HEDEFLER İÇİNDEKİLER MÜFESSİRİN DONANIMI VE TEFSİRDE TEMEL İLKELER • Müfessirin Donanımı • Müfessirin Bilmesi Gereken İlimler • Müfessirin Uyması Gereken Ahlaki İlkeler • Müfessirin Uyması Gereken İlmî İlkeler • Tefsir'de Uyulması Gereken Temel Prensipler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Tefsir eyleminin sorumluluk ve donanım gerektiren bir olgu olduğunu bilecek, • Müfessir olabilmek için çeşitli ilimlerle donanması gerektiğini kavrayabilecek, • Müfessirde dinî, ilmî, ahlaki/etik birtakım şartların bulunması gerektiğini anlayacak, • Müfessirin, sahih inançlı, güzel ahlaklı ve salih amelli bir kişi olmasının gerekliliğini belleyecek, • Müfessirin, tefsir eyleminde Kur’ân, sünnet, sahabe kavli ve ictihad şeklindeki hiyerarşiye uymasının önemini görecek, • Müfessirin tefsir eyleminde temel hedefinin "mesajı muhataplara en güzel şekilde ulaştırmak" olduğunu bilecek, • Tefsir eyleminin sahihliği için belli bir yöntem ve prensiplerin varlığını keşfedebilecek, • Kur’ân'ı anlamaya çalışırken iyi bir müfessirin ve tefsirin nasıl olması gerektiğini seçebileceksiniz. TEFSİR Prof. Dr. Sadık KILIÇ ÜNİTE 1 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler GİRİŞ Allah katından rahmet, hidayet kılavuzu, müjdeleyici olarak gönderilmiş bulunan Kur’ân, insanlara ulaştırılmış olan bir belgedir, emirler, talepler ve açıklamalar bütünüdür. Her mesaj gibi, onun da bir amacı vardır. Bu amaç, beşeriyete Kur’ân vasıtasıyla konuşan Allah tarafından şöyle ortaya konulmuştur: “en doğru olana iletmek”, “her şeyi beyan edip ortaya koymak”, “müjde olmak”, “şifa olmak”, “ihtilafları çözüme kavuşturmak”… O hâlde Kur’ân, hayatın mana ve gayesi onsuz anlaşılamayacak ve gerçekleşemeyecek olan bir İlahi Düsturdur. Baki ve ebedî bir mucize oluşunun göstergesi olarak kapsamlı, geniş manaları çağrıştırıcı, esnek ve başka anlamlara delalet ya da işaret eden veciz ve câmi lafızlarla yüklü Kur’ân mesajının yerine ulaşabilmesi ve gayesinin gerçekleşebilmesi için, tefsirinin yapılması da kaçınılmaz olacaktı. Bu zaruret sebebiyle de Hz. Muhammed, resûl ve mübelliğ nitelikleri yanında, yine, onun müfessiri, yorumlayıcısı, hatta uygulayıcısı anlamında mübeyyin olarak da tavsif edilmektedir. Tefsir, konusu Allah kelâmı olması sebebiyle sorumluluk ve vebal gerektiren bir eylemdir. Peygamber’e özgü bir misyon olan Kur’ân tefsiri, onunla son bulmamıştır. Hayatın zorlamaları ve yeni ihtiyaçlar karşısında, sonraki nesil de Kur’ân’ın, beşerî gelişme ve değişimlerle paralel gitmesi gerekliliğine bir işaret olmak üzere, tefsir faaliyetlerinden geri durmamışlar, hatta buna teşvik de etmişlerdir. Mesela Abdullah İbn Mesud, “Her kim, öncekilerin ve sonrakilerin ilmini elde etmeyi isterse, Kur’ân’ı ‘harmanlasın’, yani ‘onu adamakıllı düşünüp tedebbür etsin” demektedir. Çünkü Kur’ân, Hz. Peygamber’in anlatımıyla, her vadide ve mevsimde devşirilmeyi bekleyen, tazeliğini asla yitirmeyen taptaze bir turfanda -ğaddan tariyyâ- gibidir. Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de sahabesinden bunu beklemiş, hatta O (s.a.s.), Abdullah İbn Abbas için, “Ey Allah’ım, O’nu dinde derin anlayışlı kıl ve ona ‘te’vil’i, yani ‘lafzın kendisine râci’ olacağı manayı bulup çıkarma kabiliyetini) öğret!” duasında bulunmuştur. Kur’ân’ı anlamaya dair özgün bir anlayışa mazhar kılınma da Allah katında bir seçkinlik göstergesi olarak zikredilmiştir. Kendisine, “Sizin yanınızda, Allah’ın Kitabında mevcut olmayan bir vahiy parçası var mı?” diye sorulduğu zaman Hz. Ali, “Hayır! Daneyi çatlatan ve canlıyı yaratan Allah’a and olsun ki, ben böyle bir şey bilmiyorum. Bende, *içinde, ferâizle ilgili bir hükmün yazılı olduğu+ şu sayfadan ve Allah’ın, Kur’ân hakkında bir kimseye verdiği anlama ve kavrama yetisinden başka herhangi bir şey yoktur” şeklinde cevap vermiştir. O hâlde tefsir faaliyeti, atalet ve durağanlıktan uzak olması gereken kesintisiz bir süreçtir. Günümüze intikal etmiş olan tefsir külliyatına baktığımız zaman da bunu anlarız. Bu anlamda denilebilir ki, her bir tefsir çalışması, Kur’ân’ın bitmeyen aydınlıklarını, göz alıcılıklarını ve hep taze olan sırlarını bulup ortaya koymaya çalışmıştır. Bu gayretler bundan sonra da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler muhakkak devam edecek, Kur’ân semasının yıldızları, yıldızlar ötesi gök adaları hissedilip, ışığı insanlara yansıtılmaya çalışılacaktır. MÜFESSİRİN DONANIMI: BİLMESİ VE UYMASI GEREKENLER O hâlde, konusu Kur’ân, hedefi bütün insanlık, amacı ise hem dünya hem de ahirete yönelik ilahi emirleri, direktifleri açıklamak; nihai olarak insanların dünya ve uhrevi saadetlerini temin etmek olan bir dinî ve ilmî faaliyetin, yani Tefsir etkinliğinin yürütülebilmesi için, buna teşebbüs eden kişide, birtakım şartların bulunması zorunludur. Bir müfessirde veya tefsir yapmak isteyen bir kimsede, âlimlerimiz hangi ilimlerle mücehhez olmasını şart koşmuşlardır? Diğer yandan, gerekli şartları haiz olan bir kimse, tefsir çalışmasında hangi ilmî ve ahlaki ilkelere (âdâb-ı müfessir) riayet etmelidir? Mevcut birikim karşısında, bugün ve geleceğe doğru uzanan süreç içinde, en isabetli tefsir hangi nitelikleri taşımalıdır? Biz, gelecek satırlarda bu sorulara cevap vermeye; böylece bir yol haritası belirlemeye çalışacağız. Bir Müfessirin Bilmesi Gereken Başlıca İlimler Bir müfessirin, Arap dili ve belagati; ulûmu’lkuran ve tefsir başta olmak üzere kıraat, usul, fıkıh, kelâm gibi İslam bilimlerine vakıf olması elzemdir. Tefsir usulü kaynaklarına baktığımız zaman, bir müfessirde bulunması gereken ilimler başlığı altında pek çok bilim dalının zikredildiğini görmekteyiz. Bu ilimlerden bir kısmı, araç ve alet mevkiinde iken, diğerleri de tefsir yapan zatın benimsemesi gereken yol, yöntem, edep; haiz olması gereken Ahlaki, fikrî, meziyetlerle ilgilidirler. Hiç şüphe yok ki, ‘araç olmaksızın amaca ulaşılamayacağı’ gibi, ‘usul olmaksızın da vusul gerçekleşemez.’ Bu sebeple ulema, az sonra sayacağımız bilim dallarında âlim ve donanımlı olmayan kimselerin tefsire yeltenmemesi gerektiğini sıkça hatırlatmışlardır. Ama az sonra zikredilecek bilimlerde mahareti bulunmayan ve birikimi olmayan, hatta deruni bir sezgi ve anlayış gücünden de yoksun olan bir kimse tefsir yapmaya yönelirse ne olur? Böyle birisi, hiç şüphe yok ki, şu Nebevî ikaz ve tehdidin hedefi hâline gelir: “Her kim, Kur’ân hakkında, *gerekli donanıma sahip olmaksızın+ salt kendi görüşüyle konuşursa, o kişi, ateşteki yerine hazırlansın!..” Bir müfessir için olmazsa olmaz ya da asgari şartlar olarak isimlendirebileceğimiz bu ilimleri zikretmeye geçmeden önce, bu ilimler hakkında İbnu Ebi’d-Dünya’nın şu tespitini belirtelim ki, ‘sahili olmayan bir umman olarak nitelen tefsir bağına destursuz girilmesin!’: “Kur’ân ilimleri ve Kur’ân’dan istinbat edilen şeyler, sahili olmayan bir deryadır! Müfessir için bir alet mesabesinde olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler bu ilimlere gelince, kişi, bu ilimleri elde etmeden müfessir olamaz! Ama kim de bu ilimleri elde etmeksizin tefsir yaparsa o Hz. Peygamber tarafından hoş görülmemiş olan re’y yöntemiyle tefsir yapmış olur! Gerekli ilim ve donanıma sahip olarak tefsir yaptığındaysa, kınanmış olan yöntemle tefsir yapmış olmaz!..” Pek çok eserde nerdeyse aynı tertiple zikredilen, Tabersî’nin Zemahşerî’den naklettiğine göre de, ‘en mükemmel ve kusursuz bir şekilde’ (alâ vechi’l-itkân ve’lkemâl) bilinmesi zaruri olan bu ilimleri şöyle sıralamak mümkündür: Arap Dili İlimleri Lügat: Dil Birikimi Bu ilimlerden biri, Arap dilidir. Çünkü tekil lafızların açıklanması ve delaletleri; vaz’ı, yani ilk anlamları, bu ilim sayesinde bilinebilir… Nitekim Mücâhid, “Allah’a ve Ahiret gününe iman eden bir kimsenin, eğer Arapların lehçelerini (ç. lügât) bilmiyorsa, Allah’ın Kitabı hakkında konuşması helal olmaz!” derken, İmam-ı Malik’in de, şöyle dediği aktarılmaktadır: “Bana, Arapların dilini *Arapçayı+ bilmediği hâlde, Allah’ın Kitabını tefsir eden [tefsire yeltenen] bir adam getirildiğinde, onu ben bu sebeple azarladım *ve onu bundan men ettim!..+. Müfessirin temel donanımı yanında, döneminin sosyal, pozitif ve kültürel düzeyine de vakıf olması önemlidir. Burada söz konusu olan, sadece Arapça’yı çok iyi bilmek değil, aynı zamanda Arap dilinin iktiza ettiği hususlara da riayet edebilmektir. Bilmen’in ifadeleriyle söylemek gerekirse, “Müfessir olan kimse, kelimelerin meşhur ve çok kullanılan manalarıyla, nadir, kullanılmayan ve garip olan manalarını birbirinden ayırabilmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’in herhangi bir lafzını, hemen anlaşılan ve açık (zâhir) olan manasına göre yorumlamayıp da Arap dilinden pek azının delalet edeceği manaya yorumlamak uygun değildir. Bu olası mananın kullanımına Arapların şiirlerinde rastlanılsa bile…” Şu hâlde, Arapça’yı çok iyi bilmenin yanı sıra, aynı zamanda bu dilin kendi mantık ve anlam dünyasına; mana-lafız ilişkisinin oluşumundaki inceliklere de dikkat etmek; subjektif gerekçelere dayanarak, dilin dünyasının ve mana muhitinin dışına çıkmamak, yani ona tahakkümde bulunmamak, müfessirde bulunması gereken şartlardan biridir. Sarf İlmi İkincisi, Sarf (çekim) ilmidir. Sarf ilmi, Arap dilindeki kelimelerin (isim ve fiil) yapısını, çekimlerini, sigalarını ve kalıplarını konu edinir. Bir kelime, girdiği her bir yeni kalıpta, sözlük anlamına kalıp anlamını katmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân kelimelerinin sigalarının bilinmesi, doğru anlam için önem arz etmektedir. Bu yüzden bu ilim, müfessirin bilmesi gereken bir ilimdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Nahiv İlmi Üçüncüsü, nahiv (gramer) ilmidir. Bu, terkip ve cümle düzeyinde Arap kelâmının ögelerinin prensiplerini inceleyen ilimdir. Ögelerle ilgili farklı vecihlerin bulunması, irap konumundaki değişimler, mana değişimine sebep olmaktadır. Çünkü her bir irap durumu, ilgili kelimeye bir de öge anlamı katmaktadır. Bu yüzden de Kur’ân’ın anlaşılmasında nahiv ilmi, son derece önemlidir. İştikak İlmi Dördüncüsü, iştikâk (kökenbilim/etimoloji) ilmidir. Bu ilim, bir kelimenin hangi kök veya köklerden türediğini ortaya koyan ilimdir. Bu ilim, müfessir için gereklidir; çünkü mesela bir ismin farklı iki kökten türemiş olma ihtimali olduğunda, anlam da köklerin değişmesiyle değişebilecektir. Örnek vermek gerekirse, mesela mesîh kelimesinde olduğu gibi; bu kelime ‘siyahat: gezmek dolaşmak’ kökünden gelebileceği gibi, yine ‘mesh: Eliyle sıvazlamak, mesh etmek; mish: Kıldan yapılma rahip elbisesi’ köklerinden de gelmiş olabilir. Dolayısıyla da köke göre anlam yüklenecektir. Bu bağlamda, ‘küçük iştikâk’ (iştikâk-ı sagîr) ve ‘büyük iştikâk’ (iştikâk-ı kebîr) konuları, son derece önem arz etmektedir. Belagat İlimleri: Me’ânî, Beyân ve Bedî Her bir temel İslam bilimi, Kur’ân’ın ilgili âyetleri için malzeme ve perspektif sunan bir depo gibidir. Müfessir için önem arz eden ilimlerden biri de, me’ani, Beyân ve bedî şeklinde üç alt bilim dalına sahip olan Belagat ilmidir. Bu üç ilimden ilm-i me’ânî vasıtasıyla; mana ifade etmeleri cihetiyle, sözün terkiplerinin hususiyetleri bilinir ki, kısaca “Arapça bir ifadenin, kendisi sayesinde, hâle mutabık ve muvafık olacağı hâlleri öğreten ilim” şeklinde tarif edilebilir. Yani sözün inşasını konu edinir. Beyân ilmiyle, lafızların açık ya da kapalı oluşuna göre manalarının da değişebilmesi bakımından terkiplerin hususiyetleri bilinmektedir. Yani sözün ortama göre beyanını konu edinir. Bedî’ ilmi ise, sözün nasıl güzelleştirileceğinin vasıta ve yollarını gösterir. Yani sözün tezyinini konu edinir. Suyûtî’nin de vurguladığı gibi, bu üç ilim, Belagat İlmini teşkil etmekte olup müfessirin mutlaka sahip olması gereken esas ve şartların en önemlilerindendir. Tefsir ilminin önemini, ‘Her ilim sahibinin tefsire girişmesinin ve onda görüş belirtmesinin uygun ve yerinde olmayacağı’ şeklinde ortaya koyan Zemahşerî’nin, bilhassa İlmü’l-Me’ânî ve İlmü’l-Beyân’ın merkezî değeri konusunda Câhız’ın ‘Nazmu’l-Kur’ân’ adlı eserine atfen, dile getirdiği şu görüşler son derece calibi dikkat olup büyük bir önem arz etmektedir. Buna göre, şöyle demektedir Câhız: “Fetva ve ahkâm ilminde akranlarını geçmiş olsa da, fakîh; kelâm ilminde dünya insanlarına galip gelmiş olsa da, mütekellim (kelâmcı); İbnü’l-Karriyye’den daha fazla hıfzetmiş olsa da, kıssa ve rivayet hafızı; Hasan el-Basrî’den daha mükemmel vaaz etse de, vâiz; Sîbeveyh’ten daha mükemmel bir nahiv alimi olsa da, nahivci ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler güçlü çeneleriyle bütün lügatleri yutmuş olsa da, lügat alimi, evet bunlardan hiçbir kimse, Kur’ân’a özel iki ilim olan İlmü’l-Me’ânî ve İlmi’l-Beyân’da derinleşip büyük bir maharet elde etmiş bir kişi olmadıkça, bu ilim yollarına giremez, o hakikatlerin denizine dalıp herhangi bir şey elde edemez!..” Bu demektir ki, Me’ânî ve Beyân ilimleri, sırf tefsir ilmi için değil, aynı şekilde başlıca dinî ilim sahaları için de olmazsa olmaz bir konumda bulunmaktadır. Kıraat İlmi Kur’ân lafızları, çoğunluk itibarla tek tip olarak Kureyş lehçesi üzerine okunmaktadır. Ancak bazı lafızların birden fazla okuma biçimleri (kıraat farklılıkları) bulunmaktadır. Bu tür okumaları konu edinen bilimin adı, kıraat ilmidir. Kıraat ilmi, bir taraftan fonetik düzeyde tüm Kur’ân lafızlarının nasıl telaffuz edileceğini öğretirken, öte yandan kıraat farklılıklarının sahihini zayıf ve mevzu olanlarından ayırıp tespit etmekte; sahih olanlarının belli kurallar dâhilinde tercih edilmesini öngörmektedir. Bu yüzden müfessirin gerek doğru telaffuz gerekse farklı okumalar hakkında bilgi sahibi olabilmesi için bu ilme ihtiyacı vardır. Usûlüddin: Kelâm İlmi Kur’ân’da birçok alanlarla ilgili âyetler var olduğu gibi, inanç ve itikadla ilgili âyetler de bulunmaktadır. Allah, nübüvvet, kitaplar, melekler, ahiret günü, gaybi âlem gibi itikatla ilişkili alanlarla ilgilen ilim dalı, Usuluddin veya Kelâm ilmi olarak isimlendirilmektedir. Bu âyetlerle ilişkili yorum biçimlerini, doğru ve meşru inançları tespit edebilmek için müfessir, Kelâm ilmine de gereksinim duyacaktır. Fıkıh ve Fıkıh Usûlü Kur’ân’da ibadet, hukuk ve ahlakın birçok alanıyla ilgili ahkâm âyetleri mevcuttur. Bu bağlamda namaz, oruç, hac ve zekât gibi birçok ibadet; evlilik, boşanma, ticaret, devletler, idare ve ceza gibi birçok hukuk alanı kapsam dâhilindedir. Ahkâm âyetlerinin pratiği ile Fıkıh; metodolojisiyle ise Usulu Fıkıh alanı ilgilenmektedir. Özellikle Usul, âyetlerdeki hükümlerin delaletlerini ve onlardan hüküm çıkarma yöntemlerini içeren bir ilim olması hasebiyle, fıkıh da pratik ahkâm açısından müfessir için son derece önemlidir. Kur’ân İlimleri (Ulûmu’l-Kur’ân) Sebeb-i Nüzûl ve Kıssa Kur’ân, 23 senelik bir zaman diliminde inmiştir. İnişi iki türlüdür; bir olaya veya soruya binaen âyetler; bir de doğrudan inen âyetler. Âyetlerin kendilerine binaen indiği olaylara sebeb-i nüzûl; bunlarla ilgilenen ilme de esbâb-ı nüzûl denmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Sebeb-i nüzûl, kendisine binaen inen âyetin anlaşılmasında önemlidir. Bir âyetin ne zaman, nerede, hangi şartlar altında, kim veya ne hakkında indiğini bilmek, âyetteki kapalığın giderilmesi, mücmelliğin ve mübhemliğin kaldırılması; hasr ve tahsis olup olmadığının keşfedilmesi, ilahi hikmetin aralanması gibi hususlarda yardımcı olur. Bu yüzden sebeb-i nüzûl, müfessir için önemlidir. Sayıları onları aşan her bir Kur’ân ilmi, Kur’ân tefsirinin bir yönünün metodik prensiplerini verir. Kur’ân’daki tarihsel kişileri ve olayları ele alan unsurlara kıssa denmektedir. Kur’ân’daki kıssalar, mesajları belli bir zaman dilimindeki bir örneklemin içerisine yerleştirerek sunarlar. Bu yüzden de kahraman, zaman, mekân ve tarihsel ayrıntılar yerine mesaj, ders ve ibretler ön plana çıkarılır. Ve yekûn olarak da Kur’ân âyetlerinin büyük bir bölümünü teşkil etmektedir. Kur’ân kıssalarını ele alan ilme, kasasu’l-Kur’ân ismi verilmektedir. Kur’ân kıssalarını ve bunlarla ilgili sahih rivayetleri bilmek, müfessir için önemli unsurlardan biri olarak değerlendirilir. Nâsih ve Mensûh Nesh, sözlükte silmek, hükmünü kaldırmak, hükümsüz kılmak anlamına gelmektedir. Kur’ân âyetleri bağlamında yeni gelen bir âyetin önceki bir âyetin hükmünü ortadan kaldırmasına verilen isimdir. Hükmü kaldırana nâsih, hükmü kaldırılana da mensûh denmektedir. Nesh olgusu, Kur’ân (Bakara, 2/106; Ra’d, 13/39; Nahl, 16/101) ve sünnetle sabit bir olaydır. Neshin nasıllığı, sayısı, çeşitleri konusunda ihtilaf mevcut olmakla birlikte, nesh olayının; hangi âyetin hangisiyle neshedildiğinin bilinmesi müfessir için son derece önemli konulardan birisidir. Ğarîbü’l-Kur’ân Ğarîb, Kur’ândaki az kullanılması, farklı lehçe ve dillerden alınması sebebiyle manası kapalı kalan, anlaşılmayan lafız demektir. Bununla ilgilenen Kur’ân ilmi, Ğarîbu’l-Kur’ân’dır. Kur’ân’da mevcut olan bu kelime türlerinin kapalı anlamlarını açmak için müfessirin ğarîbü’l-Kur’ân bilgisine ihtiyacı vardır. Mücmelü’l-Kur’ân Mücmel, ana hatlarıyla sunulması ve detaya girilmemesi hasebiyle kapalı kalan ve sözün sahibi tarafından bir açıklama yapılmadıkça manası anlaşılmayan lafız demektir. Bu alanla ilgilenen Kur’ân ilmi ise, Mücmelü’l-Kur’ân’dır. Müfessirin bu tür lafızları tanıması; kapalılığını giderme yollarını bilmesi önemlidir. Mübhematü’l-Kur’ân Mübhem, Kur’ân’da isimleri doğrudan zikredilmeyip ism-i mevsul, zamir, künye, lakap, sıfat gibi unsurlarla kapalı olarak ifade edilen lafız demektir. Bu tür kelimelerle ilgilenen Kur’ân ilmi, Mübhemâtü’l-Kur’ân’dır. Müfessir, bu tür kelimeleri tefsir etmek için bu alanın bilgisine muhtaçtır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Âyetler veya Sûreler Arasındaki Münâsebet (Tenâsüb) Kur’ân, insan yapıtları gibi, giriş-gelişme-sonuç şeklindeki bir kurguyla oluşturulmuş bir kitap değildir. Onun kendine ait bir dili ve üslubu vardır. Bu üslup içerisinde Kur’ân tertibinde âyetlerin önü ve sonu ile, pasaj bütünlüğü ile, sûreler kendi içinde ve önceki-sonraki sûrelerle ciddi bir uyum ve ilişki içerisindedir. Buna Tenâsüb ilmi denmektedir. Müfessirin bu ilmi ve inceliklerini bilmesi gerekir. Vücûh ve Nezâir Mevhibe ilmi, Allah’ın müfessir kuluna bağışladığı özel bir ilim ve irfan alanıdır. Kur’ân’da bazı lafızlar, çok anlamlıdır. Kelimenin çok anlama sahip olması, vücûh olarak isimlendirilmektedir. Nezâir ise birçok anlama gelen bir kelimenin bu anlamlardan her birinin Kur’ânda geçtiği yerlerdir. Çok anlamlı bir lafzın geçtiği bağlamda hangi anlamıyla kullanıldığını bilmek, Kur’ân’ın doğru anlamlandırılması için son derece önemlidir. Bu yüzden müfessir, bu ilmi bilmek mecburiyetindedir. Muhkem-Müteşâbih Muhkem, tek anlama sahip olan veya anlamı açıkça anlaşılan Kur’ân kelimesi; müteşâbih ise anlamı kapalı olan; birçok anlama geldiğinden dolayı anlaşılması güç olan lafız demektir. Her ikisinin de kapsamını bilmek müfessir için önemlidir. Mevhibe İlmi (Vehbî İlim) Bu ilim, Allah Teâlâ’nın, İslam’ın temel kaynaklarından öğrendiğiyle amel eden kimselere ihsan ettiği ‘seçkin’ ve ‘ruhi manevi karakterli’ bir ilimdir… Özellikle Hz. Peygamber’in, “Bildiğiyle amel eden kimseyi Allah, bilmediği şeylerin ilmine varis kılar…” sözü de buna işaret etmektedir. Bu ilmin nasıl elde edilebileceğine ışık tutmak üzere de şöyle denilmiştir: “Kalbinde sapkınlık, kibir, nefsî arzular, dünya sevgisi bulunan veya günâhta ısrar eden yahut imanı tahkik derecesine ulaşmamış ya da zayıf olan veyahut ilim sahibi olmayan birisinin sözüne dayanan ya da kendi [ferdî, dayanaksız+ düşüncesine yönelen kimse için vahyin manalarını anlama hedefi gerçekleşmez ve bu vahyin sırları ona tecelli etmez. Çünkü, bütün bu hâller, her biri diğerinden güçlü perdeler ve engeller mesabesindedir!..” Mevhibe ilminin mahiyetine dair Sâbûnî de, İmam-ı Şâfiî’nin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Vekî’a, hafızamın yetersizliğinden şikayette bulundum da o bana, günâhları terk etmeyi gösterdi!. Ve haber verdi ki bana, ilim bir nurdur ve Allah’ın nuru da isyankâra hediye olunmaz!..” Bir müfessirin çok iyi bilmesi gerektiğine inanılan ilimler ile bunların sıralaması ise; bu sıralamayı yapan âlimin bakış açısıyla, bu tasnifin yapıldığı çağla, etkin ve hâkim olan ilim muhitiyle, ilim anlayışıyla, ayrıca diğer bilgi ve bilim alanlarına bakış açısıyla çok yakından alakalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Bireysel Etkinlik Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler • Müfessirin donanımının bu kadar yoğun olması neden önemlidir? Üzerinde düşününüz. Müfessirin Uyması Gereken Ahlaki ve İlmî İlkeler Birinci sırada zikredilen ilimler ne kadar önemli ve gerekli ise, şimdi zikredilecek olan Ahlaki/etik ve ilmî ilkeler de o denli önemlidir. Zira, tefsir etkinliğinde bulunabilmek için gerekli olan bilimleri öğrenip ikmal etmek harici ve araçsal şartları oluştururken, ahlaki/etik ve ilmî ilkelerse manevi ve özsel/öze dair esasları teşkil etmektedir… Bu açıdan biz, iki başlık altında ele alacağımız ilkelere, ‘Bir müfessirin riayet etmesi gereken ilmî, ahlaki, manevi âdâb’ adını koyabiliriz. Ahlaki/Etik İlkeler Önce sahih bir inanç ve halis niyet… Sonra güzel ahlak ve ilmiyle amil olmak… Müfessirin ahlaki olmazsa olmazlarıdır. Müfessir’in tefsir yaparken dikkat etmesi gereken birçok ahlaki ilke mevcuttur. Şimdi önemlilerini sıralayalım. a) Her şeyden önce tefsir yapacak kimsenin sahih bir inanca sahip olması gerekir; çünkü inanç, onu benimsemiş olan kimse üzerinde kaçınılmaz olarak büyük bir etkiye sahiptir. Sahih bir inanç taşımayan kişiyi, bu fasit inancı, metinleri tahrife; rivayetlerin, bilgilerin aktarımında da dürüst davranmamaya sevk edebilir. Bu durumda olan bir kimse tefsir konusunda bir eser telif ettiği zaman, kendi subjektif düşünce ve inanışına aykırı düşen âyetleri, yanlış bir şekilde tevil eder ve onları kendi temelsiz anlayışı/mezhebi doğrultusunda yorumlayabilir. b) Tefsir etkinliğinde bulunacak olan kimsenin kendisini, kişisel fikri, itikadi ve dünyevi arzulardan ve tutkulardan tecrit etmesi elzemdir! Çünkü arzu ve tutkular, insanları kendi anlayış ve mezheplerine yan çıkmaya, her durumda onları desteklemeye sevk eder. c) İyi niyetli ve sahih amaçlı olmak gerekir; çünkü ‘ameller, niyetlere göre anlam kazanır’. d) Tefsir yapacak olan kimse, aynı şekilde, güzel ahlaklı da olmalıdır. Çünkü müfessir, bir eğitimci ve terbiyeci konumundadır… Eğitim hakkında verilen bilgiler ve anlatılan ilkeler ancak, bilgilendirme ve eğitim etkinliğini yürüten kimse, aynı zamanda ahlak ve erdem konusunda kendisine uyulan bir model Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler (nümûne-i imtisal) konumuna yükseldiğinde ruhlar ve düşünceler üzerinde müessir olabilir. e) Müfessir konumundaki kişinin, yazdıklarıyla yaptıkları bir uyum içinde; tutarlı olmalıdır. Çünkü söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutan kimselerin sunduğu bilgi, yüksek bilgi düzeylerine ve titiz araştırmalara sahip olan kimselerin sunduğu bilgiden daha çok kabul görür, olumlu ve derin etkiler meydana getirir. f) Müfessir, daima doğruyu araştırmalı, aktarımlarında titiz, güvenilir ve dikkatli olmalıdır. Aktardığı şeyleri iyice araştırdıktan sonra ancak konuşmalı veya yazmalıdır ki, böylece yanlış nakillerden ve hatalardan emin olabilsin. Tartışma forumu Tartışma g) Müfessir, mütevazı ve yumuşak huylu (hilm) olmalıdır. Çünkü ilimde sertlik, âlimin ilminden yararlanılmasını engeller; hatta aşılmaz bir engel teşkil eder. • Müfessirin, donanımıyla ilgili olarak modern dönemde sosyal ve fen bilimlerini bilmesi gerekir mi? Gerekçeleriyle forumda tartışabilirsiniz. İlmî İlkeler Tefsir eyleminde vazgeçilmez hiyerarşi: Kur’ân, Sünnet, Sahabe Kavli İçtihad ve İstinbat Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, Allah’ın kelâmındaki mananın nihayeti yoktur; aynen bu kelâmı tekellüm eden, konuşan *Allah+’ın nihayetinin olmayışı gibi. Bu nedenle, onu anlama ve kavrama eyleminin nihayetine ulaşmayı hiçbir beşer de ummamalıdır… Bu hakikate karşın, ilim, tefekkür ve takvâ gibi istidatlardan yoksun bir kimse ise, Kur’ân’ın deruni ve manevi lezzetinden hiçbir şey kavrayamaz (fehm), başkalarına da hiçbir şey kavratamaz (ifhâm)!. Kur’ân kelimelerinin zâhir manalarını kavramaksızın, bu lafızların arkasında birtakım gizli manalar ve sırlar peşine düşmek doğru değildir… Bu sebeple, Kur’ân’ın sırlarını anladığını iddia edip, ama zâhir tefsiri iyi yapamayan bir kimse tıpkı, kapıyı geçmeden evin ortasına vardığını iddia eden kimseye benzer! Çünkü lafzın zâhiriyle ilgili tefsir, manayı anlamak için gerekli olan dili öğrenmek gibi zorunludur. Şimdi tefsir yaparken gerekli olan ilmî ilkelerin önemlilerini sıralayalım: a) Gerekli donanıma sahip olan ve Kur’ân’ı tefsir etmeye yönelen bir kimsenin, tefsirde şöyle bir sıra takip etmesi gereklidir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler b) Tefsire, Kur’ân’ı Kur’ân ile yani bir âyeti başka bir âyet ile tefsir ederek başlamalıdır. Zira Kur’ân’daki mücmel (kapalı ve genel) bir ifade, bir başka yerde açıklanabilmekte (tafsil); bir yerde özetlenmiş olan (ihtisar) bir husus, bir başka yerde beyan edilip genişçe (tebyîn) ele alınabilmektedir. c) Âyetin tefsiri hususundaki açıklamayı eğer Kur’ân’da bulamazsa, o zaman, tefsiri, sünnette aramalıdır; çünkü sünnet, Kur’ân’ı şerh etmekte, onu açıklamaktadır. Büyük âlim İmam-ı Şafiî, “Hz. Peygamber’in verdiği her hüküm, onun Kur’ân’dan anlamış olduğu mana ve mefhumdandır.” derken, işte Kur’ân ile sünnet arasındaki bu tefsir ve tebyîn ilişkisine işaret etmiştir. Nitekim pek çok âyette de sünnetin Kur’ân’ı tefsir ettiği ifade edilmiştir. Mesela Nahl 16/44. ِّ ك âyetinde, “ََل إِلَي ِْه َْم َولَ َعلَّ ُه َْم َي َت َف َّكرُون ََ اس مَا ُن ِّز َِ الذ ْكرََ لِ ُت َبيِّنََ لِل َّن ََ َوأَ ْن َز ْل َنا إِلَ ْي: Sana da ey Resûlüm bu zikri (sünnet) indirdik ki, kendilerine indirilmiş olanı insanlara açıklayasın diye! Umulur ki düşünüp anlarlar” buyrulmaktadır. Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de Kur’ân ile sünnet arasındaki bu beyan ve izah ilişkisine işaretle, “İyi bilin ki, bana, Kur’ân ve onunla birlikte misli (sünnet) verildi” buyurmuştur. Müfessir temel gayesi, Kur’ân mesajını muhataplara iletmek olmalıdır. d) Müfessir, âyetin tefsirini sünnette de bulamazsa, o zaman sahabenin görüşlerine (sahabe kavli) yönelmelidir. Çünkü sahabe, özellikle de sebeb-i nüzûl gibi konularda- âyetin nüzûlü esnasında meydana gelmiş olan hadiseleri müşahede etmeleri; kâmil bir anlayış, sahih bir ilim ve sâlih amel sahibi olmaları gibi ayrıcalıkları sebebiyle, âyetin tefsirini doğal olarak çok iyi bilmektedirler. Bu nedenledir ki âlimler, Kur’ân vahyine ve onun indirilişine tanıklık yapmış olan sahabe tefsirinin ‘merfû’, yani bizzat Hz. Peygamber’den duyulmuş söz hükmünde olduğunu söylemişlerdir. e) Müfessir, kalbinin ve aklının doğru olduğuna inanacağı, böylece de ilmî ve dinî bir huzura kavuşacağı tefsiri bu üç kaynakta da bulamazsa, tabiûnun görüşlerine başvurmalıdır. Şunu bilmeliyiz ki, pek çok âlim ve ilimde öncü olan (imam) kimse, böylesi durumlarda Mücâhid, Sa’îd b. Cübeyr, İkrime, Atâ, Hasan el-Basrî, Katâde; Dahhâk… gibi tâbiûn âlimlerinin görüşlerine müracaat etmişler, onların açıklamalarından istifade cihetine gitmişlerdir. f) Bunlardan sonra müfessir, ihtiyaç duyulması hâlinde, âyetlerin delalet ettiği muhtevayı göz önünde bulundurarak, içtihat ve istinbât yoluyla da tefsir yapabilmelidir. Bu şekilde tefsir yapabilmek içinse büyük bir zekâya, geniş bir tefekkür kabiliyetine, yüksek düzeyde ilmî bir kuşatıcılığa ulaşmış olmak gerekir. ُ ْر ِم ْن ُه َْم لَ َعلِ َم َُه الَّذِينََ َيسْ َت ْن ِب Çünkü Kur’ân’ın, “ طو َن َُه ِم ْن ُه َْم َِ ُول َوإِلَى أُولِي ْاْلَم َِ َولَوَْ رَ دُّوَهُ إِلَى الرَّ س: … Halbuki onlar bu haberi Peygamber’e ve içlerinden yetki sahibi olanlara arz etselerdi, işin iç yüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar, onun mahiyetini, haberin neye delalet ettiğini elbette bilirlerdi!..” (Nisa, 4/83) pasajı, içtihat ve istinbât yoluyla tefsir yapmanın yolunun açık olduğunu göstermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler g) Müfessirler kıssalara, kâinatın yaratılışına; madenler, bitkiler, göksel cisimler, yeryüzünün oluşumuna vb. dair kevnî âyetlerin tefsiri sırasında, sadece gözlem, duyu ve deney alanıyla sınırlı olan ilimlerin ve fenlerin görüşlerini ileri sürerken, bunlardan yararlanırlarken son derece ihtiyatlı olmalıdırlar. Bilimsel teoriler, kesinleşmiş ve nihai kanunlar olarak görülmemeli, bu sebeple Kur’ân’ın aşkın, üstün/açık uçlu ifade ve açıklamalarıyla bunlar arasında zoraki ve iğreti birtakım paralellikler kurma cihetine gidilmemelidir. i) Âyetin zâhir manasının (zâhir, nass) şahsi kanaatine aykırı olması durumunda müfessir, herhangi bir dinî zaruret olmamasına rağmen, âyeti zorlayarak (tahakküm) kendi anlayışı doğrultusunda yorumlama yoluna tevessül etmemelidir. Nitekim “Kur’ân âyetlerini, kendi görüş ve mezhebine gidebilmek için binek ve basamaklar hâline getirmek (merâqi’l-Kur’âni küfrun) veya bu gaye için, “Kur’ân üzerinde tartışma açmak (mirâ’un fi’l-Kur’âni küfrun) küfürdür.” şeklindeki gelenek de bizi bu yanlışa karşı uyarmaktadır. j) Kur’ân lafızlarının mana ve delaleti irab şekline göre değişkenlik arz edeceğinden, müfessir, bir âyetin irabını, en belirgin ve en fazla tercih edilen ihtimale göre yapmalıdır. Kur’ân tefsiri esnasında kendisinden yararlanılacak kaynaklar ve onların müellifleri de son derece önemli bir konudur. Suyûtî bu konuda şu hususları dile getirmektedir: “Polemikçi, münakaşacı, söylediği görüşü hakkında çok tutucu olan; hak ve gerçek ortaya çıktığında bile ona dönmeyen; kendi temelsiz şahsi görüşünü sünnete önceleyen; gelişigüzel ya da iyice araştırmaksızın görüş belirtip eser telif eden veya cüretkâr, Allah hakkında yeterince düşünmeksizin hemen konuşan ve aldırışsız/hak ve hakikat kaygısından uzak olan kimselerin eserlerine bakılması uygun değildir!…” Bireysel Etkinlik Önce rivayet, sonra dirayet… h) Aynı şekilde müfessirler, Kur’ân’ın bir ‘hidayet rehberi’ olduğu bağlamı içinde yalnızca hakikati araştırmalı, gereksiz detaydan uzak durmalıdırlar. Özellikle ilim değeri olmayan, kaynağı meçhul ve güven telkin etmeyen kıssalardan, hikâyelerden, efsane (mitoloji) türü şeylerden; yine, muhatabın kavrayış ve anlama derecesinin çok ötesinde bulunan garip, uçuk, kesin olmayan anlatılardan da daima sakınmalıdırlar. Mecbur kalındığında ise, sadece doğruyu araştırıp ortaya koymak amacına dönük olarak zaruret miktarınca yararlanılmalı, gereksiz açıklamalara (haşviyyat) kesinlikle iltifat edilmemelidir. • Ahlaki ilkeler, müfessirde bulunmazsa ne tür sorunlar ve tehlikeler ortaya çıkar? Üzerinde düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Tefsir’de Uyulması Gereken Temel Prensipler Kur’ân tefsirinin her şeyden önce, yüksek mertebeden bir tefekkür ve telif çalışması olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü Kur’ân, Allah’ın sonsuz kelimelerinin, son vahiy çağında ifadesini bulmuş olduğu bir tecelligâhıdır. Bunun bir neticesi olarak, Allah’ın Kelâm sıfatının özü ve mahiyetine benzer bir şekilde Kur’ân, her arayışa, her seslenişe cevap vermeye; her tür susuzluğa derman olmaya; zihnî, toplumsal ve tarihsel her duruma bir teklif sunmaya hazırdır. Kur’ân’daki bu kuşatıcı metin ve anlam özelliğine işaret eden Zerkeşî de şöyle bir betimlemede bulunur: “Allah’ın Kitabının *mana+ denizi derindir, anlaşılması dakik ve güç/çaba gerektiren bir iştir; onu anlamaya ancak, ilim dallarında deniz derya gibi derinleşmiş; hem dış hem de iç âleminde Allah ile olan münasebetinde daima takvayı gözetmiş ve şüpheli noktalarda hep O’nu tazim edip yüceltmiş olan kimse muvaffak olabilir. Onun latif, ince manalarını ve derin hakikatlerini de ancak, hakikatin tanığı olarak ona kulak verip dinleyen kimse anlayabilir…” Kur’ân’ın zâhiri, önce; batını sonradır. Batın zâhire göre anlamlandırılmalıdır. Bu demektir ki Kur’ân lafızları, kaynağındaki sonsuzluk ile misyonundaki ebedîlik uçları arasında, dıştan içe doğru mana katmanlarından teşekkül eder; ya da o, bulunulan noktaya ve bakış açılarına göre değişen pek çok anlam potansiyeline sahip olmakla nitelenebilir. Kur’ân tefsirine yönelmek isteyen kimse de, böylesine yüksek dalgalar, ulaşılamayan zirveler, nihayetine vasıl olunamayan derinliklerle yüz yüze olduğunun bilincinde olmak zorundadır! Bu mana mertebelerine ise, dörtlü bir tasnifte şöyle işaret edilmiştir: a) Kur’ânî bir lafzın ‘ibâre’si vardır, b) İşâret’i vardır, c) Letâif: latîfeler’i vardır, d) Hakâik’i: hakikatleri vardır. Lafzın ‘ibâre’ boyutu ‘avâm’ için olup kulağa hitap eder, yani işitseldir. ‘İşâret’ boyutu ‘havâs’ için olup akla hitap eder, yani akli ve düşünseldir; Letâif: latîfeler boyutu ise Allah’a yakın kullar (mukarrabûn) için olup keşif ve entelektüel temaşalarla elde edilir; ‘hakâik’ ise nebiler için olup, bunlara da salt inkıyat ve itâat ile nail olunur. Bu tasnife göre müfessir, anlamaya ve kendisinden hükümler elde etmeye çalışacağı Kur’ân lafızlarının dıştan içe doğru anlam katmanlarından oluştuğunu; bu katmanlara nüfuz edebilmenin de müfessirin üzerinde bulunduğu varoluşsal, zihni, ilmî, ahlaki donanım ile doğru orantılı olduğunu, mutlaka hatırda tutmalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Tam da bu noktada, Kur’ân’a dair idrak ve kavrayışımızın içerik ve gücünü etkileyebilecek, hatta belirleyebilecek şu dört manevi duruş tarzından/Kur’ân’ı dinleme mertebesinden söz edilebilir: a) Kur’ân’ı, herhangi bir kimseden dinliyormuş gibi dinlemek b) Kur’ân’ı, Hz. Peygamber’den dinliyormuş gibi dinlemek c) Kur’ân’ı Cebrâîl’den dinliyormuşçasına dinlemek d) Kur’ân hitabını doğrudan Hak Teâlâ’dan dinliyormuş gibi dinlemek Şu hâlde, her müfessirin tefsiri de, kendisini Kur’ân karşısında konumlandıracağı bu manevi, zihnî ve Aşkın kaynağı idrak mertebesine; burada yoğunlaşan bilinç ve sezgi kalitesine göre gerçekleşecektir. Öyleyse, anlamadan çok okumak mı, yahut ta anlayarak, ama az okumak mı?! Tefsirde “Arap dilinin imkânları” temel olmalı; bütünlüğe dikkat edilmelidir. Bu hususta kadim ulemanın belirlemiş olduğu ilke çok anlamlıdır ve ümit bahşedicidir. Şöyle demişlerdir: “Az okuyup iyice, yani özümseyerek anlamak (tefehhüm), tam anlamaksızın çok okumaktan üstündür!.”. Gazali de özellikle ‘tedebbür’ ve ‘tefehhüm’ terimleri üzerinden, anlama ve yorumlama çabasına özgün bir projeksiyonda bulunmuştur. Demektedir ki o: “Kur’ân’ı okumada ‘tedebbür’, âyete, tekrar tekrar bakmak, ona ilmî ve deruni bir şekilde atf-ı nazarda bulunmaktır… Ama ‘tefehhüm’e gelince bu, kişinin, ancak muvaffak kılınmış kimselere açılan sırların gizli anlamları kendisine tecelli etmesi için, her âyetin, ona layık manasını iyice araştırması, onu en güzel bir şekilde tetkik etmesidir.” Kur’ân, bir elmas ustasının keskin konsantrasyonunu ve mahir ellerini bekleyen, işlenmeye hazır saf bir karbon misali, işte önümüzde!.. “Kur’ân, pek çok vecihleri bulunan ve çok manayı kapsayan (zû vucûh), boyun eğmiş (zelûl) bir kitaptır. O hâlde onu, mana ve delaletlerin en güzel olanına hamlediniz” nebevi sözü de mecaz yoluyla, Kur’ân’ın ebedîyen işlenilecek bir elmas taşı gibi olduğuna göndermede bulunur. Şimdi de, günümüzde kabule şayan bir tefsir etkinliği sırasında gözetilmesi gereken esasları zikredelim: 1. Her şeyden önce, yeni durumlar ile âyetler arasında münasebetler kurarken, şu kaideye mutlaka riayet edilmelidir: “Lafzın, Arapça olarak mutabık ve münasip olduğu anlam çerçevesinin dışına çıkmamak, kesin bir delil ya da bir ‘karîne-i mânia’ olmaksızın açık (zâhir) ve baskın/üstün (râcih) manadan uzaklaşmamak, metni zorlama yöntemine iltifat etmemek ve nihayet asli anlam alanının dışına çıkmamak.” 2. Kur’ân lafızlarının nispî anlamları gözden uzak tutulmamalı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Kur’ân lafızlarının yüksek ufuklu ve açık uçlu olması gerekliliğini, onun, mana katmanlarıyla yüklü (el-mesânî) olduğuna işaret eden şu nebevi söz de gösterir: “İnzal buyrulmuş Kur’ân’ın her âyetinin bir ‘zahr’ı ve bir ‘batn’ı; her bir harfinin de, bir ‘hadd’i ve bir de ‘matla’ı vardır.” Hakkında değişik açıklamalar yapılabilecek olan bu ifade, her şeyden önce, Kur’ân nazmına yerleştirilmiş ve ona hâkim kılınmış olan çok yönlülüğü, ondaki nâmütenahi yorum zenginliğini anlatmaktadır. Çünkü bir anlayışa göre, âyetin ‘zahr’ı ile murat edilen ‘onun tilâveti’, ‘batn’ı ile murat edilen ise ‘onun te’vili’ iken, öte yandan uygulamaya konu olan bir hüküm yönü (hadd) ve bir de kullar üzerindeki hüküm ve teşriî uygulamaların ruhi ve manevi altyapısını oluşturacak bir ‘matla’ı, yani ruhlara doğacak ve burada müessir olacak ahlaki bir katmanı ve boyutu bulunur. Öyleyse, Kur’ân’ı yorumlamak isteyen kimse, muhatabın konumunu olduğu gibi, ilahi lafzın bu engin mana potansiyelini de göz önünde bulundurmalı, onu kısır ve yetersiz anlayışlara mahkûm etmemek için bütün bu cihetleri gözden geçirmelidir. 3. Kur’ân kelimelerinin kapsayıcılığı Kur’ân kelimeleri, ilahi bir seçimle tespit ve tanzim olunmuş; hem vahiy anına yönelik bir söz, hem de bütün zamanlara yönelik bir mesajın dili olarak, ayırt edici bir özgünlüğe sahiptir. Kısaca, Kur’ân kelimeleri kesintisiz bir şekilde, ‘Kur’ân vahyinin başlangıç anı’na (İn illo tempora) işaret ediyorken, eş zamanlı bir şekilde de sonraki bütün zaman dilimlerini, tarih kesitlerini ihata eden bir açılıma (spektrum) sahiptir. Müfessir, tefsir yaparken son derece sorumlu ve titiz davranmalıdır. Çünkü nihayetinde Allah adına konuşacaktır. Bunu bizzat Kur’ân ifadesiyle temellendirmek gerekirse, meselâ, “ َوأُوحِيََ إِلَيََّ َه َذا ََ ا ْلقُرْ ءَانَُ ِْل ُ ْنذِرَ ُك َْم بِ َِه َومَنَْ َبلَغ: Bu Kur’ân bana, sizi ve kendilerine ulaştığı herkesi kendisiyle uyarmam için vahyolundu” (En’am, 6/19) âyetinde somut bir ifadesini bulan evrenselliğin bir tecellisi olarak, lafızlarında mestur ve meknuz bir şekilde yer alan bereket ya da “Tenezzülât-ı Kur’âniyye”, kendi özel ve genel koşulları içindeki her ferdi, her kuşağı ve her toplumu ilgi alanına dâhil etmektedir. Kur’ân ruhunun zevkine ulaşan kimse de onun geçmiş zaman boyutuna dönük olan nüzûl keyfiyeti yanında, işte kıyamete kadar baki olan bu “Tenezzül ediş: Yeniden ve tekrar tekrar beşer idrakine, yorum ve tatbik dünyasına inmek” zindeliğini yakalayacak, böylece de hep taze kalan Kur’ân’ın manası müfessirlerin kalplerine yeniden yeniden tenezzül edip duracaktır. 4. Kur’ân bir bütünlük içinde tefsir edilmeli Zekâ ve his yetenekleriyle donanmış ‘bütüncül bir bilinç’e çağrı olan Kur’ân’ı tefsir etkinliğinde, her şeyden önce, Müteâl ahlaki ve itikadi amaçlara bağlı olarak oluşmuş olan iç bütünlük daima göz önünde bulundurulmalı; bunun bir gereği olarak, Kur’ân’ın müfessiri, İbn Mes’ûd’un, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini elde etmek isteyen, Kur’ân’ı harmanlamalı/onu âdeta bir tarla gibi sürmelidir!..” sözünde betimlediği üzere, Kur’ân’ın mikro ve makro tüm noktalarına muttali Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler olunmaya çalışılmalıdır. Çünkü kusursuz bir çözüme ancak, bakışlarımızda, birbirlerinden ayrı imiş gibi duran tek tek lafzî unsurlar temelinde değil, fakat hâkim bütünlük içinde teşekkül eden ‘iç ilişki ve gereklilikler’ gözetilerek ulaşılabilir! Müfessir, Kur’ân’ın mesajını hayatileştirmeyi amaçlamalı; gereksiz şeylerden uzak durmalıdır. Kur’ân’ı yorumlamada riayet edilmesi gereken iç bütünlük, bize, ilahî niyetlerin ve amaçların sezilmesi yolunda her sözcükten ve her terkipte,n her hususta yararlanma yolunu açar. Mesela Tebbet Sûresi, veciz bir kıssa havası içinde, nerdeyse bir şahsın etrafında dönerken, ilk bakışta hukuki bir muhteva taşımıyor izlenimi vermektedir. Ama ne var ki, geniş perspektiften bakıldığındaysa, bu kısa sûrede, Kur’ân’ın insan anlayışı ile ‘metâ’ya, ‘dünyaya’ bakış açısı bağlamında, nerdeyse evrensel birtakım değerlere imada bulunulduğunu sezeriz: O hâlde, Kur’ân’a yaklaşımda dar ve sınırlı bir perspektif değil, daima genişleyen ve açılım hâlinde olan bir derinlik hâkim olmalıdır. Bu yaklaşım biçimine göre ne sadece ahlakı, itikadı konu alan âyetler, ne de sadece ahkâmı konu alan âyetler mevcuttur. Tam aksine sadece, ferdî ve içtimaî varoluşun her alanında bizi irşad edip aydınlatacak olan Kur’ân pasajları mevcuttur. 5. Tefsirde kaynak yelpazesi geniş ve çeşitli olmalı Kur’ân’ın ihtiva ettiği hakikatlerin idrak edilebilmesi, beşeriyete sunduğu hidayetin, tüm insanlara ulaştırılabilmesi için, geçmiş satırlarda sayılan alet ilimleri ile etik ve ilmî kurallarına ilave olarak, tefsir etkinliği sırasında müracaat olunacak ilmî disiplinlerin ve kaynakların yelpazesi de geniş tutulmalıdır. Her şeyden önce, dünden bu güne, insanlığın ihtiyaç ve beklentileri değişmiş ve farklılaşmıştır. Farklı durumlara cevap verme, çözümler önerme makamındaki Kur’ân’ın tefsiri yapılırken de, aynı şekilde, Kur’ân maksatlarının gerçekleşmesi için, başka ilimlerden yararlanılması kaçınılmazdır. Bir hakikatler ve çözümler okyanusu durumundaki Kur’ân’ın mana ve maksatlarını da ancak, her biri farklı ilim dallarında ihtisas ve rüsûh sahibi olan, diğer yandan da bütün tavırlarına takva ruhu nüfuz etmiş bulunan kimseler kavrayıp, bunları layıkıyla insanlığa sunabilir. Zaten Kur’ân hakkındaki anlayışımız da Kur’ân’la başka disiplinler arasında kurulmuş olan tefekkür köprüleri sayesinde genişlemiştir. Âlimlerimizin dillerinden düşürmedikleri, “Kur’ân’ın hayranlık uyandıran hüküm ve hikmetleri tükenmez”; “O, daima taze kalan bir turfanda gibidir.” ifadeleri de ancak bu yolla tefsire getirilecek olan dinamizm sayesinde mana ve yorumların genişlemesiyle, bir gerçeklik kazanabilecektir. 6. Fakat, alan dışı kaynaklardan ölçülü bir şekilde yararlanılmalı Evet, disiplinler arası bir yöntemle diğer ilim dallarından, mevcut eserlerden mutlaka yararlanılmalı, ama şu temel kaideye riayet ederek: Alan dışı bilim dallarından istifade edilirken ölçülü davranılmalı; ilahi ve özlü hakikatler içeren İlahi kelâm karşısında, betimleyici ve cüzi olan diğer ilimlerin ulaştıkları neticelerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler mutlak gerçeği temsil etmedikleri, bu sebeple her an değişebilecekleri hatırda tutulmalı; böylece de bütün zamanları ve tarihsel boyutları kapsayan İlahi Kelâmın delalet alanları, zamanla çürütülmesi muhtemel teori ve görüşlerle asla sınırlanmamalıdır! Kur’ân ile beşerî gelişmeler arasında bir bağ kurulmaya çalışılırken; özellikle, onun bir hidayet rehberi ve îman kitabı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Kendilerinden yararlanılacak pek çok kaynağın kesişme ve buluşma noktasında, Kur’ân’ın ana gayesi olan iman, inkıyat, ahlak, amel ve ebedî saadet teması, daima değişmez ekseni oluşturmalıdır. 7. Müfessir, tefsir birikimi karşısında seçmeci bir tavır takınmalı İlim, devam etmekte olan bir süreç olup, geçmişi, anı ve geleceği vardır. Bu bakımdan onu bir bütünlük içinde ele almak lazım. Konusu, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân ve onun lafızlarından murat edilen manayı bulup ortaya çıkarmak olduğu için “Eşrefu’l-ulûm: İlimlerin en şereflisi’ diye nitelenen tefsir ilmi de böyle bir bütünlüğe sahiptir. Günümüzde tefsir ilmi ve müfessir için çok muazzam bir birikim, malzeme ve kaynak mevzubahistir. İnsana ve hayata dönük bir tefsir çalışması da gerek yöntem gerekse veri olarak teşekkül etmiş olan bu birikimden kesinlikle yararlanmalıdır. Onu görmezlikten gelerek bu sahayı yeniden keşfetme iddiası ise, bu ilmin misyonu, ciddiyeti ve sorumluluğuyla asla bağdaşmaz. Dirayet tefsiri ama nefsani ve mezhebi değil, Kur’ân lafzına ve ruhuna uygun bir dirayet! Böyle bir yaklaşım biçimi ise, Kur’ân pasajlarını bütünüyle hâlâ yüzyıllar önce yaşamış ulemanın gördüğü biçimde ele almak; bir bakıma, yüzyıllar sonrasını yüzyıllar öncesinin gözüyle; bir mütefekkirin sözcükleriyle belirtirsek, “Ölü Gözler”le yorumlamaktan çok farklı olmalıdır. Zira tefsirin salt bir rivayet, nakilcilik olmayıp, yorumlama; Kur’ân’ın lafız ve manaları üzerinde, geçerli yöntemlerle kafa yorma, görüşler ve öneriler üretme, “tedebbür”, “ta’akkul” ve “tezekkür”de bulunma çabalarını kapsadığı gerçeğinden hareketle, kendi çağımızın ihtiyaç ve meselelerini, önceki ulemanın ibare, terkip ve görüşlerini aynen tekrarlayarak değil, ama onların sorun çözücü, dinamik ve açılımcı yöntemlerinden de ilham alarak karşılama yoluna gidilmelidir! Bir başka ifadeyle, ulemaya duyulması gereken ilmî saygı olması gereken sınırların ötesine taşmamalı, özellikle de kutsamayla karışık bir bağlanış, bir itaat hissiyle, müfessirin yolunu kesen bir engele dönüşmemelidir. İbn Aşûr, re’y ile tefsiri hoş görmeyenlerin zikrettiği ve Ebû Bekir’e nispet edilen, “Eğer ben Kur’ân hakkında, kendi görüşüm ve re’yimle bir şey söylersem, sonra hangi arz/yeryüzü beni üzerinde taşır, hangi sema beni gölgelendirir?!..” şeklindeki görüşü naklettikten sonra, bu vesileyle kendi kanaatini beyan ettiği satırlarda şöyle demektedir: “Ben, (…) bu konuda olumlu düşünüyorum. Zira, tefsirler genişlemiş, Kur’ân’ın manalarından elde edilen fenler dallanıp budaklanmış ve çeşitlenmiş ise, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler bunlar, Allah’ın Kitabını anlamaya dair, ilim sahiplerine verilmiş olan o manevi rızıktan başka bir şeyle olmamıştır!. Alimlerimizin, “Hiç kuşku yok ki, Kur’ân’ın harikulâdelikleri asla bitmez!”. Veya “Hiç kuşku yok ki Kur’ân’ın, enteresan ve harikulâde manaları ne bütünüyle elde edilebilir, ne de bunlar sayılıp dökülebilir!..“ şeklindeki sözleri de ancak tefsir faaliyetinin genişlemesi, manaların çoğalması suretiyle tahakkuk edebilir; şayet bu olmazsa, Kur’ân tefsiri, mahdut sayıdaki sayfalarla sınırlı kalırdı…” Netice itibarıyla, Allah’ın kitabının manalarını yorumlayıp insanlara ulaştırmak isteyen kimse, kendisini ancak ve ancak Kur’ân’ın evrensel gayesi ve ruhuyla sınırlı hissetmelidir. Sonra, Allah’ın kitabını yorumlarken daima önceki ulema ve müfessirlerin görüşlerine mutabık kalmak, onlara hiç muhalif düşmemek endişesini taşıyan bir müfessir de bağımlı bir ruh ve kafayla, yeni zuhur etmiş olan problemlere asla yeni çözüm ve cevaplar öneremez. O, olsa olsa, geçmişi şu anda da yaşama endişesi duyan birisi konumunda kalır! 8. Tefsir, Kur’ân’ı hayata yansıtmak, hayatı da Kur’ân perspektifinden yaşamak arzusuyla, gelişmeci bir ruhla kaleme alınmalı. Kur’ân, tarihin aktif öznesi olmak üzere inzal buyrulmuştur. Bu büyük amaca bağlı olarak, tefsire de bu ruhu, böyle bir ruhun çağrısını ve onun coşkusunu hâkim kılmak gerekir. Başka düşüncelere açık olma; kendini sürekli yenileniş ritmi ve heyecanında tutma gayreti de, bu yöntemin kıvamını ve dinamizmini meydana getirecektir. Böylece, donuk ve dogmatik olmayan, daima olgunlaşmaya açık, ‘kesintisiz teceddüt’ potansiyelini içinde barındıran bir tefsir… Ürkek bir biçimde kendi içine kapanmak, öteki görüş ve düşüncelerle yüzleşmekten kaçınmak ise, kendine güvensizliğin bir göstergesi sayılmalıdır. Böyle bir refleksin kaçınılmaz neticesi de kendi birikim ve mirasının eleştirel bir incelemesini yapmak zorunda kalmamak adına, dışarıdan öğrenilecek hiçbir şeyin olmadığına inanmak, giderek de kendi içinde kemikleşme ve donuklaşma olacaktır ki, bu ise bir organizmanın kendi kendisini yok etmesi demek olan “intihar”dan başka bir şey değildir. Kur’ân dünyası bunu asla benimsememektedir. Çünkü Kur’ân, “tarihin akışına giren, ona müdahale eden, onu değiştiren ve sonuç itibarıyla insanı, süreklilik arz eden bir inanç ve ahlak çizgisinde tutmak isteyen bir din” anlayışına ve yaşamına çağırmaktadır. Bu demektir ki, vahiy kaynaklı ilahi yasanın en uygun tatbikatı, bizzat insanî varoluş ve deneyim tarafından açıklanıp ortaya konulanıdır. Yine bizzat âlimlerimizin, “Dinin (şerî’a) külli yasaları, bütün zamanlar ve mekânlar için elverişlidir” sözleriyle kastettikleri de işte bu olsa gerektir! Yani, dinin külli yasaları; kapsamlı, genel, mutlak ve bizzat insanî varoluşun doğasına dayanan bir nesnellik içermekte iken, diğer taraftan da muhtelif zaman ve mekân kesitlerinde, değişen durumlar sebebiyle, hususileşme yeteneğine sahiptirler. Öyleyse müfessir, ne bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler şerhçi, ne de hamasi nutuklar atan bir hatip değil; tam aksine o, insanların durumlarını iyileştirmek için bir dava sahibi olan; Müslümanların problemlerini ve bunların çözüm yollarını dinî metinlerde gören ve ortaya koyan bir ıslahatçı olarak değerlendirilmelidir. 9. Günümüzde tefsir, dirayet ve tefekkür ağırlıklı olmalı, akıl gücünden olabildiğince yararlanmalı. Müfessir olmadan Kur’ân hakkında konuşmak, cehennemle yaren olma cüretinden başka bir şey değildir. Günümüzde insanlar, sorularına, makul ve ikna edici cevaplar; sorunlarına da doğru ve rahatlatıcı çözümler beklemektedirler. Geleneksel tefsir birikimiyle verilen cevaplar, bu nedenle çoğu kez yetersiz kalabilmektedir. Böyle bir durumda, tefsir tarihinde “re’y tefsiri, dirayet tefsiri” olarak yerini almış bulunan usulü benimsemek, gerek Kur’ân, gerekse sahih hadis verilerini anlaşılır bir üslup ve dil ile yorumlamak; bunlardan elde edilecek manaların ışığında, ilmî iç disiplini bozmadan, yeni yorumlar ve görüşler sunmak gerekecektir. İlim, kavrayış, takva, tedebbür ve tefehhüm hasletlerini haiz bir kimsenin Kur’ân’ın özüne ulaşabilmesinin yolu da ancak budur!. Burada önemli olan, yanlışlarda ısrar etmemek, kesin ilmî bir kanaat mertebesine yükselmemiş olan ‘şahsi’ görüşleri, herkesi bağlayıcı bir kanun veya dokunulmaz bir dogma olarak algılama saplantısına düşmemektir. Nitekim Hz. Ömer de, kendisine atfedilen şu sözde, böyle bir yaklaşımın ilmî olmadığını vurgulamaktadır: “Yasa (sünnet), Allah ve Resulünün yasa olarak belirlediği şeydir. Sizler, yanlış görüşleri ümmet için bir yasa hâline dönüştürmeyin!” Kaldı ki, “Allah’ın kitabındaki bir âyet hakkında eğer kendi şahsi görüşümle ya da hakikatini bilmediğim bir şeyle konuşursam, beni hangi yer barındırır, hangi sema gölgesi altına alır?” diyen ve bu konuda bir örnek teşkil eden Hz. Ebu Bekir bile, daha sonra kendisine bir mesele arz olunduğunda, o meseleye dair Kur’ân’da bir nass, sünnette de bir haber bulamayınca kendi re’yiyle içtihada bulunmak zorunda kalmış, sonra da “Bu, benim kendi görüşümdür; eğer doğru ise, Allah’tandır; şayet yanlış ise, o da bendendir. (Böyle olması hâlinde) Allahtan bağışlanmamı dilerim” açıklamasını yaparak, tefsir yöntemi için son derece açılımcı bir örnek sunmuştur. O hâlde, “Kim Kur’ân hakkında bilmeden konuşursa, o, ateşten oturağına hazırlansın!” ve “Kim Kur’ân’ı kendi görüşüyle (re’y) tefsir ederse, gerçeğe ulaşmış olsa bile, hata etmiştir” şeklinde rivayet edilen haberleri mutlak olarak anlamayıp, sınırlamak (takyid) gerekecektir. Her şeyden önce şu yadsınamaz bir gerçektir: Kur’ân-ı Kerim tefekkür ve istinbatta bulunmaya teşvik etmiş, buna giden yolları açmış ve bunu yapanları medh ederek “Bunu onlardan istinbat edenler bilecekti…” (Nisa, 4/83) buyurmuştur. Buna karşılık Kur’ân’ı tedebbür etmemeleri ve onun üzerinde tefekkürde bulunmaktan geri durmaları sebebiyle de, diğer bazı kimseleri kınamış Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler ve “ل َي َت َد َّبرُونََ ا ْلقُرْ ءَانََ أَ َْم َعلَى قُلُوبَ أَ ْق َفالُهَا َ َ أَ َف: Kur’ân’ı hâlâ düşünmüyorlar mı ya da kalpleri üzerine onlara özgü kilitler mi vuruldu?” (Muhammed, 47/24) buyurmuştur. Beyhakî de “Kim Kur’ân hakkında bilmeden konuşursa, o, ateşten oturağına hazırlansın!” şeklindeki haberi, “Allah en iyisini bilir ya, Hz. Peygamber bununla, bir delile dayanmayan zannı murat etmiştir; kendisini bir delilin desteklediği re’ye gelince, bu görüşü dile getirmek ve açıklamak caizdir” şeklinde değerlendirerek, ‘re’y ve dirayet tefsirinde, ‘delil ve dayanak’ faktörüne dikkat çekmiştir. “Kim Kur’ân’ı kendi re’yiyle tefsir ederse, gerçeğe ulaşmış olsa bile, hata etmiştir!” şeklindeki ikinci haberi ise, “(…) Hiç kuşku yok ki Hz. Peygamber, bu kimsenin yol ve yöntem olarak hata ettiğini; zira, uyması gereken usulün, Kur’ân lafızlarının tefsirinde dil âlimlerine; nâsih ve mensûhun bilgisi ile, sebeb-i nüzûl ve beyan edilmesine ihtiyaç duyulan diğer hususlarda da Kur’ân’ın inişine tanık olmuş sahabenin haberlerine başvurmak olduğunu kastetmiştir” şeklinde yorumlayarak, böylece tefsirde sahabe unsuru ile ehl-i vukûfa ve ilim erbabına müracaatın gerekliliği olgusunu öne çıkarmıştır. Kur’ân mu’ciz bir kelam; müfessir ise aciz varlıktır. Meşhur müfessir Alûsî de, Hz. Peygamber’in, “Kur’ân, muhtemel pek çok anlam yönleri bulunan ‘zelûl: boyun eğen’ bir kitaptır. O hâlde onu, mana yönlerinin en güzel olanına yorumlayınız” hadisi ile İbn Abbâs için yaptığı, “Allahım, onu, ‘Din’ hususunda derin anlayışlı (fakîh) kıl ve ona ‘te’vîl’i öğret” duasını zikrettikten ve de Hz. Ali’nin, kendisine, “Sizin yanınızda, Allah’ın Kitabında mevcut olmayan *herhangi+ bir vahiy parçası var mı?” diye sorulduğu vakit verdiği, “Hayır! Daneyi çatlatan, canlıyı yaratan Allah’a and olsun ki, ben böyle bir şey bilmiyorum. Bende, *içinde, ferâizle ilgili bir hükmün yazılı olduğu+ şu sayfadan ve Allah’ın, Kur’ân hakkında bir kimseye lütfettiği anlama ve kavrama yetisinden (fehm) başka herhangi bir şey yoktur.” şeklindeki cevabına atıfta bulunduktan sonra, tefsirde mutlaka nakil ve iktibasta bulunmanın zorunlu olduğu şeklindeki iddia karşısındaki hayret ve şaşkınlığını, şu öğretici ifadeleriyle dile getirmektedir: “İtimat edilmesi uygun olan şey şudur: Lisan (Arapça) ilminde engin bilgi sahibi (mütebahhir) olan, bu ilimden irfânın zevkine yükselip terakki eden, dinî ilimlerin bahçelerinde son derece geniş ve kapsayıcı bir kaynağa sahih olup bu ilimlerin havuzlarında da en saf ve katıksız menbaı elde etmiş bulunan bir kimse, Kur’ân’ın bir mu’cize olduğunu (i’câz), taklit yoluyla değil, derin bir duyarlılık, ruhi ve akli bir coşku (el-vicdân) ile idrak eder! Bu durum ona, tefsir ilminin zirvesine çıkmasına, hatta o zirvenin ta sırtına yükselmesine imkân verir!..” Görüldüğü üzere, olmazsa olmaz şartları haiz olmak, herhangi bir görüş ve anlayışın baskın tesirinde kalmamak; ilmî bir titizlik ve dürüstlük sergilemek ve nihayet, halis bir niyet taşımak suretiyle re’y tefsirini benimsemek, Kur’ân hakkında anlayışımızın zenginleşmesinin ve onun insanlara daha çok yaklaştırılmasının vazgeçilmez yoludur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Bireysel Etkinlik Bu üniteyi bitirirken, sözümüzü Ebu’d-Derdâ’nın, bir postulat kıvamındaki şu açıklamasıyla bitirelim: “Kişi/ Müslüman, Kur’ân için pek çok anlam vecihleri/ yönleri görüp araştırmadıkça, derin bir anlayışa (fıkh) sahip olamaz!..” • Günümüzde yazılan tefsirlerden örnekler seçerek, yukarıda verilen prensipler ışığında inceleyiniz. Prensiplere uygun bir tefsir çalışmasını tespite çalışınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler • Tefsir, konusu Allah'ın kelâmı olduğu için sorumluluk gerektiren bir uğraştır. Bu yüzden müfessirin, Arap dili ve Belagatı ile ilgili ilimler, tefsir ve Kur’ân ilimleri başta olmak üzere temel İslam bilimlerine (hadis, kıraat, fıkıh, usul, kelâm vb), vehbi ilme ve sosyal ve fen bilimlerine vakıf olması gerekir. • Müfessir, "sahih imana sahip olmak, kişisel fikir ve arzularından soyutlamak, iyi niyetli ve doğru amaçlı olmak, güzel ahlaklı olmak, sözü ve özüyle, ilmi ve ameliyle bir ve tutarlı olmak, doğruyu hedeflemek, titiz, güvenilir ve mütevazı olmak" gibi ahlaki ilkelere sahip olmalıdır. • Müfessirin uyması gereken ilmî ilkeler ise şunlardır: Tefsir ederken, Kur’ân, Sünnet, sahabe kavli ve içtihad şeklindeki sıralamaya özen göstermelidir. Kevni âyetleri yorumlarken, ihtiyatlı olmalıdır. Mesajı ön plana çıkarmalı, gereksiz detaydan, güvenilir olmayın, kaynağı meçhul kıssa, efsane, israiliyattan uzak durmalıdır. Kur’ân'daki hakikati ortaya çıkarmalı, kendi görüş ve mezhebine göre yorumlamamalıdır. İhtilaflı konularda üzerinde icma edilen ve tercih edilen görüşü benimsemelidir. Yararlandığı kaynak ve müfessirlere özen göstermelidir. • İlmî ve ahlaki gereklilikleri en üst düzeyde yerine getirdikten sonra, rivayet edilen malzeme ve görüşleri ihmal etmeden, onları kimi zaman bir değerlendirmeye tabi tutan; böylece, bugün için pratik değeri olmayan bilgi yığınını ayıklayan; tefekkür ve tedebbür ağırlıklı; Kur’ân’ın genel gayesini her vesileyle vurgulayıcı bir fikir ve motivasyon yüklü; insanları ruh, fikir ve duygu köklerinden sarsıcı; îmanın bilgisel boyutu yanından çok “şuuri-estetik” boyutunu da depretip heyecan ve amel yolunu açan; ifadesi berrak ve Kur’ân mesajını iletmekten başka bir kaygının ağırlığını taşımayan; terminolojisiyle okuyucu arasında yakınlık kurmayı başarmış; Kur’ân’ın bedi’, Beyân ve me’ânî cihetlerine taalluk eden nükteleri ise anlatımın sadeliğine yedirmiş; her başlangıç ve bitişte hep insana uzanan; geniş bir kaynak temelinde, gerektiğinde muhtelif dillerde yazılmış eserlerden de bilgi ve yorumlar taşıyan bir tefsir, gaye olmalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Alıştırmalar Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Ödev gönderimi Ödev Etkileşimli Alıştırmalar • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. • Gerek müfessirin bilimsel donanımının, gerekse dinî ve ahlaki ilkelerin seçeceğiniz çağdaş Türkçe bir tefsir üzerinde ne kadar mevcut olduğunu 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdaki kelimelerden hangisi, Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı tefsir vazifesine işaret eder? Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz a) Mübeyyin b) Abid c) İmâm d) Kârî e) Münzir 2. ‘Tefsîr’ kelimesi, aşağıdaki şıklardan hangisini karşılamaktadır? a) Konuşmak b) Yorumlamak ve açıklamak c) Kitap/sifr yazmak d) Sefere çıkmak e) Okumak 3. “Tefsir ilmi”, konusu bakımından aşağıdaki şıklardan hangisiyle ilgilidir? a) İlmi eserler b) Sanat eserleri c) Antropolojik bulguları d) Kur’ân metni e) Kültürel olaylar 4. Kur’ân’ın ilk müfessiri, aşağıdakilerden hangisidir? a) Hz. Hatice b) Hz. Ebu Bekir c) Zeyd b. Sabit d) Hz. Muhammed (s.a.s.) e) Hz. Ali 5. “Kur’ân, her dem devşirilmeyi bekleyen, tazeliğini asla yitirmeyen taptaze bir turfanda gibidir.” sözü, aşağıdakilerden hangi manayı anlatır? a) Kur’ân tefsiri bitmiştir. b) Kur’ân’da taze meyvelerden söz edilmektedir. c) Kur’ân her an tazedir ve tefsiri hep devam edecektir. d) Turfanda sebzeler çok lezizdir. e) Kur’ân’ı ancak Peygamber tefsir edebilir. 6) Aşağıdaki şıklardan hangisi bir müfessirde bulunması gerekmeyen bir bilimdir? a) Arap Dili ve Edebiyatı b) Usûlüddin c) İlm-i iştikâk d) Astroloji/Falcılık e) Astronomi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler 7) “Bildiğiyle amel eden kimseyi Allah, bilmediği şeylerin ilmine varis kılar.” sözü, bir müfessirde bulunması gereken hangi ilme işaret eder? a) Bedî, Beyân ve me’ânî b) Kırâat c) Mevhibe ilmi d) Sarf ve nahiv e) İlm-i İştikak 8) “Arapça bir ifadenin, kendisi sayesinde, hâlin gereğine mutabık ve muvafık olacağı hâlleri öğreten ilim”, aşağıdakilerden hangisidir? a) İlmü’l-Me’ânî b) Usûlü’l-Fıkh c) İlmü’l-Kıyâfe d) Şiir e) Kelâm 9) “İyi bilin ki, bana Kur’ân ve onunla birlikte misli/benzeri verildi” hadisi, aşağıdakilerden hangi manaya delalet eder? a) Kur’ân, sünneti beyan ve tefsir eder. b) Kur’ân’da meseller vardır. c) Misâllerle konuşmak sünnettir. d) İlmü’t-Ta’bîr e) Kur’ân için sahabe önemlidir. 10) Bir tefsir yapılırken, aşağıdaki şıklardan hangisine göre bir sıra izlenmek zorundadır: a) İçtihâd, Kur’ân’a müracaat, Sünnete müracaat, Sahabe kavline müracaat b) Kur’ân’a müracaat, Sünnete müracaat, Sahabe kavline müracaat, İçtihâd c) Sünnete müracaat, Sahabe kavline müracaat, İçtihad, Kur’ân’a müracaat d) Sahabe kavline müracaat, Kur’ân’a müracaat, Sünnete müracaat, İçtihâd e) İçtihad, Sünnete müracaat, Kur’ân’a müracaat, Sahabe kavline müracaat CEVAPLAR: 1- a, 2- b, 3- d, 4- d, 5- c, 6- d, 7- c, 8- a, 9- a, 10- b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. Adevî, eş-Şeyh Muhammed Haseneyn. (ts.). Medhalu İlmi Usûli’l-Fıkh. Matba’atu’s-Sa’âde. ys. Akdemir, Hikmet. (1999). Belağat Terimleri Ansiklopedisi. Nil Yayınları. ‘Akk, Halid Abdurrahman. (1414/1994). Usûlü’t-Tefsîr ve Kavâ’iduh. Dâru’nNefâis. Dımeşk. Arkoun, Muhammed. (1978). L’Etrange et Le Merveilleux dans L’İslam Médieval. ys. Aydın, Mehmet S. (tsz.) “Değişim Sürecinde İslam”. İslâmî Araştırmalar. cilt: 6. sayı: 4. Ankara. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1974). Büyük Tefsir Tarihi. İstanbul: Bilmen Yayınevi. Garaudy, Roger. (1990). İslam ve İnsanlığın Geleceği. çev. Cemal Aydın. İstanbul: Pınar Yayınları. Gazzâlî, Ebû Hâmid. (1387/1968). Mısır: İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn. Müessesetu’lHalebî. Hacımüftüoğlu, Nasrullah. (2001). İ’câz ve Belagat Deyimleri. Erzurum: EKEV. Hanefi, Hasan. (1983). “Hel Ledeynâ Nazariyyetun fi’t-Tefsîr”. Kadâyâ Muâsıra-I. Hindî, Alâuddîn. (1399/1979). Kenzu’l-‘Ummâl. Beyrut: Müessesetu’r-Risâle. İbn Aşûr, Tahir. (ts.). Tefsiru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr. Tunus: Dâru’t-Tunûsiyye li’n-Neşr. İbn Ebu’l-‘Izz, (1413/1992). Şerhu Akîdeti’t-Tahâviyye. thk. Abdullah ibn Abdilmuhsin et-Türkî-Şu’ayb Arnavut. 5. Bsk. Beyrût: Müessesetu’r-Risale. İbn Hanbel, Ahmed. (ts.). Müsned. Türkiye: el-Mektebetu’l-İslâmî. Türkiye (Dâru Sâdır. Beyrût. ts.’den ofset). Kattân, Mennâ’. ( 1973). Mebâhis fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân. Beyrut: Menşûrâtu’lAsri’l-Hadis. Kılıç, Sadık. (1995). İslâm’da Sembolik Dil. İstanbul: İnsan Yayınları. 17. Sabûnî, Ali. (ts.). et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân. İstanbul: Dersaâdet Kitabevi. 18. Salih, Subhî. (1997). Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân. Beyrut: Dâru’l-‘Ilmi li’lMelâyîn. 19. Suyûtî, Celalüddin. (1370/1951). el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân. Mısır. 20. Suyûtî, Celalüddin. (1408/1988) et-Tahbîr fî ‘Ilmi’t-Tefsîr. Beyrut: Dâru’lKutubi’l-‘Ilmiyye. 21. Tabersî, İbnu’l-Hüseyn. (1406/1986). Mecme’u’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân. Beyrut: Dâru’l-Marife. 22. Zemahşerî, Mahmud b. ‘Ömer. (ts.). el-Keşşâf ‘an Hakâıku’t-Tenzîl. Beyrut: Dâru’l-Ma’rife. 23. Zerkeşî, Bedrüddin. (ts.). el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân. Beyrut: Dâru’l-Ma’rife. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Müfessirin Donanımı ve Tefsirde Temel İlkeler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TERCÜME TEKNİKLERİ VE KUR’ÂN MEÂLLERİ • Tarihsel Süreçte Tercüme ve Önemi • Tercüme Kavramı ve Çeşitleri • Tercüme Kavramı • Tercüme Çeşitleri • Meâl Kavramı • Tercüme Sanatının İlkeleri • Tefsir-Tercüme Farkı • Kur’ân Tercümelerinin Gerekliliği • Kur’ân’ın Başka Dillere Çevrilmesi Süreci • Kur’ân’ın Türkçe Tercümeleri • Meâl Örnekleri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Tercüme ile ilgili temel kavramları tanıyabilecek, • Kur’ân meâlinin önem, gerek ve amacını kavrayabilecek, • Meâl-Tefsir ilişkisini ayırtedebilecek, • Meâl tarihi hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Meâl yapmanın sorumluluğunu bilecek, • Tercüme teknikleri ve problemlerini anlayabilecek, • Bazı meşhur meâlleri tanıyabilecek, • Meâlleri karşılaştırmalı okuyabileceksiniz. TEFSİR Prof. Dr. Ali AKPINAR ÜNİTE 2 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri GİRİŞ Tercüme, farklı dilleri konuşan insanlığın birbirini anlamasında ve birbiriyle tanışmasında çok önemli bir araçtır. Konuşma, duygu ve düşünce, bilgi ve birikimleriyle kendi içine sığmayan insanın taşması ise; tercüme de bu taşkınlığın başka dilleri konuşan insanlığa ulaştırılmasıdır. Bu yüzden yetersizliği, eksikliği konusunda ne kadar eleştirilirse eleştirilsin tercüme, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan zorlu bir sanatın adıdır. Allah Kelamı Kur’ân’ın indiriliş gayesi, onun gereklerinin yerine getirilmesidir. Bu ise onun doğru bir şekilde okunması ve anlaşılması ile mümkün olacaktır. Farklı dilleri konuşan bütün insanlığın Kur’ân’ın kendi dili olan Arapça’yı öğrenmesi imkânsız olacağından, onun insanlığın diline aktarılması kaçınılmaz olacaktır. İnsanlara ait olan metinlerin bile farklı dillere aktarılmasında pek çok sorun ile karşılaşılır. Allah Kelamı olan Kur’ân’ın, hangisi olursa olsun kul diline aktarılmasında ise bu sorunlar daha karmaşık bir hâl alır. Ancak bu, onun başka dillere çevrilmemesini gerektirmez. Zira Arapça olarak indirilen Kur’ân, tüm insanlığa gelmiş bir mesajdır. Tüm insanlığın Kur’ân dilini öğrenmesi mümkün olamayacağına göre Kur’ân’ın insanların diline aktarılması kaçınılmaz olacaktır. Önemli olan husus, bu aktarma işinin sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu bilmek ve bunun gereğini yerine getirmede gayret sarf etmektir. İşte tam bu noktada genel olarak tercüme tekniklerini, özel olarak da Kur’ân’ın tercüme tekniklerini bilmenin önemi ortaya çıkmaktadır. TARİHSEL SÜREÇTE TERCÜME VE ÖNEMİ Kur’ân insanların farklı dilleri konuşmalarının Yüce Allah’ın âyetlerinden olduğuna dikkat çekerek şöyle der: ْكْ ََلٌَاتْ لِ َقوم َْ ِن آٌَاتِ ِْه أَنْ َخلَقَْ لَ ُكمْ مِنْ أَنفُسِ ُكمْ أَز َواجً ا لِ َتس ُك ُنوا إِلٌَهَا َوجَ َع ْ َوم َ ِل بٌَ َن ُكمْ مَوَ َّدًْة َورَ حم ًَةْ إِنَّْ فًِ َذل ٌََْ َت َف َّكرُون Dillerin farklı olması, Allah’ın bir âyetidir. “O'nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (Rûm, 30/22) Bir tek nefisten yaratılmış olmalarına rağmen insanların farklı fizik ve dillere sahip olması, bir taraftan Yüce Allah’ın erişilmez gücünü ortaya koyarken, diğer taraftan bu farklılıklar insanların birbirleriyle daha kolay anlaşıp kaynaşmalarını sağlamıştır. Nitekim onların farklı boy ve kabileler hâlinde yaratılmasının temel amacı da karşılıklı tanışmadır (teâruf). (Hucurat, 49/13) ُ ٌَْاأَ ٌُّهَا ال َّناسُْ إِ َّنا َخلَق َنا ُكمْ مِنْ َذ َكرْ َوأُن َثى َوجَ عَل َنا ُكم ّْللا َِّْ ل لِ َتعَارَ فُوا إِنَّْ أَكرَ َم ُكمْ عِن َْد َْ ِشعُوبًا َو َقبَائ َ َّ َّّْللا أَت َقا ُكمْ إِن َْعلٌِمْ َخ ِبٌر Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Yine ilahî mesajın anlaşılabilmesi için her topluma kendi dilini konuşan peygamberler gönderildiğini açıklayan Kur’ân’da, doğru ve anlaşılır apaçık dilin (lisan sıdk) önemine dikkat çekilmiştir. Her kavim kendi diliyle anlaşabildiğine ve her kavme kendi kavminin dilini konuşan bir peygamber gönderildiğine göre her dil önemlidir. Kutsal kitaplar da gönderildikleri kavimlerin dilinde gelmiştir. Her peygamber/her davetçi, davet dilini en güzel şekilde konuşmakla yükümlü tutulmuştur. Davetten netice alabilmek için bu, son derece önemlidir. Bütün bunlardan, evrensel ilahî bir kitap olan Kur’ân’ın mesajının tüm insanlara ulaştırılmasında dilin ve özellikle apaçık/ anlaşılır bir dilin önemi ortaya çıkmaktadır. Bu, Kur’ân’ın orijinal dili Arapça’nın önemini gölgede bırakmadan, onu öğrenemeyen insanlara ilahî mesajı ulaştırmada en önemli araç olan hedef dillerin önemini ve o dillerin mesajı anlaşılır kılma noktasında açık ve anlaşılır olmasının gereğini de ortaya koymaktadır. Bu ise Kur’ân’ın kaynak dilden, hedef dile aktarma operasyonu olan tercümenin önemi demektir. Kur’ân farklı dilleri konuşan tüm insanlığa gelmiştir. Farklı dilleri konuşan insanların birbirleriyle tanışıp anlaşmasında, her alanda birbirlerine yardımcı olmalarında, sahip oldukları değerleri birbirlerine aktarmalarında tercüme büyük bir işlev görmüş ve görmeye de devam etmektedir. Tercüme, ilim irfan alışverişinde çok önemli bir yeri olan bir sanattır. Tercüme yoluyla bilgi, insanlığın ortak değeri olmuş ve evrensel bir kimlik kazanmıştır. Tercüme/çeviri, fikir ve sözleri aktarma olayıdır. Tercüme, düşünsel, kültürel ve bilimsel bir operasyondur. Fikir, söz ve konuşmalar ise, duygu ve düşünceleri dış dünyaya yansıtan ifadelerdir. Bunları bütünüyle yansıtmak zor olduğu gibi, başka bir dile aktarmak çok daha zordur. Bu yüzden, duygularıma bir türlü tercüman olamıyorum, itirafını duyarız sık sık. Nitekim şair, bu gerçeği şöyle ifade eder: Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem/Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım! Onun için tercüme olayı, çok yönlü bir sanattır. Tercümenin asıl metindeki tüm duygu ve düşünceleri tam olarak yansıtamadığını belirtmek için de şöyle denmiştir: "Tercüme, tersine dönmüş halıya benzer. Bütün motifleri üzerinde olduğu hâlde, hiçbir güzelliği algılanmaz." Hiçbir tercüme, orijinal metnin yüzde yüz aynı değildir, gayrı da değildir. Her tercüme, orijinal metnin anlaşılması için sarf edilen bir çabadır ve değerlidir. Çeviri tahriftir sözü hiçbir tercümenin orijinal metnin aynısı olamayacağını keskin bir dille anlatmak için söylenmiş olsa gerekir. Yoksa insanlık kültür tarihinde tercümenin de önemli bir yeri vardır. Bu giriş bilgilerinden sonra şimdi tercüme ile ilgili kavramları tanıyalım: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri TERCÜME KAVRAMI VE ÇEŞİTLERİ Tercüme ()الترجمة Kur’ân çevirisi, asla Kur’ân değildir. Terceme sözcüğü, Arap dilinde Rubaî (dörtlü) formdaki terceme fiilinin mastarı olup (ترجم- ٌترجم- )ترجمةçoğulu terâcimdir. Dilimizde daha çok tercüme şeklinde kullanılmıştır. Sözlükte tercüme, çevrilen metnin asıl manasını açıklamaksızın, bir sözün bir dilden başka bir dile aktarılması demektir. Bir sözün başka bir dilde açıklama ve yorumunun yapılmasına da tercüme denmiştir. Terceme kökünde ‘fessera (tefsir etmek), beyyene (açıklamak) ve evdaha (izah etmek)’ anlamları da vardır. Dolayısıyla tercüme Kur’ân’ı anlama çabası olan ‘Tefsîr’in içerisinde değerlendirilmelidir. Tercüme yapan kimseye mütercim yahut tercüman denmektedir. Ancak bu kelimelerden ilki daha çok yazılı tercüme yapanı, ikincisi ise sözlü tercüme yapanı karşılamaktadır. Tercüme, İngilizce translation, Türkçe çeviri kelimeleriyle karşılanmaktadır. Yeni Türkçe’de çevirmen dilmaç, çevirmenlik ise dilmaçlık kelimeleriyle karşılanmaya çalışılmış; fakat bu kelimeler, yaygınlık kazanmamıştır. Dilimizde özgeçmiş/biyografi kavramının karşılığı olarak hâl tercemesi kavramı kullanıldığı gibi, biyografi kitapları için tercüme-i ahvâl-i rical (Arapça, tercümetü ahvâli’r-ricâl) ifadeleri kullanılmaktadır. Yine duygu ve düşünceleri anlatmak için kullanılan “tercüman olmak” şeklinde bir deyimimiz vardır. Bazı hadis mecmualarında olduğu gibi kitaplardaki bölüm başlıklarına da tercüme denmektedir. Buharî’deki bab isimleri gibi. Aynı dilde olsa bile, bir kimsenin sözlerinin daha açık ve anlaşılır bir şekilde aktarılmasına da tercüme denmiştir. Tercüme, asla metnin yerini tutamaz” Bir sözün söylendiği dilde tefsir etme anlamında büyük sahâbî müfessir İbn Abbas için tercümânü’l-Kur’ân ifadesi kullanılmıştır. Yine bazı kitaplar, çeviri ile ilgileri olmadıkları hâlde tercüme kelimesiyle adlandırılmışlardır. Bosnavî Hüsnü b. Salih’in Tercüme-i Adâbi’l-Vüzerâ’sı gibi. Yine Arapça’da biyografik romanlar için et-tercümetü’l-kasasiyye ifadesi kullanılmıştır. Tercüme Çeşitleri Tercüme genel olarak ikiye ayrılır: a) Harfî tercüme, b) Tefsirî tercüme. Şimdi her ikisini de açalım: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Harfî Tercüme (et-Tercümetü’l-Harfiyye) Sözün lafız ve dizinlerine bağlı kalarak bir dilden bir başka dile aktarılmasıdır. Bu tercüme çeşidi, sadece soyut anlamlar, kısa ve sembolik bilgiler veren sözcükler, kısa cümleler için söz konusu olabilir. Turistik yerlerde, müze ve park gişelerinde, büyük fuar ve hava alanları gibi yabancıların daha çok girip çıktıkları çevrelerde, aradıklarını kolayca bulabilmeleri ya da yapılması gerekeni kolayca yapabilmeleri için kart ve tabelalar üzerine yazılan birtakım uyarı ve açıklamalar için yapılan tercümeler bu türdendir. Bu tercüme çeşidine motamot /tamıtamına tercüme de denmiştir. Kur’ân’ın harfî tercüme ile çevirisi, imkânsızdır; bu yüzden de caiz değildir. Kur’ân’ın harfî tercüme ile tercüme edilemeyeceğinde ilim adamları görüş birliği içerisindedirler. Şöyle ki, harfî tercümede çeviri ya misli misline, ya da misli dışında yapılabilir. Misli misline tercüme, Kur’ân’ın cümle dizinlerini, üslubunu, edebî sanat ve hükümlerini tüm özellik ve güzellikleriyle aynen aktarmaktır. Bu ise Kur’ân için mümkün değildir. Çünkü Kur’ân, lafız ve manasıyla beşerin bir benzerini asla getiremeyeceği özelliğe sahip mu’ciz bir kitaptır. Yapılacak harfî bir tercüme ile Kur’ân’ın tüm bu özellik ve güzellikleri yok olup gidecektir. Zira böyle bir çeviri ile elde edilecek metinde ne insanı aciz bırakacak bir üslup olacak; ne de onun iniş esprisindeki hidâyet rehberi olma ve cümlelerinden pek çok hükümler çıkarma özelliği bulunacaktır. Mislinin dışında, mütercimin yetkinliği ve hedef dilin kapasitesi oranında metnin hedef dile aktarılması şeklinde yapılacak bir harfî tercüme ise Kur’ân’ın dışındaki metinler için söz konusu olsa bile, Kur’ân için söz konusu olamaz. Çünkü böyle bir çeviri de Kur’ân’ın nazım, mana ve hürmetini yok etme söz konusudur. Kaldı ki böyle bir işlemi yapmak için bir zorunluluk da yoktur. Bu iki şekilde yapılacak çevirilerin, Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlamayacağı da ortadadır. Tefsîrî tercüme, bir anlamda tefsîrdir. Nitekim meşhur tefsirinin girişinde Elmalılı bu konuda şunları söyler: “Allah’ı bilmeyen dünyaya sarılır. Dünyayı bilmeyen hülyaya sarılır, hülyaya sarılan hakikata darılır. Yiğidi görmeyen ismine bayılır. Dilberi görmeyen, resmine bayılır. Önünü görmeyen, sonunda ayılır.. Kur’ân’ı anlamayan da tercümesine dolanır… Bazılarını duyuyoruz ki, Kur’ân’ın tercümesi demekle iktifa etmiyor da “Türkçe Kur’ân” demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur’ân’mı var behey şaşkın? Kur’ân Arapçadır..” Aynı bağlamda Mehmet Âkif de “Ya Rab, bu nasıl Kitab-ı âlî? İdrake sığışmıyor meâli.” diyerek konuya dikkat çeker. Eserlerini İngilizce ve Hinduca yazan Hintli şair R. Tagor’a Mısır seyahati sırasında Hinduca eserlerini de İngilizce’ye tercüme etmesi istendiğinde şöyle cevap vermiştir: “Hinduca yazdığım eserler, kendi fikirlerimi ihtiva etmiş olsalar bile, onları İngilizce’ye tercüme etmekte acizim. Zira bu tercümede İngiliz dili, Hinduca için elverişli değildir.” Bir yazarın kendi eserini, yine eser verecek seviyede Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri bildiği başka bir dile aktarma konusundaki bu tespiti, tercümenin zorluğunu ortaya koyduğu gibi, Allah kelamının başka dillere çevrilmesinin sanıldığı kadar kolay olmadığını anlamamıza katkı sağlayacak niteliktedir. Tefsîrî Tercüme (et-Tercümetü’l-Hurra) Sözün, orijinal metindeki aslî manalarını gözeterek birtakım tasarruflarla bir dilden, bir başka dile aktarılmasıdır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere tefsîrî tercüme, Kur’ân’ın başka dildeki bir çeşit özlü tefsîridir. Tefsîrî tercüme, Kur’ân’ın aynısı değil, onun başka dildeki yorumudur. Bu tercüme çeşidi için şu isimler de kullanılır: Mefhumî Tercüme/ Manevî Tercüme/ Meâlen Tercüme/ Kültürel Tercüme/ Kavramsal Tercüme. Görüldüğü üzere bu isimlerde de tefsîrî tercümenin, metne çok fazla bağlı kalınmadan bir çeşit anlam aktarımı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla harfî tercümede metne sıkı sıkıya bağlı kalınmaya çalışıldığından hedef dilin güzellikleri çeviriye yansıtılmamaktadır. Tefsîri tercümede ise durum böyle değildir. Olabildiğince hedef dildeki güzellikler çeviriye yansıtılmaktadır. “Tefsîrî tercümenin bir adı da meâlen tercümedir.” Tefsîrî tercümede hedef, söz konusu olan anlatımın amaçladığı espriyi/ mesajı öteki dile eksiksiz, artıksız ve her bakımdan uygun bir biçimde yansıtmaktır. Mütercimin anladığını, hissettiğini, tattığını anlatma, hissettirme ve tattırma çabasıdır. Tefsîri tercümenin bu hedefine bakılarak onda sözcük seçimi, anlatım yöntemi için herhangi bir ölçünün söz konusu olmadığı zannedilebilir ki durum hiç de öyle değildir. Harfî tercümede olduğu gibi, bunda da sözcüklerin, deyim ve terimlerin seçimi, cümle kuruluşu ve anlatım yöntemi son derece önemlidir. Hatta tefsîrî tercüme, harfî tercümeyi de kapsayacak bir niceliğe sahiptir. Sadece bu uygulamada mütercim için sürekli bir tutuculuk söz konusu değildir. Tefsirî tercüme, Kur’ân’ın aynısı değil, onun başka dildeki bir çeşit yorumudur. Tercüme işi bir sanat olduğu kadar bir sevgi, bilgi, birikim, sabır, fedakârlık ve tecrübe işidir de. Her şeyden önce tercümenin, mütercimin üzerinde bir emanet olduğu unutulmamalıdır. Bu yüzden tercüme işi yapılırken sadece eldeki parçanın görünüşüne aldanmamak, satır aralarını ve metnin arka planını okuyarak parçanın düşünce sistemine sızmaya çalışmak oldukça önemlidir. Mütercim tercüme yaparken gerektiğinde farklı sözlüklere bakmaktan, tespit ettiği bu karşılıklardan hangisinin metnin yazarının maksadını yansıtmaya daha uygun olduğunu araştırmaktan kaçınmamalıdır. Bu anlamda tercüme bir feragattir. Asıl metin, mütercimi sürekli kontrol altında tutar, onu kendi hâline bırakmaz. Bu nedenle “Tercüme yapmak, telif yapmaktan daha zordur.” sözü boşuna söylenmemiştir. Tercüme yapılırken öteden beri izlenen bir metot vardır. Bu denkleştirme metodudur. Buna göre her cümle ayrı ayrı tercüme edilir. Ancak önce, cümlenin her sözcüğü değilse de belli bölümleri ayrı ayrı tercüme edilir- ki buna kırık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri tercüme denir- sonra bu bölümler çeviri işleminin yapılacağı dil kurallarına ve cümle kurma tekniğine uygun bir biçimde sıralanarak tamamlanır. Örnek verecek olursak: Arapça “Ekele’l veledü el-hubze emsi” cümlesi, sırasıyla “yedi- çocukekmeği- dün” şeklinde kırık bir tercümeden sonra “Çocuk, dün ekmek yedi” şeklinde çevrilir. “Tercümânü’l-Kur’ân, İbn Abbas’ın unvanıdır.” Kur’ân’ın harfî tercüme ile tercüme edilemeyeceğinin ve tercümenin Kur’ân’ın yerini tutmayacağının sebeplerini şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Kur’ân’ın nazım ve mana bakımından sahip olduğu eşsizlik harfî tercüme ile ifade edilemez. 2. Kur’ân’ın anlam zenginliği demek olan kıraat farklılıkları tercüme ile yansıtılamaz. 3. Kur’ân nazmı ve manasıyla birlikte Kur’ân’dır, onu okumak da ibadet sayılmıştır. Tercüme ise mana itibarıyla Kur’ân’a yaklaşsa bile, nazım itibarıyla Kur’ân değildir. 4. Arap diline özgü bazı anlatım tarzları, edat ve harfler vardır ki, bunları başka dillerde ifade etmek her zaman mümkün olmayabilir. 5. Kur’ân, kendisinin Arapça bir kelam olduğunu özellikle vurguluyor: َينَ إِ َّنا أنز ْلناهَ ق ْرآ ًنا عر ِب ًيا لعلَّك َْم ت ْعقِلون َِ الر تِ ْلكَ آياتَ ا ْلكِتا ِ ب ا ْلم ِب “Elif. Lâm. Râ. Bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Yusuf 12/1-2) Tercüme Arapça’nın dışında bir dilde olacağı için Kur’ân’ın bu niteliği ortadan kalkmış oluyor. Arapça, Kur’ân’ın orijinal dilidir. 6. Harfî tercüme, Kur’ân’ın tüm güzelliklerini yansıtamayacağı için, Kur’ân hakkında yanlış anlamalara sebep olabilir. 7. İlim adamları Kur’ân cümlelerinin manen rivâyet edilemeyeceğini, onun ancak mütevatir kıraatlarla rivâyet edilebileceğini belirtmişlerdir. Tercüme de bir çeşit manen rivâyet olacağı için Kur’ân değildir. 8. Öteden beri Müslümanlar Kur’ân’ı orijinal diliyle okumuş, ezberlemiş ve ondan anlamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla en ideali Kur’ân’ı orijinal dilinden anlamaya çalışmaktır. 9. Kur’ân’ın dili, değişik ırk ve coğrafyalardaki Müslümanlar arasında ortak bir dil birliğini simgelemektedir. Tercümenin böyle bir misyonu yoktur. 10. Kur’ân orijinal hâliyle tek ve değişmez bir şekilde elimizdedir. Tercümeler ise farklı ve değişken olabilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri 11. Kur’ân, Kelamullah’tır, tercüme ise onun manasının kullar tarafından ifade edilmesidir. Biri ilâhî, diğerî beşerîdir. Elbette beşerî olan bir metin, ilahî olan bir metnin yerini tutamaz. Meâl ()مآل Kurân’ın Türkçe çevirilerine, tam olarak Kur’ân’ın manasını yansıtamadığı için, meâl denmiştir. Kur’ân gibi, beşer dilinin İlâhî kalıba dökülmüş şekli olan bir metnin, kendi dili dışındaki herhangi bir dile aktarılmasında karşılaşılabilen problemlerden dolayı, lafız ve manasıyla Allah kelamı olan, hem lafzı hem manası muciz olan Kur’ân’ın çevirilerine Türkçe Kur’ân ve Kur’ân Tercümesi denmekten kaçınılmış ve Kur’ân Meâli demek âdet olmuştur. Te’vîl kavramı gibi sözlükte bir şeyin özü, özeti ve akıbeti anlamına gelen ‘evl’ kökünden türemiş (mimli mastar yahut ism-i mekân) olan meâl kavramı, ‘Bir sözün manasını her yönüyle değil de biraz noksanıyla ifade etmek’ demektir. Tercüme yahut meâl, Kur’ân’ın tam karşılığı olmasa bile, tüm insanlığa inmiş evrensel mesaj Kur’ân’ın Arap dilini bilmeyenler tarafından kısmen de olsa anlaşılabilmesi için ihtiyaç duyulmuş bir faaliyettir. Kur’ân dilini bilmeyen insanlara, genel olarak Kur’ân hakkında, onun muhtevası ve hükümleri hakkında bilgi verebilmek için tercüme kaçınılmaz olmuştur. Tercüme Sanatının İlkeleri Tefsîrî tercüme de bir çeşit tefsirdir. Tefsîr yapılırken gözetilmesi gereken şartları yerine getirmek kaydıyla Kur’ân’ın tefsîrî tercüme ile tercümesi caizdir. Ancak genel olarak çeviride, özel olarak Kur’ân çevirilerinde mütercimlerin uyması gereken bir kısım şartlar vardır. Bu şartları şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Tercüme, tefsîr ölçülerine göre yapılmalıdır. Sahih hadislere, Arap gramer kaidelerine, temel din kurallarına uygun olmalıdır. Kur’ân âyetlerini yorumlayan müfessir gibi, mütercim de yalın olarak aklına ve kendi görüşüne dayanarak çeviri yapmaktan sakınmalıdır. Meâl, bir sözün manasının başka bir dile, yaklaşık olarak yansıtılmasıdır. 2. Her âyet için bir nüzûl sebebi olmayabilir. Ancak her âyetin indiği bir nüzûl ortamı vardır. Mütercim, çeviri yaparken âyetin nüzûl ortamını/tarihsel arka planını, yani âyetin nasıl bir ortamda, nasıl bir topluma, hangi problemi teşhis ve tedavi için indiğini bilmelidir. 3. Mütercim ön yargılardan uzak olarak çevirisini yapmalı, önceden kabul ettiği ve Kur’ân’ın ruhuyla bağdaşmayan fikirlerini Kur’ân âyetleriyle desteklemeye kalkmamalıdır. 4. Mütercim kaynak dili de hedef dili de iyi bilmelidir. 5. Kur’ân’ın orijinal metni çalışmanın başına konulmalı, yeri geldikçe tefsirlerden yararlanarak çeviri yapılmalıdır. Bu, Kur’ân’ın kendi dilini bilenlere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri mukayese imkânı sağlayacağı gibi, tek başına çevirinin Kur’ân olmadığını da gösterecektir. En önemlisi de Kur’ân’ı ikinci, üçüncü dilden değil, bizzat kendi özgün dili Arapça’dan çevirmelidir. 6. Tercüme anlaşılır ve akıcı bir dile sahip olmalıdır. 7. Bir âyete verilen anlam, Kur’ân’ın genel ruhuna ters düşmemelidir. Tercümede Kur’ân bütünlüğü ve bağlam gözetilmelidir. 8. Âyette yer alan deyimsel anlatımlar, karşı dildeki en uygun ve en yakın deyimlerle ifade edilmelidir. 9. Temel kavramlar tercümede aynen muhafaza edilmeli, gerekirse bunların karşılıkları dipnotlarda verilmelidir. 10.Parantez içerisindeki açıklamalar çok uzun ve sıkıcı düzeyde olmamalı, ama gerektiğinde parantez içi açıklamalardan çekinilmemelidir. Birbiriyle ters düşebileceğinden, meâl okuyucusunun zihninin bulandırmamak için taksimli açıklamalar tercüme metni içerisinde değil, gerekliyse dipnotlarda verilmelidir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç örnek üzerinde durmak yararlı olacaktır: Örnek 1: ل البَسطِْ َف َتق ُع َْد َملُومًا مَحسُورً ا َّْ ل َتبسُطهَا ُك ْ َ ك َو َْ ِك مَغلُولَ ًْة إِلَى ُع ُنق َْ ل َتج َعلْ ٌَ َد ْ َ َو Tefsîr, aynı dilde olabileceği gibi, ayrı dillerle de olabilir. İsrâ sûresi’nin bu âyeti (17/29), harfî tercüme ile “Elini boynuna bağlanmış kılma, onu büsbütün de açma. Yoksa kınanmış ve pişman bir hâlde oturakalırsın!” Bu çeviri Kur’ân’ın maksadını tam olarak yansıtmamakta ve okuyucuyu yanlış anlamalara da sevk edebilmektedir. Zira âyetin hedefi, muhatabını cimrilik ve savurganlıktan sakındırmaktır. Böyle bir çeviride ilk etapta bu anlaşılamamaktadır. Oysa aynı cümle tefsirî tercüme ile şöyle çevrilerek muhtemel eksik ve yanlış anlamaların önüne geçilebilir: “Elini, boynuna bağlı imiş gibi sıkıp cimri (eli sıkı) olma, büsbütün açarak da savurgan olma. Yoksa (cimriliğinden dolayı) kınanırsın, (savurganlık sonucu eli boş kalmak yüzünden de) pişman olursun.” Örnek 2: ْل ِبأَهلِ ِه َّْ ِئ إ ُْ ٌِّ ٌِق المَك ُْر ال َّس ُْ ل ٌَح ْ َ َو Fâtır sûresi’nin bu âyeti(35/43), harfî tercüme ile şöyle çevrilebilir: “Kötü tuzak, ancak sahibinin başına geçer” şeklinde çevrilebilir. Ancak daha çarpıcı bir ifade ile deyimsel tercümeden yararlanılarak şöyle çevirmek daha anlamlı olur: “Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer.” Dikkat edilirse metinde kuyu, kazmak ve düşmek kelimeleri geçmemektedir. Buna rağmen böyle bir tercüme âyetin daha doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Tefsîr-Tercüme Farkı Yukarıda tefsîrî tercüme, bir çeşit tefsirdir, dedik. Burada tercüme ile tefsîr arasındaki farkları belirtmemiz, tercümenin tamamıyla tefsîr olmadığını ortaya koyacaktır. Tercüme, tefsîrden şu açılardan ayrılır: “Kur’ân’ın Arapça olması, onun Arap olmayanlarca anlaşılmasının önünde bir engel değildir.” Tefsîr, bir ibarenin, bir eserin mahiyetini başka tabirlerle izah eder, manasını mümkün mertebe anlatır, kelimelerin analizini yapar, gerekli yerlerin ayrıntılı açıklamalarını sunar. Dolayısıyla tefsîr, tefsîr edilen metinden ayrıdır, onun güzel bir şekilde anlaşılmasına hizmet eder. Tercüme ise, lafzın öteki dildeki en yakın karşılığıdır. Tefsîr, aynı dilde olabileceği gibi, ayrı dillerle de olabilir. Arapçadan Arapçaya yahut Arapçadan Türkçeye olabilir. Tercüme ise bir dilden, bir başka dile yapılır. Bireysel Etkinlik Tercüme, tefsîrden daha kısa ve özlüdür. Tercümede sözcük analizi yapılmaz, cümle yapıları ve bunların manaya yansıması hakkında bilgiler verilmez; tefsîrde ise bunlar ayrıntılı bir şekilde yapılır. • Evinizdeki bir meâlden bir sûreyi metinle mukayeseli bir şekilde okuyup değerlendiriniz. Kur’ân Tercümelerinin Gerekliliği Her Kur’ân tercümesi, kendinden önceki tercüme/tercümelerin yetersiz görülmesinden kaynaklanır. Kur’ân, insan içindir ve öncelikle insana gelmiştir. O, belli bir dönem ve coğrafyadaki insanlara değil, tüm insanlığa gelmiştir. Dolayısıyla O evrenseldir. Her dönemdeki bütün insanların Kur’ân’ın dilini öğrenip anlamaları mümkün olmayacağına göre Kur’ân tercüme ve tefsiri onun iniş gaye ve esprisinin gereğidir. Zira Yüce Yaratıcı, Kur’ân’ı okunsun, anlaşılsın ve gereği yerine getirilsin diye göndermiştir. Ve Kur’ân anlaşılması için kolaylaştırılmış, apaçık bir kitaptır. Onun mesajının değişik coğrafya ve zamanlarda yaşayan, değişik dilleri konuşan insanlara ulaşmasında çeviri, önemli bir araç olup çeviri çalışmaları, Kur’ân’ın anlaşılmak üzere kolaylaştırılması kapsamında değerlendirilmelidir. Kur’ân gibi, beşer dilinin İlâhî kalıba dökülmüş şekli olan bir metnin, kendi dili dışındaki herhangi bir dile aktarılmasında karşılaşılabilen problemler, Kur’ân’ın Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri kendisinden kaynaklanan problemler değil; aslında herhangi bir metnin herhangi bir dile aktarılmasında karşılaşılan problemlerdir, ama bu Kur’ân tercümelerinde daha fazla hissedilmektedir. Zira Kur’ân tercümeye sığmayacak kadar engin ve zengin bir dil, üslup, mana ve muhtevaya sahiptir. Aktarılan dilin Arapça gibi, çok kapsamlı bir dil olması, yine aktarılan metnin Kur’ân gibi bir metin olması tercümede karşılaşılabilen problemleri artırmaktadır. Bu durum Kur’ân’ın anlaşılmaz bir kitap oluşundan değildir şüphesiz. Zira Kur’ân anlaşılmak için indirilmiş ve bunun için oldukça kolaylaştırılmış bir kitaptır. Kur’ân’ın Arapça bir kitap olması da onun Arap olmayanlarca da anlaşılması içindir. Yani Kur’ân’ın Arapça olması da onun Arap olmayanlarca anlaşılmasının önünde bir engel değil ve belki Arapçanın İlâhî mesajı kaldırabilecek karakteristik özellikleri sebebiyle anlaşılmasına bir katkıdır. Yani Kur’ân Arapça dışında bir dilde indirilmiş olsaydı, belki de tüm özellik ve güzellikleriyle İlâhî mesajı taşıyamayacak ve anlaşılması daha çetin olacaktı; ya da benzer problemler o zaman da olacaktı. Çünkü anlaşılmada meramı ifade edebilme son derece önemlidir. Zira meramınızı rahatlıkla ifade edemediğiniz bir konuşma, zor anlaşılan bir konuşmadır. İlk Kur’ân tercümesi H. 127 tarihine kadar inmektedir. Hemen her dilde aynı anlamda kullanılan birden fazla kelimeler olabileceği gibi, bir tek kelime birden fazla anlamlara da gelebilmektedir. Örneğin Türkçemizdeki ‘çile’ kelimesi, meşakkat, iplik çilesi, yay kirişi, bülbülün çilemesi, yağmurun çilemesi, çileden çıkmak (aşırı hiddetlenmek) gibi pek çok anlamlara gelebilmektedir. İşte tüm bu ve benzeri sebeplerden dolayı yapılan Kur’ân çevirilerine Türkçe Kur’ân ve Tercüme denmekten kaçınılmış ve meâl demek âdet olmuştur. Te’vîl kavramı gibi sözlükte bir şeyin özü, özeti ve akıbeti anlamına gelen ‘evl’ kökünden türemiş olan meâl kavramı, ‘bir sözün manasını her yönüyle değil de biraz noksanıyla ifade etmek’ demektir. Her Kur’ân tercümesi, kendinden önceki tercüme/tercümelerin yetersizliğinden kaynaklanır, ama yapılan yeni tercümenin ne kadar mükemmel olduğu tartışmalıdır. Buna rağmen önceki ve sonraki her tercüme önemlidir, değerlidir. Her çeviri, yapıldığı zaman ve ortamın özellikleri ile müterciminin dilsel ve bilimsel donanımını büyük ölçüde yansıtır. Zerkânî, Reşid Rıza gibi bazı ilim adamları, Kur’ân’ı tercüme edenlerin dinî bilgiler yanında sosyal ve fen bilimlerinde derin bilgiden yoksun olmaları sebebiyle yapılan tercümelerin eksik ve hatalarla dolu oluşu, Kur’ân’dan önceki kutsal kitapların tercüme yoluyla tahrife uğramış olması, tercüme ile Kur’ân’ın mucizevî yönünün kaybolacağı, Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan din dilinden kopma gibi gerekçeler ileri sürerek Kur’ân’ın tercüme edilmesini gereksiz görmüşler ve buna karşı çıkmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Tartışma Forumu Tartışma Kur’ân’ın tüm insanlığa gelmiş evrensel bir mesaj olması, inançsızlık için mazeretlerin ortadan kalkabilmesi için bu mesajın herkese kendi anlayabileceği dil ile ulaşmasının gerekli olması, Hz. Peygamberin ashabını hakikatleri tüm herkese ulaştırma görevi vermesi, ashabından yetenekli olanlara Arapça dışında bazı dilleri öğrenmelerini istemesi, Kur’ân’ın muhtevasını merak eden herkesin onun dilini öğrenmesinin mümkün olamayacağı gibi gerekçelerle pek çok ilim adamı Kur’ân’ın tercüme edilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Zaten “Tercüme caiz değildir.” demek çare olmamıştır. Zira pek çok müsteşrik tarafından Kur’ân, farklı dillere aktarılmış ve Kur’ân hakkında pek çok yanlış anlamalara sebep olmuşlardır. Bu yüzden ehil Müslümanların bu işe koyulup güvenilir tercümeler yapmaları bir vecibedir. Bu nedenle, Kur’ân çevirileri beraberinde birtakım sakıncalar getirmişse de onların sağlayacağı faydalar çok daha fazla olacaktır. • Rahman sûresi’ni Elmalılı’nın orijinal meâli ile sadeleştirilmiş meâlinden mukayeseli bir şekilde okuyup tartışınız. Kur’ân’ın Başka Dillere Çevrilme Süreci Kaynaklarımızdaki bilgilere göre Kur’ân’ın başka dillere çevrilişi ilk dönemden itibaren başlamıştır. Baştan sona çeviriler söz konusu olmasa bile- ki zaten âyet âyet/sûre sûre inen Kur’ân sonradan tek Mushaf hâlinde kitaplaştırılmıştır- ilk dönemden itibaren Arap olmayan ve Arapçayı bilmeyen insanlar, Kur’ân âyetleriyle tanışmışlar ve ondan haberdar olmuşlardır. Türk dilinde yüz elli civarında Kur’ân tercümesi bulunmaktadır. İlk dönem Müslümanlarının değişik vesilelerle gerçekleştirdikleri yolculuk ve göçler (Habeşistan vb.) ve bu esnalarda karşılaşılan insanlara Kur’ân âyetlerinin ulaştırılması, Hz. Peygamber’in içerisini âyetlerle süslediği davet mektupları ve İranlılardan gelen istek üzere Selman Farisî’nin yaptığı Farsça Fatiha sûresi tercümesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Kur’ân’ın tercüme edilip edilemeyeceği meselesi ilk dönemden itibaren tartışılmaya devam etmiş bir mesele olmakla birlikte bugüne kadar pek çok dile Kur’ân’ın binlerce tercümesi yapılmıştır. Hamidullah’ın tespitlerine göre ilk Kur’ân tercümesi H. 127 tarihine kadar inmektedir. Eldeki bilgilere göre Kur’ân-ı Kerim’in en eski tercümesi, Maveraünnehir ulemâsı tarafından, Samanoğlu Mansûr b. Nûh adına hicrî 345 (915 m.) yılında hazırlanmış olan Farsça tercümedir. Yine ona göre 140 kadar farklı dile Kur’ân bütünüyle çevrilmiştir. Urdu dilinde 300’den fazla, Türkçe ve Farsça Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri dillerinin her birinde yüzden fazla, İngiliz dilinde 146, Alman dilinde 55, Fransızca’da 58, Latince’de 53, Rusça’da 11 Kur’ân çevirisi yapılmıştır. Bu sayılar her geçen gün artmaktadır. Kur’ân, 1141-1143 yılları arasında Robert de Ratines tarafından Latince’ye çevrilmiştir. Elimizde mevcut en eski Kur’ân tercümesi Şirazlı Hacı Devletşah oğlu Mehmet tarafından Hicrî 734/Miladî 1333 tarihinde Oğuz Türkçesiyle yapılan tercümedir. Aynı dilde birden çok Kur’ân çevirisinin yapılma nedeni, her biri bir Kur’ân anlama ve anlatma çabası ürünü olan bu çalışmalarda görülen eksiklik, yetersizlik ve yanlışlar olabilir. Yeni yapılan çalışma, kendinden önce yapılan çalışmalardan daha mükemmel ve daha güzel olma iddialarıyla ortaya çıkmıştır. Çevrilen dillerin geçirdiği değişim süreçleri de bir başka neden olarak gözükmektedir. Kur’ân’ın Türkçe Tercümeleri Türklerin Hicrî 85 (m. 703) yılından itibaren İslam ile tanışmasından yola çıkarak onların bu tarihten itibaren Kur’ân’la tanışmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Araştırmacılar, Türk dilinde yapılan Kur’ân tercümelerinin, hicri IV-V, miladi X-XI. asırlarda yapıldığını söylemektedirler. Yapılan Kur’ân tercümeleri kelime kelime yapılmış satır altı tercümeler ve cümle hâlinde normal tercümeler olmak üzere iki grupta toplanabilir. Elimizde mevcut en eski Kur’ân tercümesi Şirazlı Hacı Devletşah oğlu Mehmet tarafından Hicrî 734/Miladî 1333 tarihinde Oğuz Türkçesiyle yapılan tercümedir. Bu tercümenin Hicrî dördüncü asırda yapılmış olabileceği de söylenmiştir. Büyük çoğunluğu öz Türkçe ile yapılmış bu ilk tercümelerde örneğin Allah: Tanrı, Çalap, Nebi/Rasül: yalvaç, Âyet: Belgü, Kitap: Bitik, Evvel: İlkin, Fakir: Cigay, Gadap: Kakımak, Kâdir: Ogan, Yevmü’d-dîn: Yanut günü, Cehennem: Tamuğ, Cennet: Uçmak, Taam: Yeygü, Şahit: Tanık, karye: kent, kalb: gönül, nefis: öpöz, büyücü: cadu, ibnü sebil: yol eri, mağfiret: suç geçirmek, cünah: yazuk, zelzele: debrenme olarak dilimize çevrilmiştir. Bu tercümeleri inceleyen Erdoğan, Kur’ân’ın dilimizde yaşayan kelimelerle yapılan tercümelerinin Türk dili açısından çok önemli birer kaynak olduğuna dikkat çekmekte ve bu tercümelerin mükerrelerin dışında 2500 kelimeyi ihtiva ettiğini ve bunların içerisinde yabancı kelimenin onu geçmediğini belirtmekte, dilimizin o dönemlerde ne kadar zengin olduğunu söylemektedir. “Türkçe'de basılan ilk Kur'ân tercümesi Ayıntablı Mehmed Efendinin Tefsîr-i Tibyân tercümesidir.” Zaten tekrarları ile birlikte Kur’ân’da yetmiş küsür bin kelime yer almaktadır. Türklerin Kur’ân’ı anlamasına katkı sağlamak için yapılan Kur’ân kelimeleri sözlüklerinde üç bine yakın kelime söz konusu edilmiştir ki bunların da önemli bir kısmı dilimizde kullanılmaktadır. Dolayısı ile okunan Kur’ân metnini yüzeysel olarak anlamak, sanıldığı kadar zor bir şey değildir. Osmanlı Türklerince yapılan tercümelerin daha çok İstanbul dışında ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde yapılmış olduğu dikkatimizi çeker. Süheyl Ünver bu çeşit 60 kadar tercüme tespit etmiştir. Arap dilinin yaygın olarak okutulduğu İstanbul’da ise tercümeye gerek duyulmamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’da başlayan Kur’ân tercüme faaliyetleri, Cumhuriyet Dönemi’nde hız kazanmıştır. Şöyle ki Türkçe'de basılan ilk Kur'ân tercümesi Ayıntablı Mehmed Efendi’nin 1257/1841 de Bulak matbaasında Arap harfleriyle basılan Tefsîr-i Tibyân tercümesidir. Cumhuriyet döneminde yapılan ilk Kur'ân tercümeleri cümlesinden olarak Şeyh Muhsin-i Fâni mahlaslı Hüseyin Kazım Kadri'nin Nuru'l-Beyân'ı (1924); Hristiyan Araplardan Zeki Megamiz'in tercümesi (1926); 1907’de bir komisyon tarafından tetkik edilen ve Süleyman Tevfîk tarafından hulasa edilen Tafsîlu'l-Beyân; Cemil Said'in Fransızca'dan yaptığı tercüme (tarihsiz) sayılabilir. Bunların hepsi Arap harfleriyle basılmışlardı. Latin harfleriyle ilk basılan tercüme ise, 1927’de Arap harfleriyle basılan, İzmirli İsmail Hakkı'nın Meâni'l-Kur'ân adlı eseridir. Bundan sonra 1934’te basılan Ömer Rıza'nın Tanrı Buyruğu adlı çalışması ile Elmalılı Hamdi'nin 1935-1938 yılları arasında basılan Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsirindeki meâli gelmektedir. Bunlardan özellikle İzmirli, Ömer Rıza ve Elmalı'nın çalışmaları, ilk oluşları, metne sadık kalışları ve dili iyi kullanmaları bakımından takdire şayan olup sonraki çalışmalara kaynak olmuşlardır. M. Akif’in tamamladığı meâli, vaisiyeti üzerine ölümünden yıllar sonra 1961’de imha edilmiştir. Bilindiği üzere 1925 tarihinde Cumhuriyet Meclisi, Kur’ân’ın tefsiri görevini Elmalılı M. Hamdi’ye, meâl görevini Mehmet Âkif’e, Tecrid-i Sarîh tercüme ve şerhi işini de Babanzâde Ahmed Naim’e vermişti. Mehmet Âkif, dostlarının ısrarı üzere kabul ettiği bu görev üzere şiir yazmayı bırakarak Kur’ân Meâli üzerinde çalışmaya başlamıştı. 1926’da Mısır’da yazmaya başladığı meâlin müsveddesini 1929’da bitirmiş, bundan sonra da meâlinin üzerinde çalışmasını sürdürmüştür. 1936 yılında ziyaret için Türkiye’ye gelirken, meâlini arkadaşı İhsan Efendi’ye dönünce kendisinden alıp son okumasını yapmak üzere bırakmıştı. İhsan Efendi’ye, kendisine bir şey olursa meâlini yakmasını da tembih etmişti. Âkif’in bu ziyareti esnasında İstanbul’da vefat etmesi üzerine İhsan Efendi, meâli yakmaya kıyamamış, Âkifîn nüshası ile ondan istinsah ettiği kendi nüshasını vefat edinceye kadar saklamıştı. Onun 1961’de vefatının ardından her iki nüsha da yakılarak imha edilmiştir. Bu görevi almadan önce de Kur’ân âyetleri hakkında yazılar ve şiirler yazan Mehmet Âkif’in yaptığı 500 kadar âyetin meâli toplanarak yayınlanmıştır. Bu örnekler ve Âkif’in geleceğin büyük muharriri, benden güzel yazıyor, o feyyâz kalemi daha pek çok eşsiz eserler vücuda getirir diye övdüğü damadı Ömer Rıza Doğrul’un Âkif’in vefatından iki yıl önce 1934’te neşrettiği Tanrı Buyruğu adlı meâli Âkif’in meâli hakkında fikirler verebilir diye düşünmekteyiz. Sanılanın aksine M. Âkif, âyetleri şiir şeklinde tercüme etmemiş ve Elmalı’nın şairliğini konuşturup şiir gibi tercüme etsene teklifine şiire Kur’ân’ı kurban veremem diyerek karşı çıkmış ve meâli üzerinde çalıştığı yıllarda şiir yazmamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Son olarak şu hususa dikkat çekmeliyiz: İlk tercümeler, ilk olmaları, âyetlerin karşılığının ilk olarak inşa edilmesiyle sonraki tercmelere örnek olmuş, eksiklerin tamamlanması, yanlışların düzeltilmesine vesile olarak daha kâmil tercümelerin çıkmasına zemin hazırlamışlardır. Ancak her şey bitmiş değildir. Dilin geçirdiği/geçireceği evreler, her mütercimin kendi bakış açısı, hedeflediği kitleleri ve benzeri sebeplerle tercüme süreci devam edecektir/etmelidir. Cumhuriyet döneminde pek çok kişi ve heyet tarafından, çeşitli yayınevlerince yüz elliye yakın (mükerrer baskılarıyla birlikte) Kur’ân meâli hazırlanıp basılmıştır. Bu meâllerden bir kaçının (Medine Balcı ve Sıdkı Gülle gibi), ilk Kur’ân tercümelerine benzer şekilde satıraltı meâller olduğunu, bir kısmının (Adnan Sütmen, Rıza Çiloğlu, Bedri Noyan, Örmeci, Heyet ve Nusret Çam gibi) manzum meâl, bir kaçının (Ali Bulaç, M. Zeki Duman, M. İslamoğlu gibi) da hem Mushaf sûre tertibi üzere, hem de sûrelerin nüzûl sırasına göre tertibiyle ayrı ayrı yayınlandığını görmekteyiz. Yapılan çalışmaların bir kaçında (İbrahim Hilmi, Süleyman Tevfik, Osman Nebioğlu gibi) Türkçe Kur’ân ifadesinin kullanıldığına, genelde tüm çalışmaların isimlerinde meâl kavramının yer aldığına tanık olmaktayız. Seksenli yıllardan sonra yapılan Türkçe Kur’ân meâllerinde gözle görülür bir artış olmuştur. Yapılan bu çalışmalardan Ömer Rıza, Çantay, Esed, İslamoğlu çalışmaları gibi dipnot açıklamalı/tefsirli olanları vardır. Parantezli ve parantezsiz olanları da mevcuttur. Her bir âyeti ayrı olarak tercüme edenler olduğu gibi, Kur'ân'a sonradan konulan âyet numaralarından ziyade, anlam bütünlüğünü esas alarak yerine göre birkaç âyeti birlikte tercüme edenler de vardır. Ayrıca Mustafa Öztürk’ün Meâli gibi yorum merkezli serbest mealler de yapılmıştır. Meâllerin büyük bir kısmı, Kur'ân metniyle birlikte basılmıştır. Diğer diller gibi Türk Dili de zaman ve kuşaklara göre değişmeye, gelişmeye devam ettiği için, yeni nesillerin Kur’ân anlama ihtiyacına katkı sağlamak, hata ve eksikten uzak en kâmil meâlleri ortaya koymak üzere Kur’ân meâlleri de yenilenmeye devam edecektir. Bu itibarla yapılan her yeni tefsîr ve her yeni meâl çalışması, bir Kur’ân anlama çabasının ürünü olarak görülmelidir. TABLO Yıllar 1920-1930 1930-1940 1940-1950 1950-1960 1960-1970 1970-1980 1980-1990 Yapılan Meâl Sayısı 9 2 0 9 12 7 22 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri 1990-2000 20 Sütun1 2000-2010 1990-2000 1980-1990 1970-1980 1960-1970 1950-1960 1940-1950 1930-1940 1920-1930 Sütun1 0 5 2000-2010 10 15 20 25 30 27 Cumhuriyet döneminde yapılan meâllerin yıllara göre dağılım grafiği 1920 yılından günümüze kadarki süreçte her on yılda yapılan meâl sayısını girdiğimizde şöyle bir tablo çıkmaktadır: 1920-30 yılları arasında 9 kadar meâl yapılırken, 1930-50 yılları arasında yalnızca 2 meâlin yapıldığını görmekteyiz. Sonraki on yıllık dilimlerde yine toplam meâl sayısı 10 ve üzerindedir. Özellikle Kur’ân’ın anlaşılması ve meâl okumanın gereğine vurguların yapıldığı seksenli yıllarda her on yıla düşen meâl sayısının artarak 20 civarında olduğu görülmektedir. Şair M. Âkif’in hazırladığı meâl manzum değildir. Meâl Örnekleri Fatiha Sûresi/ Mehmet Âkif (v:1936): 1-3. Hamd, Allah’ın, O âlemleri nizamlayan, çok esirgeyen, koruyan, ceza gününün sahibi. 4. Allahım! Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. 5. Allahım! Bizi doğru yola hidâyet eyle! 6. O kendisine ihsan ettiğin müminlerin yoluna; Hışmolunanların değil, sapkınların da değil! ْ﴾ الرَّ ح َم ِن١﴿ ٌِن َْ لِل َربِّْ ال َعالَم َِّْ ِ ال َحم ُْد ﴾۳﴿ ٌن ِْ ﴾ َمالِكِْ ٌَو ِْم ال ِّد۲﴿ ٌِم ِْ الرَّ ح ﴾۴﴿ ُْك َنس َتعٌِن َْ َّاك َنع ُب ُْد َوإٌَِّا َْ ٌِإ ﴾۵﴿ ط المُس َتقٌِ َْم َْ اه ِد َنا الص َِّرا ٌِن أَن َعمتَْ َعلٌَ ِهمْ غٌَ ِْر َْ ط الَّذ َْ صِ َرا ﴾۶﴿ ٌن َْ ِّل الضَّال ْ َ ب َعلٌَ ِهمْ َو ِْ ال َمغضُو İhlâs Sûresi/ İsmail Hakkı İzmirli (v: 1946) 1. De ki: O, Allah birdir, 2. Ululuk O’nda nihâyet bulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi ﴾١﴿ ّْللا ُ أَ َحد َّْ قُلْ ه َُْو ﴾۲﴿ ص َم ُْد َّ ّللا ُ ال َّْ 16 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri ﴾۳﴿ ْلَمْ ٌَلِدْ َولَمْ ٌُولَد ﴾۴﴿ َْولَمْ ٌَ ُكنْ لَ ُْه ُكفُ ًوا أَ َحد 3. Doğmamış, doğurmamıştır. 4. O’nun hiçbir eşi de yoktur. Felak Sûresi/ Ömer Rıza Doğrul (v: 1952) ﴾١﴿ ق ِْ َُوذ ِب َربِّْ ال َفل ُْ قُلْ أَع ﴾۲﴿﴾۴﴿ َْمِنْ َشرِّْ َما َخلَق 1 De ki: Sığınırım ben, tan yerini ağartan Tanrıya; 2. Yarattığı şeylerin şerrinden, ﴾۳﴿ ب َْ َومِنْ َشرِّْ َغاسِ قْ إِ َذا َو َق ﴾۴﴿ ت فًِ ال ُع َق ِْد ِْ َومِنْ َشرِّْ ال َّن َّفا َثا ﴾۵﴿ َومِنْ َشرِّْ َحاسِ دْ إِ َذا َح َس َْد 3. Ve ortalığı basan karanlığın şerrinden, 4. Ve düğümlere üfleyen nefeslerin şerrinden, 5. Ve hased eden hasedcilerin şerrinden. Nâs Sûresi/ Hasan Basri Çantay. (v: 1956) 1 De ki: Sığınırım insanların Rabbine, 2. İnsanların (yegane) malikine, 3. İnsanların ma’buduna, Her meâl, bir Kur’ân’ı anlama çabasıdır. 4. O sinsi şeytanın şerrinden, 5. Ki o, insanların göğüslerine daima vesvese verendir. ﴾١﴿ اس ِْ ُوذ ِب َربِّْ ال َّن ُْ قُلْ أَع ﴾۲﴿ اس ِْ َملِكِْ ال َّن ﴾۳﴿ اس ِْ إِ َل ِْه ال َّن ﴾۴﴿ اس ِْ اس ال َخ َّن ِْ مِنْ َشرِّْ ال َوس َو ُ ًِالَّذِي ٌ َُوس ِوسُْ ف ﴾۵﴿ اس ِْ ور ال َّن ِْ ص ُد 6. (O şeytan) gerek cinden, gerek insandan (olsun). ﴾۶﴿ اس ِْ مِنْ ال ِج َّن ِْة َوال َّن Kâfirûn Sûresi/ Besim Atalay(v:1965) 1. Diyesin ki: Kâfirler! 2. Tapmam sizin taptığınıza. 3. Sizler de tapmazsınız o benim taptığıma. 4. Ne ben sizinkine taparım. 5. Ne de siz benimkine! 6. Sizin dininiz size, benim dinimde bana! ﴾١﴿ ُون َْ قُلْ ٌَاأَ ٌُّ َها ال َكا ِفر ﴾۲﴿ ون َْ ل أَع ُب ُْد َما َتع ُب ُد َْ ﴾۳﴿ ون َما أَع ُب ُْد َْ ل أَن ُتمْ َع ِاب ُد ْ َ َو ﴾۴﴿ ْل أَ َنا َع ِابدْ َما َع َبد ُّتم ْ َ َو ﴾۵﴿ ون َما أَع ُب ُْد َْ ل أَن ُتمْ َع ِاب ُد ْ َ َو ﴾۶﴿ ٌِن ِْ ًِ د َْ لَ ُكمْ دٌِ ُن ُكمْ َول Fatiha Sûresi/Behçet Kemal Çağlar (v: 1969) 1. Hamd evrenler sahibi Yüce Allah içindir; 2. Allah ki acıyandır, koruyandır, sevendir; 3. Günü gelince; ancak, O’dur hesap soracak… 4. Tek sana tapan, Senden medet umanlarız biz; 5. (Çeviri’de bu âyetin tercümesi yoktur.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi ﴾١﴿ ٌِن َْ لِل َربِّْ ال َعالَم َِّْ ِ ال َحم ُْد ﴾۲﴿ ٌِم ِْ ن الرَّ ح ِْ الرَّ ح َم ﴾۳﴿ ٌن ِْ َمالِكِْ ٌَو ِْم ال ِّد ﴾۴﴿ ُْك َنس َتعٌِن َْ َّاك َنع ُب ُْد َوإٌَِّا َْ ٌِإ ﴾۵﴿ ط المُس َتقٌِ َْم َْ اه ِد َنا الص َِّرا 17 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri 6. Sapıtmışlar yoluna düşmekten koru bizi, Doğru yoldan ayırma bizi, aman Rabbimiz! ٌِْن أَن َعمتَْ َعلٌَ ِهمْ غٌَ ِر َْ ط الَّذ َْ صِ َرا ﴾۶﴿ ٌن َْ ِّل الضَّال ْ َ ب َعلٌَ ِهمْ َو ِْ ال َمغضُو Tebbet Sûresi/ Abdülbaki Gölpınarlı (v: 1982) 1. Elleri kuruyasıca Abû Leheb ve kurudu da. 2. Malı da bir fayda vermedi ona, kazandığı da. 3. Alev alev yanan bir ateşe atılacaktır o da; 4. Ve odun hammalı karısı da; 5. Güzelim boynunda da hurma lifinden örülmüş bir ip. ﴾١﴿ ََّْتبَّتْ ٌَدَ ا أَ ِبً لَ َهبْ َو َتب ﴾۲﴿ ب َْ َما أَغ َنى َعن ُْه َمال ُ ُْه َو َما َك َس ﴾۳﴿ َْس ٌَصلَى َنارً ا َذاتَْ لَ َهب ﴾۴﴿ ب ِْ َوام َرأَ ُت ُْه َحمَّالَ َْة ال َح َط ﴾۵﴿ ْفًِ ِجٌ ِد َها َحبلْ مِنْ َم َسد İhlas Sûresi/ Nusret Çam 1. De ki: Allah bir’dir ve tek’tir. 2. Allah sameddir, sonsuz bir varlıktır. 3. Doğurması yok, doğurulması yoktur O’nun. Bireysel Etkinlik 4. Ve eşi menendi yoktur O’nun. ﴾١﴿ ّْللا ُ أَ َحد َّْ قُلْ ه َُْو ﴾۲﴿ ص َم ُْد َّ ّللا ُ ال َّْ ﴾۳﴿ ْلَمْ ٌَلِدْ َولَمْ ٌُولَد ﴾۴﴿ َْولَمْ ٌَ ُكنْ لَ ُْه ُكفُ ًوا أَ َحد • Birkaç Türkçe meâlden bir sûreyi mukayeseli bir şekilde okuyarak tercüme teknikleri açısından tahlil etmeye çalışınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri • Yüce Allah'ın bir âyeti olarak farklı dilleri konuşan insanlığa, evrensel ilahi mesaj Kur’ân'ın ulaştırılmasında tercüme sanatının önemli bir yeri vardır. Mesajın sağlıklı bir şekilde muhataplara ulaştırılabilmesi için bu sanatın icrasında takip edilmesi gereken birtakım kurallar vardır. Mütercimlerin bu kurallara uyması, tercüme emanetinin yüklediği bir sorumluluktur. • Herhangi bir metnin bir dilden başka bir dile, bütün özellik ve güzellikleriyle tam olarak aktarılması mümkün olmazken, Kur’ân gibi lafzı ve manası mu'ciz olan ilahi bir metnin, başka bir dile aktarılmasında elbette birtakım problemlerle karşılaşılacaktır. Önemli olan bu problemleri en aza indirerek en mükemmel tercümelerin elde edilmesidir. Bu amaca yönelik olarak ilk dönemden itibaren Kur’ân dünya dillerine tercüme edilmiş ve edilmeye de devam edecektir. Bu itibarla tercüme, Kur’ân'ın Arap dili dışındaki dilleri konuşan insanlarca anlaşılmasına hizmet eden önemli bir tefsir kurumudur. • Her Kur’ân tercümesi, bir Kur’ân anlama çabası ürünü olup önemlidir. Her tercümenin, yazıldığı dönemde ve sonraki dönemlerde hitap ettiği bir okuyucu kitlesi vardır. Ancak hiçbir tercüme, tam ve kâmil değildir. • Kur’ân dili Arapçadır. Son derece zengin ve donanımlı bir dil olan Arapça, Kur’ân ile daha donanımlı bir hâle gelmiştir. Kur’ân’ın, motomot tercüme ile başka bir dile aktarılması imkânsız denebilecek kadar güçtür. Yapılacak böyle bir tercümede çok fazla eksiklik ve hata olacaktır. Bu yüzden Kur’ân’ın tefsirî tercüme ile çevirisinin yapılması tercih edilmiştir. • Tercüme teknikleri açısından şu hususlar önemlidir: Mütercim, kaynak ve hedef dilleri çok iyi bilmeli; ön yargılardan uzak; şahsi görüşlerinden arınmış bir şekilde yapmalıdır. Tercüme, dil kaidelerine ve Kur’ân’ın ruhuna uygun bir şekilde yapılmalıdır. Nüzul ortamı, âyetin siyak-sibakı; Kur’ân bütünlüğü dikkate alınmalıdır. Tercümede, orijinal metin bulunmalı; tercüme bizzat Kur’ân’ın Arapçasından; tefsiri tercüme ile; anlaşılır ve akıcı bir üslupla yapılmalıdır. Deyimsel ibareler, mecazi kullanımlar, karşı dilden iyi seçilmelidir. Temel kavramlar tercüme edilmemelidir. Gerekirse dipnot ve parantezli açıklamalarla okuyucu bilgilendirilmelidir. • Türkçede yapılan yüz elli civarındaki meâl mecmuası, meâl dünyamız için bir zenginliktir. Bu zenginlikten faydalanarak Kur’ân’ın anlaşılması yolunda bir ilerleme kaydedilebilir. Ancak meâllerin, Kur’ân’ın manası ve muhtevası hakkında fikir veren çalışmalar olduğu, onlardan dinî hükümler çıkarmanın yanlış olduğu göz ardı edilmemelidir. • Elimizdeki muhtelif meâller mukayeseli bir biçimde okunarak âyetlerin en doğru ve en isabetli karşılıkları bulunabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. Ödev Etkileşimli Alıştırmalar Alıştırmalar Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri Ödev gönderimi • Seçeceğiniz iki meâlden Amme cüzündeki iki sûreyi mukayeseli bir biçimde okuyarak, mütercimlerin kaynak dili ne kadar anlayıp hedef dili ne kadar isabetli kullandıklarını tartışınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Kur’ân’ın pek çok dile çevrilişi neyi gösterir? Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz a) Kur’ân’ın bütün insanlığa gelmiş evrensel kitap oluşunu b) Orijinal dilini bütün insanların öğrenmesinin mümkün olamayacağını c) Farklı dilleri konuşan insanlara Kur’ân mesajının ulaşmasına katkı sağlayacağını d) İnsanların kendi dilleriyle de Kur’ân’ı anlayabileceklerini e) Hepsi 2. Çevirinin Kur’ân’ın tam olarak yerini tutmadığını belirtmek için hangi kavram kullanılmıştır? a) Te’vîl Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri b) c) d) e) Tefsîr Meâl Tercüme Çeviri 3. Kur’ân’ın aynı dilde birden fazla çevirisinin yapılması neyi ifade eder? a) b) c) d) e) Yapılan her meâlde bir kısım eksiklik ve yanlışların olduğunu Dildeki değişim ve gelişimlere göre meâllerin yenilenmesinin gereğini Lafzı ve manasıyla eşsiz olan Kur’ân’ın meâllere sığmayışını Yapılan meâllerin tüm kesimleri hitap etmede yetersiz kalışını Hepsi 4. Dilimizdeki Kur’ân meâllerindeki en önemli problem hangisidir? a) b) c) d) e) Anlaşılır olmaması Akıcı olmaması Parantez ve taksimli olması Kur’ân’ı bütünüyle yansıtmaması Dipnotlu olması 5. Aşağıdakilerden hangisi deyimsel tercümenin olumlu yönlerindendir? a) b) c) d) e) Akıcı ve çarpıcı bir anlatım sağlaması Metinden kopması Kaynak dildeki deyimin hedef dilde tam karşılığının bulunamayışı Kur’ân’ın deyimler kitabı olmaması Metnin anlamını tam olarak yansıtmaması 6. Mehmet Âkif’in meâli ile ilgili aşağıdaki bilgilerden hangisi doğrudur? a) M. Âkif, meâlini bitirememiştir. b) M. Âkif, meâlini manzûm olarak tamamlamıştır. c) M. Âkif, meâlini kendisi yakmıştır. d) M. Âkif’in meâli, günün birinde ortaya çıkacaktır. e) M. Âkif’in hazırladığı meâl, vefatından yıllarca sonra vasiyeti üzerine yakılmıştır. 7. Aşağıdakilerden hangisi baştan sona Kur’ân’ın manzûm meâlini yazan mütercimdir? a) b) c) d) e) Mehmet Âkif Nusret Çam Behçet Kemal Çağlar Ömer Rıza Doğrul Suat Yıldırım 8. Aşağıdakilerden hangisi satıraltı meâl hazırlayanlardandır? a) b) c) d) e) Medine Balcı Mustafa İslamoğlu Mehmet Çakır İzmirli İsmail Hakkı Besim Atalay Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri 9. Manzûm meâller ile ilgili aşağıdaki cümlelerden hangisi söylenemez? a) Kur’ân şiir kitabı değildir, manzûm tercüme edilemez. b) Manzûm meâller, şiirimsi bir üsluba sahip olan Kur’ân’ın farklı kesimlerce okunmasına katkı sağlar. c) Şiiri değil de Kur’ân metnini merkeze almak kaydıyla manzûm meâl yapılabilir. d) Manzûm meâl, ne şiir ne de tam nesir olan Kur’ân’ın kendine özgü yapısı hakkında fikir verebilir. e) Manzum meâlde önemli olan, Kur’ân’ı şiire kurban etmemektir. 10. İlk meâllerle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi sağlıklı bir değerlendirmedir? a) b) c) d) e) İlk meâller, hata ve eksikliklerle doludur. İlk meâllerin dili, günümüz insanı için anlaşılmazdır. İlk meâllerin, günümüz için bir anlamı kalmamıştır. İlk meâller, sonraki meâllere örneklik ve kaynaklık yapmıştır. İlk meâller, çok daha doğrudur. CEVAPLAR: 1-e, 2-c, 3-e, 4-d, 5-a, 6-e, 7-b, 8-a, 9-a, 10-d YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. Akdemir, Salih. (1989). Cumhuriyet Dönemi Kur'ân Tercümeleri. Ankara. Akpınar, Ali. (2010). Kur’ân Tercüme Teknikleri. Konya. Aydar, Hidâyet. (1996). Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi. İstanbul. Aydar, Hidâyet. (1999) .‘Türklerde Kur’ân Çalışmaları’. İ. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi. I. 159-235. İstanbul. 5. Aydın, Ferit. (tsz). Tercüme Sanatının Gerçekleri. ys. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Tercüme Teknikleri ve Kur’ân Meâlleri 6. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1974). Büyük Tefsîr Tarihi ve Tabakâtü'l-Müfessirîn. İstanbul. 7. Cerrahoğlu, İsmail. (1988). Tefsîr Tarihi. Ankara. 8. Cündioğlu, Dücane. (2004). Bir Kur’ân Şairi/Mehmed Akif Ersoy ve Kur’ân Meâli. İstanbul. 9. Demirci, Muhsin. (2003). Tefsir Tarihi. İstanbul. 10. Demirci, Muhsin. (2005). Kur’ân Tarihi. İstanbul. 11. Elmalılı, Hamdi Yazır. (tsz) Hak Dini Kur’ân Dili. Eser Yayınevi. İstanbul. 12. Erdoğan, Abdülkadir. “Kur’ân Tercümelerinin Dil Bakımından Değerleri”. Vakıflar Dergisi. s. 1. 13. Gürbüz, Faruk. (2004). Tercüme Problemleri ve Meâller. İstanbul. 14. Hamidullah, Muhammed-Yaşaroğlu, Macit. (1991). Kur’ân Tarihi/K. Kerim’in Türkçe Tercüme ve Tefsirleri Bibliyografyası. Ankara. 15. Heyet, (2003). Kur’ân Meâlleri Sempozyumu (2 cilt) İzmir. 16. İnan, Abdulkadir. (1961). Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Tercümeleri Üzerine Bir İnceleme. Türk Tarih Kurumu Basımı. Ankara. 17. Keskioğlu, Osman. (1989). Nüzûlünden İtibaren Kur’ân-ı Kerim Bilgileri. Ankara. 18. Muhammed. Kur’ân-ı Kerim Tarihi (1991) Ankara. 19. Okiç, M. Tayyib. (1967). ‘Hadiste Tercüman’. A.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi. XIV. Ankara. 20. Uzun, Taceddin. (1995). Tercüme Sanatı ve Arapça’dan Türkçe’ye Nasıl Tercüme Yapılır? Konya. 21. Zehebî, Muhammed Hüseyin. (1989). et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn. Kahire. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 HEDEFLER İÇİNDEKİLER KUR’ÂN’DA ALLAH TASAVVURU • Kur’ân’da Allah • Evrende Allah • İnsan Hayatında Allah • İnsan-Yaratıcı İlişkisinde Allah • İnsan-İnsan ve İnsan-Toplum İlişkisinde Allah • İnsan-Evren İlişkisinde Allah TEFSİR Prof. Dr. Şehmus DEMİR • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Allah’ın Kur’ân’daki yerini kavrayabilecek, • Allah’ın insan hayatında olması gereken yerini anlayabilecek, • Allah’ın varlığın en temel ve merkezî konusu olduğunu kavrayabilecek, • Allah ile diğer varlıklar arasındaki bağlantıyı değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 3 Kur’ân’da Allah Tasavvuru GİRİŞ Kur’ân-ı Kerim'in içerdiği tüm konuları sistematik bir şekilde belirli bir konuya yönlendirdiğini, o konuyu merkeze aldığını, ifade edilen bütün konuların da onunla anlam ve değer kazandığını belirtmek gerekir ki, sözünü ettiğimiz bu odak konu, Allah ve Allah’ın birliğidir. Temelde Kur’ân-ı Kerim'in yerine getirdiği görev, insanlara müşahhas ödevlerini öğretmektir. Ancak Kur’ân-ı Kerim inananlardan emirlerine itaatlerini istemeden önce, onlara tek olan Allah'a iman akdini hatırlatır. Kur’ân-ı Kerim, göz önüne alınması gerekenin Allah olduğunu; i nsanı hareket etmeye yönlendirenin de yine O olması gerektiğini; O'nun çizdiği çerçevenin dışında kalan davranışların anlamsız ve değersiz olduğunu vurgulamaktadır. Bu anlamda İslam dininin ve onun temel kaynağı durumundaki Kur’ân’ın ruhu, tartışmasız tevhiddir. “O doğunun ve batının Rabbidir; O’ndan başka Tanrı yoktur. Öyleyse sadece O’nun himayesine sığın.”( Müzzemmil, 73/9) “O’ndan başka ilah yoktur. Dirilten ve öldüren O’dur. Sizin de Rabbiniz, atalarınızın da Rabbidir.” (Duhan, 44/8). KUR’ÂN’DA ALLAH Kur’ân’ın tamamına hâkim olan ve ona asıl rengini veren temel yapı, Allah düşüncesidir. Kur’ân’a göre bir olan Allah, en üstün varlıktır ve kendisine denk olabilecek hiçbir şey yoktur. Kur’ân, tamamıyla Allah’ı merkeze alan ilahi bir kitaptır. Kur’ân’ın dünyası, bütünüyle Allah merkezlidir. Allah, Kur’ân’ın dilinde ve düşünce sisteminde kelimelerin ve işlenen konuların merkezinde yer alan en temel kavramdır. Bu nedenle, Kur’ân'ın düşünce sistemi, merkezinde Allah olan bir sistemdir. Önem bakımından ondan üstün olabilecek bir kelime, kavram veya konudan söz edilemez. Allah düşüncesi, Kur’ân sisteminde yukarıdan aşağıya her şeye hâkimdir ve konuların işleniş biçimine, kelime ve kavramların anlam alanına etkisini sürekli hissettirir. Kur’ân’da bulunan bütün kelime ve konular, Allah düşüncesinin sürekli etkisindedirler. Yalnız inançla, din ve imanla ilgili olanlar değil, bütün ahlaki konu ve kavramlar, evlenme – boşanma, miras, ticaret, ticareti ilgilendiren borç, faiz, ölçü ve tartı gibi dünya hayat ıyla ilgili görülebilecek olan tüm konular, bunun yanında, toplumların varlık sahnesine çıkması, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’ân’da Allah Tasavvuru yükseliş ve çöküşü, kozmik varlıkların hareketleri gibi olaylar, Allah’a atfedilmektedir. Başka bir ifadeyle, anlatılan olayların tümü, dinî alana çekilerek ve dinî alanla ilişkilendirilerek aktarılmaktadır. Allah ifadesi, Kur’ân-ı Kerim’de 2696 defa geçmektedir. Bu rakam sadece Allah ifadesi için geçerlidir, buna Allah’ın diğer isim ve sıfatları dâhil değildir. Allah’ın isim ve sıfatları da eklendiğinde bu say ının hayli artacağı açıktır. Kur’ân’ın öğretisinde Allah konusunun işleniş biçimi bütünüyle uygulamaya yöneliktir. Kur’ân, insanı davranışları itibarıyla doğru (müstakîm) çizgilerde tutmayı, ahlaki anlamda da yüceltmeyi hedef edinir. Allah, insan ve evrenin varlığını devam ettiren, insana da hidâyet verendir. Kur’ân, insanı ahlaki anlamda yüceltmeyi hedef edinir. İnsanın sınırlı aklıyla gaybı bütünüyle kavrama imkânı yoktur. Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez (Mâide, 5/116; En'âm, 6/59; Yûnus, 10/20; Hûd, 11/123; Neml, 27/65; Cin, 72/26). Kur’ân’ın görevi, düşünmek isteyen kimselere Allah’ın varlığını anlaşılır bir duruma getirmek ve böylece Allah’ın varlığını akıl dışı veya anlamsız bir inanç olmaktan çıkararak temel bir gerçeklik hâline getirmektir. Allah, yaratılmışların ilminin ihata edemeyeceği, duyularının kavrayamayacağı vacip ve zaruri varlıktır. Onun mahiyeti, tarif, sınırlama, nicelik ve nitelik gibi yollarla bilinmez. Dolayısıyla, hiçbir şeyin aracılığıyla tanımlanamayan, hiç bir şeyle karşılaştırılamayan, uzayın ve zamanın koordinatlarından hareketle eşya gibi yerleştirilemez olan Allah, insan dilinde harfi harfine sözle anlatılamaz. Kur’ân-ı Kerim’de, beşerî vasıtalar kullanılarak beşer üstü anlatılmaya çalışılmaktadır. Allah ile ilgili Kur’ân’da anlatılan ifadeler, insan dilinde var olan, kullanılan ifadelerdir. Bazen Allah’a atfedilen ifadeler, insan için de kullanılmaktadır. Bu tür ifadelerin Allah’a atfedildiği anlamlarıyla insana atfedildiklerindeki anlamları aynı anlamda kullanılmadığı gibi, birbiriyle bütünüyle ilgisiz iki ayrı anlamda da kullanılmamaktadır. O hâlde, Allah’la insan arasındaki münasebetin bir ifadesi olan vahyin, insanın yaşadığı evrenin diliyle kesişmesi kaçınılmazdır. İnsanlar Allah’ın varlığını, varlığına has özelliklerini, cisim, cevher olmadığını bilirler. Bütünüyle gayb kapsamına giren mahiyeti ile ilgili konuların bilinebilme ihtimali ise yoktur. Allah Rasulü’nün (s.a.); “Siz, Allah’ın nimetlerini ve kudretinin eserlerini düşününüz, zatını düşünmeyiniz. Çünkü ona gücünüz yetmez.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’ân’da Allah Tasavvuru ifadesi de, insanın Allah’ın zatı veya mahiyeti ile ilgili tartışmalardan uzak durması gerektiğini, zira bunun insanın sınırlılığını aşan bir durum olduğunu öğretir. Bunun yanında, Allah düşüncesinin insanın pratik hayatına yansımalarının önemini vurgular. Bireysel Etkinlik Özetle, Kur’ân’ın merkezî konusu Allah’tır; bütün kelime, kavram ve konular Allah merkezli bir ifade örgüsü içerisinde sunulur. Allah’ın mahiyeti konusu ise gayba ait, teorik düzeydeki bir alan olduğundan ve insanın eylemleriyle birebir ilgisi bulunmadığından, Kur’ân Allah’ın mahiyeti ile ilgili teorik düzeydeki tartışmalardan uzak durur. • Efendimizin "Allah'ın zatı hakkında düşünmeyin; nimetleri ve sıfatları hakkında düşününüz." hadisinden ne anlamalıyız? Üzerinde tefekkür ediniz. EVRENDE ALLAH En büyük mucize, evrende herşeyin ahenkli bir biçimde işlemesidir. Kur’ân’da evrenin yaratılışı ile ilgili çok az bilgi verilirken, tabiat ve tabii olaylara ise çok yer verilmekte, sık sık evrene ait parçalara değinilmektedir. Kur’ân’ın tabiata yer verdiği âyetlerinde, her zaman bir bütünlük içerisinde tabiat Allah’a isnat edilmektedir. Yüce Allah insanla konuşmak istediğinde âyetler gönderir. Bu âyetler (işaretler) iki türlüdür: Kur’ân, Allah’ın sözlü hitabı (tedvinî/kavlî âyet) iken, evren de Allah’ın sözsüz hitabıdır (tekvini/kevnî âyet). Bu ikisi, yani sözlü ve sözsüz vahiy, birbirini tamamlayan, biri diğerine işaret eden unsurlardır. Evrendeki düzen, sebep-sonuç ilişkisinden ibaret maddi bir düzenden çok daha fazla bir anlam taşımaktadır. Küçücük bir çakıl taşından, tahta kurdunun bağırsaklarındaki mikroptan, dev ağaçlara, balinalara ve fillere; dağlardan, denizlerden güneşe, aya, gezegenlere, yıldızlara varıncaya dek bütün varlıkların hayat alanına çıkması, hayatiyetini sürdürmesi ve ölümüyle, Allah’ın belirlemiş olduğu bir amacı yerine getirir. Başka bir ifadeyle tabiat, içerisindeki varlıkların belirli bir amacı yerine getirdiği bir amaçlar alanıdır. Bu alanda canlı veya cansız, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün varlıklar birbirine bağımlıdır. Tabiatın bir parçası olan ve canlı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’ân’da Allah Tasavvuru olan bitki ve hayvanlar, beslenme şekillerinde ve beslenme dışındaki hareketlerinde aynı şekilde birbirine bağımlıdır. Varlıkların her birinin diğerini beslemesi, onun da bir üçüncü tarafından beslenmesi, varlıklar arasında bir amaç bağının varlığını gösterir. Yerde, havada, suda ve uzaydaki cisimlerde elementler birbirlerine etki veya tepki olarak bağımlıdır. Tabiattaki düzen, bu şekilde varlıklar arasındaki mükemmel ahenkten dolayı kesintiye uğramadan devam eder. Herşeyi ile Allah’ı işaret eden kâinat boş yere yaratılmamıştır. Burada problemli olan hususlardan biri, tarihî süreç içerisinde insanların mükemmel bir düzen içerisindeki kâinatı bir işaret veya mucize olarak görmeyip, Allah’ın mucizelerini bulmak için tabii sürecin kesintiye uğradığı durumları aramaları veya önemsemeleridir. Oysaki aslında kâinatta bu kadar varlığın bulunması, dünyanın insanları üzerinde taşıması, yörüngesinden herhangi bir sapma kaydetmeyerek uzay boşluğuna düşmemesi, her şeyin bir ahenk içerisinde bulunması mucizenin ta kendisi ve en büyüğüdür. Varlığı ve işleyişi itibarıyla düzenli ve mükemmel bir yapıya sahip olan tabiat, Allah’ın en büyük mucizesidir. Allah’tan başka hiçbir varlık böyle düzenli, istikrarlı ve mükemmel bir yapıyı meydana getiremez. Kâinatta her şey kendine uygun bir düzen içerisinde işlemektedir. Aşağıdaki âyetlerde kâinattaki düzenlilik ve ölçü açık bir şekilde dile getirilmektedir. “Biz her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık.” (Kamer, 52/49). “Yaratıp düzene koyan O'dur. Takdir edip hidayeti gösteren O'dur.” (A’lâ, 87/2-3) Kur’ân, tabiat olaylarında bir ölçüsüzlüğün, düzensizliğin bulunamayacağını ısrarla vurgulayarak, insandan bakışını evrendeki tabiat olaylarına çevirmesini ve düşünmesini ister: “Birbiriyle uyum ve ahenk içinde yedi kat göğü yaratan O'dur. O Rahman'ın yaratışında/yarattıklarında herhangi bir uyuşmazlık göremezsin. Bir kez bak! Bir çatlaklık, bir uyuşmazlık g örebilecek misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (Mülk, 67/3-4). Bu âyet, evrende bir düzensizliğin bulunamayacağını ifade etmekle birlikte, insanın da evren üzerinde sürekli düşünmesini, araştırma yapmasını istemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Kâinattaki muhtevası tasvir edilemeyecek derecede karmaşık, zor fakat en ince ayrıntısına kadar mükemmel bir düzeni, gücü sonsuz olan ve belirli bir gayeyi gözeten bir varlıktan başkasının yaratabilmesi mümkün değildir. İnsan bilgisi, makro ve mikro planda, basit gözlemden başlayarak bütün varlıkların derinliklerine indikçe bir düzenin bulunduğunu tespit eder. Konu üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının nedeni de Kur’ân -ı Kerim’in birçok âyetinde evrendeki düzen ve gayelilik üzerinde durulmasıdır. Mükemmel bir tertip ve plan ile yaratılan kâinatın amaçsız olduğunu ifade etmek mümkün değildir. İçerdiği bütün varlıklarla Allah’ı işaret eden (âyet) ve O’nu gösteren kâinat, boş yere, ya da iş olsun diye yaratılmamıştır . Zira Allah, hiçbir şeyi belirli bir gaye olmaksızın veya eğlence için yaratmaz. Evrenin amaçsız yaratılması Yüce Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti ile bağdaşmaz. Ayrıca, bir amaçsızlığın olması hâlinde, hidâyetten, sapıklıktan ve bir hesaba çekilme durumundan söz etmek de yersiz ve anlamsız olacaktır: “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır.” (Sad, 38/27); Kur’ân Allah’ın sözlü; evren ise sözsüz hitabıdır. “Biz göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlence için yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan edinirdik.” (Enbiya, 21/16-17) “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allâh'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: "Rabbim iz (derler), bunu boş yere yaratmadın." (Al-i İmran, 3/191). Kur’ân’da tabiatın yaratılışı ile vahyin gelmesi arasında bir paralellik kurulmaktadır ve Kur’ân ile tabiat birçok yerde bir arada zikredilmektedir. Mekkeliler Peygamberden, kendi iddiasını desteklemek amacıyla mucizeler göstermesini istemişlerdi. Kur’ân bu isteğe çeşitli şekillerde cevap vermiştir. Bütün tabiat olayları, gökte, yerde, denizde, karada bulunan varlıklar bir işaret olarak gösterilmiştir. Bu şekilde, tabiatı yaratanın Allah olduğu üzerinde durularak, Kur’ân âyetlerinin de aynı şekilde Allah tarafından vahiy yoluyla gönderildiğine dikkat çekilmektedir. Tabiatı Allah’tan başkası yaratmamış olduğuna göre, Kur’ân’ı da O'ndan başkası gönderemez. İşte bu nedenledir ki, Kur’ân’ı inkâr edenlerden, Kur’ân’ın tümünün (Tûr, 52/35), on sûresinin (Hûd, 11/13) veya bir sûresinin (Bakara, 2/23; Yûnus, 10/38) benzerini getirmeleri istenmekte, onlara meydan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kur’ân’da Allah Tasavvuru okunmakta ve bu şekilde müşrikler muarazaya davet edilmektedir. Ancak yine Kur’ân, diğer insanlardan yardım alıp bir araya gelerek çalışsalar bile bunu başarabilmelerinin mümkün olamayacağını ısrarla vurgulamaktadır (Bk. Bakara, 2/23; Yûnus, 10/38; Hûd, 11/13; İsrâ, 17/88; Tûr, 52/33-34). Hem Kur’ân’ın hem de tabiatın Kur’ân’da âyet diye isimlendirilmesi, ikisi arasındaki paralelliği gösteren önemli bir husustur. Tabiat, Allah’ın en büyük mucizelerinden biridir; kuşkusuz görebilene… Kur’ân-ı Kerim’de evrendeki varlık ve olaylardan bazıları örnek verilerek, bunların âyet (Allah’ın varlığının işareti, delili) olduğu üzerinde birçok yerde durulur. Bunlardan bir tanesi, Rum, 20-24 âyetleridir: “Onun âyetlerinden biri de sizi, topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz bir insan türü oldunuz, her tarafa yayılıyorsunuz. Onun âyetlerinden biri de sizin için, kendilerine ısınasınız ve aranızda sevgi ve rahmet koysun diye nefislerinizden eşler yaratmasıdır. Bunda, iyice düşünen bir toplum için elbette âyetler vardır. Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun âyetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır. Gece ve gündüz uyumanız, onun lütfundan nasip aramanız da O'nun âyetlerindendir. Bunda, işitebilen bir toplum için elbette ibretler vardır. Yine O'nun âyetlerindendir ki O size, korku ve ümit olmak üzere şimşeği gösteriyor; gökten bir su indiriyor da ölümünden sonra toprağı onunla canlandırıyor. Bunda, aklını işleten bir topluluk için elbette mucizeler vardır.” (Rum, 30/20-24) Evrendeki varlıkların tümü birer âyettir (Yûnus, 10/5-6; Zariyat, 51/20), başka bir ifadeyle, vahiydir. İnsanın doğada gördüğü, hissettiği her şey sözsüz vahiydir, insanı yaratıcıya ulaştıran işaretler, semboller bütünüdür. Yüce Allah, âyetleri kavrayabilecek olanlara her an âyet üzerine âyet göstermektedir. Yağmurun yağması (Bakara, 2/164; En’âm, 6/99; Nahl, 16/1011,65; Tâhâ, 20/53-54; Rûm, 30-24; Yâsîn, 36/33; Fussilet, 41/39; Câsiye, 45/5; elHadîd, 57/17), rüzgârın oluşumu, bununla yağmurun müjdelenmesi, gemilerin hareket ettirilmesi (Bakara, 2/164; Câsiye, 45/5; Rûm, 30/46), göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin belirli bir düzen ile yaratılışı (Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/190; er-Ra’d, 13/2; Sebe’, 34/9; Nahl, 16/3; Ankebût, 28/44; Rûm, 30/22; Şûrâ, 42/29), gece ve gündüzün, güneş ve ayın, yıldızların insanın hizmetine sunulması (Nahl, 16-12), gece ve gündüzün değişmesi (Bakara, 2/164; Âl-i İmrân, 3/190; En’âm, 6/96; Yûnus, 10/6,67; Ra’d, 13/3; İsrâ, 17/12; Neml, 27/86; Rûm, 30/23; Yâsîn, 36/37; Fussilet, 41/37; Câsiye, 45/3-5), bir nevi ölüm ve yeniden dirilişe benzemesi yönüyle uyku ve peşinden uyanış (Zümer, 39/42), insanın topraktan, nutfeden ve bir tek nefisten yaratılışı ve bizzat kendi varlığı (En’âm, 6/98; Nahl, 16/4; Rûm, 30/20; Câsiye, 45/4; Zâriyât, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Allah’ın dışındaki tüm mahlûkatın görünen anlamının ötesinde derin bir anlamı vardır; anlayabilene… 51/21), özetle, gökte ve yerde yaratılmış olan her şey ( Yûnus, 10/6, 101; Nahl, 16/13; Câsiye, 45/3-4; Zâriyât, 51/20) birer âyettir. Dolayısıyla bu gibi hadiseler, basit birer tabiat olayı olarak değerlendirilmemelidir. Bu olaylar, Allah’ın evreni yaratmış ve idare ediyor olmasının işaretleridir. Yola dikilen işaret levhalarının, yaya veya sürücünün gözlerini kendilerine değil, gideceği yöne yönlendirmesi gibi, evrendeki varlıklar veya tabiat olayları da dikkatleri kendi üzerlerine değil, kendilerinin ötesinde olan bir istikamete yöneltmeye çalışır. Bu bakış açısıyla, değer yüklü olan dünya veya daha geniş anlamda evren ve içerdiği her bir varlık, bir işarete, bir sembole, Kur’ân’ın ifadesiyle âyete dönüşür. Bu derin anlayışa göre herhangi bir tabiat olayı, tabiat olayı olmanın ötesinde bir anlam ifade eder. Bu semboller veya âyetler, Allah’ın yaratıcılığını, eşsiz sanatını ve sınırsız kudretini tasvir ederek insanı inanmaya, şükretmeye davet eder. Bu amaçla Kur’ân-ı Kerim’de tabiatın azameti ve insana olan faydaları kadar, tabiat olaylarında görülen düzenlilik ve kararlılık da aynı şekilde vurgulanır. Tabiattaki her varlık, her nesne daha derin bir anlam ifade eder ve kendisinden öteye göndermede bulunur. Dolayısıyla anlamsızlığa yer yoktur. Oysaki modern döneme bakıldığında, hayatın her alanını kuşatan ve kendini şiddetle hissettiren bir anlamsızlık so rununun var olduğunu müşahede etmek mümkündür. Zira hayata ve varlığa anlam veren dinin hayatın zemininden çekilmesi, hayatın boşlukta kalmasına ve anlamsızlaşmasına neden olur. Evrenin ve evrende cereyan eden olayların İlahi alana götüren araçlar, semboller olarak görülmesini engelleyen en önemli faktörlerden biri, söz konusu tabiat olaylarının sıradanlaşması, dolayısıyla da Kur’ân’ın ifadesiyle insanın onları görmezlikten gelmesidir (bk. Yûsuf, 12/105). İnsanlar Allah’ı görmezden gelir, unutur veya ona isyan ederler. Zira onlar, tabiatı ve tabiatta meydana gelen olayları kendi kendine yeterli görmeyi tercih ederek, tabiatla ilgili sorulabilecek soruların tümünü tabiatın kendi içerisinde cevaplamaya çalışırlar. Dolayısıyla, evrenin ve içerisindeki varlıkların bir işaret olduğunu anlamazlar. Bu yaklaşımdaki birçok tabiatçıya göre kâinat, kendisinden öteye işaret eden bir alan değil, nihai hakikatin bizzat kendisidir. Kur’ân-ı Kerim’de bu bakış açısına sahip kimselerle ilgili olarak şu ifadeye yer verilmektedir: “Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Yaşarız, ölürüz. Bizi öldüren, sadece zamanın geçmesidir. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar .” (Câsiye, 45/24). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Ancak hemen şunu ifade etmek gerekir ki, karanlıkta yaşamaya alışmış canlıların güneşi görememesi güneşin varlığını izafileştirmiyorsa, tabiat olaylarının daha öte bir alana işaret ettiği gerçeğini bazı insanların görememesi de bu gerçekliği göreceli hâle getirmez. Allah’ın varlığının, birliğinin, yaratıcılığının ve genel anlamda sıfatlarının birer göstergesi olan tabiatın okunup anlaşılması ve bu yolla Allah’a ulaşılması hususunda insanın yeterli bir donanımla yaratıldığını Kur’ân -ı Kerim şu ifadelerle dile getirir: “O hâlde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar .” (Rum, 30/30). İnsan, kâinatta var olanlardan hareketle Allah’a ulaşma yeteneğine sahiptir. Anlaşılacağı üzere, âyette fıtrat ile din arasında önemli bir bağlantı kurulmakta ve dine yönelmenin insanın kendi yaratılışına, fıtratına yönelmesi anlamına geleceği belirtilmektedir. Zira dinin içe rdiği ahlaki ilkeler, insanın fıtratına da yerleştirilmiştir. Başka bir ifadeyle, kâinatı ve kâinatın en önemli parçası olan insanı yaratan Allah olmakla birlikte, dini gönderen de odur. Kaynağın aynı olması nedeniyle, ikisine de yerleştirilen temel ilkeler arasında bir paralellik bulunmaktadır. O hâlde insan fıtratı, dinin temel öğretilerini doğasında barındıran ve eserden yola çıkaran Yaratıcısına, Allah’a ulaşma yeteneğine sahip olan bir yapıda yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, kendi yaratılış şifrelerini çözmeye çalışmayan, dolayısıyla da kendisine ve kâinata bakma yeteneğini kaybeden ve inanmamakta ısrar edenlere evrendeki âyetlerin etki etmeyeceğini ifade eder. “De ki: ‘Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin.’ Ama âyetler ve uyarmalar inanmayacak bir topluluğa yarar sağlamaz.” (Yûnus, 10/101) “Onlar her âyeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler” (A’râf, 7/146). O hâlde, evrendeki işaretlerin işaret ettiği yeri görebilmek için, fıtratın bozulmamış olması, başka bir ifadeyle doğruyu bulmaya açık bir kalbin bulunması ve imana karşı inkârı bütün benliğiyle benimsemiş ön yargılı bir bakış açısının olmaması gerekmektedir. Kâinattaki işaretlere / âyetlere, kabul veya red şeklinde iki türlü cevap verilebilir. İnsan bu âyetlere ya doğru bir bakış açısıyla bakıp, işaret Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’ân’da Allah Tasavvuru oluşlarını ve işaret ettikleri şeyi yani Allah’ı kabul ederek (tasdik) imana ulaşır veya kâinatı hiçbir şeye işaret etmeyen, arkasında hiçbir gerçek taşımayan, hayalden ibaret bir veri olarak kabul edip işaret edici özelliğini yalanlar (tekzib) ve küfre batar. Ebu’l-Atahiye adlı şairin; “Allah’ın her şeyde onun birliğini tanıtıcı delilleri vardır” ifadesi, bunu özetler niteliktedir. Allah’sız bir dünyadan söz etmek, körlüktür. Muhammed İkbal de bu konuya değinerek, kutsal olmayan bir alanın söz konusu olmadığını şu ifadeleriyle dile getirir: “Kutsal olmayan diye bir dünya yoktur. Bütün bu madde genişliği, ruhun kendini anlayabilmesi için bir alan teşkil etmektedir. Her yer kutsal, pak ve saftır.” Özetle, Kur’ân’ın evrene ait parçalardan söz ederken olayların nasıllığı boyutu ile hemen hiç ilgilenmeyip, özellikle nedeni üzerinde durur. Bu da, evrenle ilgili verilen bilgilerin, insanın yaratılmışlara bakarak yaratıcının yaratıcılığını kavraması (Bk. Bakara, 2/259; A’râf, 7/185; Yûnus, 10/101; Yûsuf, 12/109; Ankebût, 24/20; Kâf, 50/6; Abese, 80/24; Târık, 86/5; Ğâşiye, 88/17) için bir araçtan öte mana taşımadığı anlamına gelir. Bu çerçevede amaç, insanların öğüt ve ibret almaları olarak belirginleşmektedir. Tartışma forumu Tartışma Anlaşılacağı üzere evrendeki düzen ve mükemmellik, ayrıca Kur’ân’ın evrene ait parçalara sürekli göndermede bulunması, evrenin merkezinde Allah’ın olduğunu, en küçük zerreden en büyük cisme dek bütün varlıkların ona işaret ettiğini göstermektedir. • Kur’ân'da evrenle alakalı bilgiler bize neyi anlatmaktadır? Sebep-sonuç ilişkisinden hareketle maddi bir düzeni mi ifade etmekte yoksa bundan daha öte bir anlam taşımakta mıdır? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. İNSAN HAYATINDA ALLAH İnsan hayatının merkezine Allah'ın yerleştirilmesi, Tevhid düşüncesinin hayattaki tüm eylemlerde gözetilmesinin sağlanması, Kur’ân -ı Kerim'in en temel hedefidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Eğer Kur’ân'ın ve evrenin merkezinde Allah var ise, o hâlde bu durumdan insan açısından nasıl bir sonuç çıkarılması gerekir. Daha önce de ifade edildiği üzere, evrenin merkezinde Allah vardır ve Kur’ân'ın da merkezî konusu Allah'tır. O hâlde, insanda da hedef, Allah'ı hayatında merkeze alması; insan – insan, insan – toplum ve insan evren ilişkisinde Allah'ın merkezîliğini göstermesidir. İnsan – Yaratıcı İlişkisinde Allah İnsan – Allah ilişkisinin sağlam bir zemine inşa edilmesi, büyük önem arz etmektedir. İnsan, diğer yaratıklardan veya canlı organizmadan daha öte ve daha fazla anlam taşıyan bir varlıktır. Kendini ve etrafındaki alemi bilen, idrak eden, duyan, düşünen, şuursuz varlıklardan ibaret bir alem tarafından kuşatılmış şuurlu bir varlıktır. Sürekli değişen ve gelişen, her saat başka şey düşünen, duyan ve isteyen varlıktır. İnsan, evren içerisindeki bütün yaratılmışlar arasında merkezî bir yere ve öneme sahiptir, bütün varlıkların odak noktasını teşkil eder. Buna göre fani insan, yaratılmışların en onurlusu, en kıymetlisidir (eşref-i mahlukat) (Bk. İsrâ, 17/70). Tevhid düşüncesi, Kur’ân’ın en temel hedefidir. Kur’ân'da bütün yaratıklar arasında en büyük önem, insana verilmiştir. İnsanın mahiyeti, sorumluluk ve görevleri Kur’ân'ın temel konuları arasındadır. Varlıklar arasında en büyük önemi taşıyan kutup Allah ise, diğeri insandır. Allah’ın insana özgü olarak verdiği çeşitli niteliklerden dolayı insan, meleklerden üstündür. Yeryüzüne sahiplik edebilecek yetilerle donatılmış olan insan, varlıklar karşısındaki konumu ve ayrıcalıklarının farkında olarak davranışlarını belirlemek durumundadır. İnsan, hayatının merkezine Allah'ı almalıdır. Allah inancı, inanan insanın zihninde sadece bir itikad ve inanç olmaktan çıkıp kalbine doğru bir imana dönüştüğü oranda, bireyin yaşamının bütün boyutlarına nüfuz eder. Allah’ın soyut bir düzeyde en yüksek iyi, mutlak iyi, hayr-ı mahz olduğu inancı, pratik düzlemde pek fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Önemli olan husus, insanın günlük hayatı içerisinde Allah'ı nasıl tasavvur ettiği veya Allah'ın insan hayatının ne kadarını işgal ettiğidir. Allah'ı hatırlamak, hayatın anlam ve gayesini ifade etmekle birlikte, hayatın tüm parçalarının ve insan faaliyetlerinin tümünün uygun bir şekilde bir araya geldiği şahsiyetin de sağlamlaşmasını beraberinde getirir. Allah'ın unutulması veya dışlanması ise, insan hayatının anlamını yitirmesini, Tevhidden uzak, parçalanarak dağılmış ve ayrıntılarda boğulmuş bir şahsiyetin oluşumunu beraberinde getirir. Yüce Allah; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’ân’da Allah Tasavvuru "İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir." (Bakara, 2/177) diyerek, biçimciliğe karşı insanları uyarmakta ve eylemle ifade edilmiş inanca çağırmaktadır. Burada İslam kelimesi ve içeriği büyük önem arz etmektedir. Etimolojik açıdan İslam kelimesi; güven içinde, sağlam, yekpare olmak; birine bir şeyi teslim etmek gibi anlamlara gelir. Kur’ân'daki kullanımı itibarıyla ise, kendini bütünlüğüyle, yani hem kişilik hem de beden itibarıyla Allah'a teslim etme, varlığını tümüyle Allah'a bağlama anlamındadır. Başka bir ifadeyle, bireyin bilerek ve içtenlikle kendisini Allah'ın iradesine teslim etmesidir. Bakara, 2/112'de "Yüzünü Allah'a teslim etmek" olarak ifade edilen İslam, bütün benliğiyle ve içtenliğiyle kişinin Allah'a dayanarak kendisini O'nun iradesine teslim etmesidir. Allah olmadan insan bir hiçtir. İslam veya esleme fiili, eskiden başlayıp devam eden bir şeyi değil, bir başlangıcı, yeni bir durumun başlangıcını, yeni bir hayatın doğuşunu ifade eder. Dolayısıyla, atılmış bir adımdan sonraki davranışı belirtir. İşte müslim, yani Allah'a teslim olan; bu konuda kararlılıkla bir başlangıç ve sıçrayış yapan, hayatında yepyeni bir çığır açan kişidir. Bu yönüyle Müslüman, sayılabilecek birçok unsurla birlikte, bencilliğinden, kendi gücüne veya Allah'ın dışındaki çeşitli unsurlara güvenmekten vazgeçip, sadece Allah'a dayanan ve O'nun huzurunda durandır. Bu aynı zamanda insanın bütünlüğünü, kendini Allah'a teslim ederek kazanıp koruyabileceği ve geliştirebileceği anlamına da gelmektedir. Bütün düşünce ve amellere önem kazandırarak onları anlamlı yapan, hayata bütünlük, birlik ve değer kazandıran sadece Allah'tır. İşte bu doğrunun, bütünlüğün bozulması şirktir: "De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın…" (En'âm, 6/151) "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." ortak (Nisa,koşma 4/48) dışındaki bütün günahları affedebileceği Allah'ın kendisine sözü, tevhidin Allah'ın göstermektedir. en büyük ve en önemli emri olduğunu Kur’ân-ı Kerim'in birçok yerinde insana ve insan aklına direk t hitab edilerek, 'görmez misiniz?', 'düşünmez misiniz?' ifadeleriyle imana davet yapılır. Bu ifadeler, Allah'ın varlığını ispat eden delilleri mantık yolu ile Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Allah’a imanın, teslim olmanın amacı, Allah merkezli toplumsal ve bireysel dönüşümdür. sistematik bir şekilde kurup Allah'a bu şekilde ulaşmanın gerekliliğini ifade etmemektedir. Aksine, basit bir gözlemin bile Allah'ı bulmaya yeterli olacağını göstermektedir. Zira böyle bir gözlem ve tefekkür, bu yönde idraki geliştirme, akla perde olabilecek sis bulutlarının, gaflet bulutlarının dağıtılmasına ve hakikatle uyumlu bir ilişki kurulmasına katkı sağlayacaktır. Ve bu bilinçle şekillenen bir insan, Allah'ı hayatının merkezine alarak, O'ndan başka kimseden korkmaz (Mâide, 5/54), O'nun yardımından başka hiçbir şeyi kaybetmekten korkmayacak bir şahsiyete ulaşır. Allah'tan başkasına dayanılıp güvenilecek kişi veya yerlerin 'örümcek ağı' (Ankebût, 29/41) kadar zayıf ve dayanıksız olduğunu bilir. Yine, Allah'ın samed (İhlas, 112/2) olduğunu bilir. 'Samed', sel felaketinden korunmak için bir sığınak görevi gören, çatlak ve delikleri olmayan, sağlam, sert bir kayaya benzetilebilir. Bu çerçevede, böyle bir kayaya dayanmak, ona sığınmak yerine örümcek ağını tercih etmenin ne kadar akıl dışı bir davranış olduğunu düşünmek gerekir. Zira yapılan ameller böyle sağlam bir kayanın üzerine bina edilmemiş ve hatta tersine örümcek ağına dayandırılmışsa, bu tür amellerin, sahibi ne kadar yüksek ve değerli görürse görsün, anlamı ve ağırlığı yoktur. Sağlam yere, Allah'a dayanmayan, Allah'ı gözeterek yapılmayan ameller, 'etrafa saçılmış toz zerreleri’nden (Furkân, 25/23) farksızdır. İnsan-İnsan ve İnsan-Toplum İlişkisinde Allah Bütün eylemlerin tavan anahtarı, tevhid (bütünlük) ilkesidir. Allah'ın ve dünyanın birliği ekseninde kurulmuş yaşama biçimi, dünyada tevhidi meydana getirir. Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a) sözlerindeki İlahi çağrının işaretlerini çözmek için çaba sarfeden ve İlahi çağrıya kayıtsız itaat üzerine kurulmuş bir yaşam biçimi. Burada şeriatın, Kur’âni mesajın bütünü tarafından ortaya konmuş sonsuz ve mutlak değerlerden doğan bir yaşama biçimi olduğunu unutmamak gerekir. Şeriatın, el kesme ve benzeri hadlerin tatbiki gibi konulara indirgenerek sınırlandırılması oldukça yanlış olacaktır. Ayrıca hadlerin de bizzat amaç olmayıp, toplumun maslahatını tehdit eden subjektif, bireysel yıkıcı eğilimleri engellemenin bir aracı olduğunu da unutmamak gerekir. Bir antlaşma veya sözleşmede karşı tarafı aldatmak, diğer insanlarla ilişkilerde hile yapmak, yalan söylemek mümkündür. Ancak insan Allah'ı her şeyin merkezine aldığında ve hayata bu bakış açısıyla baktığında aldatıcı olması, yalan söylemesi mümkün olmaz. Zira Allah'ın "her şeyi işiten ve bilen" (Bakara, 2/127, 137, 181 …) olduğunu bir an bile olsa aklından Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’ân’da Allah Tasavvuru çıkarmaz. O hâlde Allah'ın birliğini tasdik etmek, bir durum saptamasından öte insan davranışlarını içerisine alan bir yapıda olmalıdır. Eğer tevhid Allah'ın birliğini ifade ediyor ve insan bunu kabul ediyorsa, bu, temelde bir bağlanmayı, bireysel ve toplumsal alanda davranışları O'nun çizdiği sınırlar dâhilinde düzenlemeyi ifade eder. Gerçek Müslüman, hayatının her alanını Allah’la birlikte kurandır. İslam hukukunun toplumsal içeriği, başka bir ifadeyle muamelatla ilgili kısmı, bireysel muhtevasından, ibadetlerden ve ferdî ahlaktan daha fazladır. Dolayısıyla İslam hukukunun büyük bir kısmı sosyal düzenle ilgilidir. Ayrıca, namaz, oruç, hac ve benzeri bireysel gibi görünen çeşitli unsurların toplumsal boyutunun da etkin bir şekilde var olduğunu ve bunun göz ardı edilmemesi gerektiğini belirtmek gerekir. Bu durum, dinin toplumsal boyuta ne kadar önem verdiğini veya Allah inancının toplumsal davranışlarda güçlü yansımalarının bulunması gerektiğini göstermektedir. Aslında Allah'a imanın, O'na teslim olmanın (İslam) ve takvanın amacı da bireysel ve toplumsal yaşamlarında Allah'ı merkeze alan müslim bir toplum oluşması için toplumun dönüştürülmesidir (Bk. Bakara, 2/128; Al-i İmran, 3/102). Takva, yapılan davranışların doğuracağı olumsuz sonuçlardan korunmak amacıyla insanın tüm davranışlarında Yaratıcısını hesaba katması, O'nun gösterdiği yoldan yürümesidir. Hz. Peygamber, yeryüzünde iyilik ve adaletin temin ed ilmesi amacıyla bir toplum kurmayı hedef edinmişti. Zira Allah'ın dışlandığı, tevhid'siz bir dünya kaos anlamına geliyordu. Bu nedenledir ki, Allah'ın iradesine uyarak toplumu ve dünyayı yeniden şekillendirmek için insanın belirli bir sorumluluğu ve eylem yapma görevi bulunmaktadır. Dolayısıyla, insan görevini iyi yapmalı, kendisine yüklenen görevi Allah'a havale edip fiiliyatta bir şey yapmama tembellik, acziyet ve kolaycılığına kaçmamalıdır. Allah'ın insana tevdi ettiği görevi yerine getirmek amacıyla ins anın elinden gelen tüm imkânları seferber etmeyerek yine Allah'a havale etmesinin bir anlam ifade etmeyeceğini bilmek gerekmektedir. "Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez" (Ra'd, 13/11; Enfâl, 8/53). İnsan ne yaparsa kendisi için yapar, yaptıklarından da sorumlu olur (Bakara, 2/286; Yûnus, 10/108; İsrâ, 17/15,36; Neml, 27/92; Ankebût, 29/6; Fâtır, 35/18; Zümer, 39/41; Fussilet, 41/46; Câsiye, 45/15). İnsan – Evren İlişkisinde Allah İnsan-Allah ilişkisinin temel yansıma alanlarından biri de insan-evren ilişkisidir. Doğru bir Allah inancı, başka bir ifadeyle, hayatın her alanına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’ân’da Allah Tasavvuru İnsan, tabiatın efendisi değildir. Allah’ın mülkünü belli sorumluluklar çerçevesinde korumakla mükelleftir. nüfuz ettiğine ve yine hayatın tüm alanlarının O'nun çizdiği sınırlar dâhilinde düzenlenmesi gerektiğine inanılan bir Allah inancı, insa nın evrene ve çevreye karşı belirli sorumluluklar dâhilinde davranmasını sağlar. Evrendeki varlıklar, mahiyetlerine yerleştirilmiş kanunlar çerçevesinde hareket eder. Başka bir ifadeyle, evrendeki tüm varlıklar Allah'ın emrine doğrudan doğruya uyar. Bu ned enledir ki, Kur’ân-ı Kerim evrenin müslim olduğunu (Âl-i İmran, 3/83), yani Allah'ın iradesine boyun eğdiğini, teslim olduğunu ifade eder. Bu evrensel kanunun tek istisnası, insandır. Zira insan, Allah'ın emirlerine uyup uymama konusunda kendisine bir seçim kabiliyeti verilmiştir. İnsan dışındaki tüm varlıklar yapmaları gerekeni otomatik olarak yerine getirdiği hâlde, insan, mahiyetinin gereğini kendi iradesiyle yerine getirir veya getirmez. Dolayısıyla insanla tabiat arasındaki temel fark, insanın davranışlarını hür iradesiyle yerine getirmesidir. Ancak insanın bu hürriyeti ile birlikte, evrene karşı bir tutum içerisinde olması gerektiği belirtilmiştir. Evrende var olan en küçük parça bile Allah’ın insana sunduğu bir âyet, belge olduğuna göre, insan evrene ve içindekilere gerekli değer ve önemi vermelidir. Zira tabiat; Allah’ın eseri, tasarımı ve iradesinin gerçekleşmesi olduğu için değer yüklüdür. Ayrıca, evrende var olan her şeyin Allah’ı tesbih ettiği, O’na boyun eğdiği de unutulmamalıdır: “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44). Varlıkların ibadeti olan bu tesbih, aynı zamanda var olmalarının da temelini oluşturmaktadır. İnanan insan, kendisi dışındaki tüm varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini, O’nu andığını düşünerek, kendisi de bu halkaya katılır. Tabiatın bütünüyle Allah’ı andığını müşahede ederek, onun her bir parçasına değer verir. Evrendeki her şeyin Yaratıcısını tesbih etmesi, onun değerliliğini ve insanın ona karşı sorumluluğunu hatırlatır. Yeri gelmişken, Aziz Mahmud Hüdayi’ye dayandırılan bir olaydan söz etmek yerinde olacaktır. Aziz Mahmud Hüdayi ve arkadaşları, bir gün Bursa’da kırlara çıkarlar. Dönüşte bütün dervişler Üftade’ye sunmak üzere birer demet çiçek toplarlar. Aziz Mahmut Hüdayi ise şeyhinin huzuruna sapı kırılmış, soluk, buruşuk bir çiçekle çıkar. Üftade; “Arkadaşlarınız demet demet çiçek getirdiler, siz bize bir tek çiçeği mi layık gördünüz? diye sorunca Aziz Mahmud Hüdayi şu cevabı verir: “Efendimize ne takdim etsek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’ân’da Allah Tasavvuru azdır; fakat hangi bir çiçeği koparmak için el uzattımsa tesbihini işiterek elimi çektim. Ancak sapının kırılmasından dolayı bu çiçeği tesbihinden kalmış gördüm”. Bu, insana tabiatın her bir parçasına -Allah’ın yaratmış olması ve O’nu göstermesi nedeniyle-saygı gösterilmesi gerektiğini gösteren doğru bir evren telakkisinin ürünü olan bir tavırdır. İnsan – tabiat ilişkisine Kur’âni perspektiften bakıldığında, bunun bir tüketim ilişkisi olmadığı anlaşılacaktır. Kur’ân, tabiatın insan için yaratıldığını, bütün mevcudatın insanın kullanımına ve faydasına verildiğini ifade eder: “Yeryüzünde olan her şeyi sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 2/29); “Allah’ın göklerde ve yerde bulunan her şeyi size boyun eğdirdiğini ve size görülen ve görülmeyen nimetlerini bol bol verdiğini görmediniz mi?” (Lokman, 31/20). Tevhid, Allah’ın dışında etkin bir gücün olmadığına inanmaktır. Anlaşılacağı üzere gökler, dağlar, nehirler, okyanuslar, güneş, ay, yıldızlar ve benzeri evrendeki varlıkların tümü insanın yararlanması için yaratılmıştır. İslam, insanların fıtratlarına uygun şekilde davranmalarını, yiyip içmelerini, mesken edinmelerini, hayatın bütün güzelliklerinden yararlanmalarını, bilimsel anlamda mesafe kaydedip ilerlemelerini, tabiatı kullanmalarını, rahat etmelerini ister. Ancak bunların; dürüstçe, hile yapmadan, sömürmeden, kendine, başka insanlara, çevreye ve genel anlamda tabiata zulmetmeden, insanın ve tabiatın yaratılış kodlarına, fıtrata uygun şekilde yapılmasını öğretir. İnsana tabiatta tasarruf hakkı verilmiş olmakla birlikte, insandan da Allah’a, insana ve tabiata karşı sorumluluklarını yerine getirmesi istenir. Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken husus, tabiatın mülkiyetinin insana değil, Allah’a ait olduğudur (Bk. Âl-i İmran, 3/26; En’âm, 6/12,165; A’râf, 7/10,128; Mu’minûn, 23/84-89; Lokmân, 31/26; Sebe’, 34/1; Şûrâ, 42/4; Zuhruf, 43/85; Câsiye, 45/27). İnsan tabiatın efendisi değildir. İnsan Allah’ın mülkünü iyi bir kiracı gibi dikkatle ve belirli sorumluluklar çerçevesinde korumakla yükümlüdür. Dolayısıyla doğaya zarar verme, onu istismar etme, kötü kullanma, talan etme, dengesini bozma gibi bir yetkiye sahip değildir. Yine, tabii kaynakları sömürürcesine tüketme hakkına sahip değildir. O hâlde insan, tabiatın Allah’ın insana bir emaneti olduğu bilincini sürekli zihninde canlı tutmalıdır. İnsan bu emaneti, öldüğünde kendisi nden sonrakilerin de iyi bir şekilde istifade edebilmesi için aldığı zamankinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’ân’da Allah Tasavvuru daha iyi bir konumda gerçek sahibine teslim etmelidir. Bu çerçevede israftan ve gösterişli tüketimden uzak durmalıdır ( En’âm, 6/141; İsrâ, 17/27). İnsan ve tabiat arasındaki ilişki hiçbir şekilde efendi – köle ilişkisine dönüşmemelidir. Bu ilişki, ancak kendisine emanet edilen bir emanetçi – emanet edilen ilişkisi olabilir. Tabiat insanın emrine tüketsin, yoketsin, mahvetsin diye verilmemiştir. Allah, arayan için çok uzakta değildir; ama arama derdi olan için. Yukarıda da ifade edildiği üzere Kur’ân-ı Kerim evrene ve evrene ait parçalara birçok yerde göndermede bulunur. Ancak burada can alıcı nokta, Kur’ân’ın bu tür konulara neden ve nasıl yer verdiği sorularıyla gündeme gelmektedir. Kur’ân; yerden, gökten, sudan, bitkilerden, hayvanlardan , insanın kendisinden ve benzeri konulardan söz ederken, sürekli insanı evrene ait bu parçalar üzerinde düşünmeye teşvik etmektedir. Kur’ân -ı Kerim’in insandan, gece – gündüz işleyip duran büyük kâinat sistemini akıllıca bir gözleme tabi tutmasını istemekte ve yaratılmışlar üzerindeki bu yoğun düşünme çabası sonucu da Yaratıcıya ulaşmasını hedeflemektedir. Zira insanın Yaratıcıya ulaşması, ona bağlılığı da beraberinde getirecektir. Bu da, imanın başlangıç noktasıdır. Evrene ait parçalardan söz eden ve bunlar üzerinde sürekli düşünmeyi talep eden Kur’ân, evrenin işleyiş kanunlarına karşı oldukça ilgisiz kalır. Kur’ân’ın bu türden bir yol seçmesinin nedeni, insanın yapısıyla da doğrudan ilgilidir. Zira insan, kendisine verilen akli donanım sayesinde eşyayı algılama gücüne sahip kılınmıştır. Bu nedenle evrenin işleyişi, eşyanın fiziki yapısı gibi konularda, potansiyel yeterliliğinden dolayı vahye ihtiyacının olmadığını söylemek mümkündür. Ancak büyük oranda metafizik alana giren inanç boyutunu insanın sınırlı aklıyla mükemmel bir şekilde algılaması mümkün olmadığından, bu alana nüfuz edip algılayabilmesi için bir mesaja ihtiyacı bulunmaktadır. İşte tam burada, Kur’ân mesajının niteliği, başka bir ifadeyle hitap ettiği alan belirginleşmektedir. O, evrene ait parçaları Allah’ın birliği gerçeğine ulaşmada bir araç olarak kullanır. Dolayısıyla eşyadan söz ederken, hakkında bilgi vermenin ötesine geçer ve konuyu Allah’ın birliği ile ilişkilendirerek, amacı bu şekilde belirler. İnsanın da bu nedensellikten hareketle davranışlarını yaratıcının kendisinden beklediği yönde tanzim etmesini hedefler. Evreni ve evrenin içerisindeki canlı – cansız varlıkları gözleme tabi tutması ve tefekkürü neticesinde insan, müşahede ettiği evrenin hayretler içerisinde bırakan olağanüstü sistemi karşısında, belirli çıkarsamalarda bulunup belirli neticelere varacaktır. Dolayısıyla insan Yaratıcısını bulacak, onun yüceliğinin ve eşsiz kudretinin tecellisini varlıklar üzerinde görerek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Bireysel Etkinlik sadece ona yönelecektir. O hâlde sadece Ona yönelme, Onu birleme yani tevhid, tabiat üzerinde Allah’ın dışında herhangi bir etkin gücün bulunmadığına inanılmasıdır. • Kur'an'da Hz. İbrahim'in (as) Rabbini aramasıyla ilgili ayetleri araştırıp bulunuz. Üzerinde düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Kur’ân’da Allah Tasavvuru • Bu ünitenin amacı, kelami-felsefi tartışmalara girmeden, Kur’ân'ın temel konusu olan 'Allah' üzerinde durmaktır. Bu çerçevede öncelikle Kur’ân'a hâkim olan temel konunun Allah olduğu, Kur’ân'daki bütün konuların Allah'la bağlantı kurularak anlatıldığı üzerinde durulmaktadır. Devamla, evrenin de merkezinde Allah'ın olduğuna, evrendeki bütün varlıkların Allah'ı gösteren birer gösterge / işaret levhası konumunda bulunduğuna, dolayısıyla evrendeki varlıklara böyle bir yaklaşımla bakılması gerektiğine yer verilmektedir. Sonrasında, insanın Allah'la ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusuna girilerek, inanan insanın, hayatının bütün alanlarını İlahi merkezle bağlantılı, Allah'ı gözeterek düzenlemesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Ödev gönderimi Ödev Etkileşimli Alıştırmalar Alıştırmalar Kur’ân’da Allah Tasavvuru • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. • İnsan hayatında Allah tasavvurunun bireysel ve toplumsal yansımalarını araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kur’ân’da Allah Tasavvuru DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Kur’ân’ı Kerim’de tüm konuların dayandığı temel konu nedir? Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz a) b) c) d) e) Allah Peygamberlik Âhiret İbadet İnsan ve davranışları 2. Tabiat için aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) b) c) d) e) Sözsüz vahiy Sözlü vahiy Âyet İşaret Delil 3. Aşağıdakilerden hangisi “âyet” sözcüğünün anlamlarından biri değildir? a) b) c) d) e) Kur’ân’daki bir kelime, cümle veya cümleler İşaret Delil Mucize Kıssa 4. Kur’ân tabiat olaylarından bahsederken aşağıdakilerden hangisine yer vermez? a) b) c) d) e) Tabiat olaylarının nasıllığı Tabiat olaylarının nedeni Tabiat olaylarına nasıl bakılması gerektiği Tabiat olaylarının Allah’a götüren işaretler oluşu Tabiat olaylarının ibret vesilesi oluşu 5. Kur’ân’ı Kerim’de kâinata sıkça yer verilmesinin temel sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Kâinatla ilgili bilimsel bilgi sunmak Kâinattan hareketle insanın Allah’a ulaşmasını sağlamak Fen bilimlerini teşvik etmek Fen bilimlerinin gelişimine katkı sağlamak Kâinatla ilgili çeşitli yanlış bilgileri düzeltmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Kur’ân’da Allah Tasavvuru 6. Kur’ân’ın ve kâinatın merkezinde Allah var ise, insandan Allah ile ilgili temelde talep edilen nedir? a) b) c) d) e) Hayatının tüm alanlarına Allah’ı yerleştirmek Allah’ın isim ve sıfatlarını iyi bilmek Allah’ın insanı yarattığını iyi kavramak Allah’ın kâinatı yarattığını iyi kavramak Allah’ın vahyi gönderme sebebini bilmek 7. Allah inancının insan evren münasebetindeki temel yansıması nasıl olmalıdır? a) b) c) d) e) Evrenin iyi tanınması Evrenin bilimsel bir bakış açısıyla incelenmesi Evrenin nimet olması yönüyle tüketilmesi Tüketimden uzak durulması Evrene sorumlu bir şekilde yaklaşılması 8. ‘Allah’ kelimesi Kur’ân’da kaç yerde geçmektedir? a) b) c) d) e) 896 1666 3213 2696 2111 9. Allah ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a) Kur’ân’da Allah ile ilgili verilen bilgiler uygulamaya yöneliktir. b) Kur’ân’da Allah için kullanılan çoğu ifadeler, insanda da var olan özelliklerdir. c) Kur’ân’da Allah için kullanılan ifadelerin insanla ilgisi yoktur, Allah aşkındır. d) Kur’ân’da bütün konular Allah merkezli olarak anlatılmaktadır. e) Kur’ân, Allah’ın insan zihninde sürekli canlı tutulmasını hedefler. 10. ‘Sözsüz vahiy’ ifadesinin karşılığı aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Kur’ân-ı Kerim Âyet Sûre Kâinat İbadet CEVAPLAR: 1.a, 2.b, 3.e, 4.a, 5.b, 6.a, 7.e, 8.d, 9.c, 10.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kur’ân’da Allah Tasavvuru YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Abduh, Muhammed-Rıza Reşîd. (1960). Tefsîru’l- Menâr. Mektebetu’lKâhire. Mısır. 2. Abdulbaki, Muhammed Fuâd. (1987). el-Mu’cemu’l-Mufehres liElfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm ('Allah' mad.). Davet Yay. İstanbul. 3. Aster, Ernst Von. (1949/3). “İnsan ve Dünya”. çev. H. Vehbi Eralp. Felsefe Arkivi. İstanbul. 4. Basalla, George. (1996). Teknolojinin Evrimi. çev. Cem Soydemir. Tübitak Yay. Ankara. 5. Berger, Peter L. (1993). Dinin Sosyal Gerçekliği. çev. Ali Coşkun. İnsan Yay. İstanbul. 6. Beydavi. Abdullah b. Ömer. (ts.). Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl. Dersaâdet Kitabevi. İstanbul. 7. Beyhaki, Ebubekir Ahmed b. Huseyn. (1994). Sunenu'l-Beyhakî. Mektebetu Dâri'l-Bâz. thk. Muhammed Abdulkadir. Mekke. 8. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (ts.). Sahîhu'l-Buhârî. el-Mektebetu'lİslamiyye. İstanbul. 9. Bulaç, Ali. (1994). İslam Düşüncesinde Din – Felsefe / Vahiy-Akıl İlişkisi. Beyan Yay. İstanbul. 10. Cabiri, Muhammed Abid. (2001). Çağdaş İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma. çev. Ali İhsan Pala-Mehmet Şirin Çıkar. Kitabiyat. Ankara. 11. Cevad Ali. (1993). el-Mufassal fî Târîhi'l-'Arab Kable'l-İslâm. Câmi'atu Bağdâd. Bağdat. 12. Collingwood, R.G. (2000). Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler. Ayışığı Kitapları Yay. İstanbul. 13. Çağatay, Neşet. (1971). İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı. AÜİF. Yay. Ankara. 14. Demirci, Muhsin (2003). Kur’ân’ın Temel Konuları. İFAV Yay. İstanbul. 15. Draz, M. Abdullah. (1993). Kur’ân Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel – Ünver Günay. İz Yay. İstanbul. 16. Faruki, İsmail R. (2006). Tevhid. çev. Dilaver Yardım – Latif Boyacı. İnsan Yay. İstanbul. 17. Fazlur Rahman. (1999). Ana Konularıyla Kur’ân. çev. Alparslan Açıkgenç. Ankara Okulu Yay. Ankara. 18. Işıcık, Yusuf. (1996). “Kur’ân’ın Öngördüğü Muvahhit İnsan Tipi” . II. Kur’ân Sempozyumu. Fecr Yay. Ankara. 19. İbn Âşûr, Muhammed Tâhir. (1997). et-Tahrîr ve’t-Tenvîr. Dâru Sahnûn li'n-Neşr. Tunus. 20. İbn Hanbel, Ahmed b. Muhammed. (ts.). Musned. Dâru Sâdır. Beyrut. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kur’ân’da Allah Tasavvuru 21. İbn Kelbî. (1968). Kitâbu'l-Asnâm. thk. Ahmet Zeki Paşa (Arapça metin ve Türkçe çevirisi birlikte). çev. Beyza Düşüngen. AÜİF. Yay. Ankara. 22. İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail. (1984). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm. thk. Muhammed İbrahim el-Benna- Muhammed Ahmed 'Âşûr-Abdul’azîz Ğanîm. Kahraman Yay. İstanbul. 23. İbn Manzûr, Muhammed b. Mukrim. (ts.). Lisânu'l-'Arab. Dâru Sâdır. Beyrut. 24. İkbal, Muhammed. (ts.). “İslamda Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu”. çev. N. Ahmet Asrar. Birleşik Yay. İstanbul. 25. İsfehânî, Râğıb. (1992). Mufredâtu Elfâzi'l-Kur'ân. thk. Safvân Adnân Dâvûdî. Dâru'ş-Şâmiyye. Beyrut. 26. İzutsu, Toshihiko. (ts.). Kur’ân'da Allah ve İnsan. çev. Süleyman Ateş. Yeni Ufuklar Neşriyat. İstanbul. 27. Kutub, Seyyid. (1987). et-Tasvîru’l-Fennî fi’l-Kur’âni'l-Kerîm. Dâru’şŞurûk. Beyrut. 28. Muslim, Ebu Huseyn b. Haccâc (1972). Sahîhu Muslim. nşr. Muhammed Fuâd Abdulbaki. Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî. Beyrut. 29. Nasr, Seyyid Hüseyin. (1984). İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı. İnsan Yay. İstanbul. 30. Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah Ahmed b. Mahmûd. (1993). Tefsîru’nNesefî. Dâru’l-Eda. İstanbul. 31. Özsoy, Ömer. (1994). Sünnetullah. Fecr Yay. Ankara. 32. Pak, Zekeriya. (2005). Allah-İnsan İletişimi. İlahiyat Yay. Ankara. 33. Râzî, Fahruddîn. (1938). Mefâtihu'l-Ğayb. Matbaatu’l-Behiyye. Mısır. 34. Suyûtî, Celâluddîn Abdurrahmân b. Ebûbekir. (ts.). el-Câmiu’s-Sağîr fî Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr. Mısır. 35. Şarkâvî, İffet Muhammed. (1979). el-Fikru’d-Dinî fî Muvâceheti’l-'Asr. Dâru’l-'Avde. Beyrut. 36. Tabâtabâî, Muhammed Huseyn. (1996). el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân. Muessesetu’n-Neşri’l-İslâmî. Kum. 37. Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân 'an Te’vîli Âyi'lKur’ân. (1992). Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut. 38. Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ. (1937). Sunen. nşr. Ahmed Muhammed Şâkir. Kahire. 39. Yıldırım, Suat. (1987). Kur’ân'da Uluhiyyet. Kayıhan Yay. İstanbul. 40. Zemahşeri, Muhammed b. Ömer. (1992). el-Keşşâf 'an Hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl. Neşru’l-Belâğa. Kum. 41. Zerkeşî, Bedruddîn Muhammed b. Abdillah. (1972). el-Burhân fî 'Ulûmi'l-Kur'ân. thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim. el-Mektebetu'l'Asriyye. Beyrut. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kur’ân’da Allah Tasavvuru Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER KUR’ÂN’DA ÂHİRET İNANCI • Âhiret Günüyle İlgili Kavramlar • Kur’ân'da Âhiretin Yeri ve Önemi • Âhiret Hayatının Temelleri • Âhiret İnancının Aklî Yönleri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Âhiret Günüyle ilgili kavramları kavrayabilecek, • Kur’ân'da âhiretin yeri ve önemini öğrenebilecek, • Âhiret hayatının temel özelliklerini bilecek, • Âhiret konusunun naklî ve aklî yönlerini keşfedebileceksiniz. TEFSİR Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE ÜNİTE 4 Kur’ân’da Âhiret İnancı GİRİŞ Dünya hayatının fani, ölümün her canlı için kaçınılmaz bir gerçek, buna karşılık insan fıtratının ebedî yaşama arzusuyla dolu oluşu, onu devamlı olarak hayat-ölüm ve ölüm ötesi üzerinde düşünmeye, çareler aramaya ve ben kimim, niçin yaratıldım, nereden geldim, nereye gidiyorum? sorularına cevap aramaya sevketmiştir... Böylece, bu kısa hayatı anlamlandırmaya ve ölüm ötesine dair çeşitli anlayışlar, değerlendirmeler ve inançlar ortaya çıkmıştır. Bu sorulara gerçek ve tatminkâr cevabı ise, bu hayatı, insanı ve bütün alemleri yaratan Yüce Allah vermiş, gönderdiği elçiler ve kitaplar vasıtasıyla insanlara niçin yaratıldıklarını, bu dünya hayatının manasının ve gayesinin ne olduğunu, öldükten sonra insanın durumunun ne olacağını bildirmiştir. Tarih boyunca bütün akıl sahiplerinin cevabını aradığı “Ben kimim, niçin yaratıldım, nereden geldim ve nereye gidiyorum?” sorularına gerçek manada cevabını sadece Kur’ân vermiştir. Buna göre insan Allah'ı tanımak, O'na ibadet etmek için yaratılmıştır (Zâriyât, 51/56). Bu kısa hayat bir imtihan yeri olup (Mülk, 67/2) buradan ebedî bir aleme, âhiret âlemine gidilecektir. İnsana düşen görev, burada, ebedî hayatta mesut olabilmek için çalışmak, ibadet ve taatlarla kendisine verilmiş istitaat ve kabiliyetlerini, iyi duygu ve latifelerini inkişâf ettirerek cennete layık bir hâle gelmektir. En küçüğünden en büyüğüne kadar hemen her toplumda ölüm ötesi hayata dair çeşitli inançlara rastlanmaktadır. Bazı toplumlarda Kur’ân-ı Kerim'in haber verdiği manada bir âhiret inancı bulunmasa da ölüm ötesi hayata olan inanç tamamen kaybolmamış, mecrâsını değiştirerek reenkarnasyon veya başka sûretlerde kendini göstermiştir. Yani, insanlık öyle veya böyle, bir ölüm ötesi hayata inanmış, peygamberlerin tebliğ ettiği hakîki âhiret inancını zaman zaman unutsa da ebedî yaşama arzusunu başka yollarla tatmin etme yolunu tutmuştur. Kur’ân-ı Kerîm'in davet ettiği üzere, hakiki manada imân edenler ve âhirete inananlar ise, sayıca azdır. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim'de, birçok âyetle ifade olunmuştur: َْ" َومَا أَكْ َثرْ ال َّناسْ َولَوْ حَ رَ صتَْ بمإمنٌنSen ne kadar hırs göstersen de insanların çoğu imân edecek değillerdir" (Yûsuf, 12/103) âyeti insanların ekserisinin imândan mahrûm olduklarını, imân etmeyeceklerini ifade ederken, َْوإنَّْ َكثٌرً ا مِّنَْ ال َّناس َْ" بل َقاء رَ بِّهمْ لَ َكافرونİnsanlardan pek çoğu Rablerine mülâkî olmayı inkâr ediyorlar." (Rûm, 30/8) âyeti de âhirete imân edenlerin azlığına dikkat çekmektedir. ّل َّْ إن كلْ إ ْق ع َقاب َّْ َل َفح َْ " َك َّذبَْ الرُّسHepsi de peygamberleri yalanladılar, böylece azap gerçekleşti." (Sâd, 38/14) gibi çeşitli âyetlerde peygamberlerin yalanlandığı ifade edilmiştir. Bu tür âyetlere dikkat edildiğinde; peygamberlerin yalanlandığı, alay edildiği, hafife alındığı meselelerin başında öldükten sonra yeniden dirilme ve kıyametin geldiği görülür. Yine, ْل أَغرَ ق َناهم َْ " َو َقو َْم نوحْ لَّمَّا َك َّذبوا الرُّسNûh'un kavmi de peygamberleri yalanlayınca onları suya batırdık." (Furkân, 25/37), الل وَ هم ّْ ّل َّ ٌإمنونَْ ب ْ ْإ ِّنً َترَ كتْ ملَّ َْة َقوم Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’ân’da Âhiret İnancı َْ" باآلخرَ ةْ هم َكافرونBen (Yusuf a.s.) Allah'a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim." (Yûsuf, 37), ْ" َك َّذبَتْ َثمودْ َوعَادْ بال َقارعَةAd ve Semûd kavimleri kıyameti yalanladılar" (Hâkka, 69/4) gibi âyetler, Nûh (a.s) kavmi, Yusuf (a.s) kavmi, Ad, Semûd gibi kavimlerin, başka âyetlerde belirtilen az sayıdaki inananlar müstesna, topyekün âhireti inkâr ettiklerini göstermektedir. Böylece bu inanç, peygamberlerin tebliğiyle az sayıdaki inananlarca kabûl görmüşse de daha sonraları iyice zayıflayarak, bir başka peygamberle tekrar te'yid edileceği zamanı beklemiştir. ÂHİRET GÜNÜYLE İLGİLİ KAVRAMLAR Gerçek hayat, âhiret hayatıdır. Teehhür (geri kalma, sonraya kalma) kelimesinden türemiş olan olan âhiret, kendisinden önce bir ilk'in olduğuna delâlet eder ki, o da dünyadır. Dünya hayatı âhiretten önce geldiği için, ona nispetle âhiret bu ismi almıştır. Yani, dünya ve âhiret birbirlerine izafe ile bu isimlerle adlandırılmıştır. Karı-koca, baba-oğul, sağsol kavramları nasıl birbirlerine izafe ile bu isimleri almışlarsa, dünya ve âhiret kavramları için de durum böyledir. Dolayısıyla dünya denince âhiret, âhiret denince dünya akla gelir. Kur’ân'ın bu tabirleri kullanmasında bu çağrışım devamlı olarak göz önünde tutulmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de âhiret günü çok kere, el-yevm (bu gün), el-âhire (âhiret) ve bu ikisiyle beraber, yani, el-yevmu'l-âhir (son gün) tabirleriyle ifade edilir. el-Yevmu'lâhir tabiri umumi bir isim olup bu tabirle çeşitli uhrevî durumlar kastolunur. Kıyametin kopması, bu âlemin fenâ bulması, ölülerin tekrar diriltilmesi, haşr, neşr, hesap, amel sayfalarının dağıtılması, mizan, sırat, şefaat, cennet ve cehennem hayatı bu mefhumun şumûlü içindedir. ْ " َوإنَّْ الدَّارَْ اآلخرَ َْة لَهًَْ الحَ ٌ ََوÂhiret yurdu var ya, işte gerçekte canlı olan odur." ان (Ankebût, 29/64) âyetinde, âhiret için el-hayevân (canlı, çok canlı) tabirinin kullanılması, âhiret âleminin zevalsiz, kesintisiz, ölümsüz, ebedî bir hayat olmasındandır. Bu ifadeye göre sanki âhiret yurdu bizzat hayatın tâ kendisidir. Bu mana, âyette, hayy (canlı) tabiri yerine, daha fazla bir manaya, çokluğa delâlet eden el-hayevân tabirinin kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Cenab-ı Hak, bu ifadeyle asıl muteber olan hayatın âhiret hayatı olduğuna dikkat çekmiştir. Razî bu tabirin izahında şöyle demektedir: * وكانت26 :ٌونس+} َ { لّلَّذِينَ أ ْحس ُنوَْا ٱ ْل ُح ْسنىَ و ِزيادة:لما كانت اآلخرة فٌها الزٌادة والنمو كما قال تعالى ً* أطلق علٌها اّلسم المستعمل ف9:الطارق+} سرائِ َُر َّ { ي ْومَ ُت ْبلىَ ٱل:هً محل اإلدراك التام الحق كما قال تعالى .النامً المدرك Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’ân’da Âhiret İnancı "Güzel ameller işleyenlere güzel bir karşılık ve ziyadesi vardır." (Yûnûs, 10/26) âyetinde Yüce Allah’ın bildirdiği üzere, âhirette ziyade ve artma olunca "o günde gizliler ortaya dökülür" âyetinde belirttiği üzere de âhiret, tam ve hakiki bir idrak mahalli olunca, âhirete büyüyüp gelişen müdrik varlıkların ismi yani, el-hayevân ismi verilmiştir. Bu yüzdendir ki, âhiretin taşı toprağı canlıdır söz anlar ve dinler denilmiştir. Bunun yanında o günde vuku bulan hadiselere delâlet eden bazı isim, fiil ve cümleler yevm (gün) kelimesine izafe edilerek, âhiret gününü ifade eden pek çok isim türetilmiştir. Yevm tabirine bir isim izafe etmekle teşekkül eden isimleri ve isimlendirilme sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: Yevmu'l-ba's ()ٌوم البعث, İnsanlar o günde yeni bir bedenî hayatla diriltildiği için, Yevmu'l-hurûc ()ٌوم الخروج, İnsanlar kabirlerinden kalkıp öteki âleme çıktıkları için, Yevmu'l-kıyame ()ٌوم القٌامة, İnsanlar Allah'a hesap vermek üzere kıyam ettikleri için, Yevmu'd-dîn ()ٌوم الدٌن, Amellere göre karşılık görüleceği için, Âhiret hayatına dair isimlendirmeler, o günün önemini, büyüklüğünü bildirdiği gibi, o günde meydana gelecek büyük hâdiselere de işaret etmektedir. Yevmu'l-fasl ve yevmu'l-feth ()ٌوم الفصل وٌوم الفتح, İnsanlar arasında adaletle hüküm verilerek gruplara ayrılacakları için, Yevmu't-teğâbun ()ٌوم التغابن, O günde mazlum zalime, cehennemliklere üstün geldiği veya o gün insanlara gizli kaldığı için, cennetlikler Yevmu'l-haşr ve yevmu'l-cem ()ٌوم الحشر وٌوم الجمع, Mahlûkat o günde mevkıfta toplanacağı için, Yevmu'l-hîsâb ()ٌوم الحساب, İnsanlar amellere göre hesaba çekildikleri için, Yevmu'l-hasre ()ٌوم الحسرة, Kâfir ve isyankârlar o gün, yaptıklarına pişman oldukları için, Yevmu'l-hulûd ()ٌوم الخلود, Oradaki hayat ebedî olduğu için, Yevmu'l-âzife ()ٌوم اآلزفة, An be ân o güne yaklaşıldığı için, Yevmu't-telâk ()ٌوم الطالق, Buluşma ve karşılaşma günü olduğu için, Yevmu'l-vakti'l-ma'lûm ()ٌوم الوقت المعلوم, Allah katında belli olan vaktin günü olduğu için, Yevmu'l-vaîd ()ٌوم الوعٌد, Kendisiyle korkutulan, va'dedilmiş gün olduğu için. Ayrıca, yevm kelimesine bir sıfat eklenerek yapılmış isimlendirmeler vardır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz: Yevmun asîr ( ٌوم عسٌر/ çetin gün), yevmun elîm ( ٌوم Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’ân’da Âhiret İnancı ألٌم/ acı gün), yevmun azîm, yevmun kebîr ( كبٌر/ ٌوم عظٌم/ büyük gün), yevmun ma'lûm ( ٌوم معلوم/ bilinen gün), yevmun mecmûun lehu'n-nâs ( ٌوم مجموع له الناس/ insanların bir araya toplandığı gün), yevmun meşhûd ( ٌوم مشهود/ herkesin şâhid olduğu, gördüğü gün), yevmun muhît ( ٌوم محٌط/ kuşatan gün), yevmun sakîl (ٌوم ثقٌل / ağır gün). Bir de âhiret hayatının maddî yönlerine, mekânı haiz olduğuna delâlet eden eddâr tabirinin zarf-ı mekân yapılarak zikrolunduğu isimler vardır. Meselâ, dâru'lâhire ( دار اآلخٌرة/ âhiret yurdu), dâru'l-karâr ( دار القرار/ devamlı kalınacak, karar kılınacak yer, vatan), dâru'l-huld ( دار الخلد/ sonsuzluk diyarı) böyledir. Âhiret Günüyle İlgili Diğer Tabirler Âhiret günüyle ilgili yukarıda sıraladığımız ifadelerin yanında, Kur’ân-ı Kerîm‘de âhiret hayatının ilk merhaleleri olan kıyamet ve dirilişle ilgili olarak da pek çok tabir kullanılmıştır. Bu tabirleri şöyle sıralayabiliriz: Kıyamet manasında kullanılan tabirler harf ve vezinleri itibarıyla lafız-mana ahengi içinde öyle seçilmişlerdir ki, âdeta o günün dehşet ve azametini kulaklara taşırlar. a. Kıyamet'in kopması, kâinatın tahribiyle alakalı tabirler: Kâinattaki nizamın bozularak bu dünya hayatının son bulmasını ifade için kullanılan kıyamet tabiri, Kur'ân-ı Kerim'de değişik şekilde ifade edilmiştir. Bunlardan en sık rastlananı essâ‘a (الساعة/saat) tabiridir. Bu kelime lügatte az bir vakti ifade etmek için kullanılır. Akılları hayret ve dehşete düşüren kıyamet gününde olup-bitenleri saat gibi dar bir zamana sıkıştırmak Kur'ân'ın i'câzına has, güzel bir ifadedir. Kıyamet'in kopmasını ifade eden el-Hâkka ( )الحاقةtabiri ise, vukuu muhakkak, gelmesi kesin ve şüphesiz olan şey demektir. el-Kâria ( )القارعةtabiriyle isimlendirilmesi ise, insanları korku ve dehşete düşürdüğü, o günde semanın yarılıp parçalandığı, arz ve dağların savrulup dağıtıldığı, yıldızların ışığının sönüp etrafa saçıldığı içindir. el-Azife ()الآلزفة, es-Sâhha ()الصاخة, el-Ğâşiye ()الغاشٌة, et-Tâmme ( )الطامةde kıyamet için kullanılmış tabirlerdendir. Azife, yakın manasına gelir. Kıyamet günü, dünyanın ömrüne nispetle yakın olduğu için bu isim verilmiştir. Sâhha, korku ve dehşet vermesinden dolayı kulak verilen, dinlenilen şey demektir. Ğâşiye de kıyamet korkusunun insanları bürüdüğünden veya cehennem ateşinin kâfirleri kapladığından dolayıdır. Tâmme ise örtme manasındadır. Dikkat edilirse bu tabirlerin hepsinde kulakları tırmalayan, gürültülü, insanın kulağında zonklayan şiddetli bir ses vardır. Bu durum Kur'ân'ın mucizevî özelliklerinden olan lafız-mana uyumundan kaynaklanmaktadır. Bu kelimeler hem harf, hem vezinleri itibarıyla öyle seçilmişlerdir ki, âdeta kıyametin dehşet ve korkusunu kulaklara taşırlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’ân’da Âhiret İnancı b. Ölülerin diriltilerek kabirlerinden çıkarılmaları ve mahşer yerine sevk edilip toplanmalarıyla alakalı tabirler: Kur'ân'ı Kerim'de insanların diriltilmeleri ba's, ihya, i‘âde, teba'sür, haşr, neşr, neş'e-i uhra gibi çeşitli tabirlerle ifade edilmiştir. Ba's lügatte bir şeyi mahallinden depretmek, hareket ettirip ayırmak manasına gelir. Kıyamet gününe yevmu'l-ba's denmesi de o günde insanlar kabirlerinden kaldırılarak hesap yerine götürüldükleri içindir. Kur’ân’da dirilişle alakalı ifadelerin her biri, insanların yeniden diriliş ve mahşer yerinde toplanmalarıyla alakalı farklı evrelere işaret etmektedir. َْ( وإِذا ا ْلقُ ُبو َُر ُب ْعثِرتİnfitâr, 82/4) âyetinde geçen ba'sere ise, dağıtmak, çevirmek, alt üst etmek manalarındadır. Bu kelimenin, ba's ve isâre'den mürekkep olduğu da söylenmiştir. Ba's ile nuşûr arasında ise şöyle bir fark vardır: Ba'su'l-halk, insanları kabirlerinden mevkıf yerine götürmek için çıkarmak manasındadır, مَن َب َع َث َنا من مَّر َقد َنا "... bizi kabrimizden kim kaldırdı?" (Yâ-sîn, 36/52) âyetinde olduğu gibi. Nuşûr ise, ba's edilenlerin ve amellerinin zuhûru, gösterilmesidir. Neşertu ismek (ismini izhâr ettim, yaydım) ve neşertu fazilete fulân (fulanın faziletini izhâr ettim, anlattım) ifadelerinde bu mana vardır. Yeniden diriltilenlerin mahşer yerine sevkolunmalarını ifade eden tabirlerden neşr aslında bir şeyi yayıp, her tarafından uzatmak manasındadır. Zıddı tayy‘dır (dürmek). Kur'ân-ı Kerîm'de, ba's ve ihyâ mânasında kullanıldığı gibi, dağılma ve yayılma manalarında da kullanılmıştır. İhyâ da Kur'ân'da, öldükten sonra tekrar diriltmeyi ifadede çokça kullanılan tabirlerdendir. İlk yaratmada canlılara ruh nefhedilmesi manasında kullanıldığı gibi, ölüleri diriltme manasında da kullanılmıştır. ْ" َوكنتمْ أَم َواتْا ً َفؤَحٌَاكمSiz ölü varlıklar hâlinde iken, size hayat verdik" (Bakara, 2/28) âyetindeki ihyâ, ilk yaratmada canlıya ruh üflenmesi, ك ب َقادرْ َعلَى أَن ٌحًٌَْ المَو َتى َْ " أَلٌَسَْ َذل...Bunları yapan ölüleri diriltmeye de kâdir değil midir?!" (Kıyame, 75/40) âyetinde ise, ölülerin tekrar diriltilmesi manasındadır. Bunlardan başka, ihyâ tabiri Kur'ân'da hidayet, ibkâ (hayatta bırakmak), yeryüzünü bitkilerle canlandırmak manalarında da kullanılmıştır. İâde ise, döndürmek manasındadır. Meâd, dönüş yeri, merci, âhiret demektir. Neş'e-i uhrâ, Kur’ân'da neş'e-i ûlâ'ya (ilk yaratılış) mukabil olarak kullanılmıştır. Böylece dirilişin imkân dâhilinde olduğuna dâir bir delil olarak takdim edilmiştir. Zira, bir şeyi ilkten yaratan tekrar yaratmaya da kadirdir. Haşr, cem etmek, toplamak manasındadır. Aslında, bir topluluğu bulundukları yerden harp ve benzeri bir maksattan dolayı çıkarmak demektir. Sadece topluluk için kullanılır. Cem ile haşr arasındaki farka gelince, haşr sevkederek cem etmek manasındadır. Yevmu'l-haşr da bu manayı ifade etmektedir. Çünkü mahlukât o günde toplanır ve hesap yerine sevkolunur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Tartışma forumu Tartışma Kur’ân’da Âhiret İnancı • Kur'ân'da âhiret konusuna niçin genişçe yer verilmiştir? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. KUR’ÂN’DA ÂHİRETİN YERİ VE ÖNEMİ Kur'ân-ı Kerim'in, bütün dünya dinlerinin ilahî veya gayr-ı ilahî kitaplarından farklı olan yönlerinin başında, âhiretle alakalı meselelere geniş yer vermesi gelir. Kur'ân-ı Kerim‘de âhiretin yeri ve önemini gösteren durumları şöyle sıralayabiliriz: a. Âhiret konusu Kur'ân'ın asıl maksatlarından biridir: Âhiret konusu bütün müfessirlerin ittifakıyle, Kur’ân'ın asıl maksatlarından birisi olarak kabul edilmiştir. Âhiret, Kur’ân’ın asıl maksatlarından, temel konularından biridir. Kur’ân-Kerim'in asıl maksatları, esas mevzuları hakkında değişik tasnifler bulunsa da pek çok tasnifte, aynı zamanda Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in Mekke dönemindeki tebliğinin de temelini teşkil eden şu dört maksat vardır: Tevhid, nübüvvet, âhiret ve ibadet. Bu konu, Kur'ân'ın hemen her sûresinde ele alınıp, icmalî veya tafsilî olarak işlenmiştir. Nitekim, Şehate'nin Ehdâfu Külli Sûretin ve makâsıduhâ (Kur’ân-ı Kerim'deki Bütün Sûrelerin Hedef ve Maksatları) adlı eserine bakıldığında, bu durum açıkça görülecektir. Bu eserde Kur'ân'ın her sûresinde, o surenin âyetlerine sirayet etmiş ve o sûrenin mebadî (prensipler), ahkâm, tevcihât ve üslubuna hâkim olan bir rûh'un varlığından bahsediliyor ki, bu rûh, Kur'ân'ın aslî maksatlarından olan tevhid, nübüvvet, haşir (âhiret) ve ibadettir. Bu maksatları bütün sûrelerde sarih veya işarî bir tarzda bulmak zor değildir. b. Âhiretle alakalı âyetler sayıca çoktur: Kur'ân-ı Kerim'de âhiretle, dolaylı olarak ilgisi olan âyetler bir tarafa, doğrudan alakası olan âyetlerin sayısı bin dokuz yüz civarında olup Kur’ân'ın üçte biri dolayındadır. c. Âhiret hayatının çeşitli safhalarına geniş bir şekilde yer verilmiştir: Kur'ân-ı Kerim'de âhiret mevzusu bütün teferruatıyla anlatılmıştır. İnsanın ölüm hengâmında melekler tarafından rûhunun kabzedilmesi, kıyamet alametleri, kıyametin vukuu esnasında kainat çapında meydana gelen dehşetli hadiseler, sûra üfürülmesi, insanların yeniden diriltilerek kabirlerinden çıkarılmaları, mahşer yerine sevkolunmaları, hesaba çekilmeleri, bu esnadaki karşılıklı konuşmalar, amel defterlerinin dağıtılması, insanların gruplara ayrılarak cennet ve cehenneme sevkolunmaları, cennet nimetleri ve cehennem azapları, cennet ve cehennemdekilere melekler tarafından yapılan hitaplar, cennetliklerle Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’ân’da Âhiret İnancı cehennemlikler arasında cereyan eden karşılıklı konuşmalar, cennet ve cehennem hayatının ebedî oluşları gibi meseleler, Kur’ân'da geniş bir şekilde anlatılan âhiretle alakalı meselelerdendir. d. Bazı sûreler kıyamet günü manasına gelen tabirlerle veya o günde vuku bulan hadiselerle isimlendirilmiştir: Kıyame, Hakka, Karia, Ğaşiye, İnfitar, İnşikak, Tekvîr gibi. e. Pek çok âyette Allah'a imânla âhirete imân birlikte zikredilmiştir: Meselâ, ََّْولَكن ْالل َوالٌَومْ اآلخر ّْ " البرَّْ مَنْ آمَنَْ بFakat birr, Allah'a ve âhiret gününe… imân etmektir." (Bakara, 2/177) ْالل َوالٌَومْ اآلخر ّْ " إن كنتمْ تإمنونَْ بEğer, Allah'a ve âhiret gününe imân ediyorsanız..." (Nisâ, 4/59; Nûr, 24/2) gibi pek çok âyette Allah'a ve âhiret gününe imân birlikte zikrolunmuştur. Bu durum âhirete imânın Allah'a imândan hemen sonra geldiğini gösterdiği gibi, âhirete imân olmadan Allah'a imân'ın da fayda vermeyeceğini ve gerçek bir imân olmayacağını göstermektedir. f. Cenab-ı Hakk, öldükten sonra dirilme ve va'd ettiği uhrevî şeyler hakkında yemin etmiştir: Cenab-ı Hakk'ın âhiretle alakalı yeminleri üç çeşittir: 1. Çeşitli varlıklarla âhiretle alakalı meselelere yemin etmesidir. Şu âyetlerde olduğu gibi: ُّ َو ْ( َوالبَحر5) ْ( َوالسَّقفْ المَرفوع4) ْ( َوالبٌَتْ المَعمور3) ْ( فً رَ قْ مَّنشور2) ْ( َوك َتابْ مَّسطور1) ْالطور َ َ َ ْ( مَا لهْ من دَافع7) ْ( إنَّْ َعذابَْ رَ بِّكَْ ل َواقع6) ْالمَسجور Kur’ân’ın yaklaşık üçte biri âhiretle alakalı konulara dairdir. “Tûr'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a, Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize yemin olsun ki, Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. O'na engel olacak hiç bir şey yoktur.“ (Tûr, 52/1- 7 ). 2. Cenab-ı Hakk'ın âhiretin vukuuna dâir bizzat kendi adına yemin etmesidir. Şu âyette durum böyledir: َْل مَا أَ َّنكمْ َتنطقون َْ " َف َورَ بِّْ ال َّسمَاء َواْلَرضْ إ َّنهْ لَحَ قْ مِّثSema ve arzın Rabbine yemin olsun ki, o sizin konuşmanız gibi gerçektir." (Zâriyât, 51/23). Bu âyette Yüce Allah, haber verdiği şeylerin muhakkak vuku bulacağını, insanoğlunun konuşmasının ve varlığının katiyyetine benzetmiştir. 3. Bazen de Cenab-ı Hak, bizzat kıyamet'in kendisine yemin etmiştir. Meselâ, ْ" وَْالٌَومْ المَوعودVa'dolunan güne yemin olsun ki..." (Burûc, 85/2) âyeti böyledir. Bu hususta bir diğer misâl ise, ّْل أقسمْ بٌَومْ القٌَامَة ْ َ (Kıyame, 75/1) âyetidir. Burada mana, "kıyamet kesin olacak bir şeydir, yemine bile hacet yoktur" şeklindedir. Bu güne yemin ise, vukuunu tekid, şanını yüceltmek ve nazarları o güne çevirmek içindir. Şu üç âyette ise, peygamber Efendimiz âhiret hakkında yemin etmekle emrolunmuştur: ْك أَحَ قْ هوَْ قلْ إي َورَ بًِّ إ َّنهْ لَحَ ق َْ " َوٌَس َتنبئو َنSana o gerçek midir? diye soruyorlar. De ki, Rabbime yemin olsun ki, evet! O gerçektir..." (Yunus, 10/53), ل َْ َو َقا َّ َّ َ َ َ ّْل َتؤتٌ َنا السَّا َعةْ قلْ َبلى َورَ بًِّ ل َتؤت ٌَنكمْ عَالمْ الغَ ٌب ْ " الذٌنَْ َك َفرواİnkârcılar, kıyamet bize gelmeyecek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’ân’da Âhiret İnancı dediler. De ki hayır! Gaybı bilen Rabbimin hakkı için o mutlaka size gelecektir" (Sebe, 34/3), َّْ" َز َع َْم الَّذٌنَْ َك َفروا أَن لَّن ٌبعَثوا قلْ َبلَى َورَ بًِّ لَتبعَثنİnkârcılar asla diriltilmeyeceklerini iddiâ ettiler. Deki, hayır! Rabbime yemîn olsun ki muhakkak diriltileceksiniz.." (Teğabun, 64/7) KUR’ÂN’DA ÂHİRET HAYATININ TEMEL ÖZELLİKLERİ Kur’ân’da âhiret hayatıyla ilgili bir kısım özellikler ortaya konmaktadır. Maddeler hâlinde sunmaya çalışalım. Dünyaya tekrar dönüş yoktur Kur'ân-ı Kerim'de, insanın yeniden diriltilişinin kıyamet günü olacağı, iâde tabirinden insanların kıyamet gününde tekrar diriltilmelerinin kast olunduğu, bu diriltmenin bir defâya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu hususta pek çok âyet vardır. İşte bunlardan birisi: Kur’ân, dünyaya tekrar dönüş olmayacağını kesin bir dille ifade etmektedir. الَّ إ َّنهَا َكلمَةْ هوَْ َقائلهَا ْ ( لَ َعلًِّ أَعمَلْ صَالحً ا فٌمَا َترَ كتْ َك99) ْل رَ بِّْ ارجعون َْ حَ َّتى إ َذا جَ اء أَحَ دَهمْ المَوتْ َقا (100) ََْومن َورَ ائهم بَر َزخْ إلَى ٌَومْ ٌبعَثون "Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim! Beni geri gönder. Tâ ki, boşa geçirdiğim dünya hayatında iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır." (Mü'minûn, 23/99-100). Bu âyet dünyaya yeniden gelmenin olmayacağını açık ve kesin bir şekilde ifade ediyor. Nitekim Muhammed İkbâl, "Kur'ân-ı Mubîn'de iyice açıklanmış ve hiçbir fikir kargaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir" dedikten sonra ikinci noktada: "Kur'ân-ı Kerîm'e göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Bu husus şu âyette gayet sarîh bir şekilde açıklanmıştır: ..." diyerek, yukardaki âyeti zikretmiştir. Kur'ân-ı Kerîm dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğunu ifade ederken tekid sadedinde " إ َّنهَا َكلمَةْ هوَْ َقائلهَاo, söylediği boş bir laftan ibarettir." buyurmuştur. َْ َومن َورَ ائهم بَر َزخْ إ َلى ٌَومْ ٌبعَثونifadesi de onların diriltilecekleri güne kadar berzah âleminde bekleyeceklerini, yani dünya hayatıyla âhiret hayatı arasında bir hayatta olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir. Dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını ifade eden diğer âyetlerden bir kısmı şunlardır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’ân’da Âhiret İnancı ( بَلْ َب َدا لَهم مَّا27) َّْلَ ن َك ِّذبَْ بآٌَاتْ رَ ِّب َنا َو َنكونَْ منَْ المإمنٌن ْ َولَوْ َترَ ىَْ إذْ وقفواْ َعلَى ال َّنارْ َف َقالواْ ٌَا لٌَ َت َنا نرَ ُّْد َو (28) ََْكانواْ ٌخفونَْ من َقبلْ َولَوْ ردُّواْ لَعَادواْ لمَا نهواْ عَنهْ َوإ َّنهمْ لَ َكاذبون "Onların, ateşin karşısında durdurulup, âh! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar." (En'âm, 6/27-28), ق َفهَل لَّ َنا من ِّْ َّلَّ َتؤوٌلَهْ ٌَو َْم ٌَؤتً َتؤوٌلهْ ٌَقولْ الَّذٌنَْ َنسوهْ من َقبلْ َقدْ جَ اءتْ رسلْ رَ ِّب َنا بالح ْ هَلْ ٌَنظرونَْ إ (53) َْل عَنهم مَّا َكانواْ ٌَف َترون َّْ ض َْ ش َفعَاء َفٌَش َفعواْ لَ َنا أَوْ نرَ ُّْد َف َنع َم َ ل غٌَرَْ الَّذي ك َّنا َنعمَلْ َقدْ َخسرواْ أَنفسَهمْ َو "...Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler, ya da dünyaya geri gönderilsek de yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak. Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti." (A'raf, 7/53) (108) ْل اخسَإوا فٌهَا َوّل ت َكلِّمون َْ ( َقا107) َْرَ َّب َنا أَخرج َنا منهَا َفإنْ عد َنا َفإ َّنا َظالمون "Rabbimiz bizi cehennemden çıkar, eğer bir daha dönersek o zaman gerçekten zalimlerdeniz. Allah buyurdu ki, susun! Konuşmayın!.." (Mü'minûn, 23/107-108). En'âm, 28. âyetteki, ْ" َو َلوْ ردُّواْ َلعَادواْ لمَا نهواْ عَنهEğer dünyaya geri döndürülselerdi nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı." ifadesi konumuz açısından çok önemlidir. Çünkü bu ifadeyle, farazâ o insanlar dünyaya tekrar gelseler de yine aynı şeyleri yapıp Allah'ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek, insanların bu dünyaya neden bir kere daha gönderilmediklerinin hikmeti beyân edilmiştir. Diriliş Cismanîdir Çok sayıda âyet, öldükten sonraki dirilişin hem manevi/ruhani hem de maddî/cismanî olacağını bildirmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan âhiret hayatının temel özelliklerinden birisi de âhiret hayatının sadece ruhânî bir hayat olmayıp maddî/cismanî yönünün de olduğu gerçeğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de dirilişle insanların yeni bir bedenle kabirlerinden çıkarılıp haşrolunmaları kastedilir. Zaten inkârcıların asıl itiraz ettikleri konu, dirilişin bu yönüdür. Yani çürüyüp toprak hâline gelmiş bedenlerin yeniden inşâ edilip diriltilmeleridir. Bu yüzden cismanî dirilişin aklen mümkün olduğuna, Yüce Allah’ın insanları başlangıçta yarattığı gibi, kıyamet gününde tekrar dirilteceğine dair pek çok delil sıralanmıştır. Cismanî dirilişin aklen mümkün olduğuna dâir zikredilen bütün bu âyetler haşrin, öldükten sonra tekrar dirilmenin cismanî olduğunun, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak derecede apaçık delilidirler. Burada misal olarak, bazı âyetlere değineceğiz. Hz. İbrahîm, Hz. Uzeyr, Ashab-ı Kehf kıssaları ve dirilişle alakalı diğer kıssalar, dirilişin cismanî olduğunun kesin delilleridir. Keza, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlerin, َْ" َقالوا أَئ َذا مت َنا َوك َّنا ترَ ابًا َوع َظامًا أَئ َّنا لَمَبعوثونBiz ölüp toprak ve kemik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’ân’da Âhiret İnancı hâline gelince mi!? Tekrar mı diriltileceğiz!?" (Mü'minûn, 23/82; Sâffât, 37/16; Vâkıa, 56/47) (12) ْ( َقالوا تلكَْ إ ًذا َكرَّةْ َخاسرَ ة11) أَئ َذا ك َّنا ع َظامًا َّنخرَ ًْة Cennet hayatı her yönüyle mükemmel olduğu gibi, cismanî nimetler açısından da öyledir. "Biz tekrar ilk hâlimize mi döndürülecek mişiz?! Çürümüş kemikler hâline geldikten sonra mı?! Dediler ki, bu o zaman zararlı bir dönüştür!" (Nâziât, 79/1012) gibi sözlerle şiddetli inkârları, dirilişin cismanî olduğunun beyan edilmesinden dolayıdır. Aksi hâlde onlar bu şekilde şiddetli inkârda bulunmazlardı. Çünkü hemen hemen bütün toplumlarda görüldüğü gibi, onlar da öldükten sonra rûhun bakî kaldığına dâir, bâtıl ve hurafe de olsa, birtakım inançlara sahip idiler. Dolayısıyla ruhların haşrini bu derece şiddetle inkâr etmeleri söz konusu değildir. Onlar bedenlerin yeniden diriltilmesini inkâr ediyorlardı. Nitekim, ْمَنْ ٌحًٌ الع َظا َْم وَْهًَْ رَ مٌم "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?!" (Yâ-sîn, 36/78) diye meydan okuyan inkârcı, eline çürümüş kemikleri alarak, o kemiklerin nasıl tekrar diriltilip hayat kazanacaklarını, böyle bir şeyin olamayacağını söylemesi üzerine, daha sonraki âyetlerle cevap verilmesi, bu inkârın cismanî diriliş hakkında olduğunun açık delilidir. Zaten, Kur'ân'da İslâm filozoflarının ele alışlarının aksine, insandan bir bütün olarak bahsedilmiş, beden rûh ayırımı yapılmamış, bedensiz rûhlardan bahsedilmemiştir. Yine Kur'ân'da tafsilatlı bir şekilde anlatılan cennet ve cehennem hayatı, cennetteki yiyecek ve içecekler, ağaçlar ve ırmaklar, saraylar, cennet hurileri, cehennem azabı, cehennemin yakacağı, kaynar sular; bu hayatın cismanî olduğunun açık delilleridir. İşte bir kaç âyet: ( َعلَى سر ْر14) َْ( َو َقلٌلْ مِّنَْ اآلخرٌن13) َْ( ثلَّةْ مِّنَْ اْلَوَّ لٌن12) ْ( فً جَ َّناتْ ال َّنعٌم11) َْك الم َقرَّ بون َْ أولَئ َ َ َّ ( بؤك َوابْ َوأبَارٌقَْ َو َكؤسْ مِّن17) َْ( ٌَطوفْ َعلٌَهمْ ولدَانْ م َُّخلدون16) َْ( م َّتكئٌنَْ َعلٌَهَا م َت َقابلٌن15) ْمَّوضو َنة (21) َْ( َولَحمْ َطٌرْ ِّممَّا ٌَش َتهون20) َْ( وَ َفاكهَةْ ِّممَّا ٌَ َت َخٌَّرون19) َْصدَّعونَْ عَنهَا َوّل ٌنزفون َ ٌ ( ّل18) ْمَّعٌن َ َ ُّ َ َ َ َ َ ( ّل ٌَسمَعونَْ فٌهَا لغ ًوا َوّل تؤثٌمًا24) َْ( جَ زاء بمَا كانوا ٌَعمَلون23) ْ( كؤمثالْ اللإلإْ المَكنون22) َْوحورْ عٌن ْ( وَ َطلح28) ْ( فً سدرْ مَّخضود27) ْ( وَ أَصحَ ابْ الٌَمٌنْ مَا أَصحَ ابْ الٌَمٌن26) الً سَالمًا سَالمًا ْ ٌّل َّ ق ْ ( إ25) ْ( َوفرش33) ّْل َّ مَقطوعَةْ َوّل مَمنوعَة ْ (32) ْ( وَ َفاكهَةْ َكثٌرَ ة31) ْ( َومَاء مَّسكوب30) ْ( وَ ظلْ مَّمدود29) ْمَّنضود ْ( ِّْلَصحَ ابْ الٌَمٌن37) ( عربًا أَترَ ابًا36) ( َفجَ عَل َناهنَّْ أَب َكارً ا35) ( إ َّنا أَن َشؤ َناهنَّْ إن َشاء34) ْمَّرفوعَة Cennet hayatı gibi, cehennem hayatının da sonsuz ve kesintisiz olduğuna dair çeşitli âyetler vardır. "Önde olanlar önde olanlar, İşte onlar mukarrebûndur. Naîm cennetlerinde... Çoğu öncekilerden, az bir kısmı da sonrakilerdendir. Cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerinde, karşılıklı oturup yaslanırlar. Etraflarında ebedîleştirilmiş çocuklar dolaşıp dururlar. Maîn'den doldurulmuş testiler, ibrikler ve kâselerle. Ondan dolayı ne başları ağırır, ne de akılları gider. Ve beğendikleri meyveler... İştahlarının çektiği kuş etleri. İri gözlü hûrîler. Saklı inciler misâli... Yaptıklarına bir mükâfat olarak. Orada ne boş laf ne de günah söz işitirler. Sadece selâm! selâm! denilir. Ve ashab-ı yemîn, ne mutlu ashâb-ı yemîn'e! Onlar dalbastı kirazlar, sıra sıra dizili muzlar, uzun gölgeler, bolca dökülen sular, kesintisiz, yasaksız çokça meyveler içindedirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’ân’da Âhiret İnancı Bir de yüksek döşekler... Biz o kadınları eşsiz bir şekilde yarattık ve onları bâkireler kıldık. Kocalarına düşkün, hep aynı yaşta... Ashâb-ı yemîn için." (Vakıa, 56/10-38) Kur'ân-ı Kerîm'de cismanî haşr bu derece açık olarak bildirildiği içindir ki, Kur'ânı Kerîmle cismanî haşri inkârın bir kalpte birlikte bulunamayacağı söylenmiştir. Aslında dünyâ, âhiretin bir fihristesi hükmündedir. Dünya hayatında insanlara tattırılan cismanî lezzetler birer numûnedir. Asıllarına teşvîk etmek içindir. Buradaki tattırma, cennetlerde ebedî âleme lâyık nimetler hazırlandığına delâlet etmektedir. Bu dünya hayatında cismanî bir hayat yaşayıp, cismanî nimetlerden istifade ettiği hâlde, bunların daha mükemmel bir şekilde âhirette bulunacağını kabul etmeyip inkâr eden bir insanın ne derece tututarsızlık içinde olacağı âşikârdır. Âhiret Hayati Ebedîdir Kur’ân’da âhiret hayatına dair bilgiler, hem naklîdir; hem de aklîdir. Bireysel Etkinlik Kur'ân-ı Kerimde pek çok âyette cennet ve cehennemden bahsedilirken ََْخالدٌن " فٌهَا أَ َب ًداOrada ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır." (Nisâ, 4/57; Maide, 5/119; Ahzâb, 33/65; Cin, 72/23 ...) ifadesiyle cennet ve cehennem hayatının sonsuz olduğu ifade edilmiş; yine, ْل َم َكانْ َومَا هوَْ ب َمٌِّت ِّْ ّلَ ٌَ َكادْ ٌسٌغهْ َوٌَؤتٌهْ المَوتْ من ك ْ " ٌَ َتجَ رَّ عهْ َوİrinli suyu içmeye çalışır fakat boğazından geçiremez. Ona her taraftan ölüm gelir, fakat o ölmez." (İbrahîm, 14/17), ّْل ٌ َخفَّفْ عَنهم مِّن َْ ّل ٌقضَى َعلٌَهمْ َفٌَموتوا َو َْ َوالَّذٌنَْ َك َفروا لَهمْ َنارْ جَ َه َّن َْم " َع َذابهَاİnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez." (Fâtır, 35/36), ّل ٌَذوقونَْ فٌهَا َْ ّْل المَو َت َْة اْلولَى َو َو َقاهمْ َع َذابَْ الجَ حٌم َّْ (" المَوتَْ إCennetlikler) ilk tattıkları ölüm dışında orada artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur." (Duhân, 44/56) gibi âyetlerde de cennet ve cehennemde ölüm olmadığı, hem cennetliklerin hem de cehennemliklerin bulundukları mekânlarda ölümsüz olarak kalacakları ifade edilmiştir. Bu husus itiraza yer bırakmayacak bir şekilde açık ve kesindir. • Kur'ân ayetleri çerçevesinde, Kur'ân'da anlatılan âhiret hayatının temel özellikleri hakkında düşününüz. KUR’ÂN’DA ÂHİRET İNANCININ AKLÎ YÖNLERİ Kur'ân-ı Kerîm'de âhiretle alakalı mevzular sadece naklî olarak ele alınmamış, öldükten sonra yeniden dirilişin aklen mümkün olduğu ve vukuunu gerektiren Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’ân’da Âhiret İnancı sebep ve deliller üzerinde de durulmuştur. Pek çok âyette âhireti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin şüphe ve iddiâlarına cevaplar verilmiş, kıyamet günü gerçekleşecek olan yeniden dirilişin Allah için çok kolay olduğu, çeşitli şekillerde izah edilerek, bu konu akla yaklaştırılmıştır. Sunulan delilleri maddeler hâlinde sıralayalım. İlk Yaratan Yeniden Diriltmeye de Kadirdir Kurân-ı Kerîm'de öldükten sonra yeniden diriliş meselesinin aklen mümkün olduğu ispat edilirken ve bu husustaki şüphe ve itirazlara cevap verilirken, sık sık, bir şeyi bir kere yaratanın tekrar yaratmaya (ihyâ) da kadir olduğu ifade edilmiş, nazarlar insanların ilk yaratılışına çevrilerek, ilk yaratılışın düşünülmesi istenmiştir. Bir âyette şöyle buyruluyor: ّل ٌَذكرْ اإلنسَانْ أَ َّنا َْ ت ْلَسَوفَْ أخرَ جْ حَ ًٌّا أَ َو ُّْ َوٌَقولْ اإلنسَانْ أَئ َذا مَا م " َخلَق َناهْ من َقبلْ َولَمْ ٌَكْ َشٌ ًئاİnsan der ki, ben öldükten sonra diriltilip kabrimden dışarı mı çıkarılacak mışım!? İnsan daha önce hiç bir şey değilken kendisini yarattığımızı hatırlamıyor mu?" (Meryem, 19/70) Gören gözler için, bahar mevsiminde yeryüzünde haşrin sayısız örnekleri vardır. Bu âyette öldükten sonra dirilmeyi aklına sığdıramayan insana karşı, insanın daha önceleri varlık âleminde hiç yokken, isminden bahsedilen bir şey değilken varedilmesine, ortaya çıkarılmasına dikkat çekilmiş, insanı bir kere yaratanın tekrar yaratmaya da kadir olduğu ifade edilmiştir. Yâ-sîn suresinde de bu konuda şöyle buyrulur: ًٌل مَنْ ٌح َْ ( َوضَرَ بَْ لَ َنا َم َثالًْ َو َنسًَْ َخل َقهْ َقا77) ْأَ َولَمْ ٌَرَْ اإلنسَانْ أَ َّنا َخلَق َناهْ من ُّنط َفةْ َفإ َذا هوَْ َخصٌمْ مُّبٌن (79) ْل َخلقْ عَلٌم ِّْ ل مَرَّ ةْ َوهوَْ بك َْ َّ( قلْ ٌحٌٌهَا الَّذي أَن َشؤَهَا أَو78) ْالع َظا َْم َوهًَْ رَ مٌم "İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu ki apaçık düşman kesiliyor!? Bir de kendi yaratılışını unutup bize bir misâl getirdi. Dedi ki, bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?! De ki, onları ilk defâ yaratan diriltecek. O her türlü yaratmayı bilendir. " (Yâ-sîn, 36/77-79). Bu âyetlerin sebeb-i nüzulü hakkında şu hâdise anlatılır: أن جماعة من كفار قرٌش منهم أبًّْ بن خلف الجمحً وأبو جهل والعاصً بن وائل والولٌد بن المغٌرة والالت والع ّزى: ثم قال، إنّْ هللا ٌبعث اْلموات، أّل ترون إلى ما ٌقول محمد:ًّْ فقال لهم أب،تكلموا فً ذلك أترى هللا ٌحًٌ هذا بعد ما قد، ٌا محمد: وأخذ عظمْا ً بالٌْا ً فجعل ٌفته بٌده وهو ٌقول.ْلصٌرنّْ إلٌه وْلخصمنه " " نعم ويبعثك ويدخلك جهنم: قال صلى هللا علٌه وسلم.ر ّْم "İçlerinde Ubeyy b. Halef, Ebû Cehil, As b. Vâil, Velîd b. Muğîre'nin de bulunduğu Kureyş kâfirlerinden bir grup kendi aralarında, öldükten sonra dirilme hakkında ileri geri konuşurlarken Ubeyy arkadaşlarına der ki: "Muhammed'in şu dediğine bakın! Allah ölüleri tekrar diriltecekmiş!? Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki, O'nun yanına varıp tartışacağım!" Ubeyy çürümüş bir kemik alır, (peygamberimizin yanına varır.) Elindeki kemiği ufalayarak şöyle der: "Yâ Muhammed! Bu kemik çürüyüp Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’ân’da Âhiret İnancı dağıldıktan sonra Allah bunu nasıl diriltecek!? Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) şöyle der: Evet, seni diriltecek ve Cehenneme sokacak! (Daha sonra bu âyetler nazil olur)." İnsanın Yaratılış Evreleri Kur'ân-ı Kerim'de, öldükten sonra tekrar dirilişi akıllara yakınlaştırmak, inkârcıları susturmak için sık sık insanın yaratılış evrelerine, neden yaratıldığına bakması istenir. Çünkü insanın yaratılışı Allah'ın sonsuz kudretini açık bir şekilde akıllara gösteren ve devamlı olarak tekrarlanan eşsiz bir mucizedir. Böyle bir mucizeye şahid olan, hakkıyla düşünüp teemmül eden insanın öldükten sonra diriliş hakkında hiçbir şüphesi kalmaz. Burada örnek olarak Hacc sûresi, 5-7. âyetleri sunalım: ٌَا أَ ٌُّهَا الَّْناسْ إن كنتمْ فً رَ ٌبْ مِّنَْ البَعثْ َفإ َّنا َخلَق َناكم مِّن ترَ ابْ ث َّْم من ُّنط َفةْ ث َّْم منْ َعلَ َقةْ ث َّْم من مُّضغَةْ م َُّخلَّ َق ْة الً ث َّْم ل َتبلغوا أَشدَّكمْ َومنكم مَّن ْ َوغٌَرْ م َخلَّ َقةْ لِّن َبٌِّنَْ لَكمْ َونقرُّْ فً اْلَرحَ امْ مَا َن َشاء إلَى أَجَ لْ ُّم َس ًّمى ث َّْم نخرجكمْ طف َ َ َ ٌ َت َو َّفى َومنكم مَّن ٌرَ ُّْد إلَى أَر َذلْ العمرْ ل َكٌال ٌَعلَ َْم من بَعدْ علمْ َشٌ ًئا َو َترَ ى اْلَرضَْ هَام َدًْة َفإذا أ نزل َنا َعلٌَهَا المَاء ْل َشًءْ َقدٌر ِّْ ق َوأَ َّنهْ ٌحًٌ المَو َتى َوأَ َّنهْ َعلَى ك ُّْ َهللا هوَْ الح ََّْ َّْك بؤَن َْ ( َذل5) ْل َزوجْ بَهٌج ِّْ اه َت َّزتْ َورَ بَتْ َوأَن َب َتتْ من ك (7) ْهللا ٌَب َعثْ مَن فً القبور ََّْ َّّْلَّ رَ ٌبَْ فٌهَا َوأَن ْ ْ( َوأَنَّْ السَّا َع َْة آتٌَة6) Ölümün kardeşi olan uyku, âhiretin varlığı için bir kanıttır. “Ey insanlar eğer öldükten sonra tekrar dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz, düşününüz, biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra alakadan (rahim cidarına yapışan nesne), sonra muhallak ve muhallak olmayan (belirli ve belirsiz) bir mudğadan (bir çiğnemlik et parçası) yarattık ki, size beyân edelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra da yetişkinlik çağına... Sizden kimisi vefât eder, kimisi de bir şeyler bilir vaziyetten sonra hiç bir şey bilmez bir hâle gelmek üzere erzel-i ömre çevrilir. Yer yüzünü kupkuru, sönük bir hâlde görürsün, fakat ona yağmur yağdırdığımızda, kıpırdanır, kabarır ve her çiftten iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah Hakk'tır, O ölüleri diriltir ve O her şeye kadîrdir. Hiç şüphesiz kıyamet de gelecektir ve Allah kabirlerde olanları diriltir." (Hac, 22/5-7). Bu âyetlerde zikri geçen insanın yaratılış evrelerinden her biri, başlı başına bir mucize olup Yüce Yaratıcının sonsuz kudretini gösterdikleri gibi, insanları tekrar diriltmeye kadir olduğunun da delilleridir. Yeryüzünün Bitkilerle Canlandırılması Kur'ân-ı Kerim'de öldükten sonra tekrar dirilmeyi akla yakınlaştırmak için sunulan misâllerden biri de ölü hâldeki arzın bahar mevsiminde tekrar canlanması, kuru ağaçların yaprak, çiçek ve meyvelerle süslenmeleridir. Bir nevi diriliş olan bu işleri yapan Zât'a ölüleri diriltmek ağır gelmez. Bu konudaki âyetlerden birinde şöyle buyrulur: ك لَمحًٌ المَو َتى َوهوَْ َعلَى َْ هللا َكٌفَْ ٌحًٌ اْلَرضَْ بَع َْد مَوتهَا إنَّْ َذل َّْ َْفانظرْ إلَى آ َثارْ رَ حمَت Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’ân’da Âhiret İnancı ْ ل َشًءْ َقد ٌر ِّْ " كAllah'ın rahmet eserlerine bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte O ölüleri de diriltecektir. O her şeye kâdirdir" (Rûm, 30/50). İlkbahar, insanın bebeklik ve çocukluk, yaz, gençlik ve olgunluk, sonbahar, ihtiyarlık, kış ise, ölüm ve kabir hayatına benzemektedir. Kış mevsimini yeni bir bahar beklediği gibi, ölümü de yeni bir diriliş beklemektedir. İnsanın devamlı olarak her yıl müşahede ettiği bahar mevsimindeki yaprak, çiçek, meyve gibi rahmet eserleriyle, haşr ve neşrin pek çok numuneleri sergilenmektedir. Göklerin ve Yerin Yaratılması Yeniden dirilişin Allah için ne derece kolay olduğunu göstermede delil olarak sunulan âyetlerden bir kısmı da gökleri ve yeri yaratanın ölüleri tekrar diriltmekten âciz kalmayacağını ifade etmektedir. Çeşitli âyetlerde bu duruma işaret edilmiştir. Bu âyetlerden birinde şöyle buyruluyor: ًََْاواتْ َواْلَرضَْ َولَمْ ٌَع َّْ َّْأَ َولَمْ ٌَرَ وا أَن َ هللاَ اْلَّذي َخلَقَْ ال َّسم ْل َشًءْ َقدٌر ِّْ " ب َخلقهنَّْ ب َقادرْ َعلَى أَنْ ٌحًٌَْ المَو َتى َبلَى إ َّنهْ َعلَى كGökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet, O her şeye kadîrdir"(Ahkâf, 46/33). Şüphesiz, daha azametli ve büyük bir şeye kâdir olan daha küçük olana da kâdirdir. Uyku ve Uyanış Uyutup uyandıran, ölümden sonra diriltmeye de elbette kadirdir. Kur'ân-ı Kerîm'de, şu iki âyettte uyku ve uyanış, ölüm ve dirilişe benzetilmiştir: َوهوَْ الَّذي ٌَ َت َو َّفاكم باللٌَّلْ َوٌَعلَمْ مَا جَ رَ حتم بال َّنهَارْ ث َّْم ٌَبعَثكمْ فٌهْ لٌقضَى أَجَ لْ ُّم َس ًّمى ث َّْم إلٌَهْ مَرجعكمْ ث َّْم ٌ َنبِّئكم بمَا َْ" كنتمْ َتعمَلْونO'dur ki, geceleyin rûhlarınızı alır, gündüzleyin de ne yaptığınızı bilir. Sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüz sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır. Sonra size yaptıklarınızı haber verecektir." (En'âm, 6/60), َْهللا ٌَ َت َو َّفى اْلَنفسَْ حٌن َّْ َْ مَوتهَا َوالَّتً لَمْ َتمتْ فً َم َنامهَا َفٌمسكْ الَّتً َقضَى َعلٌَهَا المَوتَْ َوٌرسلْ اْلخرَ ى إلَى أَجَ لْ م َس ًّمى إنَّْ فً َذل ك َْ" َآلٌَاتْ لِّ َقومْ ٌَ َت َف َّكرونAllah ölenin rûhunu ölüm vaktinde, ölmeyeninkini ise uykusunda alır. Sonra hakkında ölüm hükmettiğini tutar, diğerini muayyen bir vakte kadar gönderir. Bunda tefekkür edenler için âyetler vardır." (Zümer, 39/42). Bu âyetlerde hem uykuyla ölüm, uyanmakla diriliş arasında bir benzerlik ifade edilmiş, hem de Allah'ın kudretine nazaran ikisinin de benzer şeyler olduğundan hareketle, öldükten sonra dirilişin imkâniyetine delil getirilmiştir. Bu benzerlikten dolayıdır ki, hadis-i şeriflerde, " النوم اخو الموتuyku ölümün kardeşidir." denmiştir. Geçmiş Milletlerde Yaşanan Diriliş Hâdiseleri Kur'ân-ı Kerim'de öldükten sonra dirilişin mümkün olduğunu vurgulayan örneklerden bir diğeri de geçmiş devirlerde çoğunluğu peygamber ve onların kavimleri hakkında yaşanmış yeniden diriliş mucizeleri ve hâdiseleridir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’ân’da Âhiret İnancı Diriliş hâdiselerinden beşi Bakara sûresinde zikrolunmuştur. Şimdi sırasıyla önce bu kıssaları, ardından, diğer sûrelerdeki örnekleri zikredelim: a. İsrail Oğulları'ndan Bir Topluluğun Diriltilmesi : ْ( ث َّْم َب َعث َناكم مِّن بَعد55) َْهللاَ جَ هرَ ًْة َفؤ َ َخ َذتكمْ الصَّاع َقةْ َوأَنتمْ َتنظرون َّْ َوإذْ قلتمْ ٌَا موسَى لَن ُّنإمنَْ لَكَْ حَ َّتى َنرَ ى (56) َْمَوتكمْ لَ َعلَّكمْ َتشكرون "Hani siz, Yâ Mûsâ Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız demiştiniz de sizi, bakıp dururken, yıldırım yakalamıştı. Sonra şükredersiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik." (Bakara, 2/55-56). b. İneğin Bir Parçasının Vurulmasıyla Maktûlun Diriltilmesi : هللا المَو َتى َّْ ًٌك ٌح َْ ( َفقل َنا اضربوهْ ببَعضهَا َك َذل72) َْهللا مخرجْ مَّا كنتمْ َتكتمون َّْ َوإذْ َق َتلتمْ َنفسْا ً َفا َّدارَ أتمْ فٌهَا َو (73) ََْوٌرٌكمْ آٌَاتهْ لَ َعلَّكمْ َتعقلون "Hani siz bir kimse öldürmüş de onun hakkında birbirinizi mudafaa etmiştiniz. Halbuki Allah gizlediğinizi ortaya çıkarıcıdır. Bunun üzerine, onun (ineğin) bir parçasıyla vurun dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir ve aklınızı kullanırsınız diye âyetlerini gösterir." (Bakara, 2/72-73). Geçmiş devirlerde yaşanmış diriliş hadiseleri, kıyamet gününde gerçekleşecek olan büyük dirilişin örnekleridirler. c. Beldelerini Bırakıp Kaçanların Kıssası : ْهللا لَذو َفضل ََّْ َّْهللا موتواْ ث َّْم أَحٌَاهمْ إن َّْ ْل لَهم َْ أَلَمْ َترَْ إلَى الَّذٌنَْ َخرَ جواْ من دٌَارهمْ َوهمْ ألوفْ حَ َذرَْ المَوتْ َف َقا (243) َّْلَ ٌَشكرون ْ َْعلَى ال َّناسْ َولَـكنَّْ أَك َثرَْ ال َّناس "Ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkan binlerce insanın hâline bak! Bunun üzerine Allah onlara ölün dedi, sonra diriltti. Allah insanlara karşı çok lütûfkârdır, fakat insanların çoğu şükretmiyorlar." (Bakara, 2/243). d. Yüz Yıl Ölü Olarak Bekletildikten Sonra Diriltilen Kimse : ْهللا م َئ َْة عَامْ ث َّم َّْ ْهللا بَع َْد مَوتهَا َفؤَمَا َته َّْ ْل أَ َّنىَْ ٌحٌـً هَـَذه َْ أَوْ َكالَّذي مَرَّْ َعلَى َقرٌَةْ َوهًَْ َخاوٌَةْ َعلَى عروشهَا َقا َ ْك لَمْ ٌَ َت َس َّنهْ َوانظر َْ ك َو َشرَ اب َْ ل بَل لَّبثتَْ م َئ َْة عَامْ َفانظرْ إلَى طعَام َْ ل لَبثتْ ٌَومًا أَوْ بَعضَْ ٌَومْ َقا َْ ل َكمْ لَبثتَْ َقا َْ َب َع َثهْ َقا َ َ ََّْ َّْل أعلَمْ أن هللا َْ ك آٌ ًَْة لِّل َّناسْ َوانظرْ إلَى الع َظامْ َكٌفَْ ننشزهَا ث َّْم َنكسوهَا لَحمًا َفلَمَّا َت َبٌَّنَْ لَهْ َقا َْ َك َول َنج َعل َْ إلَى حمَار (259) ْل َشًءْ َقدٌر ِّْ َعلَى ك "Ya da o kimsenin durumuna bak ki, duvarları bacaları üzerine çökmüş bir şehre uğradı da Allah bunu, ölümünden sonra nereden diriltecek! dedi. Bunun üzerine Allah o kimseyi yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti. Ne kadar kaldın dedi. O da bir veya bir kaç gün dedi. Allah: Bilâkis yüz yıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamışlar! Eşeğine bak! Seni insanlara bir âyet (öldükten sonra tekrar dirilmeye delil) kılalım diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl kaldırıp düzenliyor, sonra da et giydiriyoruz! Diriltme işi ona açıkça görülünce dedi ki: Artık bildim ki, Allah her şeye kadîrdir." (Bakara, 2/259). e. Hz. İbrahim'in Kıssası: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’ân’da Âhiret İnancı َْل َفخذْ أَر َب َع ًْة مِّن َْ ل َبلَى َولَـكن لٌَِّطمَئنَّْ َقلبً َقا َْ ل أَ َولَمْ تإمن َقا َْ ل إبرَ اهٌمْ رَ بِّْ أَرنً َكٌفَْ تحٌـً المَو َتى َقا َْ َوإذْ َقا َ َّ َّ َ َ َ (260) ْهللا عَزٌزْ حَ كٌم َْ َّْل جَ بَلْ مِّنهنَّْ جزءًا ث َّْم ادعهنَّْ ٌَؤتٌ َنكَْ سَعًٌا َواعلمْ أن ِّْ الطٌرْ َفصرهنَّْ إلٌكَْ ث َّْم اجعَلْ َعلى ك "İbrahim de Rabbine demişti ki: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster. Rabbi de O'na: İnanmadın mı? dedi. O da: Evet, fakat, kalbim mutmain olsun diye dedi. Allah buyurdu ki, o hâlde kuşlardan dört tane al, yanında alıkoy, sonra her bir dağın başına bir parça koy. Sonra onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki, Allah her şeye kadîrdir." (Bakara, 2/260). Ashab-ı Kehf kıssası, âhiretin hak olduğunu haykırır! f. Ashab-ı Kehf'in Kıssası: ( إذْ أَ َوى الفتٌَةْ إلَى ال َكهفْ َف َقالوا رَ َّب َنا آت َنا من9) أَمْ حَ سبتَْ أَنَّْ أَصحَ ابَْ ال َكهفْ َوالرَّ قٌمْ َكانوا منْ آٌَات َنا َعجَ بًا ُّْ( ث َّْم َب َعث َناهمْ ل َنعلَ َْم أَي11) ( َفضَرَ ب َنا َعلَى آ َذانهمْ فً ال َكهفْ سنٌنَْ َع َد ًدا10) ك رَ حم ًَْة َو َهٌِّئْ لَ َنا منْ أَمر َنا رَ َش ًدا َْ لَّدن َ َ َ َّ َ َ َ ِّ َ َ َ ً ً (13) ق إنهمْ فتٌَةْ آمَنوا برَ بِّهمْ َوزدناهمْ هدى ْ َك نبَؤهم بالح َْ ٌ( نحنْ نقصُّْ َعل12) الحزبٌَنْ أحصَى لمَا لبثوا أ َمدا (14) َاواتْ َواْلَرضْ لَن َّندعوَْ من دونهْ إلَهًا لَ َقدْ قل َنا إ ًذا َش َط ًطا َ َورَ بَط َنا َعلَى قلوبهمْ إذْ َقاموا َف َقالوا رَ ُّب َنا رَ بُّْ ال َّسم ْ( َوإذ15) هللا َكذبًا َّْ هَإّلء َقوم َنا ا َّت َخذوا من دونهْ آله ًَْة لَّوّل ٌَؤتونَْ َعلٌَهم بسل َطانْ َبٌِّنْ َفمَنْ أَظلَمْ ممَّنْ اف َترَ ى َعلَى (16) هللا َفؤووا إلَى ال َكهفْ ٌَنشرْ لَكمْ رَ بُّكم مِّن رَّحمته وٌ َهٌِّئْ لَكم مِّنْ أَمركم مِّر َف ًقا ََّْ َّّل ْ اع َت َزلتموهمْ َومَا ٌَعبدونَْ إ َ َ َ َ َْ َو َترَ ى ال َّشمسَْ إ َذا َطلَعَت َّت َز َاورْ عَن َكهفهمْ ذاتَْ الٌَمٌنْ َوإذا َغرَ بَت َّتقرضهمْ ذاتَْ ال ِّشمَالْ َوهمْ فً َفج َوةْ مِّنهْ ذل ك ً ( َو َتحسَبهمْ أٌَ َق17) هللا َفهوَْ المه َتدْ َومَن ٌضللْ َفلَن َتج َْد لَهْ َول ًٌّا مُّرش ًدا ْاظا َوهمْ رقودْ َون َقلِّبهم َّْ ْهللا مَن ٌَهد َّْ ْمنْ آٌَات َّ َْذاتَْ الٌَمٌنْ َو َذاتَْ ال ِّشمَالْ َو َكلبهم بَاسطْ ذرَ اعٌَهْ بال َوصٌدْ لَو اطلَعتَْ َعلٌَهمْ لَ َولٌَّتَْ منهمْ فرَ ارً ا َولَملئتَْ منهمْ رعبًا ْل َقائلْ مِّنهمْ َكمْ لَبثتمْ َقالوا لَبث َنا ٌَومًا أَوْ بَعضَْ ٌَومْ َقالوا رَ بُّكمْ أَعلَمْ بمَا لَبثتم َْ ك َبعَث َناهمْ ل ٌَ َتسَاءلوا بٌَ َنهمْ َقا َْ ( َو َك َذل18) َ َ َ َّ َ َفابعَثوا أَحَ دَكم ب َورقكْمْ هَذهْ إلَى المَدٌ َنةْ َفلٌَنظرْ أ ٌُّهَا أز َكى طعَامًا َفلٌَؤتكم برزقْ مِّنهْ َول ٌَ َتلَطفْ َوّل ٌشعرَ نَّْ بكمْ أحَ ًدا ْك أَع َثر َنا َعلٌَهم َْ ( َو َك َذل20) ( إ َّنهمْ إن ٌَظهَروا َعلٌَكمْ ٌَرجموكمْ أَوْ ٌعٌدوكمْ فً ملَّتهمْ َولَن تفلحوا إ ًذا أَ َب ًدا19) َ هللا حَ قْ َوأَنَّْ السَّا َع َْة ّل رَ ٌبَْ فٌهَا إذْ ٌَ َت َن ْازعونَْ بٌَ َنهمْ أَمرَ همْ َف َقالوا ابنوا َعلٌَهم بنٌَا ًنا رَّ بُّهمْ أَعلَمْ بهم َّْ لٌَعلَموا أَنَّْ َوع َْد َ َ َ َّ َ َ (21) ل الَّذٌنَْ َغلَبوا َعلَى أمرهمْ لنتخذنَّْ َعلٌهم مَّسج ًدا َْ َقا "Yoksa sen Ashâb-ı Kehf ve Rakîm'in bizim âyetlerimizden aciplerinden olduğunu mu zannettin? Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da Rabbimiz bize tarafından rahmet ver ve bize durumumuz hakkında bir kurtuluş yolu hazırla demişlerdi. Bunun üzerine biz de onları mağarada çok senelerce uyuttuk. Sonra da iki tâifeden hangisinin, onların kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları dirilttik. Biz sana onların başından geçenleri doğru bir şekilde anlatıyoruz... Böylece insanları onların hâline muttali kıldık ki, Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve kıyamet hakkında şüphe olmadığını bilsinler. Hani onlar aralarında meselelerini tartışıyorlardı..." (Kehf, 18/9-21) g. Hz. Adem ve Hz. İsâ'nın Yaratılışları: Hz Adem'in topraktan, Hz.İsâ'nın ise, babasız olarak anne karnında yaratılması bunları yapan Allah'ın ölüleri tekrar diriltmeye de kâdir olduğunun en güzel misâllerindendir. Nitekim bir âyette şöyle buyruluyor: َوجَ عَل َنا ابنَْ َْمر ٌَ َْم َوأمَّهْ آٌ ًَْة َو َآوٌ َناهمَا ْ" إلَى رَ ب َوةْ َذاتْ َقرَ ارْ َومَعٌنMeryem'in oğlunu ve annesini de bir âyet yaptık." (Mü'minûn, 23/50). Bu âyette Cenab-ı Hak, İsâ (a.s) ve annesini insanlar için bir âyet, yani dilediğini yapmaya kâdir olduğuna dâir kat'î bir hüccet kıldığını haber veriyor. Bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyruluyor: هللا َك َم َثلْ آ َد َْم َخلَ َقهْ من ترَ ابْ ث َّْم ّْ ل عٌسَى عن َْد َْ إنَّْ َم َث Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’ân’da Âhiret İnancı ْ ل لَهْ كن َفٌَك ون َْ " َقاAllah'a göre İsâ'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. O'nu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi." (Al-i İmrân, 3/59). h. Hz. İsâ'nın Ölüleri Diriltme Mu'cizesi: Hz. İsa'nın, Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi, iki şekilde tezâhür etmiştir: ِّ َْ" أَ ِّنً أَخلقْ لَكم مِّن... Size çamurdan bir َّ ْالطٌنْ َكهٌَ َئة Birincisi, هللا ّْ ْالطٌرْ َفؤَنفخْ فٌهْ َفٌَكونْ َطٌرً ا بإذن kuş sûreti yapar, ona üflerim, derhal Allah'ın izniyle kuş olur." (Al-i İmrân, 3/49) âyetinde belirtildiği gibi, çamura kuş şekli verip sonra üfürmesiyle Allah'ın izniyle kuş olup uçmasıdır. İkincisi ise, هللا ّْ ْ" َوأحًٌ المَو َتى بإذنyine, Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim." (Al-i İmrân, 3/49) âyetiyle belirtildiği gibi, daha önceleri ölmüş olan kimseleri Allah'ın izniyle diriltmesidir. Her iki durum da öldükten sonra dirilişe delildir. Çünkü, bunları Hz. İsâ'nın eliyle veya duâsıyla yapan Allah'ın, ölüleri diriltebileceği de muhakkaktır. İnsan Boş Yere Yaratılmamıştır. Sonsuz Bir Âlem Onu Beklemektedir. “İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor!?” (Mü'minûn, 115) Kâinâta göz attığımızda, galaksi gibi en büyük âlemlerden, atom gibi en küçük sistemlere kadar her şeyin, büyük bir hikmet ve maslahata göre cereyan ettiğini görüyoruz. Hiç bir şey abes olarak, boş yere ve faydasız yaratılmamıştır. Yeryüzündeki canlı, cansız, bitki, hayvan her varlığın pek çok vazife ve faydaları vardır. Basit gördüğümüz, önemsemediğimiz varlıklar dahi, pek çok fayda ve hikmete binaen yaratılmışlardır. Nitekim günümüzde pek çok dallara ayrılmış olan ve her biri sürekli bir şekilde bu kâinâtı ve yeryüzündeki canlı ve cansız varlıkları inceleyen, araştıran pek çok ilim, hilkatte hiç bir kusur olmadığını itiraf etmekte, her şeyin yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda yaratıldığını ve çalışmakta olduğunu söylemekte, âdeta kendi lisanlarıyla,ْل َشًء َّْ هللا الَّذي أَت َقنَْ ك َّْ َْ“ صنعher şeyi mükemmel yapan Allah'ın san'atı...” (Neml, 27/88), ْل َشًءْ َخلَ َقه َّْ “ أَحسَنَْ كyarattığı her şeyi güzel yaptı” (Secde, 32/7) âyetlerini terennüm etmektedirler. Nitekim, َّْل ترجَ عون ْ َ " أَ َفحَ سبتمْ أَ َّنمَا َخلَق َناكمْ َعب ًَثا َوأَ َّنكمْ إلٌَ َناsizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz!?"(Mü'minûn, 23/115), أٌََحسَبْ اإلنسَانْ أَن ك س ًدى َْ َ" ٌترinsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor!?" (Kıyame, 75/36) âyetleri bu gerçeği en güzel şekilde ifade etmekte ve Cenab-ı Hakk'ın, insanı başıboş, emir ve nehiyden uzak tutmayacağını, diriltilmemek üzere kabirde terketmeyeceğini haber vermektedir. Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk'ın hikmeti nazara verilerek âhiretin vuku bulacağı, gerekliliği ispat edildiği gibi, çok defa bu hikmetin peşinden adaletine de vurgu yapılarak; mü'minlerle kâfirlerin, iyilerle kötülerin... bir sayılmayacağı, mutlaka aralarının ayrılarak, bir kısmının mükâfat, diğer kısmının ise cezâya marûz kalacağı ifade edilmekte, böylece Allah'ın adaletinin böyle bir ayırımı gerekli kıldığı bildirilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Kur’ân’da Âhiret İnancı İnsanın Fıtratı Âhiret’in Varlığına Delâlet Etmektedir. İnsan bu dünyaya sığan bir varlık değildir. Onun istidat, kabiliyet ve latifeleri, ebedî bir âlemi istemektedir. İnsan, bu kâinatta Cenab-ı Hakk'ın ahsen-i takvîm üzere yarattığı (Tîn, 95/4), maddî ve manevî azâ ve cihazlarını düzenleyip dengelediği (İnfitâr, 82/7), ihtiyaç duyduğu her şeyi kendisine bahşettiği (İbrahîm, 14/34), yeryüzünde bir halîfe olarak tayin ettiği (Bakara, 2/30), mükerrem (İsrâ, 17/70) bir varlıktır. Öyle ki, yeryüzündeki canlı-cansız her varlık, insana koşmakta, insan olmak için yarışmaktadır. İşte böylesine mükemmel yaratılan, pek çok istidat ve kabiliyetlerle donatılan insan bu kısacık dünya hayatı için yaratılmış olamaz. İnsandaki sayısız istidât ve kabiliyetlerin bu dünya hayatı için verildiği düşünülemez. Çünkü burada onların çoğuna ihtiyaç yoktur. Hatta pek çok istidât ve kabiliyet, hissiyât ve latîfeler, yaratıldıkları gayeye yöneltilmedikleri takdirde, çok defa insanın dünyasını karartmakta, başına belâ olmaktadırlar. Meselâ, insanın geçmiş lezzetlerini düşünmesi, geleceğinden endişe etmesi, dünyaya karşı aşırı hırs ve bağlılığı, buna mukabil tatmin olmaması, onun dünyasını karartmakta, hayatının tadını kaçırmaktadır. Demek ki, bu duygular ve latîfeler insana dünya hayatı için verilmemiştir. Bilâkis ebedî bir hayatı kazanmak için verilmiştir. Çünkü asıl endişe-i istikbâl (geleceği düşünüp tasalanmak), kabrin ötesi için gereklidir. Asıl hırs, âhiret azığı kazanmak içindir. Asıl muhabbet de âhiret ve devamlı dostlar için verilmiştir... Bu duygu ve latîfelerin asıl mecrâları bunlardır. Aksi hâlde fayda değil, zarar getirirler. Nitekim," َورَ ضواْ بالحَ ٌاةْ الدُّنٌَا َواطمَؤ َ ُّنواْ بهَاDünya hayatına razı oldular ve onunla mutmain oldular..." (Yûnus, 10/7) âyeti de hakikatte insanoğlunun bu dünya hayatıyla itminân duymayarak başka bir âlemin arayışı ve özlemi içinde olması gerektiğine işâret ediyor ve dünya hayatıyla mutmain olanları kınıyor. İnsanın bütün istidât, kabiliyet ve latîfeleri âhiret hayatına delâlet ettiği gibi, onun latîfeleri içinde bir tanesi vardır ki, ebedî hayatı ister, ondan başka bir şeyle mutmain olmaz. Latîfe-i rabbaniyye veya garize-i mukaddese olarak ifade edilen bu latife, insanoğlundaki bekâ sevgisinin kaynağıdır. İnsan yiyeceğe ihtiyaç duyup karşılığında yiyecekleri bulduğu, susadığında karşılığında su bulduğu, susuzluk suyun varlığına şehâdet ettiği gibi; bekâ arzusu, ebedî yaşama isteği de ebedî hayatın varlığına şehâdet etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de insandaki ebedî yaşama arzusuna işâret eden pek çok âyet-i kerîme vardır. İlk insan olan Hz. Adem'in bu arzuya sahip olduğu ifade edilerek, bu arzunun bütün insanların ortak yönü olduğuna şöyle işâret edilmiştir: َْف َوس َوسَْ إلٌَه ّل ٌَبلَى َّْ ْك َعلَى َشجَ رَ ةْ الخلدْ َوملك َْ ُّل ٌَا آدَمْ هَلْ أَدل َْ " ال َّشٌ َطانْ َقاŞeytan ona vesvese verdi, dedi ki, ey Adem! sana ebediyet ağacını ve bitip tükenmeyen mülkü göstereyim mi?" (Tâ-hâ, 20/120). Bu âyetle aynı zamanda Hz. Adem'in rûhundaki ebedî yaşama arzusunun ne derece kuvvetli olduğuna dikkat çekilmiştir. Öyle ki, şeytan onu bu arzusunun yerine getirileceği vadiyle kandırmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kur’ân’da Âhiret İnancı " قلْ إنَّْ المَوتَْ الَّذي َْتفرُّ ونَْ منهْ َفإ َّنهْ م َالقٌكمDe ki, kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, mutlaka size erişecektir..." (Cum'a, 62/8) âyetinde de insanın ölümden korkup kaçtığı, ebedî bir hayatı arzuladığı, belîğ bir üslûbla ifade edilmektedir. Hatta, أٌَ َنمَا ْ" َتكونواْ ٌدرك ُّكمْ المَوتْ َولَوْ كنتمْ فً بروجْ ُّم َش ٌَّدَةnerede olursanız ölüm size ulaşır, sağlam burçlarda olsanız bile!" (Nisâ, 4/78) âyeti, insanların ölümden kurtulmak için çok uzak diyarlara gideceklerine, hatta ellerinden gelse başka gezegenlere gidip, ölümsüzlüğü tâ oralarda arayacaklarına işâret ediyor. Bütün peygamberler âhireti haber vermiş, bütün ilahî kitaplar âhiret âleminden bahsetmiştir. Yine insanın fıtratına dikkat edildiğinde, onun bu dünyaya öğrenmek ve tekemmül etmek için geldiği görülecektir. Çünkü insan, hayvanların aksine, dünyaya aciz ve zayıf bir surette, hiç bir şey bilmez bir durumda geliyor (Nahl, 16/78). Bir yaşında ancak yürümeye başlıyor, on beş yaşında ancak zarar ve menfaatini farkedebiliyor. Hatta ömrünün sonuna kadar öğrenmeye ihtiyaç duyuyor. Hayvanlar ise, dünyaya geldiğinde, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir. Kısa bir zamanda çevresiyle olan münasebetlerini, hayatını sürdürmesi için lazım olan şeyleri öğrenir, meleke sahibi olur. Artık hayatı boyunca bir şey öğrenme ve tekemmül etme ihtiyacı duymaz. Kutub, daha önce de zikrettiğimiz "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz..." (Hac, 22/5) âyetinin tefsîrinde şu güzel izahta bulunuyor: ٌمر بها الطفل بعد أن ٌرى النور لتشٌر إلى أن اإلرادة،وإن هذه اْلطوار التً ٌمر بها الجنٌن ً إذ أن اإلنسان ّل ٌبلغ كماله ف.المدبرة لهذه اْلطوار ستدفع باإلنسان إلى حٌث ٌبلغ كماله الممكن فً دار الكمال . فال بد من دار أخرى ٌتم فٌها تمام اإلنسان, ً لكً ّل ٌعلم من بعد علم شٌئْا- فهو ٌقف ثم ٌتراجع،حٌاة اْلرض "Anne karnında iken cenînin, dünyaya geldikten sonra bebeğin uğradığı bu tavırlar (merhaleler) işâret ediyor ki, bu tavırları tedbîr eden irâde, insanı mümkün olan kemâline ulaşacağı dâru'l-kemâl olan âhiret âlemine de gönderecektir. Çünkü insan bu dünya hayatında kemâlini tamamlayamıyor. Belli bir merhaleden sonra duraklıyor, sonra geri dönüyor: "Bilir durumundan sonra hiç bir şey bilmesin diye..." o hâlde insanın kemalâtının tamamlanacağı başka bir âlem olmalıdır..." Bütün Peygamberler ve İlahî Kitaplar Âhiretin Varlığını Bildirmiştir. Hz. Adem'den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar bütün peygamberler, dünyanın muhtelif bölgelerinde, farklı zamanlarda, birbirlerinden habersiz olarak, fakat âdeta ittifak etmiş gibi hepsi de insanları, Allah'a imân'dan sonra, âhiret'e cennet ve cehenneme imân etmeye davet etmişlerdir. Dinler Tarihi bu gerçeğin şâhidi olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim de bütün peygamberlerin bu daveti yaptığını çeşitli âyetlerle ifade etmiştir. ْخال فٌهَا َنذٌر َْ ّل َّْ " َوإن مِّنْ أمَّةْ إHer ümmete mutlaka bir nezîr (cehennem azabıyla uyaran) gönderilmiştir" (Fâtır, 35/24) âyeti bütün milletlere peygamber gönderildiğini ifade ederken, nezîr (cehennem azabıyla uyaran) tabiri de her peygamberin âhireti haber verdiğine, Allah'ın Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kur’ân’da Âhiret İnancı emirlerini yerine getirmedikleri takdirde başka bir âlemde cezâ göreceklerini haber verdiklerine delâlet etmektedir. Bilindiği gibi, peygamberlerin en önemli vasıfları doğruluktur (sıdk). Onlar yalandan şiddetle kaçınmış ve başkalarını kaçındırmış emîn kimselerdir. Dolayısıyla bütün söyledikleri hak olan, beşeriyetin en dürüst, en ahlaklı, en güvenilir insanları olan peygamberlerin, "âhiret vardır, cennet ve cehennem haktır" şeklindeki sözlerine inanmamak, şüphe etmek mümkün değildir. Peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz‘in (s.a.v) istikbâle dâir verdiği haberler bir bir gerçekleşmiş, hatta o devirdeki kâfirler dahi onun haber verdiği şeyin mutlaka vuku bulacağına inandıkları için, aleyhlerine haber verdiği hususlarda tedbîri elden bırakmamışlardır. O hâlde, onun âhirete dâir verdiği haberler de mutlaka vuku bulacaktır. Nitekim, Adiyy b. Hatim şöyle demiştir: "Allah Rasûlu (s.a.v) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vuku bulmadan önce haber vermişti. Bir de ayrıca âhirete ait haberler verdi. Dünyaya ait verdiği haberler aynen çıktı. Bununla anlıyorum ki, âhirete ait verdiği haberler de aynen çıkacaktır." Bütün ilahî kitaplar, Allah'ın varlığı ve birliği meselesinden sonra en çok âhiret'in varlığı, cennet ve cehennem hayatı üzerinde durmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok vecîhlerle mu'cize olduğu, Allah kelamı olduğu ispat olunduğuna göre O'nun, aşağıdaki âyetlerde olduğu gibi, yeminlerle tekid ederek kat'î olarak haber verdiği âhiret, kıyamet, cennet ve cehennem hiç şüphesiz haktır ve vuku bulacaktır. َّ َو ْ( إ َّنمَا توعَدونَْ لَصَادق4) ( َفالم َق ِّسمَاتْ أَمرً ا3) ( َفالجَ ارٌَاتْ ٌسرً ا2) ( َفالحَ امالتْ وقرً ا1) الذارٌَاتْ َذر ًوا (6) ْ( َوإنَّْ ال ِّدٌنَْ لَ َواقع5) "Tozdurup savuranlara, yük yüklenenlere, kolayca süzülenlere, işi taksîm edenlere yemin olsun ki, size va'dedilen kesinlikle doğrudur ve mücâzât mutlaka vuku bulacaktır." (Zariyât, 51/1-6), "Tur'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki, rabbinizin azabı mutlaka vuku bulacaktır." (Tûr, 52/1-7) Bireysel Etkinlik Aklî ve naklî deliller âhiretin hak ve gerçek olduğunu gösteriyor. ُّ َو ْ( َوالبَحر5) ْ( َوالسَّقفْ المَرفوع4) ْ( َوالبٌَتْ المَعمور3) ْ( فً رَ قْ مَّنشور2) ْ( َوك َتابْ مَّسطور1) ْالطور (7) ْ( إنَّْ َع َذابَْ رَ بِّكَْ لَ َواقع6) ْالمَسجور • Öldükten sonra dirilişin aklen mümkün ve gerekli olduğu hakkında düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Kur’ân’da Âhiret İnancı •Yüce Allah'ın, bir hidayet rehberi olarak gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm'de çok çeşitli ve farklı konulara yer verilmiştir. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'in devamlı olarak üzerinde durduğu, asıl maksat olarak belirlediği birtakım konular vardır ki, bunların başında tevhîd, âhiret, nübüvvet ve ibadet gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de her fırsatta bu konular ele alınmış, etraflı bir şekilde önemle üzerinde durulmuştur. Diğer konular ise, bu asıl maksatlara yardım etme gayesiyle dolaylı olarak zikrolunmuştur. •Kur’ân’ın asıl maksatlarından ikincisi olan âhiret inancı, Kur'ân-ı Kerîm'de çok geniş ve farklı yönleriyle ele alınmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bir taraftan, âhiret hayatının naklî yönüne yer verilerek, uhrevî âlemlerin ebedî manzaraları tasvîr edilip, gözler önünde canlandırılırken, bir taraftan da âhiret hayatıyla, öldükten sonra dirilmeyle alakalı, şüphe ve inkârlara cevap verilerek, öldükten sonra tekrar dirilmenin aklen mümkün olduğu, âhiretin vuku bulmasının gerekli olduğu, çeşitli delillerle güçlendirilmiş, böylece mesele aynı zamanda aklî çerçevede ele alınmıştır. Cismanî dirilişin aklen mümkün olduğu izah edilirken, insanı ve insandan büyük varlıkları, gökleri ve yeri yaratanın onu tekrar diriltmeye de kâdir olduğu, insanın yaratılış evrelerinin, uyku ve uyanışın, kupkuru yer yüzünün bahar mevsiminde bitkilerle canlandırılışının bu yaratılışın birer numune ve örneği olduğu delil sadedinde sunulmuş, ayrıca geçmişte yaşanmış bazı diriliş hadiseleri örnek olarak sunulmuştur. Bu dirilişin gerçekleşmesinin lüzumu ve âhiret hayatının gerekliliği, yani vukuuna dair deliller sunulurken de başka delillerle beraber daha çok Allah'ın isimleri üzerinde durulmuş, Allah'ın rahmet, hikmet, adalet gibi sıfatlarının yeni bir âlemin inşâsını gerekli kıldığı belirtilmiştir. •Kur'ân'da anlatılan öldükten sonra diriliş ve âhiret hayatı sadece ruhanî olmayıp, aynı zamanda cismanîdir. Yeniden dirilişle, cennet nimetleri ve cehennem azabıyla alakalı pek çok ayet açık bir şekilde bu gerçeği anlatmaktadır. Ancak bu cismanîlik, o âleme münasip olup bu dünya hayatından farklı özellikler taşımaktadır. Yine Kur'ân'a göre âhiret hayatı sonsuzdur, ölümsüzdür. Bu durum hem cennet hem de cehennem için geçerlidir. Dünyaya tekrar dönüş yoktur. Kur'ân-ı Kerîm bu durumu açık bir şekilde bildirmektedir. İnsanlar fıtratlarından kaynaklanan köklü bir arzu ile, ebedî bir hayatı, susuz bir kimsenin suyu araması gibi, her zaman aramışlarsa da vahyin ışığından uzaklaşıldıkça, bu arzularını tatmin edecek başka yollara sapmışlar, böylece ölüm sonrası hayatla alakalı tenâsüh, reenkarnasyon gibi değişik batıl inançlar doğmuştur. •İnsanlık, her hususta olduğu gibi, ölümden sonraki durumlarının ne olacağının cevabını da en güzel şekliyle ancak Kur'ân'da bulabilir ve bu husustaki şüphelerinden de Kur'ân'ın sunduğu delillerle kurtulabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Ödev gönderimi Alıştırmalar Etkileşimli Alıştırmalar • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. Ödev Kur’ân’da Âhiret İnancı • Âhiret inancının hak olduğuna dair aklî kanıtlar bulmaya çalışarak bunları 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kur’ân’da Âhiret İnancı DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’ın asıl maksatlarından biri değildir? Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz a) Tevhîd b) Âhiret c) Nübüvvet d) İbadet e) Tarihî bilgiler 2. Aşağıdakilerden hangisi kıyametin kopmasıyla alakalı tabirlerden değildir? a) el-Azife b) el-Kâria c) eş-Şâmme d) el-Ğâşiye e) es-Sâhha 3. Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân’da anlatılan özelliklerinden biri değildir? âhiret hayatının temel a) Dünyaya tekrar dönüşün olmaması b) Dirilişin cismanî olması c) Tenasühün olmaması d) Cennetin ebedî, cehennemin geçici olması e) Cennet ve cehennemin ebedî olması 4. ّل ٌَذكرْ اإلنسَانْ أَ َّنا َخلَق َناهْ من َقبلْ َولَمْ ٌَكْ َشٌ ًئا َْ ت لَسَوفَْ أخرَ جْ حَ ًٌّا أَ َو ُّْ َوٌَقولْ اإلنسَانْ أَئ َذا مَا مâyetiyle ifade edilen gerçek aşağıdakilerden hangisidir? a) Gökleri ve yeri yaratan, insanı tekrar yaratabilir. b) İnsan başıboş yaratılmamıştır. c) İnsan Allah’a dönecektir. d) İnsanı bir kere yaratan tekrar yaratmaya da kadirdir. e) Âhiret hayatı ebedidir. 5. َّْل ترجَ عون ْ َ أَ َفحَ سبتمْ أَ َّنمَا َخلَق َناكمْ َعب ًَثا َوأَ َّنكمْ إلٌَ َناâyetinin meâli aşağıdakilerden hangisidir? a) Sizi bir kere yaratan tekrar yaratabilir. b) Siz hiç ölmeyeceğinizi mi zannettiniz!? c) Sizi elbette tekrar dirilteceğiz? d) İnsanoğlu boş yere yaratıldığını mı zannediyor? e) Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz!? Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kur’ân’da Âhiret İnancı 6. "İnsan başı boş bırakılacağını mı zannediyor!?" meâli hangi âyet için uygundur? a) b) c) d) e) وٌل ٌومئذ للمكذبٌن ْخال فٌهَا َنذٌر ْ َ ّل َّْ َوإن مِّنْ أمَّةْ إ َ َّ َ ْقلْ إنَّْ المَوتَْ الَّذي َتفرُّ ونَْ منهْ فإنهْ مالقٌكم ك س ًدى َْ َأٌََح َسبْ اإلنسَانْ أَن ٌتر َّْل ترجَ عون ْ َ أَ َفحَ سبتمْ أَ َّنمَا َخلَق َناكمْ َعب ًَثا َوأَ َّنكمْ إلٌَ َنا 7. Nezîr kelimesinin manası hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Cehennem azabıyla uyaran b) Cehennemlik c) Cennetlik d) Cennet ile müjdeleyen e) Benzer 8. Âhiret için Yevmu'l-hulûd tabirinin kullanılma sebebi nedir? a) Allah'ın kâfirlere olan vaîdi tahakkuk edeceği için b) Kâfir ve isyankârlar o gün, yaptıklarına pişman oldukları için c) Oradaki hayat ebedî olduğu için d) An be an o güne yaklaşıldığı için e) Buluşma ve karşılaşma günü olduğu için 9. Kur’ân’da âhiretle doğrudan alakalı olan âyetlerin miktarı için aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Kur’ân’ın yaklaşık 1/2’si b) Kur’ân’ın yaklaşık 1/3’ü c) Kur’ân’ın yaklaşık 1/4’ü d) Kur’ân’ın yaklaşık 1/5’i e) Kur’ân’ın yaklaşık 1/6’sı 10. Haşr kelimesinin manası için aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Dağıtmak b) Hesaba çekmek c) Toplamak d) Atmak e) Koşmak CEVAPLAR: 1-e, 2- c, 3-d, 4-d, 5-e, 6-d, 7-a, 8-c, 9-b, 10-c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Kur’ân’da Âhiret İnancı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Abduh, Muhammed. (tsz.). Cüz'ü Amme. Kahire. 2. Abdulkadir, Muhammed Ahmed. (1986). Akidetu'l-Ba's ve'l-Âhire fi'l-Fikri'lİslamî. İskenderiyye. 3. Cemel, İbrahim Muhammed. (1985). el-Hayatu Ba'de'l-Mevt. Daru'l-Kitabi'lArabi. 4. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır. (tsz). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul. 5. Endelüsî, Ebu Hayyan Muhammed. (1983). Tefsiru Bahri'l-Muhit. 2.bsk. ys. 6. Favî, Abdulfettah. (tsz). Akidetu'l-Meâd Beyne'd-Din ve'l-Felsefe. Kuveyt. 7. Fethî, İsmaîl. (1328). Hayat-ı Ebediyye ve Felsefe-i Ervâh. İstanbul. 8. Gazalî, Muhammed. (1989). el-Mehaviru'l-Hamse li'l-Kur’âni'l-Kerim. Kahire. 9. Güllüce, Veysel. (2001). Kur’ân-ı Kerim’de Âhiret İnancının Temelleri. EKEV. Erzurum. 10. Güngör, Mevlüt. (1995). Kur'ân Penceresinden İman Amel Hayat Âhiret ve Kâinât'a Bakış. İstanbul. 11. İbn Aşûr, Muhammed et-Tahir. (tsz). Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir. Daru'tTunusiyye. 12. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebu Abdillah Muhammed. (1991). er-Ruh. Beyrut. 13. İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmail. (1992). Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm. Beyrut. 14. İkbal, Muhammed. (1984). İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu. İstanbul. 15. İzutsu, Toshihiko. (tsz). Kur’ân'da Allah ve İnsan. çev. Süleyman Ateş. İstanbul. 16. Kılıç, Sadık. (1991). Fıtratın Dirilişi. İstanbul. 17. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed. (1988). el-Câmiu li-Ahkâmi'lKur'ân. Beyrut. 18. Kutub, Seyyid. (1980). Fi Zılali'l-Kur’ân. 9. bsk. ys. 19. Muğniyye, Muhammed Cevad. (tsz). Felsefetu'l-Mebde' ve'l-Mead. Daru'lCevad. 20. Muhâsibî, Ebu Abdillah el-Hâris b. Esed. (1986). el-Ba's ve'n-Nuşûr. Beyrut. 21. Mustafa Sabri. (1996). İlahi Adalet. Sad. Ömer H. Özalp. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Kur’ân’da Âhiret İnancı 22. Müyesser, M. Seyyid Ahmed. (1988). er-Ruh fi Dırasati'l-Mütekellimin ve'lFelasife. 2.bsk. Kahire. 23. Razî, Fahruddin Muhammed b. Ömer. (1990). et-Tefsîru'l-Kebîr (Mefâtîhu'lGayb). Beyrut. 24. Şehate, Abdullah Mahmud. (1980). Ehdafu Külli Suretin ve Mekasiduha. 2. bsk. el-Hey'etu'l Mısriyye. 25. Ulutürk, Veli. (1985). Kur’ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor ? İzmir. 26. Ulutürk, Veli. (1989). "Dirilişin Kur'ân'da Delil ve Örnekleri". M. E. B. Din Öğretimi Dergisi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İÇİNDEKİLER KUR’ÂN’DA NÜBÜVVET (PEYGAMBERLİK) İNANCI • Nübüvvetle İlgili Kavramlar • Peygamberliğin Mahiyeti ve Gerekliliği • Peygamberlerin İnsanlığa Katkısı • Peygamberlere İman ve Önemi TEFSİR • Peygamberlerin Ortak Çağrısı • Nebi ve Resul Arasındaki Fark Doç. Dr. Musa BİLGİZ • Peygamberlerin İsimleri ve Sayısı • Peygamberlerin Temel Özellikleri • Nübüvvet ve Mucize İlişkisi HEDEFLER • Peygamberliğin Son Bulması • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Konuyla ilgili kavramları tanımlayabilecek, • Peygambere imanın önemini kavrayabilecek, • Nübüvvetin gerekliliğini ve peygamberlerin görevlerini keşfedebilecek, • Peygamberlerin temel niteliklerini ayırt edebilecek, • Peygamberlerin sayısı ve Kur’ân’da adı geçen peygamberler hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Nübüvvet ve mucize ilişkisini mukayese edebilecek, • Peygamberlerin insanlığa katkılarını görebilecek, • Peygamberlerin ümmetlerine niçin ve nasıl şahitlik edeceklerini öğrenebilecek, • Peygamberliğin sonu ve son peygamber hakkında bilgileneceksiniz. ÜNİTE 5 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı GİRİŞ Allah, rahmetinin eseri olarak daha başlangıçta biz insanları sağlam fıtrat üzere yaratmış, birçok duyu organı ve duygularla donatmıştır. İnsanın mutlak doğruya ulaşabilmesi için özgürlük, akletme, düşünme, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, irade, konuşma, bilgi elde etme ve üretme gibi yetenekler de vermiştir. Bununla da yetinmemiş insanın öz benliğinde ve dış dünyasında ayetler, alametler koymuş, peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bütün bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek, rahmet ve rızasına uymak, hak yola girmek, öfke ve azabına sebep olan hâllerden kaçınmak içindir. Bu itibarla nübüvvet, Allah ile insan arasındaki iletişimi sağlayan dinin temel esaslarından biridir. Peygamberlerin asıl görevleri, insanları iki cihan saadet ve mutluluğuna ulaştırmak, gerekli olan kılavuzluğu üstlenmek, dinî konularda insanları aydınlatmak ve yol göstermektir. Görevlerinin esası, yol göstericilik olmakla birlikte, dinî olmayan konularda her şeyi bilmeleri beklenemez. Peygamberler, Allah’tan aldıkları vahyi insanlara tebliğ eden, sözlü ve uygulamalı olarak açıklayan şahsiyetlerdir. Başardıkları zor işler sebebiyle tarihin kaydettiği en büyük inkılâpçılar ve kahramanlar, peygamberlerdir. Onları tanımak, gerçek hayat hikâyelerini bilmek mü’minler için oldukça önem arz etmektedir. Zamanımızdan binlerce yıl önce yaşamış peygamberler ve mücadeleleri hakkında bize en doğru bilgiyi kutsal kitabımız Kur'ân-ı Kerîm vermektedir. Allah, iman edip iyi davrananları müjdeleyen, inkâra saplanarak kötü davrananları uyaran nebiler ve resuller göndermiştir. Onlarla birlikte, ihtilâfa düştükleri konularda hüküm vermek için, gerçekleri içeren ve doğruya ileten kitaplar indirmiştir. Zaman ve mekân değişikliğine rağmen kullandıkları üslûp aynıdır. Hepsi insanlarda bulunmayan bir ilim kaynağından besleniyor ve bahsediyor. Hepsine mecnun unvanı takılıyor, her türlü zulüm ve baskıya hedef oluyorlar. Karşı çıkan herkes, davalarından vazgeçmelerini istiyor; ama peygamberlerin hepsi de sözlerinde duruyor. Dünyanın hiçbir gücü, onların imanını, sadakat ve cesaretlerini sarsamıyor. Bu kadar büyük azim ve kararlılığa sahip olan bu kişilerin, bir başka yönleri de yalancı, hırsız, hain, ahlaksız, zalim veya haram yiyici gibi özelliklerinin olmamasıdır. En büyük düşman ve en alçak muhalifleri bile bunların bu yüce meziyetlerini kabul ediyorlar. Peygamberlerin ahlakı tertemizdir, haysiyetleri büyüktür, alçak gönüllü, namuslu ve dürüsttürler. Karakterleri bakımından hemcinslerinden üstündürler. Delilikleri de sabit değildir. Tam tersine, iyi ahlak, nefis terbiyesi ve dünya işlerinin ıslahı için getirdikleri talimat ve kuralların eşine rastlamak şöyle dursun, birçok âlim ve akıllı insan, bunların örneklik ve önderliklerinden istifade etmiştir. Peygamberler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı yaşadıkları devirlerde kendi görevlerini tam olarak yerine getirdiler. Ne var ki, insanlardan çok küçük gruplar peygamberlerin davetlerini kabul ediyor, büyük bir çoğunluk ise bu çağrıyı kabul etmeye yanaşmıyordu. Bu daveti kabul edenler bile bir süre Müslüman bir ümmet olarak yaşadıktan sonra, hatalara düştüler. Bazıları ilahî hidayeti tamamıyla unutup yanlış yollara meylettiler. Bazıları ise Allah'ın buyruklarını tahrif edip kendi arzu ve özlemlerine göre değiştirdi ve o tarzda yaşamaya başladılar. NÜBÜVVET/ PEYGAMBERLİK Nübüvvetle İlgili Kavramlar Peygamber, farsça bir kelime olup; sözlükte, "haberci" demektir. Arapçadaki "nebî" ve "resul" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılır. Bir terim olarak peygamber; Allah Teâlâ'dan vahiy alan ve bu vahyin içeriğini insanlara bildiren kişidir. Peygamberler, Allah’tan aldığı emir ve yasakları insanlara bildirerek onların hem dünyada ve hem de ahirette mutluluğa ulaşmalarını sağlamaya çaba gösteren değerli şahsiyetlerdir. "Biz onlardan her birine âlemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik" (En'âm, 6/86) ayeti, peygamberlerin yüceliğini ifade etmektedir. Nübüvvet, Allah ile insan arasındaki iletişimi sağlayan dinin temel esaslarından biridir. Kur’ân-ı Kerim, insanları ve cinleri dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için Allah'ın gönderdiği elçiler hakkında nebi ve resul terimlerini kullanmaktadır. Nebi kelimesinin, en-nebe’ veya nübüvvet’ten türediği konusunda iki görüş vardır. enNebe’, kendisiyle ilim elde edilen, faydalı ve çok önemli haber demektir. Bu anlama göre nebi, çok önemli ve faydalı ilimleri, haberleri gönderildikleri varlık âlemlerine getiren ve bildiren şahsiyetlerdir. Nebe’, sıradan bir haber değildir. Bir haberin nebe’ olabilmesi için, ilim ifade etmesi, önemli olması ve yararlı olması gerekir. Nübüvvet kelimesi ise sözlük anlamı itibarıyla, yücelik, yükseklik demektir. Buna göre nebiler, yücelik, yükseklik ve şeref sahibi kişiler anlamına gelmektedir. Nebi kelimesinin nübüvvet yani yücelik ve yükseklik anlamıyla ilgili olarak da “Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer” (Hac, 22/75) denilmiştir. Bu itibarla resullerin seçilmiş, yüksek ve değerli şahsiyetler oldukları ifade edilmiştir (Ayrıca bk. Âl-i İmran, 3/33, A’raf, 7/144; Sad, 38/47; Neml, 27/59). Nübüvvet kurumuna ve nebilerin görev ve sorumluluklarına baktığımızda nebi kelimesi, bu her iki anlamı da ihtiva etmektedir. Şöyle ki nebi olan Hz. Muhammed’in getirdiği kitap hakkında Kur’ân, “ْل هُوْ نبأعظِ ٌمْ * أن ُت ْْم ع ْن ُْه مُعْ ِرضُون ْْ ُ“ ”قDe ki: Bu Kur’ân çok önemli, ilim ifade eden ve faydalı bir mesajdır. Yine de siz ondan yüz çeviriyorsunuz” (Sad, 38/67-68) demektedir. Resul kelimesi ise elçi anlamındadır. Bu nedenle iki kelimenin sözlük anlamları birbirine çok yakındır. Ancak resul kelimesi, Kur’ân'da melek hakkında da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı kullanılmaktadır. Peygamberler ayrıca beşîr ve nezir yani müjdeleyen ve uyaran kelimeleriyle de nitelenmişlerdir. Beşir, iman edip iyi davrananları müjdeleyen, nezir ise inkâra saplanarak kötü davrananları uyaran demektir. Peygamberler sadece bu iki konuda değil, ayrıca insanların ihtilâfa düştükleri konularda da hüküm verir, onlara şüphesiz doğruları da söz ve davranışlarıyla bildirirler. Türkçe'de nübüvvet kavramından daha çok Farsça'dan dilimize geçmiş bulunan peygamber kelimesi kullanılmaktadır. Risâlet kavramı da nübüvvetle eşanlamlıdır. Peygamberlik müessesesi, Allah ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir. Nebi ve Resul Arasındaki Fark Müslüman âlimlerin bir kısmı, bu iki kavram arasında hiçbir farkın bulunmadığını söylemektedir. Diğer bir kısım âlimler ise terim olarak nebi ile resul arasında fark olduğunu iddia ederler. Onlara göre, yeni bir şeriat ve yeni bir kitap getiren peygambere resul, yeni bir şeriat ve yeni bir kitap getirmeyip kendinden önceki peygamberin şeriatını tebliğ eden peygambere de nebi denilir. Bu anlayışı benimseyenlere göre her resul, nebidir; ama her nebi, resul değildir. Peygamberler, vahyi insanlara tebliğ eden, sözlü ve uygulamalı olarak açıklayan şahsiyetlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'e baktığımızda, nebi ile resul arasında İslâm âlimlerinden bazısının iddia ettiği şekilde bir farkın olmadığını görmekteyiz. Aslında her ikisi de birbirinin yakın anlamlısıdır. Çünkü Kur’ân’da, peygamberimiz hakkında bazı ayetlerde nebi (Enfal, 8/64; Tahrim, 66/1; Tevbe, 9/73, 113, 118; Ahzab, 33/1, 6, 13, 28;..) bazı ayetlerde resul (Bakara, 2/214, 285, Al-i İmran, 3/32, 144, Maide, 5/67;...) bazılarında ise hem nebi, hem de resul ifadeleri birlikte kullanılmıştır. Ayrıca kendisine yeni bir şeriat verildiği Kur’ân’da ifade edilmeyen Hz. İsmail hakkında da hem resul, hem de nebi ifadeleri kullanılmaktadır: “Ve bu Kitap’ta İsmail’i de an. Doğrusu, o her zaman sözünde duran biriydi; bir resul bir nebi idi” (Meryem, 19/54). Aslında Allah'tan önemli haber (vahiy) aldıkları için peygamberlere, "nebi"; aldıkları haberleri gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de "resul" denir. Nebî ve resul kelimeleri, Allah ile insan arasında elçilik görevi yapan kişilerle ilgili olarak bu iki anlamı, ilişkiyi ifade etmektedir. Kur’ân’da Hz. Muhammed ve Hz. İsmail dışında hem resul, hem de nebî olarak anılan daha birçok peygamber mevcuttur. Örneğin, Hz. Mûsâ (Meryem, 19/51), Hz. Hârûn (Taha, 20/47). Bu iki peygamber birlikte “resul” olarak anıldıkları gibi ayrıca ikisine de kitap verildiğinden bahsedilmektedir (Saffat, 37/117). Hz. İsâ’ya da kitap verildiği hâlde nebi olarak anılmaktadır (Meryem, 19/30). “Bir vakit, Biz nebilerden, kuvvetli bir söz almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem’in oğlu Îsa’dan. Evet onlardan pek sağlam söz almıştık…” (Ahzab, 33/7) ayetinde kendilerine kitap ve sahife verilmiş olan nebilerden bahsedilmektedir. Bu konudaki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı en çarpıcı âyetlerden biri de nebîlere de kitaplar indirildiğini hiçbir şüpheye meydan vermeyecek derecede açıkça bildiren şu ayettir: “Bütün insanlar bir tek ümmet idi. Aralarında ihtilaflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak nebiler gönderdi. Onlarla birlikte, insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti de gönderdi ki, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hükmetsinler…” (Bakara, 2/213). Bu ayet, bazı kelam ve tefsir kitaplarında iddia edildiği gibi nebilere kitap verilmemiş olduğuna dair görüşün tutarlı olmadığını bildirmektedir. Peygamberliğin Mahiyeti ve Gerekliliği Tarihin kaydettiği en büyük inkılâpçılar ve kahramanlar peygamberlerdir. Allah, insanın dünyada ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratmış ve onun hizmetine sunmuştur. Dünyada çalışmak ve iş görmek için gereken bütün kabiliyet ve güç insana verilmiştir. Doğuştan itibaren insana doğru yol gösterilmiş olsaydı veya başka bir deyimle, zorla dürüst bir kişi yapılmış olsaydı, yaratılan her şey anlamını kaybedecekti. Ayrıca özgürlüğünü iyi kullanmasıyla bir insanın varabileceği en yüksek ve faziletli mevkiye varmak da mümkün olamayacaktı. Bundan dolayıdır ki Allah (cc.), insanın hidayeti için mecburi ve cebrî yolu değil, peygamberlerin telkiniyle seçilen yolu uygun görmüştür. Böylece bir yandan insanın hürriyetine zarar gelmeden, onun sınavdan geçirebilmesi imkânı doğdu, öte yandan da nasıl yaşaması ve inanması gerektiğini kendisine sunan ve yaşayan bir örnek olarak peygamberler gönderilmiş oldu. Peygamberlerin, hayatları boyunca söylediklerinin aksine hareket ettiği vaki olmamıştır. Söz ve hareketlerinde şahsî menfaatleri değil, ilahi rızayı ve başka insanların yararı ve rahatı için bin bir güçlük çekmişlerdir. Peygamberler, kendi iyiliği için başkalarına zarar vermez, bütün hayatları, doğruluk, dürüstlük, iyi niyet, fazilet, namus ve yüksek seviyeli insanlığın bir örneğidir. Cenabı Hak, peygamberlik vereceği şahısları, özel bir şekilde seçmiş ve terbiye etmiştir. “Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer…” (Hac, 22/75). ّللا ٌختار من المالئكة رسال ٌتوسطون بٌنه وبٌن األنبٌاء ّْ اس* أي ِْ ُال ومِنْ ال َن ًْ ّللا ُ ٌصْ طفًِ مِنْ ا ْلمالئِك ِْة ُرس َْ إرشادا، وٌبلغونهم ما ن ّزله علٌهم من وحٌه، وٌصطفى من الناس رسال ٌدعون عباده إلى ما ٌرضٌه، بالوحى . لهم وتشرٌعا لألحكام التً فٌها سعادتهم فى دنٌاهم وآخرتهم “Üstelik onlar Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı zatlardı” (Sad, 38/47). Peygamberlerin böyle özel bir terbiyeyle yetiştirilmeleri, onların da ümmetlerini güzel bir şekilde terbiye etmelerini sağlamak içindir. Peygamberler, insanlık tarihinde silinmez izler bırakmış ve başarılarıyla, insanlığa yüzyıllarca rehberlik etmiş şahsiyetlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Allah, peygamberlere hayatın amacını ve ahlaki değerlerin bilgisini verdi. Ve onlara diğer insanlara ilâhî vahyi ulaştırma ve doğru yolu gösterme görevini yükledi. Peygamberler, insanlık âlemine yaratılmanın amacını, hayatın anlamını, insanın ne olduğunu ve niçin yaratıldığını, ona her türlü güç ve imkânı kimin ve niçin sağladığını, hayatın asıl gayeleri ve bunların nasıl elde edilebileceğini öğreten şahsiyetlerdir. Bu hususlar, insanın en önemli ihtiyacıdır; insan bunları bilmeden dünya ve ahiret hayatında başarılı olamaz. Peygamber, Allah’ın terbiye ettiği ve seçtiği kişilerdir. Allah, bu insanlara din ve ahlak ilminin en değerlisini vermiş ve daha sonra aynı bilgileri başkalarına aktarabilmeleri için kendilerini peygamberlik makamına getirmiştir. İşte bu insanlara biz resûl veya nebi deriz. Peygamberler, yaşadıkları toplumlar içinde hususi kabiliyet ve yaratılış nitelikleri dışında, dürüst, erdemli ve anlamlı yaşantılarıyla temayüz etmişlerdir. Onların fıtrat ve karakterleri çok güzel ve tertemizdir. Bu nedenle tüm davranışları, doğruluk, dürüstlük ve asalet temeli üzeredir. Onlar, hayatlarının her safhasında daima fazilet ve doğruluğu telkin eder ve başkalarına tavsiye ettiği şeyleri de bizzat yaparlar. Başkalarının iyiliği için sıkıntı çeker ve kendi şahsi menfaatleri için başkalarına sıkıntı çektirmezler. Peygamberlik olmadan, insanlar, hak ve batıl inançlarla bunların kanıtlarını, hakikatle hurafenin ayırt edilmesini, ebedî mutluluğa götüren iyi işleri, bunları yapma yöntemlerini, cehenneme sürükleyen kötü işlerle bunlardan sakınma yollarını öğrenemez. Yalnızca bazı filozofların çok genel anlamda ulaşabilecekleri bilgileri, bütün insanların elde etmesi de imkânsızdır. Bütün bunlar dinî bilgiler açısından nübüvveti gerekli kılan hususlardır. Kutsal kitaplar, insanlara farklı diller, faydalı besinler, gemi yapımı, demirin yumuşatılıp işlenmesi, hayvancılık, ziraat, akıl yürütme, hukuk, ticaret gibi dünyevî konulara dair bilgiler de vermektedir. Küçük bir grup teşkil eden Brahmanlar, Budistler, hiçbir dine ve Allah’a inanmayanlar (ateistler) ve Tanrıya inanan ama hiçbir dine inanmayanlar (deistler) dışında insanların büyük çoğunluğu tarihte peygamberlerin yaşadığını ve ilâhî elçilik görevi yaptıklarını kabul eder. Günümüz antropoloji araştırmalarına konu olan Nûh tufanı ve gemisi, Hz. İbrahim'in inşa ettiği Kâbe, Kudüs'teki kutsal mekânlar, Hz. Muhammed'in kabri, Uhud Şehitliği gibi tarihi yapılar nübüvvet müessesesinin göstergeleridir. Ayrıca nübüvvetin insanlık kültüründeki izleri, giyim kuşamdan ibadetlere, diğer davranış biçimlerine ve şahıs isimlerine kadar pek çok alanda yaygın bir şekilde mevcuttur. Peygamberlerin İnsanlığa Katkısı Allah, rahmetinin eseri olarak daha başlangıçta biz insanları sağlam fıtrat üzere yaratmış, birçok duyu organı ve duygularla donatmıştır. İnsanın mutlak doğruya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı ulaşabilmesi için insana özgürlük, düşünme, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, irade, konuşma, bilgi elde etme ve üretme gibi yetenekler de vermiştir. Bununla da yetinmemiş insanın öz benliğinde ve dış dünyasında ayetler, alametler koymuş, peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bütün bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek, rahmet ve rızasına uymak, hak yola girmek, öfke ve azabına sebep olan hâllerden kaçınmak, ruhen ve ahlaken olgun insan olmak için gereklidir. İslam inancına göre bütün varlıklar, Allah'ın kuludur ve zorunlu olarak O'nun kanun ve emirleri altındadır. Bu, Kur’ân'ın "Tevhid" görüşüdür. Bu ilke ve anlayışı iyice bilmeden İslam anlaşılamaz. Peygamberler, insanlık tarihinde silinmez izler bırakmışlardır. İnsanın, kendisine bahşedilen yetenekler sayesinde, çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmesi bir ihtimal olarak mevcuttur. Ancak bu durum, oldukça sınırlı ve kendi gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan konularda veya gücü dâhilinde olup da aile ve dış çevrenin olumsuz etkisiyle gerçeğe ulaşamayacağı hususlar da söz konusudur. Böylesi zamanlarda, insanın elinden tutulması ve yolunun aydınlatılması gerekir. İnsanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah, hikmetinin, lütuf ve merhametinin bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin varlığından haberi olmayan bazı küçük topluluklar ile onlara inanmayıp gerçekleri tahrif eden milletler, sapıtmış ve insanlığa yakışmayan durumlara düşmüşlerdir. Bu toplumlar, insan, ağaç, taş, deniz, güneş, gökyüzü, yeryüzü ve hayvan gibi varlıklara tapınıp durmuşlardır. İşte toplumları bu gibi insan onurunu yok eden davranışlardan kurtarmak, onlara dünya ve ahirete yönelik sorumluluklarını öğretmek için peygamberler gönderilmiştir. İnsanlığın hem dünya, hem de ahiret mutluluğuna ermesini sağlamak için peygamberlere ihtiyaç vardır. İnsanlık âlemi, öteden beri peygamberlere muhtaç olmuştur. Doğrusu, sağduyulu hiçbir insan veya düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkâr edemez. İnsanların, Allah’ın varlığını ve birliğini akletme yetenekleriyle anlayabilmeleri bir ihtimal olarak düşünülebilir. Fakat Allah’a ait olan sıfat ve nitelikleri, nasıl ibâdet edileceğini, âhiret işlerini, dünya ve âhiretteki sorumluluğu, mükâfat ve cezânın ne şekilde ve hangi boyutta olacağını gerçek anlamda ve bütün yönleriyle bilemezler. İnsanların, en kısa ve en kesin bir yoldan dünyâ ve âhiret saadetine kavuşması, fikrî ve ahlaki yüksekliğe ulaşması, ancak ilâhî eğitim ve öğretimle mümkün olabilir. Peygamberler, en iyi ve en sağlam bir şekilde insanlara Allah'ı tanıtmış, inançla ilgili hükümleri, ibâdetin mana ve muhtevasını öğretmişlerdir. Peygamberler, ahlaki faziletleri, medenî hükümleri, içtimaî münasebetleri, faydalı ve zararlı şeyleri bildirmişlerdir. Böylece, maddî ve manevî sahada insanlar için tam bir kılavuz olmuşlardır. Peygamberlerin örnek ve rehber olarak gönderilmeleri, ahirette Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı insanların "bilmiyorduk, bize peygamber gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret ileri sürmelerini de geçersiz kılacaktır (Nisâ, 4/165). Peygamberler, sadece dinî kuralları değil, evrensel ahlaki ve insani değerleri de insanlık âlemine kazandırmışlardır. Allah, insanları kendi yol göstericiliğinden yani peygamberlerin rehberliğinden mahrum bırakacak olsaydı, inanç ve davranış alanlarında doğruya ulaşmak imkânsız hâle gelirdi. İnsana her ne kadar ihtiyaç duyduğu bilgileri üretebileceği duyular ve akıl yürütme gücü verilmişse de her iki kaynak da sınırlıdır. Akıl yürütme, geçmişi ve geleceği kuşatabilen mutlak ve mükemmel bir kaynak değildir ve insanın mutluluğu için gerekli olan bilgileri tek başına üretemez. Kaldı ki akıl, ürettiği bilgilerin benimsenmesini sağlayacak manevî bir yaptırım gücüne de sahip değildir. Öte yandan akıl yürütme gücüne rağmen insan, dünyevî arzularına aşırı bağımlılık sebebiyle yanlış hükümler verebilir, korkularının ve hırslarının etkisiyle aklî ve ruhî hastalıklara mâruz kalabilir. Ayrıca akıl yürütme bakımından her insan aynı seviyede değildir. Nitekim pek çok konuda değişik görüşler ileri sürülmektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı, insanı hataya düşmekten koruyacak mükemmel bir kaynağa ihtiyaç vardır ki bu da ilâhî bilgi kaynağından başkası olamaz. İnsan, yaratılıştan sahip kılındığı donanım sayesinde, akıl yürüterek veya tabii bir yönelişle Allah'ın varlığına fikren ulaşsa bile O'nun sıfatları, kulun yükümlülükleri ve ibadet tarzı, Allah-evren, Allah-insan, insan-insan ilişkileri ve insanın dünyada yaptıklarından hesaba çekileceği âhiret günü gibi konularda kesin bilgi sahibi olamaz. Dünya tarihindeki başarıların birçoğunun temelinde genellikle peygamberlerin ve tebliğ ettikleri dinlerin büyük bir payı vardır. Hz. Âdem’den bu yana insanlığın ortaya koyduğu mimari eserler, toplumsal kurumlar, bilimsel ve felsefi düşünceler, ahlakî ve insanî esaslar olmak üzere medeniyet dediğimiz niteliklerin tümü, peygamberlik müessesesinin eseridir. Peygamberler sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri insanlara öğretmek suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Onlar, ümmetlerini yalnız ahirete yönelik işlerde değil, dünyayla ilgili konularda da mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir. Peygamberlerin getirdikleri din, insanların sadece belirli bazı alanlar veya inançla ilgili birtakım ilkelerden ibaret değildir. Din, hayatı şekillendiren ve yeni değerlerle donatan topyekûn bir hayat tarzıdır. Fakat insanlar, zaman içerisinde veya dünyevi çıkarlarının kaybolacağı endişesiyle peygamberlere itaat etmekten yüz çevirmişlerdir. Bunun sonucunda oluşturdukları bazı inanç ve pratikleri, bazen peygambere izafe ederek, bazen de kişisel istekleriyle dinsel inançlar hâline dönüştürmüşlerdir. Peygamberler, sadece dinî kuralları değil, evrensel ahlaki ve insani değerleri de insanlık âlemine kazandırmışlardır. Onlar, Allah’ın kelâmını sadece bildirmek, yaymak, buyruklarını duyurmak ve açıklamakla değil, aynı zamanda bunların nasıl Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Tartışma forumu Tartışma tatbik edildiğini ve başkalarına nasıl örnek olabileceklerini göstermek için de faaliyette bulunmuşlardır. Onlar, ilahi emirlerin uygulanması konusunda toplumu denetleme, onlara rehberlik etme ve insan hayatındaki yanlışlıkları belirtmekle de sorumludurlar. • Peygamberlerin insanlık âlemi için gerekliliğini forumda tartışabilirsiniz. Peygamberlere İman ve Önemi Peygamberlere imanın, bütün peygamberleri kapsaması gerekir. Her şeye görüntü, şekil, kuvvet ve kabiliyet Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir. Dünyada hiçbir şey gösterilemez ki Rabbimiz ona şekil ve güç vermenin yanı sıra yaratılış amacını da öğretmiş olmasın. İnsanlara rehberlik ve önderlik yapılmasının en uygun şekli, gayet tabii ki şuurlu bir insanın onlara yol göstermesi, hem de bunun akıl ve mantıklarına aykırı olmayacak şekilde yapılmasıdır. Bütün Kâinat'ın yaratıcısı, sahibi ve hâkimi olan Cenab-ı Hak, insanı yarattı. Ona bilme, düşünme ve anlama gücü, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, seçme ve iradesini kullanma kabiliyeti verdi. Tasarruf yetkileri bağışladı. Kısacası, ona özgürlük verdi ve yeryüzünün halifesi olarak seçti. İnsan için en doğru yol, Allah’ı tek ilâh ve hâkim olarak kabul etmek, buyruklarına göre dünyadaki işlerini yapmak ve orada geçireceği ömrü, bir imtihan süresi olarak görmektir. İnsanın amacı ve hedefi, bu imtihanı kazanmak olmalıdır. Aksine yapacağı her hareket yanlış olacaktır. İnsan, hak veya batıl yollardan birini seçmekte özgürdür. Hak yolu seçerse, dünya ve ahirette huzur ve mutluluk bulacaktır. Şayet batıl yolu seçerse, dünyada da âhirette de ebedî huzursuzluk ve mutsuzluğa düşecektir. Allah, yeryüzüne ilk olarak gönderdiği insanları yani Adem ve Havva’yı, cehalet karanlığı içerisinde göndermedi. Aksine onların nasıl yaşamaları gerektiği konusunda bilgiyle gönderdi (Bakara, 2/31). Onların hayat tarzları, Allah'a itaat yani İslâmiyet’ti. Onlar, evlâtlarına da "müslim", yani Allah'a itaatkâr olma emrini vermişlerdi. Ne var ki, daha sonraki yüzyıllarda insanlar, bu doğru hayat tarzından ayrılarak çeşitli yanlışlıklara düştüler. Gaflet içinde yollarını şaşırmakla kalmadılar, bunu tahrif de ettiler. Allah'ın yanı sıra yerde ve göklerdeki pek çok insanî ve insanüstü, hayali ve maddi güçleri birer ilâh yaptılar. Allah'ın kendilerine bahşettiği dine, hakikat ilmine çeşitli batıl itikat ve nazariyeler karıştırarak kendi arzularına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı göre kural ve kanunlar icat ettiler. Sonuçta Allah'ın yarattığı dünyada, zulüm ve baskıdan geçilmez oldu. Peygamberlerin, tebliğ ettikleri inanç ve ahlaki ilkeler temelde aynıdır. Her önemli işte bir uzmana ihtiyaç duyulması, danışılması, onun tavsiyelerine göre hareket edilmesi dikkate değer bir husustur. Allah hakkında bilgi, O’nun rızasına uygun hayat tarzını bilme ve yaşama konusunda en önemli ve güvenilir bilgi kaynağı, hiç şüphesiz peygamberlerdir. Bundan dolayı peygamberlere iman, itaat ve onları izlemek her insan için mutlak surette lüzumludur. Peygamberin talimatlarını bir tarafa bırakıp, kendi kendine yol bulmaya çalışan kimse, doğru yoldan sapar ve kesinlikle yanlış yola girer. Çünkü doğru yol, peygamberler tarafından belirtilmiştir; ondan başka doğru yol yoktur ve olamaz. Bu yolu görmezlikten gelen ve başka yollar arayan kişi, kendi vehimlerine aldanmaktadır. Bu kişi kendi inatçılığı, gururu, peşin yargısı ve sapıklığının kurbanı olmaktadır. Bu yolu kabul etmeme, yanlış gurur, körü körüne taassup, atalarının yoluna inatla bağlılık veya nefsin aşağılık arzularının köleliği yüzündendir. Diğer yandan, bir kişi samimi ve haksever ise yanlış duygu ve inançların esiri ve tesiri altında değilse, gerçeğe giden yol ona açılır ve onun peygamberlere inanmayı reddetmesi için hiçbir sebep yoktur. O kişi, peygamberlerin öğretisinde kendi ruhunun yankısını bulur ve onları keşfetmekle kendi benliğini keşfeder. Peygamberlere inanmak, iman esaslarındandır. Tevhid inancının temellerinden biridir. Kur’ân, Allah'ı sevenlerin, peygamberlere uymaları gerektiğini birçok ayetinde emreder. Çünkü elçiye itaat, Allah'a itaattir: “ ّْللا وال َرسُول ّْ ل أطِ ٌعُوْْا ْْ ُّللا ُ غفُورْ رَ حٌِم* ق ّْ ّللا ُ وٌ ْغفِرْْ ل ُك ْْم ُذ ُنوب ُك ْْم و ّْ ّللا فا َتبِعُونًِ ٌُحْ بِ ْب ُك ُْم ّْ ْحبُّون ْْ ُق ِ ل إِن ُكن ُت ْْم ُت ّْللا لْ ٌُحِبُّْ ا ْلكاف ِِرٌن ّْ َْ( ”فإِن تولَ ْوْاْ فإِنÂl-i İmrân, 3/31-32; ayrıca bk. Furkan, 42/27-28; Nisa, 4/69; Nûr, 24/54). Peygamberlere imanın bütün peygamberleri kapsaması gerekir. Peygamberlerden bir tanesine bile inanmamak kişiyi dinin dışına çıkarır. Buna göre, iman yönüyle hiçbir peygamberi diğerinden ayırt etmemek gerekir ق بٌْنْ أحدْ مِّن ُْ لْ ُنف ِّر ( رُّ ُسلِ ِْهBakara, 2/136, 285). Allah’ın elçileri arasında ayırım yapıp bir kısmını kabul bir kısmını inkâr, şüphesiz küfür olarak nitelenmiş ve böyleleri için çok şiddetli azabın olduğu bildirilmiştir: “ ّْللا وْ ُر ُسلِه وٌقُولُونْ ُن ْؤمِنُْ ِببعْ ضْ ون ْكفُ ُْر ِببعْ ض ِّْ ْالل و ُر ُسلِ ِْه وٌ ُِرٌ ُدونْ أن ٌُفرِّ قُوْْا بٌْن ِّْ إِنَْ الَذٌِنْ ٌ ْكفُرُون ِب ْْالل وٌ ُِرٌ ُدون أن ٌ َتخ ُِذوا ِّْ الً * أ ُ ْولـئِكْ ُه ُْم ا ْلكافِرُون حقّْا ً وأعْ ت ْدنا لِ ْلكاف ِِرٌنْ عذابْا ً م ُِّهٌنْا ً * والَذٌِنْ آم ُنوا ِب ْ ٌبٌْنْ ذلِكْ س ِب ُ ّْ ٌِْه ْْم أُجُور ُه ْْم وكان ً ّللا ُ غفُورْاً َرحٌِمْا ْ ُ ْ ِ ( ”و ُر ُسلِ ِْه ول ْْم ٌُفرِّ قوْا بٌْنْ أحدْ ِّمن ُه ْْم أ ْولـئِكْ س ْوفْ ٌ ُْؤتNisa, 4/150-152). Peygamberler, insanların Allah önünde eşitliğini savunmuş ve bunun mücadelesini vermişlerdir. Peygamberlere karşı çıkanlar, çıkarlarının zedeleneceğini düşünen, bilgilerine güvenip şımaran, servetleriyle gururlanan, onlara itaat etmeye tenezzül etmeyen genellikle zengin ve mevki sahipleri olmuştur. Üst sınıf olduklarını düşünenler, toplumdaki imtiyazlı durumlarının sarsılmasını istemeyenler, onlara sürekli engel olmaya çalışmışlardır. Her peygamber, zorba, zayıfları ezen, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı çıkarlarına düşkün, gelenekleri körü körüne taklit eden, kibirli ve bağnazların direnişiyle karşılaşmıştır (Hûd, 11//27-34). Peygamberlere ilk uyanlar ise genellikle gençler ve insanlık dışı muamelelere maruz kalan ezilenler olmuştur. Çünkü gençler, yenilikleri kabule ve açık düşünceye daha yatkındırlar. Fakat bir ömür boyu belirli bir inanca, geleneğe bağlananlar, bu inançlarını kolayca terk edemezler. Peygamberler, fakirleri, köleleri korumuş, onlarla birlikte oturup yemek yemişlerdir. Onların kovulmasını ve yanlarından çıkarılmasını isteyen kibirli, zalim ve şımarık zenginlere "Ben, inananları kovamam!" (Hûd, 11/29) diyerek reddetmişlerdir. Bazı toplumlar, kendilerine gönderilen peygamberleri inkâr edip onlara karşı geldiler. Hatta bununla da kalmayıp onları öldürdüler (Bakara, 2/87; Al-İ İmran, 3/21, 112, 181, 183; Nisa, 4/155). Kur’ân’da, bilgilerine güvenip, servetleriyle gururlanan, peygamberlere uymaya tenezzül etmeyip inkâr edenlerin, sonunda nasıl cezalandırılıp mahvedildikleri anlatılmaktadır (Al-i İmran, 3/137; En’am, 6/11, 42-45; A’raf, 7/94-96, 101; Yunus, 10/13, 47 vd.) Peygamberlerin Ortak Çağrısı Kur’ân, peygamberlik olayını evrensel bir olgu olarak görmektedir. Bunun için, Kur’ân'da ismi belirtilmiş veya belirtilmemiş olsun (Nisa, 4/164), dünyanın her tarafına, bir başka ifadeyle her millete Allah'ın elçileri gönderilmiştir (Nahl, 16/36; Fâtır, 35/24; Mü'min, 40/78). Peygamberler önce kendi kavimlerine gönderilmekte; fakat ilettikleri tebliğ yalnız o yöreye ait değil, evrensel bir özelliğe sahiptir. Onun için bütün insanlar, inanmak ve söylediklerini takip etmek zorundadır. Vahiy, insanların hem âhirette ve hem de dünya hayatında mutlu olmasını sağlayacak kanunlar bütünüdür. Peygamberler, gönderildikleri toplumlara, onların konuştukları dille hitap etmiş ve o dilde mesajlar getirmişlerdir (İbrâhîm, 14/4). ْان ق ْو ِم ِْه لٌُِبٌِّنْ ل ُه ْم ِْ لَ بِلِس ْ ِوما أرْ س ْلنا مِن َرسُولْ إ Peygamberlerin, tebliğ ettikleri inanç ve ahlaki ilkeler temelde aynıdır. Bu birlik, onların aynı kaynaktan yani Allah tarafından görevlendirildiklerini göstermektedir. Vahiy, insanların hem âhirette ve hem de dünya hayatında mutlu olmasını sağlayacak kanunlar bütünüdür. Peygamberlerin tamamı, Allah'a kulluk etmeye yani Tevhid'e çağırmışlardır: َ ّللا واجْ تنِبُوْْا ْالطا ُغوت ّْ ن اعْ ُب ُدوْْا ِْ لً أ ْ ل أُمَةْ َرسُو ِّْ ولق ْْد بع ْثنا فًِ ُك "Andolsun ki, biz. 'Allah'a kulluk edin ve (tağut’tan) azdırıcı varlıklardan sakının' diye (emretmeleri için) her millete bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36). Bütün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî ve ahlakî prensipler aynı olmakla birlikte, ibadet hükümleri ile helal-haram konusunda birtakım değişik hükümler getirdikleri de olmuştur. Fakat şurası bir gerçektir ki bütün din ve peygamberlerin ortak ve temel hedefleri vardır. Bu ortak ve temel hedefler, insan ve toplumun mal, can, nesil, akıl ve dinî esas ve değerlerini muhafaza etmektir. Bütün peygamberler, bu toplumsal faydalar için gayret göstermişlerdir. Bu esaslar, peygamberlerin getirdikleri bütün dinlerde kutsaldır. (Şura, 42/13) Peygamber, nezirdir; cehennemle korkutur. Beşirdir; cennetle müjdeler. Peygamberler, mükemmel şahsiyetleri ile ilahî tebliği sarsılmadan ve korkusuzca ilan ederek, insanları kötü ahlaki vasıflardan çıkarma mücadelesini sürdürmüşlerdir. Onlar, kendilerine vahyedilen gerçekler ışığında Allah'ı ve O’nun yolunu, şeytanı ve ona yardımcı olan güçleri bütün açıklığıyla gözler önüne sermişlerdir. Fakat insanların çoğu, onlara karşı gelmiş, alay etmiş ve öldürmekle tehdit etmişlerdir. Sonuçta bir kısım sıkıntılarla karşılaşmış olsalar da her toplumda peygamberler ve tabi olanları, kurtuluşa ve zafere ulaşmıştır. Zulüm ve ahlaksızlıkta çok ileri giden inkârcılar, ya çeşitli bela ve musibetlere uğratılmış veya bazı tabiî afetlerle helak edilmişlerdir. Allah, bütün peygamberleri, insanlık âlemini cehaletin ve küfrün karanlığından vahyin (ilmin) aydınlığına çıkarmakla görevlendirmiştir. Peygamberler, görevlerini tam manası ile etkili bir şekilde yerine getirebilmek için, “ilim”le ve ilahî kurallar bütünü ile donatılmışlardır. Bu ilahî kurallar bütününe din denilir. Dinin temel hedefi, Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak (takva), insanlar arasında iyilik ve adalet duygusunu meydana getirmek ve geliştirmektir. Çünkü insanlar, ancak bu şekilde hayatın ulvî ve şerefli gayelerine ulaşabilirler. Allah'ın insanlara rehberlik için peygamberler göndermesinin esas gayesi, yeryüzünde bir adalet düzeni tesis etmektir. Böylece, insanlar zulüm ve saldırı olmaksızın barış içinde yaşayabilirler. Peygamberlerin bu fonksiyonu, Kur’ân’da şu ifadelerle dile getirilir: “ِْت وأنز ْلنا مع ُه ُْم ا ْلكِتابْ وا ْلمٌِزانْ لٌِقُومْ ال َناسُْ ِبا ْلقِسْ ط ِْ ”لق ْْد أرْ س ْلنا ُرسُلنا ِبا ْلبٌِّنا "Şu kesindir ki, Biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resullerle beraber kitap ve adalet terazisi indirdik...." (Hadid, 57/25). والمعجزات البٌنات وأنزلنا معهم الكتاب والمٌزان * أي وأنزلنا، بالحجج القواطع، وّللا لقد بعثنا رسلنا وفسر بعضهم، وأنزلنا القانون الذي ٌحكم به بٌن الناس، التً فٌها سعادة البشرٌة، معهم الكتب السماوٌة لٌقوم الناس بالقسط * أي لٌقوم الناس بالحق+ هو ما ٌوزن به وٌتعامل: وقال ابن زٌد،( المٌزان بأنه )العدل والعدل فى معامالتهم Bütün peygamberlere şu üç şeyin verildiği görülmektedir: 1) Beyyinat: Yani, onların Allah'ın gerçek peygamberleri olduğuna dair açık işaretler, mucizeler. Hakkın ve bâtılın ne olduğu âyet ve delillerle ispat edilmiş, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı ayrıca inanç, ahlak ve beşerî münasebetler konusunda doğru ve yanlış yolun özellikleri, açıkça ve şüpheye mahal bırakmadan izah edilmiştir. 2) Kitap: İnsanoğluna muhtaç olduğu hidayetin yolunu bulabilmesi için verilmiştir. 3) Mizan: Tartı yapıldığında hak ve bâtıl arasındaki farkı gösteren, düşünce, ahlak ve muamelât konusunda ifrat, tefrit ve itidal noktalarını ortaya koyan ilahi ölçü. Bu üç şeyin peygamberler ile birlikte dünyaya gönderilmesinin sebebi, onların ferdî ve toplumsal hayata adalet ve itidali hâkim kılmaları içindir. Böylelikle onlar, bir yanda Allah'ın kulları üzerindeki haklarını, insanın kendi üzerindeki haklarını ve sosyal ilişkilerde insanların birbirleriyle münasebetlerindeki haklarını ortaya koyup, bunları hakkıyla uygularlar. Onlar bu prensiplere dayanarak, toplumda zulmü kökten kaldıracak şekilde sosyal hayatı düzenlerler. Peygamberler, kutsal kitaplar ve bunların takipçisi olan Hak yolunun yolcuları, aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bu sebepten dolayıdır ki, onlara Kur’ân-ı Kerim'de müzekkir (hatırlatanlar) ve yaptıkları işlere zikr (hatırlatma), tezkere (hatıra), ve tezkir (hatırlatma) denilmiştir. Peygamberlerin İsimleri ve Sayısı Kur’ân-ı Kerim'de her millete mutlaka kendi içlerinden seçilmiş bir peygamber gönderildiği açıkça beyan edilmiştir: “ ل خالْ فٌِها َْ ِق بشِ ٌرْاً ونذٌِرْاً وإِن مِّنْْ أُمَةْ إ ِّْ إِ َنا أرْ س ْلناكْ بِا ْلح ْ“ ”نذٌِرBiz seni gerçek ile birlikte müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun” (Fâtır, 35/24. Ayrıca bk. Yunus, 10/47; İsrâ, 17/15). Peygamberlerin esas gayesi, yeryüzünde bir adalet düzeni tesis etmektir. İlk peygamber, Hz. Âdem; son peygamber ise Muhammed (s.a.s)'dir. Bu ikisi arasında sayısını ancak Allah'ın bildiği kadar peygamberler, gelip geçmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de peygamberlerin sayısı ve tümünün ismi bildirilmemiştir; yalnız yirmi beş peygamberin adı zikredilir. Kur’ân'da adları geçen peygamberler şunlardır: Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Ya'küb, Yûsuf, Şuayb, Eyyûb, Zülkifl, Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, İlyâs, Elyesa', Yûnus, Zekeriyyâ, Yahya, İsâ ve Muhammed'den ibaret yirmi beş peygambere inanmak farzdır. Kur’ân'da adı zikredilen Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn'in peygamber mi yoksa velî mi oldukları ihtilaflıdır. İslam inancında Hz. Adem'le başlayıp Hz. Muhammed'le son bulan peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur. 124.000 peygamberin gönderildiği hakkındaki Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde yer alan rivayet, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı bu konuda kesin delil olarak kabul edilmemiştir. Bu rivayetin isnad açısından çok zayıf olduğu kaydedilmiştir. Bu gibi rivayetler, âhad yani mütevatir olmayan yolla geldiğinden bu hususta kesin delil olarak kabul edilemez. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de şöyle denilmektedir: “ْالً لَ ْْم ن ْقصُصْ ُه ْْم علٌْك ْ ل و ُر ُس ُْ الً ق ْْد قصصْ نا ُه ْْم علٌْك مِن ق ْب ْ ”و ُر ُس "Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (Nisa, 4/164). Bu ayette, Allah, elçilerin hepsini değil, sadece bir kısmını Hz. Muhammed'e bildirdiğini söylemektedir. Dolayısıyla peygamberlerin sayısını kesin olarak bildiren hadis, bu ayete açıkça aykırılık arz etmektedir. Kanaatimizce doğru olan da budur. Peygamberlerin gerçek sayısını yalnız Allah bilir. Peygamberlerin Temel Özellikleri Peygamberlerin gerçek sayısını yalnız Allah bilir. Peygamberlerin kişilik ve karakterleri tertemiz olup öz geçmişlerinde yalan, iftira, ikiyüzlülük, sahtekârlık ve dolandırıcılık konusunda en ufak bir belirti yoktur. Bu nedenle, hayatlarının her safhasında dürüst ve doğru olanların yalnızca bu konuda sözbirliği etmişçesine yalan söylemelerine imkân ve ihtimal yoktur. Savundukları davanın kendilerine kişisel çıkar sağladığı da söylenemez. Tam tersine, davaları uğruna son derece güç durumlara düştükleri, bedensel ve ruhsal eziyetler çektikleri, tutuklandıkları, dövüldükleri, işkence gördükleri, sürgün edildikleri ve çeşitli eziyetlerle öldürüldükleri görülmüştür. Dolayısıyla, şahsi menfaat suçu kendilerine yüklenemez. Aksine bin bir güçlük ve engeller karşısında davalarına tamamıyla sadık kalmaları, samimiyet ve iyi niyetlerinin birer kanıtıdır. Onlar davalarına öylesine bağlıydılar ki bunun için canlarını bile severek feda ettiler. Söz konusu insanların deli veya aklî dengelerinin bozuk olduğu da iddia edilemez. Hayatın bütün meselelerinde hepsinin son derece akıllı, anlayışlı ve zeki olduğu olaylarla sabit olmuştur. Muhalifleri bile zaman zaman akıl ve zekâlarına hayran kalmışlardır. Bu öyle bir davadır ki, bunun için hayat boyunca mücadele etmişler, var olan imkânlarının tümünü seferber etmişlerdir. Bu insanların söylediklerinde akla aykırı bir şey de yoktur. "Ve doğru yolu gösterme işi Allah'a aittir, hâlbuki kötü yollar da vardır." (Nahl, 16/9). Bu ayette tevhid, rahmet ve ulûhiyyet hakkında deliller ileri sürülürken peygamberliğe de kısaca değinilmiştir. Şöyle ki; dünyada insanlar için düşünme ve hareket etme konusunda çeşitli yollar vardır ve bunların fiilen izlenmesi mümkündür. Belli ki bütün bunlar hak yol değildir. Gerçek sadece tektir ve sahih bir hayat tarzı, doğru bir hayat nazariyesine dayanır. Bu doğru nazariyeyi, başka bir deyimle, doğru yolu bilmek insanın en büyük zarureti ve ihtiyacıdır. Hatta temel ihtiyacıdır. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki, insan buna bizatihi insan olduğu için ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde ise insanın bütün ömrünün boşa gittiği söylenebilir. "Şayet Allah isteseydi, hepinizi hidayete erdirirdi." (Nahl, 16/ 9) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Nübüvvet, vahiy esasına dayanır. Allah’ın vahyine muhatap olmak, kişisel gayretlerle elde edilen bir makam değil, tamamen ilahi bir lütuftur (Cum'a, 62/4). Allah’ın bu seçiminde mal, mülk, saltanat, şöhret ve makamın hiçbir etkisi yoktur (Zuhruf, 43/31-32). Çok çalışmak ve ilâhî emirlere uymak suretiyle peygamber seçilmek de mümkün değildir. Kur’ân, erkeklerden başkasının elçi olarak görevlendirilmediğini de bildirir (Nahl, 16/43-44; Enbiyâ, 21/7). Cenabı Hak, kendisine peygamberlik vereceği şahısları, yüksek ahlaki niteliklerle donatmıştır. Peygamberler, insan olmalarına rağmen üstün meziyetlere sahiptirler. Bu üstünlük, insanüstü bir nitelik değil, mükemmel insan olma konusundaki üstünlüktür. Peygamberler, diğer insanlar gibi yer, içer, çarşılarda dolaşır (Furkan, 25/20), evlenir (Ra'd, 13/38), hastalanır, acı duyar, zevklenir ve ölürler. Evren üzerinde herhangi bir tasarrufları yoktur, Allah'ın iradesine etki edemez ve gaybı bilmezler. Onların gayb bilgileri, Allah'ın onlara bildirdiği miktardan ibarettir (Araf, 7/188). Peygamberlerin kişilik ve karakterleri tertemizdir. İslâm akaidinde Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed, peygamberlerin büyükleri olarak kabul edilir. Kur’ân, bu peygamberleri “ulu’l-azm” yani “azimet sahibi” ifadesiyle vasıflandırmaktadır. Ulu'l-azm peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dinî insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. İslâm inancına göre bütün peygamberler, peygamber olmak açısından eşittirler. Ancak peygamberler arasında derece farkının bulunduğu da bildirilmiştir. Bu konuda Kur’ân'da şöyle buyrulur: ْت ّْ ْض ْلنا بعْ ض ُه ْْم على بعْ ضْ ِّم ْنهُم مَن كلَم َ لف ُْ تِ ْلكْ الرُّ ُس ِ ّللا ُ ورفعْ بعْ ض ُه ْْم درجاتْ وآتٌْنا عٌِسى ابْنْ مرْ ٌمْ ا ْلبٌِّنا ْ ُ ُ ُوح القدس ِْ وأٌ َْدناْهُ بِر "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir..." (Bakara, 2/253). Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet, sıdk, fetânet, ismet, tebliğ. 1-Emanet: Gerçek anlamda insanların güvenini kazanmış ve Allah’ın bildirdiği esasları tam olarak aktaran anlamına gelmektedir. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen, dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan herhangi bir hiyânet asla meydana gelmez. Kur’ân-ı Kerim'de, peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır (A'raf, 7/68; Şuarâ, 26/125, 143, 162, 178; Âl-i İmrân, 3/161). 2- Sıdk: Peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara tebliğde ve verdikleri haberlerde doğru sözlü olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı asla caiz değildir. Hiçbir peygambere kavmi tarafından; "Sen daha önce yalancı biriydin." denilememiştir. Çünkü peygamberlerin sözleriyle davranışları arasında hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir uyumun olması gerekir. 3-Fetanet: Peygamberlerin üstün bir akletme yeteneğine, zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Onlar hakkında akletme ve hâfıza zayıflığı, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar asla caiz değildir. Peygamberler, herkes tarafından takip edilebilecek üstün vasıflı, yüksek ahlaklı, kâmil ve örnek insanlardır. Onlar, her hususta çok güzel birer örnek oldukları için, Allah sevgisi ve imanı aşılayarak onların hayatlarında esaslı değişiklikler yaparlar. Peygamberlerin ortak ve ayrılmaz özellikleri: 1-Emanet (güvenilir olma) 2-Sıdk (doğru sözlülük) 3-Fetanet (üstün akıl) 4-İsmet (günahsızlık) 5- Tebliğ (vahyi bildirme) 4-İsmet: Peygamberlerin vahyin tebliği, beyanı (açıklanması) ve tatbiki konusunda hataya düşmekten korunmuş olmaları demektir. Bir başka ifadeyle peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü günah ve peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak davranışlardan uzak bulunmalarıdır. Zira peygamberler, insanlık için uyulması istenen en mükemmel örnek ve önder şahsiyetlerdir. Peygamberlerden büyük hata sadır olmaz; bir tür ayak sürçmesi olarak nitelenebilecek “zelle” denilen bazı fiiller söz konusu olabilir. Bu durumlar ise hemen ya kendisi veya bizzat Cenab-ı Hakk tarafından tashih edilir ve edilmiştir de... (bk. Bakara, 2/35-37; Hûd, 11/45-47; Yûsuf, 12/23-24; Kasas, 28/15; Abese, 80/1-10). Peygamberler, Allah'tan gelen vahyi insanlara aktarma konusunda masumdurlar. Şeytân onlara inemez ve vahye hiçbir müdahalede bulunamaz (Şu'arâ, 26/210-212). İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri görüş birliği içindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde görüş ayrılıkları mevcuttur. Her konuda orta yolu gözeten İslâm, peygamberlerin temel nitelikleri ve özellikle de ismet sıfatı konusunda da onları Hristiyanlık'taki gibi ilâh mertebesine çıkarmamış, Allah'ın elçisi ve kulu kabul etmiştir (Mâide, 5/72-73,75; Tevbe, 9/30; A'râf, 7/188). İslam inancında Peygambere veya sâlih kişilere akraba olmak, kurtuluş için yeterli değildir. (Hûd, 11/43, 46, 81) 5-Tebliğ: Peygamberlerin “emin” yani güvenilir ve “sadık” olmaları, kendilerine bildirilen ilahi gerçekleri, bir şey ekleyip çıkarmadan, bildirmeleri anlamına gelmektedir. Peygamberlerin tebliğ sıfatının kapsamında, “beyan/tebyin” ve tatbik de bulunmaktadır. Bu sebeple din, sadece bildirilen vahiyden ibaret değil, bu vahyin açıklama ve hayattaki uygulamasını da ihtiva etmektedir. Peygamberler, ilahi tebliğleri insanlığa ulaştırmak için ellerinden gelen gayreti göstermekle yükümlü tutulmuşlardır. Hz. Muhammed, "kalbinde hiçbir şey gizlemeden" (A'raf, 7/2) ve "taviz vermeden, açıkça ilan etmekle emredilmiştir." (Hicr, 15/94) Kitab-ı Mukaddes'te bazı peygamberlerle ilgili olarak verilen bilgiler, hem gerçeklere, hem de İslâm'ın peygamberlik inancına hiçbir şekilde uymamaktadır. Sıradan insanlar tarafından bile işlenmesi hoş karşılanmayacak olan bu yasak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Bireysel Etkinlik fiilleri, peygamberlerin yaptığını iddia etmek, bu yüce şahsiyetlere karşı hem haksızlık hem de saygısızlıktır. • Peygamberlerin davet metodu ve uslubu hakkında düşününüz. Peygamberlerin Ümmetlerine Şahitliği Peygamberler arasında derece farkı vardır. Yüce Allah, ilahi daveti tebliğ konusunda peygamberlerden, o daveti kabul edip etmeme açısından da toplumlardan hesap soracağını bildirmektedir (A'raf, 7/6). Ayrıca peygamberler, ümmetlerinin doğru veya yanlış davranışlarına şahitlik edeceklerdir: “(Her ümmetten bir şâhid çıkarırız: "Delilinizi getirin!" deriz. İşte o zaman gerçeğin Allah'a âit olduğunu kesin olarak bilirler ve uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gider“ (Kasas, 28/75; bk. Nisa, 4/41; Nahl, 16/84, 89). Peygamberlerin, aleyhlerinde şâhitlik yapacağı insanlar, onlara inanan ve izlerinde giden kimseler değil, onlara inanmayan yahut inanmış göründüğü hâlde tutum ve davranışlarıyla onların izinde gitmeyenlerdir. Suçlular, artık o mahkemede asla suçlarını gizleyemeyeceklerdir: "O gün ağızlarını mühürleriz; elleri bize söyler, ayakları onların yaptıklarına şahitlik eder" (Yâsîn, 36/65). Nübüvvet ve Mucize İlişkisi Peygamberler, peygamberliği ispat eden ve insanların benzerini getirmekten âciz kaldıkları olaylarla desteklenir. Bu olağanüstü olaylar, İslam kültüründe "mucize" olarak isimlendirilir. Kur’ân-ı Kerim'de bu gibi olaylara "ayet" denilmektedir. Ayet; apaçık alamet, kesin delil, belge, mu'cize, yakîn ve katiyet ifade eden şey, hâl, keyfiyet ve emare demektir. Terim olarak ise Allah’ın varlığını, birliğini ve insanlara apaçık gerçekleri bildiren delil, belge demektir. Her bir peygambere Allah tarafından verilen olağanüstü olaylar, sınırlı sayıdadır. Çünkü olağanüstü olayların fazlalığı, muhatapların dengesini bozar. Hayatta olağanüstü olaylar zaman zaman görülebilirse de hayat, olağanüstü olaylardan ziyade olağan olaylar alanıdır. Mümin, tabiatı ve tabiat kanunlarını yaratanın Allah olduğunu bilir ve inanır. Bu kanunları yaratan Allah olduğuna göre, onları istediği zaman ve mekânda farklı bir şekilde kullanma kudretine de elbette sahiptir. Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlere verilen bazı mucizeleri zikretmektedir. Peygamberlerin bu mucizelerine rağmen muhataplarının çoğu, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Peygambere veya sâlih kişilere akraba olmak, kurtuluş için yeterli değildir. onlara karşı çıkmış ve getirdikleri mucize ve vahiyleri, "eskilerin masalları, uydurulmuş beşer sözleri, açık bir sihir" diye nitelendirmişlerdir (Enam, 6/25; lsrâ, 17/101; Mü'minûn, 33/24; Furkân, 25/5-6; Yâsîn, 36/13-15). Bu mucizelerin bir kısmı, inanmak isteyenleri etkilemeye, bir kısmı da inkâr edenleri helak etmeye yönelik olmuştur. Bu bağlamda Hz. Nuh'a tufan ve tufandan gemi ile kurtulma (Hûd, 11/36-48), Hz. Yakub’un (a.s.) oğlu Yusuf’un (a.s.) gömleğini yüzüne sürmesi sonucu gözlerinin açılması (Yusuf, 12/92-96), Hz. Süleyman'ın kuşlarla konuşması, karıncanın sözünü anlaması (Neml, 27/18-28), Hz. İsa'nın, Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıp ona üflediği zaman canlı bir kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca hastalığına tutulmuş kimseleri iyileştirmesi (Mâide, 5/110). Hz. Salih'e kayadan çıkarılan deve (Hûd, 11/61-68}, Hz. İbrahim'i ateşin yakmaması (Enbiyâ, 21/51-71), Hz. Musa'nın elindeki asanın yılan hâline gelmesi (A'râf, 7/103107), Hz. Musa’nın asasının, Firavun'un huzurundaki sihirbazların sihir sonucu hareket eden ip ve sopalarını yutuvermesi (Tâhâ, 20/17-21, 65-70), asasını denize vurunca denizin yarılıp İsrailoğulları'nın bu yoldan geçmesi, Firavun ve ordusunun geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması (Şu'arâ, 26/61-66), Hz. İsâ'ya gökten indirilen sofra, ölüleri diriltme, evde yenilen ve yenilmeyip saklanan şeyleri haber verme (Âl-i Imrân, 3/45-49), Hz. Muhammed'e Kur’ân, isra ve mirac (İsrâ, 17/1), Bizanslılar'ın İranlılar'ı yeneceklerini savaştan önce bildirme (Rûm, 30/2-4), gökyüzündeki ayın ikiye yarılması (Buhârî, Menâkıb, 27; Müslim, Münâfikûn, 8), İsrâ, Hz. Peygamberin Miraç olayını yaşaması, taşın konuşması (Müslim, Fedâil, 2), hurma kütüğünün inlemesi (Buhârî, Menâkıb, 25) gibi mucizeler verilmiştir. Son peygamber için en büyük mucize, akla hitap eden ve bilgiye dayanan Kur’ân olmuştur (Bakara, 2/23-24; Ankebût, 29/47-51, Ahzâb, 33/39-40). Gerçek şu ki; başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere, bütün peygamberler, hayatları boyunca herkese güven ve emniyet vermişlerdir. Onların güçlü ve dürüst şahsiyetleri, sağlam karakter, güzel ahlak, adalet ve merhametleri, doğruluk ve güvenilir olmaları, cesâret ve istikametleri, parlak zekâ ve dirayetleri, elde ettikleri eşsiz başarılar, sabır ve tahammülleri, haksızlık karşısındaki duruşları, sahip oldukları belagat ve fesahatları, gösterdikleri hissî mucizelerden daha tesirli olmuştur. Bu tavır ve nitelikler, onların Allah'ın Rasûlü olduğuna hem kendi zamanlarında ve hem de kendilerinden sonra kesinlikle delâlet etmektedir. Peygamberliğin Son Bulması Kur’ân-ı Kerim, Müslümanlara, yalnız İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e değil, bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. İslâm dini, bu özelliğiyle (bk. Bakara, 2/177, 285; Nisâ, 4/ 136), hiçbir dinin erişemediği derecede evrensel bir insanlık dinî olma vasfını kazanmaktadır. Bütün dünya milletlerine hitap etmek, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı insanları kardeşliğe, barış, huzur ve mutluluğa davet etmek demektir. Kur’ân’ın bildirdiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.v), bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek üzere gönderilen peygamberdir. “ْل رحْ م ًْة لِّ ْلعالمٌِن َْ ِ“ ”وما أرْ س ْلناكْ إBiz seni bütün varlık âlemleri için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!” (Enbiyâ, 21/107). Peygamberler, ümmetlerinin doğru veya yanlış davranışlarına şahitlik edeceklerdir. “ْاس لْ ٌعْ لمُون ِْ ل كا َف ًْة لِّل َناس بشِ ٌرْاً ونذٌِرْاً ولكِنَْ أ ْكثرْ ال َن َْ ِ“”وما أرْ س ْلناكْ إBiz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler” (Sebe; 34/28). “ ُمٌت ُْ ٌِل هُوْ ٌُحْ ً و َْ ض لْ ا ِٰلهْ ا ْ ِ ْت و ْالر ِْ ك الس َٰموا ُْ ّللا اِل ٌْ ُك ْْم جمٌعًا الَذى ل ُْه ُم ْل ِّْ ٰ ل ُْ ل ٌا اٌُّها ال َناسُْ ِا ّنى رسُو ْْ ُق ٰ ٰ ْاللِ وكلِماتِه وا َت ِبعُوْهُ لعلَ ُك ْْم تهْت ُدون ّْ اللِ ورسُولِ ِْه ال َن ِبىِّْ ْالُمِّىِّْ الَذى ٌ ُْؤمِنُْ ِب ّْ “ ”ف ٰا ِم ُنوا ِبDe ki: "Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan, kendisinden başka tanrı bulunmayan, yaşatan, öldüren Allâh'ın Elçisiyim. Gelin Allah'a ve O'nun ümmi peygamberi olan Elçisine inanın -ki o (peygamber) de Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır- O'na uyun ki doğru yolu bulasınız!" (A'raf, 7/158). O'ndan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. “ ما كانْ مُحمَدْ ابا احدْ مِنْْ ِرجالِ ُك ْْم ل شیْ ءْ علٌمًا ِّْ ّللا ُ ِب ُك ّْ ٰ ّْللا وخاتمْ ال َن ِبٌّنْ وكان ِّْ ٰ ْ“ ”و ٰلـكِنْْ رسُولMuhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, lâkin Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir” (Ahzâb, 33/40). O’nun peygamberliği kıyamete kadar devam edecektir. Bu kurallar, İslâm’ın ve en son mukaddes kitap Kur’ân'ın bildirdiği gerçeklerdir (Sebe; 34/28; A'raf, 7/158). Onun getirdiği İslam dini, bütün insanlığın dinidir, yaratılış gayesine en uygun olan bir dindir. O’nun getirdiği kitap (Kur’ân) hiçbir değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş olacaktır (Hicr, 15/9). Bu sebeple onun getirdiği hükümlerin tamamı, kıyamete kadar kalıcıdır. Diğer peygamberlere verilen sahîfeler bugün mevcut değildir. Tevrat, İncil ve Zebur'un da orijinal nüshaları yoktur; eldeki nüshalar ise tahrif edilmiştir. Önceki peygamberlerin peygamberliği belli bir topluma yönelikken, onun peygamberliği bütün insanlık âlemini ve bütün zamanları kuşatıcıdır. Yani onun peygamberliği, kıyamete kadar sürecektir. O son peygamber olunca, onun getirdiği dinin de en son ve en mükemmel din olması tabiidir. İslâmiyet, kıyamete kadar en son ve en mükemmel din olarak devam edecektir. Bir âyette şöyle buyrulur: “ ْا ْلٌ ْوم ً ٌت ل ُك ُْم اإلِسْ المْ دٌِنْا ُْ ِْت عل ٌْ ُك ْْم نِعْ متًِ ورض ُْ ت ل ُك ْْم دٌِن ُك ْْم وأ ْتمم ُْ " ”أ ْكم ْلBugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim... " (Mâide, 5/3). Peygamberimizin nübüvveti ve tebliğ ettiği Kur’ân, daha önceki bütün kitapları içerik olarak ihtiva ettiği gibi, onların unutulan veya yozlaştırılan muhtevasını da hatırlatan bir zikir olarak kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecektir. Kur'ân'ın ihtiva ettiği inanç esasları, sosyal ve hukukî prensipler, her devirdeki insanların temel Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Bireysel Etkinlik Peygamberimiz, nübüvvet kurumun son halkasıdır; mührüdür. ihtiyaçlarını karşılayacak ve onları mutlu kılacak niteliktedir. Çünkü Kur'ân, aslına uygun olarak korunabilmiş yegâne ilâhî kitaptır. Getirdiği din, en son ve en mükemmel dindir (Mâide, 5/3). Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberlerin sonuncusu olduğu inancına "hatm-i nübüvve" adı verilir. Bunun anlamı şudur: Artık Hz. Peygamberden sonra ilahi vahiy de ilahi kitap da peygamber de gönderilmeyecektir. Yani Hz. Muhammed”in şahsiyeti ve O’nun getirdiği Kur’ân, bütün dünyanın ıslahı için yeterli iki kaynak hükmündedirler. Dolayısıyla bunlara tabi olan İslam ümmeti de bütün insanlığın huzur ve refahı için mücadele edecek ve örnek olabilecek bir ümmet niteliğindedir. Peygamberimizin getirdiği din, diğer ilahi dinleri yürürlükten kaldırmıştır. Getirdiği din ve örnek şahsiyetiyle son peygamber olarak Hz. Muhammed, bütün peygamberleri kıyamete kadar temsil edecektir. • Peygamberimizle "nübüvvetin sona ermesi" ne anlama gelmektedir? Hakkında düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Özet Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı •Kur’ân, peygamberlik olayını evrensel bir olgu olarak görmektedir. Bunun için Kur’ân'da, her millete Allah'ın elçilerinin gönderildiği bildirilmiştir. Peygamberlik, vahiy esasına dayanır. Allah’ın vahyine muhatap olmak, kişisel gayretlerle elde edilen bir makam değil, tamamen ilahi bir lütuftur. Cenabı Hak, kendisine peygamberlik vereceği şahısları, yüksek ahlaki niteliklerle donatmıştır. Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir. Toplumları ve insan onurunu yok eden davranışlardan kurtarmak, onlara dünya ve ahirete yönelik sorumluluklarını öğretme ve mutluluğa ermelerini sağlamak için peygamberlere ihtiyaç vardır. Peygamberler, insanlara ahlaki faziletleri, medenî hükümleri, içtimaî münasebetleri, faydalı ve zararlı hususları bildirmişlerdir. Böylece, maddî ve manevî sahada insanlar için tam bir önder olmuşlardır. Peygamberler, sadece ibadet kurallarını değil, evrensel ahlaki ve insani değerleri de insanlık âlemine kazandırmışlardır. Peygamberlerin ve mesajlarının etkisi, zaman ve mekân sınırlarını aşmış, dini, ahlaki, sosyal, ekonomik, politik, kültürel ve eğitim gibi hayatın bütün yönlerine nüfuz etmiştir. •Peygamberlere imanın bütün peygamberleri kapsaması gerekir. Allah’ın elçileri arasında ayırım yapıp, bir kısmını kabul bir kısmını inkâr, şüphesiz küfür olarak nitelenmiş ve böyleleri için çok şiddetli azabın olduğu bildirilmiştir. İslam inancında Hz. Adem'le başlayıp Hz. Muhammed'le son bulan peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur. Bütün peygamberlerde doğruluk, güvenirlilik, akıllı ve zeki olma, günah işlememe ve aldıkları emirleri değiştirmeden insanlara aktarma nitelikleri vardır. Kur’ân’da yirmi beş peygamberin ismi geçmektedir. Bunların dışında üç kişi daha vardır ki bunların peygamber olup olmadıkları kesin değildir. Her peygambere peygamberliklerini ispat etmek, insanların onlara iman etmelerini sağlamak, inanmak isteyenlerin hidayete ulaşmalarını kolaylaştırmak, inananların kalplerini takviye etmek amacıyla hissi yani bizzat müşahede olunabilen ve akılla algılanabilen mucizeler verilmiştir. •Dinimiz İslam’a göre, bütün insanlığın ihtiyacını karşılayabilecek yeterlilikte en mükemmel ve en son kitap Kur’ân’dır. Hz. Muhammed ise en son ve en mükemmel örnek ve önder bir şahsiyettir. Kur’ân’dan sonra bir kitap gelmeyeceği gibi, peygamberimizden sonra da başka bir peygamber gönderilmeyecektir. Bu konuda ayet ve hadisler, hiçbir şüpheye meydan vermeyecek nitelikte çok açık ve kesindir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ödev Etkileşimli Alıştırmalar Alıştırmalar Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı Ödev gönderimi • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. • Peygamberlerin insanlık âlemine kazandırdıkları hususları, ayetler ışığında yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi “nebe” kelimesinin anlamını tam olarak kapsar? Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz a) b) c) d) e) Nebe’, kıyamet demektir. Nebe’ harhangi bir haber demektir. Nebe’ çok önemli, ilim ifade eden ve faydalı olan haber demektir. Nebe’, Kur’ân anlamına gelmektedir. Nebe’, Kur’ân kıssaları için kullanılan bir kelimedir. 2. Nebi ile ilgili tanımlardan hangisi doğrudur? a) Nebi, kendisine yeni bir kitap ve yeni bir din verilmeyen peygamberdir. b) Nebi, önceki peygamberin getirdiği dinî insanlara bildirmekle yükümlü kişidir. c) Nebi, hiçbir sorumluluğu olmayan ve kendisi de peygamber olduğunu bilmeyen kişi demektir. d) Nebi, hiçbir sorumluluğu olmayan ancak kendisinin peygamber olduğunu bilen kişi demektir. e) Nebi ve resul yakın anlamlı kelimelerdir. Nebi, Allah’tan haber almayı; resul ise aldığı haberi insanlara bildirmekle görevli olmayı anlatır. 3. Peygamberlerin sayısı hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Peygamberlerin sayısı hakkında kesin bilgi yoktur, ancak Allah bilir. b) Peygamberlerin sayısı yirmi beştir. c) Peygamberlerin sayısı, yirmi sekizdir. d) Peygamberlerin sayısı, yüz yirmi dört bindir. e) Peygamberlerin sayısı, ikiyüz yirmi dört bindir. 4. Nübüvvet ve mucize ilişkisi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğru değildir? a) Mucize, nübüvvetin gereklerinden biridir. b) Her peygambere mucize verilmiştir. c) Diğer peygamberlere hem hissi, hem de akli mucizeler verilmiştir. d) Hz. Muhammed’e hem hissi, hem de akli mucize verilmiştir. e) Hz. Muhammed’e sadece akli mucize verilmiştir ki o da Kur’ân’dır. 5. Peygamberlikle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Peygamberliğin son bulmasına hatm-ı nübüvvet denir. b) Peygamberlik çalışmakla kazanılabilen bir derece değildir. c) Peygamberimiz, hatemu’l-enbiyadır. d) Peygamberler mal mülk değil, ilim miras bırakırlar. e) Peygamberlik, onu isteyen kişilere verilir. 6. Peygamberlikle ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a) Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında dünya ile ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir. b) Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir. c) Peygamberlik, Allah ile insanlar arasında âhiretle ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı d) Peygamberlik, Peygamber ile insanlar arasında yapılan elçilik görevidir. e) Peygamberlik, Peygamber ile insanlar arasında dünya ve âhiretle ilgili ihtiyaçların giderilmesi amacıyla yapılan elçilik görevidir. 7. “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesiyle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, sadece hadislerde geçmektedir. b) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, akaid kabilinden eserlerde geçmektedir. c) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, İslami eserlerde geçmemekte ancak alimlerin genel kabulü olarak geleneğimize yerleşmiştir. d) “Hatemu’n-Nebiyyin” ifadesi, Kur’ân’da geçmektedir. e) Hiçbiri 8. Kur’ân’da, “ulu’l-azm” yani “azimet sahibi” ifadesiyle vasıflandırılan peygamberler kimlerdir? a) b) c) d) e) Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Süleyman, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed Hz. Nuh, Hz. Yakup, Hz. Yunus, Hz. Eyyub ve Hz. Muhammed 9. Hz. İsmail ve Hz. Harun’la ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a) b) c) d) e) Kur’ân’da her ikisi de nebi olarak geçmektedir. Hz. İsmail’in peygamber olup olmadığı belli değildir. Kur’ân’da her ikisi de hem resul ve hem de nebi olarak geçmektedir. Hz. Harun’un peygamber olup olmadığı belli değildir. Hiçbiri 10. Peygamberlikle ilgili olarak aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi doğru değildir? a) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî ve ahlakî prensipler aynı olmakla birlikte, ibadet hükümleri ile helal-haram konusunda birtakım değişik hükümler getirdikleri de olmuştur. b) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî ve ahlakî prensipler aynı değildir. c) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri itikadî prensipler aynıdır. d) Bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ahlakî prensipler aynıdır. e) Peygamberlerin, ibadet hükümleri ile helal-haram konusunda birtakım değişik hükümler getirdikleri de olmuştur. CEVAPLAR: 1-c, 2-e, 3-a, 4-e, 5-e, 6-b, 7-d, 8-d, 9- c, 10- b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kur’ân’da Nübüvvet / Peygamberlik İnancı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Kur’ân-ı Kerim. 2. Afifi, A. (1420). el-Hikmetu min İrsali’r-Rusul, Riyad: Daru’s-Semiî. 3. Akseki, A. H. (1973). İslam Dini, Ankara: DİB. Yay. 4. Aşker, Ö. S. (1403), er-Rusul ve’r-Risalat, Kuveyt: Mektebetu’l-Felah. 5. Aydın, A. A. (1990). İslâm’da İman ve Esasları, İst: Çağrı Yay. 6. Bilmen, Ö. N. (1972). Muvazzah İlmi Kelam, İstanbul: Bilmen Yay. 7. Butî, M. S. R. (1997). Kübra el-Yakiniyyat el-Kevniyye, Dımaşk: Daru’l-Fikr. 8. Cürcani, S. Ş. (1985). et-Ta’rifat, Beyrut: Mektebetu Lübnan. 9. Demirci, M. (2008). Kur’ân’ın Temel Konuları, İst: İFAV Yay. 10. Durmuş, Z. (2008). “İslam Düşüncesinde Resul-Nebi Ayrımı”, Diyanet İlmi Dergi, Ankara: cilt: 44, s. 3, ss. 49-72. 11. Elmalılı, M. H. Y. (1971). Hak dinî Kur’ân Dili, İst: Eser Kitabevi. 12. Fazlurrahman, (1996). Ana Konularıyla Kur’ân, Ankara: Ankara Okulu Yay. 13. Görgün, T. (2006). “Nübüvvet: İnsanlığa Rahmet”, İslama Giriş Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, Ankara: DİB. Yay. 14. http://yusufsevkiyavuz.com, “İslam’da Peygamberlik İnancı (Nübüvvet)” 9 Haziran 2011. 15. İbn Ebi’l-İz, (tsz). Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, Mektebetu’r- Riyad 16. İbn Kesir, (1985). Tefsirul Kur’ân’il-Azim, İst: Daru Kahraman. 17. İbn Teymiyye, (1420). Kitabu’n-Nübuvvat, Riyad: Mektebetu Edvau’s-Selef. 18. İsfehani, R. (1997). Müfredatu Elfazi’l-Kur’ân, Şam: Daru’l-Kalem. 19. Köksal, M. A. (2005). Peygamberler Tarihi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 20. Mevdudî, (1983). Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, İst: Pınar Yay. 21. Şimşek, M. S. (1999). Kur’ân’ın Ana Konuları, İst: Beyan Yayınları. 22. Taftazanî, S. (1408). Şerhu’l-Akaidi’n-Nesefiyye, tah: Ahmet Hicazî es-Saka, Kahire: Mektebetu’l-Kulliyyat el-Ezheriyye. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER KUR’ÂN’DA İBADET VE MUÂMELÂT • İBADET • Sözlük ve Terim Anlamı • İbadet-Tevhit İlişkisi • Allah’tan Başkasına İbadet: Şirk • İbadet Fıtrî Bir İhtiyaçtır • Fazilet Bakımından İbadetin Dereceleri • İbadetin Sonuçları • MUÂMELÂT • Sözlük ve Terim Anlamı • Aileyi Tanzim Eden Hükümler • Velayet, Miras Hukuku/Ferâiz ve Vasiyet • Mali ve Cezâî Hükümler • İdare Edenle İdare Edilenler Arasındaki İlişki • Adalet, Şura, İslah ve Müslümanların Maslahatı, Yardımlaşma, Himaye • Müslümanların Gayr-i Müslimlerle İlişkileri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İbadet ve muâmelât kavramlarını genel olarak tanımlayabilecek, • Her iki kavramın gerekliliğini ve önemini kavrayabilecek, • Her iki kavramın Kur’ân ve Sünnet boyutunu bilecek, • Her iki kavramın sonuçlarını belleyebileceksiniz. TEFSİR Prof. Dr. Ali EROĞLU Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÇELİK ÜNİTE 6 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât GİRİŞ Allah Kur’ân’da, insanları ve cinleri kendisine kulluk vazifesini yerine getirmeleri için yarattığını bildirmektedir. Allah yaratmasaydı, insanoğlu varlık sahasına çıkamazdı. İnsan kulluğunun bilincinde olduğu sürece, mertebelerin en yücesine layık olur. İbadet, kulun Allah ile ile kurduğu özel bir ilişkidir. Evrendeki bütün varlıklar, tabiat kanunları dediğimiz Allah'ın koyduğu yasalara uymak zorundadırlar. Her canlının doğup büyümesi ve zamanı geldiğinde ölmesi bu kanunlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Kâinat belli bir düzen içinde yürümektedir. Yer, gök, canlı, cansız yaratılmış ne varsa Allah'ın koyduğu kanunlara uymaya devam etmektedir. Sünnetullah gereği evrendeki bütün yaratılmışlar, Allah’ın koyduğu kanunlar çerçevesinde yaşamaları bakımından zorunlu olarak kuldurlar. Az önce bahsettiğimiz zorunlu kulluktan ayrı olarak bir de tercih ve irademizi bu yönde kullanmak suretiyle kul olmanın icaplarını yerine getirmek vardır. Burada insan, isterse iradesini kullanarak Allah’a kul olur, ebedî saadete kavuşur. İsterse, Allah’ın dışındaki varlıklara kul olur, ebedî felakete uğrar. İmtihan gereği Allah insanı belli bir yöne zorlamamıştır. Rehberler ve kitaplar göndermiş, tercihi insanın cüzî iradesine bırakmıştır. Bilindiği üzere dinimiz, birtakım kuru nazariyelerden ibaret değildir. Kulun Allah ile kendisiyle ve başkalarıyla olan münasebetleri, somut temeller üzerine bina edilmiştir. Düşüncede kalan, pratikte gösterilmeyen bir gerçek layık olduğu değeri bulamaz. İnsan, inandığı gerçeği dili ile söylemeli ve hayata geçirmelidir. Çünkü hayata geçirilmeyen bir inanç, zaafa uğrama, belki de zamanla yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İşte bu zaruret sebebiyle dinimiz nazarî bilgileri öğretmekle yetinmeyerek, amelî hükümleri de öğretmiş ve bu hükümlere uyulmasını emretmiştir. Bir Müslüman iman ettikten sonra, imanının gereklerini yerine getirmekle de sorumlu tutulmuştur. Kalbe yerleşmesi gereken bu iman, ibadetler yoluyla hayata da yansımalıdır. Dinimizde ibadet, Allah ile kul arasında kurulan bir ilişki, hatta kulun önemli bir vazifesidir. İbadet, dinin teorik bildirisinde açıklanan iman konularının pratik alanda uygulanması ve gerçekleşmesidir. Dinî tecrübeden kaynağını alan her eylem, dinin pratik anlatımı olarak görülmelidir. KUR’ÂN’DA İBADET Kur’ân’ın hassasiyetle üzerinde durduğu konulardan biri de ibadettir. İnsanların günlük hayatlarında önemli bir yer tutmaktadır. Bütün dinlerde, icra şekilleri farklı olmakla beraber ibadet vardır. Allah ile kul arasında kurulan ilişkide imandan sonra, ibadet aşaması gelmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Allah’a imandan sonra geldiğini söylediğimiz ibadetin kapsamı geniştir. Çünkü Allah ile kulları arasındaki ilişki açısından ibadet, dar manada belli davranışları, geniş manada ise hayatın bütününü içine almaktadır. İbadet, Allah’a boyun eğmek, ilah olarak sadece O’nu tanımaktır. Allah’a ibadet ederken bazı hususlara dikkat etmek, yapılan ibadeti kuruluktan kurtarır. İbadetin dış şartlarına özen göstermek gerektiği gibi, iç şartlarına da özen göstermek gerekmektedir. Allah ile ilişki kurmak demek olan ibadetin başında, her türlü olumsuzluklardan O’na sığınmak ve güzel bir niyet taşımak önemlidir. Bu girişten sonra ibadet kelimesinin sözlük ve terim anlamlarına geçmek kanaatimizce yerinde olacaktır. İbadet Kelimesinin Sözlük Anlamı İbadet( )عبادةkelimesi, a-b-d ( )عبدkökünden türemiş bir mastardır. Bu kökün ubûdet ( )عبودةve ubûdiyet ( )عبوديةşeklinde iki mastarı daha bulunmaktadır. Bu kelime şu anlamlara gelmektedir: “Tapmak, kulluk etmek, itaat etmek, boyun eğmek, alçakgönüllülük etmek, kul edinmek, köle edinmek, birine bağlanıp ondan ayrılmamak.” Bu sözlük anlamlarından anlaşılmaktadır ki, عبدkelimesinin ifade etmek istediği esas mana, kişinin güç ve iktidar sahibi birine karşı boyun eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyet ve bağımsızlığından feragat etmesi, ona karşı her türlü mukavemet ve isyanı terk etmesidir. İşte kulluk ve itaat etmenin gerçek manası budur. Abd, kul; mabud ise efendidir. Kul, efendiye kayıtsız ve şartsız itaat eder. Bu kelime, Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle insanın gerçekleştirdiği davranışlar için kullanılır. Sözü edilen kelime dinî ritüelleri ifade etmek üzere kullanılmakla beraber, daha genel nitelikte sayılacak düşünüş ve sözleri de içine alır. Dinî ritüeller için ibadet kelimesi, insan hayatını Allah’a saygı ve itaat bilinciyle sürdürmesi şeklindeki hassasiyet için ise ubûdet kelimesi kullanılır. Buna göre ibadette belirli davranış şekilleri akla gelirken ubûdette, ahlâkî-manevî öz ön plana çıkmaktadır. Bu özden yoksun kalan davranışlar, ibadetin derinliğine zarar verirler. Çünkü ibadetin esasını “hudu’, tâat ve tezellül” gibi özler oluştururlar. Tezellül kelimesi sözlükte; “zillete katlanmak, aşağılanmak, alçalmak, hor ve hakir olmak, kendini alçak tutmak” gibi manalara gelir. Hudu kelimesi; “eğilip tevâzu etmek, alçaklık etmek” gibi anlamlara gelir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât İbadet Kelimesinin Terim Anlamı Bütün dinlerde ibadet vardır. İbadet, güzel niyete bağlı bulunan ve yapılmasında sevap olan herhangi bir ameldir. Allah’a tazim maksadıyla yapılır. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi. İslam Ansiklopedisi’nde bu kelime için şu tanım yer almaktadır: “Kulun Allah’a karşı sevgi, saygı ve bağlılığını gösteren duygu, düşünce ve davranış biçimleri için kullanılan terim.” İbadet, mahiyeti idrak edilemeyen, sonsuz gücü kâinatta hissedilen, mülkünde dilediği gibi tasarruf etme özgürlüğüne sahip olan Allah’a karşı gösterilen tazimin, itaatin ve tevazuun en yükseğidir. Allah’tan başka hiç kimse buna layık değildir. Yaratılmışların hiçbiri Allah’a ortak koşulamaz. Kulluğa layık yegâne zat olan Allah’a ortak koşmak affı olmayan büyük günahlardandır. İbadetlerde kalp tamamen Allah’a dönük olmalıdır. İbadet ederken, tazime aykırı düşen hareketlerden uzak durmamız bu yüzdendir. Şerif Cürcanî (816/1413), ibadetin Allah’ı yüceltmek amacıyla mükelleflerin arzularının hilafına yaptıkları fiil olduğunu söylemiştir. İnsanın arzularının hilafına bir iş yapması kolay değildir. Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımayanlar, nefislerinin isteklerinden başka hiçbir şey düşünmezler. Yalnız kendi menfaatlerine önem verirler. Arzularını ilah edinip, bencil istek ve zevklerine taparlar. İbadetin en yüksek mertebesi, Allah’a huşu ve samimiyet içerisinde boyun eğmektir. Burada mutlak acziyet ile mutlak kudret buluşmaktadır. Aczini bilmeyen kibirliler, korku taşımayan gafil iyimserler ve ümit beslemeyen kötümserler bu şereften mahrum kalırlar. İbadet, Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle yapılır. İbadet bütün dinlerde vardır. Her peygamber, inananlara ibadeti emretmiştir. Fakat ibadet şekilleri ve vakitlerinde değişiklikler olabilir. Yüce Yaratıcıya ihlâs ile tazim edip boyun bükmenin gerekliliğini akıl ve vicdanımızla da bulabiliriz. Çünkü insanoğlu kendisinden iyilik gördüğü kimselere karşı minnettarlık duygusu besler. İnsan çeşitli vesilelerle içindeki bu duyguyu açığa vurmak ister, bundan zevk duyar. Bu durum, insanların fıtratında vardır. Dünyaya geldikleri andan itibaren insanlar, Allah’ın bahşettiği sonsuz nimetlere kavuşmaktadırlar. Alıp vermekte olduğumuz nefes, soluduğumuz hava, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su saymakla bitiremeyeceğimiz bu nimetlerin cüzî bir kısmını oluştururlar. Bu nimetlerin en büyüğü, insanın Yaratıcısına karşı sorumlu olarak yaratılmasıdır diyebiliriz. Bir kul olarak bize düşen görev, hiçbir zaman nankörce bir tutum içine girmeyip şükranda bulunmaktır. Allah, bize hiçbir mükâfat sözü vermemiş olsaydı bile, vermiş olduğu nimetlerden dolayı O’na karşı kulluk görevimizi yerine getirmemiz, sevgi ve saygı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât ile bağlanmamız gerekirdi. Vicdanlarımız bunu emreder. Vicdanlarına başvuranlar, Allah’a ibadet etmenin lüzumunu anlamakta güçlük çekmezler. Râzî’ye (ö. 606/1209) göre ibadet, başkasını tazim maksadıyla yapılan bir fiildir. Kulun Allah’a ibadet etmesi gerekmektedir. İnsanoğlunu yokluktan varlığa, çıkaran Allah’tır. İnsan her hâlinde Allah’ın yardımına muhtaçtır. Bundan dolayı, Allah’a ibadetle meşgul olması gerekmektedir. Allah’a ibadet ederken, azamet ve büyüklük edasından uzaklaşıp, tam bir tezellül ve tevazu hâline bürünmelidir. İbadet bize, sevinç ve ferahlık vermelidir. Allah’tan başka kulluk yapmaya layık hiçbir varlık yoktur. Çünkü Allah’a hiçbir şey ortak olamaz. Fazilet Bakımından İbadetin Dereceleri Râzî, ibadetin fazilet bakımından üç derecesinin bulunduğunu söylemektedir. Gerçek ibadet, kulluk bilinciyle sadece O’nun için yapılandır. Birinci Derece: Mükâfat elde etmek veya cezadan kurtulmak maksadıyla Allah'a ibadet etmek. Bu maksatla yapılan ibadetin derecesi çok düşüktür. Çünkü istenen, sadece mükâfat elde etmek, cezadan kurtulmaktır. Amaç, vasıta hâline getirilmiştir. Değerler yer değiştirdiğinden ötürü, bu fiil değersiz kalmıştır. İkinci Derece: Allah'a kullukta bulunarak, O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak şeref kazanmak maksadıyla ibadet etmektir. Bu, birinci dereceden üstündür. Maksat Allah’ın dışında bir şey olduğundan bu da tam değildir. Üçüncü Derece: İnsanın Allah'ın ilâh, kendisinin de O'nun kulu olduğu bilinciyle ibadet etmesidir. Ulûhiyet büyüklüğü, ubûdiyet ise, tezellülü gerekli kılar. Bu bilinçle yapılan ibadet, en üstün dereceye çıkmıştır. Nitekim namaza niyet ederken, sevap kazanmak, cezadan kurtulmak için değil, “Allah rızası için” diyerek niyet etmekteyiz. İbadet ve Tevhid İlişkisi Kur’ân'da en çok kullanılan kavramlardan birisi olan ibadet kavramı, isim, fiil ve mastar formunda azımsanmayacak bir sayıda geçmektedir. Âyetlerde, Allah'a ibadet emredilmiş, şirke düşerek başka varlıklara ibadet etmek kesin bir dille yasaklanmıştır. Önce tevhid; sonra ibadet… Dinimizde Allah’a imandan sonra tevhid inancından ayrılmamak esastır. Bundan ötürü, birçok âyette insanlara sadece Allah’a ibadet etmeleri emredilmiştir. Çünkü İslam inancında şirk koşmak, affı olmayan büyük günahlardandır. Tek bir Allah’a imanın ve ibadetin olmadığı yerlerde, İslamın geri kalan gerçekleri temelsiz, şüpheli konuma düşer. Bu yüzden âyetlerde sözü edilen kavramın, temelde Allah’a ortak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât İbadet özdür, tevhid ise özün özüdür. koşmak (şirk) karşısında konumlandırıldığını açık bir şekilde görürüz. Birtakım faydasız, zararsız putlara tapınmayı bırakıp sadece Allah’a ibadet etmek, tevhidin olmazsa olmaz şartı olarak sunulmuştur. Bir âyette, “De ki: “Ben Allah’a kulluk etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum.” denilmiştir. Burada Allah’a kulluk etmekten maksadın tevhidi kabul edip, O’na şirk koşmamak olduğu gayet açıktır. Bir başka âyette “Allah’a ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık” denilerek müşriklerin dilinden bu kelimenin tevhid anlamına geldiği belirtilmiştir. Hz. İbrahim’in, babasına “İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” dediği sözlerden de bu kelimenin tevhid anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Örnekleri artırmamız mümkündür. Ancak, sözümüzü ispatlama açısından bu kadarını yeterli buluyoruz. O hâlde, ibadet etmek derken aklımıza ilk planda, üzerimize farz kılınmış olan namaz, oruç, zekât gibi davranışlar gelmemelidir. Kur’ân’da ibadetin, amelî yönünden önce imanla ilgili yönü olan tevhid manası da gelmelidir. İnsanlar önce iman etmekle sorumlu tutulmuşlardır. Dolayısıyla amelî sorumluluk daha sonra gelmektedir. Müslüman olabilmek için “Allah’tan başka ilah olmadığı”nı, O’ndan başkasına kulluk etmemek gerektiğini kabul etmek lazımdır. Bütün peygamberler tevhidi anlatmış, kavimlerine karşı bunun mücadelesini vermişlerdir. Demek ki, bedenen veya malen yaptığımız ibadetlerden önce, bu kelime Allah’ı birlemek manasını taşımaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bedenen veya başka şekillerde yerine getirdiğimiz ibadetleri de tek bir Allah rızası için yapmamız gerekmektedir. Aksi takdirde, yapılan ameller geçerli olmamaktadır. Çünkü kulluk, Allah’ın hakkıdır. Hiçbir şey, O’na ortak edilmeye layık değildir. Kur'ân'da Allah'a ibadet kavramı, tek ilâh olarak O'na inanmak, buyruklarına ve yasaklarına boyun eğmek, koyduğu hükümleri (namaz, hac, zekât, oruç vb.) yerine getirmek, O’nun koyduğu helal ve haramları benimsemek, O’na karşı büyüklenmemek, zahirde ve batında O’nun hükmüne razı olmak, kısacası hakiki ilah olarak O’nu benimsemek gibi anlamları ihtiva eder. İslam’da iman esaslarından sonra ikinci sırada, belirli davranış biçimlerini ihtiva eden ibadetler gelmektedir. İbadetler, Yaratıcı ile irtibat hâlinde olmayı sağlarlar. Allah’ın emri olması hasebiyle büyük öneme sahiptirler. Belirli davranış biçimindeki ibadetler sembolik nitelik taşımaktadırlar. İbadetlerin şekilsel yönleri, önem bakımından özlerinden sonra gelmektedir. Ancak, hiç kimse önemli olan özdür diyerek, kendi aklına göre ibadet şekilleri ortaya koyamaz. Çünkü Kur’ân’da geçen namaz, oruç, hac gibi mükellefiyetleri ayrıntılı bir biçimde peygamber bize öğretmiştir. Temel ibadetler, Kur’ân’da sıkça zikredilmektedir. Bunların yerine getirilmesi müminlere emredilmektedir. Bu emirlerde, o ibadetlerin eda şekillerine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât rastlanmaz. İnsanları kötülüklerden, azgınlıklardan korumasına benzer faydaları ve amaçları üzerinde durulur. Bu, Kur’ân’ın üslubudur. Kur’ân bir şey anlatırken, o şeyin ayrıntılarından ziyade, maksatları ve faydaları yahut zararları üzerinde durur. Teferruatını, oradan alınacak dersleri, insanların zihinlerine havale eder. Dinde kendisine haram ve çirkin bulaşmayan her eylem ve söz, ibadettir. Peygamber, Medine döneminde ibadetlerin yerine getiriliş şekillerini uygulamalı olarak ashabına göstermiştir. Rivayetler yoluyla, biz de onlardan öğrendik. İbadetlerin getireceği bazı mahrumiyetlere ve külfetlere katlanmalıyız. Bunların sağlayacağı dünyevî, uhrevî faydalar göz önüne alındığında tahammül kolaylaşır. Kur’ân’da, Allah’ın hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği şeylerle mükellef tutmayacağı belirtilmiştir. Hastalık veya seferîlik gibi hâllerde, bedenî veya malî yönden herhangi bir ibadeti yerine getirememe gibi bir durum sözkonusu olduğunda, bazı kolaylıklar devreye girmektedir. Zaten İslam’da zorlaştırmak değil, kolaylaştırmak esastır. İnsanın yapacağı ibadetin gayesini ve anlamını kavrayacak bilince ulaşması, bu konuda özgür iradesinin olması önemlidir. Çünkü Allah, ergenlik çağına ulaşmamış, aklî fonksiyonları yerinde olmayan kimseleri mükellef tutmamaktadır. Buluğ çağına erişmemiş çocukların, ileride zorluk yaşamamaları, disiplin kazanmaları yönünden ibadete alıştırılmaları eğitim biliminin kabul ettiği ilkelerle uyum hâlindedir. Ayrıca, Müslümanlığı kabul etmemiş kişilerin ibadetleri yerine getirme yükümlülükleri bulunmamaktadır. Daha önce de söylediğimiz gibi, öncelikli olan imandır. İbadet yükümlülüğü, imandan sonra başlar. İbadetler gösterişten uzak olmalı, Allah rızası gözetilerek yapılmalıdır. Yapılan ibadetlerde devamlılık önemlidir. İnsanın mükellefiyeti yani Allah’a karşı sorumluluğu ölünceye kadar sürer. İslam itidal üzere kurulduğundan, ibadetler konusunda da aşırılığa kaçacak hareketleri tavsiye etmez. Aşırı ölçülerde ibadette bulunup, bir müddet sonra bıkkınlığa düşmektense, güç yetecek kadar ibadet yapıp ömür boyu devam etmek daha iyidir. İslam’da Allah’tan başka bir şeye ibadetin adı, şirktir. İbadetlerin yardımlaşmayı sağlama, fertler arasında kaynaşma meydana getirme türünden dünyaya yönelik olumlu sonuçları bulunduğu gibi, ahirete yönelik olumlu sonuçları da vardır. Kişi, yükümlülüğünü yerine getirmiş olur. Allah katında bir mükâfat elde eder. Ancak bu mükâfatın büyüklüğü, kişinin niyetine ve içtenliğine bağlıdır. Kişi, dünyayı bir tarafa bırakarak, Allah’ın huzurunda olduğu bilincine ulaşırsa, amaca uygun ibadet etmiş olur. Zira gaflet hâlinde yapılan ibadet, amacına ulaşamaz. Her peygamber kavmini tek bir Allah'a ibadet etmeye davet etmiş, kendileri de O'na ibadet etmişlerdir. Kur'ân'da, “ey insanlar” ve “ey müminler” hitâbıyla Allah’a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât ibadet emredilmiş ve ibadetin ihlâsla yapılması istenmiştir. Allah'a ibadetten bahseden âyetlerdeki ibadet kavramı, genel olarak tevhîd, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade ederler. Allah’tan başkasına İbadet: Şirk Kur’ân’ın inmeye başladığı dönemde yaşayan Araplar arasında puta tapıcılığın yaygın olması nedeniyle, birçok âyette Allah’tan başkasına ibadet etmenin yanlışlığından bahsedilmektedir. Allah gönderdiği kitap ve peygamberler yoluyla, kendisinden başkalarına kullukta bulunmamaları konusunda insanları uyarmıştır. Bu konuda onları zorlamamış, tercih hakkını onlara bırakmıştır. Böylece yaratılanlar arasında sadece insanlar ve cinler Allah’tan başkasına tapmışlardır. Diğer yaratıklar zorunlu olarak tek Allah’a ibadet etmeye devam etmektedirler. Nefsinin isteklerini ilah edineni gördün mü? (Âyet) Allah’a ortak koşanların ortak koştukları şeylere baktığımızda, acziyet ifade eden bazı ortak özelliklerin onlarda bulunduğunu görürüz; Gerçek varlıkları yoktur, canlıların sahip olduğu bazı özelliklerden bile mahrumdurlar, yaratıcıya ait fiillerden acizdirler (yaratamazlar, diriltemezler, rızık veremezler, duaya icabet edemezler, hüküm yetkileri yoktur, hidayet edemezler, gaybı bilemezler), felaket sırasında kaybolurlar, kendilerine tapanları savunamazlar, şefaat edemezler, delile dayanmazlar, putlar kendilerine tapanları reddederler. Puta tapanların, taptıkları putların kendilerini dahi korumaktan aciz olduklarını kabul etmelerini göstermesi bakımından Enbiyâ sûresinde Hz. İbrahim ile kavmi arasında geçen konuşma ilginçtir. Adı geçen sûrenin 65. âyetinde müşriklerin “Andolsun bunların konuşmayacağını sen de bilirsin.” demesi üzerine Hz. İbrahim onlara “ Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?” cevabını vermiştir. Bu cevap karşısında Hz. İbrahim’i yakmaya teşebbüsten başka bir şey yapmak ellerinden gelmemiştir. Müşriklerin Tanrı diyerek taptıkları putlar, bir nevi sembol ve vasıta değeri taşımaktadırlar. Müşriklere göre putların imal edildikleri madde önemli değildir. Putların aslında sembol değeri taşıdığını bazı âyetlerden de öğrenmemiz mümkündür. Mesela, “Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu.” (Sebe’, 34/41), “Eğer Rahman dileseydi biz onlara (meleklere) kulluk etmezdik.” (Zuhruf, 43/20), “Hâlbuki (aslında) azgın bir şeytana tapmaktadırlar.” (Nisâ, 4/117) âyetlerinden puta tapanların, o putların maddesinde başka varlıklara taptıklarını anlamaktayız. İnsanlar zihnen kavrayamadıkları Allah ile aralarına birtakım vasıtalar koymuşlardır. Yardım veya şefaat beklentisiyle, korku veya dünyevî bir menfaat sebebiyle putlara tapmışlar, zamanla bu sapma giderek daha da artmıştır. Müşrikler, Allah’ın putları kendisine vasıta kıldığını, onlara tapınmanın Allah Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât tarafından meşru kılındığını iddia ediyorlardı. Hâlbuki Kur’ân, putların tanrılığını kesin bir dille reddetmektedir. En büyük put, nefistir. Kur’ân, tevhid dini olan İslam’ı getirdiği için şirkle çetin mücadeleler yapmıştır. Puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı temel gaye edinmiştir. Bu gaye uğrunda müşrikler karşısında her türlü delili ileri sürmüştür. Burada bir hususu hatırlatmakta fayda var; Kur’ân, İslama aykırı diğer inanışlarla mücadele etmemiş midir? şeklinde bir soru akla gelebilir. Bu soruya, Kur’ân’ın İslam dışı her türlü düşünceyle mücadele ettiği cevabını verebiliriz. Mâide, 17 ve 72. âyetlerde “Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kesinlikle kâfir oldu.”, 73. âyette “Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir oldu. Hâlbuki bir tek ilahtan başka hiçbir ilah yoktur.” buyrularak teslisle mücadele edilmiştir. Ayrıca Kâf 24–25. âyetlerde, “Atın cehenneme, (hakka karşı) inatçı, hayrı hep engelleyen, haddi aşan şüpheci her kâfiri!” buyrularak küfür ve şüphe yerilmiştir. Kur’ân, tanrı olarak kabul edilen putların acizliklerini deliller ileri sürerek belirtmiştir. Bir âyette, “Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.” Başka bir âyette, “Ey İnsanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de.” buyrularak putların zayıflık ve acizlikleri gözler önüne serilmiştir. Putlara tapınarak onlardan medet uman müşriklerin ne büyük şaşkınlık ve gaflet içinde oldukları bu âyetlerden ortaya çıkarılabilir. İbadetin engelleri: Tefekkürsüzlük, bilgisizlik, heveslere tapınma kibir. Putlardan bir şey beklemenin yanlışlığı apaçık bir gerçek olarak ortada dururken, insanlar hangi sebeplerin peşine takılarak bu çıkmaz yola sürüklenmişlerdir. Kur’ân’a baktığımızda, bu sapmanın sebeplerinin değişik yerlerde zikredildiğini görürüz. Bu sebepler başlıca dört grup hâlinde tespit edilmiştir: 1- Müşriklerle ilgili sebepler 2- Çevresel etkenler 3- Müşriklerin Resul ve müminlerle ilgili ileri sürdüğü bahaneler 4- Müşriklerin putlarda var olduğunu düşündüğü özellikler. Müşriklerle ilgili sebepler; düşünmemeleri (peşin hüküm sahibi olmaları, akıllarını kullanmamaları), bilgisizlikleri, şüphecilik ve heveslerinin peşinden gitmeleri ve kibirli olmalarından kaynaklanmaktadır. Şirkin çevresel etkenleri arasında; ataları taklit, baskı, refah, şeytanın aldatması gibi sebepleri sayabiliriz. Müşrikler, atalarını körü körüne taklit ettikleri için şirkten kurtulamamışlardır. Sıkıştıkları yerde atalarından o şekilde gördükleri tarzında bir bahane ileri sürmüşlerdir. Körü körüne taklit, Kur’ân’ın en çok eleştirdiği tutumlardandır. Kur’ân’da “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)” denilerek müşriklerin bu tavırları kınanmıştır. Otoriteyi temsil eden kişilerden gelen baskılar ve tehditler de şirkin devam etmesinde etkili olmuştur. Şeytanın saptırması, vesvese vermesi ve yaptıkları işleri onlara güzel göstermesi de şirkin devamını sağlamıştır. Nitekim Kur’ân’da Âd ve Semûd kavimlerinin helak edilmesinden bahsedildikten sonra “Şeytan onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur.” denilerek bu kavimlerin ne suretle helake sürüklendiği ortaya konulmuştur. Müşrik olmalarının sebebini Allah’a izafe etmeleri de şirkte devam etmelerine neden olmuştur. Bunu “Eğer Rahman dileseydi biz onlara kulluk etmezdik” dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.” âyetinden anlamamız mümkündür. Peygamberlerin makam, güç ve servet sahibi insanlar arasından seçilmeyişi hususunu da şirklerine bahane olarak ileri sürmüşlerdir. Nitekim “Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!”, “ Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!”. Ayrıca “ Bu Kur’ân iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler” âyetlerinde bu husus açık olarak anlatılmıştır. Müşrikler, putlarda var olduğunu düşündükleri şefaat etme, zarar vermelerinden korkma gibi özelliklerden dolayı da şirke düşmüşlerdir. Nitekim “Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir” âyetinden bunu anlayabiliriz. Bireysel Etkinlik Kulluğun önünde iki amansız düşman vardır: Şeytan ve nefis Müşrikler, şirk koşmalarına bir diğer sebep olarak peygamberlerde bulunan sıfatları ileri sürerler. Onlara göre, bu sıfatların bir peygamberde olmaması gerekir. Peygamberin kendileri gibi beşer olmasını zaaf olarak görmüşlerdir. Nitekim bu husus “ İnsanlara hidayet (Kur’ân) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, “Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?” demeleri engel olmuştur.” âyetinde dile getirilmiştir. Müşriklerin bu yadırgamalarına Kur’ân cevap vermiştir; “De ki: “Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.” • Gerçek anlamda bir kul muyuz? İbadetlerimizi hakkıyla yapıyor muyuz? Üzerinde düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât İbadet Fıtrî Bir İhtiyaçtır İbadet ve kulluk, insanın mayasına içirilmiştir. Bilindiği üzere, insan hayatında lezzetler ve elemler vardır. İnsan lezzetten ne kadar hoşlanırsa, elemden de o kadar acı duyar. Elemin sebepleri karşısında öfkelenir veya korkar, lezzetin sebepleri karşısında ise, ümitlenir veya hırslanır. İnsanı hareket ettiren veya durduran da bu korku ile ümidin sürekli mücadelesi ve birinin diğerinin yerine geçmesidir. Ümit kırılınca, ruhu ümitsizlik ve karamsarlık duyguları kaplar, insan hiçbir faaliyet gösteremez hâle gelir. Korku kalmayınca da taşkınlıklar başlar, hiçbir işin sonu düşünülmez, insanlığa yararlı işler yapılmaz. Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit olması sebebiyle insanlar gayret gösterirler. İnsanoğlu aciz olarak yaratılmıştır. İbadet etmek, Allah’ın kulları üzerinde bir haktır. Aklı başında olanlar, ümit ile korku dairesinden dışarı çıkmazlar. İnsan her an korku ile ümit arasındadır. Ümidin sebepleri sınırsız olduğu gibi, korkunun sebeplerinin de sınırı yoktur. İnsan ruhu, ümitler ve korkular karşısında daima müteessir olur. Ümitlerle korkuların karşı karşıya yer alarak bir noktada buluştuklarını görür. Artık, hakikati kavramaya başlamıştır. İnsan ruhunun tamamen müteessir olduğu, bütün korku ve ümitlerin toplandığı noktaya karşı duyduğu ilgi, kulluk ve ibadet düşüncesinin başlangıç noktasını oluşturur. İnsanın mutluluğu, mutsuzluğu, mahrumiyeti bu ilginin ciddiyetiyle doğru orantılıdır. İnsan korku ve ümit duygularını neye bağlarsa, mabudu odur. Bazı insanlar korku ve ümidin ilk kaynağı olan Yüce Zata yükselemez, belirli ve sınırlı bir ümidin zorlaması veya bir korkunun kahrı altında ezilir. O varlığa o şekilde bağlanır ki, sahip olduğu veya elde etmek istediği lezzetten vazgeçmeye, elemi yüklenmeye imkân yok gibi düşünür. Bu ümidin kaynağını öyle sevmiş veya o korkuyu doğuran şeyden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün sevgilerin gayesi veya bütün korkuların sonu gibi görünür. Böyle kendisi gibi sınırlı ve eksik bir varlığa bağlanması, onun önünde öyle zilletlere götürür ki, bütün idrak o zillete boğulur, o andan ilerisini görecek akıldan eser kalmaz. İnsan, hayatı boyunca nefsi ile vicdanı arasında harb eder. İnsanda yaratıcı-yaratılan / ilah-kul ilişkisini unutturarak bütün musibetleri hazırlayan şirkin çıkış noktası da işte burasıdır. Kendilerini ibadet düşüncesiyle ilgilisiz sananlar, bunu da kendileri için ileri bir fikir seviyesi olarak görenler, farkında olmadan her an bir mabut değiştirirler. Bu şekilde bütün hayatları mutlak bir şüphe içinde geçer. Fanilere gönül bağlayanlar, hüsranda kalmaya mahkûmdurlar. Bu yüzden kulluk ve ibadete layık yegâne varlık Allah’tır. O’na ibadet edenler, gelip geçici ümit ve korkulara kendilerini tamamen kaptırmazlar. İslam’a göre lezzet ve elem, ümit ve korku doğuran amillerin hepsi mutlak bir başlangıca dayanır ki, bu her şeyin sahibi olan Allah’tır. Bu sebeple ibadet ve tezellül yalnız O’nadır. Kul ibadet ederken, mabuduna tam bir edeb, hudû ve tazim Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât ile boyun eğmelidir. Bu esnada tazimle bağdaşmayacak her türlü hareketten sakınmalıdır. Hakkıyla ibadet, mutlak acziyet ile tam kudretin buluşmasıdır. Aczini hissetmeyen kibirliler, hiçbir korku yokmuş gibi görünen gafiller, hiçbir ümit beslemeyenler bu şereften mahrumdurlar. Şuurlu olarak yapılan ibadetler, ahlakımızı güzelleştirir. İbadetlerimiz ahlakımızın yükselmesine, ruhumuzun temizlenmesine hizmet etmiyorsa, şuursuzca yapılmışlardır. Bunlar, kuru bir hareket olmaktan ileri gidememişlerdir. İbadet, insanları madde âleminde boğulup kalmaktan kurtarır. İnsanın düşüncelerini bu âlemin ötesindeki âleme çevirir. Bireysel Etkinlik Şuurlu ibadet, ahlakı güzelleştirir. İbadet isteği ve ihtiyacı fıtrîdir. İbadet duygusu insanın tabiatında var olan bir kabiliyettir. İnsanlar her devirde, kendilerinden üstün ve bütün âleme hâkim bir yaratıcı kudrete iman etmiş ve tazimde bulunmuşlardır. Çünkü yaratıcıya sevgi ve saygı, korku ve ümit, yalvarma ve ibadet duyguları yaratılıştan gelmektedir. İbadet, kalbe ve imana kuvvet verir. İman, ibadetlerle güçlendirilmezse, zamanla zayıflar, yavaş yavaş kalpten silinip yok olur. • Dinimizde ibadet kavramının kapsamının özel ibadetlerden, nafile ibadetlere, hatta hayatın içerisinde haram karışmayan her türlü söz ve eyleme kadar geniş olması hakkında düşününüz. KUR’ÂN’DA MUÂMELÂT Hz. Muhammed (s.a.v.), toplumu düzenleyen bir kanuna, aile düzeni bulunmayan bir millete peygamber olarak gönderilmişti. Söz konusu bu topluma hâkim olan düzen ataları taklit ve cahiliye geleneklerinden ibaretti. Yüce peygamber ise fertler, aile ve devletlerarası ilişkileri düzenleyen bir hukuk sistemi getirmişti. Bu hukuk, evlat ve baba arasındaki ilişkilerden başlayıp herkesin diğerlerine karşı olan bütün haklarına varıncaya kadar tümünü düzenlemeyi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Ahlak temeldir; hukuk ahlakı temin etmek için vardır. hedeflemiştir. Hz. Peygamber’in Kur’ân ile tebliğ ettiği hukukun değerini anlamak için onu, eski çağın en meşhur hukuki belgeleri olan Roma kanunlarıyla karşılaştırmak gerekir. Ümmi olan bir zatın Allah katından getirdiği ve kendisinin gerçek peygamber olduğunu gösteren Kur’ân’ın büyüklüğü işte böyle bir karşılaştırma sonucunda ortaya çıkar. Böyle bir karşılaştırma ise kanun yapma alanında bizi bir kısım gerçeklere ulaştırır ki bunlar, Roma hukukunda da ve sonraki yüzyıllarda bilinmemekteydi. Ancak son yıllarda daha yeni ortaya çıkmıştır. Mesela Kur’ân, ırk, cins siyah-beyaz, zengin-fakir arasındaki farkı ortadan kaldırmıştır. Takvadan başka hiçbir milletin başka bir millete üstünlüğünü kabul etmemiştir. Mesela, Kur’ân’a göre insanlar eşittir. Üstünlük ancak takva iledir. Roma hukukuna göre ise Romalılar üstün ve imtiyazlıdır. Suç işleyen Romalının cezası diğerlerinden azdır. Kur’ân’da, Roma hukukunun aksine, kölelerin cezası, hür insanların cezasının yarısı kadardır. Kur’ân’da bu hususa dair verilecek pek çok örnek bulunmaktadır. Bütün buları anlatmak imkânı yoktur. Kur’ân-ı Kerim ve sünnette yer alan hükümleri genel olarak üç başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar, inanç, ibadet ve müamelatla ilgili hükümlerdir. Daha önce inanç ve ibadet konuları anlatılmıştı. Şimdi sırada inanç ve ibadetle ilgili hükümlerin dışında kalan ahkâmın açıklanması vardır ki bunlara muâmelât denmektedir. Sözlük anlamı Muâmelât, köken itibarıyla Arapça bir kelime olup Türkçe’de davranış biçimi, tutum, yol, yöntem, alışveriş, ticaret, işlem vs. anlamlarına gelen muâmele sözcüğünün çoğuludur. Muâmelât, insanlararası her türlü ilişki biçiminin ahlaki ve hukuki ahkâmıdır. Terim anlamı Istılah olarak da muamelât, insanların birbiriyle veya ferdin toplumla yahut da toplumların birbiriyle olan hukuki, idari, mâli, iktisadî ve beşerî münasebetlerini düzenleyen hükümleri ifade eden hukuki bir kavramdır. Muâmelât bir başka ifadeyle İbadetin dışında kalan hukuki tasarruflar, akitler, suç, ceza ve benzeri hükümlerdir. Yani ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumların birbiriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallardır. Bu hükümlerin bir kısmı, evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, iddet, miras, nesep gibi aile hukuku; bir kısmı alışveriş, kiralama, trampa, rehin ortaklık, borçlanma ve taahütte bulunma gibi bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemeyi ve hak sahibi olan herkesi korumayı amaç edinen Medeni hukuku; öte yandan ferdin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât işleyeceği suçlar ve bunlarla ilgili cezâî hükümleri; mal, can, ırz, nesep ve aklı korumayı amaç edinen ilkeleri; hırsızlık, yol kesme, içki kullanma gibi suçlar için âyet ve hadisle belirlenen cezalarla ilgili İslâm toplumun yararı ve kamu düzeninin sağlanması için konulan hükümleri içeren ceza hukuku; davaların görülmesi, şahitlik, yemin gibi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek için gerekli icraatı düzenlemeyi amaç edinen ceza hukuku; devletler arası ilişkileri düzenleyen devletler arası hukuku; gelir ve giderin hesaplanması ile ilgili mali ve benzeri hükümleri içeren mali hukuku düzenleyen kuralları içermektedir. Aileyi Tanzim Eden Hükümler İslam’a göre tanzim edilmiş bir aile, toplumun temelidir. Kur’ân aileye ilişkin olan hükümleri, diğer bütün konulara ait olan hükümlerden daha detaylı bir şekilde açıklamıştır. Buna göre Kur’ân, evlenme hükümlerini ve nikâhı caiz olmayan kadınları geniş bir şekilde açıklamıştır; boşanma hükümlerini, iddet ve hükümlerini oldukça mufassal olarak beyan etmiştir. Keza, mirastaki pay oranlarını açık açık bildirmiştir. Sünnet de Kur’ân’ın aileyi tanzim eden hükümlerini tamamlamıştır. Öyle ki bunlardan Kitab ve ya Sünnet’e dayanmayan bir hüküm bulmak imkânsız gibidir. Âyetleri incelediğimiz zaman, Kur’ân’da aile hukuku kadar geniş bir şekilde açıklanmış başka hükümler bulamayız. Kur’ân’ın aile hukukuna bu derecede önem verişi, toplumun çekirdeğini teşkil eden ailenin sağlam temellere oturtulmasını ve bu kurumun en iyi bir şekilde ıslah edilmesini sağlamak olmalıdır. Konuyla ilgili olarak ilk gelen âyetlerde ailenin temel unsuru ana-babanın, karı-kocanın manevi şahsiyetlerine verilen öneme dikkat çekilmekte ve bunun üzerinde hassasiyetle durulmaktadır. İşte o âyetlerden bazılarının mealleri şöyledir: Erkek ve dişi, müstakil iki varlıktır; ama birbirini tamamlar. “Biz insana, ana-babasını tavsiye ettik. Anası onu zorluk çekerek (karnında) taşımıştı. (Gebeliğinden doğuruncaya kadar, günden güne güçsüzleşmiş ve ağırlaşmıştır).Onun(memeden) kesilmesi de iki yıl içinde olmuştur. (Onun için biz insana:) Bana ve ana-bana şükret; dönüş banadır.” (diye öğüt verdik). Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, bana ortak koşmak için zorlarlarsa, onlara itaat etme, (fakat) onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonra dönüşünüz banadır. (O zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31/14-15). Lokman sûresi Mekke döneminin ortalarında inmiştir “Biz insan anababasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu (ne)zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınmasıyla sütten kesilmesi otuz ay sürdü…” (Ahkaf, 46/15) Ahkaf sûresi de Mekke’de inmiştir. Ancak 15. âyet, Medine’de inmiştir. “(…) (Hanımlarınız), onlar sizin için elbisedir, siz de onların elbisesiniz..” (Bakara, 2/197). Bu âyet, Medine’de, bir ve ikinci hicrî yılda inmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Evlenmeyle ilgili bazı âyetlerin mealleri de şöyledir: “Allah’a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar, evlenmeyin. (Allah’a ortak koşan kadın) hoşunuza bile gitse, inanan bir cariye, ortak koşan bir kadından iyidir. Ortak koşan erkekler de inanıncaya kadar, onlarla (kadın ve kızlarınızı) evlendirmeyin. (Allah’a ortak koşan hür bir erkek) hoşunuza gitse bile, inanan bir köle, ortak koşan bir adamdan iyidir. (Zira) onlar ateşe çağırıyorlar, Allah ise izniyle cennete (girmeğe) ve mağfirete çağırıyor. İnsanlara âyetlerini (böyle) açıklıyor ki öğüt alsınlar.” (Bakara, 2/221) Nikah, toplumda nesepleri tespit eden dini bir akittir. “Şayet öksüz kadınlarla evlendiğiniz takdirde (on)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. O (kadı)nlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, bir tane ile yetinin yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin. Adaletten ayrılmamanız için en uygun olan budur.” (Nisa, 4/3), “Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam bir) adalet yapamazsınız. Öyleyse, (birine) büsbütün meyledip ötekini (kocasız) askıda kalmış gibi bırakmayın. Eğer nefsinizi düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.” (Nisa, 4/129) Mehir ilgili âyetler: “Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile verin; eğer ondan bir kısmını gönül hoşnutluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu da afiyetle yiyin.” (Nisa; 4/4) “Verdiğiniz o mehiri eşinizden nasıl alırsınız ki birbirinizle birleşip katıldınız (içli dışlı oldunuz) ve onlar sizden kuvvetli bir teminat, nikah sözleşmesi aldılar.” (Nisa, 4/21) Nikah düşemeyen kadınlar: “Bir de babalarınızın nikahlandığı kadınlarla evlenmeyin. Cahiliye devrinde geçmiş olanlar affedilmiş geçmiştir. Çünkü bu fuhuştur, (Allah’ın) hışmıdır ve iğrenç bir yoldur.” (Nisa, 4/22), “Size (şunlarla) evlenmek de haram kılındı: Analarınız (ananızın anası ve babanızın anası; ne kadar yukarı çıkarsa), kızlarınız (kızlarınızın kızı, oğullarınızın kızı; ne kadar aşağıya inilirse inilsin), kız kardeşleriniz (ana-baba bir, baba bir, ana bir kardeşler dâhil), halalarınız (bütün baba ve dede kız kardeşleri dâhil), erkek ve kız kardeşlerinizin kızları (kardeşlerin torunları; ne kadar inilirse inilsin), süt analarınız(süt büyük anneleri dâhil), süt kız kardeşleriniz (nesep itibarıyla haram olanlar, süt cihetinden de haram olur), karılarınızın anaları (zifaf olsun olmasın), kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olma himayenizdeki üvey kızlarınız. Eğer onlarla henüz zifafa girmemişseniz kızlarını almaktan ötürü üzerinizde bir günah yoktur. Öz oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız da haramdır. Ancak cahiliye devrinde geçen affedilmiş geçmiştir. Şüphesiz ki Allah, Cahiliye devrinde olan kötü işleri bağışlayıcı, çok merhamet edendir.” (Nisa, 4/23), “(Bir de harp esirleri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, diğer bütün evli kadınlarla da evlenmeniz size haram kılındı.(…)” (Nisa, 4/24), “Sizden her kim, mümin kadınlarla evlenecek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât zenginliğe kudreti olmazsa, ona da ellerinizin altındaki inanan cariyelerden efendilerinin rızası ile nikâhlamak var. Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem soyundansınız. İnsan olma bakımından aranızda bir fark yoktur. (…)” (Nisa, 4/25). Kur’ân Cahiliye döneminde evlatlık ile ilgili mevcut hükmü şu şekilde değiştiriyor: “Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de kendisine ihsanda bulunduğun, (azat edip evlatlık edindiğin) kimseye (Zeyd’e): “Eşin (Zeyneb)i nikâhında tut, Allah’tan kork” diyordun; fakat Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekiniyordun; oysa asıl çekinmene layık olan Allah’tı. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki (bundan böyle) evlatlıkları, kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın…” (Ahzab, 33/37) Erkeğin, kadın; kadının da erkek üzerinde hem sorumlulukları hem de hakları vardır. Aile hukuku ile ilgili Kur’ân’da mevcut pek çok hüküm vardır; Ehl-i kitabdan olan kadınlarla evlenme müsaadesi: “Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir. Her kim imanı inkâr ederse, ameli boşa gitmiş olur ve o, ahirette zarara uğrayanlardandır.” (Maide,5/5) âyetiyle bildirilmiştir. Evliliğin sona ermesi ve boşanma hadisesi ilgili hükümler en gelişmiş şekliyle Kur’ân’da yer almıştır. Cahiliye toplumunda, ailenin ana unsurlarından biri olan kadın gerçekten çok kötü sömürülmekte, o bir eşya gibi muamele görmekte ve ona hemen hemen hiçbir hak tanınmamaktaydı. Bu sömürü yollarından biri de boşanma biçimiydi. Çok evliliğin de yoğun olduğu bu toplumda bu sömürünün boyutlarını tespit etmek mümkün değildir. İslam, eski tip aileyi bu noktadan alarak yeni bir aile tipi oluşturmuştur. Yeni toplumda öngörülen aile tipi oluşturmaya çalışılırken, gerekli tedbirler alınmış, önce eski aile tipiyle ilgili gelenekler, peyderpey inen âyetlerle teker teker kaldırılmış, bu arada yeni aile tipine geçişi sağlayıcı nitelikte, yavaş yavaş gelişen yapıcı ve yumuşak hükümler gelmeye devam etmiştir. Sonunda, boşanma kurumunu kaldırmadan boşanmayı engelleyici sosyo-ekonomik ve hukukî tedbirler alınmıştır (Bk: Nisa, 4/35, 128-129). Yeni toplum yapısı Medine’de oluştuğu için aile hukukuyla ilgili hükümlerin hemen hemen hepsi Medine’de inmiştir. Ailede kadın ve erkeğin hukukî statüsünü belirleyen ve boşanmanın tehirini sağlayıcı hükümler, boşanmış kadınların tekrar evlenebilmeleri için gerekli olan hukukî süreleri ve benzeri aile hukukuyla ilgili daha pekçok hüküm Kur’ân’da yer almıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Velayet Yetim, müslümanların koruyup kollamak zorunda olduğu Allah’ın bir emanetidir. İslam’da velayetle ilgili hükümlerin çoğu yetim haklarının korunmasını tavsiye veya emreden âyetlere dayanmaktadır. Bu konuda o kadar çok âyet var ki, bunlara bakarak, İslam ilk gününden beri yetimin ve yoksulun velisi olmuştur, denilebilir. “Yetimin malına yaklaşmayın; ancak erginlik çağına erişinceye kadar en güzel bir tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). (…)” “Yetimin malına, buluğ çağına varıncaya kadar, malını en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir surette yaklaşmayın. (…)” Miras Hukuku/Ferâiz ve Vasiyet İslam öncesi Arap toplumunda kolektif sorumluluk ilkesi hâkim olduğu için kişisel ekonomik bağımsızlık önem arz eden bir konu değildi. Kadınlar, çocuklar, köleler, toplumun büyük bir kesimi, ekonomik özgürlükten yoksun, meta hükmünde idi, hukuki ve ekonomik şahsiyetleri hemen hemen hiç yoktu. Sadece, eli silah tutan, ganimet elde edebilecek güçteki erkekler arasında, nesebe dayalı, bir miras hakkı vardı. Miras, daha çok vasiyet şeklinde; “muahat” (kardeşlik antlaşması) veya “hılf” denilen dayanışma antlaşması, evlat edinme gibi yollarla da intikal ederdi. Miras, Kur’an ve Sünnette ayrıntılı bir şekilde ortaya konmuş hukuki bir kurumdur. İslam yeni toplumu oluştururken, hukukta, kişisel sorumluluğu ilke olarak benimsemiş ve kişiliğin gelişmesi için de ekonomik bağımsızlığa önem vermiştir. İslam miras hukukunun en belirgin özelliklerinden birisi, eski toplumda var olan bir ilkeyi, yani nesebi esas alarak ona, özde, yeni bir anlam getirmiş olmasıdır. İslam’da akrabalık, gerek nesep, gerekse sıhriyet yönünden, miras hukukunun temel ilkesi olarak benimsenmiş; ayrıca, kişisel ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirici nitelikte belirli ölçüler de konulmuştur. Bir anlamda bunu, eski kolektif sorumluluk ve mülkiyet anlayışının kişiselleştirilmesi olarak nitelemek mümkündür. Aile hukukunda görüldüğü gibi, yeni toplum yapısına geçişte, tepeden inme emirlerden çok, mevcut toplumsal realiteden tercihler yapılarak, toplumsal gelişim doğrultusunda, olaylara dayalı makul gerekçeler çerçevesi içinde, toplum yapısını yıkıcı ani sarsılmalara yer vermeden, yumuşak ve genel hükümlerle yavaş yavaş sağlanmıştır. Hukukun diğer alanlarında olduğu gibi, Mekke’de mirasla ilgili olarak inen âyetler, inanca dayalı genel ilkeler ve ahlâkî öğütler mahiyetindedir. Konuyla ilgili Medine’de inen âyetlerin gelişiminin tamamlanması da oldukça uzun sürmüştür. Bu konuda bazı âyet mealleri şöyledir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât “Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” (Fecr, 89/17-20). “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur. Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir. Her kim, vasiyet edenin haksızlığa yahut günaha meyletmesinden endişe eder de (alâkalıların) aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan hem de esirgeyendir.” (Bakara, 2/180-182) Miras, vasiyet ve borçların ödenmesinden sonra gelir. “Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; anababanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır. (Mirastan payı olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin. Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde (hâlleri ne olur) diye korkacak olanlar (yetimlere haksızlık etmekten) korkup titresinler; Allah'tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa, 4/7-9) “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, anababasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da anababası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. Yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra eşlerinizin, eğer çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa sizin de yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır (zevcelerinizindir). Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, anababası ve çocukları bulunmadığı hâlde (kelâle şeklinde) malı mirasçılara kalırsa ve bir erkek yahut bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın (yapılacak)tır. Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Allah her şeyi hakkıyle bilendir, halîmdir.” (Nisa, 4/11-12) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Mali Hükümler Ticaret, helaldir; faiz ise haramdır. Aldatan bizden değildir. (hadis) Mali muamelelerin adil ve mübah olan esaslarını Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerim, mali muamelelerdeki ibahatin iki esasını bir âyette belirtmiştir. Bu esaslardan birincisi halkın mallarını haksız yere yemenin yasaklanışı, ikincisi de karşılıklı rızalaşmadır. Bu hususta Allah Teâla şöyle buyurur: “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızalaşmaya dayanan ticaretle yeyin; haram ile kendinizi mahvetmeyin.” (Nisa, 4/29) Bu âyetteki “ karşılıklı rızalaşmaya dayanan ticaretle yeyin” ifadesi alım-satım taamülünde kâr ve zararın muhtemel ve mübah olduğuna işarettir. Herhangi bir zarar ihtimali olmadan elde edilen kazanç ticaret değildir. Böyle ticaretten elde edilen kârın adı faizdir. Faiz ise haramdır. Çünkü Kur’ân, bu konuda çok sert bir üslûp kullanarak faiz yiyenlerin durumunu açıklamıştır: “Faiz (ribâ) yiyenler, kıyamet günü ancak şeytan çarpmış kimseler gibi kalkarlar. Bu, onların, zaten faiz alım-satım gibidir demelerindendir. Oysa Allah, alım-satım helal, faizi de haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelip de faizciliğe son verirse, geçmiş olanlar kendisine kalır; onun işi Allah’a aittir. Kim de faizciliğe tekrar dönerse, işte onlar cehennem ehlidir ve orada ebedî kalıcıdırlar. Allah, faizi eksiltir, sadakaları artırır. Allah, her kâfir ve günahkârı sevmez. İman edip yararlı işler işleyen, namaz kılan ve zekât verenlerin Rab’leri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ey iman edenler, Allah’tan korkun, iman etmişseniz faizden arta kalan şeyden vazgeçin. Böyle yapmazsanız bilin ki bu, Allah’a ve Peygamber’e karşı bir savaştır. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Borçlu darlık içinde ise genişleyinceye dek beklenmelidir. Bilmiş olsanız (bu durumda borcu) bağışlamanız sizin için daha iyidir” (Bakara, 2/275-280). Ayrıca Kur’ân, haksız yere halkın malını yemek anlamına gelen rüşveti de şöyle yasaklamıştır: “İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek, ele geçirmek için mallarınızı iş başındakilere vermek suretiyle aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Bakara, 2/188) Buna göre, meşru yoldan malın artmasına sebep olan bütün tasarruflar mübah kılınmıştır. Bu da karşılıklı rızaya dayanan ticaretin serbest oluşunu gösterir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim, önemli akidleri tanzim için iki şey istemektedir: Birincisi şahit bulundurmaktır ki; bu konunun Kur’ân’da: “Alış veriş yaptığınızda şahit tutun, kâtip/yazan da şahit de zarara uğratılmasın.” (Bakara, 2/282) şeklinde yer aldığı görülmektedir. İkincisi borçları ve vadeli satış bedellerini yazmak: Böylece ileride ortaya çıkması muhtemel olan anlaşmazlıklar önlenmiş olacaktır. Bir de alışveriş yapanlar yolcu ise rehin almaları emredilmiştir. Bu suretle de herhangi bir hakkın zayi olmasına karşı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât tedbir alınmış olmaktadır. Bütün bunlar, müdâyene/borçlanma âyetinde açıklanmıştır (Bakara, 2/282). Zahiri mezhebi, aynı âyeti mesned alarak, her alışverişte şahit tutulmasının, her türlü borç ve va’deli satış bedelleri için senet yazılmasının vacib olduğu görüşündedir. Alım-satımlarda şahit bulundurma, akidlere tam olarak bağlı kalınmasını sağlamak içindir. Zira akidlere bağlı kalınmasını bildiren emirler, ancak bu suretle gerçekleştirilmiş olur. Kur’ân’da mali ilişkileri düzenleyen nass’lar, külli ve genel mahiyettedir. Mali muamelelerin çoğunu Sünnet açıklamıştır. Fakat bunlar da ibadetlere nispetle fazla olan ibahettir. Bu husus, şu âyetlerde açıkça ifade edilmektedir “Yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 2/29); “Ey iman edenler, Allah’ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın…” (Mâide, 5/87) Cezâî Hükümler Kur’ân, suç ve cezalarla ilgili hükümleri, suçlulara verilecek cezanın genel esasını açıklamıştır. O da suç ve ceza arasındaki eşitliğe dayanan kısas’tır. Öldürmede, azayı yok etmede ve yarlamada kısas emredilmiştir. Böylece ceza, suç cinsinden tayin edilmiş ve eşitlik sağlanmıştır. İşte bu nedenle Kısas meşru kılınmıştır. Kısas, iki kısımdır. Biri suç için aynı cinsten cezanın uygulanması demek olan kısas, diğeri de diyet adı verilen manevi kısastır. Cezalar, suça denk olmalıdır; ne eksik ne fazla. Fertlere karşı işlenilen suçların cezası kısastır. Kamu hukukuna karşı veya Allah haklarına (hukukullah’a) karşı işlenilen suçlar için verilecek ağır cezalar, Kur’ân’da belirtilmiş ve hafif cezalar hâkimlerin takdirine bırakılmıştır. Bu da İslam hukuk düşüncesinin ulaşmış olduğu yüksek noktayı gösteren bir sonuçtur. Allah hakları’na karşı işlenen suçların cezasına “hadd” adı verilmektedir. Kur’ân, zinanın, hırsızlığın, yol kesmenin ve zina iftirası/kazf yapmanın haddini/cezasını açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerim tayin ettiği cezalarda önemli dört hususun göz önünde bulundurulmasını esas almıştır: 1- Canı, aklı, dini, malı ve nesli korumak: Bunun içindir ki Kur’ân, kısas’ta hayat olduğunu söyler: “Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır.” (Bakara, 2/179) 2- Mağdur’un (öldürülen kişinin velisinin) kinini dindirmek: Çünkü mağdur yaralıdır. Onun yarasını iyileştirecek, kinini dindirecek bir tedbir almak gerekir. Bu sebepledir ki Kur’ân, maktulün velisine bir hak ve yetki tanındığını çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Haksız olarak öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin (katilin yerine, katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin) zira kendisine yardım edilmiştir” (İsra, 17/33). İşte bu, sosyal bir problemin çözümünde uygulanan çok önemli bir yöntemdir. Hâlbuki modern ceza hukuku bu konuya daha yeni yönelmiş ve önemli Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât olduğunu vurgulamıştır. Çünkü mağdurun kinini dikkate almamak, cinayetin art arda sürüp gitmesine, maktulün velisinin mukabil bir cinayet işleyerek kinini dindirmeye çalışmasına veya öldürülenin velisinin bu işe başvurması durumunda, kan gütme veya verilen cezayı az bulma yüzünden öç almasına neden olabilir. Tartışma forumu 3- Mağdur veya ailesine bir bedel vermek: Herhangi bir sebepten kısas tam olarak yerine getirilemediği zaman buna başvurulur. 4- Cezayı şahsiyete tabi kılmak: Yani, büyük şahsın cezası ağır, küçük şahsın cezası hafif olmak. Buna göre, Kur’ân köleye, hür insana verilen cezanın yarısı kadar bir ceza tayin edileceğine işaret etmiş ve bu hususu şöyle açıklamıştır: “Onlar (cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuşta bulunurlarsa, onlara hür (ve evlenmiş) kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.” (Nisa, 4/25) Tartışma Suçun ferdiliği esastır. Kimse kimsenin suçunu üstlenemez. • Suç ve ceza ilişkisi nasıl olmalıdır? Gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. İdare Edenle İdare Edilenler Arasındaki İlişki Kur’ân, idare edenle idare edilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kısım kurallar koymuştur ki bunları beş esasta toplamak mümkündür: Adalet Adalet, İslam’ın temelidir. Pek çok âyet-i kerimede geçen adalet kavramı hakkında Kur’ân’ın bazı açıklamaları şöyledir: “Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58) Şu âyet-i kerime de bu esasın önemini belirten âyetlerden biridir: “Allah, şüphesiz ki adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder; taşkın kötülüklerden, meşru olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder.” (Nahl, 16/90) Kur’ân adaleti, idare edenle idare edilenin, devlet başkanı ile vatandaşın ve nihayet bütün halkın birbirine karşı adaletli davranması prensibine dayanır. Bu da Kur’ân hükümlerini uygulama bakımından tam bir eşitlik sistemini gösterir. Dolayısıyla zengin ve asılzâde cezadan muaf tutulmadığı gibi, hâkim ve idareci de suç işlediği zaman, vatandaşlar gibi aynı cezaya çarptırılır. İdareciler de aynen halkın sahip olduğu hak ve vecibelere sahiptirler; halkın üstünde herhangi bir hakka sahip olmadıkları gibi, kutsal kişi olarak da kabul edilmezler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Her şeyden önce Kur’ân herkesin yaşama imkânlarına sahip olması demek olan sosyal adaletin gerçekleşmesini ister. Buna göre güçlüler, zayıfları koruyacak, zenginler yoksulları yedirip içirecek, kollayıp gözetecektir. Kur’ân’a baktığımızda bu hususları açıklayan pek çok âyet-i kerime görmek mümkündür. İdarecilik, caka satma yeri değil, çetin ve ağır bir sorumluluktur. Kur’ân adaletine göre, her insan, kendi güç ve gayretini sarfetme fırsatını bulacaktır; çalışmayan, tembelliğin cezasını çekecektir; çünkü gökten ne altın yağar ne de gümüş. Çünkü kişinin eline kendi öz emeğinden başkası geçmez. Buna göre adalet, iş ve kazanç bakımından mutlak bir eşitliği gerektirir. Çalışan herkes, emeğinin karşılığını eksiksiz olarak elde edecektir; “kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim zerre kadar kötülük yapmışsa o da onu görür.” (Zilzâl, 99/7, 8) Şûrâ Kur’ân-ı Kerim istişare yapmayı emreder: “Onların işleri aralarında şura (danışma) iledir?” (Şûra, 42/38). Diğer bir âyet-i kerimede de: “İş hakkında onlarla müşavere et. Bir kere karar verdin mi, artık Allah’a dayan…” (Âl-i İmrân, 3/159) buyurulmaktadır. Kur’ân şura ve adaletin vasıtalarını açıklamamış, bunları insanların takdirine bırakmıştır. Ta ki onlar, gayelerine ulaşmak için en iyi vasıtalara başvursunlar; zira bu vasıtalar, toplumlara, insanların durumlarına ve çağlara göre değişir. İslah ve Müslümanların Maslahatı Düstur: Takvada yarışmak; günah ve haksızlıkta engel olmak… İdare edenle idare edilenler arasındaki ilişki, bu esaslara dayanacaktır. Kur’ân-ı Kerim, iyi idareci ile bozuk idarecinin niteliklerini anlatmıştır. Mesela, kötü idareci hakkında; “İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider; kalbindekine (sözünün özüne uygun olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Oysa düşmanların en yamanıdır. İşbaşına geçince de yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona; ‘Allah’tan kork!’ denilince, gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir; o ne kötü yerdir o.” (Bakara, 2/205, 206) buyurulmuştur. Yardımlaşma İdare edenle idare edilen ve bütün mü’minler birbirleriyle yardımlaşacaktır. Çünkü Kur’ân’da, “birbirinizle iyilik ve takva’da yardımlaşın; günah işlemede ve haksızlıkta yardımlaşmayın…” (Mâide, 5/2) buyurulur. Bu arada Kur’ân, mü’minler arasında sulh, sukün, sevgi ve kardeşliği emreder ve “inanıyorsanız Allah’tan korkun, aranızı (münasebetlerinizi) düzeltin, Allah ve Peygamberine itaat edin.” (Enfal, 8/1) buyurur. Peygamber (s.a) de bu konuyu teyit mahiyetinde şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Ümmetimin başına geçen ve onlara kolaylıkla muamele eden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât kimseye sen de kolaylık göster. Ümmetimin başına geçip onlara meşakkatle muamele eden kimseye de meşakkat göster!” (Muslim, İmâre, 19; Ahmed b. Hanbel, Musned, IV, 60). Başka bir hadis-i şerifinde; “merhamet, ancak zalim (şaki) kimsenin kalbinden sökülüp alınır.” (Tirmîzî, Birr,16; II,301) buyurmuştur. Himaye Toplumun, mal, can, din ve namusu her türlü kötülükten korunması gerekmektedir. İslam’a göre bu da İslam’ın suçlar için koyduğu haddleri/cezaları uygulamak, zalimden mazlumun hakkını almak ve Kur’ân’ın tayin ettiği diğer cezaları tatbikle gerçekleşir. Müslümanların Gayr-i Müslimlerle İlişkileri: Gayr-ı müslimlerle ilişkiler, adalet ve hukuk düzleminde gerçekleştirilir. Kur’ân, bütün insanları, cins, ırk ve milliyetlerine bakmaksızın, saygıya layık görür ve bu konuda şöyle buyurur: “And olsun ki biz Âdemoğullarını şerefli kıldık, onlara karada ve denizde taşıyacak vasıtalar ve güzel güzel rızıklar verdik, onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” (İsra, 17/70) Keza, Kur’ân, insanları fıtratları icabı hak ve vazifelerde eşit kılmış ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar, doğrusu biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizi tanıyasınız (veya iyiliklerde yarışasınız) diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Çünkü Allah katında en şerefliniz, takva bakımından en üstününüzdür.” (Hucûrat, 49/13). Bu yüksek ruhla Kur’ân; dini, ırkı ve rengi ne olursa olsun, insan haklarına hürmet etmeyi emretmiş ve bunu temel bir ilke olarak kabul etmiştir. Kur’ân-ı Kerim, gayr-i Müslimleri üçe ayırır: a) Zimmî ve muahedler (antlaşmalılar), b) Müste’minler, c) Muharipler. Kur’ân, zimmiler’e, aynen Müslümanlara yapılan muamele gibi muamele yapılmasını emreder ve şöyle buyurur: “Ahidleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Nahl, 16/80) Müste’minler, İslam memleketlerinde müsaade ile oturan yabancı tüccar ve benzeri kimselerdir. Bunlar zimmi ve muahedler gibi İslam idaresi altına girmiş değildir. Bunlarla belli bir süre için antlaşma yapılmış olup sözlerinde durdukları müddetçe kanları ve malları haramdır, korunur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Zimmi, muahed ve müste’minlerin dışında kalan kimselere, fakihler, “harbi=muharib” adını verirler. Kur’ân, bunlar için de uyulması gerekli bir kısım haklar tanımıştır. Bu hakları beş madde hâlinde özetleyebiliriz: 1-Savaş zamanı da sulh zamanı da insan şahsiyetine saygı gösterilecektir. Kur’ân-ı Kerim, savaşta düşman tarafından olan kimselerin kulak ve burun gibi uzuvların kesmeyi yasaklamıştır. Hz. Peygamber de “Kulak ve burun keserek intikam almaktan sakının.” (Buharî, Mezâlim, 30, Megâzî, 36) buyurmuştur. Kur’ân’da esirlere ikram etmek, onları doyurmak bir meziyet olarak kabul edilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “Onlar, Allah sevgisiyle yoksulu, yetimi ve esiri doyururlar.” (İnsan, 76/8) Gayr-ı müslimlerle dünyevi ilişkiler kurulabilir; ama asla dost olunmaz. 2-İnsan olma bakımından bütün beşeriyet birbirinin kardeşidir. Kur’ân, bu hususu açıkça belirtir ve şöyle buyurur: “İnsanlar bir tek ümmetti. Allah, peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri şeylerde aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte doğru olan Kitab’ı indirdi. Kitap verilenler kendilerine belgeler (âyetler) geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden, onda ayrılığa düştüler. İnananları, Allah, kendi izniyle hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe eriştirdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara,2/213) Bu insan kardeşliği esasına göre, savaşta sadece bilfiil savaş edenler veya savaş için plan hazırlayanlar öldürülür; bütün halk kılıçtan geçirilmez. Savaş yalnız fasid idarecilerin baskısını defetmek için meşru kılınmıştır. Bu itibarla Yüce Allah: “Allah’ın, insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı, yeryüzü fesada giderdi…” (Bakara, 2/251) buyurmuştur. Yalnız savunma ve zulme karşı koyma amacıyla savaşa izin verilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere (mukabil savaş açmak için) izin verilmiştir. Allah, onlara yardım etmeye elbette muktedirdir. Onlar, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah’ın, insanları birbirleriyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki Allah, Kendisine yardım edenlere yardım edecektir. Gerçekten Allah güçlüdür, uludur.” (Hacc, 22/39, 40) Bu insan kardeşliği sebebiyle Kur’ân, gayrimüslimlere iyilik etmeye mani olmaz ve şöyle buyurur: “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adaletli davranmanızı yasak kılmaz. Gerçekten Allah, adil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanızda yardımcı olanları dost edinmenizi nehyeder. Kim, onları dost edinirse işte onlar zalimlerdir” (Mumtehine, 60/8, 9) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât 3-Kur’ân, gayrimüslimlere karşı, savaş hâlinde bile olsalar adaletli davranmayı emreder; çünkü adalet herkesin tabii hakkı olup bunda dost da düşman da eşittir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur: “Ey iman edenler, Allah için adaletli şahidler olun; bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun ki, bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan sakının; doğrusu, Allah işlediklerinizi bilmektedir” (Mâide, 5/8) 4-Savaş alanında gayrimüslimlere misliyle muamele etmek gerekmektedir. Aşırı gitmek, şerefsizlik etmek caiz değildir. Şu âyetler, bu esasları açıklamaktadır: “Size saldıranlara siz de aynı şekilde saldırın. Allah’tan sakının ve Allah’ın müttakilerle beraber olduğunu bilin” (Bakara, 2/194), “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; aşırı gitmeyin; doğrusu, Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara, 2/190) Gayr-ı müslim, insan olması hasebiyle insan muamelesi görmelidir. Görüyoruz ki Müslümanlar, savaşta iki şeye bağlı kalmakla emr olunmuşlardır: a) Düşmana karşı misilleme yaparak tecavüzü defetmek, b) Takva ve faziletten ayrılmamak. Düşman ırz ve namusa karşı kötülükte bulunsa bile, Müslümanlar şerefli hareket edeceklerdir; çünkü şerefsizlik ve edepsizlik takvaya aykırıdır. 5-Düşman ahdini bozmadıkça ve döneklik ettiğine dair bir emare bulunmadıkça ahde vefa gösterilecektir. Düşmanın ahdini bozduğuna dair bir işaret bulunursa, Müslümanlar da ahidlerini bozacaklardır. Bu hususta Kur’ân şöyle buyurur: “Eğer bir kavmin (antlaşmaya) hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı ahdini boz; doğrusu Allah, hainleri sevmez.” (Enfal,8/58) Hiyanet belirtileri veya şüphesi ortaya çıkmazsa ahde vefa göstermek gerekir; sebepsiz yere ahdi bozmak doğru olmaz. Bu itibarla Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur: “Ahidleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir. Bir ümmetin diğerlerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın. Allah, onunla sizi imtihan eder. Yemin olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri O, kıyamet günü sizlere açıklar. Allah, dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Lakin O, istediğini saptırır, istediğini de doğru yola iletir. İşlediklerinizden mutlaka sorulacaksınız. Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyin ki, bu yüzden sağlamca yere basmakta olan ayağınız sürçebilir. Allah yolundan alıkoyduğunuz için kötü bir azap tadarsınız ve sizin için büyük bir azap vardır. Allah’ın ahdini hiçbir pahaya değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan, sizin için daha iyidir” (Nahl, 16/91-95) İşte bu yüce hükümler, Kur’ân’ın nurundan süzülüp gelen bir kısım huzmeler olup insanın yaratılışına tamamen uygundur. Bu hükümleri Allah Teala Kur’ân’da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât beşerin fıtratı olarak vasıflandırır ve şöyle buyurur: “Yüzünü, tam olarak Allah’ın fıtratı olan dine çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez.” (Rum,30/30). Sonuç olarak İslam’ın bu en belirgin ıslahatçı karakteri kişisel ve toplumsal düzen anlayışında daha açık bir biçimde görülmektedir. Örneğin, kişisel mutlulukta “denge” ilkesini benimsemiştir; insanın fiziki yönü ile psişik yönü arasında kurulması zorunlu, daha çok spiritul niteliği ağır basan bir denge. Toplumsal düzen alanında ise “eşitlik” ilkesi asıldır; sosyal realitenin ve kişisel yeteneklerin zaman zaman dayattığı bazı geçici durumlar dışında İslâm hukukunun ana ilkesi eşitliktir. Bireysel Etkinlik Toplumsal düzende eşitlik ilkesi esastır. “İslâm’ın toplum ve hukuk anlayışına bu ilkeler açısından bakıldığı zaman denilebilir ki, İslâm orijinal bir hukuk sistemi getirme amacı gütmemiş, ancak kişisel ve toplumsal realiteye en uygun (fıtri) olanı benimsemiştir. Bu nedenle, hukuki âyetleri toplumsal realitenin üstünde, tepeden inme bir takım emirler ve yasaklar mecmuası olarak görüp, sadece metne dayalı hukuki yorumlar yapmak, nassı, gayesi doğrultusunda anlamayı güçleştirecektir. Sosyal hayatla iç içe gelişen hukuki hükümler, toplumsal realiteden ayrı düşünülürse, realite üstü soyut kavramlara dönüşürler. İnanç, ahlak, ibadet dışında sadece hukuki hayatla ilgili âyetlerin sayısı 150-200 kadardır. Bunların da elli kadarı, ilke ve genel hükümler niteliğinde âyetlerdir. Altı yüz kadar hadis, bu belli sayıdaki hukuki âyetlerin daha iyi anlaşılmasını kolaylaştırıcı nitelikte hadislerdir. Âyetlerin şümulü dışında teşri kaynağı olan hadisler çok az sayıdadır. Bu durumda, metin üzerinde yapılan hukuki yorumlar sadece dil ve mantık kurallarına hasredilirse hukukun şümul alanı kısıtlanır ve donar. Bu ve diğer birçok nedenlerle, hukuki yorum metodunun, daha geniş kapsamlı yeni yaklaşım metotlarıyla desteklenmesi zorunludur. • Muâmelat konusunda "adalet" kavramının köşetaşı olması neden önemlidir; üzerinde düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Özet Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât • İbadet; tapmak, kulluk etmek, itaat etmek, boyun eğmek, alçakgönüllülük etmek, kul edinmek, köle edinmek, birine bağlanıp ondan ayrılmamak gibi anlamlara gelir. Terim olarak, “Kulun Allah’a karşı sevgi, saygı ve bağlılığını gösteren duygu, düşünce ve davranış biçimleri anlamındadır. •Dinimiz birtakım kuru nazariyelerden ibaret değildir. Kulun Allah ile kendisiyle ve başkalarıyla olan münasebetleri, somut temeller üzerine bina edilmiştir. İbadet, güzel niyete bağlı bulunan ve yapılmasında sevap olan herhangi bir ameldir. İbadet, mahiyeti idrak edilemeyen, sonsuz gücü kâinatta hissedilen, mülkünde dilediği gibi tasarruf etme özgürlüğüne sahip olan Allah’a karşı gösterilen tazimin, itaatin ve tevazuun en yükseğidir. İbadetlerin yardımlaşmayı sağlama, fertler arasında kaynaşma meydana getirme türünden dünyaya yönelik olumlu sonuçları bulunduğu gibi, ahirete yönelik olumlu sonuçları da vardır. Kişi, yükümlülüğünü yerine getirmiş olur. Allah katında bir mükâfat elde eder. Ancak bu mükâfatın büyüklüğü, kişinin niyetine ve içtenliğine bağlıdır. Her peygamber kavmini tek bir Allah'a ibadet etmeye davet etmiş, kendileri de O'na ibadet etmişlerdir. Kur'ân'da, “ey insanlar” ve “ey müminler” hitâbıyla Allah’a ibadet emredilmiş ve ibadetin ihlâsla yapılması istenmiştir. Allah'a ibadetten bahseden âyetlerdeki ibadet kavramı, genel olarak tevhîd, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade ederler. •Muamelat, köken itibarıyla Arapça bir kelime olup Türkçe’de davranış biçimi, tutum, yol, yöntem, alışveriş, ticaret, işlem vs. anlamlarına gelen muâmele sözcüğünün çoğuludur. Istılah olarak da muamelât, insanların birbiriyle veya ferdin toplumla yahut da toplumların birbiriyle olan hukuki, idari, mâli, iktisadî ve beşeri münasebetlerini düzenleyen hükümleri ifade eden hukuki bir kavramdır. Muamelat bir başka ifadeyle ibadetin dışında kalan hukuki tasarruflar, akitler, suç, ceza ve benzeri hükümlerdir. Yani ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumların birbiriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallardır. •Bu hükümlerin bir kısmı, evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, iddet, miras, nesep gibi aile hukuku; bir kısmı alışveriş, kiralama, trampa, rehin ortaklık, borçlanma ve taahütte bulunma gibi bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemeyi ve hak sahibi olan herkesi korumayı amaç edinen Medeni hukuku; öte yandan ferdin işleyeceği suçlar ve bunlarla ilgili cezâî hükümleri; mal, can, ırz, nesep ve aklı korumayı amaç edinen ilkeleri; hırsızlık, yol kesme, içki kullanma gibi suçlar için âyet ve hadisle belirlenen cezalarla ilgili İslam toplumunun yararı ve kamu düzeninin sağlanması için konulan hükümleri içeren ceza hukuku; davaların görülmesi, şahitlik, yemin gibi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek için gerekli icraatı düzenlemeyi amaç edinen ceza hukuku; devletler arası ilişkileri düzenleyen devletler arası hukuku; gelir ve giderin hesaplanması ile ilgili mali ve benzeri hükümleri içeren mali hukuku düzenleyen kuralları içermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Ödev Etkileşimli Alıştırmalar Alıştırmalar Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât Ödev gönderimi • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. • Muamelat kapsamına giren ilişkiler gereğine göre yapılırsa bir ibadet olur mu? Konuyu araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz 1. Kur’ân’da en geniş bir şekilde yer alan muâmelât konusu aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) d) Ekonomi hukuku Ceza Hukuku Miras Hukuku Aile Hukuku Uluslararası Hukuk 2. Kur’ân-ı Kerim’in, önemli akitler düzenlenirken, taraflardan istediği iki önemli husustan biri aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Satan-satın alanı korunmak Şahit bulundurmak Mağdurun yanında yer almak Adaletli davranmak Dürüst olmak 3. Kur’ân’da hâkimlerin takdirine bırakılan ceza aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Kısas Hadd Diyet Bedel Ta’zîr 4. İslam’a göre yasaklanan ve savaşta kulak, burun vs gibi uzuvların kesilmesini ifade eden kavram aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Kısas Müsle Te’dip İz’ac Tazip 5. İslam hukukunda Allah’a karşı işlenilen suçların cezasına ne ad verilir? a) b) c) d) d) Diyet Kısas Hadd Tazir Bedel Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât 6. Aşağıdakilerden hangisi ibadet kelimesinin sözlük anlamlarından değildir? a) b) c) d) e) Kulluk etmek Boyun eğmek Tapmak Kul edinmek Namaz kılmak 7. Râzî, fazilet bakımından ibadetin kaç derecesinin bulunduğunu söyler? a) b) c) d) e) Beş Altı Üç Dört İki 8. Hz. Peygamber hangi dönemde ibadetlerin yerine getiriliş şekillerini uygulamalı olarak ashabına göstermiştir? a) b) c) d) e) Mekke Hicretten Önce Medine Veda haccında Taif 9. “Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.” âyetinden aşağıdakilerden hangisi anlaşılmaktadır? a) b) c) d) e) Putlara ibadet edilmemesi Putların acizlikleri Şirk koşmanın kötülüğü Allah’a ibadet edilmesi Allah’ın birliği 10. Aşağıdakilerden hangisi şirkin çevresel etkenleri arasında değildir? a) b) c) d) e) Ataları taklit Baskı Refah Şeytanın aldatması Kendi istekleri CEVAPLAR: 1-d, 2- b, 3-e, 4-b, 5-c, 6-e, 7-c, 8-c, 9-b, 10-e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Kur’ân’da İbadet ve Muâmelât YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Abduh, Muhammed- Reşîd Rıza. (1990). Tefsîru’l-Menâr. ys. 2. Abdulhamid, Muhsin. (1993). İslam ve Toplumsal Kalkınma. Ter. Mehmet Çakır. İstanbul. 3. Aksu, Zahid. (2005). İslamın Doğuşunda Toplumsal Realite. Ankara. 4. Asım Efendi, (1305). Kamus Tercümesi. İstanbul. 5. Beğavî, Hüseyin İbn Mes’ûd. (1987). Me’âlimu’t-Tenzîl. Abdurrahman el-Akk-Mervân Suvâr. Beyrut. 6. Beydâvî, Nasıruddîn. (tsz). Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl. İstanbul. 7. Demirci, Muhsin, (2008). Kur’ân’ın Ana Konuları. İstanbul. 8. Dihlevi, Şah Veliyyullah. (2003). İslam Düşünce Rehberi. Ter. M. Erdoğan. İstanbul. 9. Güngör, Mevlüt. (1989). Cessâs ve Ahkâmu’l-Kur’ân’ı. Ankara. thk. Hâlid 10. Güngör, Mevlüt. (1996). Kur’ân Tefsirinde Fıkhî Tefsir Hareketi ve İlk Fıkhî Tefsir. İstanbul. 11. Isfahanî, Rağıb. (1992). Müfredat. Tah. S. A. Davudî. Beyrut. 12. İbn Manzûr, (1978). Lisânu'1-Arab. Beyrut. 13. Olgun, Tâhirü’l Mevlevî. (1963). Müslümanlıkta İbadet Tarihi. İstanbul. 14. Şâtıbî, Ebû İshâk İbrahim İbn Mûsa. (1970). el-Muvâfakât. Kahire. 15. Taberî, Muhammed b. Cerîr. (1968). Câmi’u’l-Beyân ‘an Tefsîri Âyi’l-Kur’ân. Mısır. 16. Zebîdî, (1966). Tâcu’l-Arûs. Beyrut. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 HEDEFLER İÇİNDEKİLER KUR’ÂN’DA ADALET VE DOĞRULUK • Adaletin Tanımı ve İlgili Kavramlar • Adaletin Üstünlüğü ve Evrenselliği • Yönetimde Adalet • Yargıda Adalet • Şahitlikte Adalet • Ticari Hayatta Adalet • Aile Fertleri Arasında Adalet • Doğruluğun tanımı ve İlgili Kavramlar • Doğruluğun Kur’ân’daki Yeri • Doğruluk Mertebeleri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Adaletin tanımını kavrayacak, • Adaletin üstünlüğü ve evrensel bir değer olduğunun bilincine varacak, • Adaletin fert ve toplum hayatı için ne denli gerekli olduğunu belleyecek, • Adaletin her alanda geçerli olduğunu; hangi prensip ve şartlarda gerçekleştiğini bilecek, • Adaletin prensiplerini teorik olarak bilecek ve hayata geçirebilecek, • Doğruluğun tanımını kavrayacak, • Doğrulukla ilgili kavramları bilecek, • Doğruluğun Kur’ân’daki değerini anlayacak, • Doğruluğun mertebelerini belleyeceksiniz. TEFSİR Doç. Dr. Musa BİLGİZ Doç. Dr. Hüseyin GÜLLÜCE ÜNİTE 7 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk GİRİŞ İslam’ın üzerinde önemle ve ısrarla durduğu prensiplerden biri de hiç şüphesiz ki adalettir. Adaletin temelinde Allah’ın ve varlıkların haklarına riayet etme düşüncesi vardır. İslam, hayatın her alanında, davranışlarda, hüküm ve karar vermede, insanların haklarını ödemede, sevmede ve ilgi göstermede, yönetim işlerinde ve eğitimde dosdoğru hareket edilmesini, hakkıyla iş yapılmasını ve herkesin hakkının tam olarak verilmesini ister. İslam, renk, kültür, eğitim düzeyi, ırk, akrabalık, bölge ve toplumsal statü farklılıklarından dolayı insanlara farklı davranılmasını, kesinlikle yasaklamış ve bu tür bir uygulamayı hem Allah’ın, hem de insanların haklarına saygısızlık olarak değerlendirmiştir. Doğruluk ise; doğru olma hâli, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidayet anlamına gelen itikadî ve ahlaki bir kavramdır. Allah’ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riayet etmek demektir. İman eden ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber’in en güzel ahlakını örnek alır. Kur’ân-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk anlamında, hak, istikamet, birr, hidayet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen doğruluk, daha çok sıdk kelimesiyle karşılanır. ADALET Sözlük ve Terim Anlamı Kur’ân-ı Kerim’de adaleti ifade etmek için kullanılan en önemli ve temel kavram hiç şüphesiz ki “adalet”tir. Bunun dışında onunla yakın anlamlı olarak kıst ve vasat kelimeleri de kullanılmaktadır. Adalet, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutmaktır. Adalet, orta yol, istikamet, eş, benzer, kıymet, fidye, bir şeyin karşılığı, düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında kullanılan çok önemli bir Kur’ânî kavramdır. Adaletin zıttı, zulüm, haksızlık ve insafsızlıktır. Adalet, insaflı ve hakkaniyetli olma anlamın yanında kelime-i tevhid yani Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik etmek anlamında da kullanılmaktadır: (Nahl, 16/90). Adalet, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde genellikle, düzen, denge, denklik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır. Adl kelimesi, “adale an” veya “ye’dilun” şeklindeki kullanımlarında ise, haktan ve İslam’dan yüz çevirmek manasına gelmektedir: “Hamdolsun o Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkârcılar, Rablerine eşler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk tutuyorlar” (En’am, 6/1) âyetinde “rablerine eşler tutuyorlar” diye anlam verilen kelime, orijinal metinde “bi rabbihim ye’dilun” şeklinde geçmektedir. Binaenaleyh âyetteki bu ifade, Allah’a şirk koşmak ve haktan yüz çevirmek anlamındadır. Adalet, dinî ıstılahta ise dince mahzurlu sayılan hususlardan kaçınmaktır. “Adalet, borcunu vermek, alacağını istemektir; görevini yerine getirmek ve hakkını almaktır. İhsan ise borcundan daha fazlasını vermek, alacağından daha azına razı olmaktır.” Adaletle çok yakın anlamlı olarak Kur’ân’da kullanılan bir diğer kelime, “kıst” tır. Kıst, adaletten nasiplenmiş olmak, adaletle birlikte insaflı ve merhametlice davranmak demektir. َِل ههوََ ا ْلع َٖزٌ هَز ا ْلحَ كٖ ٌ هم ََّ ل ا ِٰل ََه ا ََ َِِل ههوََ َوا ْلم َٰلئِ َك هَة َواهولهوا ا ْل ِع ْل َِم َقائِمًا ِبا ْلقِسْ ط ََّ ل ا ِٰل ََه ا َ َ للا ه اَ َّن هَه َّ ٰ َش ِه ََد “Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allah’tır. Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan insaflı ilim adamları da bu gerçeğe, aziz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı olmadığına şahittirler” (Al-i İmran, 3/18). ََللا هٌحِبَ ا ْل هم ْقسِ ٖطٌن ََّ ٰ َََّواِنَْ حَ َكمْتََ َفاحْ هك َْم َب ٌْ َن هه َْم ِبا ْلقِسْ طَِ اِن Kıst, adaletle birlikte insaflı ve merhametli davranmaktır. “…Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adalet ve insafla hüküm ver. Çünkü Allâh, adalet ve merhamet kurallarını gözeterek hüküm verenleri sever” (Maide, 5/42). Konumuzla ilgili bir diğer kelime ise “vasat”tır. Vasat, bir şeyin her iki tarafının da denk ve aynı seviyede olması, orta ve adalet manasına gelmektedir. ً ك جَ َع ْل َنا هك َْم اهم ًََّة َوس َطا لِ َت هكو هنوا ه ل َعلَ ٌْ هك َْم َش ٖهٌ ًدا َاس َو ٌَ هكونََ الرَّ سهو ه َِ ش َهدَا ََء َعلَى ال َّن ََ َِو َك ٰذل “Ey müminler! İşte böylece sizi, vasat bir ümmet yaptık ki, tüm insanlığa karşı hakîkate şâhitlik eden güzel örnekler ve âdil şâhitler olasınız ve bu Elçi de size karşı güzel bir örnek ve şâhit olsun…” (Bakara, 2/143) âyetinde yer alan vasat kelimesi, adaletli anlamında değerlendirilmiştir. Kur’ân’da bu üç kavramdan en çok kullanılanı adalet kavramıdır. جعلناكم أمة خٌارً ا عدول لتشهدوا, إلى الطرٌق الصحٌح فً الدٌن-أٌها المسلمون- وكما هدٌناكم وٌكون الرسول فً اآلخرة كذلك شهٌ ًدا علٌكم,على األمم فً اآلخرة أن رسلهم بلَّغتهم رسالت ربهم ثم صرفناك عنها, قبلة "بٌت المقدس" التً كنت علٌها-أٌها الرسول- وما جعلنا.أ َّنه بلَّغكم رسالة ربه إل لٌظهر ما علمناه فً األزل؛ علما ٌتعلق به الثواب والعقاب لنمٌز َمن ٌتبعك,"إلى الكعبة بـ "مكة . و َمن هو ضعٌف اإلٌمان فٌنقلب مرت ًدا عن دٌنه لشكه ونفاقه,وٌطٌعك وٌستقبل معك حٌث توجهت وإن هذه الحال التً هً تحول المسلم فً صالته من استقبال بٌت المقدس إلى استقبال الكعبة لثقٌلة شاقة إل على الذٌن هداهم ومنَّ علٌهم باإلٌمان والتقوى وما كان للا لٌضٌع إٌمانكم به واتباعكم . إنه سبحانه وتعالى بالناس لرءوف رحٌم. وٌبطل صالتكم إلى القبلة السابقة,لرسوله Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk Adaletin Üstünlüğü ve Evrenselliği Toplumsal düzenin ayakta durması, İslam'ın emrettiği adalet sayesinde gerçekleşebilir. Çünkü adalet, mülkün temelidir. Yani devletin, milletin ve bunların sahip olduğu bütün değerlerin ayakta kalabilmesi, otoritenin sağlanabilmesi ancak adalet sayesinde mümkündür. Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkim olur. Allah ve onun koyduğu bütün hükümler, zulmün her çeşidinden uzaktır. Allah'ın emirlerinin uygulandığı bir ortamda hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz (Nisa, 4/40). Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Kur’ân'a göre bütün ilahî öğretiler, insanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye yöneliktir. Adil olmayan bir ilişki ve tutum, Allah'ın rızasına ve İslam'a uygun değildir. Adalet, ferdî ve içtimaî yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki bir erdemdir. Kur’ân’ın üzerinde önemle ve ısrarla durduğu prensiplerden biri de hiç şüphesiz ki adalettir. Adaletin temelinde varlıklara şefkat ve merhametle yaklaşma düşüncesi vardır. İslam nazarında bütün insanlar, Cenab-ı Hakk’ın yaratıklarıdır. Hiç kimse kendisinin şeklini, rengini, ırkını, cinsiyetini, ailesini, doğum yeri ve tarihini belirleyebilecek güce sahip değildir. Bu yüzden İslam, bunların hiçbirini ayırım ve adaletsizlik sebebi olarak görmez. İslam nazarında, insanlar arasında asıl ve menşe yönüyle bir fark olmadığı gibi, sınıf ayırımı da yoktur. Yani köylü – şehirli, zengin – fakir, soylu – soysuz gibi nitelikler, hiçbir surette adaletsizlik veya kınama nedeni değildir. İslam nazarında hak, hiçbir ferdin veya zümrenin keyfi arzularına göre şekillenemez. Zira bir toplumda adaletin tatbik edilmemesi, haksızlıkların artmasına, sonunda da o toplumun yıkılıp gitmesine sebep olur. Cemiyet hayatının sağlıklı bir şekilde işlemesi, ancak adalet prensiplerinin uygulanmasıyla mümkündür. İslam'da adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara farklı davranmamak demektir. İslam bu anlamda her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü şeklinde yerini almış, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmayan, zengin-fakir ayırımı gözetmeyen, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne almayan bir adalet anlayışı getirmiştir. Bunun için İslam, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini sağlayan prensipler koymuş, toplumun güvenliğini garanti altına alan bir düzen kurmuştur. Kur’ân’a göre bütün insanlar tek nefisten yaratılmıştır. Buna göre insan olarak yaratılış yönünden ve Allah katındaki durumları açısından herkes eşittir. Hiç kimse kalıtsal bir üstünlük iddiasıyla ortaya çıkamaz. Buna ilaveten farklılıklara saygı duyulması gerektiği de söz konusudur. İnsanlığın tümünü Allah’ın huzurunda bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk tarağın dişleri gibi eşit sayan Yüce dinimiz İslam, gerçek üstünlüğün iman ve takvada olduğunu bildirir (Hucurat, 49/13). Peygamberimiz ünlü Veda Hutbesi’nde insanlık âlemine şöyle sesleniyor: “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, atalarınız tekdir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en faziletli, en makbul olanınız, O’ndan korkup çekineninizdir. Arab’ın Arap olmayan üzerinde her hangi bir üstünlüğü yoktur. Varsa bu, takva yönündedir”. Hz Ali, Mısır valisi Malik bin Eşter’e gönderdiği mektupta; “İnsanlar, ya din kardeşin ya da insanlıkta bir eşindir” diyor. Bu ifade, herkese adaletle davranılması ve bu konuda mutlaka haksızlıklardan kaçınılması gerektiğini açıkça bildirmektedir. “Allah, adaleti, ihsanı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Terbiyesizlik türünden çirkinlikleri, hak ve hukuka aykırı, onur kırıcı, saldırganca tutum ve davranışları yasaklıyor! Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir” (Nahl, 16/90). ,إن للا سبحانه وتعالى ٌأمر عباده فً هذا القرآن بالعدل واإلنصاف فً حقه بتوحٌده وعدم اإلشراك به , وٌأمر باإلحسان فً حقه بعبادته وأداء فرائضه على الوجه المشروع,وفً حق عباده بإعطاء كل ذي حق حقه ح قول أو ََ وٌنهى عن كل ما َق هب, وٌأمر بإعطاء ذوي القرابة ما به صلتهم وبرهم,وإلى الخلق فً األقوال واألفعال بهذا األمر- وللا, وعن ظلم الناس والتعدي علٌهم,ًعمال وعما ٌنكره الشرع ول ٌرضاه من الكفر والمعاص . ٌَعِظكم وٌذ ِّكركم العواقب; لكً تتذكروا أوامر للا وتنتفعوا بها-ًوهذا النه Haksızlıklar karşısında duyarsız kalmak, umumi bir felakete yol açar. Abdullah İbn Mes'ûd: Kapsamlı anlamından ötürü, "Eğer bundan başka âyet olmasaydı dahi bu âyet, Kur'ân'ın, her şeyi açıklayıcı ve âlemlere hidayet ve rahmet olmasına yeterdi!" demiştir. Tabiin’den Katade, bu âyetin ifade ettiği gerçeklerin büyüklüğü ve evrenselliğiyle ilgili olarak şu beyanda bulunur: “ Cahiliye dönemi insanlarının kendi aralarında güzel gördüğü hiçbir husus yoktur ki Allah o hükmü Kur’ân’da emretmiş olmasın, yine kendi aralarında birbirlerini ayıpladıkları hiçbir hüküm yoktur ki Allah onu Kur’ân’da nehyetmiş olmasın”. Peygamberimiz, bir arkadaşından bir miktar hurma ödünç alır. Ödeme zamanı gelince de o an ödeme imkânı olmadığı için, Medineli bir Müslümana kendi adına borcunu ödemesini söyler. Fakat Medineli’nin verdiği hurmaların kalitesi daha düşüktür bu nedenle alacaklı kabul etmez, Medineli kızar: “Allah’ın Elçisinin verdiği hurmaları mı reddediyorsun?" der. Alacaklı, boynunu bükerek; "Eğer Allah'ın Elçisi de adaletli davranmazsa, kimden adalet bekleyeceğiz?" diye sorar. Bu durumdan Hz. Muhammed (s.a.s)'in bilgisi yoktur. Haberdar edilince hüzünlenir, gözleri dolu dolu: "Adam haklı!." der. Emir verir, hurmalar değiştirilir. Mescit'te hutbe okurken, yeni Müslüman olmuş birisi, ayağa kalkar, kan davası gütmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünü keserek; "Ey Allah'ın Elçisi!" der ve Mescid'te oturan bir grubu işaret ederek, "Bunların ataları bizim aileden birini öldürmüşlerdi. Biz de karşılık olarak onlardan birinin öldürülmesini talep ediyoruz." Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk Hz. Muhammed (s.a.s) sakin ama kararlı, cevap verir: “Babanın intikamı oğlu üzerinden alınamaz.”. Adaletli olmak, takvaya en uygun davranıştır. Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin, Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah da o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 46; Müslim, Birr, 45 ). Peygamberimiz (s.a.s), toplum içinde yaşayanları bir gemide seyahat edenlere benzetmiştir. Geminin alt katında olanların, su ihtiyacını karşılamak için gemide delik açmaya çalışması ve üst katta olanların da bu işe göz yumması hâlinde hep birlikte batacakları örneğini vermiştir (Buharî, Şerike, 6). Bu hadis, haksızlıklar karşısında duyarsız kalmanın bütün toplum fertleri için umumi bir felakete yol açacağının göstergesidir. Bir mü’min diğer mü’min kardeşine her hâlükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz, “zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardımcı ol” diye buyurduğu esnada birisi: "Ya Rasulullah! Şu mazlum olan kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zalime nasıl yardım ederiz?" diye sorar: Bunun üzerine Peygamberimiz: “Onu insanlara zulmetmekten alıkoyarsanız, bu ona yapılmış bir yardımdır!” (Buhari, Mezalim 4, İkrah, 7) buyurdu. Hakkaniyet ve adaletin en güzel ölçüsünü dile getiren Hz. Peygamber, bütün davranışlarımızda uygulamamız gereken çok önemli ve temel bir kuralı bizlere bildirmektedir. Bu kural şudur: “Hiçbir kimse, kendisi için istediği hayır ve güzel şeyleri, diğer kardeşleri için de arzulamadıkça iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71-72; Tirmizi, Kıyame, 59). Bu kurala göre, insanlara yönelik ilişkilerimizin hepsinde, kendimizi karşıdaki insanın yerine koyma veya onu kendimiz gibi görme söz konusudur. Bu kural, normal seviyedeki Müslümanlık ölçüsüdür. Bunun üstündeki seviye ise, “isar” yani kardeşini kendisine tercih etme seviyesidir. Bu ilke, iyi bir insan ve Müslüman olmanın en üst derecelerinden biridir. İslam’daki adalet anlayışı, herhangi bir din, ırk veya toplumla sınırlı değildir. Adalet, sosyal barış ve toplumsal huzurun temeli olduğu için, Allah'ın çok önem verdiği esaslardan biridir. Bu yüzden Allah, insanlardan, hakkın mutlaka gözetilerek yerine getirilmesini, verilen hükmün lehte de olsa aleyhte de olsa kabul edilmesini istiyor ve aksine davrananları zalimler olarak niteliyor: “Aralarında hükmetmesi için Allah’ın ve Resulünün hükmüne dâvet edildiklerinde, bir de bakarsın onlardan bir kısmı yüz çeviriyor! Ama hüküm kendilerinden yana gözükünce, tam bir itaat içinde koşa koşa gelirler. Sahi, kalplerinde bir inkâr hastalığı mı var bunların? Yoksa imanda şüpheye mi düştüler yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk haksızlık yapacağından mı endişe ediyorlar? Doğrusu, asıl zalimler hem de kendi kendilerine haksızlık edenler, onların ta kendileridir!” (Nur, 24/48-51). İnsanın Allah nezdinde en üstün değer ölçüsü olan takva (Hucurât, 49/13) erdemine nail olabilmesi için âdil olması gerekir (Mâide, 5/8). Çünkü adaletli olmak takvaya en uygun bir davranıştır. İşte bu nedenle Allah, hem âdil olanları ve hem de adaletle birlikte insaf ve merhamet sahiplerini sevdiğini belirtiyor (Hucurat, 49/9; Mümtehine, 60/8). Adalet çok üstün ve vazgeçilemez bir nitelik olduğu için, Allah, âhirette hiçbir haksızlığa meydan vermeden kullarını yargılayacağını ve her hak sahibine hakkını vereceğini beyan ediyor (Yunus, 10/54; Enbiya, 21/47) Dolayısıyla hakkın ve adaletin ikamesi, biz Müslümanlar için Allah tarafından belirlenmiş en önemli hayat prensibidir. Adaleti gerçekleştirmenin karşılığı da dünya ve âhiret saadetidir. Adaletin Alanları Din, sosyal hayatın bütün alanlarını kapsayan ve şekillendiren bir müessesedir. Adalet ise dinin en temel ve kapsamlı ilkelerinden biridir. Bu nedenle adalet, hayatın hemen hemen bütün alanlarında uygulanması gereken bir ilkedir. Adaletin kapsam alanlarını kısaca ve genel hatlarıyla ifade etmeye çalışacağız. Yönetimde Adalet Bir kavmin efendisi (yöneticisi), onların hizmetkârıdır. (hadis) Adaletin hakkıyla uygulanması gereken en kapsamlı alan, yönetim ve yargıdır. İslam nazarında yöneticilik, insanın sorumlu kılındığı önemli emanetlerden biridir. Hangi seviyede olursa olsun yöneticilik, insanın yüklendiği ağır bir sorumluluktur. Kur’ân, insanların hangi makam ve konumda olursa olsun, yaptıkları bütün iyi ve kötü işlerden hesaba çekileceğini bildirmektedir (Zilzal, 99/7-8). Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, toplum fertlerinin tümünün üstlendikleri görev, kişi, kurum ve mallara karşı sorumluluklarının bulunduğunu ve bunlardan hesaba çekileceklerini bildirmektedir. Devlet başkanından aile reisine, amirden memura, evin hanımından çocuklarına hatta evdeki hizmetçiye kadar her seviyedeki kişi, idare ettiklerinden ve görevlerinden sorumludur (Buharî, Cuma, 11). Yönetimde adalet, idareciler için en büyük ve en önemli görevdir. Kur'ân-ı Kerîm, "Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hükmetmenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt verir!" (Nisa, 4/58). وٌأمركم, فال تفرطوا فٌها, التً اؤتمنتم علٌها إلى أصحابها,إن للا تعالى ٌأمركم بأداء مختلف األمانات إن للا تعالى كان سمٌ ًعا. ونِعْ ََم ما ٌعظكم للا به وٌهدٌكم إلٌه, إذا قضٌتم بٌنهم,بالقضاء بٌن الناس بالعدل والقسط َّ م,ألقوالكم . بصٌرً ا بها,هطلعًا على سائر أعمالكم Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk Bu âyet, hem toplumsal ilişkilerimizde, hem de yönetimle ilgili ilişkilerimizde adalete ve hakka uygun olarak davranmamızı emretmektedir. Adaletle muamele ve adaletli yönetim, Müslüman halk, yöneticiler ve âlimler için bir vazife olmakla birlikte aynı zamanda bir ibadettir. Halk, yöneticilerinin meşru uygulamalarına karşı adaletle itaat etmelidir. Yöneticiler, halkın mal, can, din, namus ve akıl emniyetlerini koruyacak bütün tedbirleri almalıdırlar. Alimler ise, halkı dünya ve ahiret için yararlı olabilecek amel ve itikadi esaslara sevketmekle yükümlüdürler. Hz. Ömer döneminde Mısır valisi Amr b. As'ın oğlu yarışmayı kaybettiğinden dolayı Mısır'lı bir adamı döverken ataları ile övünerek şöyle demişti: "Al sana bir soylu tokadı. Asil kimselerin oğlundan'. Hz. Ömer, olaydan haberdar olunca hemen aynı cezanın ona da uygulanmasını istemiş ve şunu demişti: "Annelerinden hür olarak doğan insanları ne zaman köle edindiniz?". İslam’daki adalet anlayışı, herhangi bir din, ırk veya toplumla sınırlandırılmayıp bütün insanları kuşatıcıdır. Çünkü toplum huzuru, hiçbir ayırım yapmadan, bütün insanlığı içine alan bir adalet anlayışıyla mümkündür. Bunun için Allah, Hz. Peygambere gayrimüslimler hakkında bile adaletle hükmetmesini emretmektedir (Nisa, 4/42). Hz. Peygamber; “Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, adaletli davranan idarecinin, Allah’ın arşının gölgesinde ferahlanacağını” bildirmektedir (Buhari, Ezan, 36, Zekât, 16; Müslim, Zekât, 91). Bir başka hadislerinde ise; “Cennete girecek kişilerin en önünde, kudret ve iktidar sahibi olup da adaletle muamele eden kişilerin geleceğini” (Müslim, Cemaat, 63) müjdeleyerek, adaletten ayrılmamaya teşvikte bulunmuştur. Yargıda Adalet Kur'ân ile hükmeden adaletle hükmetmiş olur. Hak ve adaletin tesis edileceği yerlerden biri de mahkemelerdir. İslam, yargıda da adalet ilkesinin herhangi bir makam, mevki farkı gözetmeksizin sağlanmasını ister. Bu yüzden Müslümanlar nazarında âdil mahkemeler, Allah'ın Hak ve Adl isimlerinin tecelli ettiği yerler olarak sayılmıştır. Adaletle hüküm vermeyi temin edecek yegâne kaynak ise, Allah'ın Kitabı’dır. "Aralarında, Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Asla onların keyiflerine uyma! Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın!" (Maide, 5/49). “Biz sana, hakikati ortaya koyan bu ilahi kelamı, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettiğine göre hüküm vermen için indirdik. O hâlde, (kim olursa olsun) haksız durumda olan kimselerin destekleyicisi ve savunucusu olma!” (Nisa, 4/105). Peygamberimiz (s.a.s.) âyette geçen "Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmet!" kısmını, adaletle irtibatlandırarak "Kur'ân ile hükmeden adaletle hükmetmiş olur" şeklinde tefsir etmiştir. Adaletin gözetilmesi, yalnızca Müslümanlar arasında görülen davalarda değil, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki davalarda da esastır. Bir kimse Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk gayrimüslim diye mahkemede hakkı gasp edilemez. Karşısındaki Müslüman, makamı, mevkisi, sosyal statüsü ne olursa olsun, farklı muamele göremez, adaletin gereği ne ise o yapılmalıdır. Sosyal İlişkilerde ve Şahitlikte Adalet Şahitlik, hak ve adaletin tesisinde önemli hususlardan biridir. Kişinin, müşahede ettiği bir hususta herhangi bir sebeple şahitlikten kaçması ya da gerçeği gizlemesi, değiştirmesi, tahrif etmesi, olanın aksine beyanda bulunması veya olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermesi, telafisi mümkün olmayan maddi ve manevi hak kayıplarına sebep olabilir. Böylesi bir davranış, büyük bir vebaldir. Allah'ın emri olarak yerine getirilmesi istenen adalet olgusu, heva ve heveslerden, sevgi, nefret, kin gibi duygulardan ve her türlü menfaatten, ayrıcalık ve imtiyazdan uzak, yalmzca hakkı gözeten bir anlayıştır. Allah için ve adaletle şahitlik et. Kur'ân, birilerine karşı taşıdığımız kötü hisler sebebiyle, insanların hakkını zayi etmemizi ve adaletsiz davranmamızı yasaklar: "Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Mâide, 5/8). ه, ابتغاء وجه للا,ٌا أٌها الذٌن آمَنوا باهلل ورسوله محمد صلى للا علٌه وسلم كونوا قوَّ امٌن بالحق شهداء فذلك العدل, اعدِلوا بٌن األعداء واألحباب على درجة سواء, ول ٌحملنكم ب ْهغضهَ قوم على أل تعدلوا,بالعدل . وسٌجازٌكم به, إن للا خبٌر بما تعملون. واحذروا أن تجوروا,أقرب لخشٌة للا Allah (c.c.), kin ve öfke gibi duygularımızın adaletsizliğe sebep olabileceğini belirterek hassas olmamızı emrediyor. Bu sebeple Müslüman, sevmediği kişiden dolayı hem ona, hem de onun yakınlarına düşmanlık veya haksızlık edemez, münasebetini o nefret üzerine kuramaz. Yoksa adaletsiz davranmış olur. Hatta can düşmanlarımıza bile haksızlık etme veya adaletsiz davranma hakkına sahip değiliz. Dolayısıyla bir topluluğa karşı duyduğumuz kin, bizi adaletten saptırmamalı. Bir başka âyette ise, konu biraz daha somutlaştırılarak her türlü duygusal, maddi veya manevi bağlar sebebiyle taraf olabileceğimiz hususlar, gözler önüne serilerek hakkaniyetli ve duyarlı olmamız istenir: “Ey inananlar! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, ana – babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Nisa, 4/135). ولو, مؤدٌن للشهادة لوجه للا تعالى, كونوا قائمٌن بالعدل,ٌا أٌها الذٌن صدَّقوا للا ورسوله وعملوا بشرعه مهما كان شأن المشهود علٌه غن ًٌّا أو فقٌرً ا; فإن للا, أو على أقاربكم, أو على آبائكم وأمهاتكم,كانت على أنفسكم Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk وإن تحرفوا, فال ٌحمل َّنكم الهوى والتعصب على ترك العدل, وأعلم بما فٌه صالحهما,تعالى أولى بهما منكم فإن للا تعالى كان علٌمًا, أو تعرضوا عنها بترك أدائها أو بكتمانها,الشهادة بألسنتكم فتأتوا بها على غٌر حقٌقتها . وسٌجازٌكم بها,بدقائق أعمالكم “Bu âyette, iki mana vardır: Birisi başkasının sizde bir hakkı varsa, kendiniz ikrar ve itiraf ediniz; ananız, babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa doğru hükümden, adil şahitlikten kaçınmayınız demektir. Diğeri de üçüncü şahıs aleyhine şahitlik, kendinizin ve yakınlarınızın bir zararıyla sonuçlanacak da olsa yine dosdoğru şahitlik ediniz demektir. Aleyhine ve lehine şahitlik ettiğiniz kimseler zengin olsa da böyle yapınız, fakir olsa da; ne zengine dalkavukluk etmek, ne de fakiri gözetmek için şahitlikten kaçınmayınız, doğruluktan ayrılmayınız. Bu özellikleri ön plana çıkararak insanlar arası sosyal münasebetleri düzenleyen Kur’ân’ın bu uygulamalarını, İslam dışındaki hiçbir din, felsefe ve düşünce sisteminde bulmak mümkün değildir. Ticarette Adalet Kur'ân-ı Kerîm'de adaletin gerçekleştirilmesine yönelik en çok uyarı ve ikazın yapıldığı yerlerden biri de ticari hayattır. Zira ticaret, toplumsal ilişki alanlarının en başta gelenidir. İslam devletinde uygulanan ekonomik prensiplere göre mülk Allah'ındır. Müminlerin kardeş ilan edildiği, yığılan kişisel servetlerde dul, yetim ve fakirlerin hak sahibi oldukları belirtilir. Bu yaklaşım, İslam'da ticari faaliyetlerin de ancak gerçek bir adaletle ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Aldatan bizden değildir. (Hadis) Ticaret, mal ve mülk, insanların helâl-haram inancını en çok yitirdiği yerlerden biridir. Eğer kişi, ilahi emirleri dikkate almazsa, doymak bilmeyen hırs ve azgınlaşan menfaat duyguları, onu haksız kazanç elde etmeye sevk eder. Haksız kazanç ise, ancak başkalarına zulmetme sonucu elde edilir. Allah insanın zaaflarını bildiği için, dünyevi makam ve menfaatlere tabi olmama konusunda da onu uyarıyor. Ticari hayatın ölçüsü, adalet ilkesi olduğu için, İslam ticaretin gereği olan ölçü ve tartıda adaletli davranmayı emrediyor: "Ey kavmim ölçüyü tartıyı adaletle tam yapın, insanlara haklarını eksik vermeyin."; (Hud, 11/85); "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve doğru terazi ile tartın." (İsra, 17/35). "Tartıyı adaletle yapın, eksik ölçüp tartmayın." (Rahman, 55/9); "Vay hâline eksik ölçüp tartanların! Onlar ki satın alırken haklarını tam olarak alırlar. Fakat kendileri başkalarına satarken, ölçüp tartarken eksik yapar, hile karıştırırlar. Sahi onlar, o en mühim günde, yani bütün insanların Rabbülâlemîn'in divanında duracakları günde, diriltilip toplanacaklarını düşünmezler mi?" (Mutaffifîn, 83/1-6). Bu âyetler, ekonomik hayata ilişkin adalet kurallarını emretmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk Ailede Adalet İnsan hayatının en önemli ve vazgeçilemez alanlarından birisi de aile hayatıdır. Aile, toplumun çekirdeğidir. Toplum hayatının sağlıklı bir şekilde yürümesi, en başta aile bağlarının sağlamlığına, aile bağlarının sağlamlığı da, fertleri arasındaki ilişkinin sağlıklı olmasına bağlıdır. Bu da ancak onlar arasında doğru, merhametli ve adaletli davranmakla mümkün olabilir. Bir insanın eşinin, çocuklarının, anne ve babasının geçimini temin etmesi, onlara ilgi göstermesi, insaf ve hakkaniyet ölçüleri içinde muamelede bulunması, her türlü meşru ihtiyaçlarını gidermesi, İslam'ın insana yüklediği en önemli görevlerdendir. Bu görevleri yerine getirmek, adaleti gerçekleştirmek demektir. İnsan, bu görevlerini yapmadığı zaman büyük bir zulüm ve adaletsizlik sergilemiş olur. Hepiniz çobansınız. Elinizin altındakinlerden sorumlusunuz. (hadis) Adaletin tesis edilmesi gereken alanlardan birisi de çocuklarla ve diğer aile fertleriyle olan ilişkilerimizdir. Aile fertlerinin ihtiyaçlarını gidermek, onları terbiye etmek gibi vazifeler de adaletin bir gereğidir. Sahabeden Osman b. Maz'un'un (r.a.) hanımı, bir gün Hz. Aişe (r.a.) Vâlidemiz'e uğradı. Kadın genellikle güzel giyinir, ellerine kına yakardı. Hz. Aişe Vâlidemiz, onun her zamanki hâlini görmeyince sebebini sordu. O da kocasının dünyayı ve kadınları arzulamadığını söyleyerek ilgisizliğinden şikayet etti. Aişe Vâlidemiz, bu durumu Efendimiz'e (s.a.s.) bildirdi. Nebi (s.a.s.), Osman b. Maz'un'u yanına çağırdı ve "Ey Osman! Benim Sünnet'imden yüz mü çevirdin?" diye sordu. Osman: "Hayır, ya Resûlallah! Benim tek isteğim senin yolundur." dedi. Efendimiz buyurdu ki: "O hâlde dikkat et, ben hem uyurum, hem namaz kılarım, bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Hanımlarımla da beraber olurum. Allah'a karşı takva sahibi ol ey Osman! Bilesin ki ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirinin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Oruç tut, ama bazen tutma; namaz kıl, uykunu da al!" (Ebu Dâvud, Salât 317). Efendimiz burada aile içi ilişkilerde çeşitli hakların yerine getirilmesine dikkat çekmektedir. Bu hakları icra etmek ise, ancak adaletli davranmakla yani herkese hakkı ne ise onu vermekle mümkündür. Aile içinde anne-babaların da hakları vardır. Özellikle yaşlandıklarında ihtiyaçlarının giderilmesi, saygı gösterilmesi, ziyaret edilmesi onların çocukları üzerindeki haklarıdır. Bu hakları yerine getirmek, onlara karşı adaletli davranma, ihmal ve kusurlarda bulunma ise zulüm olarak değerlendirilir. Kur'ân, ölüm ve boşanma gibi sebeplerle bir kimsenin kendi çocukları dışında bakmakla yükümlü olduğu yetim akraba çocuklarının malları konusunda da adaletli davranılmasını emretmiştir (Nisa, 4/127). قل للا تعالى, أن تبٌن لهم ما أشكل علٌهم َف ْهمهه من قضاٌا النساء وأحكامهن-ًأٌها النب- ٌطلب الناس منك وما ٌتلى علٌكم فً الكتاب فً ٌتامى النساء الالتً ل تعطونهن ما فرض للا تعالى لهن من,ٌبٌِّن لكم أمورهن وٌبٌِّن للا لكم أمر الضعفاء, وتحبون نكاحهن أو ترغبون عن نكاحهن,المهر والمٌراث وغٌر ذلك من الحقوق Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk وما تفعلوا من خٌر فإن للا تعالى. ووجوب القٌام للٌتامى بالعدل وترك الجور علٌهم فً حقوقهم,من الصغار . ل ٌخفى علٌه شًء منه ول من غٌره,كان به علٌمًا Bireysel Etkinlik Ayrıca evlerdeki köle ve hizmetçilere adaletli davranmak da İslam'ın ehemmiyet verdiği bir husustur. Bu çerçevede Peygamber Efendimiz (s.a.s.) köle ve hizmetçilere yediğimizden yedirmeyi, giydiğimizden giydirmeyi, onlara güç yetiremeyecekleri yükler yüklememeyi ve onları dövmemeyi emretmiştir (Buharî, Rıkk, 15). • Dinimizde adalete neden bu denli önem verildiği hakkında düşününüz. DOĞRULUK / SIDK Sözlük ve Terim Anlamı Kur’ân-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 155 kez geçen sıdk (s-d-k) kelimesi, morfolojik olarak sülasi mücerred fiillerin birinci babının mastarıdır. Bu fiil kökünün “sıdk”tan başka “sadk”, “masdûka” ve “tasdâk” şeklinde başka mastarları da vardır. Kizb (k-z-b) yalan söyleme kelimesinin zıddı olanı sıdk, sözünde durmak, vadini yerine getirmek, samimi ve doğru olmak, doğru söylemek, dürüst olmak gibi manalara gelmektedir. Sıdk, doğruluk ve dürüstlüktür; peygamber ahlakıdır. Kizbin zıddı olan sıdk, temelde sözlü durumlarda doğru olmayı ifade eder. Nisâ sûresinin 87. âyetinde للا حَ د ًٌِثا ََِّ ََق مِن َ“ َومَنَْ أَصْ َد هAllah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” denilmekle bu duruma dikkat çekilmiştir. Ahmed b. Fâris bu kelimenin, aslında, sözlü veya fiili olarak kuvvet manasını ifade ettiğini, yalan manasına gelen kizb’in de zayıflık manasına geldiğini belirterek şöyle demektedir: “Nasıl yalan asılsız ve zayıf ise, sıdk da kuvvetli ve güçlüdür. Mesela Araplar “şey’ün sadkun” ve “rumhun sadkun” derler ki “kuvvetli şey” ve “sağlam mızrak” manalarına gelir. Kadınlara verilen mihir manasına gelen “sadak” ifadesi de lüzumlu ve kuvvetli bir hak oluşundandır. Nisâ süresi 4. âyette; ص هد َقات ِِهنََّ نِحَْلَ ًَة َ “ َوآ هتوا ال ِّنسَا ََءKadınlarınıza mihirlerini cömertçe veriniz” buyrulması, mihrin kadınların kesin ve kuvvetli hakları olduğundandır.” Türkçede de “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” ve “Doğrular her zaman güçlüdür.” atasözleri de bu manayla alakadardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk Sıdk, Kur’ân-ı Kerim’de, lügat manasında kullanılmıştır. Yani geçmişte veya gelecekte sözünde ve özünde doğru olmak, verdiği sözü yerine getirmek, dürüst ve samimi olmak manalarını ifade etmektedir. Kur’ân’da Sıdk/Doğruluk Benim ümmetim günah işleyebilir; ama asla yalan söylemez. (hadis) Sıdk, sözün öze, yani kalbe mutabakatı ve verilen haberde doğruluğu ifade eder. Bu nedenledir ki münafıkların “Muhammed Allah’ın Resulüdür” sözleri yalan sayılmıştır. Çünkü her ne kadar bu söz doğru olsa da sözleri özlerine mutabık olmadığından yalan sayılmaktadır. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: ََللا ه ٌَ ْش َه هَد إِنََّ ا ْل هم َنافِقٌِن ََّ ك لَرَ سهول ه هَه َو ََ للا ه ٌَعْ لَ هَم إِ َّن ََّ َللا و ََِّ ل َك لَرَ سهو ه ََ ك ا ْل هم َنافِقهونََ َقالهوا َن ْش َه هَد إِ َّن ََ إِ َذا جَ ا َء ََ“ لَ َكا ِذبهونO münafıklar sana geldikleri vakit dediler ki şahadet ederiz ki hakikaten sen Allah’ın resulüsün, Allah da biliyor ki hakikaten sen O’nun resulüsün. Bununla beraber Allah şahadet ediyor ki münafıklar kesinlikle yalancıdırlar.” (Münafikun, 63/1). Sıddîk ise, çok doğru olan, kendisinden asla yalan sadır olmayan, sözünde ve özünde daima doğru olan kimseye denir. Kur’ân-ı Kerim’de İbrahim a.s için ًَِو ْاذ هكرَْ ف ب إِ ْبرَ اهٌِ ََم إِ َّن هَه َكانََ صِ ِّدٌ ًقا َن ِب ًٌّا َِ “ ا ْل ِك َتاKitapta İbrahim’i de an, kesinlikle o hem nebi hem de sıddîk idi.” (Meryem, 19/41). Buyrularak onun hem nebi hem de sıddîk biri olduğu belirtilmiştir. Allah Taalâ inananların, doğruların yanında yer almalarını ve onlardan olmalarını emretmektedir. Tevbe sûresinin 119. âyetinde bu durum şöyle belirtilmektedir: ََللا َو هكو هنوا مَعََ الصَّا ِدقٌِن َََّ “ ٌَا أٌَهَا الَّذٌِنََ آ َم هنوا ا َّتقهواEy iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” , امتثلوا أوامر للا واجتنبوا نواهٌه فً كل ما تفعلون وتتركون،ٌا أٌها الذٌن صدَّقوا للا ورسوله وعملوا بشرعه . وفً كل شأن من شؤونهم,وكونوا مع الصادقٌن فً أٌَمانهم وعهودهم Yalanın ciddisi de şakası da yalandır. (hadis) Nisâ sûresi 69. âyette de sadıkların, kendilerine nimet verilenlerden olduğu belirtilmiştir. Bu husus ise âyette şöyle geçmektedir: ََك مَعََ الَّذٌِن ََ ِل َفأهولَئ ََ للا َوالرَّ سهو َََّ َومَنَْ ٌهطِ َِع ه َ َّ ِّ للا ه َعلٌَ ِْه َْم مِنََ ال َّن ِبٌٌِّنََ َوال ك رَ فٌِ ًقا ََ ِص ِّدٌقٌِنََ َوالش َهدَا َِء َوالصَّالِحٌِنََ َوحََسهنََ أولَئ َ “ أ ْن َع ََمKim Allah’a ve peygamberine itaat ederse bu gibi kimseler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sadıklarla, şehitlerle ve iyilerle birliktedirler. Onlarsa ne güzel arkadaştırlar.” Bu âyette ayrıca sadıkların, peygamberlerden sonra en üstün mertebede olduklarına işaret edilmektedir. ومن ٌستجب ألوامر للا تعالى وهدي رسوله محمد صلى للا علٌه وسلم فأولئك الذٌن َع ه ,ظ ََم شأنهم وقدرهم فكانوا فً صحبة مَن أنعم للا تعالى علٌهم بالجنة من األنبٌاء والصدٌقٌن الذٌن كمهل تصدٌقهم بما جاءت به . وحَ سهنََ هؤلء رفقاء فً الجنة, اعتقا ًدا وقول وعمال والشهداء فً سبٌل للا وصالح المؤمنٌن،الرسل Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk İmanın temeli doğruluk, nifakın temeli de yalancılıktır. Bakara 177. âyette اهلل َوا ْلٌ َْو َِم ََِّ ب َو َلكِنََّ ا ْل ِبرََّ مَنَْ آمَنََ ِب َِ ق َوا ْلم َْغ ِر َِ ل ا ْل َم ْش ِر ََ َلٌْسََ ا ْل ِبرََّ أَنَْ هت َولوا وه جهو َه هك َْم قِ َب ََل َوالسَّائِلٌِن َِ ٌل َعلَى هح ِّب َِه َذ ِوي ا ْلقهرْ بَى َوا ْل ٌَ َتامَى َوا ْل َمسَاكٌِنََ َوابْنََ الس َِّب ََ ب َوال َّن ِبٌٌِّنََ َوآ َتى ا ْلمَا َِ ِر َوا ْلمَالئِ َك َِة َوا ْل ِك َتا َِ اآلخ ْ َ ْ َ ْ ه َّ َ َ َ َ ه َ َ ََب َوأقا ََم الصَّالَة َوآتى الزكاَة َوالمهوفونََ بِ َع ْه ِد ِه َْم إِذا عَا َهدوا َوالصَّابِ ِرٌنََ فًِ البَأسَا َِء َوالضَّرَّ ا َِء وَ حٌِن َِ َوفًِ ال ِّرقا ََك هه هَم ا ْل هم َّتقهون ََ ِص َدقهوا َوأهولَئ ََ ِس أهولَئ َِ ْ“ ا ْلبَأİyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına َ ََك الَّذٌِن çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.” buyrularak sıdkın zahirî ve batınî, yani açık ve gizli olan bütün amelleri kapsadığı, İslam ve iman makamı olduğu belirtilmek istenmiştir. فً التوجه فً الصالة إلى جهة المشرق والمغرب إن لم ٌكن عن أمر للا- تعالى-لٌس الخٌر عند للا وآمن بٌوم البعث, وإنما الخٌر كل الخٌر هو إٌمان من آمن باهلل وصدَّق به معبو ًدا وحدَه ل شرٌك له,وشرعه مع- وأعطى المال تطوعًا, وبجمٌع النبٌٌن من غٌر تفرٌق, وبالكتب المنزلة كافة, وبالمالئكة جمٌعًا,والجزاء والمساكٌن الذٌن أرهقهم, والٌتامى المحتاجٌن الذٌن مات آباؤهم وهم دون سن البلوغ, ذوي القربى-شدة حبه , والسائلٌن الذٌن اضطروا إلى السؤال لشدة حاجتهم, والمسافرٌن المحتاجٌن الذٌن َبعهدوا عن أهلهم ومالهم,الفقر ومن صبر, والذٌن ٌوفون بالعهود, وأدى الزكاة المفروضة, وأقام الصالة,وأنفق فً تحرٌر الرقٌق واألسرى وأولئك هم, أولئك المتصفون بهذه الصفات هم الذٌن صدقوا فً إٌمانهم. وفً شدة القتال,فً حال فقره ومرضه .الذٌن ات َقوا عقاب للا فتجنبوا معاصٌه İmanın temelinin doğruluk olduğu gibi nifakın temeli de yalancılıktır. Bu yüzdendir ki iman ile yalan asla bir arada bulunamazlar. Yüce Rabbimiz kendisinin de sadık olduğunu bildirmiş, Al-i İmrân 95. âyette: للا ه َفا َّتبِعهوا ِملَّ ََة إِ ْبرَ اهٌِ ََم حَ نٌِ ًفا َومَا ََّ ََصدَق َْ قه َ ل ََ“ َكانََ مِنََ ا ْل هم ْش ِركٌِنDe ki Allah sadıktır…” buyurarak bu yüce vasıfla kendisinin de muttasıf olduğunu belirtmiştir. Bu nedenledir ki biz muminler, Kur’ân âyetlerini her okuduktan sonra “sadakallahu’l-azim” diyerek Allah’ın sadık ve doğru olduğunu ikrar ederiz. Doğruluk, insanın hem kendisi hem öteki varlıklarla tutarlı olmasını temin eder. Yüce Allah aynı şekilde resulüne her işinde doğruluğu esas almasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: َج صِ ْدق ََ َل صِ ْدقَ َوأَ ْخ ِرجْ نًَِ م ْهخر ََ خ ْلنًِ م ْهد َخ َْ “ َوقهVe deki, ey Rabbim ِ ل رَ بَِّ أَ ْد beni gireceğim yere doğrulukla girdir ve çıkacağım yerden doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir delil ver.” (İsrâ, 17/80). Doğruluk insana kalp huzuru verir, yalan ise kişiyi huzursuz yapar ve strese sokar. Tirmizi’de bu konuyla ilgili bir hadiste şöyle geçmektedir: “Sıdk, yani doğruluk kalp huzurudur. Kizb, yani yalancılık ise kişinin içini kemirir.” Sahiheyn’de geçen başka bir hadisi şerifte ise doğruluğun değeri şöyle belirtilmektedir: “Doğruluk, iyiliğe götürür, iyilikse cennete götürür. Kişi doğruluğa devam ederse indallahta sıddîk olarak yazılır. Kişi yalana devam ederse indallahta yalancı olarak yazılır.” Yani bu şekilde kesinleşir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk Arifler doğruluğu şöyle tarif etmişlerdir: Doğruluk Allah’a, amellerde vefakâr olmaktır; özü sözü bir olmaktır; olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi olmaktır; zor durumlarda hakkı söyleyebilmektir. Doğrulukla ilgili selef-i salihinin şu sözleri de kayda değerdir: Kendine ve başkalarına karşı dürüst olmayan doğruluğun kokusunu dahi alamaz. Doğru olan ölümden ve sırlarının ortaya çıkmasından korkmaz. Nitekim Bakara 94. âyette: ََاس َف َت َم َّنوه ا ا ْلم َْوتََ إِنَْ هك ْن هت َْم صَا ِدقٌَِن َِ ون ال َّن َِ للاِ َخالِص ًََة مِنَْ هد ََّ ت لَ هك هَم الدَّا هَر اآلخِرَ َةه ِع ْن ََد َْ ل إِنَْ َكا َن َْ قه “…Eğer doğrular iseniz ölümü temenni ediniz” şeklinde buyrularak doğruların ölümden ve ölümün sonrasından korkmayan kişiler oldukları belirtilmek istenmiştir. Doğruluğun aslı, yalanla kurtuluşun mümkün olduğu yerlerde, doğru davranmaktır. Doğruluk zarar, yalan fayda verecek olsa da doğruluktan ayrılmamak gerekir. Tartışma forumu Tartışma وأنهم, للٌهود الذٌن ٌدَّعون أن الجنة خاصة بهم; لزعمهم أنهم أولٌاء للا من دون الناس-أٌها الرسول- قل ْ إن كان األمر كذلك:أبناؤه وأحباؤه ً إن كنتم صادقٌن ف,فادعهوا على الكاذبٌن منكم أو من غٌركم بالموت .دعواكم هذه • Adalet ve doğruluk kavramlarının birbiriyle ilişkisini forumda tartışabilirsiniz. Sıdkın Mertebeleri Doğruluk üç kademedir. Birincisi niyetin doğruluğudur. Bu doğruluğun ilk kademesidir. İkincisi hayatı Allah’a adamaktır. Bu kısım amelen doğruluk makamıdır. Sıdk, özde, sözde ve eylemde doğru olmaktır. Üçüncüsü doğruluğu doğru bilmektir. Yani doğruluğu bilmeden doğru olunamayacağına göre önce doğru olanı bilmek ve ona göre hareket etmektir. Bu da Hakkın razı olacağı şeyleri bilmek ve onları yapmak anlamına gelmektedir. Sadakaya sadaka denmesi de, sadaka vermenin doğru bir şey olduğunun bilinerek yerine getirilmesinden dolayıdır. İmamı Gazali, sıdkın altı manası, dolayısıyla altı mertebesinin bulunduğunu belirterek şu kısımlara ayırmıştır: Sözde doğruluk, niyet ve iradede doğruluk, azimde doğruluk, vefada doğruluk, amelde doğruluk ve dinin bütün emir ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk yasaklarında doğruluk. Gazali, kim sıdkın bütün bu kısımlarını yerine getirecek olursa sıddîk olur diyerek bu kısımları şöyle izah eder: 1- Sıdkın birinci derecesi, dilin doğru olmasıdır. Bu mertebedeki kişi konuştuğu ve haber verdiği her şeyi mutlaka doğru söyler ve verdiği her sözü yerine getirir. Sözünden asla dönmez. Sıdkın bu derecesi her Müslüman için gereklidir. Ve sıdkın çeşitlerinin en meşhuru da budur. Bu sıdkın zıddı ise, kizb, yani yalan söylemek ve verdiği sözde durmamaktır. Bu ise dinen yasak olan bir durumdur. Dinimizde yalanın caiz olabileceği üç yer bulunmaktadır. Bunlar, iki Müslümanın arasını düzeltmek için, iki eşi olanın eşlerinin gönlünü hoşnut etmek için ve savaşta icap ettiğinde söylenilebilecek sözlerdir. Sadıklarla beraber olunuz!. (Ayet) 2- Niyet ve iradedeki sıdk. Sıdkın bu mertebesindeki sadık, yaptığı her işi Allah için yapar, içi-dışı birdir. Sadece sözünün doğru olması yetmez, niyetinin de halis olması gerekir. Bu durumda ilgili bir hadiste Yüce Allah’ın ahirette alimlere, “Bildiklerinle ne amel ettin?” sorusuna alimlerin “Şöyle şöyle amel ettim.” demeleri üzerine Yüce Allah’ın “Yalan söylüyorsun, sen o amelleri ve işleri sana alim desinler diye yaptın.”, diyeceğinin haber verilmesi, sıdkın bu derecesiyle ilgilidir. Daha önce geçen âyette münafıkların Peygamberimizin risaletini kalben inanmadıkları hâlde sözde tasdikleri de sıdkın bu mertebesiyle ilgili bir durumdur. Öyle ise sıdkın bu ikinci mertebesinde sözün niyete uyması da şart olmaktadır. Ve niyetin sırf Allah için olması gerekmektedir. 3- Azim ve kararlılıkta sıdk. Sıdkın bu derecesinde ise, kavlen ve kalben sadık olmanın yanı sıra, azmin ve kararlılığın da bu samimiyete uygun olması gerekir. Mesela bir insan kalbinden ve samimi bir şekilde “Eğer Allah beni zengin yaparsa malımın tümünü veya yarısını Allah yolunda harcayacağım.” Dese, fakat bu niyetinde kesin bir azim ve kararlılık olmasa, sıdkın bu derecesine göre sadık sayılamaz. Bu derecede de sadık olabilmesi için sözünün bütün bir azim ve kararlılıkla yerine getirmeyi kastetmesi gerekmektedir. Mesela Hz. Ömer’in “Hz. Ebubekir’in içinde bulunduğu bir cemaate lider olmaktansa, boynumun vurulmasını tercih ederim.” demesi bu niyetindeki azim ve kararlılığın derecesini göstermesi bakımından bu derecedeki sıdka bir örnek oluşturmaktadır. 4- Azminin gereğini yerine getirmede sadık olmak. Üçüncü derecede geçen bütün bir azim ve kararlılıkla, kalbinden samimi bir şekilde vaat ettiği şeyi tahakkuk ettirmek imkânı elde ettiği hâlde, daha sonra bazı sudan sebep ve amillerden dolayı önceki niyetini, azmini yerine getirmese, bu dereceye göre sadık olamaz. Bu dördüncü derecedeki sadık kişiye örnek bir insan, Enes r.a.’ın amcası Enes b. Nadr’dır. Bu sahabi Resulüllah ile beraber Bedir savaşına katılamamıştı. Bu durum onun kalbini çok üzmüş ve Resulüllahın bu ilk cihadında hazır bulunamadığından dolayı çok hayıflanmıştı. Sonradan şöyle vaat etti: Eğer Resulüllahla beraber bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk cihadı Allah bana nasip ederse ne yapacağımı kesinlikle Allah görecektir. Bu sahabi bir sene sonra Uhud Savaşına katılma imkânını bulmuş ve cihada gidiyordu. Saad b. Muaz onu görünce: Ey Eba Amr nereye gidiyorsun diye sormuş o da, cennetin kokusuna, ben Uhud tarafından esen cennetin kokusunu almaktayım demiş, yiğitçe savaşmış ve öldürülerek şehit edilmişti. Öldüğünde cesedinde seksen küsur mızrak, kılıç ve ok yarası bulundu. Kız kardeşi Binti Nadr, kardeşimi ancak elbisesinden tanıyabildim demişti. Bu sahabinin Bedir savaşına katılamama üzüntüsünü gidermek için verdiği sözü, bu denli kararlılık azim ve iştiyakla yerine getirmesinden dolayı Ahzab sûresinin 23. âyeti nazil olmuştu. Bu âyette Yüce Allah, َمِنََ ا ْلم ْهؤ ِمنٌِنََ ِرجَ ال للاَ َعلَ ٌْ َِه َف ِم ْن هه َْم مَنَْ َقضَى َنحْ َب هَه َو ِم ْن هه َْم مَنَْ ٌَ ْن َتظِ هَر َومَا َب َّدلهوا َت ْبدٌِال ََّ ص َدقهوا مَا عَا َه هدوا َ “Müminlerden Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice erler vardır. Kimi canını verdi kimi de beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” buyurarak bu mertebedeki sadıkları anlatmıştır. فمنهم من: وصبروا على البأساء والضراء وحٌن البأس,من المؤمنٌن رجال أوفوا بعهودهم مع للا تعالى النصر أو: ومنهم مَن ٌنتظر إحدى الحسنٌٌن, أو مات على الصدق والوفاء، فاستشهد فً سبٌل للا،َو َّفى بنذره . كما غٌَّر المنافقون, ول نقضوه ول بدَّلوه, وما غٌَّروا عهد للا,الشهادة Sıdk, her yer ve zamanda, her daim… ve bütün azalarla… Bu derecede sadık olamayanlardan ise Tevbe sûresinin 75-78. âyetlerinde bahsetmektedir. Bu âyetlerin meali ise şöyledir: للا لَئِنَْ آ َتا َنا مِنَْ َفضْ لِ َِه َََّ َو ِم ْن هه َْم مَنَْ عَا َه ََد ًِ( َفأَعْ َق َب هه َْم نِ َفا ًقا ف٥٧) ََخلهوا ِب َِه َو َت َولَّ ْوا َو هه َْم مهعْ ِرضهون َّ لَ َن ِ ( َفلَمَّا آ َتا هه َْم مِنَْ َفضْ لِ َِه َب٥٧) ََص َّد َقنََّ َولَ َن هكو َننََّ مِنََ الصَّالِحٌِن َ َ َ َ َّ َّ ََّللا ٌَعْ لَ هَم سِ رَّ هه َْم َو َنجْ َوا هه َْم َوأن ََ ََّ(ألَ َْم ٌَعْ لَمهوا أن٥٥) ََللا مَا َو َع هدوَهه َو ِبمَا َكا هنوا ٌَ ْك ِذبهون ََ وب ِه َْم إِلَى ٌ َْو َِم ٌَ ْل َق ْو َن هَه ِبمَا أ ْخلَفهوا ِ قهل ه َّ ْ (٥٧) ب َِ للاَ عَال هَم ال هغٌهو َ “Yine onlardan kimi de Allah’a: “Eğer bize lutfundan ihsan ederse muhakkak zekâtını veririz ve muhakkak Salihlerden oluruz.” diye söz vermiştir. Fakat Allah, lutfundan onlara zenginlik verilince, onda cimrilik edip Allah’ın emrinden yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu. Münafıklar, Allah’ın onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini, gaipleri çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?” Sıdkın bu mertebesiyle ilgili Ebu Saîd el-Harrâs şöyle demiştir: “Rüyamda gökten iki meleğin indiğini gördüm. Bana “Sıdk nedir?” diye sordular. Ben de: “Sözünde durmaktır.” dedim. Bana “Doğrusun.” dediler ve göğe çıktılar.” 5- Amel ve davranışlardaki sıdk: Sıdkın bu derecesi, kişinin içiyle dışının aynı olmasını gerektirmektedir. Bunun zıddı riyadır. Eğer kişi zahiren salih görünüyorsa içi de aynı olmalıdır. Başka bir ifade ile dışı içine uymalıdır, içi dışını tasdik etmelidir. Resulüllah Efendimiz bu konuyla ilgili olarak “Ey Allahım, içimi dışımdan daha hayırlı eyle ve dışımı salih eyle” buyurmuştur. Yezid b. Hars ise “Kulun içi dışı aynı ise ve birbirine uyuyorsa bu normal bir hâldir. Eğer içi dışından daha iyi ise bu fazilettir. Fakat dışı içinden üstün ise bu da kendini ve başkalarını aldatmaktır.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk diyerek sıdkın bu beşinci derecesini anlatmaya çalışmıştır. Ebu Yakup en-Nehrecûnî ise sıdkın bu mertebesini şöyle tarif etmektedir: “Sıdk için dışa tam muvafakatıdır”. 6- Sıdkın en üstünü ve en efdali olan altıncı ve sonuncu derecesi ise bütün dinî davranışlarda sadık olmaktır. Allah’tan korkmakta, Allah’tan ummada, Allah’a saygıda, zühd ve rızada, Allah’a tevekkül ve Allah’ı sevmede vb. bütün dinî durumlarda sadık ve doğru olmaktır. Bu derece Hücurât sûresinin 15. âyetinde şöyle buyurmaktadır: اهلل َورَ سهولِ َِه هث ََّم لَ َْم ٌَرْ َتابهوا َوجَ ا َه هدوا بِأ َ ْم َوال ِِه َْم َوأَ ْنفهسِ ِه َْم ََِّ ِإِ َّنمَا ا ْلم ْهؤ ِم هنونََ الَّذٌِنََ آ َم هنوا ب ََك هه هَم الصَّا ِدقهون ََ ِللاِ أهولَئ ََّ ل َِ ٌِ“ فًِ سَبMüminler ancak Allah’a ve resulüne iman eden ve ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sadıklar ancak onlardır.” وبذلوا نفائس أموالهم, ثم لم ٌرتابوا فً إٌمانهم,إنما المؤمنون الذٌن صدَّقوا باهلل وبرسوله وعملوا بشرعه . أولئك هم الصادقون فً إٌمانهم,وأرواحهم فً الجهاد فً سبٌل للا وطاعته ورضوانه (Hadis) Bireysel Etkinlik Müslüman, dilinden ve elinden emin olunan kimsedir. Sıdkın bu derecesini izah etmek için şu misali verebiliriz. Kulun, Allah’tan korkması dinî bir vecibedir. Fakat bu Allah korkusu kişide nasıl sadık bir şekilde olmalıdır? Mesela bir insan bir eşkıyadan, bir düşmandan veya çok ciddi bir tehlikeden rengi sarararak, azaları titreyerek, kalbi hızla çarparak korkar, icabında yemeden-içmeden kesilir, aklı karışır, eli ayağı dolaşır, hiçbir şeyden zevk alamaz ve bütün rahatı kaçar, bütün bir korku ve ümitsizliğe düşerse, aynı şekilde Allah’tan ve Allah’ın onu cehenneme atmasından da daha fazla korkması gerekir ki Allah’tan korkma hususunda sadık olabilsin. Nitekim bu konuda Resulüllah efendimiz “Cehennemden korkan, cenneti isteyen kişi, nasıl uyuyabilir!” diyerek dinî durumlarda gerçek sıdkın nasıl olabileceğini bildirmek istemiştir. Cibril hadisindeki ihsan makamı olan “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi kulluk et, sen O’nu görmesen de O seni görüyor” makamı ile örtüşen sıdkın bu derecesi, gerçekten elde edilmesi çok zor bir makamdır ve insanlar bu gibi durumlarda birçok derecelere ayrılır. Ayrıca bir insan bazı hususlarda daha sadık olabilirken bazı durumlarda daha az samimi ve sadık olabilirler. Böylece sıdk ve samimiyetin derecesinin burada da görüldüğü gibi pek çok kısımlara ayrılabileceği ortaya çıkmaktadır. • "Benim ümmetim günah işleyebilir; ama asla yalan söylemez." mealindeki hadis bize ne anlatmaktadır? Üzerinde düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk •Adalet, ilahi ve sosyal ilişkilerimizi belirleme konusunda İslam'ın en önemli ilkelerinden birisidir. İslam, insanın iki cihanda saadetini temin etmeyi gaye edindiğinden dolayı, hak ve adalet meselesine çok büyük önem vermiştir. Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de hak ve adaletin her alanda gerçekleştirilmesi için çokça uyarı ve teşviklerde bulunmuştur. Çünkü Allah âdildir, adalet ve merhametle davrananları sever. Bu çerçevede hangi seviyede olursa olsun bir yöneticinin yönettiği müessesede, bir hâkimin baktığı davada, bir şahidin şahitlik yaptığı konuda, bir aile reisinin aile içi münasebetlerde, bir tüccarın ticari hayatta ve bir mü'minin insanlarla ilişkilerinde hakkı gözetmesini, adaleti ikame etmesini emretmiştir. Bunun da ötesinde Allah (cc), mü'minlerin adalet hassasiyetine sahip, adalet timsali kimseler olmasını emretmektedir. Çünkü yargı, idare ve beşerî münasebetlerde adaletin gerçekleştirilmesi, insanlığın ve İslam'ın temel ve en önemli hedeflerinden biridir. İnsanlar arası ilişkilerin tümünde, kendimizi karşıdaki insanın yerine koyma veya onu kendimiz gibi görme, temel bir Müslümanlık ölçüsüdür. İnsanlar arası sosyal münasebetleri hakkaniyet ve merhamet esasına göre düzenleyen Kur’ân’ın bu uygulamalarını, İslam dışındaki hiçbir din, felsefe ve düşünce sisteminde bulmak mümkün değildir. •Doğruluk, Kur’ân’ın temel kavramlarından biridir. Kur’ân ve hadislerde doğruluk konusuna oldukça yer verilmiş, mü’minler her hâlükârda doğru olmaya ve doğrularla birlikte hareket etmeye teşvik edilmişlerdir. Doğruluk, Allah’a gereği gibi inanmanın ve ona karşı saygılı olmanın ölçüsüdür. İmanın temeli, doğruluk; nifakın temeli de yalancılıktır. Sıdkın en üstünü ve en efdali, bütün söz ve davranışlarda sadık olmaktır. Allah’tan korkmakta, Allah’tan ummada, Allah’a saygıda, zühd ve rızada, Allah’a tevekkül ve Allah’ı sevmede vb. bütün durumlarda sadık ve doğru olmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Ödev gönderimi Ödev Etkileşimli Alıştırmalar Alıştırmalar Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk • Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla pekiştirebilirsiniz. • Adalet ve doğruluk kavramlarının "iman" ile ilişkisini araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı hazırlayınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Adaleti ifade etmek için Kur’ân’ın en çok kullandığı kavram aşağıdakilerden hangisidir? Değerlendirme sorularını etkileşimli olarak cevaplandırabilirsiniz a) b) c) d) e) Hak kavramı Vasat Kavramı Adalet Kavramı Kıst kelimesi İhsan Kavramı 2. Adl kelimesi, “adale an” veya “ye’dilun” şeklinde kullanıldığında hangi anlama gelmektedir? a) Her şeyin ve herkesin hakkını vermek, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutmak, insaf ve merhamet sahibi olmak b) Allah’ın tevhid ilkesini benimsemek c) Orta yolu tutmak d) İhsanda bulunmak e) Haktan ve İslam’dan yüz çevirmek, şirk koşmak 3. Adaletle birlikte insaflı ve merhametlice davranmak hangi kavramın anlamıdır? a) b) c) d) e) Ma’ruf İhsan el-Birr Kıst Adalet 4. "Annelerinden hür olarak doğan insanları ne zaman köle edindiniz?" sözü kime aittir? a) b) c) d) e) Allah’a Hz. Ömer’e Peygamberimize İbn Abbas’a İbn Mesud’a 5. Kur’ân’ın adalet ilkesi dikkate alındığında aşağıdaki uygulamalardan hangisi yanlıştır? a) b) c) d) e) Anne ve babamız hakkında da adaletli davranmalıyız. Çocuklarımız arasında adaletli davranmalıyız. Gayrimüslimlere hakkında adaletli olmamız gerekmez. Zengin ve fakir arasında ayrım yapılmamalıdır. Mevki ve makam sahiplerine imtiyaz gösterilemez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk 6. Aşağıdakilerden hangisi “sıdk” teriminin ifade ettiği manalardan biri değildir? a) b) c) d) e) Doğruyu söylemek Sözün öze uyması Her doğruyu her yerde söylememek Verdiği sözde durmak Dürüst ve samimi olmak 7. Aşağıdakilerden hangisi “sıdk” kelimesinin diğer mastarlarından biri değildir? a) b) c) d) e) Sadk Tasdak Masdûka Sıdk Sıddîk 8. İmamı Gazali sıdkı kaç mertebeye ayırır? a) b) c) d) e) Üç Dört Beş Altı Yedi 9. Sıdkın zıddı aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Salah Felah Günah Yalan İsyan 10. Aşağıdakilerden hangisi sıdk kelimesinin manalarından değildir? a) b) c) d) e) Mihir İbadet Sadaka Doğru sözlü olmak Samimiyet CEVAPLAR: 1-c, 2-e, 3-d, 4-b, 5-c, 6-c, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kur’ân’da Adalet ve Doğruluk YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Kur’ân-ı Kerim. 2. Afzalur Rahman. (2004). Siret Ansiklopedisi. İnkılab Yay. İstanbul. 3. Çağrıcı, Mustafa. (1988). “Adalet”. İslam Ansiklopedisi. İstanbul. 4. Beydavî, (1418). Envâru't-Tenzîl. Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi. Beyrut. 5. Elmalılı, Hamdi Yazır. (1971). Hak Dinî Kur'ân Dili. Eser Kitabevi. İstanbul. 6. Semerkandî, Ebu’l-Leys. (1413). Bahru’l-Ulûm. Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye. Beyrut. 7. Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Yakûb. (ts.) Besâiru Zevi’t-Temyîz fî Letâifi’l-Kitabi’l-Azîz. Tah. Muhammed Ali en-Neccâr. 8. Hamidullah, Muhammed. (1990). İslam Peygamberi. (çev. Salih Tuğ). İstanbul. 9. İbn Fâris, Ebu’l-Huseyn Ahmed. (ts.). Mu’cemu Mekâyisi’l-Luga. Tah. Abdusselâm Muhammed Hârûn. 10. İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed b. Mükrim. Lisânu’l-Arab. 11. İmam-ı Gazalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed. İhyâu Ulûmi’d-Dîn 12. Kandehlevî, Yusuf. (1971). Hayatü’s-Sahabe. trc. Ahmet M. Büyükçınar ve Arkadaşları. Kalem Yay. İstanbul. 13. Karaman, Hayrettin ve ark. (2006). Kur’ân Yolu. Diyanet İşleri Başkanlığı. Yayınları. Ankara. 14. Kastallanî, Ahmed b. Muhammed. (1991). el-Mevâhibu'l-Ledüniyye. Beyrut. 1991 15. Kılıç, Recep. (1998). Hz. Peygamber'in Hayatından Davranış Modelleri. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Ankara. 16. Mert, Muhit. (2009). “İslam'da Adalet İlkesi”. Yeni Ümit Dergisi. Sayı: 84. Nisan - Mayıs – Haziran. İstanbul. 17. Mevdudî, Ebu’l-Ala. (1985). Tefhimu’l-Kur’ân. İnsan Yay. İstanbul. 18. Muhammed Hüseyin Ebu’l-Futûh. Kâimetun Mu’cemiyetun bi-Elfâzi’l-Kur’âni’lKerîm ve Derecâtu Tekrârihâ. 19. Polater, Kadir (2008). Kur’ân Açısından Zulüm ve Adalet. Doğu Yay. Erzincan. 20. Rağıb el-İsfehânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân. tahkîk: Safvân Adnân Dâvûdî 21. Şiblî, Mevlana (1978). Asrı Saadet. çev. Ö. Rıza Doğrul. Eser Neşriyat. İstanbul. 22. …….., (1986). Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23