleplerin doğruluğuna katılmış- Gözaltında kayıpların bulunmasını ve 12 Temmuz gibi katliamları gerçekleştiren kontrgerilla mensuplarının isimlerinin açıklanmasını isteyen DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ, Emniyet Müdür Yardımcısı HÜSEYİN KOCADAĞ'la pazarlık yapmaktadırlar. Bazı basın mensuplarının ve avukatların aracı olmasıyla eylemciler HÜSEYİN KOCADAĞ'ın YENİ DEMOKRASİ PARTİSİ işgalinden gözaltına alınanların hemen serbest bırakılacağı ve GALATA KULESİNİ işgal edenlerin de gözaltına alınmayacağı ve bir işlem yapılmayacağı sözünü vermesi üzerine, eylemin de amacına ulaştığını düşünerek işgale son verdiler. Kontrgerilla yöneticilerinden HÜSEYİN KOCADAĞ kontrgerilla şeflerinden MENZİR'in emriyle işgalcileri gözaltına aldı ve işkenceye götürdü. Ardı sıra bütün basın, TV mensuplarının, halkın gözleri önünde hiç utanmadan zafer kazandıklarını söyleyip GÖZALTINDA KAYBOLANLAR BULUNSUN, KATİLLER YARGILANSIN, pankartının yerine Türk bayrağı asarak, katil polis sürüsüne slogan attırarak yürüyüş yaptırdılar. Gerçeklerin bilinmesinden korkuyorlardı. Bunun için televizyon ve basın mensuplarının filmlerine el koydular. Haberleri sansürlediler. Zavallılıklarını sergilediler. DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ, turistlerin, çalışanların ve tarihi GALATA KULESİNİN hiçbir zarar görmemesi için özenli davranmış, faşizmin bu konuda yapmak istediği demagojilerin önünü kesmiştir. Eğer herhangi bir kişiye veya eşyaya zarar verilmişse, bunun sorumluluğu tamamen polise aittir. Silahsız on eylemciye karşı, yüzlerce polis, helikopter ve gaz bombalarıyla saldırmaya kalkmış, ama sonuç alamamıştır. Kontrgerillanın uşağı bazı televizyonlar ve basın yalan söylüyorlardı. Kontrgerillanın zavallılığını gizlemeye çalışıyorlardı. Helikopterle indirme yaparak, operasyon gerçekleştirmek istediler, yapamadılar. Kapıdan polis saldırısıyla işgali kırmak istediler. Cesaret edemediler. Ama faşizmin ahlakı ve namusu yok- tur. Bütün basının ve avukatların önünde söz verdikleri halde sözlerini yerine getirmediler. Bu kez de namussuzluk ve şerefsizlik "kahramanı", Bağcılar katliamını bizzat yöneten, onlarca devrimci ve yurtseverin katili, işkence ve baskılardan birinci dereceden sorumlu kontrgerilla çetesi yöneticilerinden ve bazı düzen yanlısı gerici Alevilerin "sevgili çocuğu" İstanbul Cem Vakfının açılışının büyük konuğu HÜSEYİN KOCADAĞ di. 15 TEMMUZ 1995 GECESİ, SAAT 00.02, İSTANBUL BAYRAMPAŞA CEZAEVİ İstanbul Terörle Mücadele Şubesi Müdürü REŞAT ALTAY, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı AVNİ BİLGİN, Başsavcı Vekili, Jandarma Alay Komutanı, Tabur Komutanı, Cezaevi Müdürleri, Tutsak ve Ailelerin Avukatları ve Tutsak Aileleri tartışma halindedirler. 12-13 Temmuz'da cezaevi polis tarafından kuşatmaya alınmış, tutsak yakınları gerekçesiz kaçırılarak gözaltına alınmakta ve gözaltında oldukları da açıklanmamaktadır. Tutsak yakınları, gözaltına alınanların isimlerinin açıklanması ve serbest bırakılmaları için cezaevi müdürünün odasını işgal ettiler. Bu işgalde bazı diyalogları halkımıza aktarmak istiyoruz. REŞAT ALTAY, Başsavcı Vekiline: "...Ben size hiçbir açıklama yapmam, gözaltındakilerin isimlerini de açıklamayacağım..." SAVCI VEKİLİ: "...Ama yasal olarak açıklamak zorundayız..." REŞAT ALTAY: "...Açıklamıyorum. Ben sadece Başbakandan ve İçişleri Bakanından emir alırım. Gözaltına aldıklarımızı serbest bırakmayacağım..." Savcı Vekili şaşkın ve çaresizdir. Devletin savcısıdır. Çok şey görmüştür. Kanunsuzlukları, keyfilikleri bilmektedir ama kontrgerillayı yeterince tanımamaktadır. Aileler ve avukatlar savcı vekiline "...Bu konuşmaları halka açıkla..." dediklerinde, "...devlet memuruyum..." diyerek açıklayamayacağını söyler. Sonra Alay Komutanı, Tabur Ko- mutanı ve Cumhuriyet Başsavcısı AVNİ BİLGİN ve HÜSEYİN KOCADAĞ diyaloğa katılırlar. Cezaevi dışgüvenliğinden Jandarma sorumludur. Jandarma Alay Komutanı: "...Cezaevi dışından biz sorumluyuz, bizden habersiz cezaevinin güvenliğini tehlikeye düşürecek, cezaevinde olay yaratacak, keyfi uygulamaları yapamazsınız..." REŞAT ALTAY "...Yaparım, kimseden emir almam..." tavrını sürdürür. REŞAT ALTAY kime güveneceğini iyi bilmektedir. Ve sadece kontrgerilladan emir aldığını, hiçbir devlet kurumunu işletmeyeceğini, hiçbir yasaya bağlı olmadığını göstermek istemektedir. Katil ve işkenceciliğiyle ünlü REŞAT ALTAY'ın tüm kahramanlık gösterilerine rağmen, savunduğu devletin çürüdüğü, kimsenin kimseye söz geçiremediği kaos, kargaşa ve it dalaşı gözler önündedir. AVNİ BİLGİN'in, REŞAT ALTAY'la diyaloglarından sonra cezaevi önünden alınan tutsak yakınlarının isimlerini söyleyerek, ikisi hariç serbest bırakılacağını ve ailelerin de gözaltına alınmadan gidebileceklerini, kendisinin kefil olduğunu, hiçbir şey olmayacağını söylemesi üzerine işgale son verildi. Ama, AVNİ BİLGİN de yanılmıştı. Kontrgerilla, Cumhuriyet Başsavcısı diye bir kurumu dinlemezdi. Ancak, Ankara Başsavcısı NUSRET DEMİRAL gibi kontrgerilla sözcülerinden ve işbirlikçilerinden olduğunda bir değeri olabilirdi. Tutsak yakınları AVNİ BİLGİN'in kefilliği ve denetiminde dışarı çıktıklarında REŞAT ALTAY'ın emriyle yüzlerce polisin saldırısına uğradılar. Çocuk, yaşlı demeden herkesi döverek gözaltına aldılar. REŞAT ALTAY, kontrgerilla şefi olduğunu, AVNİ BİLGİN'e kanıtlamıştı. AVNİ BİLGİN gibileri bundan böyle ya kontrgerillayla işbirliği yaparak az da olsa hala var olan onurunu tümden yitirecek veya kontrgerillaya hizmet etmeyecekler. Başka yolları yoktur. Kontrgerilla sözünde durmamış, tutsak yakınlarını işkenceyle gözaltına almıştı. Yukarıda anlattığımız DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİNİN gerçekleştirdiği bütün eylemler herkesin kabul edeceği ve herkesin savunması gerektiği taleplerle yapılmış ve silahsız eylemler olduğu halde polisin tüm gücüyle saldırdığı, vahşice bastırmaya çalıştığı görülmektedir. Polis bu saldırılarla GÖZALTINDA KAYBETMELER VE İNFAZLARLA gerçekleştirdikleri katliamların halk tarafından bilinmemesini istemektedir. Halk gerçekleri bildiğinde, halk içerisinde rahatça dolaşamayacaklarını, her yerde yüzlerine tükürüleceğini ve yaşayamayacaklarını bilmektedirler. Dikkat edin, gözaltında kaybedilenler ve infazlar doğru değildir, yalandır bile diyememektedirler artık. Ülke ve dünya kamuoyu önünde hiçbir haklılıkları, meşrulukları kalmamıştır. Bu nedenle ifadesini katil REŞAT ALTAY, MENZİR, KOZAKÇIOĞLU, ÜNAL ERKAN gibilerinde bulan kontrgerilla uygulamalarına daha fazla sarılmakta ve pervasız hareket etmektedir. Bu pervasızlıklarıyla "...katliamları, katilleri araştırmayın, sormayın, daha çok katlederiz..." diyerek, halkı ve devrimcileri susturmak istemektdirler. Susmak ölümdür. Faşizme karşı çıkmamak yaşamamaktır. Kontrgerillanın vahşetine teslim olmak, korkarak sinmek, katliamlara yeşil ışık yakmak demektir. Devrimciler ve halk, faşizmin hiçbir yasa ve kural tanımayan kontrgerilla yönetimi karşısında çaresiz değildirler. GÖZALTINDA KAYBEDİLENLER BULUNSUN. KATİLLER AÇIKLANSIN en masum talepler doğrultusunda yapılan silahsız eylemlerin dahi vahşetle bastırıldığı ülkemizde, silahla hak aramaktan başka hiçbir yol yoktur. Başka yol var diyenler ya gözlerini olup bitene kapamış, hiçbir şeyi görmeyen ahmaklar ya da emperyalizme ve işbirlikçilerine satılmışlardır. Bu nedenle, GÖZALTINDA KAYBEDİLEN 300 İNSANIMIZ NEREDE? AYŞENUR, HASAN VE RIDVAN'IN KATİLLERİ NEREDE? 12 TEMMUZ GİBİ ONLARCA İNFAZI GERÇEKLEŞTİREN VE YÜZLERCE İNSANIMIZI KATLEDEN KATİLLER, TÜM DEMOKRATİK GÜÇLERİN ONAY VERDİĞİ, HALKA AÇIK, BAĞIMSIZ BİR MAHKEMEDE YARGILANMALIDIR. esas taleplerimizle birlikte son olarak, KÜÇÜKARMUTLU HALKINA, YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ İŞGAL EYLEMCİLERİNE, GALATA KULESİ İŞGALCİLERİNE, BAYRAMPAŞA CEZAEVİ MÜDÜRÜNÜN ODASINI İŞGAL EDEN TUTSAK YAKINLARINA yapılan saldırılara ve de söz verip bu sözlerini yerine getirmedikleri için misilleme olarak, 16 Temmuz 00.40'ta, İstanbul Ordu Caddesi, Direkli Cami Sokak'ta halka baskı, gözdağı görevleri yanında haraç almalarıyla ünlü MENZİR ve REŞAT ALTAY'ın bir polis ekibi Z EYNEP EDA BERK SİLAHLI PROPAGANDA BİRLİĞİMİZ tarafından taranarak cezalandırılmıştır. Tekrar belirtiyoruz, "emir kuluyum, ekmek parası kazanıyorum..." diyerek zalime uşaklık etmek, zalimin kılıcı olmak meşrulaşamaz. Polisler, zalimler adına halka kılıç salladıkları sürece halkın hedefi olacaklardır. Bütün zulümlerden sorumludurlar. Sorumlu olmak istemiyorlarsa, bu namussuz mesleği bırakıp milyonlarca halkımız nasıl yaşıyorsa onlar gibi yaşamalıdırlar. İş yok demeyin, simit, ciklet satarak, seyyar satıcılık yaparak hatta dilenerek yaşamak, faşizmin uşaklığını yapmaktan daha onurlu ve saygındır. ZALİMLERE VE ONLARIN UŞAKLARINA KARŞI SAVAŞIMIZ SÜRECEKTİR DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosunun 17 Temmuz 1995 tarihli, 4 sayılı açıklamasını yayınlıyoruz. Faşist Tansu Çiller hükümetinin kaçacak hiçbir yeri yoktur. Halka karşı işlediği binlerce cinayetin hesabını vermek zorundadır. Cebindeki Amerikan pasaportu da onu kurtaramaz. Tansu Çiller hükümetini, Bakanlarını, Milletvekillerini, Genelkurmayı, polis şeflerini, iktidar veya muhalefetteki tüm milletvekillerini uyarıyoruz: Artık hükümetin cinayetlerinden, kaçırıp kaybettiklerinden, işkencelerinden, sokaktaki politikayla uğraşmayan sıradan insanlarımız dahi bilgi sahibidir. Cinayetlerinizi ve bu cinayetleri işleyen katilleri gizleyemezsiniz. Gizledikçe katillere bizzat emir verenlerin, yönetenlerin sizler olduğu biraz daha netleşmektedir. Kaçırıp kaybettiğiniz insanlarımız hala kayıp. "Çocuklarımız nerede" diye kapılarınızı aşındıran kayıp anneleri ve yakınlarına sadece ve sadece çocuklarını istedikleri için saldırıyor, gözaltına alıyor, tutukluyorsunuz. Herkesi susturup cinayet işlemeye devam etmek istiyorsunuz. Katlederek, işkence yaparak, kaybederek belki vatanlarına ve halklarına yeterince bağlı olmayan, çıkarcı veya bilinçsiz bir kısım insanları susturabilir hatta işbirlikçiniz yapabilirsiniz. Ama 60 milyon halkı susturamaz ve yenemezsiniz. Bunun için, tekrar uyarıyoruz. Kaçırıp kaybettiğiniz in- sanlarımızı verin. Katillerini halka teslim edin. Katilleri tüm dünya halklarına açık bir şekilde yargılayacağız. Halka açık yargılayacağız ki, bütün dünya gerçek yüzünüzü görsün. Kaçırmaya, kaybetmeye, katletmeye devam ettikçe, devrimcilerin misilleme yapma hakkı meşrudur ve bu hakkımızı kullanmaya devam edeceğiz. Bu faşist devleti savunan, uygulamalarına onay veren veya bu uygulamalara karşı ses çıkarmayan başta Tansu Çiller olmak üzere, tüm partiler ve yöneticileri, bütün milletvekilleri, Genelkurmay ve polis şefleri ve bunlara bağlı silahlı güçler, devlet bürokratları, sermaye kesimleri, devletin kaçırma, kaybetme, cinayet, işkence, katliam vb. tüm baskı politikalarından birinci dereceden sorumludurlar. Misilleme eylemlerimize devam edeceğiz. Bu amaçla 17 Temmuz 1995, saat 22.30'da Alibeyköy'de Eyüp Emniyet Amirliğine bağlı Terörle Mücadele Bürosunun bir ekibine FERİT ELİUYGUN SİLAHLI PROPAGANDA BİRLİĞİMİZ tarafından bir saldırı düzenlenmiştir. Bu saldırıda SÜLEYMAN UYSAL adlı işkenceci, katil polis ölümle cezalandırılmış, diğer bir işkenceci de yaralanmıştır. "Terörle Mücadele Şubesinin" eski adı siyasi şubedir. Siyasi kavramı düşünceyi yargılamayı çağrıştırdığı için Terör olarak değiştirdiler. Böyle- ce, Türkiye ve dünya kamuoyuna, Türkiye'de düşüncelerin yargılanmadığını, sadece şiddet eylemlerinin sorgulandığı mesajını vermek istediler. Ardı sıra yüzlerce gazeteciyi, aydını, bilim adamını sadece yazıp konuştuğu için cezaevlerine attılar. Terörle Mücadele Şubesi, yani siyasi şube cinayet ve provokasyon-larıyla artık ülkemizde iyice tanınan kontrgerillanın yasal bir kurumudur. Cinayet ve işkencelerini, provokasyonlarını ülkenin en ücra köşelerine kadar yaymışlardır. Bunun örgütlenme biçimi ise bütün Emniyet Amir- İlklerinde 24 saat görev yapan bu işkenceci ve katil ekiplerinin sürekli bulundurulması. Bu ekipler, kendi bölgelerinde doğabilecek her türlü düzen aleyhtarı hareketi engellemek için kaçırma, kaybetme, baskın, işkence yapma, gösteri dağıtma, grev kırma, gerekirse provokasyon düzenleme vb. her türlü yetkiyle donanmışlardır. Görünüşte emniyet amirliklerine bağlıdırlar. Yalandır. Doğrudan siyasi şube merkezine bağlıdırlar. Ve bunların emniyet amirliklerinde dokunulmazlıkları vardır. Emniyet Amirini dahi dinlemezler. Ne kadar çok cinayet işler ve halka baskı yaparlarsa, daha hızlı terfi ederler. Siyasi şube yöneticileri ve şefleri tamamen Milliyetçi Hareket Partisi kadrolarından oluşmuş olup, ülkemizdeki bütün kaybetmelerden, cinayetlerden ye katliamlardan sorumludurlar. İstanbul Siyasi Şube Müdürü REŞAT ALTAY'ın dediği gibi, onlar sadece Başbakandan ve İçişleri Bakanından emir alırlar. Katilleri, emir verenleri biliyoruz. Katiller Terörle Mücadele Şubesi başta olmak üzere resmi ve sivil tüm devlet güçleri ve hükümettir. YARGILAYIP CEZALANDIRMAYA DEVAM EDECEĞİZ BÜTÜN SORUMLULUK KAYBEDEN, KAÇIRAN, KATLEDEN HÜKÜMETE AİTTİR DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ "Kaybolan" devletin meşruluğudur D evlet terörü sürüyor. Faşizm kudurmuş gibi saldırıyor. Yakıyor, yıkıyor, katlediyor, kaybediyor. Egemen sınıflar, tarihlerinin en korkulu ve en istikrarsız sürecini yaşıyorlar. Kırda ve şehirde tüm ülke sathına yayılmaya başlayan savaşın her geçen gün artan sayıda insanı içine çekmesi, yoksul emekçi halkın yalan ve demagojilere fazla itibar etmeyip direkt suçun kaynağına yönelmesi oligarşiyi ve emperyalistleri yeni baskı önlemleri almaya, saldırı ve katliamları daha yaygın ve daha şiddetli hale getirmeye itiyor. Geniş halk yığınlarının baskı ve teröre, hak gasplarına, sömürüye, ulusal baskıya karşı kitlesel olarak ayağa kalktığı ve seslerinin çok daha gür çıktığı bu süreçte, faşizm, elindeki tüm kozları büyük bir hırçınlıkla kullanıyor, halkı sindirmek, devrimcileri yok etmek için kontrgerilla taktiklerinin her türünü savaş alanına sürüyor. İnfazlar ve kayıplar oligarşinin bu çaresizliğinin en üst boyuttaki ifadesinden başka bir şey değildir. Özellikle son beş yıl içinde kontrgerilla devleti, terörünü doruk nokaya taşımış, katliamlar ve kayıp olayları tırmanışa gelmiştir. Bu koşullar altında, klasik devlet şekillenmesi süratle değişmeye başlamış, devlet savaşı kazanmak adına, meşruluğunu yitirmek pahasına tüm geleneksel görüntüsünü terk etmeye başlamıştır. Yapılanış ve icraatların yeniden düzenlendiği bu süreçte, tek yetkili ağız Milli Güvenlik Konseyi olmuştur. Tüm diğer kurumlar birer kukla durumuna getirilmiş- tir. Yasa ve kural yoktur artık. Halk hareketi bastırılmalıdır. Amaçlanan budur. Faşist devletin bu çırpınışının altında yatan neden, yalan ve demagojilerinin bir türlü maya tutmamasıdır. Baskı ve terör politikaları, devrimcilerin önderliğinde gelişen geniş halk yığınlarının devrimci şiddetiyle göğüslenmekte, halk hareketi sinmenin aksine her geçen gün daha da kitleselleşmekte, eylemleri daha nitelikli hale gelmektedir. Özellikle yoksul gecekondu halkları düşmanını iyi tanımakta, gerçek suçluları ayırt edebilmekte ve direkt bu hedefe yönelmektedir. Oligarşi '87-'88'lerle birlikte gelişen ve genişleyen devrimci ve yurtsever harekete karşı işkence ve katliamları yaygın olarak kullandı. '90'lara gelindiğinde ise, "kayıp etme" devrimci hareketi bastırmanın önemli araçlarından biri haline getirildi. Her şeye rağmen, mücadelenin yükselmesi, diğer tüm saldırı biçimlerinin etkisinin giderek sınırlı hale gelmeye başlaması oligarşiyi, kayıplar politikasını devreye sokmaya itmiştir. İşkence, asıl olarak teslim almak ve teslimiyeti halka yaymak amaçlı bir politikadır. Ancak devrimci hareketin politik perspektifi ve kararlılığı, her koşulda mücadeleyi yükseltip, halk güçlerinde yarattığı moral güç, düşmanın bu politikalarında önemli gedikler açmıştır. Devrimciler, işkenceler karşısında susma hakkını gelenekselleştirmiş ve düşmana bu mevziinde yenilgiler tattırmıştır. Baskın ve infazlar ise, ağırlık olarak teslimiyete zorlamanın, savaş kararlılı- Ne pahasına olursa olsun... Kayıplar namusumuzdur. Olayları aydınlatmak, tüm ayrıntılarıyla gözler önüne sermek boynumuzun borcudur. Nerede alındılar, kimler aldı, nereye götürüldüler, başlarına neler geldi, tetiği kimler çekti, kimler işkence yaptı, şimdi neredeler... Tüm bu soruların cevaplarını alacağız. Er ya da geç, mutlaka ama mutlaka kayıp edilen yoldaşlarımızın akıbetini ortaya çıkaracağız. Bedeli mi var, ödeyeceğiz. Bu bizim insanlığa ve tarihe karşı sorumluluğumuzdur. Ne pahasına olursa olsun, onları kaybedenleri, emir verenleri, işkence edenleri tek tek halkın adaletinin karşısına çıkaracağız. Bu alçakça, bu sefil politikanın mimarlarının ve uygulayıcılarının üzerine en ağır şiddetimizle gideceğiz. Dünyanın öbür ucuna da gitseler, bulacağız onları ve deliklerinden çıkarıp, halkın adaletine teslim edeceğiz. Kimse bizden, yıllarını umut işkencesiyle geçiren analarımızın gözyaşlarına ihanet etmemizi beklemesin. Kimse bizden, oğullarının cesetlerine bile sarılma şansı bulamayan, sonsuz karanlıklara itilmiş acılı babaların haykırışlarına kulaklarımızı tıkamamızı, sırtımızı dönmemizi beklemesin. Bu trajedi, tarihin karanlıklarında kaybolup gitmeyecektir. Hayır, bizler bu halkın en değerli evlatlarının karanlık dehlizlerde boğazlandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bebeklerimizin üniformalı canilerce, yanan otlar arasına atıldığı ve genç kızlarımızın ırzına geçildiği bir ülkede soluk alıyoruz. Ve namusluyuz. Tarihe ve insanlığa karşı sorumluyuz. Yeni bir dünya kuracağız. Ve bu dünyada hiçbir alçaklığa yer olmayacaksa, yaşananların hesabının sorulduğunun rahatlığıyla kurmalıyız dünyamızı. Ve bir daha geri getirmemek için bu yaşananları, daha ciddi, daha acımasız olmalıyız. ğını kırmanın, zayıflatmanın politikası olmuştur. Ancak, devrimcilerin bu konuda da yarattıkları destansı direnişler bu alanda da, karşı-devrim güçlerine önemli prestij kaybettirmiş, yenilmezlik zırhlarını parçalayıcı bir işlev görmeye başlamıştır. Ve bugün hemen hiçbir devrimciyi direnişsiz ve sağ olarak ele geçirememekte, üstelik infaz ederken halkın gözünde küçülmekte, zavallılaşmaktadır. Savaşın boyutlanmasıyla başlayan "kayıp etme" politikası, psikolojik yönü ağırlık taşıyan, tahripkar bir politikadır. ClA'nın psikolojik savaş uzmanları tarafından yaratılıp, biçimlendirilen ve yeni sömürgelere ihraç edilen bu politika, bugün halka karşı yürütülen savaşın en önemli ayaklarından biri haline getirilmişDiğer tüm yöntemleri terk etmemekle birlikte, oligarşi özellikle infaz ve kaybetme, diğer bir deyişle insanları "yok etme" tehdidiyle yüz yüze getiren bu politikalara bugün büyük sürat kazandırmıştır. 1980-90 yılları arasında yalnızca 19 olarak tespit edilebilen kayıp sayısı, sadece 1994 yılında 296'dır. Bu da kayıp etme politikasının nasıl bir sürat kazandığının çarpıcı bir göstergesidir. "CAN PAZARLIĞI" DEVLETİN SON KOZLARINDAN BİRİDİR Kayıplar politikası ile kaybolan devrimciler değil, devletin meşruluğudur. Ve bu politika, onun sonunu hızlandırmakta, kan kaybını artırmaktadır. Devletin son kozu, devrimciler ve halkla "can pazarlığı"na oturmasıdır. Amaç korkuyu beslemektir. Yaratılmak istenen korku atmosferidir. Halka verecek bir şeyi kalmayan ve halkı aldatmanın yol ve yöntemlerinden giderek artan oranda mahrum kalan oligarşi, halkın yükselen mücadelesini korkuyla kuşatmak, umutsuzluk yaymak isteğindedir. Kısaca, ya bu yolu terk et ya da seni yok ederim ve hatta mezarsız bırakırım demek istemektedir. Oligarşi bu yolla, herkesin kafasına bu düşünceyi yerleştirmek, oto-kontrol mekanizmasını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu iğrenç politikanın halkı pasifize etmeye dönük yanı tüm çıplaklığıyla görülebilecek netliktedir. "Baba devlet", "müşfik devlet", "her şeye kadir devlet" demagojileri etkisini yitirmiş, vuran, öldüren, yakan, süren, ırza geçen bir devlet vardır karşımızda. Artık "Vatanı ve milletiyle bütün" bir devlet yalanı açığa çıkmış, halkı birbirine kırdırmak için her türlü provokasyonu düzenleyen, ülkesini yönetemez hale gelmiş bir devlet vardır karşımızda. "Hukukun üstünlüğüne saygılı" bir devlet değil, meşruluğunu yitirmiş, kontrgerilla hukukunu hukuk edinmiş, insani, ahlaki hiçbir değeri kalmamış, inkarcı ve ikiyüzlü faşist bir devlet vardır. Bu devletin tek derdi, bu kalkışı ne pahasına olursa olsun dizginlemek, kendi içinde eritmek ve sonunu getirmektir. Tüm politikası buna göre şekillenmektedir. Ve bu noktadan sonra dönüşü olmayan bir yolun başındadır. Artan terörü ve pervasızlığı bu kaçınılmaz sonu bir an, bir dakika, bir saat geciktirmek içindir. Politikacısını, ekonomistini, yargıcını, askerini, polisini topyekün tüm güçlerini bu hedefe kilitlemiştir. Ayrıca kendine yedeklediği doktorundan, öğretmenine çeşitli mesleklerdeki işbirlikçileriyle de kirli savaşına destek sağlamaktadır. Bu savaşı kazanmak zorundadır. Oligarşi açısından, halkın tepkilerini farklı kanallara akıtamamanın, halkın öfkesinin direkt kendisini hedef almasının ve ekonomik-demokratik temelden çıkıp iktidarı alma hedefine yürümesinin önünü açacak güç devrimcilerdir. Bu nedenle, terörünün ve baskısının en çıplak yüzünü gösterir devrimcilere. Devrimcilere dönük politikası, "bu yolun terk edilmesi, aksi takdirde ölüme hazırlanılmasıdır". Kontranın çifte pasaportlu uşağı Çiller'in dediği gibi, "Ya teslim olacaksınız, ya da ölecek!" Emekli olduktan sonra Amerikancı halk düşmanları tarafından tekrar göreve çağrılıp İstanbul kontrasının başına getirilen Menzir ise daha açık ve daha tehditkar konuşuyor: "Sonları ya hapishane ya da hastane morgu olacak!" Oligarşinin sözcüleri tehdit ve gözda- ğıyla halkın bu en değerli evlatlarını, halk hareketinin fitili durumundaki bu insanları, "kendisiyle hesaplaşmaya sokmak, yalnızlaştırmak, silahlarını kullanamaz hale getirmek" istemektedir. Özellikle silahlı mücadelenin bütün engelleri aşıp gelişmesi karşısında korkuya kapılan egemenler, yüzlerini gizleme kaygısı bile taşımadan devrimcilere karşı barbarlıkta hiçbir sınır tanımaz oldular. Son dönemde, "mehmetçiklerin ailelerine gururla yolladıkları resimler basında sık sık çıkmaya başladı. Bırakalım dirisini, gerillanın cesedine bile işkence yapan, kadın gerillaları çırılçıplak soyup teşhir eden bu düzen, onlara mezar taşını bile lüks görecek kadar iğrençleşmiştir. '80 öncesinde bir gece vakti Kasımpaşa kimsesizler mezarlığına gömülüyordu devrimciler. Şimdilerde ise Kasaplar Deresine ya da Beykoz ormanlarına atılıyor. Asfalt yollara terk ediliyor cansız bedenleri. Oligarşi kendince mesaj gönderiyor. Gözdağı ve yıldırmak amaçlı bu eylemler, devletin kontrgerilla hukukunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Daha doğrusu devletin hukuksuzluğunu... Oligarşi, bu politikasını aralıksız hale getirerek kanıksanmasını ve günlük hayatın bir parçası olarak algılanmasını istemektedir. Güvensizlik ve inançsızlık tohumları ekme gayretindedir. Bu sinsi politikanın çok yönlü hedeflerinden birkaçı bunlarken, ayrıca devrimci örgütlerin çalışmalarını baltalayıcı rolünü de eklemek gerekir. Devrimcinin akıbetinden habersiz olan devrimci hareketin, örgütlenme, çalışma tarzı ve sırlarına ilişkin bilgilerin düşmanın bilgisi dahilinde olup olmadığının netleştirilmesi zaman aldığından, mücadele belli alanlarda zorluklarla yüz yüze gelebilmektedir. KAYIP ETME POLİTİKASI TÜM OLİGARŞİLERİN VAZGEÇEMEYECEĞİ BİR SİLAH OLMUŞTUR Ülkemizde son yıllarda büyük hız kazanan kayıp olaylarının emperyalistlerce hazırlanıp, yeni sömürge ülke oligarşilerine sunulduğu ve halklara karşı etkili ve yaygın tarzda kullanıldığı biliniyor. 1967 yılından başlamak üzere Guatemala'da, 1973'te Şili'de, 1976'larda Arjantin'de "Milli Güvenlik Doktrini" adı altında ABD desteğiyle yönetimlere el koyan cuntacılar, bu yöntemi en kitlesel boyutuyla hayata geçirdiler. Guatemala'nın Gualan bölgesinde Plata ırmağına atılan her olta, insanların bir parçasını getirmeye başladı. Devlet, hukuk, kayıplar ve infazlar Pacaya yanardağı eteklerinde toplu mezarlar bulundu. Uruguay'da da durum farklı değildi. 1973 Haziran sonunda iktidarı ele geçiren cuntacılar, binlerce devrimciyi ormanın derinliklerinde ya da lağım çukurlarında çürümeye bıraktılar. 1973'te halkın oylarıyla iktidara gelen ilerici Ailende yönetimini tanklarla devirip iktidara oturan CIA destekli General Pinochet'in kanlı diktatörlüğü sırasında on binlerce Şilili devrimci ve muhalif, stadyumlara doldurulup katledildi. Binlercesinin cesedi dahi bulunamadı. 1976'lara gelindiğinde sıra bu kez Amerikancı Arjantin generallerindeydi. İktidarı ele geçiren generallerin kurduğu işkence merkezlerine götürülen binlerce devrimci yok edildi. Özellikle işkence gemisi "33 Orientales" bu kıyımda başrolü oynayan işkence merkezlerindendi. ClA'nın öğrencisi General Videla'nın işkencecileri binlerce devrimciye işkence yaptıktan sonra ayaklarına taş bağlayıp uçaklarla okyanusa attılar. Nikaragua'da FSLN önderliğindeki mücadelede 1979'a gelinceye dek 3 bin civarında köylü "resmi" olarak kaybedildi. Kayıtları tutulmayan on binler hakkında ise hiçbir bilgi edinilemedi. Latin Amerika'daki Kolombiya, El Salvador gibi ülkelerde de benzer süreçler yaşandı. Filipinler, İran, Irak gibi ülkelerde de kitlesel kayıp olayları yaşandığı biliniyor. Özellikle Irak'ta rejim muhalifi on binlerce kişinin kaydına rastlanamıyor. Dünyadaki pek çok yeni sömürge ülkede özellikle askeri cunta dönemlerinde uygulanagelen ya da bu dönemlerde hız kazandırılan bu politika, ülkemizde daha çok cuntanın "sivil" hükümetleri sırasında büyük ivme kazandı. ikinci paylaşım savaşı sonrasında bizzat ABD'nin ya da NATO'nun denetimindeki ordular yeniden şekillendirilirken, daha kısa vadeli projelerle iç sa- Savaşın boyutlanmasiyla başlayan "kayıp etme" politikası, psikolojik yönü ağırlık taşıyan, tahripkar bir politikadır. CIA'nın psikolojik savaş uzmanları tarafından yaratılıp, biçimlendirilen ve yeni sömürgelere ihraç edilen bu politika, bugün halka karşı yürütülen savaşın en önemli ayaklarından biri haline getirilmiştir. Diğer tüm yöntemleri terk etmemekle birlikte, oligarşi özellikle infaz ve kaybetme, diğer bir deyişle insanları "yok etme" tehdidiyle yüz yüze getiren bu politikalara bugün büyük sürat kazandırmıştır. vaşa diğer bir deyişle, halkın gerilla savaşına karşı "Özel Güçler"in oluşturulması gündeme geldi. NATO üyesi ülkelerde kurulmaya başlanan bu örgütün ülkemizdeki ilk adı "Seferberlik Tetkik Kurulu" idi. Direkt ClA'ya bağlı bir kurum olarak çalışan bu örgütün adı daha sonra 1965'lerde "Özel Harp Dairesi" olarak değiştirildi. Şimdilerde ise "Özel Kuvvetler Komutanlığı" olarak anılıyor. Şekli, ismi ne olursa olsun, bu örgütler tek bir adla anılırlar: Kontrgerilla. Başlangıçta fazla bir işlevi olmayan ve özellikle de ordu ve polis içindeki personelden oluşan bu örgütler 1970'li yıllarda "paramiliter" örgütlenmelere açıldı. 1970'lerin sonları ve '80'li yıllarda ise sınıflar mücadelesine aktif olarak katıldılar. Çeşitli isimler altında legal, illegal, karşı-devrimci milis teşkilatlarıyla zenginleştiriciler. Ülkemizde bu teşkilata sivil olarak kaynaklık eden gücün MHP olduğu fazlasıyla biliniyor artık. Kontrgerilla, cunta sonrası süreçte politikayı belirleyen ve uygulayan asıl güç durumuna geldi. Halkın mücadelesinin, devrimci mücadelenin gelişimine paralel olarak yeni adımlar atıldı ve gelinen süreçte devletin organik bir parçası haline getirildi ve giderek, emperyalistlerce planlandığı üzere, tasfiye edilmesi mümkün olmayan ve tamamen ona nüfuz edip ele geçiren, tek karar sahibi organ haline geldi. Özellikle '80 sonrasında yaşanan budur. Kontrgerilla ülke yönetimini tamamen ele geçirmiş durumdadır. Gelişen Kürt ulusal mücadelesi ve devrimci mücadele karşısında kontrgerilla, etkinliğini, kurumlaşmalarını ve halka dönük saldırı örgütlerini artırıp yaygınlaştırmıştır. Bugün artık tüm devlet kurumlarında bizzat, kendi eliyle denetim yapmaktadır. Hiçbir yasa ve kural bu teşkilat için geçerli değildir. Hiçbir yetkilinin bu gücü atlama şansı yoktur. Devlet içinde devlettir özcesi. Kontrgerillanın bir diğer yüzü sayıları 25 bini aşan Özel Ordu ve Özel Tim teşkilatıdır. Bu örgütler devletin görünen yüzündeki hiçbir kuruma bağlı değillerdir. Kendi yasa ve kurallarıyla çalışırlar. Kimseden emir almazlar. Bu, kentlerde de, kırlarda da böyledir. Devletin vitrininde yer alanlar, bu gücün komutasındadır. Kaybedilen, kaçırılan 300'den fazla insanımızın sorumlusu bu güçlerden başkası değildir. Hiçbir soruşturma ve araştırma bunlara uzanamamaktadır. Çünkü, öyle bir noktaya gelinmiştir ki, Sınıflarla birlikte ortaya çıkan devlet kurumu, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aygıtı işlevini görmektedir. Ancak salt bu ifade ediş tarzı devlet olgusuna bütünüyle açıklık kazandırmıyor. Altını biraz daha açmak gerekir. Devlet, bir sınıfın egemenliğini diğer sınıf ve tabakalara dayatırken, bunu belli bir yapılanışla, belli bir işleyişle, kural ve ilkelerle ifade etmek zorundadır. Başlangıcından bugüne, gelişim seyri hep böyle olmuştur. Devletler, bir hukuk anlayışı oluşturmuş ve bu hukuk dahilinde yasama, yürütme ve yargı denilen 3 temel öğeyi şekillendirip, işlerlik kazandırmışlardır. Toplumlar tarihinde her dönem (köleci-feodal-kapitalist) egemen sınıflar belli hukuk normları tespit etmiş ve devlet yapısını buna adapte etmişlerdir. Ve ağırlıklı olarak bu normlara sadık kalmışlardır. Çünkü, bu normların dışına çıkmanın devletin meşruluğuna gölge düşüreceğinin bilincindedirler. Bunun için yazılı normlarla pratik arasında bir uyum olmasına genel olarak özen göstermişlerdir. Böyle sürdürmüşlerdir tahakkümlerini. Baskıcı da olsa, faşizan da olsa konulan yasalar konulmuş ve aynen uygulanmıştır. Genel olarak bir tutarlılık söz konusu olmuştur hep. Faşist Hitler ya da Mussolini iktidarlarında bile devlet, faşizan yasa ve yönetmeliklerle kendi ırkçı, gerici yüzünü yazılı hale getirmiş, suçlarını kendi yasalarıyla "meşru" kılmışlarOysa ülkemizde durum alabildiğine farklıdır. Türkiye oligarşisinin devleti, kendi koyduğu yasaları bile hiçe saymakta, bunları ayaklar altına almaktadır. Güçsüzdür, zavallıdır, çaresizdir. "Kırmızı Kitap"larla ülke idare edilmektedir. Kanun hükmünde kararnamelerle yasama kurumunun işi bitirilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi denilen kurum tüm yasaların üzerinde bir statüye kavuşturulmuştur. Milyonların iradesi hiçe sayılarak "Generallerin iradesi" tek güç haline getirilmiştir. Görünürde ya da "Anayasa gereği" devletin en üst yetkili organı olan Meclis, kelimenin gerçek anlamıyla "hiç"leştirilmiştir. "Atanmışlar", "seçilmişler"i tanımamaktadır bile. Yargı ise tam bir komedidir. Yürütmenin iddialarım hüküm haline getiren bir mekanizma olmaktan bir adım öteye geçememektedir. Bir bütün olarak yasama, yürütme, yargı denilen devletin üç erki, kontrgerilla teşkilatının uygulamalarını yasal bir çerçeveye oturtan, meşru bir hava kazandıran ve beraat ettiren kurumlar haline getirilmiştir. Başka bir işlevleri kalmamıştır. Kendini ifade ettiği biçimi bile reddeden, icraatlarını bile kendi yasalarıyla açıklayamayan bu devlet, burjuva hukuk normlarınca bile meşru sayılmayacak, tanınmayacak bir nitelik kazanmıştır. Kayıplar ve infazlar olayı, devletin hukuksuzluğunun en tepe noktasıdır. Artık öyle bir durumdur ki bu, devlet yaptığına sahip çıkamaz durumdadır. Bu olay devletin hiçbir yasasına uymamakta, hiçbir kurum tarafından üstlenilmemektedir. Özcesi bu durum, devletin kendi meşruluğunu inkarıdır. Böyle bir devlet, halkın gözünde yıkılmayı, yok olmayı binlerce kez hak etmiş durumdadır. Bu devlete, bu hukuk tanımazlığa, bu keyfiyete, vahşete karşı savaşmak, dünyanın en meşru hakkı, en şerefli görevidir. bu örgütlenme çözüldüğünde devlet kurumu tamamen çökecektir. O denli bir iç içe geçiş söz konusudur. Tüm bu anlatımlardan yola çıkarak, kontrgerilla örgütlenmesini çok esrarlı bir örgütlenme olarak düşünmemek gerekir. Aksine bu örgütlenmenin elemanları ve şefleri bildik-tanıdık yüzlerden farklı değildir. Valiler, Emniyet Müdürleri, Generaller, DGM Savcıları, polisler, subaylar, maliyeciler, MİT'çiler, JİTEM'ciler, büyük gazetelerin sahip ve kimi köşe yazarları vb. pek çok unsur bu teşkilatın elemanı ya da şefleri durumundadır. Bu unsurlar görünen yanlarının aksine, kontrgerillanın ülkemizdeki misyonunu yerine getiren kişilerdir. Bu örgütlenmenin değişik adlar altında gündeme geldiğini söylemiştik. Kimi zaman "Hizbullah" oldular, kimi zamansa "Kemalist Polisler". Ancak adları ne olursa olsun, tek görevleri vardır: Halkın mücadelesini bastırmak ve devrimci öncüleri imha etmek. Bu yolda, kayıplardan, infazlara, sürgünlerden köy yakmalara, provokasyonlara kadar her yönteme başvururlar. Dünya halklarının baş düşmanı ABD'li emperyalistlerin okullarında bizzat eğitimden geçirilen, zaman içinde programından teçhizatına kadar tüm ihtiyaçları bu merkezlerden karşılanan bu infaz mangaları, doğal olarak dünyanın hemen her yerinde aynı mantık ve çok benzer yöntemlerle çalışıyorlar. TEPKİLER TEK BİR NOKTAYA KİLİTLENMELİDIR Devletin tüm meşruiyetini yitirdiği, gerçek yüzünü bu kadar açık ortaya koyduğu bu politikalara karşı, halkın tüm kesimlerinin birliğini ele almak, tepkileri tek bir noktaya kilitlemek bugün önemli taktik görevlerimizdendir. Eleştiri-birlik-eleştiri zemininde toplumun tüm duyarlı kesimlerine bu gerçeği götürmek, tepkileri örgütlü kanallara akıtmak gerekir. Bundan sonraki süreç açısından, bu pervasızca saldırılara engel olmak, bunun yollarını bulup çıkarmak ve olanca gücümüzle yüklenmek gerekiyor. Bunun için tepkileri tüm toplum düzleminde ve kitlesel boyutta gerçekleştirmeliyiz. Bu baskı öyle bir noktaya taşınmalıdır ki, teşhir o denli boyutlandırılmalıdır ki, oligarşi kendi terör ekiplerine sahip çıkamayacak hale gelmelidir. Böylece, her yeni adımını çekinerek atacak, "sütten dili yanan" misali bir ruh hali içinde olacaktır. Mücadeleyi en geniş yelpazeye yaymak, bütün demokratik mevzileri bu yolda kullanmak önemlidir. Dernekler, sendikalar, platformlar, odalar, partiler, halk komiteleri vb. tüm örgütlenmelerde ortak hedefler doğrultusunda zeminler yaratılarak mücadele edilmelidir. Halka, bu suçları ortadan kaldırmanın tek yolunun bu düzeni ortadan kaldırmak olduğu gösterilmelidir. Çünkü özellikle kayıplar ve infazlar konusunda, geliştirilecek her tepki otomatik olarak devleti hedef alacaktır. Arada, devletin suçu yükleyip kıyıya çekileceği bir kurum yoktur. Halkımız geliştirdiği tepkilerle de bunu görmektedir. Katıldığımız her türlü etkinliğe büyük bir cesaretle yüklenmeli, gündemler bu konuya çekilmelidir. Her yer ajitasyon, propaganda alanı olarak kullanılmalıdır. Faşizm bu kürsülerde, kahvede, sokakta her yerde iyice hırpalanıp sarsılmalı, gerçek yüzü halka anlatılmalıdır. Faşizme Karşı Mücadele ve Savunma Komitelerinin yaratılması ve yaygınlaştırılması bu süreçte önemlidir. Halkın adalet isteğini yansıtan bu tür örgütlenmelerle, faşizmi geriletmek, halkın kendine güvenini geliş- tirmek mümkün olacaktır. Mücadelemizi ve örgütlenmelerimizi halkın her kesimine yayabileceğimiz önemli bir politikadır kayıplar ve infazlar. Devletin gerçek yüzünü göstermede bu süreç iyi değerlendirilmelidir. Ki bu yolla eylemlerimiz ve örgütlenmelerimiz kitlelere artan oranda mal olacak, en geniş duyarlılık zemini yakalanabilecektir. Halk Meclisleri ve Halk Komiteleri bu vb. yollarla çalışacak birleştirici, örgütleyici ve harekete geçirici misyona sahip olacaktır. Bu silahımızı bu sürecin önünü açıcı tarzda kullanma becerisini göstermeliyiz. Neredeyse çalınan her kapıdan değişik boyutuyla da olsa olumlu cevap alınabileceği böylesi bir süreçte halkın her kesimini yetenekleri ve gücü ölçüsünde istihdam edebileceğimiz yüzlerle ifade edilebilecek alt birimler de oluşturmak mümkündür. Yine bu süreçte, bütün mücadele yöntemlerini kullanmanın, buna yeni yöntemler bulup eklemenin önemini de görmeliyiz. Halka gidildiğinde, halkın olanak ve yaratıcılığı açığa çıkartıldığında, faşizmin geriletilmesi, saldırıların durdurulması ve püskürtülmesinde ne denli önemli araçların yakalanabileceği ortaya çıkacaktır. Teşhir boyutunu aşmayan bu eylemlilikler, suçun kaynağına yönelik bir devrimci şiddet hareketiyle beslenmelidir. Halkın öfkesi bu noktaya taşınmalı, halkın kitlesel silahlı şiddetini örgütleyebilmeliyiz. Bütün mücadele biçimlerinin silahlı mücadeleye bağlı ele alınmamasının, ona uygun tarzda örgütlenmemesinin bizi düzen sınırları içinde tutucu etkisi açıktır. Aksine faşizmden hesap sormak, onu köşeye sıkıştırmanın en önemli yollarından biridir halkın şiddeti. Bu anlamda, bir yandan halkın duyarlılığına seslenip, onları kayıplar konusunda bilgi sahibi ederken, diğer yandan onlara tek çözümün silahlı mücadele ile bu düzenin alaşağı edilmesi olduğunu açıkça ifade edebilmeliyiz. Kamuoyu olgusunu ülke boyutundan çıkarıp tüm dünya ölçeğinde düşünmenin ve böyle ele almanın, bu yönde duyarlı tüm kesimlerin yapabileceği şeyler olduğunun görülmesi anlamında önemli derslerle doludur yaşadığımız süreç. Uluslararası kamuoyunda oluşturulabilecek bilinç ve eylemlilik, faşizmi önemli ölçüde köşeye sıkıştırmakta ve önemli bir güç odağı yaratmaktadır. Faşizmin göstermelik kurumlarını bile elden teker teker çıkardığı ve tüm uluslararası hukuk ve normları terk ettiği bu uygulamalar iyi teşhir edildiğinde, önemli işlevleri olacaktır. Faşizm, bu noktada yapılacak sıkıştırmalara özellikle tahammülsüzdür. Yine DU aonem, dostu düşmandan ayırmakta daha bir ustalık kazanma şansı veriyor bizlere. Yaşanan süreçte bu tecrübelerden geleceğe dönük dersler çıkarmalıyız. Böylesine kanlı ve alabildiğine gayri-meşru uygulamaların hat safhaya vardığı süreçte, kaçkınlıkların, yasal sınırlar içinde çözüm önerilerinin ne anlama geldiği daha bir somuttur artık. ÇÖZÜLMEYİ HIZLANDIRMALIYIZ Faşizmi her alanda teşhir etmeli, bu temeldeki ajitasyon ve propagandayı her anımızın devrimci görevi olarak algılamalı, kentin ve kırın tüm mevzilerinden devrimci davamız için yararlanmalıyız. Halkımız süratle düzenden kopma eğilimindedir. Bunun işaretlerini fazlasıyla vermektedir. Aynı zamanda devlet de, meşruiyetini kaybetmektedir. Çaresizlik içindedir ve bu yüzden halk cephesini daraltmak, halkın birliğini parçalamak için her yolu denemektedir. Güncel gündemi budur. Provokasyonları hep buna yöneliktir. Bu durumu iyi gözlemlemeli, buna uygun halkı birleştirici, düşman güçlerini parçalayıcı, onları saflaşmaya itici politik tavır alışlar içinde olmalıyız. Çaresizlik ve çırpınışını sürdüren egemenlerin çözülüşünü hızlandırıcı, halkın "yönetilmek istememe" duygularını güçlendirici bir eylem çizgisi içinde olmalıyız. Bunu sürdürürsek, attığı her yeni adım içinde ve dışında çatlamalara yol açacak, tüm kesimleri devrim ya da karşı-devrim arasında tercih yapmaya zorlayacaktır. Umutsuzluğu umuda, yılgınlığı cesarete dönüştürecek olan halkın savaşıdır. Faşizme karşı olan tüm kesimleri bu savaşa toplamalı, halkın cephesini en geniş zeminlere yayabilmeliyiz. Çözülmeyi hızlandırmak, safları belirginleştirmek için vurmalı, daha şiddetli, daha yaygın vurmalıyız. Her türlü olanağı silah haline getirip, düşmana tüm cephe boyunca soluk aldırmamacasına vurmalı, faşizmi savunan tüm kesimler bizi karşılarında bulabilmelidir. SIRA HERKESE GELECEK Kayıplar konusunda sof, başlangıçta uzunca bir süre sessizliğini bozmadı. Bugün bazı siyasetlerin dışında bu sessizlik halen sürmektedir. Ancak, gelinen aşamada belirli bir mücadele çizgisi tutturan siyasetlerin de "sıra kendilerine geldiğinde" harekete geçtiklerini unutmamalıyız. Ne zaman faşizm kendilerini de hedeflemiştir, ancak o noktada bir şeyler yapma gereği duymaya başlamışlardır. Faydacılık, oportünist solu her konuda olduğu gibi bu konuda da atıl bıraktı. Düşmanın hamlelerini doğru tahlil edemeyen ve kendine güvensiz sol, gelişmelere kayıtsız kaldı hep. Ve sıra kendilerine geldiğinde ise neye uğradıklarını şaşırdılar. Daha düne kadar, yapılan onca çağrıya kulak tıkayanlar, birden bire çağrı üstüne çağrı yayınlamaya başladılar. Bugün, büyük bir çoğunluğu hala suskunluğunu koruyan sol, konumuz dışıdır. Bu siyasetler artık ciddi bir şekilde kendilerini sorgulamalıdırlar. Ancak bugün belli bir duyarlılık sergileyerek, kayıplar konusunda çeşitli eylemlilikler içine giren yapılar, her zeminde ortak paydalar yaratılarak güç birliği yapabileceğimiz güçlerdir. Bunlar dışında kalan, hala sessizliğini koruyanları da mücadele arenasına çekmek için gereken çabayı ve sabrı göstermeliyiz. Herkesle paylaşabileceğimiz şeyler vardır. Her türden demokratik kitle örgütlenmesinde, mesleki kuruluşlarda, mücadele alanlarında ortak programlar çıkarabilmeli, herkesin yapabileceği bir şeyler olduğuna inanarak hareket etmeli ve bunu kanıtlamalıyız. Faydacılık bu gelişmeler içinde oportünist solun nükseden hastalığıdır. İnfaz ve kayıplar karşısında başlangıçtaki vurdumduymazlık bunun bir ifadesi olduğu gibi, bugün kayıplar ve infazlar konusunda kendilerinden onlarca hatta yüzlerce kat fazla kayıp vermiş yapılar ve isimleri "hasbelkader" liste ve gündemlerine almaları da bunun yansımasıdır. Ancak dışımızdaki solun bu zaafına prim verilmeden, birlik zeminleri zorlanmalıdır. Sözünü ettiğimiz solun durumu buyken, şimdilik faşizmin kaybetme ve infaz hedefleri arasına girmeyen küçük burjuva aydınlarımız ise, eylemsizliklerini sürdürüyorlar. Ne yardan, ne serden geçen aydınlarımızın dönem dönem verdikleri destek de "dostlar alışverişte görsün"ün ötesine geçmedi. Popülarite avcısı bu kesimlerin ağırlıklı olarak yazılı verdikleri destek de daha çok "duygusal" temelde olmuştur. Özellikle kayıplar konusunda döne dolaşa duygulara hitap ilerek, misyonlarının bir adım ötesine geçememişlerdir. Yakınları kayıp olanların duygularını ticari malzeme haline getiren ve onları eyleme itmeyen bu tavırlarından hala da vazgeçmiş değillerdir. Kendilerine soru sormayı, sorgulamayı aklının köşesinden bile geçirmeyen, her şeyi "zorunda bırakıldıklarla açıklama alışkanlığı edinmiş bu kesimlerin, halka yönelik saldırıda bu denli meşru zemini bile kullanamayışları geldikleri noktayı özetler mahiyettedir. Oysa aydınlarımızın unutmaması gereken şeyler vardır. "Sıra" kendilerine de gelecektir. Hitler Almanya'sında yaşananlar çokça biliniyor. Latin Amerika oligarşilerinin rahipleri bile hedef almış olması, sıranın kendilerine haydi haydi geleceğinin somut işaretlerinden birkaçıdır. "Seslerini duyup ellerinden tutacak" güçler birer birer katledilip, kaybedilirken, basit de olsa tepkisiz kalan aydınlarımız, gelecekleri konusunda şimdiden kaygılanmalıdırlar. Faşizm onları hedefleyecektir. Devrimciler açısından, aydınlarımıza tarihsel, toplumsal görevlerini hatırlatmak onları görevlerini yerine getirmeye çağırmak güncel görevdir. Onlara, sürecin dışında olmadıkları, yükümlülükleri hatırlatılmalıdır. Küçük burjuva aydınlar da, saflaşmaya başlamalı, kendilerini bir cepheye taşıyacak sarsıntılar geçirmelidirler. Onları halkın saflarına katmanın yolları bulunmalıdır. Bıkmadan anlatmalı, gitmeli ve somut yapılabilecekler konusunda ısrarımızı sürdürmeli, kaçabilecekleri hiçbir yer bırakmamalıyız. YDH ve Galata işgalcileri tutuklandı Aileler: "Gerekirse biz devam edeceğiz" YDH işgalinden gözaltına alınan devrimcilerin aileri çocuklarına herkesin gözleri önünde işkence edilmesini protesto ederek evlatlarına sahip çıktılar. "Kanlı Gömlekler Sizin Çocuklarınızın Olsa.." 15 Temmuz'da siyasi şubeye evlatlarını sormaya giden ailelere evlatlarının kanlı gömlekleri verildi. Kanlı gömlekleri görünce polislere tepki göstererek "Bu gömlekler sizin çocuklarınızın olsa ne yaparsınız" diyen aileler aynı gün saat 20.00 sıralarında Nurtepe Hüseyin Aksoy parkında toplanarak, ertesi gün insan hakları derneği'nde yapacakları basın açıklaması için halka çağrı yaptılar. Aileler, 16 Temmuz Pazar günü, İHD'de yaptıkları basın açıklamasında, gözaltında kaybedilen 300'ün üzerinde insanın durumlarından haberdar olmak isteyen, bunun için YDH İstanbul İl binasını işgal eden evlatlarının işkence yapılarak gözaltına alındıklarını belirttiler. Aileler açıklamalarında, "Bizler polis tarafından gözaltına alınan insanların nasıl bir tutumla karşı karşıya kaldıklarını gayet iyi biliyoruz. Zira YDH işgalinden alınan evlatlarımızın doktor raporları ve girişimlerimiz sonucu ele geçirdiğimiz kanlı gömlekleri bunun en açık belirtisidir" dediler. İşgalciler Tutuklandı 13 Temmuz günü YDH işgalinden gözaltına alınanlar 18 Temmuz günü DGM Savcılığına çıkarıldılar. Savcılıkta ifadeleri alındıktan sonra mahkemeye bakacak hakim olmadığı gerekçesiyle Savcılık eliyle tekrar polise teslim edilerek işkencehaneye geri gönderildiler. 19 Temmuz Çarşamba günü DGM'ye çıkarılan Mahir Karaçam, Ali Değerli, Fikret Korkmaz, Barış Arslan, Bülent Güzel ve Tekin İme tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Aynı gün Galata Kulesi işgalinden gözaltına alınan devrimciler de DGM'ye çıkartılarak tutuklandılar. "Evlatlarımızı Tutuklayanlar Kayıplardan, Katliamlardan Yanadır" YDH veGalata Kulesi işgallerinden gözaltına alınarak tutuklanan devrimcilerin aileleri 20 Temmuz Perşembe günü Nurtepe Hüseyin Aksoy Parkı'nda toplanarak basın açıklaması yaptılar. Tutuklanan devrimcilerin aileleri ile TİYAD ve Özgür-Der'lilerin basın açıklaması polis tarafından engellenmeye çalışıldı. Polisin tüm engelleme çalışmalarına rağmen yapılan basın açıklamasında aileler, "Halka karşı suç işlemeye devam eden devlet, dün DGM'ye çıkarılan evlatlarımızın 14'ünü tutuklayarak suçunu sürdürdü. İstiyorlar ki; kayıpların, katliamların katillerinden hesap sormayalım, katillerin elleri soğutulmasın. Her gün evlatlarımızdan birini daha katletsinler, kaybetsinler. Hayır! Buna izin vermeyeceğiz. Evlatlarımıza sahip çıkacağız, yaptıklarının doğru olduğunu haykıracağız. Gerekirse onların bıraktıkları yerden biz devam edeceğiz." dediler. Basın açıklaması bittikten sonra aileler dağılırken TİYAD Başkanı Oya Gökbayrak, Atılım Gazetesi muhabiri ve Çağlayan'dan 4 kişilik bir ailenin yolu kesilerek polis tarafından gözaltına alınmaya çalışıldı. GözaJtına alınmaya çalışılan insanları halkın sahiplenmesi sonucu polis geri adım atarak çekilmek zorunda kaldı. Nurtepe halkı gözaltılara izin vermemek için aileleri gidecekleri yerlere kadar götürerek büyük bir sahiplenme örneği sergiledi. Gözaltına alınırken ve gözaltında gördükleri işkence nedeniyle Taksim Hastanesi Acil Cerrahi servisine kaldırılan 9 işgalcinin muayenesinde saptanan bulguları aynen yayınlıyoruz: 1-Olcay BULUT (1975 doğumlu): Kulak kepçesinde kesiklik, sırt ve gözde bant şeklinde morluk, bacakta yuvarlak morluk var. 2-Mahir KARAÇAM (1975 doğumlu): Sol şakak, boyun, sol ve sağ kürek, sırt ortasında, belde pek çok bant şeklinde morluklar. 3-Ali DEĞERLİ (1972 doğumlu): Şakakta morluk, sol kürek üstü, sol uyluk, sol bacak, sol kol, boynun sol altı, göz kapakta morluk, dudakta şişlik, kafada 3 cm.'lik kesik, sol elde kırık. 4-Aşur TAVŞAN (1972 doğumlu): Sağ omuz, sol kürek kemik üstü.sırtta morluk, üst dudak sıyrtk, kafada kesik, sol bacak uylukta morluk. 5-Gülsare AKKUŞ (1978 doğumlu): Sol kürek kemik üstü, sol kol, bel, sağ-sol kalça, sırtta gelişen bant şeklinde morluk. 6-Fikret KORKMAZ (1977 doğumlu): Sağ omuz, sol kürek üstü, bel, kol, sırtta morluklar, sağ uyrukta kızarıklık. 7-Barış ARSLAN (1977 doğumlu): Kafasında cilt altı kan toplanması (şişlik) sağ omuzda, sol kürek kemik üstü, sırtta iki adet morluk. 8-Bülent GÜZEL (1975 doğumlu): Sol kolda, sırt, sağ kalçada bant şeklinde morluk, sağ parmakta morluk var. 9-Tekin İME: (1977 doğumlu): Boyun arka bölge, sağ ve sol kürek kemik üstü, sırtta bant şekilnde morluklar var. Tutsak yakınları serbest bırakılsın Gözaltında kayıpların, katliamların ve işkencelerin sorumlusu olan kontrgerilla devletinin halkların mücadelesine karşı sürdürdüğü savaş cezaevlerinde de yansımasını buluyor. Kontrgerilla, Sağmalcılar Cezaevi'nde tutsakların sahiplenilmesine olan tahammülsüzlüğünü bir kez daha gösterdi. 12-13 Temmuz'da cezaevi polis tarafından kuşatıldı, bir kısım tutsak yakını gözaltına alındı, Ancak gözaltına alınanlar polis tarafından kabul edilmek istenmedi. Bunun üzerine aileler gözaltına alınanların isimlerinin açıklanması ve gözaltındakilerin serbest bırakılmaları için cezaevi müdürünün odasını işgal ettiler. Olayın tutsaklara ulaşması sonucu ailelerin direnişine destek vermek amacıyla tutsaklar sayım vermeyeceklerini açıkladılar. Daha sonra gece saat 02.30'da cezaevine gelen İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin, Başsavcı vekili, Jandarma Alay Komutanı, Tabur Komutanı, Cezaevi Müdürleri, Kontrgerilla şeflerinden Reşat Altay ve tutsak aile ve avukatları görüşmelere başladılar. Avni Bilgin'in ailelere ve tutsaklara "Gözaltına alınanların serbest bırakılacağına ve tutsak yakınlarına herhangi bir saldırı yapılmayacağına" dair söz vermesi üzerine tutsak yakınları eylemlerine son verdiler. Gelişen bu durum üzerine tutsak avukatları sabaha karşı 02.40 sıralarında aileleri evlerine bırakmak için dışarı çıktıklarında altısının yaşları 12-13 olan ve 20'si kadın olan toplam 26 tutsak yakınına kontrgerilla şefi Reşat Altay ve katil çetesi tarafından saldırılarak aileler gözaltına alındı. Konuyla ilgili olarak Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Metin Narin İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin'in verdiği söze rağmen polisin aileleri yerlerde sürükleyerek gözaltına aldığını ve bu ülkede Avni Bilgin gibi kişilerin değil, kontrgerillanın isteklerinin ge- çerli olduğunu düzen savunucusu olan Avni Bilgin'lerin işlerine yaradığı müddetçe kullanıldıklarını, ancak işleri bitince hiç düşünmeden bir kenara atabileceklerini, dolayısıyla göstermelik olan yargı-yasama ve yürütmenin Avni Bilgin'ler tarafından değil kontrgerilla tarafından yürütülmekte olduğunu belirtti. 15 Temmuz günü Eyüp Cumhuriyet Savcılığı sorgu hakimliğine çıkarılan ailelerden Fatma Alcan, Cemile Ayydıldız, Ali Ekber Bad, Güzel Boztaş, Kibar Saadet, Bilgi Camekan, Nurettin Erdek ve Kemal Erdinç tutuklanarak Sağmalcılar Özel Tip Cezaevine götürüldüler. Ayrıca tutsak yakınlarından Ayhan Mimtaş, Ulaş Çelik, Laser Fidan ve Songül Çiftçi Terörle Mücadele Şubesi'ne götürüldüler. Terörle mücadeleye götürülen tutsak yakınlarının küfür ve hakaretlere maruz kaldıkları ve yoğun işkence altında olduklarını kamuoyuna bildiririz. Kayıp ve katliamları protesto eylemleri çoğalıyor İSTANBUL 13 Temmuz'da Devrimci Halk Güçleri tarafından Nurtepe'de gözaltında kayıp ve infazlarla ilgili bir pankart asıldı. Pankartta "Gözaltında Kayıpların Hesabını Sorduk Soracağız-DHG" ibaresi yer alıyordu. Ayrıca aynı günün akşamı Devrimci Halk Güçleri tarafından bir gösteri yapıldı. 12-14 Temmuz katliamıyla ilgili olarakta "Çayan" mahallesi yazılamalarla donatıldı. İstanbul, 20 Temmuz günü DHKC-Devrimci Halk Güçlerinin astığı bombalı pankartlarla uyandı. İlk pankart sabah saat 07.00'de Çağlayan Dere'de asıldı. İki saat kadar asılı kalan bombalı pankart, halkın yoğun ilgisini çekti. DHKC-Devrimci Halk Güçleri imzalı pankartta "Kaybedilen 300 Masum İnsan Nerede? Katilleri istiyoruz, Yargılayacağız" yazılıydı. Yine aynı sabah saat 08.00'de bu sefer Çağlayan merkezdeydi. DHKC-Devrimci Halk Güçlerinin pankartı. "Yüzlerce Masumun Katilleri, Katliamlara Devam Ediyor. Katilleri Bulacağız, Yargılayacağız" yazılı pankart ancak bir saat sonra indirilebildi. Aynı sabah asılan diğer pankart ise Güzeltepe Açıkgöz sokağın meydanındaydı. Halkın ilgisini çeken ve üç saat asılı kalan bomba süsü verilmiş pankartta "Gözaltında Kayıpların Hesabını Soracağız" yazıyor, DHKC-Devrimci Halk Güçleri imzasını taşıyordu. 21 Temmuz günü Okmeydanı DHKC-Devrimci Halk Güçleri tarafından M.Şevket Paşa, Piyalepaşa, Hasköy ve Örnektepe mahallelerinde gözaitmda kayıp ve katliamlarla ilgili olarak "Katilleri Bulacağız, Yargılayacağız", "Gözaltında Kayıpların Hesabını Sorduk, Soracağız", "Kaybedilen 300 İnsan Nerede?" şeklinde yazılamalar yapıldı. ANKARA Ankara'nın birçok mahallesinde kayıp ve katliamlarla ilgili çok sayıda yazılamalar yapıldı. Önder Mahallesi'nde yapılan DHKC imzalı "Kayıpların Hesabını Soracağız, Yaşasın Halkın Adaleti" yazılamaları yapılırken, Taşocağı Mahallesi'nde "Kaybediien 300 İnsanımız Nerede?" şeklinde DHKC imzalı yazılamalar yapıldı. Ankara'nın Battalgazi mahallesinde gözaltında kayıplarla ilgili DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı. Yapılan yazılamaları "Gözaltındaki Kayıpların Hesabını Sorduk Soracağız, Yaşasın Halkın Adaleti, Kayıpların Hesabı Sorulacak" şeklindeydi. 17 Temmuz günü Ankara'da Çınçın Ülkü ocağı DHKC/Devrimci Halk Güçleri tarafından molotoflanarak tahrip edildi. Ayrıca Tepecik ve Hacettepe mahallelerinde de "Katliamların, İnfazların Sorumlularından Hesap Soracağız-DHG" imzalı yazılamalar yapıldı. İZMİR Kayıplara ve katliamlara karşı 20 Temmuz'da İzmir Çiğli'de yazılamalar yapıldı, bildiriler dağıtıldı. "Halka Kalkan Faşist Elleri Kırıyor, Kıracağız", "Gözaltında Kayıpların Hesabını Soruyor, Soracağız" gibi geniş çaplı yazılamalar Devrimci Halk Güçleri tarafından yapıldı. Ayrıca Çiğli'nin birçok yerinde dağıtılan bildiriler, açık alanda yapılan bir düğünde de halka dağıtıldı. Eylem halk tarafından sempati ve coşkuyla karşılandı. AVRUPA Kayıplar kampanyası çerçevesinde Avrupa'nın bir çok yerinde çeşitli etkinlikler yapıldı. Bu amaçla bir çok ülkede ve şehirde duvar yazılamaları ve pankartlamalar gerçekleşti. Devrimci Halk Güçleri tarafından stantlar açıldı ve imza kampanyaları düzenlendi. Türkçe ve Almanca olarak Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Avrupa örgütü tarafından el ilanları, bildiriler ve kuşlamalar yapıldı. Bu arada Özgür Halklar Komitesi tarafından hazırlanan ve kayıpların anlatıldığı Almanca ve Türkçe yazılı dosyalar standlarda yerini aldı. DHKC Avrupa Örgütü'ünün "Kaybedilen 300 insanımızın Hesabını Soralım. Katilleri Yargılayalım" başlığıyla yayınladığı bildiride ise şöyle denildi. "Vatanımızın evlatlarının, genç kızlarımızın, delikanlılarımızın, devrimci ve yurtseverlerimizin katillerini istiyoruz" "Vatanını seven, halkına bağlı herkesi, hangi düşünce ve inançtan olursa olsun göreve ve dayanışmaya çağırıyoruz" "Ülkemizin yüzkarası olan faşizmin suçlarına hep beraber dur diyelim" "insanlarımızın kaçırılmasına, kaybedilmesine, katledilmesine hep beraber dur diyelim" "Kaçırılıp kaybedilen yüzlerce insanımızı bulalım...Binlerce insanımızı katleden ve katletmeye devam eden katilleri bulup yargılayalım!" Dünya kamuoyu, bugün Bosna Hersek'te Srebrenica'dan Tuzla'ya uzanan yeni bir trajediye tanık oluyor. Bu trajedi, burjuva politikacıları tarafından, basın ve TV tarafından, çeşitli insan haklan örgütleri tarafından, dünya kamuoyuna "insanlık ayıbı olarak" sunuluyor. Hayır, eksik ve yanlış bir adlandırmadır bu. Srebrenica trajedisi, "insanlık ayıbı" değil, emperyalizmin vahşetidir, gerçek yüzüdür. BOSNA - HERSEK'TEKİ VAHŞETİN SORUMLUSU EMPERYALİZMDİR "Böl, parçala, yönet"; emperyalizm özellikle '80'li yılların sonlarından bu yana tüm ülkelere ve halklara karşı artan oranda bu planı uygulamaktadır. Dağılan Sovyetler Birliği topraklarında, Balkanlarda ve Yugoslavya'da son 4-5 yıldır bitmek bilmeyen savaşların temelinde bu politika ve plan vardır. Emperyalizm, ekonomik, politik, askeri nüfuzunu kullanıp milliyetçiliği ve şovenizmi kışkırtarak, halkları birbirine düşman ederek ve soysuzca birbirine karşı silahlandırarak bu vahşetin hazırlayıcısı olmuştur. Yugoslavya'nın parçalanmasını teşvik eden emperyalizmdir. Olayı tek başına Sırp vahşeti olarak görmek ve göstermek de emperyalizmin rolünü ve suçunu gizlemeye hizmet etmektir. Başta Sırpları hızla silahlandırıp sonra eşit olamayan güçlere silah ambargosu uygulayarak vahşete çanak tutan emperyalizmden başkası değildir. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, EMPERYALİZMİN KUKLASIDIR Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler dünya halklarına karşı alacakları tüm kararlarda uygulayacakları tüm yaptırımlarda Birleşmiş Milletler (BM) şemsiyesini kullanmayı kural haline getirdiler. En bariz haliyle Emperyalizmin Irak'a saldırısında yaşanan bu durum bugün de sürmektedir. "BM Barış Gücü" ise emperyalizmin savaşlardaki rolünü gizlemek için dünya coğrafyası üzerinde dolaştırılan bir piyonlar ordusudur. Bosna-Hersek'te "vahşetin seyircisi" olarak bulunmakta, emperyalizmin "dünya barışının hamisi" demagojisinin malzemesi olmaktan başka bir rol oynamamaktadır. DİNLER VE MİLLİYETLER İÇİN DEĞİL, EMPERYALİST ÇIKARLAR İÇİN KARDEŞ HALKLAR BİRBİRİNE KIRDIRILIYOR Bosna-Hersek'te süren savaş ne müslümanlık ya da Hıristiyanlık adına, ne de Boşnak'ların ya da Sırp'ların ulusal çıkarları adınadır. Boşnaklar, yüzlerle, binlerle katledilmekte, topraklarından sürülmektedirler. Savaşın görünürdeki kaybedenidirler. Peki, kazanan Sırplar mıdır? Hayır! Halkların birbirine kırdırıldığı bu savaşın tek kazananı emperyalizmdir. Boşnakları ezerek savaşı bitirdikleri noktada Sırplar da, bağımsız ve özgür bir Sırbistan'ın değil, emperyalizme tam bağımlı bir Sırbistan'ın "sahibi" olacaklardır. Çünkü bu savaş, iki taraf için de gerçek bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı olarak başlamamıştır. Çünkü bağımsızlık ve özgürlük savaşı, dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşarak verilir. Savaşın kazananı, emperyalizmin "halkları birbirine kırdırarak" ülkeleri ve halkları kendine muhtaç hale getirme politikasıdır. Bugün Boşnak'lar umutlarını emperyalizme bağlamışlardır. Sırplar emperyalizmin onay ve desteğiyle silahlanıp savaşabilmektedirler. Kazanan emperyalist silah tekelleridir. EMPERYALİZMİN OYUNCAĞI DEĞİL, BAĞIMSIZ BİRLEŞİK YUGOSLAVYA Halkların çıkarları birbirinin kanını dökmekte değil, emperyalist sömürüye, talana ve zorbalığa karşı güçlerini birleştirmektedir. Yugoslavya topraklarındaki halklar yıllarca bir arada yaşayabilmişlerdir. Bugün yaşayamamalarının tek nedeni emperyalist kışkırtma ve milliyetçilik-şövenizm batağıdır. Sırp'lar, Boşnak'lar, tüm Yugoslavya halkları Bağımsız, Birleşik bir Yugoslavya için emperyalizme karşı birleşmeli ve savaşmalıdırlar. Barış, Yugoslavya topraklarına ancak bu topraklardaki her görünüm ve biçim altındaki emperyalist güçlerin, halkların ortak direnişiyle kovulmasından sonra gelecektir. TÜRKİYE OLİGARŞİSİ BOSNA-HERSEK KONUSUNDA SAHTEKARCA VE İKİYÜZLÜCE DAVRANMAKTADIR Çiller hükümeti, CHP'si, ANAP'ı, RP'si, MHP'siyle düzen partileri baştan beri Bosna-Hersek halkının değil, emperyalizmin yanında olmuşlardır. Savaşı kışkırtan ve vahşetin sürmesini sağlayan başta ABD, Almanya ve Fransa olmak üzere emperyalistler olduğunu bilmelerine karşın, emperyalist efendilerine değil tavır almak, tek bir söz bile etmemiş, "Sırp Vahşeti" deyip, asıl sorumluyu gizleyerek, vahşetin sürmesine seyirci kalarak destek vermişlerdir. Onların "Bosna-Hersek halkının yanındayız" deyişleri de, Bosna halkı için toplanan paralara el koyacak kadar, açlıkla, hastalıkla yüzyüze olan bir halka ciddi tek bir yardımı göndermeyecek kadar ikiyüzlücedir. Türkiye faşist devleti, Bosna halkının yanında değildir. Çünkü kendileri emperyalizmin kuklasıdırlar. Çünkü kendileri faşisttir ve halklarımıza zulmetmektedirler. Emperyalizme karşı olmayanlar kendi halklarına zulmedenler, başka halkların destekçisi olamazlar. HALKIMIZ, Bosna-Hersek'teki vahşet karşısında tepkinizi, öfkenizi emperyalizme yöneltmelisiniz. "Sırp Vahşeti" em- peryalizmin desteğiyle gerçekleşmektedir. Emperyalizmi bu vahşeti sona erdirecek "kurtarıcı" olarak görenler ve gösterenler işbirlikçiler ya da emperyalizmin oyununa gelenlerdir. Emperyalizmin çıkarı savaşın sürmesindeydi bugüne kadar. Onun için de kılını kıpırdatmamıştır. Yarın "müdahale" ettiklerinde bu "barış" için, vahşeti sona erdirmek için değil, kendi çıkarları gerçekleşmiş olduğu için edecektir. Yani emperyalist silah tekellerinin kasaları yeteri kadar dolmuş, halkların kanı yeterince dökülmüş ve halklar arası düşmanlık tohumları yeterince yerleştirilmiş, halklar yeterince parçalanmış ve güçten düşürülmüş olduğundan "müdahale" edeceklerdir. Boşnak halkını emperyalizm değil, emperyalizm ve emperyalizmin işbirlikçilerine karşı direnmek kurtarabilir ancak. Bosna-Hersek halkını desteklemek, emperyalizmin vahşetine, Yugoslavya'daki tüm uşaklarına karşı çıkmak, direnmek ve savaşmaktır. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi olarak, Bosna-Hersek'te katledilen halkın, Srebrenica'da sürülen onbinle-rin acısını, halkımızın bu vahşete duyduğu öfkeyi paylaşıyoruz. Ve halkımızı, dünya halklarını, bu öfkelerini vahşetin, acıların asıl sorumlusuna yöneltmek için emperyalizme karşı savaşan devrimcilerin saflarına çağırıyoruz. Bosna halklarının dostları ne emperyalizm, ne Türkiye oligarşisi ne de müslüman olduğunu söyleyip, emperyalizimin uşağı olan Arap devletleridir. Bosna halkının tek dostu ezilen halklardır. Ezilen halklar birleşip emperyalizmin "böl, parçala, yönet" politikalarına karşı savaşmadıkça emperyalistler, dinler, mezhepler, milliyetler temelinde halkları birbirlerine karşı kışkırtacak, savaştıracak, güçten düşürecek, parçalayacaktır. Bugün Bosna'da yaşanan vahşetin sorumlusu emperyalizm ve onun işbirlikçisi Türkiye oligarşisidir. Halkımız ve bütün dünya halkları emperyalizme ve faşizme karşı birleşip savaşmadıkça emperyalizm Bosna'da olduğu gibi katliamın teşvikçiliğini, koruyuculuğunu ve destekçiliğini yapacak ve mazlum halklar ezilmeye devam edecektir. EMPERYALİZM, BALKANLARDAN ELİNİ ÇEKMELİDİR. EMPERYALİZM, MİLLİYETLER VE DİNLER SAVAŞI YARATARAK HALKLARI GÜÇSÜZ DÜŞÜRÜP EGEMENLİĞİNİ SÜRDÜRMEK İSTİYOR. BÜTÜN HALKLAR KARDEŞTİR. ORTAK DÜŞMAN EMPERYALİZMDİR. DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ Emperyalizmin gerçek yüzü: Srebrenica... 40 bine yakın kadın, çocuk ve yaşlı yollarda, savaşın içinde açlıkla, sıcakla savaşıyor, ölüyor, intihar ediyor. Dünya günlerdir TV ekranlarından bu trajediyi izliyor. Hem de emperyalist iletişim tekellerinin dünyaya dağıttığı görüntülerle. Emperyalizm kendi yarattığı vahşetinin filmini sunuyor dünya kamuoyuna. Ama TV ekranlarında tek bir suçlu görünüyor; Sırplar. Bosna-Hersek'teki savaş üç yılı aşkındır sürüyor ve Srebrenica, bu savaştaki ilk vahşet ya da trajedi de değil. Son da olmayacak. Zepa'da yaşayan 15 bin insanı da aynı akıbet bekliyor. Ve bu vahşetin sorumlusu tek başına Sırplar değil. Onlar daha çok uygulayıcıdır. Asıl sorumlu emperyalizmdir. SREBRENİCA EMPERYALİZMİN HALKLAR İÇİN KURDUĞU DÜNYANIN AYNASIDIR Emperyalizm dünya halklarını nasıl bir dünyada yaşamaya mahkum etmeye çalışıyor? Srebrenica'dan Tuzla'ya uzanan yol bu sorunun cevabıdır. Uzayı uydularla dolduran teknolojiye, yüzbinlerce askeri, tankı, topu üç-beş günde Irak sınırına yığabilen teknik kapasiteye rağmen, Srebrenica'dan kovulup yollara düşen 40 bin insanın açlığa, kilometrelerce uzayan yola karşı verdiği yaşama savaşı karşısında seyirci kalındığı bir dünyada yaşıyoruz... Balinaları kurtarmak için onlarca geminin seferber edilebildiği ve Srebrenica'da susuzluktan, evet yalnızca yeterli içme suyunun olmamasından dolayı da çocukların ölebildiği bir dünyada yaşıyoruz. Evet su, yalnızca su, 300 ton, 500,1000 ton su ulaştırılamıyor. Srebrenica'lı çocuklara. Çünkü, bu teknolojinin sahibi Emperyalizmdir... İnsan nasıl isyan etmez böyle bir dünya düzenine; eğer insansa! Emperyalizmin dünya halklarına verdiği ve verebileceği dünya, tüm adaletsizliğiyle budur. Petrole bulanmış bir karabatak için tüm dünyayı ağlatan emperyalizm, uyguladığı politikalarla binlerce çocuğu, susuz, ilaçsız bırakır; topları ve uçaklarıyla Ruanda'da, Bosna'da, Irak'ta, Azerbeycan'da yüzbinleri katleder, katlettirir. Emperyalizm ve işbirlikçileri dünya halklarının Emperyalizm çifte standartlı falan değildir. Tek standartı vardır onun, kendi ekonomik, politik çıkarları... Irak'a bunun için müdahale etmiştir ve bugün Sırplara da yine işte bunun için müdahale etmemektedir... Bosna-Hersek konusun da BM'i, NATO'yu emperyalist ülkeleri sadece "müdehale etmemekle" eleştirenlerin yanıldıkları ya da bilerek yanlış gösterdikleri nokta, yaşananın tek başına bir "Sırp vahşeti" olayı olmadığıdır. Bu savaşın arkasında ABD'si, Almanya'sı, Fransa'sıyla emperyalizm yardır. Savaşı kışkırtan, körükleyen, Sırpları silahlandıran onlardır. Bu sorumluluğu es geçilerek emperyalizme yöneltilen her eleştiri, özünde, emperyalist politikaların onaylanmasına, gerçek suçlunun gizlenmesine ve katliamların, trajedilerin sürmesine hizmet eder. ürettiği tüm değerleri gaspedecek, halkların onurunu ve bağımsızlığını çiğneyecek ancak öte yandan emperyalist efendiler yine de özgürlük, demokrasi ve barış savunucuları olarak kutlanacaklardır. Dayatılmaya çalışılan, BosnaHersek'teki savaşın, Srebrenica'daki trajedinin gerçek sorumlusu olan emperyalizmin, hala kurtarıcılık rolünü oynayabildiği işte böyle bir dünyadır. Emperyalizmin bu düzeninin kabul eden, emperyalizme karşı direnmeyip, tersine ona güvenip, geleceğini ve iradesini emperyalistlere teslim eden ülkelerhalklar-örgütler, bunun bedelini bir biçimiyle ödeyeceklerdir. Bu bedel bazen bir katliamdır, bazen bir trajedi, bazen kölece bir boyun eğişe zorlanmaktır. Şimdi Sırplara karşı direnmeye çalışan Boşnakların en büyük hatası da emperyalizme güvenmeleri, silahlarını onlara teslim etmeleridir. Srebrenica'ya uzanan tarjedide halklarının gerçek bağımsızlığını hedeflemek yerine, emperyalizmle işbirliğini esas alan Boşnak milliyetçilerinin de payı vardır. Bosna-Hersek bir kez daha göstermiştir ki, halkları milliyetçilik ve şovenizm batağında boğarak dünyayı teslim almaya çalışan emperyalizm, denize düşenin sarılacağı yılan bile değildir. Çünkü emperyalizm bugün dünyanın en öldürücü, en yıkıcı, en tehlikeli gücüdür. EMPERYALİZM SAVAŞLARIN SONA ERDİRİCİSİ OLAMAZ Emperyalizmin tüm olaylardaki "müdahale" politikalarını belirleyen kriter, çıkarları ve kendi dünya düzenidir. Emperyalizm Irak'a müdahale etmiştir. Çünkü Irak'ın girdiği Kuveyt, onun için petro-dolarlar demektir. Petrol şeyhleri üzerine kurduğu Ortadoğu statükosu demektir. Irak'ın Kuveyt'e girmesi bu statükoya darbedir. BosnaHersek'te şeyhler, dolarlar yoktur ve Bosna-Hersek halkının da emperyalizm açısından bir değeri yoktur. Emperyalizm açısından orada değerli olan savaşın kendisidir. Sosyalist sistemin çözülmesiyle birlikte, emperyalizm "böl-parçala-yönet" politikasını tüm tarihindeki en üst düzeye tırmandırma ve yaygınlaştırma imkanı bulmuştur. Emperyalizm bu politikayla "bir taşla birkaç kuş" vurmuş olmaktadır. Halkları birbiriyle kırdırarak bir yandan halkların tüm insan ve maddi kaynaklarını tüketip güçsüzleştirmekte ve onları ekonomik, politik her açıdan emperyalizme muhtaç hale getirmekte; bir yandan da halklar arasındaki savaşlar sürdükçe emperyalist ekonomiyi ayakta tutan silah sanayi sürekli işlemektedir. Keza, halklar arasındaki savaş ve suni çelişkilerin sürmesi, kalıcılaşması emperyalizmin işine gelmektedir. '80'li yılların sonuna kadar emperyalizmin silahlanmasının ve yeni-sömürge ülkeleri de silahlandırmasının gerekçesi olan "Sovyet Tehdidi", "Komünizm tehlikesi" yoktur bugün. Bu yüzden emperyalizm askerileşmiş ekonomisini ayakta tutmak için bölgesel savaşlara, gerginliklere daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiş ve hemen tüm Rusya, Balkanlar, Ortadoğu, Afrika, Asya politikaları bu ihtiyaca göre biçimlendirilmiştir. Halklar-ülkeler arasındaki bölgesel savaşların emperyalizm açısından böyle "hayati" önem kazandığı bir noktada, emperyalizmden savaşları sona erdirici "müdahaleler" beklemek, doğal ki, mümkün değildir. Ancak dünya kamuoyunu böyle bir beklenti içine sokmak da hep gündemde tutulan bir demagoji olarak, bu saldırgan, kışkırtıcı, aşağılık "halkları birbirine kırdırma" politikasını tamamlayan bir par- M-L'ler, Devrimciler, Demokratlar, Aydınlar, çadır. Emperyalistler bu anlamda zaman zaman, dünya kamuoyunun gözünde "dünya barışının güvencesi" oldukları aldatmacasını sürdürebilmek ve denetimi hep ellerinde tutabilmek için -onbinlerce, yüzbinlerce insan öldükten, silah tekelleri kasalarını "yeterince" doldurduktan sonra- çeşitli müdahalelerde bulunmakta, ancak bir yerde bir savaşı sona erdirirken bir başka yerde benzer bir çatışmanın) tohumlarını yeşertiyor olmaktadırlar. TÜRKİYE OLİGARŞİSİ BOSNA-HERSEK HALKININ DEĞİL, EMPERYALİZMİN YANINDA Bugün, hükümet, tüm düzen partileri ve oligarşinin burjuva basınındaki tüm sözcüleri koro halinde emperyalist ülkeleri müdahale etmemekle, çifte standart uygulamakla suçluyorlar. Emperyalizmin Irak halkına saldırısını "özgürlük" adına, "dünya barışı", "uluslararası hukuk" adına onaylayıp alkışlayanların bugün Bosna-Hersek halkına sahip çıkmaya herşeyden önce yüzleri yoktur. Hükümet bir yana, politikacılar bir yana, basındaki "sol"cu, "liberal", "demokrat" köşe yazarları, sağcı basının "müslüman" köşe yazarları nasıl alkışlamışlardı Irak'a müdahaleyi. Diktatörlerin dünyanın düzenini bozmasına izin verilemezdi!.. İzin vermeyen kimdi oysa? Emperyalizm. Bozulan düzen de emperyalizmindi. Bunların hiç biri o zaman, acaba Irak Kuveyt'e değil de, Kuveyt Irak'a girseydi, emperyalizm aynı özgürlük şampiyonluğuna soyunup, milyonlarca dolar masrafla yine seferber olup müdahale eder miydi? diye sormadılar hiç. Emperyalizm çifte standartlı falan değildir. Tek standartı vardır onun, kendi ekonomik, politik çıkarları... Irak'a bunun için müdahale etmiştir ve bugün Sırplara da yine işte bunun için müdahale etmemektedir... Bosna-Hersek konusunuda BM'i, NATO'yu emperyalist ülkeleri sadece "müdahale etmemekle" eleştirenlerin yanıldıkları ya da bilerek yanlış gösterdikleri nokta, yaşananın tek başına bir "Sırp vahşeti" olayı olmadığıdır. Bu savaşın arkasında ABD'si, Almanya'sı, Fransa'sıyla emperyalizm var- Srebrenica'daki trajedi yaşanırken, hükümet sessizliğini örtmek istercesine 1992den bu yana Bosna-Hersek'e 17 milyarlık ilaç vs. yardımı yapıldığını açıklıyor. Bosna-Hersek halkı için bir şey yapmadıklarını gizlemek için "birşeyler yaptıklarını kanıtlamaya çalışırken" bile gülünçtürler,politikalarındaki sahtekarlığı ele vermektedirler. Bu para, işadamının kızının düğününde verilen hediyelerin tuttarı kadardır. Bu kadar yanındadırlar Bosna-Hersek halkının. Srebrenica'da akıtılan kan, dünya halklarının kanıdır. Trajedi, halkların trajedisidir. Srebrenica'da yollara dökülen, aşağılanan, eza çekenler, halktır. Bosna-Hersek halkına sahip çıkmak, Bosna için topladıkları milyarları gaspedenlerin, emperyalizmin uşağı oligarşinin ve hükümetinin işi olamaz. Bosna, Azerbaycan ve benzeri yerlerde yaşanan katliamlar, gericilerin, faşistlerin din ve ırk sömürüsüne, onların halkların yaşadığı acıları kullanıp ülkemizde gericiliği ve şovenizmi körüklemekten başka amacı olmayan her türden istismarına terkedilemez. Tüm bu vahşetin, halkların kıyımının sorumlusu bellidir. Emperyalizmin halkları birbirine kırdırarak teslim almaya çalıştığı bu zeminde teşhir ve protesto etmek, halkları bu savaşları sona erdirmek için emperyaiizme karşı savaşa çağırmak görevimizdir. Dünya halkları arasındaki dayanışma için; emperyalist politikaları geriletmek ve bozmak için; emperyalizme karşı halkların güç birliği için ve ülkemizde gericilerin, faşistlerin bu halklara sahip çıkıyor görünmesindeki sahtekarlığın gericiliğin ve şovenizmin körüğü olarak kullanılmasını engellemek için; bu görevi omuzlamalı, pratiğimizde somutlamalıyız. dır. Savaşı kışkırtan, körükleyen, Sırpları silahlandıran onlardır. Bu sorumluluğu es geçilerek emperyalizme yöneltilen her eleştiri, özünde, emperyaTürkiye Halkları, Dünya Halkları; list politikaların onaylanAcıyla, öfkeyle, küfürle, kahırla izliyoruz Srebrenica'da yaşamasına, gerçek suçlunun nanları. Emperyalizmin dünya halklarına yaşattığı ve izlettirdiği gizlenmesine ve katliamlailk vahşet, ilk insanlık ayıbı değildir bu. Belki yarın da Zepa'da rın, trajedilerin sürmesine yaşanacak, öbürsü gün dünyanın ya da ülkemizin bir başka köhizmet eder. Türkiye oligarşisinin, hü- şesinde. Bu vahşete, bu insanlık ayıbına öfkemiz, küfrümüz, kümetinin, politikacılarının kahrımız, emperyalizme yönetmezse boşunadır. Öfkenizi, tepkida zaten Bosna-Hersek'te- nizi emperyalizme değil de, yanlış yerlere, halklar arasına, yeni, ki halkın katledilmesini ön- bitmeyecek düşmanlık tohumlan ekmeye yöneltenler bilin ki, lemek diye bir dertleri yokgerçek suçlular emperyalistler ve onların işbirlikçileridir. tur. Onlar da, "Sırp VahşeUnutmayın ki, gerçekte bir "insanlık ayıbı" değildir Srebreniti" diyerek emperyalist efendilerinin suçunu gizle- ca. Emperyalizmin ayıbıdır. Ve insanlık, ancak emperyalizmi mekte ve efendilerini "mü- durdurmak, yıkmak için savaşmadığında bu ayıbın ortağı otur. dahaleye" çağırıp kurtarıcı Halklar kardeştir. Düşman emperyalizmdir. Öfkenizi ve tepkiolarak kutsamaktadırlar. nizi suçluların, işbirlikçilerin saflarında boğmayın. Devrimcilerin Kamuoyu karşısındaki saflarında gerçek düşmana yöneltin. eleştirileri, "Bosna-Her- izin verdiği kadardır. sek'e" ilgileri efendilerinin Srebrenica'da yaşananlar karşısında iktidar virmeye çalışıyorlar. Her şeyi yakıp yıkarken nerdeyse sessiz, tepkisiz kalmış, her zamanki tiyatroda hep yapan, kuran, kurtaran maskesiyle dogöstermelik girişimlerinden bile geri durmuştur. laşmak istiyorlar. Ama katledilen, katledilmeye deAnlaşılan o ki emperyalizm öyle istemiştir. vam edilen yüzbinlerin cesetleri, yaşanan insanlık İktidarın ve düzen partilerinin sözcüleri "Bosnatrajedileri orta yerdedir, hiç bir dekorun, hiçbir seHersek'li müslüman kardeşlerimizin yanındayız" naryonun gizleyemeceği kadar çokturlar. Emperyaderken yalan söylemektedirler. lizmle ve işbirlikçi yönetimlerle uzlaşarak, onların Srebrenica'daki trajedi yaşanırken, hükümet adeta düzenine, kurallarına tabi olarak hiç bir halkın basessizliğini örtmek istercesine 1992'den bu yana ğımsız olma, özgür yaşama, mutlu olma hakkı yok Bosna-Hersek'e 17 milyarlık ilaç vs. yardımı yapıldı- bu dünyada. Bu hak ancak, emperyalizme, onun ğını açıklıyor. Bosna-Hersek halkı için bir şey yapbeslediği saldırganlara direnilerek kazanılabilir. Yemadıklarını gizlemek için "birşeyler yaptıklarını kani bir dünyayı yapacak, kuracak tek güç halkların nıtlamaya çalışırken" bile gülünçtürler, politikalarınkendisinden başkası değildir. Bosna-Hersek halkıdaki sahtekarlığı ele vermektedirler. Bu para, işadanın yaşadığı vahşetin ve trajedinin bitmesinin de mının kızının düğününde verilen hediyelerin tutarı başka bir biçimi yoktur. kadardır. Bu kadar yanındadırlar Bosna-Hersek halkının. Sürgünde Kürt Parlamentosu'na ev sahipliği yaptı diye, DHKC'ye büro açma izni verdi diye şu ya da bu ülkeyi "kırmızı liste"lere alan oligarşi, örneğin Sırplara silah veren Almanya'ya böyle bir tavır almayı aklından geçirmiyor elbette. Sırp vahşetinin bu kadar karşısındadırlar. Emperyalizm ve işbirlikçisi yönetimler, dünyayı büyükçe bir tiyatroya çe- Dört Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağı özgür O, duvar o, duvarlarınız vız gelir bize vız... Dört Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağı 17 Temmuz günü gerçekleştirdikleri firar eylemiyle özgürlüklerine kavuştular. Ali Rıza Kurt, Tevfik Durdemir, Celalettin Ali Güler ve Bülent Pak şimdi oligarşinin duvarları dışındalar. Buca Cezaevi"nde Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsaklarının tutuldukları "Yeni Bölüm" adlı kısımdan ziyarete çıkmak üzere ayrılan 4 Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağı, devrimci kararlılık ve yaratıcılıkla bir kez daha oligarşinin karanlık zindanlarının kapılarını özgürlüklerine kavuşmak üzere açtılar. Devrimlci tutsakların özgürlüklemeleri değildi bu. Buca Cezaevi'n deki devrimci tutsaklar bir çok kez firar eylemleri örgütlemeye çalışmışlar ancak bunlar çeşitli nedenlerle gerçekleştirilememişti. Her firar denemesi sonucu devrimci inanç ve kararlılıkla yeni bir mızın da asla kuşkusu olmasın" derken devrime ve halka olan bağlılıklarını kavgaya ve özgürlüğe olan inançlarını haykırıyorlardı. Yine aynı açıklamalarında şöyle sesleniyorlardı. "Bir gün dağlarda kentlerde ama mutlaka cephelerde görüşeceğiz" Bu sözler devrimci tutsaklar tarafından boşuna söylenmedi. Onlar 12 Mart faşizminin zindanlarını aşarak özgürlüğe koşan Mahir'lerin, Ulaş'ların soyundan geliyorlardı. Onlar cezaevlerini sınıflar mücadelesinin bir parçası olarak ele alan anlayışın temsilcileriydiler. Onlar her zindanın mutlaka bir çıkış yolu vardır diyenlerdir. Devrimci tutsaklar en doğal en meşru hakları olan özgür olma haklarını kullandılar. Bu özgürlük tutkusu inancın, kararlılığın ve mücadeleye olan bağlılığın ifadesiydi. Dört Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağının özgürlük eylemi devrime ve halka olan inancın zaferidir. Devrime ve halka olan inançlarını hiçbir zaman yitirmeyen tüm duygularını ve yaratıcılıklarını devrime yönelten Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsakla- yapma bahanesiyle gelen polis, evde bulunan akrabalarından Satılmış Isıtır ve eşi Teman Işıtır'ı bir odaya sokarak 3 polisi başlarına bıraktı. Daha sonra gazetemiz çalışanlarından Sümbül Gösteriri sorma bahanesiyle anne ve babasına silah kabzasıyla, tekme, tokat ve küfürlerle saldırdılar. Anne Meral Gösterir'in ağzına silah dayayıp "Devlet bu silahı bize sizi öldürmemiz için verdi" diyerek tehditlerle saldırılarını sürdürdüler. Baba İsmail Gösterir'i yanlarına alan polisler polis aracında 1.5 saat boyunca elleri kelepçeli halde döverek ve hakaret ederek saldırılarını sürdürdüler. Dayak ve işkence sonucu vü- cutlarının her yerinde morluklar oluşan ve ayakta duracak halleri kalmayan muhabirimizin anne ve babası 18 Temmuz günü Adli Tıbba sevkleri için Bornova Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundular. Özgürlük eylemi sonrası, Buca Cezaevi'ne görüşe gidenlerden Ali Duru, Menekşe Kılınç, Turhan Kılınç ve ismini öğrenemediğimiz bir kişi ise şu anda gözaltında. Ana babalarımıza saldıran işkencecilere söyleyecek tek bir şey var: Yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz. Analarımızın ağzına dayadığınız silahınız da sizi kurtaramayacak. Analarımızın babalarımızın ahi yerde kalmaz, kalmayacak. Aydın Merkez Kapalı Cezaevi'nden Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağı Ümit İlter'in Özgürlük eylemiyle ilgili mesajını yayınlıyoruz: MERHABA, Dağlarda, şehirlerde ama bir gün mutlaka Cephelerde görüşme inancını hiçbir koşulda yitirmeyen özgür tutsaklarımızdan dördünü daha kurtuluş savaşımıza göndermiş olmanın coşkusunu taşıyoruz. özgürlük eylemi için kollarını sıvayan devrimci tutsaklar oligarşinin duvarlarını aşarak bir gün mutlaka zindanların ötesine geçecekleri inancını asla yitirmediler. 9 Şubat 1993'te Buca Cezaevi'nde sürdürülen özgürlük eylemi sırasında açtıkları 23 metrelik tünelin bulunmasından sonra yaptıkları açıklamada Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsak'arı "And içiyoruz ki bir gün mutlaka bu duvarları delip geçeceğiz, bundan dostun da, düşmanları- rının özgürlük eylemi duyulur duyulmaz karşı-devrimci cephede panik ve korku devrimci saflarda ise büyük bir coşku yaşandı. Özgürlük Eylemi Sonrası Polis Saldırısı Firarları hazmedemeyen polis hemen her firar sonrası azgınca saldırır, çevrede bilinen insanların evlerine baskınlar düzenler. İzmir polisi de öyle yaptı. Aynı gece Kurtuluş gazetesi çalışanlarından Sümbül Gösterir'in evine arama Rıza, Celo, Tevfik, Pak... Hepsinin yüreklerine öfkemizi, inancımızı, özlemlerimizi yükledik. Şimdi kentlerin sokaklarında, dağların patikalarında, fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, varoşlarda, ama illa kî Cephelerde onlarlayız. Umutlarımız, nehir olup taşarak denizlere kavuştu onlarla... Mahirlerden, önderimizden bu yana bir kez daha duvarları parçalayarak yüreğimizi kabarttılar, onurumuzu, coşkumuzu güçlendirdiler. Ve bir kez daha özgürlük tutkusunun Parti-Cephe ailesinin bir geleneği olduğunu somutladılar. Örnek oldular. Sefam olsun, oligarşi için ölüm kabusu, halklarımız için coşku olan dörtlere. Selam olsun, özgürlüğe bayrak bayrak koşanlara. Selam, olsun bir gün mutlaka diyen özgür tutsaklara... Çok yönlü bir savaşın içindeyiz. Düşman, yalnız silahlı mücadele cephesinde değil, her cephede halka karşı acımasız bir savaş yürütüyor. Kan döküyor, cana kıyıyor, zorbalık yapıyor. Emperyalizm ve oligarşi, devlet denilen baskı aygıtının tüm olanaklarını bu savaşı kazanmak için seferber edip, eğitim kurumlarından tutun da, Sağlık alanına, Ordusundan Maliyesine tüm yapılarını bu savaşın birer elemanı haline getiriyor. Diğer bir deyişle düşman, her şeyi silah haline getiriyor. Terör, yalan, demagoji, tehdit ve gözdağı bu savaşın değişmez elemanları. Düşman bu silahları en verimli tarzda kullanıp, en kısa sürede mümkün olan en büyük kazancı elde etmeyi hedefliyor. Emekçi halkı ve devrimcileri korkutmak, yıldırmak ya da hareketsiz bırakmak için kimi zaman "ibret-i alem" için en vahşi eylemleri düzenlerken, kimi zaman da "mağdur" rollerine soyunuyor. Silahlarını koordineli kullanmak ve eş güdümü sağlamak için önlemler alıyor, yeni kurumlaşmalara ve düzenlemelere yöneliyor. Bir yandan infazlar, katliamlar ve kaybetmelerle savaşını sürdürürken, diğer yandan "hedef kitle"nin ruh halini ve eyleminin geldiği boyutu değerlendirerek psikolojik savaşın en kirli yöntemlerine başvuruyor. Ya eylemi gizleme yoluna gidiyor ya da sıkıştığı noktada yalan ve demagojilerle eylemini haklı çıkaracak zemini oluşturmak için basınTV vb. araçları kullanıyor. Özellikle devrimcileri yıpratmak, kitlelerden yalıtmak, moralman geriletmek, halkın devrimcilere duyduğu ilgiyi köreltmek ve cesaretini kırmak için her türlü araç ve yöntemi devreye sokuyor. Halkın değerlerini sınır tanımaksızın istismar ediyor, kirli ve hayasız bir savaş yürütüyor. Aracın bol, yöntemin sınırsız olduğu bu koşullarda bile savaş, kendi ilke ve kurallarını dayatarak düşmana ancak geçici başarılar kazanma hakkı tanıyor. Çünkü savaşın sonucunu belirleyecek olan temel kıstas haklı olup olmama durumudur. Teknik üstünlük de önemli bir faktördür ama, sonucu etkileyen faktörlerden biri olmaktan öte bir anlam taşımaz. SİLAHLARIMIZI KUŞANMA ZAMANIDIR Savaş, iradeyi karşı tarafa kabul ettirmek mücadelesi olarak kısaca özetlenebilir. Bir kez başladıktan sonra önünü almak, sonuçsuz bırakmak mümkün değildir. Ya yok olacaksındır, ya da kazanacaksın. Bunun bir üçüncü yolu yoktur. Neden savaşıyoruz, haklı bir nedenimiz var mı? Kime karşı savaşıyoruz? Hedefimiz kimler ve nelerdir? Savaşırken hangi araç ve yöntemleri kullanacağız? Düşmana karşı avantaj ve dezavantajlarımız nelerdir? Evet, tüm bu soruların cevaplarını vermeli ve daha önemlisi bu cevaplar birbirini tamamlar nitelikte olmalıdır. Çünkü ne sadece haklı olmak yeterlidir, ne de uygun silahlara sahip olmak. Ne sadece hedef- lerimizi doğru seçmemiz yeterlidir ve ne de ciddi avantajlara sahip olmamız. Tarihsel olarak haklıyız ve bilim de bizden yana. Bu noktada yaptığımız tahliller ve stratejik hedefimiz doğrudur. Hayatta da bu doğruluk defalarca kanıtlanmıştır. Asıl tartışılması gereken konu bugün için bu değildir. Devrime giderken hangi araçları ve yöntemleri kullanmamız gerektiği ve hedefimizin kimler ve neler olduğudur. Tartışmamız gereken silahlarımızın neler olduğu, neleri silah haline getirebileceğimiz ve hangi hedeflere yönelteceğimizdir. Psikolojik, fiziki ve ideolojik boyutuyla süren savaşımızda, düşmanımızın hangi silahlarla üzerimize geldiğini hepimiz görüyoruz. Faşizm, tankıyla, topuyla, uçağıyla, panzeriyle, yalan ve demagojileriyle, dedikodu ve söylentileriyle, mahkemeleriyle, bürokratlarıyla, basınıyla, televizyonuyla her şeyi tek merkezden güdümlü hale getirerek saldırıyor bizlere. Faşizmin en büyük dezavantajı, devasa teknolojik ve fizik üstünlüğüne rağmen, tüm benliğiyle zaferi kazanmaya kilitlenmiş, haklılık ve meşruiyetine inanmış, tüm fizik ve ruh kapasitesini mücadele alanlarına taşımış "insan" faktörüne sahip olmayışıdır. Geçici başarılarına rağmen, onu nihai anlamda yenilgiye götürecek olan olgu burada saklıdır. Örnek vermek gerekirse, bugün dünyada milyonlarca İnsanı kendine bağlamış ve savaşa sürmüş olan emperyalizm, 75 gün kendisi için ölüme yatabilecek, santim santim ölüme giderken bile davasından dönmeyecek ya da son anında, o en değerli varlığını yitirmeye birkaç saniye kalmışken bile yarasına bandığı eliyle duvara inancının adını yazabilecek bir tek insan çıkarabilir mi? Cevap hayırdır. Düşmanın büyüklüğü kafasına ilk taşı yiyen polis şefi gibi koftur. Onu, böylesine silahlanmaya iten güç işte bu zayıflığı ve "silahsızlığı"dır aslında. Çünkü onlarda ozanın dediği gibi: "...İnsanlar makineleri değil, makineler kullanır insanı". Onu yine böyle saldırganlaştıran neden ise, hiçbir haklı gerekçeye sahip olmamasıdır. Dolayısıyla, insanları inandıramamaktadır. Kendine, çıkarsız, salt inançla bağlanmış tek bir insan bulamamaktadır. Bu nedenle her yeni örgütlediği insan, her yeni icat ettiği silah ve teknoloji er ya da geç kendini vuran silaha dönüşmektedir. Ve bü kaçınılmazdır. Faşizme karşı yürüttüğümüz savaşın en temel öğesi insandır. Bu silahı iyi değerlendiren ve doğru yönlendiren gücün zafere ulaşamaması mümkün değildir. Kararlı insan iradesinin önüne hiçbir bir güç geçemez ve bu güç asla durdurulamaz. En göz kamaştırıcı silahların bile insan iradesinin ürünü olduğu ve yine insan tarafından kullanılıp yönlendirildiği düşünülecek olursa olay sadeleşir. Kararlı insan iradesi derken, tüm yeteneklerini savaşa sürme kararlılığına sahip insandan bahsediyoruz. Silah derken de çapı, azami ve etkili menzili şu kadar, şu kadar diye resmedebileceğimiz tabancayı, tüfeği kastetmiyoruz elbette. Mutlaka bunlar da birer silahtır. Ancak tek başına yetersiz ve etkisizdir. Bu anlayış kısır bir anlayıştır. Oysa hepimiz daha doğuştan itibaren silah haline getirebileceğimiz yeteneklerle doluyuz. Bir bakışımızın, bir susuşumuzun, bir sloganımızın, bir haykırışımızın bile yeri ve zamanı iyi seçildiğinde en kuvvetli silahlardan daha etkili sonuçlar yarattığını kim yadsıyabilir? Şubedeki susuşumuzun, dişimizi sıkışımızın, dik duruşumuzun, göz bandı indirme kararlılığı gösterişimizin yarattığı etkiyi getirelim gözlerimizin önüne. Kaleme aldığımız bir bildirinin, yaktığımız bir türkünün, oturup-kalkışımızın, temiz ve disiplinli yaşam tarzımızın yarattığı etkiyi başka hangi silahla sağlayabiliriz? Vietnam halkının 1.5 milyonluk ve her türden yüksek teknoloji ürünü silahlarla donanmış Yankee'lere karşı yürüttüğü savaşta nelerin silah haline getirildiğini ve ne büyük sonuçlar yarattığını hatırlayalım. Bu savaşta, cangılların insanı saklama özelliğinden, coğrafya bilgisine, zehirli yılanlardan, dışkıların renkleri hakkındaki bilgiye kadar her şey ama her şey cepheye sürülmüş ve ABD'li insan avcılarına bugün hala üzerlerinden atamadıkları "sendromun" ilk tohumları atılmıştır. Ülkemizde de savaş böylesine küçük silahların birleşmesi sonucunda kazanılacaktır. Hiç kimse, zafer öncesinde emperyalizmle benzer ve eşit silahlara sahip olacağımızı tasavvur etme- Psikolojik, fiziki ve ideolojik boyutuyla süren savaşımızda, düşmanımızın hangi silahlarla üzerimize geldiğini hepimiz görüyoruz. Faşizm, tankıyla, topuyla, uçağıyla, panzeriyle, yalan ve demagojileriyle, dedikodu ve söylentileriyle, mahkemeleriyle, bürokratlarıyla, basınıyla, televizyonuyla her şeyi tek merkezden güdümlü hale getirerek saldırıyor bizlere. Faşizmin en büyük dezavantajı, devasa teknolojik ve fizik üstünlüğüne rağmen, tüm benliğiyle zaferi kazanmaya kilitlenmiş, haklılık ve meşruiyetine inanmış, tüm fizik ve ruh kapasitesini mücadele alanlarına taşımış "insan" faktörüne sahip olmayışıdır. Geçici başarılarına rağmen, onu nihai anlamda yenilgiye götürecek olan olgu burada saklıdır. melidir. Bu mümkün değildir. Kullanım yeri ve zamanı iyi seçildiğinde en etkili silahlardan biridir bedenimiz. Unutulmamalıdır, '80 cuntası sonrası toplumsal muhalefetin kıvılcımı, silahların namlularından çıkan ateşle değil, can pahasına yürütülen ölüm orucu ile çakılmıştır. Ve o kıvılcım bugün, yüzbinlerin elinde silaha dönüşmüştür. Bu eylem, olanakların neredeyse sıfırlandığı noktada bile neler yapılabileceğinin, nelerin silah haline getirilebileceğinin örneğidir. Amacımız silahlanmaktır. Düşmanı kahredecek, yakacak, yıkacak, elini kolunu bağlayacak silahları bulup çıkarmaktır. Düşmanı yenebilmenin, halk kitlelerini düşmana karşı ayaklandırabilmenin yolu, her savaşçının koşullarını değerlendirerek, hangi yetenek ya da aletedevatını düşmana karşı silah haline getirebileceğini düşünmesinden geçiyor biraz da. Ama asıl olarak bulunması gereken, düşmanı yok edecek silahlardır. Aksi düşünce, savaşçı niteliklerine sahip olmamakla özdeştir. Savaşçı daktilo yazarken de savaşçıdır, Kaleşnikov kullanırken de. Bomba imal ederken de savaşçıdır, şarkı bestelerken de. Önemli olan aynı savaş örgütünün farklı cephelerinde düşmana darbeler vurmak, saldırılarını püskürtmek, alternatif olabilmek, onu geriletmek ve imha etmektir. Bu ruha ve anlayışa sahip olunduktan sonra diğer konular ayrıntıdır. Bu ruha sahip olan bir insanın, bir tabancanın ya da bir RPG-7'nin nasıl kullanılacağını öğrenmesi birkaç saatlik bir çalışma gerektirir, hepsi o kadar. "Tetiği bilek değil, yürek çeker" özdeyişini akıldan çıkarmamalıyız. Kalemimiz, daktilomuz, sazımız, taşımız, sopamız, bıçağımız, tabancamız vb. her şey kullanana ve yöneltildiği hedefe göre anlam kazanır. Tek başlarına hiçbir şey ifade etmezler. Bir propaganda aracı ya da siyasi gerçekleri kavratma aracı olarak her şey ama her şey silaha dönüştürülebilir. Düşmanın oyunlarını bozmak, ataklarını boşa çıkarmak, silahlarını etkisiz kılmak için çevremize şöyle bir baktığımızda onlarca hatta yüzlerce böyle silahla karşılaşabiliriz. Devrimci savaşımızın, halk kitlelerini de savaştıran, onları savaşın asli unsurları haline getiren bir anlayışa sahip olduğunu unutmayalım. Karşı-devrimin, devrimi boğmak için her türlü araç ve yöntemi kullandığı süreçte, devrimciler ellerindeki tüm silahları, tüm mücadele yöntemlerini kendi zenginlikleri içinde kullanmalı, düşmanı geriletmenin yollarını aramalıdır. Halkımızın olanakları sınırsızdır. Gazi'de, Nurtepe'de, Okmeydanı'nda Küçükarmutlu'da Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi önderliğinde gerçekleştirdiğimiz ayaklanmalar ve direnişler bugün bizlere önemli dersler sunmaktadır. Bu ayaklanmalar ve direnişler halkla bütünleşen devrimci önderliğin, düşmanın en zamansız ve en azgın saldırılarını en hazırlıksız olunan koşullarda bile nasıl püskürttüğümüzün somut örnekleridir. Halkımız ve devrimciler ayaklanma günlerinde, otobüs duraklarından, yatak çarşaflarına, boş şişelerden pazar tezgahlarına kadar her şeyi düşmana karşı silah haline getirmiştir. Bu unsurlar, kararlı insan iradesi ile ve yetenekleriyle birleştiğinde bu dünyanın düşmana dar edilmesi işten bile değildir. Silah mı yok, bulacağız. Düşmanın belinde varsa ondan alacağız. Yakmak mı gerekiyor, araba depoları ne güne duruyor, patlatmak mı gerekiyor, hepimizin evinde tüpgaz var. Savaşın en temel gerçeklerinden biri acımasızlığı ve sertliğidir. Bu seyrin kendi içinde tereddüte, el titremesine yer yoktur. Özenli olma adına, hümanizm batağına saplanmanın ise, hiç gereği yoktur. Savaş, bedel ister. Bu bedeli yalnız bizler değil, herkes ödeyecektir. Yaşadığımız günlerde süreç, dev- rimcilerin önüne ciddi ve büyük görevler koymaktadır. Ayaklanmaları tüm ülke sathına yaymak, halkı kendi savaşına sahip çıkmaya çağırmak ve onlara örgütlenme modelleri sunarak pratik olarak öncülük etme görevi önümüzde durmaktadır. Oligarşi tükendikçe, çareleri birer birer eridikçe daha acımasızlaşacak ve savaşı tüm ülke sathına yayacaktır. Ancak gözden kaçırılmaması gereken, bu saldırganlık ve çırpınışın, onun halk kitleleri nezdinde meşruluğunu yitirme sürecini hızlandırması, dengelerin ve saflaşmaların yeniden ve yeniden gündeme gelmesidir. Sibel olayı canlı örnektir. Yeri ve zamanı iyi seçildiğinde ve doğru hedefe yönelindiğinde birkaç atımlık bir eylem bile oligarşinin siyasi temsilcilerini ölüp ölüp diriltmiş, derin krizler yaratmıştır. Adaletsizlik ve eşitsizlik karşısında halkın öfkesi en büyük silahımızdır. İnsanların öfkelerini akıtacakları kanalları ve yöntemleri bulup çıkarmak, onlara savaşabilecekleri örgütlü zeminler sunabilmek güncel görevimizdir. Faşizme karşı mücadele ve savunma komiteleri, halk komiteleri ve halk meclisleri bu yolda önümüze koyduğumuz örgütlenme modelleridir. Bugün ülkemizin pek çok yerinde sıradan bir olay ertesinde bile kitlelerin kendiliğinden ayaklanmalarına tanık oluyoruz sürekli. Ve iyi görülmelidir, bu Savaşçılık, yalnız tabanca, tüfek, bomba kullanmasını bilmek, silahlı birliklerde görev alıyor olmak değildir. Bu düşünce sığ bir düşüncedir. Savaşçılık ya da bizim "savaşçı" diye nitelediğimiz unsur, görevini layıkıyla yapan, dava adamı olmanın özelliklerini bünyesinde barındırabilen unsurdur. Devrim için tüm benliği ve olanaklarını devrime hizmet eder hale getiren unsurdur. Hangi alan ya da bölgede olursak olalım, hangi birimde görev yapıyor olursak olalım, "savaşçı"lığın tanımı değişmez. Gerçek savaşçı, yetenekleri ölçüsünde aldığı görevi tamamlamak için yanıp tutuşan, kendi cephesinde kullandığı "silahları" uygun yer ve zamanda, en azami sonucu alacak tarzda düşmana yöneltebilen kişidir. Elindeki silahı, düşüncesinin gücü haline getirebilendir. Silahı bir amaç değil, devrim yolunda bir araç olarak gören kişidir. Bilinçle yoğrulmuş moral güç, bizlere en güçlü silahları elde etmenin kapısını açacaktır. tepkiler direkt devleti hedef almaktadır. Ve bunu gerçekleştirenlerden bazılarının MHP'nin etki alanındaki halk kitleleri olduğu çarpıcı bir durumdur. Devlet bugün öylesine derin bir kriz içindedir ki, o en çok güvendiği ve yedekte tuttuğu ordusunu bile hiç de alışık olunmayan tarzda yeniden örgütlemeye girişmekte, klasik "vatan koruyan ordu", "tarafsız ordu" imajını bile terk etmeye başlamaktadır. Devletin bu en önemli kurumunun artık "halka karşı ordu" haline getirilmesi ayrıca önemli gelişmelerin habercisidir. Savaş daha kanlı bir hal almaya başlayacak, tüm ülke sathına yayılacak ve bütün pervasızlığıyla saldırılacaktır. Bu durumda savaşın yeni koşullarına hazırlıklı girebilmenin yolu halkı süratle örgütlemek ve daha önemlisi düşmana karşı silahlandırmaktır. Teknik ve silah anlamında halktan çok daha güçlü olan faşizmi yenmenin en önemli yollarından biri halkın yaratıcılığını açığa çıkartmaktır. Bu anlamda düşmanın bizden ileri olması mantıken mümkün değildir. Devrimi hayati bir ihtiyaç olarak kavrayan bir insanla, düzenin devamını salt çıkarı ve daha fazla kârı için savunan insan arasında yaratıcılık anlamında büyük farklar olacaktır. Sadece olayın bu yanıyla bile ne denli güçlü potansiyel silahlara sahip olduğumuz açıktır. Halktan öğrenmek ve onun yaratıcılığının önünü açmak, onu örgütlemenin yolunu düzleyeceği gibi, savaşımıza çok önemli ve hayati silahları sokacaktır. Basit gibi görünen günlük kullanım malzemelerine bir de bu yönüyle bakıldığında, diğer bir deyişle işin içine biraz yaratıcılık sokulduğunda ortaya ne denli sonuç alıcı silahların çıktığı görülecektir. Tarihimizde, olanakların alabildiğine kısıtlı olduğu koşullarda bile örgütlü ve kararlı insan iradesinin neler yarattığının, neleri silah haline getirdiğinin canlı ve çarpıcı örnekleri var- dır. Özellikle cezaevi süreçleri bu konuda önemli derslerle doludur. Asıl olarak, silaha sahip olmanın yolu, halka böyle bir bilinç taşımaktan geçiyor. Halkımız bu konuda zengin deneyimlere sahiptir ve yakın dönemdeki ayaklanmalarda da bunun örnekleri vardır. Yaratıcı yönümüzü geliştirirsek ve bu yönümüzü halkla paylaşırsak en kötü koşullarda bile silahsız kalmamız mümkün değildir. Bu yaratıcılığın sınırı yoktur. Bugün "silahımız yok" diyenler işin kolayına kaçan, "kolay devrim" beklentileri içinde olanlardır. Sınır bu kişilerin kafalarındadır. Sorun, inanmak ve yapabileceğimizi bilince çıkartmaktır. Silah bizde yoksa, düşmanda vardır. Almasını bileceğiz. Bu anlayışın özünde tembellik ve savaşın yükünü omuzlamaktan kaçış vardır. Yine bu anlayış, dünyayı namlunun ucundan gören, ayakları yerden kesik bir anlayıştır. Silahını aldığında ne yapacağını şaşıran, tüm cesaretini yitiren, barutunu tüketen bir anlayıştır. Geçmişte yaşadığımız, silaha tapma, onun menziline göre hedef arama ve bu nedenle eylemsizliğe sürüklenme olayları hep bu anlayışın sonucu oluşmuştur. Savaşçılık, yalnız tabanca, tüfek, bomba kullanmasını bilmek, silahlı birliklerde görev alıyor olmak değildir. Bu düşünce sığ bir düşüncedir. Savaşçılık ya da bizim "savaşçı" diye nitelediğimiz unsur, görevini layıkıyla yapan, dava adamı olmanın özelliklerini bünyesinde barındırabilen unsurdur. Devrim için tüm benliği ve olanaklarını devrime hizmet eder hale getiren unsurdur. Hangi alan ya da bölgede olursak olalım, hangi birimde görev yapıyor olursak olalım, "savaşçılığın tanımı değişGerçek savaşçı, yetenekleri ölçüsünde aldığı görevi tamamlamak için yanıp tutuşan, kendi cephesinde kullandığı "silahları" uygun yer ve zamanda, en azami sonucu alacak tarzda düşmana yöneltebilen kişidir. Elindeki silahı, düşüncesinin gücü haline getirebilendir. Silahı bir amaç değil, devrim yolunda bir araç olarak gören kişidir. Bilinçle yoğrulmuş moral güç, bizlere en güçlü silahları elde etmenin kapısını açacaktır. DOĞRU HEDEFE YÖNELMELİYİZ Buraya kadar "silah" derken ne anlamamız gerektiği ve neleri silah haline getirebileceğimiz konusunu ele aldık. Silah kullanımının, mutlaka ele alınması gereken ve "olmazsa olmaz" bir nitelik taşıyan, bir diğer yanı silahımızla "hangi hedeflere" yöneleceğimizdir. Bu konuda ortaya çıkması muhtemel hataların savaşımızda "bizleri vuran" bir nitelik kazanmaması için hedeflerimizi doğru seçmeli ve doğru hedefe vurmalıyız. Eylemimizin -hangi silah türüyle olursa olsun- düşmanın oyunlarını bozucu, onu geriletici, halka güven verici, faşizmi teşhir edici ve düşmanın "yenilebilir" olduğu gerçeğini en sade biçimiyle anlatan bir nitelik taşıması gereklidir. Kitlelerin istemlerine cevap verebilmelidir eylemimiz. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak tarzda ve netlikte olmalıdır. Kısacası, doğru hedefe vurulmalı, yer ve zamanı iyi belirlenmelidir. Hedefi yanlış seçilen ve uygun bir zamanlamayla gerçekleştirilmeyen eylemlerin, kullanılan silahın ya istenilen sonucu vermediği ya da kullananı vuran tarzda aleyhte sonuçlar yarattığı bilinen gerçeklerdir. Devrimci hareketimizin siyasal arenaya çıktığı günden bugüne izlediği eylem çizgisi ve eylemlerindeki berraklık emekçi kitleler tarafından takdirle karşılanan bir durumdur. Öyle ki, herhangi bir eylem haberi geldiğinde en sıradan insanlar bile eylemin hedefi ve zamanlaması nedeniyle gerçekleştirenlerin adını koyabilmektedir. Eylem çizgimiz ve hedeflerimizin netliği, devrimci adaletimiz düşman tarafından da bilinmektedir. Faşizm, onca yıldır sürdürdüğü karşı propagandaya, eylem çizgimizi bulanıklaştırma çalışmasına ve karalamalara karşın başarılı olamamıştır. Bu durumun bugüne kadar herhangi bir aksamaya meydan vermeksizin gelmesi, hareketimizin sahip olduğu adalet duygusu, duyarlılığı ve savaşçıların bu yönde aldıkları eğitimin sonucudur. Hatta denebilir ki, düşman bile çeşitli vesilelerle bu durumu itiraf etmek zorunda kalmıştır. THKP-C'den Devrimci Sol'a, Devrimci Sol'dan DHKP-C'ye gelen tarihimizde yanlış hedeflere yöneldiğimize dair örnek yok gibidir. Silahımız, halkın adalet, eşitlik, hak ve özgürlük talebinin simgesidir ve savaşımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Eylemlerimiz bu temel üzerinde şekillenmekte ve bu taleplere yönelik saldırılara cevap vermektedir. Ve yeryüzünde sömürülen, acı çektirilen tek bir insan kalmayana kadar da elimizden düşmeyecektir. Bu anlamda hedef alacağımız kesim, halkımızın hak ve özgürlük arayışına silahlarla cevap veren, halkımızın namusu, vatanımızın onuru ile oynayan kesimlerdir. Halka zulmeden, sömüren, zorbalık yapanlardır. Silahlı eylem yaparken, hedef seçtiğimiz kesime yönelmek esastır. Ancak özellikle dikkat edilmesi gereken, hedef dışında hiçbir unsura zarar vermemektir. Bu nedenle her eylem mutlaka en ince ayrıntısına kadar planlı olmalı, olası aksilikler devrimci inisiyatifle bertaraf edilebilmelidir. Sibel olayı yakın döneme ilişkin çarpıcı bir örnektir. Sibel, ortaya çıkan aksiliği çok akıllıca ortadan kaldırmış ve hedef alınmayan unsurların hiçbir zarar görmemesi için alabildiğine itinalı davranabilmiştir. Gelinen aşamada yürüttüğümüz savaşın sonucu, gerek oligarşi ve gerekse de halk saflarında süratli bir biçimde saflaşmalar yaşanmaktadır. Herkes yavaş yavaş da olsa bu savaşın muhatabı olmaya başlamakta, halk ile oligarşi arasındaki savaşta kendini taraf olmaya zorunlu hissetmektedir. Bu süreç, derinleşerek devam edecektir. Devrime yürürken, cephemizi en geniş halk kesimlerini de yanımıza çekerek ya da tarafsızlaştırarak genişletmeli, düşman cephesini ise, alabildiğine daraltmalıyız. Eylemlerimizin temel amaçlarından biri bu olmalıdır. Ve bu perspektif sloganlarımıza kadar her türlü yöntemimizin içine işlemelidir. Silahımız ise, bu noktada, dost-düşman ayrımı yapmalı, suçluları ayıklayabilmeli ve cezalandırmayı da o boyutuyla gerçekleştirebilmelidir. Silahımızın, düşüncemizin ürünü olduğu bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır. Aksi taktirde eşikte bekleyen tehlike, silaha tapma, silahın amaç dışı kullanımı ve bunun doğal sonucu olarak mücadele çizgimize vereceği zararlardır. Hedef seçme ve hangi hedeflere hangi boyutta yükleneceğimiz konusu çok önemlidir. Bu anlamda, süreci politik olarak değerlendirmesini, temel ve tali hedefleri ona göre belirlemesini bilmeliyiz. Aksi taktirde, silaha olduğundan fazla misyon yükleyen bir anlayışa sürüklenmemiz kaçınılmazdır. Temel hedefimiz emperyalizm ve oligarşidir. Temel düşmanımız bunlardır. Hedef belirlerken; düşman hedefler, düşmana destek olan hedeflerle, tarafsızlaştıracağımız hedefler arasında mutlaka ayrım yapmak zorundayız. Halk kesimleri ise eylemimizin muhtevası ve sonuçlarından etkilenecek olan kesimlerdir. Eylemimizin -yanlışlıkla da olsa- hedefi olamazlar. Yeri geldiğinde can pahasına bu yanlışlıkları giderecek bir bağlılığa sahip olmalıyız. Tarihte bunun çok muhteşem örnekleri vardır. Kitlelerin savaşa doğrudan katılmaya başladığı, bölgesel ayaklanmalarla tepkilerini dile getirmeye başladığı, saflaşmanın giderek derinlik taşıdığı günümüz sürecinde, halkı topyekün ayaklanmaya götürecek yolun düzlenmesinde eylemlerimizde daha itinalı ve sonuçlarıyla güven verici olmanın önemi büyüktür. Eylemlerimiz bir yandan doğru hedeflere net vuruşlarla gelişirken, düşmanın ne kadar zavallı ve zayıf olduğunun göstergesi niteliğinde de olmalıdır. Bugünkü koşullarda, düşman hedeflerimiz çok daha genişlemiştir. Emperyalist kuruluş ve kişiler, emperyalistlere ait tüm ekonomik, siyasal ve askeri kurumlar, şirketler, oligarşinin kuruluşları, tekelciler, devlet kurumları, iktidar ve muhalefet dahil tüm siyasi partilerin kurumları, gizli servisler, polis, ordu, işbirlikçi basın-TV kuruluşları, özel tim elemanları, bankalar, borsalar, mahkemeler, bürokratlar, kısacası, bugün ulusal onuru için, adalet isteyen, bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük isteyen, sömürüye hayır diyen halkımız üzerinde terör estirenler ve onların suç ortakları devrimci şiddetimizle tanışmalıdırlar. Birinci dereceden savaşımızın hedefleri olmalıdırlar. Krizi derinleştirmek için, bugün tekelleri ve zulüm kurumlarını besleyen tüm ekonomik yapılar hedefimizdirler. Karşı devrimci savaşa hizmet eden ajan ve Devrimci hareketimizin siyasal arenaya çıktığı günden bugüne izlediği eylem çizgisi ve eylemlerindeki berraklık emekçi kitleler tarafından takdirle karşılanan bir durumdur. Öyle ki, herhangi bir eylem haberi geldiğinde en sıradan insanlar bile eylemin hedefi ve zamanlaması nedeniyle gerçekleştirenlerin adını koyabilmektedir. Eylem çizgimiz ve hedeflerimizin netliği, devrimci adaletimiz düşman tarafından da bilinmektedir. Faşizm, onca yıldır sürdürdüğü karşı propagandaya, eylem çizgimizi bulanıklaştırma çalışmasına ve karalamalara karşın başarılı olamamıştır. provokatörler hedefimizdir. Eylemlerimiz bu hedefler üzerinde yoğunlaşırken, halka ulaştıracağı mesaja uygun bir sertlikte olmalıdır. Ayrıca halk kitlelerini de bu savaşın muhatabı haline getiren bir muhteva taşımalıdır. Savaş halkın savaşıdır. Sonuçlarına herkes katlanmak zorundadır. Eksiğiyle, hatasıyla, acısı ve sevinciyle her şey halkımızla paylaşılacaktır. Devrimciler adalet dağıtırken, mutlaka sorumlulukları ölçüsünde cezalandırırlar. Bundan bir santim bile şaşmazlar. Hedeflerimize yönelirken şiddet temel yöntem olmakla birlikte tek yöntemimiz değildir. Güçler dengesi göz önüne alınarak hangi hedeflere nasıl ve ne zaman yönelineceği konusunda öncelikler sıralaması yapılmalı ve buna göre taktik adımlar atılmalıdır. Burada en önemli olan, hedefi tümüyle tecrit edecek, zararsız hale getirecek, yani mücadelenin önünde engel olmaktan çıkartacak bir anlayışla devrimci şiddeti uygulamaya sokmak, silahımızı buna göre kullanmaktır. Ancak tüm bunlar söylenirken, ince eleyip sık dokuma adına, geçmişte sıkça yaşandığı üzere "sağlamcılığa" saplanılıp, eylemsizliğe sürüklenilmemelidir. Hiçbir hedefe yönelinirken, her şey bütün istediğimiz gibi gelişmeyecektir. Bu noktada yapılması gereken, soğukkanlılıkla gelişmelere yön vermek ve vurucu niteliğimizden ödün vermemektir. Devrimci şiddetin yaptırım gücü ve caydırıcılığı süreç içinde oligarşiye ve emperyalizme hizmet eden kesimlerden de yankı bulacak ve önemli oranda çözülmeler yaşanacaktır. Önemli olan herkese devrimci şiddet uygulamak değil, bunun güç ve caydırıcılığını kullanarak engelleri aşabilmektir. Özellikle yaptığının tam bilincinde olmayan, aldatılmış unsurlar uyarı ve ikna süreçlerine tabi tutulmalı, yine olmuyorsa hedef haline getirilmelidir. İşlenen suça tam tekabül etmeyen bir cezalandırma, devrimci adaletin saygınlığına gölge düşürecektir. Yeri geldiğinde bir "açık teşhir olayının bile ne denli bir etki yarattığı bilinmektedir. Dost-düşman ayrımını net yapmak, tarafsızlaştırılacak kesimleri belirlemek, hedeflerimizdeki bulanıklığı giderecektir. Ne zaman, hangi hedefe ve hangi ölçüde vurulacağı dikkatle hesaplanmalıdır. Plansız, programsız, hesap yapmadan, rastgele ve tepkisel olarak uygulanan, ilişkileri ve güç dengelerini, yapılan işin sonuçlarını gözönüne almadan, düşman deyip her şeyi hedef alan şiddetin, mücadelemize yarardan çok zarar getireceği unutulmamalıdır. Elimizde sayısız silah ve sayısız hedef var. Yapılacak olan bu silahları doğru biçimde tespit etmek, nasıl, ne zaman ve ne şekilde kullanacağımızı belirleyip, doğru hedeflere yöneltmektir. Anadolu ihtilalinin yolu, daha etkili, daha güçlü, daha seri ve daha yaygın vurmaktan geçiyor. Ayaklanmalara karşı "buhran merkezleri" Gazi, Ümraniye, Nurtepe, Elbistan, Okmeydanı, Kastamonu, Armutlu... liste uzayıp gidiyor. Oligarşinin kurmayları da yeni "yaygın şiddet hareketleri" bekliyorlar. Yanılmayacaklar. Yoksul emekçi halk oligaşinin bu "kehanetini" boşa çıkartmayacaktır. Çünkü bıçağın kemiğe dayandığı yerde yapılacak başka şey de yoktur. Oligarşi, bu "kehanetiyle" birlikte, yaygınlaşan bir savaşa göre faşist, terörist devleti güçlendirmenin, halkın ve devrimin şiddeti karşısında daha dayanıklı hale getirmenin aczi ve arayışı içinde, 1980'den bu yana her yıl, her ay yeni baskı yasaları çıkararak devleti güçlendirmeye çalışan, işkencecilere, MİT'e, "Özel Tim'lerine her türlü yetkiyi veren oligarşi, bu yasaları ve yapısıyla da, halkın ayaklanmaları karşısında bir kez daha çaresizliği" yaşadı. Mevcut yasaları yine yetmedi oligarşiye. Ardından Ayşenur Şimşek ve Hasan Ocak'ın "kaybedilmesinde", bir polisin DHKC tarafından cezalandırılmasında ve Sibel Yalçın'ın cenazesinde, çeşitli boyutlarda farklı bir "kriz" yaşadı devlet. Görüldü ki, mevcut yapısı gerçekten dayanıksızdı oligarşinin. Başbakanlık tarafından bir süre önce çeşitli kurumlara gönderilen bir yazıyla kuruluş hazırlığı bildirilen "Buhran (kriz) Yönetim Merkezi", oligarşinin bu arayışının ve yaygınlaşan bir savaşa yönelik hazırlıklarının göstergesidir. Hazırlığın esası, kısaca Tüm Yetkiler MGK'ya diye özetlenebilir. "Buhran Merkezi"nin, "Başbakanlık sorumluluğunda MGK Sekterliği bünyesinde" oluşturulması öngörülüyor. "Başbakanlık sorumluluğunda" denilmesi, yalnızca "demokrasi" görünümünü, "sivil rejim" makyajını, aldatmacasını sürdürmeye yöneliktir. "Buhran Yönetim merkezi"nin oluşturulmasıyla günlük olaylara müdahale yetki ve insiyatifi de, zaten iktidarın tüm politikalarının belirleyicisi olan MGK'ya verilmiş olmaktadır. Başbakanlığın yazısında sıralanan "Buhran Yönetimini Gerektiren Haller", önümüzdeki süreçte ülkemiz sınıflar mücadelesinin hangi biçimlerde yoğunlaşacağının da, egemen sınıfların diliyle ifade edilmiş kısa bir tablosudur: "Yurdışında, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne, egemenlik haklarına, milli hedef ve menfaatlerine yönelik tehdit emarelerinin belirmesi ve çelişme göstermesi -Yurtiçinde, anayasa ile kurulan hür demokratik düzeni, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet nedeniyle kamu düzeninin bozulması, -Terör olayları Kanunsuz grev, lokavt ve işbırakma eylemleri..." Bunların devamında "tabii afetler, salgın hastalıklar" gibi maddeler de var ancak bunların da bu açık "cunta işleyişi"ne yapılan makyajın diğer bir parçası olmaktan öte bir anlamı yoktur. Buhran Yönetim Merkezi bir kontrgerilla merkezi olarak örgütlenmededir. Gerillaya karşı süreklileştirilen "sınır ötesi operasyonlar", halka karşı kırlarda ve kentlerde yürütülen savaş bütünüyle bu merkezin emrine verilmektedir. Türkiye çoktandır kendi halkına karşı savaşan bir kontrgerilla cumhuriyetidir. Ve bugün devletin tüm organlarının "cumhuriyetin" bu niteliğine uydurulması süreci hızlandırılmaktadır. Karşı-devrim cephesindeki hazırlıklar Ayaklanmalar da "hazırlıksız" yakaladı oligarşiyi. Katliamla çaresizliklerini örtmeye çalıştılar, Halkın direnişini kıramadılar, ayaklanmanın yayılmasını durduramadılar... Oligarşi, Gazi'den, Ümraniye'den bekleyebilirdi ayaklanmayı. Ama Elbistan'lar, Kastamonu'lar hesabında hiç yoktu elbette. Örgütlüsü örgütsüzüyle, ilericisi, sıradanıyla, hatta gerici etkilenme altındaki kesimleriyle "ayaklanmanın gücü" görüldü emekçi halkın ufkunda. Ne yaparsa yapsın, oligarşi hep hazırlıksız olacaktır. Oligarşinin her terörüne, her kurumuna halkın devrimci savaşının bir cevabı olacaktır. gösteriyor ki, oligarşi "yaygın.şiddet hareketlerinin", "terör olaylarının" ve "kanunsuz grevlerin" artarak, yaygınlaşarak süreceğinden emindir. Emindirler, çünkü ekonomik ve siyasi krizin boyutlarını, halk ve devrimci hareketin mücadelesi karşısındaki açmazlarını, tüm derinliğiyle bilmektedirler. Emindirler, çünkü, kitleler açısından bıçağın kemiğe dayandığını görmektedirler. Emindirler, çünkü, bıçağı dayayan el kendilerinindir. Geçen her gün, yaşanılan her olay, TV'ler, gazeteler, istatistikler, kemiğe dayanan bıçağın acısını ve öfkesini yayıyor vücuda. Bütün yolsuzluklar, demagojiler halkın gözüne batıra batıra yapılır bu ülkede. Bütün olumsuzluklarda istatistikler "birinci" gösterir bu ülkeyi, olumluluklarda son sıralarda. Yalnızca günlük olaylar ve rakamlar bile "yaygın şiddet hareketleri" için yeter nedendir bu ülkede. İşsiz sayısı 5-6 milyondur bu ülkede. 1994'de tek bir yıl içinde işten çıkarılan -tespit edilebilen- işçi sayısı 808 bindir. İşten atılmamış olup çalışanların 3 milyondan fazlası asgari ücret denen sefalet ücretiyle çalışmaktadır. Ve milyonlarcası sendikasız, sigortasızdır. Son 1 yıl içinde işçilerin gerçek ücretlerindeki düşüş yüzde 30, memurların yüzde 37'dir. Sanayii işçilerinde bu rakam yüzde 62'ye kadar çıkmıştır. Ki bu, 2. Dünya Savaşından 1942'den bu yanaki en büyük düşüştür. Bir işçi bugünkü ücretlerle bir ekmek için 2.5 saat, 1 kg. peynir için 2-2.5 gün çalışmak zorundadır. Bu rakamlar örneğin 1980'de bir ekmek için 1.5 saat, 1 kg. peynir için 1 gündür. Ve bu rakamların, asgari ücretle çalışan 4-5 kişilik bir aile için ne anlama geldiği açıktır. Türkiye, iki Afrika ülkesiyle birlikte dünyanın en düşük asgari ücrete sahip üç ülkesinden biridir. İşte böyle bir ülkede, bu koşulların milyonlarca emekçiye ne ifade ettiğini de uzun uzun düşünüp tahlil etmeye gerek yoktur. Dayatılan, açlık, yoksulluk, sefalettir. Hükümet politikalarının başarısının "ölü ele geçirilenlerin" sayısıyla ölçüldüğü, polisine, emniyet müdürüne, generaline "kelle başı" ödül ve mevkii verildiği; Polisinin TC ordusunun, dağda, köyde, kentte, evde, karakolda, sokakta, nerede olursa olsun öldürme yetkisiyle donatıldığı ve katillerin düzenin mahkemelerinde aklandığı; Her yıl binlerce insanın işkencede, infazlarda, kaybedilerek katledildiği; Ve her yıl binlerce insanın periyodik olarak parasızlıktan, hastanesizlikten, çocuk ishallerinden, koleradan, çığ düşmelerinden, toprak kaymalarından, "göz göre göre" öldürüldüğü; Her yıl trafik terörünün binlerce insanı katlettiği, düzenin sahiplerinin "içinizdeki trafik canavarını durdurun" diye halkla alay ederken, -örneğin yüzölçümü Türkiye'ye yakın olan Japonya'daki 3.300.000 km.lik karayolu ağına karşın- 70 yıldır toplam ancak 400.000 km.lik bir karayolu yapıldığı, durdurulamayan "trafik canavarı" değil, kâr ve yolsuzlukla sömüren düzen canavarı olduğu; İş kazası adı verilen cinayetlerde, grizularda onar, yüzer işçilerin katledildiği bir ülkede; Dayatılan ölümdür. Halkın işi, ekmeği, hakkı, özgürlüğü, onuru için her başkaldırısının copla, panzerle, işkenceyle, hapisle bastırılmaya çalışıldığı; Cezaevlerindeki baskıların cunta yıllarını geride bırakan ve Nazi kamplarını aratmayacak bir vahşete büründüğü; Yalnızca itaatin, yalnızca boyun eğmenin yasak olmadığı; Yalnızca son bir yıl içinde, bedenini satan "kayıtlı" kadın sayısının 300 binden 1 milyona çıkarıldığı; kadının hayasızca düşürüldüğü; Toplumun, iş "kazaları" gibi, trafik "kazaları" gibi dünya birinciliğine tırmanan bir intihar bunalımına itildiği; Ve insanlara, hırsız ol, rüşvetçi ol, fahişe, pezevenk, mafyacı ol, uyuşturucu müptelası ol, uşak ol, yağcı ol... ama asla "muhalif" olma, asla "devrimci" olma denildiği bir ülkede; Dayatılan onursuzluktur. Başbakanlarının, parti liderlerinin ABD Başkanının onayını almak, iltifatını kazanmak için olmadık şaklabanlıklar yaptığı, emperyalist efendileri karşısında "en iyi uşak" kim olacak yarışına girdikleri; Ekonomisinin, "milli" meclisin, "milli" ordunun, emperyalizm gavurunun kuruluşları IMFye, ClA'ya, Pentagon'a teslim edildiği; örneğin "en yüce ulusal kurum" olması gereken TBMM'nin 1.3 katrilyon olarak Türkiye halkı adına karar altına aldığı bütçesinin daha sonra sıradan bir IMF heyeti tarafından değiştirilip 1.6 katrilyona çıkartabildiği; Politikacısından, generaline, meclisinden hükümetine kadar hepsinin şikayetçi olduğu bir Çekiç Güç'ü, emperyalist efendileri istemiyor diye, yine hiçbirinin kaldıramadığı; Birleşmiş Milletlerde kullanacağı oydan, memurlara ne kadar maaş vereceğine kadar herşeyin emperyalizm tarafından belirlendiği bir ülkede; Çiğnenen ulusal onurdur, bağımsızlığımızdır. Bu dayatmaların sorumlusu ve uygulayıcısı olan oligarşi, elbette "emin" olacaktır "yaygın şiddet hareketleri"nden. Vahşetin terörün, sefaletin, onursuzluğun bu kadar dayatıldığı bir ülkede halkın direnmesi, ayaklanması da haktır, görevdir, kaçınılmazlıktır. Halkımız yüzyılların deneyimiyle güzel söylemiştir; Rüzgar eken fırtına biçer Halkımıza dayattıkları baskılar, yasaklar ve vahşet ve onursuzluk ektikleri rüzgardır. Gazi'ler, Elbistan'lar bu rüzgardan doğan fırtınalardır. Bu fırtınayı hiç bir "Buhran Yönetim Merkezi" durduramaz şimdi. Yani kontrgerilla merkezinin halkımıza karşı kullanabileceği hiç bir yeni silahı, başvurabileceği hiç bir yeni aracı yoktur. Yalnızca, halkın gelişen, yaygınlaşan ve devlete yönelen savaşı karşısında daha "merkezi" bir tarzda terörünü tırmandıracak, her türlü provokasyonu, yasadışılığını yoğunlaştıracak, iktidarını vermemek için tüm vahşetini kusacaktır. "Kriz Yönetim Merkezi" bu yanıyla "yönetememe krizinin merkezi"dir. Oluşturulan kontrgerilla merkezinin mantığı ve gerekçesi, devletin idari yapısının Gazi ayaklanması karşısında yetersiz kaldığı, hazırlıksız yakalanıldığıdır. '90'ların başında devrimci şiddet eylemleri yükseldiğinde oligarşi yine "hazırlıksız" yakalanmıştı. Üst üste yeni "Terör yasaları" çıkardılar, yeni kurumlar oluşturdular... Halkın adaleti susmadı, devrimci şiddet halkla bütünleşti. Kürdistan'daki gerilla da hazırlıksız yakalamıştı onları. Sansür-sürgün kararnameleriyle gidermeye çalıştılar hazırlıksızlıklarını. Yetmedi. Yüzbinlerce asker sevkettiler Kürdistan'a. "Olağanüstü Hal" ilan ettiler... Oligarşi hala "sınır ötesi" operasyonları batağında. Ayaklanmalar da "hazırlıksız" yakaladı oligarşiyi. Katliamla çaresizliklerini örtmeye çalıştılar, Halkın direnişini kıramadılar, ayaklanmanın yayılmasını durduramadılar... Oligarşi, Gazi'den, Ümraniye'den bekleyebilirdi ayaklanmayı. Ama Elbistan'lar, Kastamonu'lar hesabında hiç yoktu elbette. Örgütlüsü örgütsüzüyle, ilericisi, sıradanıyla, hatta gerici etkilenme altındaki kesimleriyle "ayaklanmanın gücü" görüldü emekçi halkın ufkunda. Ne yaparsa yapsın, oligarşi hep hazırlıksız olacaktır. Oligarşinin her terörüne, her kurumuna halkın devrimci savaşının bir cevabı olacaktır. Emekçi halk, Halk Meclislerini, Halk Komitelerini yaygınlaştırıp geliştirme hedefiyle oligarşinin bu kurumuna cevap olacak bir adımı önüne koymuştur zaten. Oligarşinin Buhran Merkezlerine karşı Halkın Ayaklanma Merkezleri, Halkın mücadelesi çok çeşitli boyutlarda ve biçimlerde gelişecektir. Yaşanılan örneklerin açıkça ortaya koyduğu gibi, halkın geliştirdiği her mücadele ve eylem biçimine karşı oligarşi de önlemler almaya çalışacak, devrim, karşı-devrimle birlikte gelişecektir. Ama bu birliktelikte devrim hep bir adım öndedir. Halkın son adımı ise devrimdir ve oligarşi yine "hazırlıksız" olacaktır. Ve bu sonuncusunda önlem alma imkanı ve zamanı olmayacaktır. Şehitlerimizle yürüyoruz zafere Kenan GÜRZ KENAN GÜRZ (MURAT) Bölge Komutan Yardımcısı 20.05.1976 Dersimin Hozat ilçesi Bileidi Köyü doğumlu. İlk öğrenimini köyünde bitirdikten sonra orta ve lise öğrenimini Malatya Gazi Lisesinde tamamladı. Öğrenim döneminde TDKP sempatizanıydı. 93 baharında köyünde Devrimci Sol gerillalarıyia karşılaştığında arkadaşlarla uzunca sohbet etmişti. Bu sohbetten bayağı etkilendiğini ve kendiside bir SDB'li olup yaratılan güzelliklerin değerlerin savunucusu olmak en büyük idealimdir diyordu. Nihayet Murat yoldaşın arzusu kısa sürede gerçekleşti. Gerillalarımızla karşılaştıktan iki ay sonra o büyük hayalleri yerine gelmiş, artık SDB'li olmanın onuru ve gururuyla pratik içindeydi. Murat yoldaş mütevazi, sevecen ve davasına bağlı olan kişiliğiyle halkın büyük sempatisini kazanmıştır. O siyasi ve politik yetkinliğiyle geleceği en iyi bir şekilde tahlil eden örnek bir komutandı. Bir çok kez düşman kuşatmalarını yarmış taktik ve yetenekleriyle onbinlerce düşman güçlerine karşı koyarak yoldaşlarının burnunu kanatmadan birliğine iyi bir şekilde komutanlık etmiş ve yönetmiştir. Her DHKC'Ii gibi oda korkusuz ve çok hesaplı oynuyordu savaş oyununu. Sempatik kişiliğiyle yoldaşlarına ve halka güven veren Murat Komutan Yoldaş! 25 Haziran 1995 Pazar günü Ovacık Yeşilyazı mevkii Burnak Köyü yakınlarında bir ihbar sonucu düşmanla girdiği çatışmada dört yoldaşıyla birlikte onbinlerce düşmana karşı koyarak DHKC geleneğine uygun bir şekilde şehit düşmüşlerdir. Zehra ÖNCÜ ZEHRA ÖNCÜ (SELVİ) DHKC savaşçısı A le v i k ök e nl i Tü rk m ill i yeti nd e n di r. 30.08.1970 Çorum doğumlu emekçi bir ailenin çocuğudur. Öğrenimim izmir Sağlık Meslek Lisesinde yaptı. Hemşirelik bölümü mezunudur. Daha sonra Diyarbakır ve Lice'de görev yaptı. Görev yaptığı Kürdistandaki gerçekliği görünce Devrimcilere semapati duydu. 1990-91 sürecinde Devrimci Solla tanıştı. Diyarbakır'da Sağlık-Sen üye- si olduğunda bir çok görev ve faaliyette bulundu. Harekete aşırı isteğinden dolayı 93 yazında Devrimci Sol gerillacına katıldı. Gerillada davaya bağlılığı özverisi ve mütevazi kişiliği ile yoldaşlarına güvenini.halka ise sempatisini arttırdı. Halka sürekli bir şeyler vermek isteyen, onlarla kaynaşmasını bilen bir yoldaşımızdı. Mesleğinden dolayı gittiği köylerde hasta olan insanları muaye ederken bile onlara bir şeyler verirdi. Davaya olan inancından dolayı gerillanın ve doğanın zor yaşam koşulları hiç bir zaman onu etkilemedi. 25.06.1995'te Ovacık Yeşilyazı mevkii Burnak köyü yakınlarında düşmanla girdiği çatışmada bir DHKC savaşçısına yaraşır bir şekilde şehit düştü. Doğan GENÇ DOĞAN GENÇ (CİHAN) DHKC savaşçısı 1.1.1968 Pertek Söğütlütepe Köyünden yoksul bir ailenin çocuğudur. İlkokul mezunu, ilkokulu köyünde bitirdikten sonra ailesine yardımcı olmak için küçük yaşta çalışmaya başladı. Yaşamın vermiş olduğu zorluklardan dolayı birçok zorlu işlerde çalıştı. Bu çalışma sırasında emeğinin karşılığını alamadığını, sömürüldüğünün ve insanların ezıldiğininin bilincine vardı. Bunun asıl sorumlusunun düzen olduğunu biliyordu. Buda mücadeleye başlamasının ilk adımı oldu. Daha sonra Devrimcilerle tanıştı ve Devrimci Soi'a sempati duymaya başladı. 95 yazında gerillaya katıldı. Gerilla olmadan önce gerillaya bir özlemi vardı. Çok coşkulu ve heyecan doluydu. Gerilla olduktan sonrada bu coşkusunu hiç yitirmedi. Neşeli, coşkulu ve yoldaşlarına karşı çok mütevaziydi. En zorlu anlarda bile yoldaşlarının moralini düzeltmeye çalıştı. Verilen görevi küçük-büyük demeden en iyi şekilde yerine getirirdi. Cesaretli, atılgan ve asla geri adım atmazdı. Bir çok çatışmada yalnız düşmesine rağmen düşmanın arasından çıkmasını çok iyi başarmıştır. Cihan 25.06, 1995'te beş yoldaşıyla birlikte bir DHKC savaşçısına yaraşır bir şekilde çatışarak şehit düştü. CEM GÜLER (NAZIM) DHKC savaşçısı Kürt milliyetinden 09.07.1979 Hozat Koru köyü doğumludur. Emekçi bir ailenin en son çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk orta ve lise tahsilini Elazığ'da yaptı. Daha sonra okul yıllarındayken eğitimdeki çarpıklık onun düzene karşı olan öfkesini ortaya çıkardı. Lise tahsilini faşist bir öğretmeni dövdüğü için yarım bıraktı. Gerillaya katılmasında en büyük etken Devrimci Sol gerillalarıyia özellikle Nazım Karaca'yla olan samimiyeti etkilidir Cemo gerillaya katılmak için fazla düşünmedi ve Nazım'ın yerini alabilmek için Haziran 1995 ortalarında gerillaya katıldı. leri Munzurlardan Selamlıyor yoldaşımız.. Cem Güler'i bir yoldaşı anlatıyor Cem GÜLER Yeni bir savaşçı olmasına rağmen disiplinin gerilla için vazgeçilmez olduğunu kavramıştı. Katıldığı ilk gün onun ağzından dolu dolu yoldaş dediğini gördük. Coşkuluydu, zorluklarla mücadele etmeye her koşulda hazırdı. Aynı zamanda çok zekiydi. Geldiği ilk gün kavramıştı elindeki silahı nasıl kullanacağını. "O benim namusum öyle iyi bakacağım ki düşmanla karşılaştığında keklik gibi ötecek" deyişinde düşmana olan kinini görebilirsiniz. Küçük Cemo'muz daha on altısına girmemişti. Yaşı küçük yüreği büyük yoldaşımızı aldığımızda adını kendisi almıştı. Dağ yürekli Cemo dağlardan katıldı kavga halayına. 25 Haziranda yoldaşlanyla birlikte çatışarak şehit düştü. Filistinli çocuk general- Cem 1979 doğumlu olduğu halde küçük yaşta o yüreğiyle kavgaya atılmıştı. Cem yoldaşın kavgaya her gün biraz daha candan katılışı bize sevinç veriyordu. Sivil polisler tarafından operasyon çekildiği anda gazete satışına çıkması bile onun ne kadar cesaretli olduğunu gösteriyordu, Cem gerillalara çok özeniyordu. Bir gün çıkıp şu Dersim'in dağlarında gerilla olacağını söylemişti. Cem Güler yoldaşımız bir TÖDEPli arkadaşımıza devrim kafeteryalarda olmaz, demişti. Bahar ayları gelmişti. Her yerin kurumuş olup, çimenlerin yeşermesi ona sevinç veriyordu. O doğaya, dağlara hasretti. Suları dinleyişi, kuşların cıvıltısı onun özlemlerini, kat kat artırıyordu. Nevroz yaklaşmıştı. İnsanlar ateşler yakıp halaylar çekiyorlardı. Nevrozda insanların özverisini kazanıp onlara öğüt veriyordu. Türküler söylüyor, halaylar çekiyordu. Şu Dersimin Dağlarını söylediği, Bir Türküdür Dersim Dağlarında, gerillalar savaşıyor, dediği zaman, sivil polis komiseri hangi gerillaların savaştığını sorduğunda Cem şu cevabı verdi: Halkın Kurtuluş Savaşçıları, onlar bizim canlarımız, halkın kahramanları demişti, Komiser hiç beklemediği cevabı alınca şaşırmıştı. O yüreğiyle hiçbir zaman susmayacak. Zehra Öncü: Kahramanlığın, düşmana nefretin simgesi 25 Haziran 1995 tarihinde Dersim-Ovacık'ta kendinden katbekat fazla bir güçle karşılaşan Dersim İbrahim Erdoğan Kır Gerilla Birliklerine bağlı 5 gerilla, tereddütsüz çatışmayı seçtiler. Skorsky helikopterler, panzer, tank ve ağır silahlarla donatılmış binlerce düşman gücüyle kuşatıldılar. Düşmanın "teslim olun" çağrılarına DHKC gerillaları Çiftehavuzlar'da, Bağcılarda, Okmeydanı'nda, Dersimde, Karadeniz'de, ülkenin dört bir yanında yoldaşlarının gösterdiği tavrın aynısını göstererek sonuna kadar çatışmaya bir kez daha and içtiler. Çatışmada saatler geçiyordu, ama düşman bir türlü "imha" edemiyordu bu beş kahraman gerillayı. 5 gerillanın silahlarından çıkan kurşunlar binlerce katil sürüsünü durdurmaya yetiyordu. Düşman sürüsü korkuyordu. Canları (ok tatlıydı ve ucuz kahramanlık yapacak halleri yoktu. Çünkü gerilla düşmana bu zevki tattırmıyordu. Saatler birbiri ardına geçiyordu. 3 saat, 5 saat, 10 saat, 14 saat. Gerilladan şehitler verilmeye başlanmıştı. Bir yandan binlerce katil sürüsüyle çatışıp onlara kayıplar verdirirken, diğer yandan saatler sonra kendileri de kayıplar vermeye bağlamışlardı 15 saat dolduğunda birlikteki S gerilladan 4'ü şehit düşmüş, adete Zehra Öncü çatışmayı sürdürecek durumdadır. O Zehra ki, küçüklüğü yokluklar içinde geçmiş, mütevazdığı ve disipliniyle tanınmış bir sağlık emekçisi iken, Lice'de savaş gerçeğiyle tanışmış, Kürt halkına yapılan zulmü gözleriyle görmüştü. Yoksul Kürt köylülerinin tedavilerim en iyi şekilde yapmak için Kürtçe bilmediği halde Kürtçe öğrenmiş, üzerlerindeki tüm baskılara göğüs germiş ve korkusuzca Diyarbakır Sağlık-Sen'in kurulmasında görev almıştı. Ama o en büyük özlemi olan Dersim dağlarında gerilla olmayı hak etmiş ve aylarca dağlarda onurlu bir mücadele vermişti. Ve çok önemli bir sınavla karşı karşıyaydı Zehra. 15 saat boyunca yoldaşlanyla birlikte düşmana kan küstürmüştü. Ama şimdi yalnızdı. Ve o yalnızken de destansı direnişlerin yaratılabileceğini dünya devrimci hareketlerindeki mücadelelerden, kendi yoldaşlarından öğrenmişti. Perihan Demirer, Sibel Yalçın yoldaşları onlarca, yüzlerce düşmanla tek başlarına savaşmış ve şehit olmuşlardı. Vakit daralıyordu. Düşman çemberi daha da yaklaşıyordu. Zehra'nın cephanesi tükeniyordu. Ama Zehra birkaç düşmana daha yok etmeden şehit olmak istemiyordu. Seri bir şekilde ne yapacağına karar verdi. Elinde kalan son bombasıyla düşmana kayıp verdirecekti. Ve düşmana "teslim oluyorum" dedi. Düşman subayı inanantıyordu. Çünkü DHKC gerillaları teslim olmazdı. Düşman subayı emin olmak için "Öyleyse ayağa kalk, ellerini başının üzerine koy ve yavaş yavaş bize yaklaş" dedi. Bombasını elinin içinde iyice kavrayarak iki elini başının üzerine koyarak düşman subayına doğru yürüdü. Düşman subayı (yüzbaşı) zevkten uçuyordu, bir DHKC gerillası ayaklarıyla kendisine teslim olmaya gidiyordu. Ama yanıldı düşman. Zehra düşman yüzbaşısına yaklaştığında, avucunun içindeki bombayı patlatarak düşman subayı ve iki katil askerini Öldürerek, kendisi de şehit düşüyordu. Ve Zehra bir kez daha Dersim dağlarında bir destan yaratarak kahramanca şehit oluyordu. Zehra devrime olan inancını yaşamının son saniyelerine kadar taşıyarak şehit düştü. Zehra Öncü düşmana olan kinini, nefretini yaşamının sonuna kadar sürdürdü. Zehra yoldaşlarının mücadelesinde layık olduğu yerde olacaktır her zaman. Yoldaşlarının Zehra'lardan öğreneceği çok şeyleri olacaktır. Zehra ve dört yoldaşını bir kez daha saygıyla anıyoruz. Dersim'de Özel Tim Terörü Gizlenemiyor Dersim'de 2 Temmuz günü 3 özel tim elemanının gerillalarca öldürülmesinin ardından, özel timlerin aynı gün şehirde estirdikleri terör ve ertesi gün cenaze töreninde attıkları gerici faşist sloganları, yaptıkları bozkurt işaretli yürüyüşler, kimseyi dinlemez tavırları Dersim'den Ankara'ya uzanan bir tartışmaya yol açtı. Kurulduğu günden beri özellikle sivil faşistlerden seçilen elemanlarla doldurulan ve bugüne kadar Kürdistan'da tam bir vahşet uygulayan özel timin uygulamaları ya görmezlikten gelindi, ya da örtbas edildi. Ta ki bu kelle avcıları Dersim'de açık bir terör estirinceye kadar. İşin ucu CHP ve DYP'ye dokununca ancak bazı yöneticileri az da olsa feryat etmeye başladılar. Özel timin hizaya getirilmesini istediler. Dersim'deki özel tim terörüne ilin milletvekili olan Kamer Genç sessiz kalırken, Sinan Yerlikaya özel timle ilgili İçişleri Bakanı'nın yanıtlaması için bir soru önergesi verdi. Dersim'lilerden oluşan bir heyet CHP Genel Merkezi'ne giderek genel sekreter Adnan Keskin ve Genel Sekreter yardımcısı Sinan Yerlikaya ile görüşerek özel timin estirdiği terörü aktardılar. Daha sonra Dersim'e giden milletvekili Sinan Yerlikaya gelişmeleri yerinde inceledikten sonra döndü ve SHOW TV'de 16 Temmuz gecesi yayınlanan "Teke Tek" canlı programına katıldı. Yerlikaya 3 özel tim elemanının öldürüldüğü gün özel timlerin özellikle İnönü Mahallesiyle köprü çevresinde halka saldırdıklarını belirterek "kim ellerine geçmişse dövmüşler, evlere girip kapılarını camlarını kırmışlar. Tunceli devlet hastanesi çevresindeki halka saldırarak halkı taramışlar ve bir ambulans şoförünü öldürmüşler" dedikten sonra şehir merkezinde de yakaladıkları insanları dövdüklerini, arabalarının camlarını kırdıklarını, lastiklerini patlattıklarını, cenaze günü OHAL Valisi Ünal Erkan, Dersim valisi ve diğer yetkili- lerin gözleri önünde "Kanımız Aksa da Zafer İslamın", "Komünist Vali, CHP'nin uşağı vali, Tuncelilerin uşağı valj", "Bırakın Tunceli'yi yakalım" sloganlarını attıklarını, özel timleri karakol polislerinin durduklarını anlatarak özel timlerin devlet hastanesi çevresinde sıktıkları resmi kurşunların kovanlarından bir miktarını gösterdi. Yerlikaya "Bunları kimin yönettiği belli değil" diyerek kimsenin kendilerine karışamadığını belirterek "Hepsinin kollarında üç hilalli, kurt başlı döğmeler var. Hepsinin silahlarının kabzasında üç hilal var. Resmi kıyafetlerinin kollarına bile kurtbaşı şeklinde bantlar yapıştırıyorlar. Bunlar başka yere bağlı dedi. Yerlikaya saldırılarda zarar gören araç sahiplerine devletin yaklaşık 250 milyon ödediğini de belirtti. Programa telefonla katılan Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Sinan Yerlikaya'nın anlattıklarını doğrulamak zorunda kalırken, bunun bireysel tavırlardan kaynaklandığını belirtip özel timi aklamaya çalıştı. Ağar soruşturma açıldığı demogojileriyle işi kapatmaya çalıştı. Yine telefonla programa katılan DYP Dersim İl başkanı da Sinan YERLİ-KAYA'nın anlattıklarının doğru olduğunu açıkladı. Sinan YERLİKAYA'nın isim vermekten kaçındığı ve "bunlar başka yere bağlı" dediği özel timlerin "Bağlı olduğu başka yer" kontrgerilladan başkası değildir.Özel timler doğrudan kontrgerila'ya bağlıdır ve kendilerine kimse karışamıyor, kimseyi de dinlemezler. Bilindiği gibi 1993 yılında Başbakan Çiller döneminde kontrgerillanın istemiyle "Özel Ordu" kurulurken, faşist şef Türkeş bu sayının 100 bin olmasını önermişti. Kürdistan için kademeli olarak düşünülen Özel Timler özellikle sivil faşist parti MHP kökenlilerden seçilmişti. Başlarına da uzun süre Özel Harp Dairesi'nde (Kontrgerilla'da) çalışan Korkut EKEN getirilmişti. Kısa bir eğitimden sonra da gruplar halinde Kürdistan'a gönderilmişlerdi. Kürt halkını potansiyel suçlu olarak gören bu rambo özlemcisi katiller sürüsüne istedikleri gibi hareket serbestisi tanınmış ve istedikleri kadar "kelle" getirme özgürlüğü tanınmıştı. Kürt halkına düşmanca davranan bu katiller sürüsü kontrgerillanın bir uzantısı sivil faşist parti MHP ile bağlantılarını gizleme gereğini bile duymadılar. Seçim Kahramanmaraş teröristleri tutuklanabilir, tutuklanmalıdır! Tunceli'de üç özel tim elemanının öldürülmesinden sonra yapılan cenaze sonrası tartışılır hale gelen özel tim terörü yeni boyutlarla sürüyor. Bir kaç gün önce Diyarbakır'da köylüleri öldüren özel timlerin yeni icraatları en yetkili ağızlardan itiraf ediliyor. Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesine bağlı Küçük Cennetpınarı köyünde evinde öldürülen Mustafa DÖLEK çatışma çıktığı yolunda iddialarla savcılığa bildirilmiş ve savcılığında yardımlarıyla olay örtbas edilmiştir. Mustafa DÖLEK'in eşi Sultan DÖLEK'in yoğun ısrarları ve şikayetleri sonrası tekraralanan otopside Mustafa DÖLEK'in ölümüne kan kaybı değil göğsüne sıkılan kurşunun sebeb olduğu belirtilmiştir. Bu konuda açıkça suçlu olanlar cinayeti işleyenler, olayı kapatmaya çalışan Pazarcık Cumhuriyet savcısı Duran SÜMBÜL ve ilk otopsiye katılan Dr. Erdal Zöhre'dir. Bunların cezalandırılması gerekmektedir. Sultan Dölek tekrar otopsi istediği dilekçesinde 24 Haziran 95 günü sabah 06.00'da evlerinin kapısının çalındığı, kapıyı açtıklarında karşılarında 3 özel tim görevlisiyle karşılaştıklarını ve o esnada silahların patladığını, eşinin göğsü başta olmak üzere aldığı yaralarla düşüp öldüğünü özel timcilerin kendisine "sus, sesini çıkarma yoksa seni de öldürürüz" dediklerini belirtti. Sultan Dölek eşinin cesedini bir arabaya atarak götürdüklerini sonrada çatışma süsü verdiklerini belirterek öldürücü darbeyi bacağından değil, göğsünden aldı, çatışma çıkmadı, tekrar otopsi istiyorum dedi. Kahramanmaraş Valisi de yaptığı açıklamada özel tim elemanlarının tutuklanamasına yasal engel bulunması sebebiyle tutuklanamadıklarını belirtmiştir. Halbu ki kanunlarda böyle bir engel bulunmamaktadır. Terörle Mücadele kanununun 15. maddesi gereği Terörle Mücadelede görev alan kamu görevlerinin tutuklanmasına karar verilemez deniyordu. An- cak bu hüküm 31.3.1992 tarihli Anayasa mahkemesinin kararı gereğince iptal edilmiştir. Bu sebeble normal tutuklama sebebleri özel tim elemanları içinde geçerlidir. İptal edilen hükmün açık metni şöyledir: "Terörle mücadelede görev alan istihbarat ve zabıta amir ve memurları ile bu amaçla görevlendirilmiş diğer personelin bu görevlerinin iflasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı haklarında açılan kamu davası sonuçlanıncaya kadar tutuksuz yargılanırlar". . Açıkça bir koruma sözkonusudur. Korunan halka terör götüren terör estiren özel tim elemanları, terörle mücadele görevlileridir. Suç işleyenin korunduğu bir ülkede "hukuk sisteminden, hukuk devletinden" bahsedenler ancak birer yalancı şarlatanlardır. Özel tim elemanları Latin Amerika'daki özel muhafızlara dönmüşlerdir. Bunlar bir anlamda lejyon tipi bir örgütlenmeye sahip olup paralı asker niteliğindedir. Bu paralı katiller hergün yoksul halkın kanını akıtmaya devam ediyorlar. dönemlerinde ve başka zamanlarda MHP'nin birer militanı gibi çalıştılar. Kürt halkının kanını dökmekte gözlerini bile kırpmıyorlar. Nazi Almanyası özlemcileri bu katiller sürüsü, nasıl ki Almanya'da SS'ler öldürdükleri insanların derilerinden süs eşysı yapıyorlardıysa, bu rambo bozuntusu özel timler de gerillaların derilerini çakmaklarına süs eşyası olarak geçiriyorlar, kafalarını ezdikleri ciğerlerini söktükleri gerillaların vücuduna ayaklarını basarak fotoğraf çektirebiliyorlar. İşte kontrgerilla şeflerinden Mehmet AĞAR'ın sahip çıktığı temize çıkarmaya çalıştığı bu katiller sürüşüdür. Uygulamalarıyla göze batan, belirli tepkiler alan Özel Tim'in bu sınır tanımaz tavrının kontrol altına alınması isteniyor. Eğer bugün Özel Tim'ler tartışılıyorsa, basın, TV'ler buna az da olsa yer veriyorlarsa, bu başıbozukluktan rahatsız olmalarındandır. Bu kadarı da fazla deyip biraz hizaya getirilmesinin gerektiği isteniyor. Yoksa özel tim dünün özel timidir. Aynı uygulamalarını aylardır sürüdürüyorlar. Aradaki fark bu kez Dersim şehir merkezinde çok aleni olarak halka saldırmaları, cenaze de devlet yetkililerinin ve halkın gözü önünde eylem yapmaları saldırmalarıdır. Zaten kontrgerilla şeflerinden OHAL valisi Ünal ERKAN Dersim'deki özel tim cenazeleri sırasında kendilerini uyarırken "Burada böyle şeyler yapmayın ne yaparsanız dağda yapın" diyerek kendilerini "uyarmıştı". Dağda herşey serbestti nasılsa.... "DHKC Gerillaları Ölümsüzdür" Malatya'nın Cemal Gürsel, Paşa Köşkü ve Beydağı mahallelerinde 11 Temmuz günü, 12 Temmuz şehitleri ve 25 Haziran'da dersim-Ovacık'ta şehit düşen beş gerillanın anısına 'DHKC Gerillaları Ölümsüzdür" ve DHKC imzalı yazılamalar yapıldı. Ayrıca bir çok yere DHKC imzasının atıldığı da gelen haberler arasında. KÜRECİK HALKI İŞBİRLİKÇİ MUHBİRLERİ MAHKUM EDİYOR: Devletin halk üzerinde kendi uzantısı olan işbirlikçilerle birlikte halkı yıldırma politikası kendisine bir şamar gibi geri dönüyor. Kürecik ilçesi-Aksüt köyünde işbirlikçileri teşhir eden halk bu kişilerle tamamen ilişkilerini kesip onları yalnız başlarına bırakıyorlar. Halk tarafından yalnız bırakılan bu kişiler kendi canlarından korkup nereye saldıracaklarını bilmiyorlar. Bundan dolayı kendi şerefsizliklerini halktan başka insanların üzerine yıkmaya çalışıyorlar. Bu da onların içerisinde bulunduğu çıkmazı ve kendilerini koruyacağına dair söz veren devletin halkın en ufak bir tepkisinde kendilerini yalnız bıraktıklarının bilincindedirler. Halk işbirlikçilere karşı asla tavırsız kalmayacaklarını gerekirse kendi adaletlerini uygulayacaklarını dile getiriyor. "Köyümde ölsem buranın ağalığından, patronluğundan iyidir" Dersim'de devlet güçlerinin halka karşı uyguladığı gıda ambargosu, halkın yaşamını ciddi şekilde etkilemeye devam ediyor. Bir yandan köyleri yakıp, insanları göçe zorlarken diğer yandan gıda ambargosuyla göçe zorluyorlar. Diğer baskıların yanı sıra gıda ambargosuyla da insanları köylerini terke zorluyorlar. Biz de Çemişgezek'ten İstanbul'a göç eden bir Dersimli ile görüşmek istiyoruz. Görüşmeye giderken yol üstünde tanıdık bir kahveye uğrayıp çay içiyoruz. Ayakta sıkıntılı bir halde dolaşan yaşlı bir amca bizim masaya da uğruyor.Masamızda tanıdığı bir arakadaşa "ne işimiz var buralarda şimdi köyümde işimde gücümde olacaktım. Buz gibi soğuk suyumu içecektim, karpuzumu suya koyup zevkle yiyecektim, ağaçlarımın gölgesinde uzanacaktım." diyor. Otur diyoruz. Hayır diyor. Oldukça sıkıntılı. Bizden ayrılınca Pülümürlü olduğunu ve göçe zorlananlardan olduğunu öğreniyoruz. Vaktimiz yok konuşamıyoruz. Esas konuşacağımız Dersim'liye gidiyoruz. Evi bodrum katta, küçük bir ev, bizi oldukça sıcak karşılıyor. Yanımızdaki arkadaşı tanıyor sıcak bir havada süren hoşbeşten sonra konuyu açıyoruz. "İsmimi yazmazsanız iyi olur diyor. Tamam diyoruz. Ne zaman geldiğini, gelişinin hangi baskılardan kaynaklandığını soruyoruz. "Baskı çok ama benim asıl gelişim ambargodan kaynaklandı" diyor. "Gerçi köyümüzü de özel timler yakmak istediler, ama söndürdük, sadece bir evimiz yandı" diyor. Nasıl oldu, ne zaman yaktılar diyoruz. "İki ay kadar önceydi. Köyümüzü özel tim yaktı. Gece gizlice evlerden birini yakıp kaçtılar. Ama uzağa gitmeden mevzilenmişler. Köydeki evler yan yana olduğu için birini yaktığında giderek hepsi tu- tuşur. Mevzilendikten sonrada yaktıkları ve yanan eve doğru ateş açtılar. Evleri söndürmeyelim diye ateş edip küfürler savuruyorlardı. Bir süre kurşunlardan yanan eve doğru gidemedik. Sonra baktık diğer evlere sıçrayacak mecburen eğilerek yangını söndürmeye çalıştık. Epey uğraştıkdan sonra söndürebildik. Onlarda epey ateş ettikten sonra gittiler. Evi yakıp, ateş edenler özel timlerdi. Gıda ambargosu size nasıl yansıyor diye soruyoruz. "Her gün Çemişgezek'in giriş ve çıkışında bir karakol var orada arıyorlar" diyerek başlıyor konuşmasına. "Ambargo köylüyü çok kötü etkiliyor. Diyelim şeker götürmek istiyoruz. Alın bu beş kilo şekeri aranızda paylaştırın, yarın bir daha gelin diyor çıkıştaki karakol komutanı. Beş kilo şekeri komşularla paylaşıyoruz ,bir seferde bitiyor. Yani akşam hemen bitiyor. Haydi yarın çık o kadar yolu tepki bir gecelik şeker daha alasın. Şehirden aldığımız sebezeleri arabadan indirip bakıyorlar. Niye indiriyorsunuz, sebzeler bozuluyor diyoruz. İndiriyorlar. Ancak belli bir kısmını veriyorlar. Diyelim bir komşu birine sebze veya başka bir şey için para verdi alınan o şeyi karakoldaki aramada vermiyorlar. Bunun sahibi yok, sen götüremezsin deyip vermiyorlar. İlle sahibi gelip alsın diyorlar. Un almışız diyelim. Beş kilo götür, yarın gel bir kilo daha götür diyor. 12-13 nüfuslu bir aile ne yapsın bu Durumda. Çemiş-gezek'e gidiş ve dönüşler şehir çıkışın-daki karakolun önünden geçtiğinden aranmadan geçmek yok. Karakolda her köye ait defter var. Açıyorlar senin bu kadar nüfusun var niye fazla aldın , hepsini vermeyiz deyip alıyorlar. Fazla yiyecekleri gerillaya veriyorsunuz diyorlar! Oysa verdikleri bize yetmiyor ki. Ambargo esas olarak un, yağ ve şekere uygulanıyor. Sigarayı da daha fazla vermiyorlar. Hafta da dört beş paket ancak alabiliyoruz. Zaten her gün şehire de gidemiyorsun, hafta da bir gün (Pazartesi) gel yeter diyorlar. Bir şey aldığımızda listeye bakıyor, "sen geçen hafta almıştın, ne diye bir daha aldın, ne çabuk bitti" diyorlar. Tamamen keyfi. Karakolun önünden geçmemek için yaya gideyim desen bu sefer de korucularla, askerler önünü kesiyor, değişen bir şey yok. Nerden gidersen git önüne çıkıp engelliyorlar. Her hafta şehire gidip dönmeye para mı dayanıyor... Köyde ki değirmenin çalışmasını engelliyorlar. Ekini biçenler buğdayını Çemişgezek'e götürmek zorunda. İlle şehir-e getirip öğütün diyorlar. Öğüttüğünde de geri götüremiyorsun. Nüfus basına kilo ile un götüreceksin. Yani unumuzu şehirde öğütmeye zorluyorlar, öğüttün götürmene engel oluyorlar. Haydi her hafta şehire gel nüfus başına üç beş kilo un götür. Beş kilodan fazla olmaz diyorlar. Her şehire gidip döndüğümüzde "Niye göç etmiyorsun hala buradamısın' diye tehdit ediyorlar. 'Size ev veriyoruz niye gitmiyorsunuz' diyorlar. Nerde ev biz hiç görmedik, duymadık ev verildiğini dediğimizde 'çadır veriyoruz, oda ev değil mi' diyorlar. Resmen kışın çadırda çoluk çocuğumuzu aç susuz, soğukta kırdırmak istiyorlar. Burada ki yaşam koşullarınız nasıl diye soruyoruz. Yanıtlıyor. "Ben köyünde yaşamak istiyorum. Köyümde ölsem, buranın ağalığından patronluğundan çok iyidir. Biz köyümüzde kendi işimizde, gücümüzde idik. Burada iş bulamıyoruz. Onun bunun ağız Çiller'den bir "mega" yalan daha Bu kaçıncı "mega" proje? Çiller 15 Temmuz günü Ankara'da başta yardımcısı Hikmet Çetin olmak üzere 22 ilin valisi ve diğer yetkililer büyük bir masa etrafında toplayarak MGK'dan aldığı direktifler doğrultusunda medyaya "tarihi" açıklamalarından birini daha yapıyordu. Aynı günün TV haber başlıklarına ve ertesi günkü gazete manşetlerine "Güneydoğu'ya mega yatırım", "Doğuya 25 trilyonluk yatırım", "25 trilyonluk mega proje" diye geçen bu "önemli" basın açıklaması, devletin Kürdistan'a yeni bir makyaj yapma ihtiyacı duyduğunun bir göstergesiydi. Artık devlet için bir-iki yılda bir bu tür basın açıklamaları yapmak veya Kürdistan'a aynı amaçlarla "gezi" ler düzenlemek moda haline geldi. Hele DYP-CHP (öncesi SHP) koalisyon hükümeti bu uygulamanın hiç te yabancısı değil. Koalisyonun kurulduğu 91 yılı sonlarında Kürdistan'a verdikleri önemi göstermek için önce bir "paket program" kamuoyuna açıklanmıştı. "Güneydoğu'da yeniden yapılanma" adını taşıyan MGK'nın onayını almış" paket vaadlerle doluydu. Bununlada yetinilmeyip Kürdistan'a birde (Aralık 91'de) "Şefkat gezisi" düzenlemişti. Kendi deyimleriyle devletin küstürdüğü halka devlet adına kardeşlik elini uzatıyorlardı. Dem irel ve İnönü'nün bu gezisi o kadar "şevkat", o kadar vaadler içeriyordu ki, Demirel'e "demokrat" diyen her renkten solcular bile bu tespitlerinin ne denli isabetli (!) olduğunu bir kez daha görüp rahatladılar. Paketin kamuoyuna açıklanması ve "şevkat gezisi"nin bitmesiyle vaadler unutulmuş, vaadlerin altından bomba ve kurşunlar çıkmıştı. Yani DYP-SHP'nin vaadleri kürt halkına karşı kullanılan bombalar, kurşunlar, panzerler, helikopterler olmuştu... Tarih 31 aralık 1993. İki yıl sonra devlet yine Kürdistan'da ve amaç yine aynı. Kürt halkına "şevkat"ini göstermek isteyen devlet yılbaşını Diyarbakır'da geçirmişti. Demirel'in yerinde Çiller, İnönü'nün yerinde Karayalçın oturuyordu. Bu kez kürt halkına MGK adına vaad dağıtma görevi Çiller ve Karayalçın'daydı. Diyarbakır'da yeni yılın ilk gününde halka konuşan Çiller" Bu bölgenin insanını askerden geldiğinde eş bulacak, iş bulacak duruma getireceğiz" diyordu. Ama Ankara'ya dönüldüğünde yine herşey unutuldu. Ve bilinen politika uygulanmaya başlandı. Kürt halkı yine bombalarla, kurşunlarla, cephanelerle, katliamlarla göçlerle başbaşa kalmıştı. Çünkü verilen vaadlerin gerçek anlamı buydu ve bunlarda halka yaşatılıyordu. Ve yıl 1995 Temmuz. Yine Çiller Başbakan ama yardımcısı bu kez Hikmet Çetin. Çiller'in bir önceki vaadlerinin üzerinden birbuçuk yıl geçmiş. Bu süre içinde de kontrgerilla Kürdistan'da silahların üzerine oturttuğu politikasında uyguladığı tüm vahşete rağmen başarı sağlayamamanın kirizini yaşamaktadır. Ve kriz giderek büyümektedir. İşte tam bu noktada kontrgerilla yeni bir demokrasicilik makyajına ihtiyaç duydu. MGK'nın önüne koyduğu "paketi" açma görevi yine Çiller'e düşüyordu. O da Kürdistan'daki valileri ve OHAL valisini Ankara'ya çağırarak açıklamayı Ankara'da yaptı. Yardımcısı Çetin'in, bakanlarının, valilerinin ve diğer devlet yetktililerinin uzun bir masada dinlediği Çiller konuşmaya dersini "iyi" ezberlemiş bir öğrenci gibi başladı. "Birlik ve beraberlik ruhuyla üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yok. Şartları seferber ederek gönül birliği içinde, ülkece hep beraber bu merhaleyi asacağız" gibi ezberletilen ve herkesin bildiği cümlelerin sıkça yeraldiğı toplantıda yine bolca vaat vardı. Doğal olarak bu vaatler kürt halkı içindi. Çiller 25 trilyonluk bir kokusunu çekiyoruz. Bize 50 bin, 100 bin yevmiye veriyorlar. Ev kirası beş milyon, elektrik, su parası hariç, mutfak hariç. Benim ayda 15 milyon almam lazım. Adam bana 4 milyon, 5 milyon teklif ediyor. Ben o parayla ne yapabilirim. Aylık kira giderlerimi karşılamaz, resmen evimizi, malımızı, toprağımızı bıraktık. Burada başkasına kölelik yap, mümkün mü? Dayanılacak gibi değil, ben buraya gelmezdim. Ama çocuk var. Belimi büküyor. Çocuk olmasa bir gün bile durmam köyüme giderim. Vururlarsa vursunlar. Ama yine de uzun kalacağımı sanmıyorum. Üç ay, altı ay sonra, bir yıl sonra da olsa döneriz. Burada fazla kalamayız. Burada maddi durumumuz iyi de olsa durmak istemiyorum, bizi üç defa sürgün ettiler. 1926'da, 38'de ve şimdi. Atamızın mezarı sürgünlerden dolayı köyde değil. Bizimde mezarımızın köyde olmasını istemiyorlar. Ama döneceğiz. Başka olmaz. Burada yapamayız. Çocuk olayı herkesi etkiliyior. Çocuklar olmasa millet o kadar göç etmez. Köye dönüşte diğerleri (akraba, tanıdıklarınız) ne düşünüyorlar sorumuza ise; "Onlarda döneceğiz diyorlar. Aslında hepsi dönmek istiyor ama bu dönüş birkişinin, iki kişinin dönmesiyle olmaz. Eğer döneceksek hepimiz dönmeliyiz. Bir-iki kişinin dönmesi etkili olmaz. Yine gönderirler. Bizim köylülerin çoğu Elazığ'da. İş yok, güç yok. Bugün 10 aile ciddi ciddi köye dönmeyi düşünüyoruz deseler, dönseler, bu diğerlerini de etkiler. İstanbul'da dağınık durumdayız. Bir araya gelip, diyalog kurmamız, bir araya gelmemiz, bunun yollarını bulmamız lazım. Ne yapacağımıza beraberce karar vermeliyiz. Böyle olmaz. Yani bu göç işi tersine de olabilir. Yeter ki bunu başarabilelim. Böylesi bir durum köyde kalanlara da bir umut ışığı olur yoksa onları da çıkarırlar" diyor. Ve aynı sıcaklıkla ayrılıyoruz kendilerinden... "mega" projeden bahsediyordu. Yatırımdan merkez köyle-rin kurulmasına, hayvancılığın teşvik edilmesinden konut yapımına hız verilmesine kadar her konuda "cömertçe" vaatler mevcuttu ve bunlar bir bir sıralandı. Çiller'in büyük bir şovla sunduğu toplantıdaki, vaatlerin "birlik beraberlik ruhu"nun yer aldığı toplantısının medyadaki mürekkebi bile kuramamıştı ki, OHAL valisi Ünal Erkan'dan "çatlak" ses çıkmaya başladı. Ünal Erkan'a göre Çiller'in açıkladığı "OHAL valiliğine başvurulmasıyla güvenliği sağlanan köylere göç edenlerin geri dönmesi doğru olmaz"dı. Çünkü onların güvenliği sağlanamazdı ve onlara hizmet götürmek mümkün değildi. Böylece daha ilk saatlerde bu vaatlerin uygulama şansının olmadığı bir kez daha ortaya çıkmaya başladı. Aksi bir durum zaten gerçekçi olmazdı. Geçmişte açıklanan paketler, verilen "mega proje" sözleri nasıl bir bir unutuduysa, Çiller'in aldığı direktifler sonucunda açıkladığı "25 trilyonluk" vaatleri de unutulacaktı. Yine vaatlerin yerini kürt halkına karşı uygulanan vahşet politikası alacaktır. Çiller'in bu yeni makyajı da tutmayacaktır, demogojiden başka birşey değildir. Şehit aileleri Gazi'de Uyardı: "Göstermelik dava değil katilleri istiyoruz" 12 Mart 1995 günü besleyen, 20’nin üzerinde insanın katledilmesi ve 146 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan Gazi katliamı sanıklarından 20 polis hakkında "Müdafaa ve zaruret sınırı aşılarak, müstakil ve faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek ve yaralamak" suçundan dava açıldı. Katil sanıklardan Adem Albayrak 5 kişiyi öldürmek suçundan yargılanırken birçok katil polise karşı açılan davada, 200 yıla yakın savcılığın hapis istemi var. Bunun yanında Gazi'deki saldırıyı protesto gösterisi yapan halktan 95 kişiye izinsiz gösteri yaptıklarından dolayı 1.5 yıl ile 5 yıl arası ceza isteniyor. Ayrıca iddianamede kat- ledilenlerle ilgili olara sadece 7 kişiden söz edilirken diğer 11 kişiyi öldüren polisler hakkında herhangi bir dava açılmadı. Yine herhangi bir Emniyet Müdür ve amirlerinin de yargılamada hiç isimleri yoktu. Yani faşizm, Gazi katliamını da Sivas, Çorum, Maraş vb. katliamlar gibi unutturmaya maskelemeye çalışıyor. Tüm göstermelik 200 yıllara varan hapis istemlerine rağmen mahkeme heyeti haklarında dava açtığı hiçbir katil sanığı görevlerinden almadı. Düzenin Gazi davasında gösterdiği sahtekar tavır Gazi Mahallesi şehit ailelerinin tepkilerine neden oldu. Yüze yakın ailenin katıldığı 16 Temmuz Pazar günü Gazi Mahallesi'ndeki yapılan basın toplantısında, "Menteşe, Kozakçıoğlu ve Menzir katliamın birinci dereceden sorumlularıdır. Faşizmin bunlara dava açmaması bu kontrgerilla şeflerinin katliamdan sorumlu olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca Gazi davasındaki mahkemenin tutumunu ve savcının yaklaşımlarını samimi bulmuyoruz. Katiller devlet güvencesi altında ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Faşizm Gazi katliamının hesabını er ya da geç verecektir. Hesap soracak olan burjuvazinin mahkemeleri değil, halk mahkemeleridir. Faşizme ve onun mahkmelerine güvenmiyoruz." açıklamasını yaptılar. Gazi ve Ümraniye Olayları Hukuk Komisyonu Üyesi Av. Mustafa Çoban "Katilleri savcı bulamadı halk bulacak" Gazi ayaklanması sürecinde, 2ü'den fazla insan polis tarafından katledildi. 100'lerce insan, kurşun, cop, kalas darbeleri ile ağır şekilde yaralandı. Yaralılardan sakat kalanlar var. Yani bu devletin polisi tarafından, halka karşı bir katliam yapıldı. Bu katliam sonrası "en yetkili" ağızlar, suçluların yakalanacağını, halkı katledenlerin hak ettikleri cezaya çarptırılacağını söylediler. Savcılar 4 ay boyunca katilleri "aradılar". Ve 10.7.1995 tarihinde güdük bir iddianameyi mahkemeye sundular. İddianameye göre yalnız 7 kişinin katilleri bulunmuştu. Diğer katiller nerede? Bu dava için Gaziosmanpaşa'da 3 savcı çalışmıştı. 4 ay sonucunda ise hiçbir iş yapmadıkları, yalnızca kamuoyunu kandırmaya çalıştıkları ortaya çıktı. Dosya içeriğine baktığımızda, tek yaptıkları, avukatların delil olarak sunduğu, halka ateş açan polis resimlerini polislere gösterip "Burada tanıdığın var mı?" sorusunu sormak olmuştur. Avukatlar o resimleri vermese idi herhalde Adem Albayrak'ı dahi bulamazlardı. Polisler aleyhine soruşturmayı yürüten bu savcılar, katilleri bulamamışlardı. Fakat halk aleyhine soruştur mayı yürüten DGM savcıları, birçok "provo katör" bulmuşlar ve onyıllara varan ceza is temi ile davalar açmışlardır. Gazi ayaklan ması sonrasında, Yoksul Halkın Gücü gaze tesi basıldı ve içeride bulunan 3 kişi Gazi'de halkı provoke ettikleri gerekçesi ile tutuklan dılar. Bu üç kişi ilk celsede tahliye olurken, açılan bir başka dava 11 tutuklu sanık ile de vam ediyor. Evet bu gelişmeler, dosyaları hazırlayan savcıların hangi ölçülerle hareket ettiklerinin kanıtıdır. İddianameyi hazırlayan savcı polislere TCK'nm 50. maddesinin uygulanmasını istiyor. Bu madde polis amirlerini doğrudan "aklayan" bir maddedir. İçeriği kısaca şöyle: Polisler amirlerinin emirlerini aşarak, bu suçu işlediklerinde... Yani amirleri doğru emir vermiştir, fakat bu emirleri aşan bazı polis- ler suç işlemiştir. Bu maddeler uygulanarak, savcı bu katliamın söz dinlemeyen birkaç polisin eseri olduğunu savunmaktadır. Oysa bu katliamın devletin en üst noktalarında planlanan bir sindirme katliamı olduğunu herkes bilmektedir. Savcı M. Ural Büyükdinçer'e bu da yetmemiş, sanıkların beraatini savunarak TCK'nın 49. maddesinin uygulanması yönünde mahkemeye mesaj vermiştir. Bu davanın çalışmasını yürüten, savcılarla yaptığımız görüşmelerde kendilerinin bu katliamın sorumlularını bulacak ve yargılayacak cesarete sahip olmadıklarını söylemiştik. Gaziosmanpaşa Başsavcısı'na "davayı açsanız bile TCK'nın 49. maddesi ile beraat istersiniz" dedik. Bize yanıldığımızı, kendilerinin katilleri bulup hak ettikleri cezayı almaları için çalışacaklarını söylediler. İddianameyi görünce yine yanılmadığımızı anladık. Hakkında 200 yıla yakın ceza istenen polisler hakkında dahi tutuklama talebi olmadığını gören şehit aileleri, basın açıklamaları ile tepkilerini dile getirdiler. Haklıydılar çünkü şehitlerden yalnızca 7'sinin katili hakkında dava açılmıştı. Üstelik sanık polisler hala görevlerinin başındalar. Belki de terfi dahi almışlardır. İddianameyi alan Eyüp 2. Ağır Ceza Mahkemesi, İstanbul'da yargılamanın güvenli bir şekilde yapılamayacağı gerekçesi ile dosyayı Adalet Bakanlığına gönderdi. Güvenlik sorunu bahanedir. Asıl niyetleri, bu davayı, Sivas katliamı davası gibi kapah kapılar ardında yürütmektir. Davaya halkın katılmasını önlemeye çalışıyorlar. Fakat yanılıyorlar. Dava dosyasını nereye götürürlerse götürsünler; yine halktan yalıtamayacaklar. Çünkü her yerde halk var. Savcılar, hakimler bu katliamın sorumlularını yargılayamayacaklarını gösterdiler. Fakat halk bu sorumluları bulma va yargılama cüretine sahiptir. Yargılayacak ve hak ettikleri cezayı verecek gücü vardır. Sorumlular uzakta gizli bir yerlerde değildir. Hala halka karşı suç işleme görevlerine devam ediyorlar. Halk katilleri tanıyor. Şehit ailelerinin kamuoyuna açıkladıkları talepler: 1- Katillerin eksiksiz olarak bulunmasını talep ediyoruz. 2- Evlatlarımızın katili olarak tespit edilmiş olan basta, Adem Albayrak isimli cani olmak üzere yirmi polisin hemen tutuklanmasını talep ediyoruz. 3- Katillerin cezalandırılmasını talep ediyoruz. 4- Yılan hikayesine döndürülmek istenen soruşturma hemen ta mamlanmalıdır, 5- İçişleri Bakanı, Vali Kozakçtoğlu ve Menzir hakkındaki takipsiz lik kararı derhal kaldırılmalıdır. Günlerce süren olayların yalnızca bireysel hareket eden polislere yıkılmaya çalışılması ile kimseyi kandı ramazsınız. Asıl suçlular yargılansın. Emirsiz kimse hareket etmez. 6- Olaylar süresince bölgedeki operasyonları yürüten Hüseyin Kocadağ neden iddianemede sanık olarak yer almamış? Bu adam püri pak da polisler mi bu zatı dinlememiş? Bu şahısı davanın baş sanığı olarak istiyoruz. 7- Balistik İncelemelerini DGM savcılığı neden yürütüyor? Bu yet ki sivil savcılığın değii mi? Bu soruşturmaya güvenmemizi mi bekli yorsunuz? Soruşturma derhal sivil makamlara devredilmelidir. 8- Davanın duruşmaları mahallemize en yakın ve geniş bir salon da yapılmalıdır. Bizler fakir insanlarız. Bizleri ikinci bir işkenceye ta bi tutmaya kimsenin hakkı yoktur Bu arada Eyüp Ağır ceza tarafın dan sorumluluktan kaçmak için bir ara çözüm olarak yargrtaya gön derilen soruşturma dosyası er geç bu hafta içinde mahkemeye dön melidir. 9- Soruşturma sonunda hazırlanan fezlekeye göre davayı yanlış ve polisleri koruma amaçlı yönlendirmeyi amaçladığı gün gibi ortaya çıkan Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Baş Savcısı Celal Demircioğlu, Savcı Muhittin Kaya ve Savcı H. Ali Beşpınar'a davranışları karşısında güvenimiz kalmamıştır. Geriye kalan soruşturmanın bu şahıslar tarafından yürütülmemesini talep ediyoruz. 10- İddianame savcısı ve dosyayı ilk görüşen mahkemeyi reddediyoruz. Dosya ve deliller ellerine geldiği halde gerekeni yapıp sanıkları tutuklamak yerine davayı birbirlerinin üzerine atmak için kavga etmiş daha sonra ise ara çözüm olarak sudan sebeplerie yargıtaya göndermişlerdir. 11- Sonuç olarak adalet talep ediyoruz. Kandırmaca ve gösterme lik davalara karnımız tok. Bu tip davaların hepsinde de katillerin ak lanmaya çalışıldığını örnekleriyle biliyoruz. 12- Olay ve dava ciddidir. Bütün devrimci demokrat kamuoyunu bıkmadan yılmadan mücadeleye davet ediyoruz. Gazi Şehit Aileleri Vakfı Girişim Komitesi İnfaz davasında polisler aklanmaya çalışılıyor İstanbul Küçükköy'de 26.5.1993 tarihinde Devrim Mehmet Eroğlu ve Yüksel Güneysel'i katleden polisler hakkında açılan dava duruşması 17 Temmuz günü Eyüp I. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapıldı. Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Ahmet Düzgün Yüksel mahkeme heyetinin son ara kararında katil polisleri cezalandırmayacağını ortaya koydu. Bunu belirten bir dilekçeyle mahkeme heyetinin davadan çekilmesini istedi. 26 Haziran 1993 tarihinde SHP Gaziosmanpaşa ilçe başkanıyla görüşmek için giden Devrim Mehmet Eroğlu ve Yüksel Güneysel ilçe başkanı Mehmet Altuncu'nun ihbarı üzerine işyerinde pusu kuran polisler tarafından katledilmişlerdi. Avukat A. Düzgün Yüksel, görülen bu davada okuduğu dilekçesinde şunları söyledi: "Mahkemenin olayın delillerinin araştırılmasına ilişkin talebinizi savcının (Yusuf Soydaş) hiçbir hakkı ve yetkisi olmadığı halde, TCK'nın 49.50. maddesinin uygulanması talebinin etkisine daha baştan girerek tüm taleplerimizi reddetmiştir. ... Savcı delilleri yeterince araştırmadan taraflı bir iddianame yazıyor ve mahkeme savcının istediği biçimde yürüyor... Katliam yapıldığı yerde gerekli araştırmalar yapılmadı. Heyetin kanaati ise tamamen sanıkların yani katliamın uygulayıcısı katillerin ifadesine dayanılarak veriliyor... Mahkeme heyeti taraflı davranıyor. Her katliamdan sonra hükümet, katiller sürüsünü övgüler ve ödüllere boğarken, göstermelik olarak açlıan davalarda tamamen katillerin istek ve ifadeleri doğrultusunda yürüyor. Ki, bu kontrgerilla artığı çeteler mahkemelere dahi gelme gereğini görmüyor. Her mahkemelerine basın yasakları konuyor, davaları izlemek isteyen insanlar soruşturmalara alınmıyor ve hatta gözaltına alınıp tutuklanabiliyorlar... Tüm bu sebeplerden dolayı mahkememizin sanıkların cezalandırılmayacağına yönelik görüşü, ara kararda teknik hukuk diliyle açıklanmıştır." diyerek mahkeme heyetinin davadaki görevinden çekilmesini talep etti. Ancak, mahkeme Avukat A. Düzgün Yüksel'in bu isteğini reddetti ve mahkemenin yeni duruşma tarihini 22.8.1995 olarak belirledi. Oligarşinin katliamlara, infazlara yönelik bu tip göstermelik davalarda sürekli olarak katillerin lehine kararlar alması ne katil polislere ve İlhami Yelekçi gibi savunucularını ne de Mehmet Altuncu gibi polis işbirlikçilerini halkın adaletinden kurtaramayacaktır. Tüm katliam, infaz vb. oligarşi tarafından açılan açılmayan davalarda olduğu gibi bu davada da nihai kararı verecek olan halktır. Halkın adaletidir. Sel felaketine uğrayan Senirkent yalnız değildir - İstanbul'da ve Türkiye'nin birçok yerinde yaşanan felaketler emekçi halklarımızın suçu, kaderi değildir. Sel felaketi, bir avuç azınlığın sömürülerini perçinlemek için emekçi halkımıza ödettiği bedellerdir. Bu sömürü düzenine karşı çıkmak ve sömürüsüz bir dünya kurmak kendi ellerimizdedir. Bunu gerçekleştirmek için halklarımız arasındaki dayanışmayı güçlendirmeliyiz. Her türlü yardımlaşma ve halkımızın yaralarını sarma yönünde oluşturacağımız halk komiteleri ile sorunlarımızı çözebiliriz. 13 Temmuz günü Isparta'nın Senirkent ilçesinde meydana gelen sel felaketi, 3 mahalleyi yok etti. Taş Mescid, Yayla ve Büyükçeşme mahallerinde çamur altında kalan 300 kişi hala kayıp. Senirkent halkı, yetkililerin olayın boyutunu küçük göstermeye çalıştığını belirtti. Kapıdağı'ndan inen sel suları ve kopan kayalar Senirkent'i çamur altında bıraktı. Çamur içinden gelen iniltiler, kaybolanların çoğunun yaşıyor olduğununun mesajını veriyordu, devletin ilgisizliği ve kurtarma çalışmalarının yetersiz ve yavaş olması, ölü sayısının artamasına enden oldu. Mahallelerin kimi yerlerinde bir metre kalınlığına ulaşan çamurların içinde yaralılar ve cesetler bulunuyor. Gün geçtikçe kuruyan çamurlar kurtarma çalışmalarını güçleştiriyor. Dozerle yapılan çamur temizleme çalışmaları cesetlerin parçalanmasına ve kanalizasyon borularının patlayıp kentin suyuna lağım karışmasına neden oldu. Kanalizasyon ve içme suları birbirine karışan Senirkent'te içme suyu ihtiyacı çevre ilçelerden getirilen tankerlerle sağlanıyor. Salgın hastalık endişesi artarken, çamur nedeniyle cilt hastalıkları da artış gösteriyor. Evlerinde akşam yemeği için sofra başında bulunan yüzlerce insan, sel sularıyla sürüklendi. Evlerin balçığa gömüldüğü mahallelere gece boyunca girilemedi. Girilemeyen semtlerde boğazlarına kadar balçığa saplanan insanlaın 'kurtarın' sesleri duyuluyordu. Yakınlarını kaybedenlerin feryatları dinmiyor. Yaşadıkları felaketin acısını yüreğine basan Senirkent'lilerin, enkaz altından ceset çıktıkça ağıtları daha da yükseliyor. Bir yandan ölenlerin ardından dökülen gözyaşları, diğer yandan ise kayıp olan yakınlarının sağ olarak kurtulma umudu yaşanıyor. Enkaz kurtarma çalışmalarının yavaş ilerlemesi Senirkent halkının öfkesini kabarttı. Yetkililerin olayın boyutunu küçük göstermeye çalıştığını belirten Senirkent'liler, asıl felaketin yaşandığı mahallelere üç gün boyunca girilemediğinden şikayet ederek, "Oralarda bir evde 20 kişinin öldüğünü biliyoruz, hala ölü sayısı onlarla ifade ediliyor. Gitsinler oralardaki enkazı temizlesinler, gerçek rakam ortaya çıksın, Şimdiye kadar birkaç ana caddeyi temizlediler. Ara sokaklara girmediler. Ölü sayısı açıklanandan çok daha faz- ladır" dediler. Bu arada Senirkent'liler kurtarma çalışmaları yapan ekiplerin yeterince dikkatli davranmadığını belirtiyorlar. Şu ana kadar çamurun içinden çok az çocuk cesedinin çıktığnı belirten halk, olayda en az 30-40 çocuğun öldüğünü söylüyorlar. Çocuk cesetlerinin dikkatsiz çalışmalar sonucu enkazlarla birlikte yüklenerek çöplüğe atılmış olabileceğini belirtiyorlar. Bunun üzerine yetkililer, gece çalışması yapılmayacağını belirterek daha girilmeyen birçok sokak olduğunu açıklamak zorunda kaldılar. Şimdiye kadar enkaz altından 61 kişi ölü olarak çıkarıldı, 90'dan fazla insan da yaralı olarak kurtarıldı. Genellikle köyden ilçeye göç eden insanların oturduğu Kapıdağı yöresindeki evlerin tümü kerpiç. Bu evler bırakın seli, şiddetli bir fırtınada bile yerle bir olacak kadar dayanıksız ve ahşap yapılı. Daha önce de sel felaketi 1936 yılında da yaşanmış olmasına rağmen bugüne kadar hiç bir tedbir alınmamış. Senirkent halkının uğradığı felaketin sorumlusu devlet ve bu konuda yetkililerin ilgisizliğidir. Orman Genel Müdürlüğü Kapadağı'ndan ağaç kesimi yapıyor,erezyon tehlikesine karşı ise hiçbir önlem alınmıyor. Çarpık yapılaşmayla beraber insanlara tehlikeli olduğu bilindiği halde ev yapmaları için iskan izni veriliyor. Senirkent halkı yaşadığı felaketle yüzyüze bırakılmak isteniyor. İnsanlar, kayıp yakınlarını kedi çabalarıyla bulmaya çamur temizleme çalışmalarını elbirliği ile sürdürmeye çalışıyorlar. Devlet yetkilileri yaşanan felaketi Senirkent'in kaderiymiş gibi göstermeye çalışarak acılarını yüreklerine gömmelerini bekliyorlar. Ancak Senirkent halkının istediği yalnızca kurtarma çalışmaları ve maddi yardım değil, emekleri, alınteri yok olan ve yakınları ölen insanlarımız onlarla birlikte olacak, halkların ortak dayanışmasını sağlayacak çalışmalar istiyorlar. Devletin Cumhurbaşkanı, Başbakan'ı, düzen partilerinin temsilcileri ve medya, yaşanan felaketi kendi şovlarını yapacakları araç olarak kullanıyorlar. Süleyman Demirel'in çizmelerini ayağına geçirip bir-iki inceleme yaptığı ve arkasından"Senirkent'lileri dağın gazabından kurtaracağız" demesi bugüne kadar verdiği vaatlerin ötesine geçmeyecektir. Olaydan üç gün sonra Senirkent'e şöyle bir uğrayarak halka "İçinizde olmaya, acınızı bizzat paylaşmaya geldim" diyen Çiller'in nutukları ve döktüğü timsah gözyaşları Senirkent halkının yaşadığı felaketi ne kadar hissettiğini gösteriyor. Bayındırlık Bakanı Halil Çulhaoğlu, maddi sıkıntıdan dolayı ilçeye ilk aşamada 1.5 milyar lira yardım yapabileceklerini söylerken yaşanan felaketin bu kadarla unutturulabileceğini sanıyor. Kendileri lüks içinde yaşayıp sefahat çekerken halkın sorunlarına sahip çıkıp bunu hissetmelerini bekleyemeyiz. Senirkent halkıyla dayanışmayı sağlamak, yardım kampanyaları başlatmak ve bunun için halk komiteleri oluşturmak, Senirkent halkının sorunlarına sahip çıkılmasını beraberinde getirecektir. Halkların sağlayacağı dayanışma, bu tür felaketler dahil, düşmana karşı güç olmayı sağlayacaktır. YAŞANAN SEL FELAKETİ VE DÜZENİN GERÇEK YÜZÜ İstanbul'da altyapı sorunuyla gündeme gelen içme suyunun içilebilirliği tartışmalarının yaşandığı son günlerde bu kez bir sel felaketi yaşandı. Sel felaketleri sadece İstanbul'la sınırlı kalmadı. Karadeniz bölgesinde, Ankara ve Isparta'da meydana gelen sel felaketlerinde yüzlerce insan öldü, halk büyük maddi zarara uğradı. Medya tarafından İstanbul'un bir felaketle karşı karşıya olduğu yazılıp çizildi. "Son 60 yılın en büyük sel felaketi" , "Altyapısı felç olan şehirde hayat tam anlamıla felç oldu", "İstanbul yağmura teslim oldu." vb. büyük puntolarla verilen haberlerle İstanbul'a birkaç gündür yağan yağmurun altyapı yetersizliği nedeniyle oluşan selin binlerce ev ve işyerini sular altında bıraktığı, evine aniden dolan sel sularından kaçamayarak bir kişinin yaşamını yitirdiği dramatik bir öykü gibi yazıldı ve TV ekranlarına yansıdı. Boyalı basın günlerce sel baskınına uğrayan SABAH gazetesinin, TOFAŞ bayiinin, selden dolayı çalışamayan Borsa'nın uğradığı zararları yazarken, çamur deryasına dönen gecekondu mahallelerini, gecekondu halkının uğradığı zararları yazmıyordu. Sel felaketine neden olan altyapı eksikliğini, yeterli önlem alınmamasını değil, sadece ATV'nin bahçesinde mahsur ka- lan bilmem ne cins köpekleri yazdılar. Selde hayatını kaybeden Hüsniye Ateş ise sadece satır aralarına sıkıştırılarak geçiştirildi. SABAH gazetesi tüm bunları devletin istediği biçimde yazmasına rağmen gerekli ilgiyi görememiş olacak ki, "Kendi keyfi için yolları kestiren, helikopteri ile istediği yere inen Hayri Kozakçıoğlu SABAH ve ATV'nin başına gelen bu olaya ilgisiz kaldı" diye hayıflandı. Cumhurbaşkanından Başbakan yardımcısına (yurtdışında olmasaydı Başbakan da), hükümet sözcüsüne kadar birçok devlet adamı 'geçmiş olsun' mesajları gönderirken, T. Erdoğan, H. Kozakçıoğlu, N. Menzir ve Bakırköy Belediye Başkanı A. Talip Özdemir bizzat ziyaret ederek SABAH'ın 'acılarını' hafifletti. Düzen kurumlarının yardım araçları ilk önce Medya Plaza'ya, Borsa'ya güçlükle(!) ulaşırken, emekçi halkın yaşadığı gecekondu mahallesinde bir tek yardım aracı bile görmek mümkün değildi. Beklenemezdi de. Çünkü onlar para babalarının, medya tekellerinin, borsanın yardımına koştular. Devletin halka karşı saldırılarına ortak olan medya, halkın sömürüsünden pay alan borsa ilk yardımına koşulanlar oldu. Ancak, yağmurun dinmesi ve sel sularının çekilmeye başlaması ile birlikte tüm varlıklarını yitiren gecekondu halkının yanlarında oldukları (!) şovlarını yapanlar bir bir ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan en çarpıcı olanı ise, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu'nun medya karşısında yaptığı vaat şovu oldu. Ancak, bugüne kadar yapılan vaatleri bilen halkımız bunlara inanmaktan çok gülüp geçti. Bu eli kanlı katilin sözlerine inanmadılar. Selde evleri hasar gören binlerce yoksul gecekondu halkı şu an evsiz, barksız ve çaresiz durumda. Sel bölgelerinde ne Kızılay, İtfaiye, İSKİ, ne de herhangi bir yerel yönetim hiçbir çalışma yapmadı. Halk, kendi çabalarıyla sel felaketinin yaralarını sarmaya çalışıyor. Hiçbir kurtarma faaliyetinin olmadığı yerlerde üst katlardan atılan bir hortum insanların hayatını kurtardı. Sel sonrası çamur deryasına dönmüş olan ge- cekondu mahallelerinde gerekli ve yeterli önlem alınmazsa salgın hastalıklar emekçi halkımız için kaçınılmaz bir tehlikedir. Yaşanan felaketlerden en büyüğü ve medyada en geniş biçimde yer alanı ise Isparta'nın Senirkent ilçesinde yaşandı. 4 gün süren sağanak yağışlarla beraber dağdan kopan kaya parçaları halkımızı sofraları başında vurdu. Kaçmaya ve korunmaya fırsat bulamayan halk, selin önüne kattığı tonlarca kaya ve balçık içerisinde kaldı. Sel karşısında dayanamayan ahşap ve kerpiç evler kayaların da çarpmasının etkisiyle bir bir yıkıldı. Ve halk yıkılan evlerinin, metrelerce çamurun içinde kaldı. Gece gelen felaket tüm iletişim olanaklarını da ortadan kaldırdı. Enkaz altında kalan insanlar erken yardım gelmemesinder dolayı saatlerce yaşam mücadelesi verdi. Buradaki halk kendi çabalarıyla enkaz altında kalan yakınlarını kurtarmaya çalıştı. Ama sonuç değişmemişti; çamur altında kalan yüzlerce insan hayatını kaybetmiş. Sele kapılan Senirkent halkının bu sonucu yaşaması kaçınılmazdı. Devlet kurumları yıllarca burada bulunan Kapıdağı'nda erozyonun olacağını bile bile dağın eteklerindeki ağaçları kereste kullanımı için keserek, kesimden sonra yaşanabilecek olumsuzluklar karşısında hiçbir önlem almadı. Yaşanan felaket karşısında da ilgisiz kalması, devletin insan hayatına ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Daha tüm evleri sel suları altında kalan istanbul'un gecekondu halkına hiçbir yardımda bulunmayanlar, Senirkent'te yaşanan ve yüzlerce insanın ölümüne neden olan felaket karşısında yine şovlarına başladılar. Demirel'in kendi seçim bölgesi ve memleketi olan İsparta, Senirkent'te yaşanan sel felaketi bulunmaz bir şov malzemesiydi. Senirkent'e gidip ayağına "çizmelerini" takan Demirel, "Yıkılanı yaparız, kırılanı tamir ederiz, devletimizin, milletimizin gücü bunu yapmaya muktedirdir." sözleriyle kendi yüzünü ve temsil ettiği düzenin gerçek yüzünü gösterdi. Senirkent halkı Demirel'in bile kendi sorunlarına sahip çıkamayacağını biliyor ve söylenen sözlere inanmıyor. İstanbul'da ve Türkiye'nin birçok yerinde yaşanan felaketler emekçi halklarımızın suçu, kaderi değildir. Sel felaketi, bir avuç azınlığın sömürülerini perçinlemek için emekçi halkımıza ödettiği bedellerdir. Bu sömürü düze- nine karşı çıkmak ve sömürüsüz bir dünya kurmak kendi ellerimizdedir. Bunu gerçekleştirmek için halklarımız arasındaki dayanışmayı güçlendirmeliyiz. Her türlü yardımlaşma ve halkımızın yaralarını sarma yönünde oluşturacağımız halk komiteleri ile sorunlarımızı çözebiliriz. Haklar ve Özgürlükler Platformu Sel Felaketinde Mağdur Olanların Yanındaydı İstanbul'da sel felaketinden sonra verilen yardım sözleri yavaş yavaş unutulmaya başladı bile. İstanbul, Küçükçekmece, İkitelli, Atatürk ve Mehmet Akif Mahallesinde selden büyük oranda etkilenen halka belediye göstermelik kampanyalarla medyatik şovlar yapıyor. İstanbul'un RP'li Belediye Başkanı Recep Tayip Erdoğan Atatürk ve Mehmet Akif mahallelerinin ortasından geçen derenin kapatılması ya da ıslah edilmesi için herhangi bir girişimde bulunmadı. Yerel belediyeyi elinde bulunduran DSP'Iİ belediye başkanı Nurettin Şen'le tartışmalar karşılıklı suçlamalarla sürüyor. Küçükçekmece'nin DSP'Iİ başkanı Şen, Erdoğan'ı, ödenek verilmiyor" diye. Erdoğan da Şen'i "çalışmalarımızı engelliyor diye suçluyor. Ama olan halka oluyor. Siyasi çıkarların ön planda olduğu yardım kampanyaları yerine derenin kapatılması ya da ıslah edilmesi gerekiyor. Haklar ve Özgürlükler Platformu sel baskınından sonra İkitelli Atatürk ve Mehmet Akif Mahallelerindeki selzedeleri ziyaret ederek ve geçmiş olsun dileklerini ileterek açtıkları yardım kampanyasının amaçlarını anlattılar. 18 Temmuz günü gerçekleşen ziyarette halkın ihtiyaçlarını tespit eden heyet, çocukların ve kadınların sağlık sorunlarına da çözüm getirmek için çalışmalarda bulundu. Platform heyeti içerisinde yer alan Sağlık-Sen'liler halkın sağlık sorunlarını belirleyip, salgın hastalıklara karşı ilaç ve tedavi ihtiyaçlarını gidermek üzere yardım çalışmalarına başladılar. Haklar ve Özgürlükler Platformu yardım kampanyasının sonuçlandırılması için tüm devrimci-demokrat kurum ve kişileri maddi ve manevi olarak desteğe, dayanışmaya çağırdı. Ev eşyasından, ilaca, gıdaya kadar her türlü yardımı kabul edeceklerini bildirdiler. Yardımlarını ulaştırılacağı kurumlar şunlardır: Sağlık-Sen Genel Merkezi Millet Cad. Yusuf Paşa Durağı İnan İş Hanı Kat:5 Tel: 589 17 08 BEM-SEN Genel Merkezi Tel: 511 80 09 Çağdaş Özgür-Der İstiklal Cad. Bekar Sk. No:21/5 Beyoğlu/istanbul Tel:252 89 17 Halkın Hukuk Bürosu Millet Cad. Dede Paşa Sk. Tarçıncı Apt. Kat:2 Fındıkzade Tel: 531 73 97631 36 94 Memur Gerçeği Dergisi Abdüllatif Paşa Sk. Çakırağa Mah. Şekerci Han Kat:2 No:8 Aksaray Tel:632 69 42 TİYAD Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. Şekerci Han Kat: 2 No:9 İşçi Hareketi Gazetesi Kemalpaşa Mah Selimpaşa Sk. Çelik Apt. No:56/2 Aksaray Tel:520 15 27 Kurtuluş Gazetesi Binbirdirek Mah. Terzihane Sk. Kaleağası Apt. No:1 Kat:2 Sultanahmet -İstanbul Tel:518 84 17 Eminönü direnişi dönüm noktasında İşçiler direnişin 67. gününde Eminönü Belediyesi ölüm orucuna yattı Taşeronuna • Eminönü belediye işçileri şimdi bedenlerini ortaya koydular. Emekleri onurları için işçi sınıfına önemli bir miras bırakmak için direnişin 67. gününde ölüm orucuna başladılar. Ölüm orucu bu direnişte bir dönüm noktasıdır, dönüşüm noktası olacak. Şimdi her yerden her koldan ölüm orucu direnişini aktif şekilde desteklemek onu başarıya ulaştırmak hepimizin görevi. İşten atıldıkları 15 Mayıs 1995'ten bu yana Eminönü Belediyesi önünde direnişlerini sürdüren belediye işçileri mücadelelerinde yeni bir sayfa açtılar, Kendilerini görmezden gelen ve belediye bi nasına gizlice girip çıkmaya çalışan işçi düşmanı belediye yöneticilerine karşı; geleceklerinin karartılmasına, çocuklarının açlığa itilmesine karşı; ülkenin dört bir yanında süren işçi kıyımlarına karşı işçiler ölüm orucuna yattı. 15 Mayıs'tan beri belediye önündebekleyerek süren direniş yanında işçiler bir çok işgal, yürüyüş vb. aktif eylemlerde de bulundular. Kamuoyun geniş bir kesiminden maddi ve manevi destek sağladılar. Eminönü Belediyesi'nde iş bırakma noktasında işçileri sonuna kadar zorladılar. Ancak başta Eminönü belediyesinin yöneticileri olmak üzere siyasi iktidar her laman olduğu gibi Eminönü belediyesi önündeki direnişi de görmezden geldi. İşçilerin ve ailelerin çığlıklarına kulaklarını tıkadı. Eminönü bölgesinin resmi ve sivil tüm polislerini direnişin karşısına dikti. Bütün bunlar direnişin ivmesini düşürmedi. Aksine işçilerin inanç ve karalılığnı geliştirdi, sermayeye olan kinlerini arttırdı. Direniş ölüm orucunun eşiğine böyle bir süreçte geldi. "Ölmek Var Dönmek Yok" dedik. Şimdi bunu ispatlama Günüdür" Ölüm orucu eylemine başlarken 15 Mayıs'tan beri geceli gündüzlü, yarı açyarı tok ve uykusuz kadınlı-çocuklu Eminönü Belediye işçileri sanki direnişe yeni başlıyormuş gibi heyecenlı ve coşku doluydular, ölüm Orucu duyurusu basın açıklamasıyla henüz yapılmadan önce işçiler davul zurna eşliğinde sloganlarla halaya durdular. Daha önceleri yüzlerce kez haykırılan "Zafer Direnen Emekçinin Olacak ", "Direniş Sürüyor Sürdüreceğiz", "Eminönü Bizimdir, Bizim Olacak", "Yaşasın Onurlu Direnişimiz" sloganları yeniden ve yeniden çınladı. işçileri desteklemek için DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Çetin Uygur, DİSK Deri İş Genel Başkanı Munzur Pekgüleç, DİSK Genel İş İstanbul Bölge Başkanı Hüseyin Ayık ve Türk İş'e bağlı bazı sendika yöneticileri işçilerin ölüm orucuna başlamasını desteklemek için Eminönü belediyesi önüne geldiler. Disk Örgütleme Daire başkanı Çetin Uygur işçilere yönelik bir konuşma yaparak "Eminönü Belediyesi önünde onurlu bir mücadele yürüten işçi arkadaşlarım, yaklaşık iki buçuk aylık kavganız bir ekmek ve onur kavgası. Bu kavga sadece 265 işçinin işe dönüş kavgası değil. Biliyorsunuz Türkiye'nin her tarafı bu kavgalarla yanmaya başladı. Kavganız işte bu kavganın bir parçası. Böyle bir yolu seçtiğiniz için sizleri onurla selamlıyorum. Vücudunuzla, bedenlerinizle girdiğiniz bu sıçrama noktasında yalnız kalmayacaksınız. Hepinize başarılar diliyorum" dedi. Genel İş Sendikası 7 No'lu Şube Başkanı Erol Ekici ise basın açıklamasını okuyarak ölüm orucunu başlattıklarını açıkladı. İşçiler basına yapılan bu duyuru sırasında uzunca alkışlı bir tempo tuttular. Erol Ekici basın açıklamasından sonra ayrıca "Direnişe başladığımız gün 'Ölmek Var Dönmek Yok Dedik" Şimdi bunu pratikte ispatlamanın günüdür" dedi. Ölüm Orucu duyurusundan sonra işçiler üzerinde "İşimiz İçin Ölüm Orucun- dayız. ÖLMEK VAR DÖNMEK YOKEminönü Belediye İşçileri" yazılı bir pankart açtılar. Ölüm orucuna ise ilk etapta 7 no'lu Şube Başkanı Erol Ekici, Mali Sekreter Haydar Aslan, işçilerden Sami Yiğit, Hüseyin Aslan ve Muhsin Baş direnişi başından beri ailece destekleyen Eminönü halkından Rafet Işıklar ve Genel İş 1 No'lu Şube Başkanı Şükrü Kartal'ın eşi Beser Kartal ölüm orucuna başladılar. Ölüm orucu ile ilgili pankartı direklere asan işçiler "Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz" sloganlarıyla arkadaşlarını minderlere oturttular. Özgürlük Türküsü ölüm orucuna başlayan işçiler ve tüm direnişçilere moral için bir dinleti sundu. İŞÇİLERİN ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİNİ BAŞARIYA GÖTÜRELİM Ülkemizin dört bir yanında kavga ateşleri yanıyor. İşyerlerinin önünde işçilerin, alanlarda kamu emekçilerinin, kayıp yakınlarının direnişleri sürüyor. Gecekondular, mahalleler zulme, açlığa, baskılara karşı bir direniş odağı... Eminönü Belediyesi'nin önü ise biz emekçi halkın gündür süren bir mücadelenin adresi. Bu adreste ismini bildiğimiz veya bilmediğimiz işten atılan 265 işçi ile onların eşleri çocukları anne ve babaları bulunuyor. Ekmek ve onur kavgasını bizlerin kavgasını veriyorlar. Kavga bizim, ancak bu kavgayı bilince çıkardığımızda, sahiplendiğimizde güçlenecek, güçlendikçe başarı şansı artacak bir kavga... Bizim kavgamız diyoruz, işten atılmış olalım veya olmayalım, işçi, memur, köylü veya öğrenci olalım Eminönü Belediye işçilerine yapılan haksızlıklar özünde bize, bizim sınıfımıza yapılan bir haksızlık ve saldırıdır. "Bana neciliğin" artık hiç kimseye yararı yoktur. "Bana ne" demek ülkemizde yaşanan emekçi düşmanlığına içten destek olmak, "bana ne" demek kendi çıkarlarımızın altının oyulmasına gözyummaktır. Neden ölüm orucu, nereye kadar ölüm orucu? Açlığa, Sefalete, Zulme karşı onur mücadelesi veren Eminönü Belediye işçileri 67 gündür direniyor, DİRENECEK... Bu direniş işçi kıyımlarına izin vermemek içindir. Bu direniş işçi düşmanlarına karşıdır. Bu direniş emekçilerin bedenleri üzerinde politika yapanlara karşıdır. Bu direniş Onurumuz, Özgürlüğümüz, Kurtuluşumuz İçindir. Bizlere zulmedenlere, açlığa terkedenlere, onursuz bir yaşamı dayatanlara bir çift sözümüz var. Emeğimiz, onurumuz, kurtuluşumuz için direneceğiz, savaşacağız ve kazanacağız. 67 gündür direnen Eminönü Belediye İşçileri dostlarını hep yanında gördü, bundan sonra da yanında görmek istiyor. Çünkü, bu direniş sadece Eminönü işçisinin değil, zorla, zulümle baskı altında tutulan, sesini çıkarama- yan tüm emekçilerin direnişidir. Bizler Eminönü İşçileri olarak Türkiye İşçi sınıfına karşı olan sorumluluğumuzun bilinciyle hareket ediyoruz. Bu bilinç gereği işten atılan üyelerimizin geri alınması için, işten atılmalara izin vermeyeceğiz şiarıyla başlattığımız direnişimizi zafere dönüştürmek için bugünden itibaren başta Şube Başkanı Erol EKİCİ olmak üzere süresiz açlık grevine başlıyoruz. Sınıf mücadelesinde bedelsiz kazanımların olmayacağını bilen bizler kazanmak için bedenlerimizi de sunuyoruz. Her zaman bedel ödemeye hazır olduğumuzu söyledik, işçileri açlığa sefalete itenler, baskı altında ve gözdağıyla yönetenler, insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayanlar, kendi yasalarına dahi uymayanlar, hak alma-arama mücadelelerini zora dayalı bastırmaya çalışanlar işveren yardakçıları,mücadele kaçkınları DİZ bu mücadeleye bedenlerimi- zi sunarken sizler, emekçi karşısında bir kere daha kaybedeceksiniz. Tarih önünde sizlerde payınıza düşenleri alacağınızı unutmayın. Hep haykırdık, haykırıyoruz. Susma sustukça sıra sana gelecek. 67 günlük dierenışte sesimize kulaklarını tıkayanlara, ülkemiz gerçekliğinde üç maymunları oynayanlara sözümüz var. Hücre hücre eriyen bedenlerimizde her gün kendilerini sorgulamalıdırlar. Eminönü işçileri başı dik, alnı açık olarak işlerine dönme mücadelesi veriyorlar ve kazanacaklar. Bu savaşı da biz KAZANACAĞIZ. Çünkü Haklıyız, haklılığımızdan aldığımız güçle hayıkırıyoruz. İŞÇİYİZ, HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ" DiSK/Genel İş Sendikası İstanbul 7 No'lu Şube Başkanı Erol EKİCİ Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi'nden Uyan 15 Mayıs 1995'te işten atılan 265'i Eminönü Belediyesi çalışanının o günden beri büyük bir kararlılıkla sürdürdükleri işlerine geri dönme mücadelelerine destekler her geçen gün artarak devam ediyor. Direnişlerinin 67. günü (20 Temmuz 1995} ölüm orucuna başlayan Eminönü işçilerini desteklemek amacıyla, işten atılmalarına sebep olan ve Temizlik işlerinin mütehitliğini yapan Şeref Varan'ın Fişekhane Caddesi'ndeki inşaat bürosu basıldı ve çalışanları etkisiz hale getirildikten sonra tahrip edildi. Gazetemizi telefonla DHKOİşçiler adına arayan bir kişi eylemi Eminönü işçilerinin direnişini desteklemek amacıyla yaptıklarını belirterek "Yaşasın DHKP, Yasasın DHKC" dedi, İşte bu bakımdan Eminönü Belediye işçlierinin direnişi bizim direnişimiidif. Bu direnişin başarıya ulaşması sermayenin Saldırılarını geriletecek binlere ise yeni bir güç aşılayacaktır. İşçiler direnişlerini başarıya ulaştırmak için 15 Mayıs'tan beri sabırla değişik biçimlerde direndiler, eylemlerde bulundular. Yılmadılar. Yılmadıkları içindir ki, direnişe yeni başlıyor gibi ölüm orucuna başladılar. Ölüm orucu başladığı anda belediye önündekki katılımı arttırdılar. Şimdi bu ruh hali ve dinamizmin boşa gitmemesi için bedenlerini ortaya koyan işçilerin bu direnişini onlarla birlikte ve günün 24 saati birlikte soluyalım. İşyerlerimizde bu direnişin haklılığının propagandasını yapalım, aktif ve pasif eylem türlerini kendi işyerlerimizde hayata geçirelim. Tabandan zorlayarak sendikacılarımızın bu olay karşısında ortak tavır belirlemesini sağlayalım. işçi düşmanları bizlerin iş hakkına yapılan saldırılar karşısında hep birlikte belediye başkanıyla, yardıcılarıyla düzen partileriyle, polis terörüyle birlikte karşımızdalar. O halde biz neden Eminönü'nde işçilerin iş hakkı için, işçi sınıfının onuru için başlayan ve bugün ölüm orucuna dönüşen direnişin yanında değiliz. Biz sermayenin değil, işçi sınıfının bir parçasıyız. Bunun gereğini ise işçilerin başlattığı kavgayı sonuna kadar sahiplenmekle yerine getirebiliriz. "Ölmek Var Dönmek Yok". Bu espri 1984 yılında yapılan ölüm orucu direnişinin esprisiydi. Bu espri ölüme yatanlardan 4 kahraman devrimcinin bedeninde gerçeğe ulaştı. Ölüm, haklılık ve devrimci inanç karşısında yenildi. Bu gerçek ülkemizde tüm emekçilerin direnişlerinde kararlılık ve inanca örnek oldu. işçlier Kağıthane Belediyesi'nde 66 günlük ölüm orucuyla önemli bir kamuoyu oluşturdular. Şimdi Eminönü Belediye işçileri bu ölüm orucunu kaldığı noktadan başarıya ulaştıracaklar. İşte bu zorlu mücadeleyi başarıya ulaştırmanın ağırlığını omuzumuzda hissetmeliyiz. Kazanmak azmiyle yola çıkan aç bedenlerin yüreklerinde taşıdıkları inanç ve ateşi onlarla bir olarak harlamalıyız. Ölüm orucu biz ierle başarıya ulaşmalı, başarı bizlerin olmalı. "Geleceğimiz, özgürlüğümüz, ■ Türk-İş Başkanlar Kurulu toplandı kurtuluşumuz için ayağa kalkalım" İşçiler genel greve ısınıyor Liman-İş Genel Başkanı Hasan Biber, Liman-İş'in 13. Olağan Genel Kurulu'nda delegeler ve kurula katılan konuklara yönelik bir konuşma yaptı. Dünya ve ülkemiz gerçeklerinin bir değerlendirilmesinin yapıldığı konuşma metnini kısaltarak yayınlıyoruz. "Son yıllarda karşılaşılan sorunlar hem ülkemizde, hem de dünyada derinleşip kökleşmektedir. Yoksul halklara yeni bir dünya düzeni diye sunulan emperyalist saldırı çok çabuk açığa çıktı. Sosyalist blokun yıkılmasıyla sosyalizm düşüncesinin öldüğünü, en iyi düzenin kapitalizm olduğunu yayan emperyalist çevreler, yaşanan çağın somut gerçeklerine çarptılar ve kapitalist sistemin bütün olumsuzlukları ortaya serildi. Yeni dünya düzeni Amerika'nın dünya emekçi halklarına dayattığı kendi hegemonyasını pekiştirme düzenidir. Kabul etmeyenleri nasıl yakıp yıktığını, 'savaşsız dünya' söylemine karşın nasıl azgınlaştığını kısa dönemde birlikte yaşadık. Ülkemizde yaşadıklarımız çok daha vahimdir. Siyasal, sosyal, ekonomik yönden ülkemiz kapitalizmi miyadını doldurmuştur. Ülkemiz insanları açısından devlete, sisteme, düzene duyulan güven tükenmiştir. Siyasal partilerin sağı da, solu da yüzde 25'in üzerinde oy alamamaktadırlar. Parlamento işlevsizleşmiş, karar çıkaran, kanun yapan, kısaca ülkenin sorunlarına vakıf ve çözüm üreten bir konumdan çıkmış, her şeyi Milli Güvenlik Kurulu'nun emrine vermiştir. 5 Nisan paketi ile bütün toplumsal kesimler özveriye çağrılıyordu. Peki sonuç ne oldu? Enflasyon düşecek dendi, düşmedi; daha da yükseldi. Çalışanlar, küçük üreticiler, emeldiler yüzde 50'ye yakın gerçek gelir kaybına uğradı, işsizlik çığ gibi büyüdü, sosyal sorunlar patlamalar noktasına geldi. Ücretli kesimlerin bu kaybına karşı, tekelci sermaye, büyük toprak sahipleri, tüccarlar kârlarım ikiye üçe katladılar. Ülkemizin, bizlerin, çocuklarımızın geleceği açısından çizdiğim tablo karanlıktır. Ama umutsuz değilim. İşçi sınıfımızın geleceğimizi kazanma yönündeki potansiyel gücüne güveniyorum. 3 Ocak genel eylemi, 20 Temmuz eylemi, büyük Ankara yürüyüşü ve son yaşadığımız işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs'taki kitlesellik beni umutlu olmaya yöneltmiştir. Bu potansiyel doğru sendikal politikalarla, doğru eylem adımlarıyla örgüüendiğinde geleceğimizi karartmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunun içindir ki, kendimize bakmak, sendikal tutumumuzu irdelemek, olumsuzluklardaki payı ortaya koymak ve sağlıklı sendikal mekanizmalar oluşturmak göreviyle karşı karşıyayız. Söz konusu olan geleceğimizdir. Yüksek sesle haykıracağız. Bu ülkede sadece patronların değil, işçi sınıfının da sözü geçecektir. Yüksek sesle haykıracağız... Olumsuzluklara karşı genel grev silahımızla çıkacağız. Bu gidişe "dur" demek zorundayız. Çalışıyor, üretiyoruz, hak ettiğimizi alabilmenin tek yolu mücadeledir. İnanıyorum ki, sizler de aynı şeyleri düşünüyorsunuzdur. Haklılığımızdan aldığımız güçle, mücadele edeceğiz. Bu gidişe dur demenin başka yolu yoktur. Yasal haklarımızı kullandığımızda, yasadışı uygulama ve saldırılarla karşılaştığımızda kimse bizi yasal olmaya zorlayamaz. Hangi koşulda olursa olsun, hak arayan, hakları için mücadele eden ve kazanan bir sendikacılık yaratmak zorundayız. Doğal olarak bu durum yepyeni bir sendikacı tipini gündeme getirecektir. Ancak bu kişilik toplumun ezilen kesimlerinin sorunlarım kendi sorunu sayar ve ona uygun örgütlenme ve mücadele birliğinin ortak adımlarını atabilir. Arkadaşlar, kendi gücümüze güvenelim. Bize reva görülen rezilliklere layık değiliz. Dünyanın her yerinde haklar mücadeleyle kazanılıyor. Zaten bedel ödüyoruz. Geleceğimiz karartılıyor. Yarınımızdan kaygılıyız. İş güvencemiz yok, eve ekmek götürmemiz sermayenin iki dudağı arasına bırakılmak isteniyor. Evet, bedel ödüyoruz. Ama bu bedel geleceğimizi kazanmak için ödenmelidir. İşsiz kalma korkusu yerine işimize sahip çıkma kararlılığıyla sermayenin karşısına dikilelim. Güç biziz. Yaratılan bütün güzelliklerin, değerlerin, ekonomik birikimlerin sahibi bizleriz. Biz çalışmadığımızda hayat durur. Biz çalışmadığımızda ser-mayenin kasaları boş kalır. Geleceğimiz, özgürlüğümüz, kurtuluşumuz için ayağa kalkalım. • Türk-İş Başkanlar Kurulu eylem programını açıkladı. 21 Temmuz'da servislere binmeyerek başlayacak eylemler, 25 Temmuz'da parti merkezlerini ziyaret, 5 Ağustos'ta Ankara'da miting, 8 Ağustos'ta bir günlük iş bırakma olarak belirlendi. DYP-CHP hükümeti 1995-1997 yeni toplu sözleşme dönemlerinde 700 bin kamu işçisini iyice açlığın içine sürüklemek istiyor. Aylar önce başlanması gereken toplu iş sözleşme görüşmelerini iktidarın sorumlu bakanları görmezden gelerek masaya dahi oturmadılar. Geçtiğimiz günlerde ise yapılan görüşmede sıfır zam politikasından hiç mi hiç farklı olmayan bir yaklaşımla işçilere yüzde 5 oranında zam(!) önerdiler. Hükümetin emekçilere aslında neyi dayattığını, nasıl bir baskı mekanizmasıyla sindirmeye çalıştığını iyi bilen Türk-İş yönetimi ancak tabanda işçilerin zorlamasıyla bir dizi eylem kararı alabildi. Başkanlar Kurulu'nda alınan eylem kararları 18 Temmuz'da yapılan Genişletilmiş Yöneticiler Kurulu'nda (Bu kurul sendika genel merkez yöneticileri yanında, bağlı şubelerin yöneticilerini de içine alıyor.) takvime bağlandı. Eylemlerin takvime bağlanış biçimi Türk-İş'in bu konuda da nasıl bir oyalamaca içinde olduğunu gösterdi. Buna göre 21 Temmuz'da tüm işçiler servis araçlarına binmeyecek. 25 Temmuz iş çıkışı parti merkezlerini ziyaret, 5 Ağustos'ta Ankara'da büyük yürüyüş ve miting. 8 Ağustos'ta bir günlük işe gitmeme eyle- Toplantıda Yöneticiler Konuşturulmadı Türk-İş yöneticileri eylemin en azından tabanda pratik açıdan uygulanabilir olması açısından tüm yöneticileri Ankara'ya toplamak zorundaydı. Şube yöneticileri işyerlerine olan yakınlıklarından dolayı işçilerin yakıcı taleplerinin de bir ölçüde yakın tanığı durumundadırlar. Bu nedenle hem eylemlerin içeriğine, hem de bunların takvimine toplantıda itiraz ettiler. Devlet Su İşleri salonunda 18 Temmuz'da yapılan toplantıda konuşma talebinde bulundular. Ancak Türk-İş ağaları bu konuşma hakkını onlara vermedi. Maksat işçiler onları bir arada eyleme götürüyor olsundu. Toplantı sırasında sadece Bayram Meral'in kendisi konuştu. Toplantı sonrası ise CHP ve DYP genel merkezlerine topluca siyah çelenk bırakılması kararı alındı. 500'ü aşkın yöneticiyle birlikte yapılan yürüyüşte önce CHP Genel Merkezi'ne, ardından da DYP genel merkezine birer siyah çelenk bırakıldı. Yürüyüş sırasında "Hükümet İstifa", "Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye", "İşçi Memur El Ele Genel Greve" sloganları atıldı. Kamu işçileri 1993-95, yani geçtiğimiz toplu sözleşme dönemlerinde Türk-iş'in aynı oyalama taktikleri ve yöneticilerinin kendi çıkarları esasında masada satıldılar, önemli hak kayıplarına uğradılar. Bu toplu sözleşme döneminde de siyasi iktidar emekçilerin başta ekonomik, olmak üzere birçok sosyal hakkını kemirmeyi hedefliyor. Bu nedenle 1995-97 toplu iş sözleşmesi emekçiler açısından da iyi bir sınav niteliği taşıyor. İşçiler kendi kararlılıklarını ve taleplerini pratiğe Türk-İş yönetimini aşacak şekilde yansıtmadıkça hak kayıplarının önüne geçemeyeceği gibi, açlıkla iç içe yaşamaktan da kurtulamayacaktır. Ambar işçilerine polis kuşatması İzmir'deki kargo taşımacılığının merkezi durumundaki Pınarbaşı Ambarlar Sitesi'nde sermaye düzeni yeni uygulamalara soyundu. 6 Temmuz günü saat 14.00'te 200'ün üzerinde çevik kuvvet panzeriyle siteyi kuşatmaya aldı. Giriş kapısında kontrolü ele geçiren kolluk kuvvetleri bazı işçilerin girişine engel oldu, gişe ve nizamiye görevlisi işçileri tartakladı. Kuşatmanın 2. günü sendika yönetim kurulu üyesi ve işyeri temsilcilerinin de içinde bulunduğu 7 kişinin işine düzenin kolluk kuvvetlerince son verildi. Düzenin kolluk güçleri ayrıca onar kişilik gruplarla devriye gezip, panzerlerle manevralar yaptırıp, işçiler üzerinde psikolojik üstünlük kurmaya çalışıyorlar. Tüm bu fiziki ve psikolojik baskılar üzerine TÜMTİS sendikası İzmir Şube Başkanı Şükrü Günsili Ambarlar Sitesi'nde bir basın açıklaması yapmak üzere çağrı yaptı. 13 Temmuz 1995 günü saat 10.00'da Ambarlar Sitesi'nde yapılan basın açıklamasına çeşitti sendika ve DKÖ'lerden katılanların yanı sıra, TÜMTİS sendıkası Genel Başkanı Sabri Topçu da hazır butundu. Saat 10.00'a yaklaşırken, etrafta sessizlik hakimdi ve işçiler görünmüyordu. Birden sloganlarla üç koldan ilerleyen işçiler alana dolmaya başladı.. "İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Yaşasın İşçilerin Birliği", "Kahrolsun İşçi Düşmanları", "Yaşasın İş, Ekmek, Özgürlük Mücadelemiz" sloganlarını sermaye devletinin kolluk güçlerinin suratına bir tokat gibi patlatarak basın toplantısının yapılacağı yere iki saat iş bırakarak geldiler. Bu anda kolluk kuvvetleri ne yapacaklarını şaşırdılar ve alanda uzakta beklemekte yarar gördüler. İşçilerin militan tutumları başarmıştı bunu. Sloganlar sürüyordu. "İşçi Memur El Ele Genel Greve", "Bizleri Köle-Esir Yapamazlar". Basın açıklamasının Sabri Topçu tarafından okunmasının ardından Şube Başkanı Şükrü Günsili yaptığı konuşmada kazanılan haklarının geri alınmaya çalışıldığından söz ederek hak gasplarına izin vermeyeceklerini belirtti. Geçmiş süreçte polisin bulunmadığı bölgeye bir anda böyle bir kuşatmanın olmasını gerektirecek birçok neden sıralanabilir. Bunlar öncelikte, TÜMTİS sendikasına üye olan işçilerin TİS sürecinde olması, burada çalışan işçilerin sınıf kardeşleriyle dayanışmada örnek teşkil etmeleri, mücadele ile kazanılmış haklarına militan bir tarzda sahip çıkmaları. Bu kuşatmadan sermaye düzerinin ambarlardaki temsilcileri kadar diğer kapitalistlerin de doğrudan çıkarları olduğu gözden kacırılmamalıdır. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosu'nun 20 Temmuz 1995 tarihli, 5 sayılı açıklamasını yayınlıyoruz. Reşadiye'ye bağlı, Gökdere Köyü muhtarı, bütün uyarılara rağmen devletle işbirliği yaparak devrimcileri ve gerillayı ihbar etmeye devam etmiştir. 23 Aralık 1993'de gerillanın bulunduğu alanı düşmana ihbar etmiş, 24'ünde ise devlet güçlerine kılavuzluk yaparak, gerillanın bulunduğu alana düşmanı götürmüştür. Bu ihbar ve baskın sonucu gerillanın sığınak ve iaşe deposu ortaya çıkmış, kışlık yiyecek ve bir miktar silah yakalanmış, gerilla ise baskından çatışarak, kayıp ve yaralı vermeden çıkmıştır. Gökdere Köyü Muhtarı ihbarcı Mehmet Çokyaşa, bu ihbarından sonra, son bir kez tekrar uyarılmış, işbirlikçiliğe devam ederse cezalandırılacağı kendisine iletilmiştir. O ise, uyarıya rağmen işbirlikçiliğe devam etmiştir. 12 Temmuz 1995 günü gecesi, Karadeniz Bölge Komutanlığı Recai Dinçel Kır Silahlı Propaganda Birliği'ne Bağlı Yusuf Erişti Silahlı Propoganda Birliği Gökdere Köyü'nü kuşatarak, muhtar Mehmet Çokyaşa ve ihbarcılığıyla bilinen bir kişi daha köy meydanına çıkarılarak halkın önünde sorgulanmıştır. Muhtar Mehmet Çokyaşa, önce ihbarcılığı reddetmiş, ancak diğer ihbarcının itirafı üzerine bütün suçlarını itiraf etmiştir. Defalarca uyarıldığından ve de suçları sabit görüldüğünden ölümle cezalandırılmasına karar verilmiştir. Diğer ihbarcı şahıs ise, jandarmayla birlikte yer göstermeye gittiğini, ama bunu kendisine zorla yaptırdıklarım belirtmiş, köylüler de bu durumu onayladığından bu şahsa ise para cezası verilmiştir. Suçları köylülerin huzurunda anlatılmış ve ölüm kararı yerine getirilmiştir. Köylülere gerekli propaganda yapıldıktan sonra DHKC bayrağı ve ihbarcılığın suç olduğu, affedilemeyeceğine ilişkin pankart asılıp, geri çekilinmiştir. Bölge halkının her geçen gün daha fazla gerillayı sahiplenmesi düşmana ve işbirlikçilerine karşı duyarlı olması sevindiricidir. İhbarcılığa, işbirlikçiliğe izin vermeyeceğiz. Bütün ihbarcıları uyarıyor ve gittikleri bu yoldan geri dönmeye çağırıyoruz. Aksi halde sonuçlarına katlanacaklardır. DEVLETİ DEĞİL, GERİLLAYI DESTEKLEYİN DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ Kısa... Kısa... Kısa... Kısa... İSTANBUL 11 Temmuz günü G.O.P. 500 evler Barabos mahallesindeki parkın tam karşısına "12 Temmuz Şehitlerimizin Katillerinden Hesap Sorduk, Soracağız" DHKC-Devrimci Halk Güçleri imzalı, bombalı bir pankart asıldı. Karadeniz mahallesi Paşaköy mevkiinde, E-6 karayolu üzerindeki üst geçide; üzerinde Cephe bayrağı olan "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" yazılı bir pankart asıldı. Ayrıca "Her Temmuzun Onikisinde Karanlığın Cellatları Ağlayacak Bu Ülkede", "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Devrim Şehitlerinin Katillerinden Hesap Sorduk, Soracağız", "Öndere Selam Savaşa Devam" yazılamaları yapıldı. 16 Temmuz: Gültepe de DHKC/Devrimci Halk Güçleri tarafından faşistlerin toplandığı bir faşist odak 12 Temmuz şehitlerinin anısına tahrip edildi. Olay yerine "12 Temmuz faşizme zindan edeceğiz" Devrimci Halk Güçleri imzalı bir pankart asıldı. Esenyurt'ta DHKC tarafından dört ayrı bölgeye yazılamalar yapıldı. Haramidere, Parseller, Soneyler ve Esenyurt'a "12 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür", "Öndere Selam Savaşa Devam, Parti beynimiz Cephe silahımız-DHKC" Ayrıca Sonevlerde yol tabelasına iki Cephe bayrağı asıldı. Yenibosna da bir çok yere DHKC im- zalı duvar yazılamaları yapıldı. Yazılamaların bazıları şunlardı: "Yaşasın Halkın Adaleti, Halkın Umudu DHKP-C Faşizmden Hesap Soruyor Soracak, Umudun Adı DHKP-C'dir..." 17 Temmuz günü Gazi mahallesinde 12 Temmuz şehitlerinin anısına DHKC/Devrimci Halk Güçleri bir korsan gösteri düzenledi ve gösteri yerine bombalı bir pankart asıldı. Ayrıca polis karakolunun 100 metre yakınındaki bir faşist odağa da (kaportacı dükkanı) molotoflu bir eylem düzenlendi. Kaportacı dükkanının molotoflanarak tahrip edilmesi eylemini DHKC taraftarları üstlendi. 20 Temmuz günü gözaltında kayıpların ve katilamların hesabını sormak amacıyla Cevizlibağ'daki üst geçide "Ayşenur'ların, Rıdvan'ların, Hasan'ların Katillerini Bulacağız" Devrimci Halk Güçleri imzalı pankart asıldı. ADANA 11 Temmuz Salı günü Dumlupınar mahallesinde semt pazarının bulunduğu caddeye "12 Temmuz Şehitleri Mücadelemizde Yaşıyor" yazılı ve DHKC Devrimci Halk Güçleri imzalı bir pankart asıldı. Semt pazarının kurulu olması dolayısıyla pankart halkın ilgisini çekti. 13 Temmuz günü ise Denizli mahallesinde "12-14 Temmuz Şehitleri Yaşıyor, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür, Faşizmi Döktüğü Kanda Boğacağız" içerikli DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı kuşlamalar bütün mahallede yapıldı. Ayrıca aynı gün Dumlupınar mahallesinde de aynı içerikli DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı. MALATYA 11 Temmuz günü Cemalgürselpaşa Köşkü ve Beydağı mahallelerinde 12 Temmuz şehitlerini anmak ve 25 Haziran'da Dersim-Ovacık'ta son mermilerine kadar düşman güçleriyle çatışarak şehit düşen beş DHKC gerillasının anılarına "12 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür, DHKC Gerillaları Ölümsüzdür" DHKC imzalı yazılamalar bir çok yere yapıldı. Ayrıca kentin bir çok yerinde DHKC imzalarının atıldığı gelen haberler arasındaydı. Zonguldak Ereğli'de 12 Temmuz şehitlerinin resimlerinin ve Cephe ambleminin olduğu DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı afişlemeler yapıldı. ANKARA 9 Temmuz günü Ankara Dikimevi'nde "12 Temmuz Şehitlerimizin Hesabını Soracağız" DHKC imzalı bir pankart asılırken, aynı bölgede bir çok yere 12 Temmuz ile ilgili yazılamalar yapıldı. İZMİR 6 Temmuz günü İzmir Güzelyalı semtinde "Zehra Yoldaş Ölümsüzdür" DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı. Ayrıca 13 Temmuz tarihinde saat 5.30 civarında asılan "12 Temmuz Şehitlerinin Hesabını Soracağız" DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı bomba süsü verilmiş pankart saat 10.00'a kadar asılı kaldı. BOLU 11 Temmuz gecesi Düzce'nin Hamidiye, Karaca, Şerefiye mahallerinde 12 Temmuz şehitleri ile ilgili afişlemeler ve "12-14 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür", "12-14 Temmuz Şehitlerinin Hesabını Soracağız", "Yaşasın Devrimci Halk Kur tuluş Cephesi" ve DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı. 12 Temmuz Şehitleri Avrupa'da Anıldı 12-14 Temmuz ve Sivas şehitleri 2 Temmuz günü Avusturya Berndorf'ta Devrimci Halk Güçleri'nin düzenlediği bir piknikle anıldı. Piknik alanı pankartlarla, Parti ve Cephe bayraklarıyla donatıldı. Devrim şehitleri için yapılan bir dakikalık saygı duruşundan sonra12-14 Temmuz katliamı ve bize öğrettiği savaş gerçeği, teslimiyetin reddedilip bir direniş destanı yazılması, oligarşinin devrimci irade karşısında nasıl çaresiz kalındığı anlatıldı. Hazırlanan skeçlerin oynanmasından sonra türküler, marşlar söylenip, davulzurna eşliğinde halaylar çekildi. Topluca yenen yemekten sonra çeşitli etkinliklerle devam eden piknik, akşam saat 22.00'de "Yaşasın Halkların Kardeşliği, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür, Yaşasın Halkın Addaleti, yaşasın DHKP- C" sloganlarıyla sona erdi. Diğer yandan 12 Temmuz şehitlerinin anısına Almanya'da anmalar gerçekleşti. Köln'de yapılan anmadan Devrim Şehitlerinin mücadelemizdeki yeri ve önemi anlatıldı, şiirler okundu. 13 Temmuz günü de Münih şehir merkezinde "12 Temmuz Şehitleri Yaşıyor, Parti-Cephe Savaşıyor" yazılı, yaklaşık 7 metre uzunluğunda bir pankart asıldı. Polis karakollarının karşısında ve Türkiye'lilerin yoğun olarak bulunduğu bir yere asılan pankart yaklaşık üçbuçuk saat sonra polis ve itfaiye tarafından indirildi. Sivil polis otosu yakılarak tahrip edildi 12 Temmuz gecesi, İstanbul Gaziosmanpaşa'ya bağlı Karadeniz Mahallesi'nde Terörle Mücadele Şubesine bağlı, .34 BLZ 69 plakalı Reno marka sivil ekip otusu Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi tarafından molotofla yakılmış ve korkudan arabadan ayaklan kesilmiş bir şekilde kaçan sivil polislere iyi bir ders verilmiştir. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi tarafından gerçekleştirilen bu eylem halk tarafından büyük bir sevinçle karşılanmıştır. Gazi'de polis eşkiyalığına halk tepkisi Gazi Mahallesi'nde düzenin ayyaş bekçilerinden bir polis Anadolu durağında içki içtiği birahanedeki bir kadına silahının kabzasıyla vurunca halkın müdahalesi ile karşılaştı. Birahane dışına çıkarılan polisle mahalle halkı arasındaki tartışmaya gençlerin karışması üzerine olayın büyümemesi için gelen polislerin demagoji yapıp saldırgan polisi alıp götürmeleri sonucunda halk dağıldı. Küçükarmutlu: DHKC taraftarları polis otosunu taşladı 15 Temmuz gecesi Sarıyer Küçükarmutlu'da DHKC taraftarları polis minibüsünü taşladı. Minibüste hasar meydana gelirken ekip otosu çareyi kaçmakta buldu. Mahallede sürekli terör estiren polis bir kez daha halkın tepkisiyle karşılaşarak kaçtı. Daha sonra polis mahallenin girişlerini abluka altına aldı. Taşlı sopalı saldırı YDH il merkezi işgalinde ve Bayrampaşa Cezaevi'nde polisin gözaltılarını protesto etmek amacıyla yapıldı. "Gülnaz Yoldaş Yaşıyor, DHKP-C savaşıyor" Şehit olan Gülnaz Sarıoğlu anısına Antakya'da Akbank şubesi molotoflanarak tahrip edildi. Ayrıca banka şubesinin önüne "Gülnaz Yoldaş Yaşıyor, DHKP-C Savaşıyor", "Titre Oligarşi Parti-Cephe Geliyor" yazılı pankartlar bırakıldığı görüldü. Eylem Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi taraftarlarınca üstlenildi. Ahmet Pehlivan Kaybedilmek İsteniyor Eski SUSER işçisi olan Ahmet Pehlivan'dan 4 Temmuz'dan bu yana haber alınamıyor. Polis ve savcılığa yapılan başvurulardan da hiçbir sonuç alınamadı. Ahmet Pehliyan'ın eşi Nurten Pehlivan, Kadıköy Emniyet Müdürlüğü ve İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne başvurulmasına rağmen hiçbir sonuç alamadığını belirterek şunları söyledi: "Eşimden 4 Temmuz'dan bu yana hiçbir haber alamıyoruz. Eşimin kaybolmasından sonra evime tehdit telefonları gelmeye başladı. Ve aynı kişiler bana eşimi aramamamı, arasam bile bulamayacağımı söylediler. Gelen telefonlarda telsiz ve sinyal sesleri geliyor. Sürekli takip ediliyorum." Ahmet Pehlivan daha önce de 2-3 defa gözaltına alınmıştı. Kuzey Kore devriminin önderi Kim İl Sung yaşıyor Kuzey Kore halkı bundan 1 yıl önce devrimci önderi Kim İl Sung'un ölümü ile sarsıldı. Milyonlarca Kore'li ; çocuk, genç, yaşlı, kadın erkek günlerce onun için yas tuttular. Halkın Kim İl Sung'a gösterdiği sahiplenme tüm dünyayı da şaşırtmıştı. Burjuva devlet bürokratlarının, cumhurbaşkanlarının,işbirlikçilerinin cenazelerinde timsah gözyaşları döken bir avuç hırsızın dışında kimseyi görmeye alışkın olmayan halklar devrimci bir önderin ölümü sonrasında onmilyonlarca halkın bağlılığını gördüklerinde, emperyalizmin karalamaları ve ideolojik bombardımanları bir kez daha boşa çıkıyordu. Ölümünden önce olduğu gibi sonrada Kim İl Şung'u karalama kampanyaları açıldı. İğrenç saldırı ve spekülasyonlar üreten emperyalizm sosyalist, devrimci önderlerin böylesine sahiplenmesi karşısında daha da saldırganlaşmıştı. Ne yazık ki emperyalistlerin bu tavrına karşı tüm hatalarıyla ve sevaplarıyla sahiplenilmesi gereken Kore devriminin önderi Kim İl Sung ülkemiz solcularınında küfürlerine maruz kalmaktan kurtulamadı. Bu şaşırtıcı değildi. Devrimcileri, devrimleri emperyalizm karşısında herşeye rağmen savunmak ancak kendine güvenenenlerin işi olabilirdi. Ayakları ülke topraklarında olmayan küçük burjuva aydının halktan uzak, kendine güvensiz karakterini aşamayan sol "kendine güven"in önemli temsilcilerinden birini sahiplenme cesaretini de gösteremezdi zaten. Evet Kim İl Sung'un onurlu bir devrimci yaşamı vardır. Ölümünün birinci yılında devrimci değerlere kattıklarını bir kez daha hatırlamak enternasyonal görevlerimizdendir. Kim İl Sung kimdir? Bu sorunun yanıtı Kore devriminin ve Kore'de sosyalizmin inşasının tarihininde yanıtıdır. Bunun yanında Kim İl Sung sosyalist ülkelerde pek çok "lider"in, "önder"in, "Komünist Parti"nin sosyalist ilerleyişi durdurarak, emperyalizmle uzlaşarak devrimleri tasfiye etmeye çalıştığı dönemlerde emperyalizmin saldırıları karşısında olmaya çalışmıştır. Kim İl Sung'a göre "Birlik emperyalizme Karşı Savaştır" ve "Revizyonizm.oportünizm ayrımı bu pratikte ortaya çıkacaktır." İşte bu yaklaşımlarla SBKP-ÇKP kamplaşmasında ısrarla birliği ve emperyalizme karşı savaşı vurgulayarak bölünmelerin karşısında olmuştur. Kim il Sung'un bir çok olumlu yanıyla birlikte hataları, eksiklikleri de olmuştur. Olumluluklarını sosyalist değerlerini sahiplendiğimiz gibi her türlü olumsuz yanlış politikayı da belirtmek gerekir. SBKP-ÇKP kamplaşmasının karşısında "biz kendi ML sandalyemizde oturmaya devam edeceğiz" ddiyerek ikisinden birinin şemsiyesi altında davranmayı reddeden olumlu tutumunu, doğruları bulmakta ve eleştirel davranmakta somutlamamış, genel olarak bu durum hakkında tavırsız kalarak bir içe dönmeyi yaşamıştır. Uluslararası planda ürkek bir politika izlemeye devam edilmiş, bu durum giderek enternasyonal dayanışmadan pratik olarak kopulmasını, hatalı bir çizginin süreklileştirilmesini beraberinde getirmiştir. Bu temel yönlerinin eleştirilmesi yanında, dünyada sosyalizmi ve bağımsızlığı temsil etmeden kendi başına ayakta durmaya kadar emperyalistlerin "başını ağrıtan" bir ülke konumundadır Kore. Emperyalist komploların, provakasyonların Kore'ye yönelik saldırıların arttığı bir dönemde, Kore halkı Kim İl Sung'a ve devrimci değerlerine daha fazla sahip çıkarak, ancak enternasyonalist görevlerini yerine getirerek bu süreci aşabilecek, devrimini geliştirebilecektir. Kim İl Sung'u sosyalizm mücadelemizde yaşatacağız. Vietnam'a silahıyla giremeyen emperyalizm sermayesiyle girmeye çalışıyor 1859-1883 yıllarında Vietnam Fransa hegomanyası altındadır. 1940'da Japonya'nın işgaline uğrar. Fransa ve Japonya'yı kovduktan sonra ABD emperyalizmine karşı Ho Chi Minh önderliğinde verdiği mücadeleyle tarihte yerini aldı. Bunu en iyi "İki-Üç Daha Fazla Vietnam Yaratalım" diye Che dile getiriyordu. Vietnam'lılar ABD emperyalizminin tüm teknolojik donanımına karşı kendi yaratıcılıklarıyla elde ettiklkeri ilkel silahlarla ABD'ye en büyük yenilgiyi yaşatırken Vietnam sosyalizme yeni bir halka ekledi. Tüm ülke sosyalizm için, bağımsızlık için hiçbir bedel ödemekten çekinmedi. Sosyalizm için bir buçuk milyon insanını feda eden Vietnam, yaratılan değerlere, geleneklere, milyonlarca şehidine rağmen bugün yaratılan tüm güzellikleri elinin tersiyle bir kenara iterek halkların düşmanı aynı zamanda Vietnam halkının can düşmanı olan ABD emperyalizmiyle ilişkileri geliştirmektedir. Yirmi yıl önce emperyalizme tüm kapılarını kapatan Vietnam, bugün tekrar emperyalizme kapılarını açarak ilişkilerini geliştirmektedir. Vietnam Hanoi yönetimi ile "BOİ", "MOİ" (yeniden yapılanma) adı altında emperyalist sermayeyi ülkeye sokarak emperyalizme taviz vermektedir. 1994 Şubat ayında ABD otuz yıldır Vietnam'a uyguladığı ticari ambargoya kısmi olarak kaldırarak ticari ilişki geliştirmede ilk adımı Coca Cola ve biranın ihracıyla atmıştı. Böylece Vietnam emperyalizme taviz vermeye başlamıştı. Bu da emperyalist yoz kültürün ülkeye girmesini beraberinde getirmişti. Vietnam devrimi bu noktaya nasıl geldi? Bunun en başta Vietnam'ın kendi öz gücüne güvensizliği ve pragmatist politikaları sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Birçok sosyalist ülke gibi ekonomisini Sovyetler Birliği'ne bağlayan Vietnam'da Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ekonomik krizin içine girdi. Vietnam pragmatist politikaları sonucu Sovyetler Birliği'ne bel bağlamış ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla emperyalizm sermayeye kucak açacak noktaya gelmiştir. Vietnam kendi çıkarları sonucu sürekliSovyet sosyalizmine ekonomisini dayayarak kendi ülkesinde sanayii geliştirmemiş, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yeterli kadar kullanmamış ve sürekli "yenilikler" adı altında istikrarlı bir politika sürdürememiş ve bu noktaya gelmiştir. Sosyalist ekonomi ancak yaşadığı ülkenin kendi ba ğı m sı zlı ğına d enk düşen bir sosyalist üretim ve bununla birlikte sosyalist kültürle bütünleşen politikalarla mümkündür. Kolektif üretim ve emek ekonomisinin sağlam olarak yerleşmesini sağlayacaktır. Bu da kendi halkına güvenmekten, sosyalizme her koşulda inanmaktan, sonuna kadar bağlı olmaktan geçer. Vietnaam'da devrimden hemen sonra ekonomik ve toplumsal yapısından kaynaklı bu sorunlar ortaya çıkmıştır. Ama bu sorunlar hiçbir zaman kapitalizme açık kapı bırakmamalıydı. Sorunların sosyalizmin ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel altyapısına uyacak şekilde çözmeliydi. Fakat Vietnam'da bu böyle olmamıştır. Devrimdeki kararlılık ve inanç devrimden sonra azalmış, belirsizleşmiş ve sonuç olarak em- peryalizme tavizler verilmesine kadar sürüklemistir. Sovyet sosyalizmine ekonomisini endeksleyen Küba, Kuzey Kore vb. sosyalist ülkeler gibi Vietnam'da Sovyetler Birliği'ne bel bağlamış ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla kaçınılmaz olarak ekonomik krizin içine girmiştir. Sosyalist ülkeler emperyalizmle karşılıklı olarak halkların çıkarına olan bir takım ticari ve diplomatik ilişkiler içine girerler, ama bu ilişkiler salt kendi ülke çıkarları doğrultusunda kullanılırsa emperyalizmin kucağına düşmekten kurtulunmaz. Bugün Küba'ya baktığımızda Castro "Emperyalist sermaye ülkeye girdikten sonra yolsuzluklar arttı" diyebilmektedir. Aynı şey Vietnam içinde geçerlidir. Yine Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin dağılmasıyla birlikte iki üç sene gibi kısa bir sürede mafyalaşmanın, fuhuşun, burjuvalaşmanın ileri boyutlara ulaşması birden bire olan bir şey değildir. Emperyalizmle geliştirilen ilişkiler sonucu emperyalist sermaye ve tüketim mallarının girmesiyle olmuştur. Vietnam'da emperyalist sermayeye izin verdiği noktada dağılması zor olmayacaktır. Vietnam gibi ülkeler kendilerini ideolojik ve politik olarak sorgulamaz, yenilemez ve sosyalizmi geliştirmezse kaçınılmaz sonları Sovyetler Birliği gibi olacaktır. Tam yirmi yıl birbirlerinin varlığını kabul etmeyenler, birbirlerini tamımayanlar bugün ticari ve diplomatik ilişkileri geliştirme çabası içindeler. Bu emperyalizm için kaçırılmayacak bir fırsattır. Çünkü, sosyalizmin yıkılışı emperyalizmin dünyaya hakim olması demektir. ABD emperyalizmi "barış", "demokrasi", "insan hakları" vb. demagojileri ile "Yeni Dünya Düzeni" adı altında kendine yeni pazarlar yaratma çabası içindedir. Ki, burada en büyük amacı da sosyalist ülkelerin yıkılması ve sömürge ilişkileri içerisine girmesidir. Vietnam devrimi kendi öz gücüne güvenmediği ve pragmatist politikalarından vazgeçmediği sürece emperyalist sermaye ülkeye girmeye devam edecektir. Bu da kaçınılmaz sonucu getirecektir. "Hiçbir devrim kendini yalnız bırakmamalıdır." Vietnam devriminin de yapması gereken emperyalizmle ilişkileri geliştirmek değil, tüm dünyada emperyalizme karşı gelişen ulusal ve sınıfsal kurtuluş hareketlerinin yanında olduğunu göstermektir. Ulusal ve sınıfsal kurtuluş hareketlerine yüzünü dönmelidir. Vietnam halkı, yirmi yıl önce nasıl ABD emperyalizmini söküp attıysa bugün de var gücüyle emperyalist sermayeye karşı direnmelidir. Ve ABD'ye bir kez daha yenilginin sendromunu yaşatmalıdır. Bu gücü kendinde görmelidir... Ortaköy Kültür Merkezi "amaç dışı" faaliyetlerine devam ediyor Halktan yana, devrim için kültürel ve sanatsal faaliyetleri "amaç dışı" olarak nitelenerek kapatılan Ortaköy Kültür Merkezi, çalışmalarının mekanla sınırlı olmadığını katıldığı etkinliklerle gösteriyor. 8 Temmuz 1995: Özgürlük Türküsü Niğde'de bir konser verdi. Niğde Belediyesi'ndeki işçilerin düzenlediği konser Niğde Spor Sergi Salonu'nda gerçekleşti. Trübünün tamamıyle dolu olduğu konserde izleyiciler özgürlük ve kurtuluş türküleriyle halay çektiler, sloganlarıyla özgürlüğe olan özlemlerini dile getirdiler. 14 Temmuz 1995: Özgürlük Türkü sü Artvin'deydi. BSP'nin organize ettiği konserde, eksik bir çalışma sonucu katılım azdı. Buna rağmen konser coş kulu geçti. Kimi türkülerde izleyicilerin oynadığı yerel oyunlar ilgi çekti. 15 Temmuz 1995: Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Bahçelievler Şubesi"nde Grup Yorum'la söyleşi ve dinleti düzenlendi. Halktan yana kültür-sanat kurumları üzerindeki baskıların kınan- dığı söyleşi ve dinleti türkülerle devam etti. 16 Temmuz 1995: Genç Ekin Sanat Merkezi, Ortaköy Kültür Merkezi'yle dayanışma çerçevesinde Grup Yorum dinletisi düzenledi. Saat 14.00'de başlayan dinletiyi yaklaşık 100 kişi izledi. Beksav'da Panel 22 Temmuz 1995 Cumartesi günü saat 13.00'de Grup Yorum elemanı Kemal Sahir Gürel'in yöneteceği "Halktan Yana Sanatın İşlevi ve Sorunları" konulu panel BEKSAV'ın Kadıköy'deki binasında gerçekleşecek. Panele K. Sahir Gürel'in yanısıra fotoğraf sanatçısı Mehmet Özer, yazar Orhan İyiler, müzisyen Şanar Yurdatapan, ozan Fevzi Kurtuluş ve MKM'den bir yetkili katılacak. Ali Sami Yen Stadyumu'nda Sivas Anması 22 Temmuz 1995 Cumartesi günü Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'nin düzenlediği Sivas katliamını protesto ve şehitleri anma etkinliği Ali Sami Yen Stadyumu'nda gerç ek leş ec ek . Grup Yorum'un da yer alacağı etkinlik saat 14.00'de başlayacak. Radyo Ekinle Dayanışma Gecesi 23 Temmuz 1995 Pazar günü Maltepe Stadyumu'nda Radyo Ekin'le Dayanışma Gecesi gerçekleşecek. Şenlikte Grup Yorum'un yanısıra Fevzi Kurtuluş, Koma Agire Jiyane, Yavuz Top, Erol Yanardağ, Ozan Çağdaş, Gülcihan Koç, Nurgül Ateş, Nesrin Ulusu yer alacak. Sinemanın 100. yılı Sinemanın 100. yılı nedeniyle Beyoğlu Alkazar ve Avrupa Sinemalarında düzenlenen toplu film gösterimleri sürüyor. Program içerisinde yer alan ve IRA yanlısı olduğu için gözaltına alınan bir insanın uğradığı baskı ve işkenceleri anlatan "Babam İçin", filmi ile "Gandhi" ve "Avrupa" adlı filmler izlenebilir. "Babam İçin", 22 Temmuz Cumartesi, "Gandhi", 24 Temmuz Pazartesi ve "Avrupa", 27 Temmuz Perşembe günü gösterilecek. Film gösterimleri 8 Eylül"e kadar devam edecek. Filistin'de Zafer Tarlaları İntifada Dersleri Gazi, Nurtepe, Okmeydanı, Elbistan, Kastamonu, Kırklareli:işgaller,direnişler, boykotlar,çatışmalar ve halk ayakta. Halk ayaklanıyor! İliklerine dek sömürülen, ezilen, horlanan, kendi vatanında esarete mahkum edilen halk bir uyanış içinde. Faşizme karşı, sömürüye karşı dalga dalga yayılan kitlesel mücadele daha iradi, daha güçlü olmayı bekliyor! Kendi iktidarını birlikte kuracağı öncüsüne dikiyor gözlerini. Bugün açısından devrimi kazanmanın tek yolu örgütlenmek, güçlenmek ve savaşı kazanmak olarak çıkıyor karşımıza! Ve dünyanın neresinde olursa olsun düşmana karşı kazanılan zaferlerin, düşmana tek bir yumruk gibi vuran örgütlü halkın eseri olduğunu görüyoruz. Bilinçlenmiş, dostunu, düşmanını öğrenmiş, saflarını sıklaştırıp, tek bir vücut gibi hareket eden halk kitleleri asla teslim alınamıyor. Faik Bulut'un çevirip derlediği Zafer Tarlaları, İntifada Dersleri adlı kitabı Filistin halkının intifada'sında doğan örgütlenme ve mücadele deneyimlerini önümüze getiriyor. Kaynağını özgürlüğünü ve vatanının bağımsızlığını kazanma bilincinden alan intifada, Filistin'in küçük generalleri üzerinde yükselen bir halkın kahraman.fedakar ve kararlı mücadelesi, bağımsızlık ve kurtuluş savaşı veren halklara yeni gelenekler ve deneyimler sundu. "İntifada'nın örgütsel yapısı ve heykelime ilişkin çerçevenin anlatıldığı kitap aynı zamanda örgütlü bir halkın nasıl yenilmez bir güce dönüştüğünü de somutluyor. "Tüm yaratıcılığı ve sıkılığına rağmen, intifada örgüt yapısı son derece basit ve yatay. İşgal altındaki toprakların dört bir tarafına dağılmış HALK KOMİTELERİ. Bu komiteler aynı zamanda ayaklanmanın başlıca eylem komiteleri." Filistin Kurtuluş Örgütü ile bağlantılı olarak El Fetih, Demokratik Cephe, Halk Cephesi ve Komünist Parti'nin eylem ve güç birliğinden oluşan Yurtsever Birleşik Önderlik 8 Ocak 1988'de ilk bildirisini yayınladı. Yıllardır işgalci ve terörist israil Devleti'ne karşı öfke besleyen Filistin halkı YBÖ'nün önderliğinde İntifada'yı yaratırken hızlı ve yaygın biçimde yaşamın ve mücadelenin her alanını kucaklayan, kendi özlemledikleri bağımsız Filistin Devleti'nin nüvelerini içinde taşıyan Halk Komitelerinde örgütlendi ve israil devleti'nin karşısında ciddi ve tartışılmaz bir güce dönüştü. Halk komiteleri ile önü açılmış her kesimden çocuk, kadın, yaşlı, genç Filistin halkı yarattıkları ve yaygınlıkları ile israil askerlerini bunaltıp, şaşkına çevirirken silahları taş, sopa oldu, güçleri kollektif bir bütünün yapı taşları olan Halk Komiteleri oldu. Kitapta iki tür halk komitesinden söz ediliyor. Bir yandan halkı komiteleri bir savaşta halk güçleri doğru tarzda örgütlenip savaşı kazanmanın yarı yarıya başarılabileceğini, ikinci olarakta işgal altın- da ve düşman denetiminde olunsa bile halkın gelecekte kuracağı iktidarın işleyişini yaşama geçirebileceğine de işaret edilmiş oluyor. Sorun savaşın, halkın İhtiyaçlarını örgütleyebilmek! "YBÖ, Nisan 1988 günü yayınladığı 14 ve 15 no'lu bildirisinde, bu tür müfrezelerin yaygınlaştırılmasını istedi. Vurucu müfrezeler, işgalci güçlere taş, sopa, molotof kokteyli, bazen bıçak ve benzeri kesici aletlerle karşı koyan direniş gruplarından oluşuyor. Kavgada dayanıklı, her an eylem yapmaya hazır: istenildiği zaman taş atmak, barikat kurmak, İsrail askerlerini hırpalamak için sokağa çıkabilecek türden gençleri kapsıyor." İkinci tür diğer halk komitesi ise: "intifada'nın sürekliliği için gerekli olan toplumsal, ekonomik ve insani gereksinimleri karşılamak üzere örgütlenmiş Halk Komiteleri. Aşağı yukarı yaşamın her alanına el atmış durumdalar. Bir bakıma gelecekteki bağımsız Filistin yönetiminin çekirdeğini oluşturuyorlar." Kuşatılmış bölgelere yiyecek sokulmasını, halka dağıtılmasını sağlayan beslenme komiteleri, çarpışmalarda yaralananları tedavi eden, kurtaran ilk yardım komiteleri, halkın temel gıda maddelerini stoklayan.fiatlarını saptayan, dağıtan, piyasayı denetleyen Ticaret Komiteleri, basına ve dünyaya İsrail'in terörist yüzünü gösterip gerçekleri ulaştıran, halkın bilinçlenmesini sağlayan Enformasyon Komiteleri, ajanların intifada'ya sızmasını engelleyen Araştırma-Soruşturma Komiteleri, halk arasında dayanışmayı güçlendirip yönlendiren, israil'in kurumlarında çalışanların istifa edip, intifada'ya katılmasını sağlayan Destek Komiteleri, işgalci düşman güçlerinin istihbaratını sağlayıp, eylemlerin rotasını belirleyen Gözlem Komiteleri, evlerde sebze meyve ihtiyaçlarını telafi için halka tarım yapmayı öğreten, organize eden Tarım Komiteleri, İsrail devriyelerinin kırdığı kapıları, kepenkleri, kilitleri tamir eden demirci komiteleri, güvenliği sağlayan, saldırı anında düşmanın yağma ve talanını engelleyen, grev vb. direnişlerde insanların tutumlarını gözleyen ve çocliklânn oluşturduğu Güvenlik Komiteleri, yukarıda sıraladığımız komitelerden herhangi birisine gerek duyulduğunda yardıma koşan İş Komiteleri gibi pek çok komite Filistin halkının İntifada'sını güçlendirip içini doldurmuştur. "Her yer asker doldu. 1967'den beri bölge halkı böylesine askeri kalabalıkla yüzyüze gelmemişti. Ülkenin dört bir yanından ve çeşitli sınıf,birimlerden getirtilen askerler, halk ayaklanmalarını bastırmakla ünlü "Golani" birliklerine katılıyorlardı. Her şey karışmıştı. Üniforma altındaki ilk görevleri ise kadın ve Çocuklarla savaşmaktı." Daha farklı bir düşman beklerken kadınlarla, çocuklarla, sapan ve taşlarla karşılaşan israil askerleri adeta bu gerçek karşısında şaşkına dönüp, çocukların peşinden koşarken üniformaları içinde küçülmüşlerdi! Filistin, Vietnam, Latin Amerika, Kore, Türkiye ve dünyanın hiç bir yerinde değişmeyen tek gerçek halka karşı yürütülen savaşların, sömürünün er geç yerle bir olacağı. Zafer için çok güçlü silahlara sahip olmak gerekmiyor. Halk kendi omuzladığı savaşın silahlarını, olanaklarını yaratıcılığı ile sağlıyor zaten. Yeter ki biz doğru tarzda örgütlenmeleri yaşama geçirmeyi başaralım, düşmanı işaret edelim. İntifada Dersleri'nin Filistin halkının mücadele deneyimleri ve dersleri çerçevesinde ele alınıp incelenmesi, ülkemizde yükselen savaş açısından da yararlı olacaktır.