Aylık Dergi Ocak 2016 Sayı 301 İSLAM’IN BARIŞ ÇAĞRISINI İTIBARSIZLAŞTIRMA ÇABALARI KÜRESELLEŞMENİN ELİYLE TERÖRÜN KÜRESELLEŞMESİ İSLAM DÜNYASINDA KURULAN TERÖR KUMPASI DAİŞ TERÖR ÖRGÜTÜ ÜZERİNE PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ İLE SÖYLEŞİ Yüce Allah, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracak ilahî bir kanun göndermek istediğinde bunun adını İslam koydu. İslam coğrafyasını kasıp kavuran şiddetin, “küreselleşme” olgusu ile bağlantısının olup olmadığı konusu mutlaka irdelenmelidir. İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan hareketle de yeni bir ivme kazandıracak yegâne temel olduğunu söylemek mümkündür. Dünyadaki muhalif radikal isyan hareketleri kendine İslam’dan daha doğrusu İslam’ın selefi yorumlarından meşruiyet bulmaya çalışıyorlar. Yenİ Yayınlarımız KUR’AN-I KERİM ve MEÂLİ Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. ww.diyanet.gov.tr EDİTÖRDEN Her yıl yeni bir umut, farklı bir heyecandır. Acılarıyla, hüzünleriyle, sevinç ve mutluluklarıyla bir yılı geride bırakırken, yeni yıla umutlarla, hayır dilek ve dualarıyla girmiş bulunuyoruz. Geçen yıl yayın hizmetlerimiz bağlamında dolu dolu bir yıl geçirdik. Yayın çeşitliliğimizde ve yayın sayılarımızda ciddi artışlar oldu. Dergimizin 300. sayısının yayınlanmasının haklı gururunu yaşadık. Ancak 7 Ocak 2015 tarihinde meydana gelen Charlie Hebdo, 10 Ekim 2015’te Ankara Tren Garı patlaması ve 13 Kasım 2015 Paris saldırıları gerek ülkemizi gerekse dünyayı derinden sarstı. Şiddetten beslenen ve ayakta kalmalarını şiddete borçlu olan mihraklar, maalesef bugün de hiçbir kural ve insanlık değeri tanımadan dünyayı huzursuz ediyor. Sadece ilgili ülkelerin özel güvenlik sorunu olarak kalmayıp ülkeler arası ilişkilere varıncaya kadar çok geniş bir etki alanı oluşturan terör, tüm insanlığın huzur ve mutluluğunu tehdit ediyor. Terör, girdiği her yeri tahrip ediyor, acı ve gözyaşından başka bir şey bırakmıyor. İnsanlığın geleceğe olan umutlarını tüketiyor. Bunların bir kısmının İslam’ı referans alması ise yüreklerimizi acıtıyor. Müslümanın Müslümanı din adına katletmesinin nasıl bir izahı olabilir? Müslümanın haksız yere bir insanın hayatına kıyması nasıl kabul edilebilir? Bu akıl tutulması, bu cahillik nasıl bir illettir? Bugün ülkemizde camiler tahrip ediliyor, aylardır bazı camilerde ezanlar okunamıyor, ibadet edilemiyor. Kadınlar, çocuklar öldürülüyor, yetimlerin, öksüzlerin sayısı artıyor. İnsanlar kış şartlarında yerlerinden yurtlarından ediliyor. Ülkenin birliğine beraberliğine kasteden bu hain emeller, dış desteklerle birlikte ülkenin huzurunu kaçırmaya çalışıyor. Ancak inanıyoruz ki ülkemizin gücü ve milletimizin desteğiyle bu sıkıntılar kısa sürede bitecek, bu engeller aşılacak, dâhili ve harici düşmanlar emellerine asla kavuşamayacak. Çünkü sadece ülkemizde değil, İslam dünyasında da bu ülke için dua eden, yüreğini ortaya koyan nice temiz, saf gönüller var. Terör elbette sadece Müslüman ülkelerin sorunu değil. Tarih boyunca terörden beslenen ve terörü besleyen pek çok unsur ve destekçi olagelmiştir. Bundan sonra da olmaya devam edecektir. Önemli olan bu konuda bütün ülkelerin ortak tavır geliştirmesi, dinine, milliyetine, diline, ırkına bakılmaksızın topluca her türlü şiddetin ve terörün karışında durulmasıdır. Bu sayıda, gerek ülke olarak içinden geçtiğimiz süreçler, gerek İslam dünyasında ve küresel ölçekte yaşanan terör hadiseleri sebebiyle “Küresel Tehdit Terör” başlığıyla bir gündem hazırladık. Bu çerçevede dosyamız Dr. Bilal Esen’in “İslam’ın Barış Çağrısını İtibarsızlaştırma Çabaları” makalesi ile başlıyor. Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu, “Küreselleşmenin Eliyle Terörün Küreselleşmesi” başlığı ile küreselleşme ile terörün tırmanışı arasında gözlerden kaçan uyuma dikkatleri çekiyor. Prof. Dr. Mahmut Aydın, “Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak Hakikat Tekelciliği” başlıklı makalesinde coğrafyamızda yaşanan dinî referanslı şiddet ve terör eylemlerinde dinlerdeki mutlaklık iddialarının etkisi olup olmadığını bizimle paylaşıyor. Prof. Dr. Adnan Demircan, “İslam Dünyasında Şiddeti Mücadele Yöntemi Olarak Kullanan Hareketler” başlığıyla harici ve selefi hareketleri irdeliyor. Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim Yılmaz ise, “İslam Dünyasında Kurulan Terör Kumpası” adlı makalesinde, Müslümanların kendilerini doğru bir şekilde ifade etmeleri ve gündem oluşturmalarının zorunluluğunu çözüm önerisi olarak ortaya koyuyor. Uğur Yılmaz’ın gündem başlığımız çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ile yaptığı “Küresel Tehdit Terör” üzerine uyarıcı, dikkat çekici ve kapsamlı bir söyleşiyi de ilgiyle okuyacağınızı belirtelim. Yenilenen yüzü ve içeriğiyle yılın ilk sayısını istifadenize sunarken, sağlık, huzur, mutluluk ve başarı dolu bir yıl temennisiyle sizleri dergimizle baş başa bırakıyorum. Sa lman D r. Y ü ksel 301 06 6 G Ü N D E M İslam’ın Barış Çağrısını İtibarsızlaştırma Çabaları Dr. Bilal ESEN 12 Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU 16 Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak Hakikat Tekelciliği Küreselleşmenin Eliyle Terörün Küreselleşmesi 37 İstikamet Sahibi Olmak 40 Tecrübe Paylaşımı Bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığı Heyetinin Suudi Arabistan Ziyareti Dr. Fatih YÜCEL Prof. Dr. Ali ERBAŞ 22 44 Aşırı Uçlardan Orta ve Dengeli Duruşa Prof. Dr. Mahmut AYDIN İslam Dünyasında Şiddeti Mücadele Yöntemi Olarak Kullanan Hareketler 46 Mülkün Gerçek Sahibi Karşısında Haddi Aşmamak Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Hale ŞAHİN 26 İslam Dünyasında Kurulan Terör Kumpası Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim YILMAZ 48 Hırs ve Tamahın Kölesi Olmak 30 DAİŞ Terör Örgütü Üzerine Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ile Söyleşi 50 İslam’ın Bugünkü Meseleleri Üzerine Kafa Yoran Bir Fikir Adamı: Erol Güngör Uğur YILMAZ Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ 2 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Dr. Lamia LEVENT ABUL Kâmil BÜYÜKER Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR Yayın Koordinatörleri Mustafa BEKTAŞOĞLU Dr. Lamia LEVENT ABUL Ali AYGÜN Muhammed Kâmil YAYKAN diyanetdergi@diyanet.gov.tr Tashih Mustafa BEKTAŞOĞLU Görsel Sorumlu Burhan ÇİMEN Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU İletişim Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara Tel : 0312 295 86 61 Faks: 0312 295 61 92 diniyayinlar@diyanet.gov.tr facebook.com/diyanetaylikdergi twitter.com/DiyanetDergisi GEÇMİŞ ZAMAN İZİNDE DİN VE HAYAT SÖZÜN YANKISI SÖYLEŞİ 56 52 30 52 Tevhide Şahitlik Etmek 54 Aklın Gündemi Kalbin Rotası, Hayatın Kalitesidir Leyla İPEKÇİ 66 Ecdattan Yadigâr Osmanlıca: Redd-i Miṙ ası Red 68 Dr. Necdet SUBAŞI ile Söyleşi 74 Allah Hem Alçaltır Hem Yükseltir Hâfıd-Râfi’ 76 İlim ve Ahlak Abidesi Bir Şahsiyet: M. Selim Beki Hocaefendi Doç. Dr. Rıza KARAGÖZ Dr. Lamia LEVENT ABUL Mukadder Ârif YÜKSEL 56 Bir Şehir İnşa Edilirken 60 Halkın Hocası Olmak 62 Tükenmeyen Hazine: Kanaat 64 Ninni Dedim Uyusun Allah Dedim Büyüsün Fatma BAYRAM Suavi Kemal YAZGIÇ Sadullah BEKİ Sefer ASLAN 77 Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ Dr. Şerife Nihal ZEYBEK Abone İşleri Tel : 0312 295 71 96-97 Faks : 0312 285 18 54 e-mail: dosim@diyanet.gov.tr Abone Şartları Yurtiçi yıllık: 60.00 TL Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB Ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi Prof. Dr. Ahmet Özel Muhammed Kâmil YAYKAN 80 Dua Esma CAN Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir. Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Aral Grup I www.aral.org I Tel: +90.312 219 53 26 I Mustafa Kemal Mahallesi 2141. Cadde 33/3 Çankaya/Ankara Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: info@a4grafik.com.tr www.a4grafik.com.tr Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Basım Tarihi: 23/01/2015 ISSN-1300-8471 Diyanet Aylık Dergi, Diyanet İşleri Başkanlığı yayın organıdır. Dergide yayımlanan yazı, konu, fotoğraf ve diğer görsellerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden her türlü ortamda alıntı yapılamaz. 66 B A Ş M A K A L E Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Haber Ahlakı BUGÜN Müslüman toplumlar tarihin en zor süreçlerinden birini geçirmekte, İslam’ın bizzat kendisi ağır itham ve iftiralara maruz bırakılmaktadır. Coğrafyamızda büyük acılar ve trajediler yaşanmakta, mezhep çatışmaları olarak takdim edilmeye çalışılan güç ve iktidar kavgaları aslında Müslümanlara bir “Orta Çağ” yaşatmak istemektedir. Hâlbuki İslam medeniyetinin bir Orta Çağı olmamış, İslam tarihinde yüzyıl süren mezhep savaşları, otuz yıl savaşları yaşanmamıştır. Modern dünyanın Müslüman coğrafyası, tarihimizin hiç görmediği kadar derin bir ayrışmaya doğru sürüklenmektedir. Ne yazık ki yanı başımızda ortaya çıkan bir terör ve vahşet şebekesi de dünyanın muhtelif yerlerinden çocuklarımızı ve gençlerimizi kendi ağına düşürerek, hunharca cinayetler işlemekte ve İslam coğrafyasını her türlü müdahaleye açık hâle getirmektedir. İslam toplumları tarihî bir imtihandan geçerken, ülkemizin güney doğusu da dâhili ve harici pek çok unsurun dahliyle birliğimizi ve dirliğimizi hedef alan menfur eylemlere sahne olmaktadır. Kendi geleceklerine kurşun sıkan, bütün insani değerleri çukurlara gömerek yurtlarını, yuvalarını yakıp yıkan insanların eliyle terör işlenmektedir. Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Silvan’da devam eden terör hadiseleri birçok kardeşimizin şehit olmasına; pek çok kardeşimizin de mağduriyet yaşamasına neden olmuştur. Terör hadiseleri bir kez daha göstermiştir ki, terörün en büyük hedefi, bölge insanımızı din-i mübin-i İslam’dan koparmaktır. Tarih boyunca nice büyük İslam âlimleri yetiştirmiş medeniyet merkezlerimizi, mabetlerimizi, camilerimizi, eğitim müesseselerimizi, tarihimizi kısaca bizi biz yapan değerlerimizi tarumar etmektir. İlimle, irfanla meşgul olması gereken gençlerimizi kandırıp batıl ideolojiler uğruna heder etmektir. Akan kan ve gözyaşının dinmesi, mağduriyetlerin son bulması, selam ve emanın, barış ve güvenliğin bölgede bir an önce yeniden tesis edilmesi Yüce Rabbimizden en büyük niyazımızdır. Unutmayalım ki yüce dinimiz İslam, hangi amaçla yapılırsa yapılsın, kimden gelirse gelsin, inancı, düşüncesi ve ideolojisi ne olursa olsun terörün her türlüsünü reddetmiştir. Terörün, İslam’la bağdaşır hiçbir tarafı yoktur. Terör bir insanlık suçudur, kötüdür ve mutlaka engellenmelidir. İslam dini, bütün ilişkilerin hakkaniyetle, adaletle, sulh ile ‘silm’ ile olmasını tavsiye eder. Müslüman olmak, barışla yani silm ile ilişki kurmak demektir. Etrafımızın ateş çemberine döndüğü bir zaman diliminde, Başkanlığımız, bütün bu olup bitenlere bigâne kalmamıştır. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali, insanlığımızın ve Müslümanlığımızın bir gereği olarak tarihin bize yüklediği misyon doğrultusunda hem ülkemizin huzurunu tesis etmek için pek çok adım atmış hem de İslam coğrafyasında yanan ateşi söndürmek için uluslararası birçok girişimde bulunmuştur. Bugün hizmetleri yeryüzünün her tarafına ulaşmış bulunan Başkanlığımız, bir yandan İslamofobi ile mücadele etmekte, bir yandan dünya Müslümanlarının sorunları ile yakinen ilgilenmekte, diğer yandan İslam coğrafyasında ateşlenen fitne, fesat, kaos, çatışma ve kargaşa ortamını sulh ve selamete dönüştürmek için inisiyatif almakta, bir yandan da ülkemizde çıkartılmak istenen etnik ve ideolojik ayrımcılık, mezhepçilik ve meşrepçilik fitnesine fırsat vermemek için çaba sarf etmektedir. Tüm hizmet ve faaliyetlerinde Kur’an-ı Kerim’in ve sünnet-i seniyyenin ebedî rehberliğini, İslam’ın hak, hakikat, adalet, ahlak ve fazilet anlayışını, tarih boyunca Müslümanların zengin bilgi mirasını esas almakta, insanlığın günümüzdeki kazanımlarını, çağımızın gelişen ve değişen şartlarını daima göz önünde bulundurmaktadır. Cami ve irşat hizmetleri, Kur’an ve eğitim hizmetleri, hac ve umre hizmetleri, aile ve dinî rehberlik hizmetleri, yurt dışı din hizmetleri, toplumu sahih dinî bilgi ile bilgilendirme ve aydınlatma hizmetleri yanında toplumsal sorunları da din hizmetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görmekte ve buna göre hizmetlerini çeşitlendirerek toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmaktadır. Bütün bu hizmetler özveri ile yürütülürken son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığına birtakım çevreler tarafından büyük bir itibar suikastı gerçekleştirilmiş olması oldukça manidardır, üzüntü vericidir. Başkanlığımızı sadece milletimize değil bütün dünyaya karşı mahcup etmeyi amaçlayan bu iftira ve bühtan kampanyası ile önceden planlanmış bir algı operasyonu yapılmıştır. Yalan yanlış haberlerle aslında yeryüzüne, insanlığa ve aile hayatına rahmet ve merhameti getiren; iffeti, edebi, ahlakı, nezaketi ve nezaheti öğreten din-i mübin-i İslam hedef alınmıştır. Üstelik İslamofobik nefretleri harekete geçiren gayriinsani ve gayriahlaki bu haber mühendisliği anında farklı dillere çevrilerek manşetlere taşınmış, böylece iftira ve bühtan kampanyasının bütün dünyaya yayılması hedeflenmiştir. Başkanlığımız, tarihinde pek çok itibarsızlaştırma ve karalama kampanyasıyla karşılaşmış ve haksız eleştirilere maruz bırakılmıştır. Ancak hiçbir zaman, Diyanet hedef alınarak yüce dinimiz İslam’a böylesine ağır ve çirkin bir iftira atılmamıştır. Dinin, aklın, izanın, insafın, vicdanın, ahlakın ve hukukun kabul etmediği böyle bir iftirayı fetva olarak isimlendirmek ve Diyanet’e isnat etmek, ne gazetecilikle, ne habercilikle ne de basın ahlakı ile bağdaşmaktadır. Şurası iyi bilinmelidir ki yalan yanlış, çarpıtma haber mühendislikleriyle din-i mübin-i İslam hakkında insanların zihinlerinde ve gönüllerinde bir şüphe ve soru işareti oluşturmak isteyenler, büyük bir cürüm işlemiş ve Allah katında çok ağır bir vebalin altına girmişlerdir. Unutmayalım ki her zaman bu tür desise, iftira ve karalama kampanyasına yeltenenler olacaktır. Bizlere düşen din-i mübin-i İslam’ın sahih bilgisini tüm insanlığa ulaştırma yolundaki azim, çaba, hizmet ve faaliyetlerimize aralıksız devam etmektir. Başkanlığımız dün olduğu gibi bugün de hem ülkemizde hem de tüm dünyada barış, huzur ve güvenin adresi inşallah olmaya devam edecektir. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 5 GUNDEM 6 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 İslam’ın Barış Çağrısını İtibarsızlaştırma Çabaları Dr. Bilal ESEN Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Kendilerine Müslüman ismi verilenlere, özel bir görev yüklendi; Allah’ın elçisi onlara örnek olacak, onlar da tüm insanlığa örnek olacaklardı. (Hac, 22/78; Bakara, 2/143.) Yüce Allah, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracak ilahî bir kanun göndermek istediğinde bunun adını İslam koydu. İslam kelimesi, “barış” ve “esenlik” anlamına gelen bir kökten türemişti. Ve Rabbimiz bu din ile insanları darüsselama (barış ve esenlik yurdu cennete) çağırdı. (Yunus, 10/25.) Çağrıya kulak verenlere, birbirleriyle her karşılaştıklarında “esselamü aleyküm” (barış ve esenlik sizin üzerinize olsun) diye söze başlamaları öğütlendi. Onların, söz ile de yetinmeyip “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208.) buyruğunu hayata geçirme- leri gerekiyordu. Böylece İslam’ın mensuplarına; Rableriyle barışık, kendileriyle barışık ve çevreleriyle barışık olanlar anlamını kapsayan “Müslümanlar” ismi verildi. Gönülleri fetheden peygamber: Hz. Muhammed (s.a.s.) Kendilerine Müslüman ismi verilenlere, özel bir görev yüklendi; Allah’ın elçisi onlara örnek olacak, onlar da tüm insanlığa örnek olacaklardı. (Hac, 22/78; Bakara, 2/143.) Öyleyse önce elçinin vasıflarını iyi okumak gerekiyordu. Elçi olan Hz. Muhammed’in en önemli özelliği ise, âlemlere “rahmet” olarak gönderilmiş olmasıydı. (Enbiya, 21/108.) Peygamberimiz, bulunduğu toplumda el-Emin olduğu gibi, Müs- G Ü N D E M lümanı da, “elinden ve dilinden emin olunan kimse” diye tanımlamıştı. (Nesai, İman, 8.) Yine o, Müslümanın, çevresine korku salan değil, dostluk ve sevgi saçan kimse olması gerektiğini bildirmişti. (Buhari, Edep, 38; Müsned, II, 400.) Allah Rasulü yeryüzünü İslam ile buluştururken, merhametin gücüne sarıldı. O, kavgayı değil gönülleri fethetmeyi seçti. Bu hususu Yüce Allah şöyle açıklamaktadır: “Sen onlara sırf Allah’ın rahmeti sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlarla istişare et, karar verince de Allah’a güven.”(Âl-i İmran, 3/159.) 8 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Merhamet ve adalet peygamberinin getirdiği dinde, haksız yere bir cana kıymak bütün insanları öldürmek gibi, bir insanının hayatını kurtarmak ise bütün insanlığı kurtarmak gibiydi. (Maide, 5/32.) “Öteki”yle barış esaslı ilişkiler Peygamberimiz çıktığı yolda çeşitli kesimlerin engellemeleriyle de karşılaşmıştı. En başta Mekkeli müşrikler ona türlü eziyetler çektirdiler. Rasulüllah Mekke döneminde, müşriklerle bir çatışmaya girmedi, hicreti tercih etti. Kutlu Nebi, Medine’ye vardığında farklı din mensuplarıyla barış anlaşmaları yaptı. Mekkelilerin tehditleri hicretten sonra da bir türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet şu ayet nazil oldu: “Saldırıya uğrayanlara, zulme maruz kaldıkları için savaş izni verildi. (Hac, 22/39.) Böylece hayatın her alanında Allah için gayret göstermenin adı olan cihat, artık kimi zaman savaş an- G Ü N D E M rülemezdi. Bir savaşta çocukların öldürülmüş olduğunu öğrenen Hz. Peygamber, buna çok kızmıştı. Bunun üzerine: “Ya Rasulallah! Onlar müşriklerin çocukları değil midir?” denilince Efendimiz: “Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil midir?” karşılığını vermiş ve “Dikkat edin! Çocukları öldürmeyin!” sözünü defalarca tekrar etmişti. Ardından sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her çocuk, tertemiz bir fıtrat üzere doğar… onu Hristiyan veya Yahudi yapan, anne ve babasıdır.” (Müsned, XXIV, 356.) lamına gelecekti. Çünkü varlığını sürdürebilmek ve özgürlük içerisinde yalnızca Allah’a kulluk edebilmek için bazen savaştan başka çare kalmıyordu: “Eğer Allah’ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmını engellemesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler -ki oralarda Allah’ın adı çokça anılır- yıkılır giderdi.” (Hac, Savaşa izin verilmesine rağmen, diğer topluluklara karşı savaşın değil barışın esas alınması öğütlendi. Başta zikrettiğimiz “Hep birden barışa girin” ayeti genel çerçeveyi çiziyordu. Bu yüzden Rabbimiz, onlar vazgeçtiğinde savaştan vazgeçmeyi (Bakara, 2/192.), barış yapmak istediklerinde ise barış yapmayı emretmişti. “Eğer barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven!” (Enfal, 8/61.) Hiçbir zararı bulunmayan ve savaştan uzak duran topluluklara saldırılmaması ve barışın kıymetinin bilinmesi gerekiyordu: “Sizinle de kendi kavimleri ile de savaşmayı içlerine sindiremeyip (tarafsız olarak) size gelenler müstesna. Allah dileseydi onları başınıza musallat ederdi de sizinle mutlaka savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir.” (Nisa, 4/90.) Müslümanlar, kendileriyle savaşmayan gayrimüslimlere iyilik de yapabilirlerdi: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 60/8.) Savaşın meşru kılınış gerekçesi hakkın önündeki engelleri kaldırmak olunca, ötesine geçilmeye izin verilmedi; kimse Müslüman olmaya zorlanamazdı. Çünkü âlemlerin Rabbi: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256.) buyurmuştu. Bir cana kıymak, bütün insanları öldürmek gibi Merhamet ve adalet peygamberinin getirdiği dinde, haksız yere 22/40.) İslam haklı savaşı meşru kılmakla yetinmedi; savaşın bir hukukunu ve ahlakını da vaz etti: “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın; fakat aşırılığa gitmeyin!”, “Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin.” (Bakara, 2/190; Maide, 5/8.) Savaşta masum siviller öldü- OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 9 G Ü N D E M bir cana kıymak bütün insanları öldürmek gibi, bir insanının hayatını kurtarmak ise bütün insanlığı kurtarmak gibiydi. (Maide, 5/32.) Kesin olmayan bilgilere ve suizanna dayanarak başkalarını tekfir etmek, öldürmek asla caiz değildi. Bir Müslümana kâfir diye hitap edenin bizatihi kendisinin küfre girme tehlikesi vardı. (Müslim, İman, 111.) Bir savaşta Üsame b. Zeyd, karşısındaki kişi “Lâ ilâhe illallah” demesine rağmen onu öldürmüş ve “korktuğu için böyle dedi” savunmasını yapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: “Kalbini yarıp baktın da mı korktuğu için böyle söylediğini anladın? Kıyamet günü, lâ ilâhe illâllah sözü karşına çıktığında ne yapacaksın!” (Müslim, İman, 158.) Allah Rasulü, namaza gidip geldiği görülen kişinin Müslümanlığına şahitlik edilmesini istemiş ve kelime-i tevhidi söyleyip ehlikıble olanların tekfir edilemeyeceğine işaret etmişti. (Müsned, XVIII, 194.) Medine’deki münafıkların öldürülmesi talebine karşı çıkan Hz. Peygamber, böylece, küfrünü ve düşmanlığını açıkça ilan etmeyenlere ilişilmeyeceğine işaret etmiş oluyordu. Bir taraftan da o, “Muhammed kendi adamlarını öldürüyor” denilmesine fırsat vermeyerek (Buhari, Menakıb, 9.) Müslümanlar hakkında olumsuz algılar oluşmaması için hikmete göre davranıyor, şerrinden korkulan değil merhametine sığınılan bir idare kuruyordu. Mümin, dolaylı olarak bir kardeşinin ölümüne sebep olacak eylemlere de girişmemeliydi. Nitekim Yüce Allah Hudeybiye’de 10 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Müslümanlar, kendileriyle savaşmayan gayrimüslimlere iyilik de yapabilirlerdi: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 60/8.) yaşananlardan sonra Mekke’ye savaş açma izni vermemişti. Çünkü Mekke halkı içinde henüz tam olarak tanınmayan müminler bulunuyordu ve bir çatışma anında bunlar da zarar görebilirlerdi. (Fetih, 48/25.) Yıllar sonra Mekke’nin fethi gerçekleştirilirken de, kan dökülmemesi için Hz. Peygamber azami gayret sarf etti ve fetihten sonra “Bugün size kınamak yok.” diyerek Mekkelileri affetti. İslam’ı itibarsızlaştırma çabaları Bugüne geldiğimizde, Müslümanların yaşadığı coğrafya, belki de tarihin en zorlu sürecinden geçmektedir. Fakirlik ve cehalet bir yana, savaşlar ve kıyımlar yaşanmaktadır. Şüphesiz, bu durumun ortaya çıkmasında harici nedenlerin rolü inkâr edilemez. Uzun yıllar süren sömürgeler ve işgaller, Müslüman coğrafyasına büyük sıkıntılar çektirmiştir. Bir kırılma yaşayan Müslümanlardan bazılarının da, yaralı hâlleriyle aşırılıklara saptıkları ve din adına yanlışlar yaptıkları görülmektedir. G Ü N D E M Müslümanların yaşadığı coğrafya, belki de tarihin en zorlu sürecinden geçmektedir. Fakirlik ve cehalet bir yana, savaşlar ve kıyımlar yaşanmaktadır. Cihat ve tekfir kavramlarının çarpıtılarak Müslümanlara savaş ilan edilmesini veya zalim-masum ayırımı yapılmaksızın dünyanın çeşitli yerlerinde acılar yaşatılmasını kabul etmek mümkün değildir. Bu tür eylemler dinimizi terörle birlikte anmak isteyenleri sevindirmektedir. Böylece dinimize yönelik bir itibarsızlaştırma gündeme gelmektedir. Belki bu sonuç ortaya çıksın diye, birtakım art niyetli çevreler de bu eylemleri gizli-açık desteklemektedirler. Yoksa evlerinde günlük yiyecek bulmakta zorlanan kimi insanların, ellerinde modern silahlarla sokaklarda dolaşıyor olmalarını izah etmek zordur. Bazı Müslümanların, indi yargılarla hareket ederek, ötekiyle ilişkiler bir yana, Müslümanlar içindeki farklı görüşlere nasıl davranılacağına ilişkin ölçülere bile uymadıkları görülmektedir. Müslüman geleneğinin, itikat sahasında “ehlikıble tekfir edilemez” ve fıkıh sahasında da “içtihat, içtihat ile nakzolunmaz” gibi prensipleri görmezden gelinmektedir. Değişik ülkelerde hiçbir yetkisi bulunmayan ve Müslüman halkların onaylarını almamış kimselerin ortaya çıkıp yargılama, ceza infazı ve savaş ilanı gibi uygulamalara giriştikleri de görülmektedir ki, İslam bunları ancak meşru devletin yetkisine vermiştir. Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlamaya matuf olan “ulü’l-emr” ve “hilafet” gibi kavramları tefrikaya alet etmek ve bunları kullanarak Müslümanları ayrıştırmak da, İslam’ın hükümlerindeki “hikmet”i yitirmiş olmanın bir göstergesidir. Sonuç olarak, İslam adına gerçekleştirildiği söylenen fakat yanlışlarla dolu ve neticede İslam’ın aleyhine algılar oluşturan hareketler, sünnet-i seniyyeye uymamaktadır. Bizler, Hz. Muhammed’in rahmet yüklü mesajlarını yeniden okumak ve bunlara sımsıkı sarılmak mecburiyetindeyiz. Öfkenin, kinin, aceleciliğin, vehimlerin ve cehaletin bizi esir almasına asla müsaade edemeyiz. Bilgi kirliğinin yaşandığı çağımızda, insanların çoğunun İslam hakkındaki bilgiyi, onun düşmanlarından aldıkları bir vakıadır. Birtakım zanlarla ve teyit edilmemiş bilgilerle insanları mahkûm etmede hata etmektense, iyi niyette ve müsamahada hata etmek daha iyi değil midir? Zaman, tarihte büyük acılara sebep olan taassubu, nice Kerbelalar yaşanmasına neden olan kirli siyasetleri, Peygamberimizin güzide sahabilerini bile küfürle itham edecek kadar aşırılık içeren tekfir hastalığı gibi cürümleri tekrar etme zamanı değildir. Zaman, insanlığı zulmün ve şiddetin karanlığından barış ve huzurun aydınlığına çağırma zamanıdır. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 11 G Ü N D E M Küreselleşmenin Eliyle Terörün Küreselleşmesi İslam coğrafyasını kasıp kavuran şiddetin, “küreselleşme” olgusu ile bağlantısının olup olmadığı konusu mutlaka irdelenmelidir. Akademik çevrelerde 1967’den itibaren kullanılmaya başlanan küreselleşme kavramı ile kastedilen şey, toplum, yönetim, kültür ve ekonomi bağlamında dünyanın tek bir sosyal mekân olarak planlanmasıdır. Biraz daha açmak gerekirse; sermayenin, ürünlerin, malların, her türlü hizmetin ulusal sınırların ötesine serbestçe intikalidir; ekonomik, mali, ticari ve iletişimsel entegrasyon demektir. Bu tariflere bakarak, küreselleşmenin gayet masum olduğu düşünülebilir. Hatta iletişim ve teknolojinin gelişmesiyle, ülkelerin endüstrileşmesiyle, toplumların hayat standartlarının yükselmesiyle, sınırların ortadan kalkması, ekonomi, ticaret, finans, hizmet ve iletişim alanlarında entegrasyonun olması kadar doğal ve kaçınılmaz bir sonucun olmadığı düşünülebilir. Keşke her şey göründüğü kadar tozpembe olabilseydi… 12 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU DİB Başkanlık Müşaviri Acaba, küreselleşme denen olgu ile dünyamız gerçekten de herkes için bir “küresel köy”e mi dönüşüyor? G Ü N D E M Dünyanın büyük bir kısmında açlık, fakirlik, kıtlık, hastalık, kavga ve savaş devam ederken bir kısmında da zenginlik, lüks ve safahat tavan yapmış durumda; yürekleri paralayan bu adaletsiz ve haksız manzaranın mutlaka sorumluları olmalı… Zenginlik-yoksulluk istatistikleri belki perde arkasındaki sorumluların keşfine yardımcı olabilir. Acaba, küreselleşme denen olgu ile dünyamız gerçekten de herkes için bir “küresel köy”e mi dönüşüyor? Yoksa dünyamız ve insanlık, yeryüzünün tüm doğal kaynaklarına ve ham maddelerine ipotek koyarak kendi üretim ve faaliyet alanlarında tekel olmak sevdasındaki ulus-ötesi dev ticari şirketlerin tepelerindeki bir avuç sahip ve yöneticinin kurmayı hayal ettikleri “küresel zenginler kulübü”ne yem mi oluyor? Üçüncü dünya ülkeleri ve küreselleşme üzerine yazdığı eserlerle tanınan Şilili Jacques B. Gelinas, Juggernaut Politics: Understanding Predatory Globalization (Zed Books, London 2003.) adlı eserinde küreselleşmeyi kimlerin icat ettiğini, çarkının nasıl işlediğini, faturasını kimlerin ödediğini, zararlarından korunmak için neler yapılması gerektiğini ayrıntılı biçimde anlatır. Öncelikle bugün, adaletsiz, haksız ticaret anlaşmalarının şekillendirdiği, büyük patronların, ulus-ötesi şirketlerin ve spekülatörlerin hükmettiği kontrolsüz bir küresel pazar vardır. Bu pazarı, büyük patronların ulusötesi dev şirketleri için çalışan denetçiler kontrol eder. Onlar da yerel yöneticiler bulurlar. Yerel yöneticilerin görevi, şirketlerin önünü açmak, engelleri bertaraf etmektir. Küreselleşmenin bir de ideologları vardır; onların misyonu ise sistemi savunmak, meşrulaştırmak ve en önemlisi, kaçınılmaz olduğu algısını toplumda yaymaktır. Serbest pazar ekonomistleri ve de medya uzmanları “Küreselleşme Manifestosu”nu yani neoliberalizmin esaslarını sürekli empoze ederler. Ezici küreselleşmeye göz yumulur. Ortaya çıkan ağır faturayı ise dünyamız, çevremiz, hayatımız, tüm dünyanın fakir halkları, ülkeleri öder. Tüm toplumlar birer tüketim toplumuna dönüştürülürken, eşitlik, paylaşım, dayanışma gibi değerlerin yerini eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü alır. Merkezi Londra’da bulunan STWR (Dünya Kaynaklarını Paylaş) Direktörü Rajesh Makwana ise, neoliberal ekonomik küreselleşmenin amacının, ticaretin ve de mevcut tüm kaynakların ve hizmetlerin özelleştirilmesinin önündeki bütün engelleri kaldırmak olduğunu söyler. Toplumlar, toplumsal hayat bu senaryonun gerçekleşmesi için küresel pazarı ellerinde tutan büyük şirketlerin insafına terk edilir. IMF, Dünya Bankası ve de Dünya Ticaret Organizasyonu, dev şirketlerin ve bir avuç zengin seçkinin menfaatleri için neoliberal politikaların sürekli propagandasını yaparlar. (“Neoliberalism and Economic Globalization”, www.sharing.org) Yaratılmak istenen algı, neoliberal küreselleşmenin kaçınılmaz olduğudur. Seçenek açıktır: ya küreselleşmenin parçası olmak OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 13 G Ü N D E M AA ya da izole olmak veya yok olmak! Bencillik ve bireyselleşme ön plandadır. Tüketim ve maksimum ekonomik kazanç esastır. Bunun için gerekirse ahlaki ilkeler, insani değerler görmezden gelinebilir. Sosyal, kültürel, geleneksel, dinsel endişeler söz konusu değildir. Tabii kaynakların, ormanların, suyun korunması, eşit paylaşımı diye bir şey yoktur. Ekolojik ve iklimsel dengenin bozulması önemli değildir. Güçlü olan, rekabet eden, dayanıklı olan ayakta kalacak, zayıf, güçsüz, fakir ve hastalıklı olan yok olacaktır. Açıkçası, adına küreselleşme denen olgu, dünyanın en zengin ailelerine ait olan çok büyük ulus-ötesi şirketlerin ham madde ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için doğal kaynaklara sorunsuzca ulaşabilmesi, ürettikleri ürünlerin bütün dünya pazarlarında 14 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Dünyanın büyük bir kısmında açlık, fakirlik, kıtlık, hastalık, kavga ve savaş devam ederken bir kısmında da zenginlik, lüks ve safahat tavan yapmış durumda; yürekleri paralayan bu adaletsiz ve haksız manzaranın mutlaka sorumluları olmalı… sorunsuzca satılabilmesi için sınırların düzlenmesi ve her türlü yerel engelin ortadan kaldırılmasıdır. Söz konusu engellerin yerel bürokratik ve siyasi çabalarla ortadan kaldırılabileceği yerlerde barışçıl usuller, mümkün olmadığı yerlerde ise zor ve şiddet kullanılacaktır. Benjamin Barber’ın ifadesiyle bu, mevcut dünyanın bir “Mc” dünyasına (Mc.World) tahvil edilmesidir. Daha açık bir ifadeyle, dünyanın ayaküstü yemek, hızlı bilgisayarlar ve hızlı müziklerle ticari bakımdan tek, homojen bir küresel şebekeye dönüştürülmesi, tüm dünya uluslarının teknoloji, ekoloji, iletişim ve ticaretle birbirine bağlı, entegre tek bir McWorld hâline getirilmesidir. McWorld’ün kuşattığı herkes, istemese de artık bir tüketicidir. (“Jihad vs. Mcworld”, The Atlantic, March 1992.) Küreselleşmeyi kaçınılmaz bir “Yeni Dünya Düzeni” olarak sunanlar, buna itiraz edenleri ya da en hafifinden, mahiyetini sorgulamaya kalkışanları “kaos” yanlısı olmakla itham ederler. Nitekim İslam, küreselleşme çağında diğer medeniyetlerle ve dinlerle yan yana ve barış içinde bir arada var olabilme kabiliyetinden yoksun bir din olarak tanıtılır. Küreselleşmenin bazı ateşli savunucularına göre İslam, tüm dünyayı hızla saran bir kanser, Batılı değerlerin meşruiyetini tanımayan bir “Yeşil Tehlike”dir. (Leon T. Ladar, “What Green Peril?” Foreign Affairs, Spring 1993.) Diğer bazıları için ise, modernite, küreselleşme ve sekülerizm karşıtı tutumu ile medeniyetler arası bir savaşın fitilini ateşleyebilecek potansiyele sahiptir İslam. Mede- G Ü N D E M niyetler çatışması, modern dünyadaki ihtilafların geleceği en son safhadır. Küresel siyasete bundan böyle hükmeden medeniyetler arası çatışmalar olacağı gibi, medeniyetler arasındaki fay hatları da gelecekteki savaşın sınırları olacaktır. (Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations, Foreign Affairs, Summer 1993.) İslam’ı yeşil tehlike olarak tanımlayanların İslamofobi sektörünün ardındaki failler olduklarını anlamak da zor değildir. Küreselleşmenin yaygınlaş(tırıl) ması ile terörün tırmanışı arasında dikkatlerden kaçmayan bir paralellik vardır. Küreselleşme ile birlikte terörün mahiyet ve yoğunluğu değişmiştir; yeryüzündeki din motifli terörü de körüklemektedir. Bundan kırk yıl önce dünyada din motifli tek bir terör hareketi yokken, 80’li yıllarda bilinen 64 terörist organizasyondan yalnızca iki tanesi dini inanç saikiyle faaliyet gösterirken bugün dinsel gerekçelerle hareket eden örgüt sayısında âdeta bir patlama yaşanmaktadır. (Florin Ştibli, “Terrorism in the Context of Globalization”, AARMS, [2010], IX / 1, s. 1-7.) Bugün pek çok terör örgütünün ulus-ötesi bağlantıları, şirketleri, web siteleri, eleman toplama mekanizmaları vardır. Terör örgütlerinin internet üzerinden etkili propaganda faaliyetleri yürüttüklerini de hesaba katarsak, küreselleşme çağında terörle mücadelenin bir ulusun boyunu aştığını rahatlıkla anlayabiliriz. Doğal kaynakları ele geçirme de herhangi bir sınır veya engel tanımayan, ahlaki, insani ve vicdani endişeler hissetmeyen küresel sermayedarların barış, demokrasi, insan hakları, Batılı değerlerin inşası gibi gerekçelerin arkasına sığınarak yerleştirmeye çalıştıkları küreselleşme olgusu, gerçekte tüm insanlığın ruhuna, bedenine, zevklerine ve alışkanlıklarına hükmetmenin yeni metodu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün bu küresel sermayedarların faaliyet alanları sadece ekonomi ile sınırlı değildir. Silah, ilaç, kimya, enerji, tarım, petrol ve doğal gaz, değerli madenler, iletişim, elektronik, ulaşım, tekstil vb. alanlar da küresel güçlerin hedefleri arasındadır. Temel ideolojisi küreselleşme olan “Yeni Dünya Düzeni”ne direnen uluslar, etnisite, din ve mezhep bağlamında ayrıştırılır, küçük küçük gruplara, kabilelere bölünerek güç ve kuvvetten düşürülür. Bununla da yetinilmez, aralarında husumet yaratılarak kavgaya tutuşturulurlar. Karanlık güçler tarafından kapalı kapılar ardında dizaynı yapılan silahlı radikal grupların böyle ortamlarda doğmaları için fırsat ve imkânlar yaratılır. Zira onlar, etniksel ve mezhepsel anlamdaki temizlik harekâtının hayati parçasıdırlar. Onlara biçilen misyon, bölünme ve parçalanmayı içerden hızlandırmaktır. Bu amaçla onlara silah ve para desteği sağlanır; köyleri kasabaları, şehirleri yağmalamalarına, tarihî ve kültürel mirası yok etmelerine, çoluk-çocuk demeden kıyım yapmalarına göz yumulur. Kadınları, genç kızları köle gibi alıp satmalarına, ırz ve namuslarını kirletmelerine izin verilir. Bu örgütlerin misyonu, kendilerine müsaade edilen sınırlar içindeki insanları sindirip, göçürüp, direnenleri öldürüp, söz konusu bölgeleri işgale ve sömürüye hazır hâle getirdikleri anda küreselleşmenin dev sermayedarları barış güvercinlerini uçuruverirler. Barış, demokrasi ve insanlık adına bu örgütlerin imha edilme süreci başlatılır. Bu senaryo, sürekli tekrarlanır. Bir yerde görev başarıyla tamamlandığında bir başka yerde uygulamaya konulur. Ancak dikkatlerden kaçmayan bir şey var: bu türlü senaryoların kurgulandığı toprakların geneli, her ne hikmetse, İslam topraklarıdır; heba ve israf olan kaynaklar Müslümanlarındır; harap olan, haritadan silinen şehirler Müslümanlarındır; yok olan, uçup giden tarih ve kültür mirası Müslümanlarındır. Velhasıl, ölen, öldüren ve sakat kalanlar da Müslümanlardır. Netice olarak, radikal terör örgütleri, küreselleşmeyi durdurabilecek bir güce sahip olmasalar bile küreselleşme sürecini yavaşlatan unsurlar oldukları için, küresel sermayedarların hedefindedirler. Garip olan şu ki, küreselleşme projesinin failleri, hedeflerini gerçekleştirmek için terörü kullanmada bir beis görmezler. Terörün küreselleşmesi de onlar eliyle olur. Yoksa geceli gündüzlü ürettikleri silahları nasıl ve kimlere pazarlayacaklar? Terör sayesinde istikrarsızlaştırılan ve boşaltılan bölgelerin zenginliklerine kolayca nasıl konacaklar? OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 15 G Ü N D E M Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak Hakikat Tekelciliği 16 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 G Ü N D E M Prof. Dr. Mahmut AYDIN Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İnsanlık tarihine göz atıldığında “hakikatin, sadece belli bir dine” veya dinî geleneğin parçası olan bir mezhebe, gruba ya da oluşuma ait olduğuna dair tekelcilik iddialarının çatışma, baskı, şiddet, zulüm ve terör eylemlerini meşrulaştırmak ya da yönlendirmek ve alevlendirmek için farklı kesimler tarafından kullanıldığı görülebilir. Zira hakikat tekelciliği ve ona yol açan mutlaklık söylemleri, yapısı itibarıyla karşıt bir kutup/yapı üzerinden kendi konumunu belirler. Bu bağlamda söz konusu söylemler, yayılma imkânı buldukları alanlarda her şeyin önüne geçer ve savunucuları da onları koruma adına yaptıkları birçok eyleme karşıt kutup/ söylem/yapı açısından meşru bir zemin bulur. Nitekim insanlığın dinî tarihi, bunun (bu yazının kapsamı içinde özetlenemeyecek derecede) net örnekleriyle doludur. Yine de bir iki örnek bu hususta açıklayıcı olabilir. Mesela, Hristiyanlıktaki “Kilise, İsa-Mesih ya da Hristiyanlık dışında kurtuluş yoktur” dogmasını ele alalım. Bu inancın, tarihsel süreç içinde haçlı seferleri, antisemitizm ve bunun sonucu gerçekleşen Nazi soykırımı, sömürgecilik ve yaraları hâlâ sarılamayan Saray Bosna’daki Müslüman katliamı gibi olaylarda etkin rol oynadığını görürüz. Keza Yahudilikteki “seçilmiş kavim ve kutsal toprak ideolojisi” de daha keskin ve radikal söylemlerle Yahudilerin, 20. yüzyılın başlarından itibaren hayata geçirmeye başladıkları Filistin’i işgallerinde ve Filistinlilere yaptıkları insanlık dışı muamele ve katliamlarda itici güç olarak hizmet etmiştir. Yine geleneksel cihat algısının Müslüman kitleleri sadece gayrimüslimlerle değil, günümüzde olduğu gibi kendi dinî dünya görüşü veya mezhebi dışındaki diğer Müslümanlarla savaşmaya sevk ettiği de bilinen bir olgudur. Ancak sorun, sadece Hristiyan, Yahudi ve Müslüman hakikat tekelciliği ile ilişkili değildir. Aynı zamanda Hindu, Budist ve Sih dinî geleneklerindeki hakikat tekelciliklerinin de geçmişte olduğu gibi günümüzde de Hint alt kıtasında ve Uzakdoğu’da dinî referanslı şiddet ve terör eylemlerine sebebiyet verdiği burada dikkate alınmalıdır. Örneğin son yıllarda Arakanlı Müslümanlara yapılan zulümleri, modern Budist dinî söylemlerden ve onların dinî bağlamlarından soyutlayarak okumak imkânsızdır. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 17 G Ü N D E M Bu yazıda genel olarak tüm dünyada özelde ise coğrafyamızda yaşanan dinsel referanslı şiddet ve bunun sonucu olarak da ortaya çıkan terör eylemlerinde dinlerdeki “mutlaklık” veya diğer bir ifadeyle “tekelcilik” iddialarının etkisi olup olmadığını eğer varsa söz konusu mutlaklık iddialarında kaynaklanan dinsel terörün önüne geçilebilmesi için neler yapılabileceği üzerinde durulacaktır. Geçmişten günümüze dünya ölçeğinde yaşanan dinsel referanslı şiddet eylemlerine bakıldığında dinî duygu ve düşüncenin hemen her dönemde yaşanan şiddet ve terör eylemlerini yönlendirmek ve meşrulaştırmak için kullanıldığı aşikâr olarak görülür. Bu olgunun en önemli nedenlerinden biri hiç şüphesiz genelde her bir dinsel geleneğin özel de ise dinsel geleneklerdeki dinî grup, mezhep ya da oluşumların hakikat tekelciliği yaparak kendi- 18 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Geçmişten günümüze dünya ölçeğinde yaşanan dinsel referanslı şiddet eylemlerine bakıldığında dinî duygu ve düşüncenin hemen her dönemde yaşanan şiddet ve terör eylemlerini yönlendirmek ve meşrulaştırmak için kullanıldığı aşikâr olarak görülür. lerini merkeze koyup diğerlerini bu merkezin etrafında dönen yörüngeler olarak kabul etmesidir. Bu tarz bir hakikat tekelciliği doğal olarak merkeze konan dinî düşüncenin diğerlerinden üstün olduğunu ima edeceğinden bu durumun daha aşağı derecede olan dinî geleneklerin, mezheplerin, grupların ya da söylemlerin ötekileştirilmesine ve zamanla da bir şekilde bertaraf edilmesine yol açması oldukça mümkün olmaktadır. Çünkü hakikat tekelciliği yapan dinî gelenekler, mezhepler, gruplar ve dini oluşumlar, farklı şekillerde de olsa sadece kendilerinin Tanrı hakkındaki tüm hakikate sahip olduğunu iddia ederek kendilerini hakikat bekçisi ilan ederler. Dahası bu hakikat tekelciliği ve onun doğal sonucu olarak ortaya çıkan “biriciklik” algısından hareketle her bir dinsel dünya görüşü, bir taraftan diğer dinsel dünya görüşlerinin varlığını kabul eder. Fakat diğer taraftan onların geçerliliğini kendine olan yakınlığı veya uzaklığına göre değerlendirmeye tabi tutar. Böylece diğer yorumlar karşısında kendi otoritesini kurarak, bir tür ortodoksi geliştirir. Artık tüm görüşler, ilginç bir biçimde meşruiyetini kendinden alan bu otorite tarafından meşru veya gayrimeşru olarak belirlenir. Buna göre diğer dinî dünya görüşleri, hakikat tekelciliği yapan dinî dünya görüşüne yakınlaştıkça kabul edilebilirlikleri artar, ondan uzaklaştığında da azalır. Çünkü bu anlayışa göre Tanrı, G Ü N D E M tüm insanların hakikatin kendi tekelinde olduğunu iddia eden dinî geleneğin, mezhebin veya oluşumun mensubu olmalarını arzu etmektedir. Hakikat tekelciliği yapan dinî gelenekler, mezhepler, gruplar ve dini oluşumlar, farklı şekillerde de olsa sadece kendilerinin Tanrı hakkındaki tüm hakikate sahip olduğunu iddia ederek kendilerini hakikat bekçisi ilan ederler. Bu noktada İslami gelenekte Müslüman âlimlerin geçmişte çok sıkça dile getirdikleri ancak günümüzde pek fazla görmediğimiz bir uygulamaya dikkat çekmek istiyoruz. Bilindiği üzere geçmiş dönemlerde Müslüman müfessirler yaptıkları şahsi yorumlardan sonra “Allahü a’lem bi muradihi” (Allah bununla neyi murad ettiğini en iyi kendisi bilir) ifadesini eklemeyi ihmal etmezlerdi. Kanaatimizce söz konusu Müslüman âlimlerin yorumlarının sonuna bu ifadeyi eklemesi bizlere günümüzde plüralist anlayışın en önemli unsurlarından biri olan hiçbir dinî yorum veya algının mutlak hakikatle ilgili olmakla birlikte onu tam olarak yansıtamayacağı anlayışını hatırlatmaktadır. Bilindiği üzere plüralist din algısına göre farklı dinsel geleneklerin veya bir dinsel gelenek bünyesindeki mezheplerin, grupların veya bireylerin ilahî hakikat hakkında sahip oldukları bilgi, O’nun hakkındaki tüm bilgi değil, fakat onun kısmi yansımalarıdır. Bu anlayışa göre ilahî hakikat mutlaktır. Ancak bu mutlak hakikati kavramak ve anlamak için yapılan tüm tanımlamalar ve nitelendirmeler mutlak olarak kabul edilemez. İşte şahsi yorum ve açıklamalarından sonra “Allahü a’lem bi muradihi” ifadesini kullanmakla Müslüman âlimler, bir taraftan kendi OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 19 G Ü N D E M Farklı dinsel gelenekler veya bir dinsel gelenek bünyesindeki farklı mezhep veya gruplar, Mutlak varlığı veya diğer bir ifadeyle yaratıcıyı tecrübe ve idrak etmenin ve O’nunla iletişim kurmanın farklı yollarını temsil eden oluşumlar olarak kabul edilmeleri gerekmektedir. 20 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 açıklamalarının sahip oldukları bilgi birikimi ve dünya görüşü çerçevesinde yapılmış en doğru yorum olduğunu göstermiş olurlar. Fakat diğer taraftan başkalarının da kendi bilgi birikimleri ve dünya görüşleri doğrultusunda farklı yorum ve açıklamalarda bulunabileceklerini kabul etmiş olurlar. Şüphesiz, söz konusu âlimlerin ekseriyetinin bu yorum tarzları, ilahî muradın belli bir yorumla sınırlandırılamayacağını, bu yüzden de hakikat tekelciliğinden kaçınılması gerektiğini ima eder. Batı geleneğindeki yorum tarzlarından benzer yaklaşımlar öne çıkarılabilir. Mesela Kant’ın numen-fenomen ayrımı burada hatırlanabilir. Bilindiği üzere Kant’a göre beşer olarak bildiğimiz şey daima eşyanın fenomeni, yani kendisini bize sunması ve zihnimizin de onu işlemesi yoluyla oluşan imajıdır. Numeni, yani eşyanın kendisini olduğu gibi asla bilemeyiz. Buna göre farklı din mensupları olarak bizler mutlak gerçekliği olduğu gibi değil, kendimize özgü tarihsel, sosyal ve psikolojik melekelerimiz çerçevesinde tanıyıp bilebiliriz. Buna göre farklı dinsel gelenekler veya bir dinsel gelenek bünyesindeki farklı mezhep veya gruplar, mutlak varlığı veya diğer bir ifadeyle yaratıcıyı tecrübe ve idrak etmenin ve O’nunla iletişim kurmanın farklı yollarını temsil eden oluşumlar olarak kabul edilmeleri gerekmektedir. Kanaatimizce tıpkı bunun gibi İslami gelenek bünyesindeki farklı mezhep, grup ve oluşumlar ve bunların ortaya çıkmasına yol açan farklı dinî yorum ve söylemler G Ü N D E M de İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnet bütünlüğü çerçevesinde Allah’ı tecrübe ve idrak etmenin ve O’nunla iletişim içinde mümince bir yaşam sürmenin farklı yolları olarak görülmelidir. Geçmişteki Müslüman müfessir ve ilim insanlarının aksine günümüzde dinsel metinlerle ilgili yorum yapanların büyük çoğunluğu ise kendi yorumlarının Allah’ın ilgili dinsel metinlerde kastettiğini tam olarak yansıttığını iddia etmektedir. Onlar bunu yapmakla kendi yorumlarını mutlaklaştırarak merkeze koymakta ve diğer yorumları da kendi yorumlarına yakınlıkları veya uzaklarına göre doğru ya da yanlış yorum şeklinde tasnif etmektedir. Bu şekilde din adına konuşan kişilerin kendi din algılarını mutlaklaştırarak hakikat tekelciliği yapmaları doğal olarak farklı din algılarının bertaraf edilmesini gerektirecektir. Neticede bu durumun, farklı din algısına sahip olanların önce “sapkın” veya “mürtet” gibi sıfatlarla marjinalleştirilmelerine daha sonra da bir şekilde kendilerine şiddet uygulanarak bertaraf edilmelerine kapı aralaması kaçınılmazdır. Bu tarz bir hakikat tekelciliği hiç şüphesiz günümüzde Müslüman coğrafyada başta el-Kaide ve DAEŞ/IŞİD olmak üzere mezhepler ve dinsel oluşumlar tarafından işlenen dinsel referanslı şiddet ve terör eylemlerini Hakk’a uygun ve adil olduğu iddiasıyla meşrulaştırarak haklı çıkarmaya yol açmaktadır. Fakat konunun sadece İslam geleneğinin parçası olan tarzları açısından tartışılması so- Kur’an’ın öğretisinin ayrışma ve ayrıştırmayı değil, birleşerek bütünleştirmeyi hedeflediğini akılda tutmak gerekir. Nitekim Hz. Muhammed’in bir rahmet peygamberi olarak en zor şartlarda bile kendisi gibi inanmayan ve düşünmeyenlere yönelik yaklaşımı bir model olarak önümüzde durmaktadır. runun genel çerçevesinin görülmesine engel olacaktır. Zira hakikatin yegâne yolunu temsil ettiğini iddia eden köktenci yorum geleneklerini ve bunların insanlık tarihi açısından acı tecrübelerini Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Hindu, Budist vb. gelenekler açısından değerlendirmek gerekir. Genel olarak bu hakikat tekelciliği, dinsel referanslı şiddet eylemlerinde bulunan bu ve benzeri terör örgütlerini, yapılan terör eylemlerinde ölen mensuplarının inançlarının gereği olarak Tanrı adına hayatlarını kaybettikleri için ölümsüzleştiklerini kanısına sevk etmektedir. Hakikat tekelciliğinin, bu tekelciliği yapanların elinde ölümcül bir silaha dönüşmesi mukadder olduğundan farklı din mensuplarının ancak bundan daha önemlisi aynı dinî geleneğe mensup olmakla birlikte arızi farklılıklardan dolayı farklı mezhep, grup veya oluşumlara mensup müminlerin kendi din algılarını mutlaklaştırarak merkeze koymaktan şiddetle kaçınması gerekmektedir. Çünkü bunu yapmakla kendi mezhep, meşrep veya grubumuzun Hakk’a giden yollardan bir yol olduğu ve kendi dinî yorumumuzun da hakikatle ilgili yapılmış ve yapılacak olan yorumlardan bir yorum olduğu kanaatinde olacağımızdan her daim bizim dışımızdakini muhabbetle kucaklayıcı bir hayat yaşama şansına sahip oluruz. Sonuç olarak Kur’an’ın öğretisinin ayrışma ve ayrıştırmayı değil, birleşerek bütünleştirmeyi hedeflediğini akılda tutmak gerekir. Nitekim Hz. Muhammed’in bir rahmet peygamberi olarak en zor şartlarda bile kendisi gibi inanmayan ve düşünmeyenlere yönelik yaklaşımı bir model olarak önümüzde durmaktadır. Hz. Peygamberin bu örnekliği, yüzyıllar boyunca Müslüman yorum geleneği içinde farklı yorum tarzlarını besleyen “Allahü a’lem bi muradihi” ifadesinde sembolleşmiştir. Bu bakımdan farklılıkların “ötekileştirme”, çatışma ve hatta savaş vasıtası yapıldığı günümüzde âlimlerimizin mirası, bizlere seçilmiş, kurtulmuş, mutlak hakikati keşfetmiş bir ben tasavvurunu değil, ahlaki tefekkür ve fiilleriyle felahı arayan bir ‘biz içinde ben’ ve ‘ben içinde biz’ anlayışını egemen kılmamızı öğütlemektedir. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 21 G Ü N D E M İslam Dünyasında Şiddeti Mücadele Yöntemi Olarak Kullanan Hareketler 22 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 G Ü N D E M Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, vermek; barış yapmak” anlamına gelen “silm” kökünden türetilen İslam kelimesi, “boyun eğmek, itaat etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), yaşadığı dönemde son ilahî vahyi bireysel ve toplumsal alanda hayata geçirmiştir. Allah Rasulü’nün (s.a.s.) ahlakıyla yetişen arkadaşlarının temel hedefi vahyi hayatlarına hâkim kılmak ve Allah’ın rızasını kazanmaktı. Bu sebeple Hz. Peygamber’in ağzından vahiy olarak dökülen mesajlara dikkat kesiliyorlar, onun vahyi nasıl anladığını ve nasıl yaşadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu dönemde insanların birbirlerine karşı haksızlık yapmama hususunda hassas davrandıkları, kardeşlik hukukuna riayete özel önem verdiklerini müşahede ediyoruz. Aynı inanca sahip bu insanların birbirlerine karşı saldırgan bir tutum içinde bulunmaları ve şiddete yönelmeleri mazur ya da meşru görülen bir durum değildi. Meydana gelen olumsuzluklar ise Allah elçisinin müdahalesiyle bertaraf ediliyordu. Aslında şiddet, her dönemde ve her toplumda farklı düzeylerde de olsa karşılaşılan bir sorundur. Ancak Allah Rasulü’nün dar-ı bekaya irtihalinden yaklaşık çeyrek asır sonra başlayan ve sonraki süreçte değişim geçirerek devam eden, din kardeşlerine karşı saldırgan bir tutum içinde olan gruplar ortaya çıkmaya başladı. Bu gruplar, davranışlarını ve taşkınlıklarını dinin temel referanslarına dayandırdıklarını savunsalar da onların tutumu ile ashabın Hz. Peygamber dönemindeki tutumu arasında ciddi farklılıklar vardı. Tarihte karşılaştığımız şiddet eğilimli hareketlerden, biri Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan, diğeri ise günümüzde karşılaştığımız iki hareket üzerinde durarak yaklaşımları hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Bu iki hareket de şiddeti dinî referanslarla temellendirmeye özel önem verir. Hatta dinlerinin kendilerine şiddeti kullanma izni verdiğini ve bunun bir görev olduğunu savunan hareketlerdir. İslam dininin mensupları arasında şiddetten beslenen bu insanlar bir yana din ile şiddet arasında doğrudan bir bağ olduğunu savunan ve bu yolla dinler üzerinde olumsuz bir algı operasyonu düzenleyen kişi ya da gruplarla da karşı karşıyayız. Bu tutumun sahiplerini ve bunların bağlı oldukları mahfilleri de göz ardı etmemek gerekir. Biz burada, şiddeti dinle ilişkilendiren ve kendilerini “İslam” ile özdeşleştiren dinî gruplar hakkında genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Bu anlayışla İslam Tarihi’nin erken döneminde karşılaşmamız bizi şaşırtmamaktadır. Zira bunun sosyal ve siyasi nedenleri mevcuttur. Medine döneminin son yıllarında Hz. Peygamber’in getirdiği mesajı yeterince özümseyemeyen bazı kabileler arasında İslam’ın hızlı bir yayılma sürecine girdiği bilinmektedir. İlerleyen yıllarda şiddet eğilimi yüksek olan bazı grupların özellikle bu kabilelerden Kuzeyli olan bazıları arasında taraftar bulduğu bilinmektedir. Bununla birlikte şiddetin bir yöntem olarak benimsenmesini sadece buna bağlamamız uygun olmaz. Şiddeti besleyen başka etkenler de mevcuttur. Mesela kişisel eğilimler, bunlardan biridir. Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden yaklaşık çeyrek asır geçmişken Müslümanların halifesi Hz. Osman, kendisine muhalif olan ve Basra, Kûfe ve Mısır eyaletlerinden gelen bir grup tarafından evinde bir süre kuşatıldıktan sonra öldürüldü. Şiddet eğilimi, Müslümanların halife olarak biat ettiği, görevi başındaki Hz. Osman’ın katledilmesiyle fiiliyata dökülmüştü. Bu olay, bundan sonra beş yılı aşkın bir süre devam eden iç savaşın tetikleyicisi oldu. Hz. Osman’ı öldürenler, takip eden yıllarda bu cinayetin meşru olduğuna dair delilleri oluşturmak için epey gayret gösterdiler. Hz. Osman’ın katlinden sonra Hz. Ali’nin hilafet yıllarında şiddet eğiliminin -özellikle muhalifleri tarafından- Hariciler olarak isimlendirilen grup tarafından bir mücadele yöntemi olarak kullanıldı. Hariciler, önceleri Hz. Ali’nin ordusundayken Hz. Ali ile Muaviye arasında savaşa neden olan sorunun tahkim yoluyla çö- OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 23 G Ü N D E M zülmesine karar verilmesi üzerine Hz. Ali’ye tepki gösteren bir grup olarak ortaya çıktı. Hz. Ali’yi ve muhaliflerini tekfir eden bu grup, bazı ayetleri sloganlaştırarak muhaliflerine saldırabiliyor; kendilerinde, onlar gibi düşünmeyen insanların canlarına ve mallarına saldırı hakkı buluyorlardı. Hz. Ali ile Nehrevan’da savaştıktan birkaç yıl sonra Hz. Ali’yi suikast sonucu katleden bu grubun içinden bazıları şiddeti ileri boyutlara götürerek kendilerinden olmayan bütün Müslümanları müşriklerle bir kabul ederek saldırıda beis görmemişlerdir. Haricilerin isyan ve saldırıları bazı dönemler azalsa da Abbasi döneminin ortalarına kadar devam etti. Ancak bazı Hariciler, daha mutedil bir çizgiyi tercih ettiler. Onlar, eylem yerine itikadi ve dinî konuları tartışarak görüşlerini oluşturdular. 24 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Haricilikle Selefiliğin ortaya çıktıkları koşullar ve beslendikleri kaynaklar farklı olmakla birlikte nassa yaklaşımları birbirine benzemektedir. İki grup da nassı bağlamı çerçevesinde anlamaya çalışmak yerine zahirî bir okumayla görüşlerini temellendirmeye çalışmaktadırlar. Son asırlarda şiddeti bir mücadele aracı olarak kullanan ve bunu dinî referanslarla temellendirmeye çalışan modern bazı gruplar ortaya çıktı. Selefi denen bu gruplar, kendilerinin tarihsel temellerini Haricilere dayandırmamaktadırlar. Bilakis kendilerini Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiyye gibi ehlihadis âlimlerinin çağdaş mümessilleri olarak görmektedirler. Son dönemlerde, ABD’de 11 Eylül 2001 yılında başta Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine olmak üzere yapılan saldırılar ve buna karşı Batı’nın insan hak ve özgürlüklerini zorlayan, hatta yer yer hiçe sayan tutumları, şiddet eğilimli hareketleri besleyen etkenler arasında zikredilmelidir. Zira şiddet, şiddetten beslenen bir olgudur. Harici gruplardaki fikri bölünme, Selefilik için de söz konusu olmuştur. Günümüzde kendile- G Ü N D E M rini Selefi olarak tanımlayanlar arasında birbirlerini tekfir edenler dahi vardır. Bu dönüşüm, farklılaşma ve bölünme, bütün hareketler için mukadder olduğu gibi Selefilik için de kaçınılmaz olmuştur. Haricilikle Selefiliğin ortaya çıktıkları koşullar ve beslendikleri kaynaklar farklı olmakla birlikte nassa yaklaşımları birbirine benzemektedir. İki grup da nassı bağlamı çerçevesinde anlamaya çalışmak yerine zahirî bir okumayla görüşlerini temellendirmeye çalışmaktadırlar. Haricilerle günümüz şiddet eğilimli hareketlerinin kullandıkları ayetler hemen hemen aynıdır. Kur’an-ı Kerim’i bütüncül bir gözle okumak yerine birkaç ayeti sloganlaştırarak onun üzerinden bir meydan okuma söylemi geliştirmektedirler. Ancak Selefiliğin Haricilerden önemli bir farkı, İslam medeniyetinin tarihsel tecrübesiyle âlimlerin çeşitli çalışmaları sonucu günümüze ulaşmış olan hadisler hakkında güvendikleri âlimlerin değerlendirmelerini dikkate alıp referans olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca görüşlerini temellendirmek amacıyla saygı duydukları âlimlerin kitaplarından da nakiller yapmaktadırlar. İki dönemde de ortaya çıkan hareketlerin bazı ortak yönleri bulunmaktadırlar. İki hareket de İslam dünyasının kriz yaşadığı dönemlerde ortaya çıkmıştır. Hariciler, bir halifenin katledildiği, onun yerine seçilen bir diğerine karşı isyanların olduğu bir dönemde, dinin temel naslarından uzaklaşıldığı savıyla ortaya çıkmıştır. Son asırlarda ortaya çıkan hareketler de İslam dünyasının yaşadığı derin kriz ortamında gelişmiştir. İki hareketin de öze dönüş ve Allah’ın emirlerini hakkıyla yaşama ve yaşatma iddiası vardır. Bu hareketlerin, gerek geleneği göz ardı etmeden, gerekse gelenekle hesaplaşarak ve hatta onu reddederek öze dönüşü teklif eden diğer grup ya da kişilerden ayrı olduğu unutulmamalıdır. Söylemleri ve kullandıkları kavramların birbirine benzemesi, bütün bunların toptancı bir bakış açısıyla bir tek hareketin mensupları olarak görülmeleri yanlışına düşülmesine sebep olabilir. Şiddeti yöntem olarak kullanan Harici ve çağdaş Selefi gruplar, tekfirci bir yaklaşımla kendileri gibi düşünmeyen unsurları İslam dairesinin dışına atmak suretiyle ötekileştirmekte, böylece onlara karşı girişecekleri şiddeti meşrulaştırmaktadırlar. Bu yaklaşıma göre İslam dairesi de, insana bırakılan içtihat alanı da oldukça dardır. Tekfir silahını birbirlerine karşı kullanmaktan çekinmemektedirler. Dinî söylemlerinde kullandıkları kavramlar arasında da bazı benzerlikler bulmak mümkündür. En çok öne çıkan kavramlar, mürtet, müşrik, kâfir, münafık, Bel’am ve Tağut’tur. Bu kavramların dinî dayanakları Kur’an’dan temellendirilmektedir. Cihat, eylemlerinin meşrulaştırılması için önemlidir. İki hareketin tarih okuma biçi- mi birbirine benzemektedir. Hz. Peygamber dönemi İslami yaşantısını ihya etmek, Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi Allah’a itaati gerçekleştirmek önemli bir yaklaşımdır. Bununla birlikte Haricilerin tarihe bağlılıkları daha zayıftır. Nazil oldukları dönemin koşulları dikkate alınarak okunması gereken bazı ayetleri, bağlamından tamamen bağımsız bir şekilde okumaya tabi tuttukları gibi, Hz. Peygamber dönemi de dönemin koşulları dikkate alınmadan tekrar yaşatılmaya çalışılmaktadır. Haricilerin de Selefilerin de ortak özellikleri, gençlerin ilgisini çekebilecek söylemler olmalarıdır. Onların dünyasında siyah ve beyaz çok açıktır. Gri alan ya yoktur, ya da oldukça sınırlıdır. Bu sebeple müsamahakâr olmak yerine katı bir tutum takınmayı tercih ederler. Son olarak şunu da ifade etmeliyiz ki; günümüzde ortaya çıkan hareketlerin istihbarat örgütlerinin faaliyet alanlarından bağımsız düşünülmesi yanlış olur. Zira bugün dünyada büyük bir rekabet, mücadele ve hatta adı konulmamış bir savaş mevcuttur. Ayrıca dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmalar yoğun bir şekilde devam etmektedir. Dünyada olup bitenin, birçok aktörün müdahale ve mücadele alanı olduğunu, bir kısmı iyi niyetlerle yola çıkılmış olsa bile, büyük resim içinde kullanılmış olmamasının kuvvetle muhtemel olduğu bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu da göz ardı etmemeliyiz. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 25 G Ü N D E M İslam Dünyasında Kurulan Terör Kumpası Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim YILMAZ Karabük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 26 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 G Ü N D E M İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan hareketle de yeni bir ivme kazandıracak yegâne temel olduğunu söylemek mümkündür. Bütün ket vurmalara ve olumsuzluklara rağmen istikrarla yayılmaya devam etmektedir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden günümüze kadar Çin’den Mağrib’e, Kazan steplerinden Sahra Çölü’ne kadar Müslümanların vatan edindikleri geniş coğrafyaya bakıldığında bu toprakların esasında tarih boyunca dünyanın kaderinin çizildiği mekânlar olduğu görülecektir. Dolayısıyla buraların vatan edinilmesi, ciddi, daimi ve diri bir bilincin zihinlerde ve gönüllerde derinleştirilmesini ve dahi kimi zamanlar bedel ödemeyi gerektirmiştir. Nitekim İslam Dünyası, Haçlı ve Moğol istilalarında şahit olunduğu üzere gerektiğinde bu bedelleri de ödemesini bilmiş ve buraları Daru’l-İslam (Barış Yurdu) olarak isimlendirmiştir. Müslümanlar geçmişte olduğu gibi hiçbir zaman önemini kaybetmeyen yurtlarında yine ciddi bir imtihan vermektedirler. Öyle ki bütün Müslüman coğrafya göz önüne getirildiğinde küresel güç dengesinde gerek enerji gerekse de stratejik kavşak noktaları olması bakımından büyük bir önem arz etmektedir. Nitekim Müslüman Medeniyeti’nin önemli başkentleri olan Bağdat, Şam ve Herat gibi merkezler, tarihinde hiç görmediği bir yıkımı yaşamakta ve maalesef asırlarca sabırla işlenen bir gergef misali olan fikri, kültürel vb. kodlarından uzaklaştırılmaktadır. Bir yandan da bu medeniyetin mirasçısı olan asli insan potansiyelinden arın- dırılmaktadır. Bu arındırmada da özüne aykırı olan hususiyetlerin ön planda olduğu müşahede edilmektedir. Bırakınız kendi mezhepsel ve meşrepsel ayrılıklarını, kendinden olmayanları bile uzun yıllar bir arada huzur içinde yaşatma tecrübesine sahip bu dünya, ne yazık ki artık kendisinden olan ama farklı bakana bile tahammül edememe hastalığına düçar edilmektedir. Hasılıkelam, yaşanan temel sorunların doğru teşhisi için veyahut doğru bir gelecek perspektifi için geçmişten bugüne tarihi iyi okumak gerekir. Öncelikle bir dirayet ve feraset abidesi olan Hz. Muhammed’in temel gayesine odaklanmak gerekir. Onun gayesi insanı insanlığından çıkaran algıların yarattığı çarpık vakıaya itiraz ederek beşeriyeti gerçek anlamına davet edip terakki ettirecek olan ortak değerler skalasında buluşturacak bir anlayışı öğretmektir. Bu nedenle kendi dilinden müteaddit defalar Kur’an-ı Kerim’de “sadece ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunmaktan başka ben de sizin gibi bir beşerim.” (bkz. Kehf, 18/110 vd.) belirtilmektedir. Aslında bu gerçek, Allah tarafından hatırlatılan ilkelerin, bir insanın insan olarak yaşamında pekâlâ gerçekleştirilebileceğinin ifadesidir. Bir peygamber olmanın ötesinde Hz. Peygamber, doğru ve tutarlı bir aile reisi, bir tüccar, bir siyaset, hasılı bir hayat adamı ol- manın müşahhas örneğidir. Başka bir ifadeyle o, aslında ütopya olarak kimilerince telakki edilen birçok şeyin bir beşer tarafından başarılmasının hikâyesidir. Dolayısıyla o, her hâlükârda taklit edilen değil aksine her çağın insanının içinde bulunduğu şartlarda bir bireyin nasıl sahih ve istikamet sahibi olmasının öğretildiği bir prototiptir. Bu örnek, derin bir anlayışa ve kıvrak bir zekâya sahiptir ki en olumsuz durumları bile hayra açılan birer kapıya dönüştürebilir. Zira m. 628 yılında Mekkeli müşriklerle imzalamış olduğu “Hudeybiye Musalahası”, söz konusu çerçevenin en ibretamiz misalidir. Şartları Müslümanların aleyhine gözüken bu antlaşmanın imzalanmasından, neredeyse ashabın tamamı, siyaset dehası Hz. Ömer bile rahatsızlık duymuştur. Ama Hz. Peygamber bu antlaşmada, çok değil bundan altı yıl öncesine kadar ensar hariç, kendilerine kapanan tüm kapıların açılmasını sağlayan bir imkânı görmüştür. Sonuç itibarıyla bu öngörü, daha iki yıl geçmeden tüm şartları Müslümanların lehine çevirmiş, m. 630’da Mekke’nin ve hemen sonrasında tüm yarımadanın kapılarını sonuna kadar aralamıştır. İşte bu örnekten de anlaşılacağı üzere böyle bir dünya görüşünü doğru tespit edip benimseyen entelektüel zihinler var olduğu müddetçe beldeler barış yurdu OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 27 G Ü N D E M olmuş ve bahse konu coğrafya İslam Dünyası olarak bugünlere gelmiştir. Diğer taraftan bu ruh, unutulduğu ölçüde de tarihimizdeki buhranlar yaşanmıştır. Bu bilgiler ışığında İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan hareketle de yeni bir ivme kazandıracak yegâne temel olduğunu söylemek mümkündür. Bütün ket vurmalara ve olumsuzluklara rağmen istikrarla yayılmaya devam etmektedir. Nasıl ki geçmişte bu hakikatin var olmasından rahatsızlık duyulmuşsa bugün de benzer ama daha komplike bir şekilde rahatsızlık duyulmaktadır. Bu bağlamda yanlış bir algının oluşturulmasına temel teşkil eden kavramlar üzerinden çok yönlü ve aktörleri flu bir yapı arz eden global bir çaba ve vakıadan söz etmek gerekir. Örneğin kökeni yaklaşık üç bin yıl ötesine dayanan “antisemitizm” kavramı 28 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Sömürgecilik vb. saiklerin neticesinde özellikle 1950’li yıllardan sonra Batılı ülkelerde gözle görülür bir şekilde Müslüman toplumların teşekkül etmeye başladığı bilinen bir realitedir. ayrıştırılarak 1910’lu yıllardan itibaren ve 2000’li yıllarla birlikte yoğun bir şekilde işlenen “İslamofobi” (İslam korkusu) kavramsalı ortaya atılmıştır. Özünde bu iki kavramın hikâyesi; tarih boyunca usanmaz bir gadre maruz kalan iki kesimin ayrıştırılmasının, antisemitizm daraltmasına maruz kalan kitlenin ehlileştirilmesinin, ortak bir kadere sahip olduğu bloğa karşı kullanılan bir araca dönüştürülmesinin ve diğer kavram temelinde de tarihinin en büyük imtihanını veren İslam Dünyasının kaba bir tarzda gem altına alınmaya çalışılmasının hikâyesidir. Bu nedenle genelde dünya, özelde de Batı ve İslam Dünyasında bilgisel bir kirlilik yaşanmakta ve bu kirlilik de sorunun asıl kökenini gizlemektedir. Sonuç itibarıyla bu kirliliğin giderilmesi ve gizin kaldırılması gerekmektedir. G Ü N D E M Sömürgecilik vb. saiklerin neticesinde özellikle 1950’li yıllardan sonra Batılı ülkelerde gözle görülür bir şekilde Müslüman toplumların teşekkül etmeye başladığı bilinen bir realitedir. Bu süreçte ister istemez karşılıklı bir etkileşimin olması ve bunun getireceği bireysel ve sosyal neticeler kaçınılmazdır. Bu noktada birlikte var olmanın getirdiği güzel örneklere rastlanabilmekle birlikte birtakım kaygı ve endişelerin depreştirdiği olumsuz durumlar da tecrübe edilmektedir. Özellikle de bu olumsuzlukların ön plana çıkarılarak yanlış bir algıya doğru evrilen bir süreç dikkatleri çekmektedir. Belki de asıl korku, Müslümanların medeniyet anlayışlarının merkezinde oluşturdukları birlikte barış içinde varoluş ruhunun cazibesine kapılması muhtemel azımsanmayacak sayıda Batılının İslam’la tanışmasıdır. Dolayısıyla böyle bir akışın önünün alınmak istendiği intibaı uyanmaktadır. Hz. Muhammed’in şahsiyetine yönelik yapılan saldırılarda olduğu gibi medya ve diğer kitle iletişim araçları üzerinden yapılan saldırı ve tezviratın kökeninde esasında bu anlayışın olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla Müslüman varlığı oluşturulan yanlış, alakasız ve dahi oryantalist birikimin çizdiği perspektifte beslenen tiplemeler üzerinden sorgulanmaktadır. Bir şekilde gerek dâhili ve gerekse de harici nedenlerle üretilen Afganistan’daki Taliban, Somali’deki Şebab, Nijerya’daki Boko Haram, Kuzey Afrika ve Sahra’daki Mağrib el-Kaidesi ve Irak ve Suriye’deki IŞİD gibi sa- nal ve İslam’ın asli ruhunu yansıtmayan aşırı uçlar üzerinden İslam korkusu tahrik edilmektedir. Hem Müslümanların azınlık olarak yaşadıkları toplumlar tedhiş edilmekte hem de bu azınlıklıklar ve asli vatanları, kendileri için takdir edilen gailenin içine savrulmaya itilmektedir. Son olarak çözüm üzerinde konuşmak gerekir. Öncelikle Müslümanların kendilerini doğru bir surette ifade etmeleri ve gündem oluşturmaları zorunludur. Daha da ötesi geçmişindeki karşılaştığı meydan okumalardan daha ciddi ve kesif bir durumla yüz yüze bulunduğu, dâhilin belini kırmak amacıyla içe sızarak haricin emellerine hizmet eden yapıların var kılındığı bir ortamda elmalarla armutları karıştırmayan, daha müteyakkız ve ümmeti birleştiren ve kucaklayan bir söylem üretmek en temel ihtiyaçtır. Bunun için de Müslümanlar, ciddi bir eleştirel tavır sergilemeliler. Aklıselimle hareket etmek gerekir. Hz. Peygamber’in ümmetine kazandırmaya çalıştığı bakış açı- sı iyi okunmalıdır. Zira sorunun kaynağı olarak İbn Sebeler bulup, bunları mahkûm etmekle üstesinden gelinecek bir raddeyi aşmıştır olayın boyutu. Diğer taraftan “peygambersiz Kur’an anlayışı oluşturma çabaları” veya “her şeyin sorumlusu bugüne kadar gelen gelenektir” yahut “hakikat benim anlayışımdır” gibi birbirini itham eden, çatışan ve ayrıştıran kısır döngüler de çözümden çok katmerlenen problemler getirecektir. Evvel emirde İslam dünyasının üniversite ve diğer eğitim kurumları, geçmişini de anını da geleceğini de bağlamsal okuyup birbiriyle ilişkilendirebilecek, her şeyi mahkûm etmeyip özünü anlayabilecek ve yorumlayabilecek bilgisel bir olgunluğa erişmelidir. Bu noktadan mülhem birikimle köklü geleneğini birleştirebilen ve tabir yerindeyse taşın altına elini koyabilen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi İslam Dünyasının kurumlarının doğru bir İslam ve Müslüman algısını dünya kamuoyu nezdinde oluşturmaya gayret etmeleri, tarihî bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 29 S Ö Y L E Ş İ Uğur YILMAZ Diyanet İşleri Uzman Yardımcısı Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ “DAİŞ benzeri yapıların kullandıkları şiddet, hiddet, nefret ve silahın İslam’dan meşru hiçbir referansı asla olamaz.” 30 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 S Ö Y L E Ş İ Muhterem Başkanım, DAİŞ ve benzeri İslami referansları kullanan terör örgütlerinin propagandalarını cazip kılan nedir? Bilhassa gençler bu örgütün ağına nasıl düşüyorlar? Meseleye sosyal gerçeklerden bakarak yaklaşmak lazım. Bu tür yapılar hangi şartlar doğurdu, besledi ve kullanıyor? İnsan kaynaklarının asıl özelliği nedir? İlişkiler ağı nasıldır? Önce bunlar üzerinde kafa yormalıyız. Sonra hangi gençlerin bu yapılara katıldıklarını tespit etmek gerekir. İlk olarak bütün bu yapıların ana omurgasını oluşturan gençler, yıllardır savaş bölgelerinde şiddetin ve vahşetin gölgesinde yetişen ve herhangi bir eğitim almayan kimseler olduğu görülecektir. Bu yapılara katılan ikinci genç kitle ise Avrupa’da dışlanmış, hor görülmüş sömürge muhaciri olarak adlandırılan göçmenlerin çocuklarıdır. Son on yıllarda Avrupa’da sorunlu bir nesil yetişti. Müslüman anne babadan dünyaya gelen bu çocuklar ciddi kimlik bunalımı yaşadılar. Bunlardan bazıları atalarından öfke ve miras devraldılar. Kendileri de varoşlarda ve gettolarda dışlandılar, hor görüldüler. İster istemez İslam’a bir ideoloji olarak sığındılar. Bu yapılara katılan üçüncü kitle ise yeni ihtida eden genç Müslümanlardır. Bunlar İslam’ı kimlik bunalımı yaşayan diğer Müslümanlardan öğrendiler. Bunların bir kısmı da onlarla birlikte şiddete yöneldiler. Her üç grubun ortak yönü İslam’ı, medeniyetler üreten ana yoldan değil, Müslüman dindarlık biçimleri arasında kültürsüzleşmeye en yatkın yorum biçimi olan ve uçlarda yer alan dinî akımlardan öğrenmiş ve beslenmiş olmalarıdır. Bunları büyüleyen İslam’ın yüksek öğretileri değildir. Bunları cezbeden ibadet, ilahiyat, tasavvuf değildir. Bunları cezbeden eylem ve şiddettir. Öfke ve hiddettir. Bu gençlerin diğer bir ortak özelliği de hiçbirinin sağlıklı bir din eğitimi almamış olmasıdır. Üstünkörü bilgilerle, herhangi bir metodolojisi olmayan okumalardan elde ettikleri neticelerle kendi dindarlıklarını inşa etmeye çalışmalarıdır. Materyalist dünyanın aşkınlık arayışını saptırdıklarını görüyorum. Bu yönüyle Allah’a giden yolları kapattıklarını düşünüyorum. Materyalist dünyada müthiş bir aşkınlık arayışına şahit oluyorduk. İnsanlar iki adrese yöneliyorlardı. İslam ve Budizm. Budizme yönelenlerde bir müddet sonra İslam’la şerefyâb oluyordu. Bunların elinde İslam radikalleşiyor mu? Bence İslam radikalleşmiyor. Bunların elinde radikallik İslami bir referansla meşruiyet aramaya çalışıyor. Dünyadaki muhalif radikal isyan hareketleri kendine İslam’dan daha doğrusu İslam’ın selefi yorumlarından meşruiyet bulma gayretinde. Altmışlı, yetmişli yıllarda nasıl ki öfke dolu radikal isyan hareketleri kendilerini sol devrimci ideoloji ile özdeşleştirdiler ise bugün de radikal isyan hareketleri, neoselefilik akımı altında özellikle İslam’ın cihat anlayışını yanlış anlayıp yorumlayarak her türlü şiddet ve vahşete meşruiyet bulmaya kalkışıyorlar. Teolojik olarak ilahiyat açısından dini şiddet ile özdeşleştiren bu yapıları nasıl tahlil edebiliriz? Bugün teolojisi ve ilahiyat bilgisi ile bu yapıları tahlil etmek mümkün değildir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilimlerle bu tür yeni dini ve nevzuhur dinî hareketleri değerlendirmek mümkün değildir. Bu yapıları daha çok sosyolojik tahlillerle, sosyal psikoloji ile teopolitik tahlillerle ancak anlayabiliriz. 19. yüzyıl anarşizmini hangi teorilerle tahlil ediyorsak bugün kendilerine savaşçı selefilik hareketi adını verenleri de o tür tahlillerle anlayabiliriz. Ancak Kur’an-ı Kerim’in hangi ayetlerini kullandıkları, hangi hadisleri araçsallaştırdıkları, dinî metinleri metodolojik bir zeminden yoksun olarak nasıl anlamaya ça- OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 31 S Ö Y L E Ş İ 1970’lerde İslam coğrafyasında İslam sosyalizminin teşebbüslerinin varlığı unutulmamalıdır. 1968’lerde gördüğümüz ütopya arayışı kendine dinden mesnet arayarak daha kanlı daha vahşi bir konuma gelebiliyor. Bunların hiçbirisi herhangi bir geleneği olan hareketler değildir. Olivier Roy’un ifadesi ile “Cihatçı asiler, derinlemesine Batılı bunlar. Türedi ve nevzuhur hareketler.” Daha önce çeşitli yerlerdeki konuşmalarımda da ifade ettiğim gibi bunların tarihini Haricilik’te ve Ortaçağ selefiliğinde kolay kolay bulamazsınız. Ancak 19. yüzyıl modern anarşist hareketinde bulursunuz. Davranışlarda bireyselleşme, tavırlarda nihilistleşme, medyaların kusursuz kullanımı, cinayetlerle tecavüzleri senaryolaştırmaları bunu gösteriyor. lıştıkları ve ne tür neticeye vardıklarını İslami ilimler metodolojisi açısından ele almak mümkündür. Fakat Arap dünyasında kaosun sorumlusu olarak Batı’yı gördükleri muhakkak. Bu hareketlerin hiçbiri entelektüel bir hareket değildir. Enternasyonalist şiddet hareketleridir. Bütün bu gelişmeler Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması”nı haklı mı çıkarıyor? DAİŞ, Boko Haram, el-Kaide ve eş-Şebab gibi yapıların devrimci sosyalist hareketlerle ne tür benzerliği var? Hayır. Çünkü bu savaşın Müslüman olarak bilinen taraftarları medeniyet nedir bilmiyorlar. Asıl savaşı kendi medeniyetlerine karşı verdiklerinden bile haberdar değiller. İslam’ın medeniyet mefkûresini oluşturan unsurlarını reddediyorlar. Sanat, edebiyat ve kültür bunlar nezdinde ya bidat ya da şirk unsuru olarak kabul ediliyor. Bazı yazarların da ifade ettiği gibi aşırı sol hareketler Berlin duvarının yıkılmasından sonra cazibelerini kaybettiler. Anarşizm ve devrimci sosyalizm çekim gücünü kaybetti. Savaş ve şiddetin yaşandığı İslam coğrafyasında isyan hareketleri kendilerine İslam’dan meşruiyet arayışına girdiler. DAİŞ’in kurucularının sosyalist Baas rejiminin komutanları olduğu unutulmamalıdır. Olup bitenleri dine bağlamak yanlış mı? Olup bitenleri tek sebebe bağlayan her açıklama kifayetsiz kalır. Adaletsizlikle savaştıklarını zannediyorlar. Fakat adaletin ne olduğunu bilmiyorlar. Zulmü meşrulaştırıyorlar. Kimlik bunalımı yaşayan insanlar, kimliğine değer katan bir dava bulmaya çalışırlar. Fakat bu cehaletle varılabilecek bir yer değildir. Aslında küreselleşme çağında çok sert bir şekilde kültürler savaşı yaşanıyor. Bazı insanlar kültürel işkenceye tabi tutulduklarını düşünüyorlar. Bu savaşta bilginin, hikmetin gücüne inanmayanlar; bilgi, kültür ve düşünce ile kendini savunamayanlar silaha, vahşete ve şiddete başvuruyorlar. Oysa İslam’da ahlak ve hukuk tanımayan hiçbir savaşa cihat denilemez. Bu yapılar Batı’dan intikam mı alıyor? Modernite düşmanlığı mı bütün bunları yaptırıyor? 32 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 1970’lerde İslam coğrafyasında İslam sosyalizminin teşebbüslerinin varlığı unutulmamalıdır. 1960’larda gördüğümüz ütopya arayışı kendine dinden mesnet arayarak daha kanlı daha vahşi bir konuma gelebiliyor. Bu gençlerin arasında onlarca katliama şahit olmuş feleği şaşmış gençler var. Hayattan umudunu kesmiş intihar eğilimlileri var. Hayatın sillesini yemiş meczuplar var. Varoluşun gayesini yitirmiş nihilistler var. Zatıalinizce aşırı dünyevileşmiş materyalist dünyaya bir başkaldırı da yok mu? Bu yönden de bakılamaz mı? Ben tam tersini görüyorum. Materyalist dünyanın aşkınlık arayışını saptırdıklarını görüyorum. Bu yönüyle Allah’a giden yolları kapattıklarını düşünüyorum. Materyalist dünyada müthiş bir aşkınlık arayışına şahit oluyorduk. Neticede insanlar arayış içine giriyor, İslam’ı S Ö Y L E Ş İ öğrendiklerinde de İslam’la şerefyap olabiliyordu. Gerek anlayış olarak bu yeni selefilik gerekse de bu anlayışın doğurduğu şiddet ve vahşet hareketleri insanlığın bu arayışını saptırmaya çalışıyor. Bu yapılar kimlik arayışında olup kendini değersiz hisseden bireylerin arayışlarını ve arzularını sömürmektedir. Asıl düşman olarak kimi görüyorlar: Kâfirleri mi, Hristiyanları mı, Batılıları mı, Fransızları mı, İngilizleri mi? Kim bunların düşmanları? Kendileri gibi düşünmeyen herkes sapkın, yorumlarına katılmayan her Müslüman da bunlara göre düşmandır. Kanı, malı ve canı helaldir. Sadece Şiiler değil, kendileri gibi düşünmeyen bütün Sunniler de “Kuburi” yani “kabirlere tapanlar” olarak adlandırılmaktadır. Daha önce de ifade ettiğim gibi bunları heyecanlandıran Allah’a ibadet ve teslimiyet değil, şiddetin, vahşetin ve dehşetin ürettiği yapay hazdır. Onun için camilerde ibadet eden nice insanları da intihar saldırılarıyla katlediyorlar. Sadece 2015 yılında Kuveyt’te, Şam’da el-Katif’te ve Damman’da daha nice camilerde büyük katliamlar yaptılar. Dünyanın şahit olmadığı yeni birtakım şiddet ve işkence metotlarına başvuruyorlar. Ele geçirdikleri esirlere akıl almaz işkenceler yapıyorlar? Dinde bunları meşrulaştıran bir şey var mı? Bu tarz yapıların yaptıkları zulüm, işkence ve vahşete, şiddet, hiddet ve nefrete, İslam’dan referans bulması asla mümkün değildir. Bir defa bunlar kendi yürüttükleri mücadelenin bir savaş olduğunu zannetmektedir. Yürüttükleri sözde savaşları için de kendilerince birW hukuk ortaya koymaya çalışıyorlar. Oysa İslam açısından bakıldığında bunların yaptıkları savaş değil terördür, vahşettir. Kaldı ki savaş olarak kabul edilse dahi İslam’a göre her savaşta var olması gereken asgari ahlak ve hukuku hiçe saydıklarını görüyoruz. Hiçbir yargılama yapmadan insanları sıralayarak kurşuna dizmeyi, Müslüman insanları tekfir etmeyi, tekfir ettiklerini de vahşice işkenceye tabi tutmaları ve sonra hunharca katletmeleri dinle, İslam’la, İslam’ın yeryüzüne getirdiği merhametle, rahmetle, mağfiretle ve adaletle ilişkilendirmek asla mümkün değildir. Bunlar modern çağların ürettiği vahşetin din rengine bürünme çabasından ibarettir diye düşünüyorum. Mesela Ürdünlü pilot Kesasibe’yi bir kafese koyarak o kafesin içinde yakmaları dünya tarihinde eşi görülmemiş bir vahşet olarak tarihe geçmiştir. Böyle bir vahşetin İslam’dan kendine referans bulması mümkün değildir. Bu bir cinnet hâlinin örgütlenmiş şekli olarak değerlendirilmelidir. İslam, bırakın insanlara vahşi hayvanlara dahi “müsle” adını verdiğimiz işkence etmeyi haram kılmıştır. Herhangi bir canlıyı yakmayı haram kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Hayvanlara işkence yapana Allah lanet etsin.” (Buhari, Zebaih, 25.) buyurmuştur. En zor savaşlarda dahi ahlaktan ve hukuktan ayrılamamayı emretmiştir. Savaşlarda çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ibadete çekilmiş din adamlarına, rahiplere ve hatta yeşil ağaçlara dokunmamayı emretmiştir. Sözde kendilerinin dinî referansları kullandıklarını iddia eden bu yapılar, nasıl bir kadın, çocuk aile düzeni savunuyorlar? Bazı insanların ailece bu yapılara katıldıklarını duyuyoruz. Bazı kadınlar kocalarını ve çocuklarını terk ederek, bazı erkekler de ailelerini terk ederek bu yapılara katılmaktadırlar? Bunlar nasıl bir aile hayatı içindeler, nasıl bir anlayışa sahipler? Doğrusu böyle anlayışların, yapıların kadın, aile, çocuk ile ilgili müspet bir düşünceye sahip olması mümkün değildir. Bu tarz yapılar, görüldüğü kadarıyla tamamen cahiliye döneminin bir eseri olarak kadını sadece erkek için yaratılmış, sadece erkeğin ihtiyaçlarını gideren bir nesne olarak algılayan cahiliye toplumlarının anlayışından farklı olarak düşündüklerini zannetmiyorum. Özellikle esir kadınlara yapılan muamele hiçbir ahlak ve hukuk ilkesi tanımayan ve İslam’ın asla kabul etmeyeceği bir muameledir. Bu anlayışlarını yayınlarında da açıkça görmek mümkündür. Kur’an-ı Kerim, mümin erkeklerle mümin kadınların birbirlerinin velileri olduklarını, kadının da erkeğin de Allah’ın vahyine eşit muhatap olduğunu, Allah’ın emirlerini yeryüzünde yaşama konusunda bir ayırımın söz ko- OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 33 S Ö Y L E Ş İ nusu olmadığını (Tevbe, 9/71.), birlikte yeryüzünü imar etmekle mükellef olduklarını (Hud, 11/61.) haber vermektedir. Hz. Peygamber’in de (s.a.s.) kadın hakları üzerinde önemle nasıl durduğunu hepimiz açıkça biliyoruz. Bu tür yapıların, kadına toplum içinde bir birey, ailede değer üreten bir varlık olarak, yeryüzünü imar etmekle mesul birer insan olarak gördüklerini söylemek mümkün değildir. Küçük çocukların istismar edilmesi ise daha vahimdir ve bir insanlık suçudur. Küçücük çocukların eline silah vererek, bellerine bomba bağlayarak ideolojik bir savaşın içine dâhil edilmeleri asla kabul edilebilir bir şey değildir. DAİŞ ve benzeri hareketlerin bulundukları bölgelerde diğer din mensuplarından arındırma çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şeyden önce Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.), bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O rahmet elçisi (s.a.s.) ki Medine’ye hicret ettiğinde önce Ensar ve Muhacir arasında benzeri görülmemiş bir kardeşlik bağı tesis etmiştir. Sadece Müslümanların kendi aralarında değil diğer din mensupları ile de birlikte yaşamanın ahlak ve hukukunu inşa etmiştir. Medine İslam toplumunda diğer din mensupları arasında örnek ilişkiler kurulmuş, antlaşmalar imzalanmış, birlikte yaşama hukuku geliştirilmiş ve bu hukuk Medine Vesikası ile yazılı hâle getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine Vesikası ile farklı din ve kültüre mensup insanların aynı toplum yapısında huzur ve güven içinde bir arada yaşamalarını temin edecek hukuki zemini oluşturmuş ve bunun mümkün olabileceğini bütün dünyaya göstermiştir. İslam bu hakkı yöneticilere bırakmamış bizatihi kurallarını ve çerçevesini belirlemiştir. Daha ilk asırda İslam devletlerinin ateşe tapan vatandaşları olmuştur. “Onlara, Ehl-i Kitab’a davrandığınız gibi davranın.” (Muvatta, Zekât, 24.) hadisiyle amel edilerek Ehl-i Kitab’a verilen hukuk diğer din mensuplarına da bahşedilerek özgürce kendi ibadetlerini yapmalarına izin verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hulefa-i Raşidin döneminde Müslüman olmayanlar, toplumun asli unsuru olarak kabul edilmiş, yapılan antlaşmalarda her ferde din ve vicdan hürriyeti tanındığı açık bir şekilde 34 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 belirtilmiştir. Daha sonra da İslam medeniyetinin kurulduğu bölgelerde Müslümanlar, asrısaadetten tevarüs ettikleri bu bakış açısını ve evrensel mesajı Endülüs’ten Maveraünnehir’e, Afrika’dan Asya’ya gittikleri tüm coğrafyalara taşımışlar ve rahmet medeniyetleri inşa etmişlerdir. Böylece farklı inançlardan olan gerek ehlikitap gerek diğer insanlar bir hukuk çerçevesinde kendi hayatlarını emniyet ve güvenlik içerisinde özgür bir ortamda sürdürebilmişlerdir. Aynı şekilde Hindistan’da Babür Şah’lar döneminde ineğe tapan vatandaşlar olmuştur. Onlara bir hukuk çerçevesinde kendi inançlarını yaşamalarına izin verilmiştir. Diyar-ı Şam ve Diyar-ı Bağdat gibi merkezlerde ise tarih boyunca daima İstanbul’da olduğu gibi Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler, Ezidiler, Hristiyanlığın diğer kolları; Keldaniler, Nasturiler, Süryaniler ve bütün inanç mensupları tarih boyunca birlikte var olmuşlardır. Özellikle ben şunu hatırlatmak istiyorum; kendilerinin referansta bulundukları İslam bilginleri zamanında bu bölgelerde farklı inanç mensupları birlikte yaşıyorlardı, onların hiçbirisi kesinlikle bu bölgeyi diğer din müntesiplerinden arındırmayı düşünmemişlerdir. Dolayısıyla bu anlayışın hiçbir şekilde İslam ile bağlantısı mümkün değildir. 1300-1400 yıldır kendi inancına Ezidi diyen insanlar bu topraklarda varlıklarını sürdürebilmişlerse bu tarih boyunca İslam’ın ve Müslümanların birlikte yaşama ahlakından ve hukukundan kaynaklanmıştır. Bütün bunları yok sayarak bu bölgeleri farklı inançlardan arındırma çabası, Batı’yı Avrupa’yı Müslümanlardan arındırma gayreti içinde olan ırkçıların düşüncesine benzer bir anlayıştır. Irkçılara göre Avrupa Hristiyan’dır, dolayısıyla önce Yahudilerden şimdi de Müslümanlardan arındıralım tezini ileri sürmektedirler. Bu ırkçılar hangi felsefe ile hareket ediyorlarsa İslam coğrafyasını gayrimüslimlerden arındırmaya çalışan DAİŞ ve benzeri yapılar da aynı düşünceden hareket etmektedir. Bunu kabul etmek mümkün değildir. İslam ile irtibatlandırmak hiç mümkün değildir. S Ö Y L E Ş İ Kur’an-ı Kerim mümin erkeklerle kadınların birbirinin velileri oldukları, kadının da erkeğin de Allah’ın vahyine eşit muhatap olduğunu, Allah’ın emirlerini yeryüzünde yaşama konusunda bir ayırımın söz konusu olmadığını (Tevbe, 9/71.), birlikte yeryüzünü imar etmekle mükellef olduklarını (Hud, 11/61.) emretmektedir. Hz. Peygamber de (s.a.s.) kadın hakları üzerinde önemle nasıl durduğunu hepimiz açıkça biliyoruz. Bilhassa bu hareketin öncüsü olan insanlar nasıl bir eğitim sisteminden geçiyorlar? Bunların bilgi seviyeleri nedir? Âlimleri, müftüleri kimlerdir? Kimlerden fetva alıyorlar? Hareketin ilim müktesebatı hakkında ne denilebilir? Yayınlarından ve konuşmalarından görebildiğimiz kadarıyla bu hareket âlimi olmayan, müftüsü olmayan bir harekettir. Verilen fetvaların tamamı açıkça mürekkep bir cehaletin eseri olarak görünmektedir. Hiçbir usule dayanmayan indi fikirlerden oluşmaktadır. Gerek tekfir anlayışı, gerek tevhit anlayışı, gerek cihat anlayışı, gerekse vela ve bera anlayışlarına bakıldığında herhangi bir sağlıklı bilgiden söz etmek mümkün değildir. Var olan bilgide hikmetten uzak niçin ve nasıl sorularına yasak getiren, daha çok dogmatik, dinî metinleri istismar eden, faydacı ve pragmatik bir metotla kendi ideolojisine uygun yorumlayan bir cehalettir. Bu yapının bilgi anlayışını Musul’da uygulamaya koyduğu eğitim sisteminde görebilmekteyiz. Tarih dersini yasaklayan, fizik, kimya, matematik gibi dersleri lüzumsuz gören İslam’ın bilgi anlayışını sadece dinî metinlerin çerçevesi ile sınırlı gören bir eğitim anlayışına sahip olduklarını ve bunu savunduklarını görebiliyoruz. Aslında uygulamaya koydukları bu eğitim anlayışı kendi düşüncelerini ortaya koyması açısından son derece önemlidir. Hâlbuki asgari Kur’an bilgisine vâkıf her bir insan tarih okumak mecburiyetinde olduğunu bilir. Fizik, kimya ve matematiğin Allah’ın kâinattaki ayetlerinden olduğunu bilir. Kâinat ayetlerini Kur’an’ın ayetlerinden ayırdığınız zaman ne tür şiddet hareketlerinin önü açıldığını bilir. Dikkat çeken bir husus da bu tür nevzuhur yapılar, camileri, mescitleri, Şiilere ait Hüseynileri, büyük insanların kabirlerini ve tarihî eserleri tahrip etmekte, yakıp yıkmaktadır. Bütün bunlara karşı bir düşmanlık söz konusudur. Bu tahribatı ve yıkımı hangi referanstan hareketle yapmamaktadırlar? Tekrar etmek istiyorum ki bu hareketlerin meşru hiçbir referansı yoktur. Her şeyden önce Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bütün savaş- OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 35 S Ö Y L E Ş İ larda dünya literatürüne, savaş hukukuna kazandırdığı bir mabet masuniyeti vardır. Mabet masuniyeti savaş hâlinde dahi mabetlere dokunmamayı ve hiçbir şekilde mabetlerde ibadete çekilenlere dokunmamayı gerektirir. Bu vahşet, şiddet ve terör yöntemi de son on yıllarda doğan türedi bir husustur. Kur’an’da Allah’ın evi olarak ifade edilen, içinde Allah’ın adının zikredildiği, içinde minberi, mihrabı ve kürsüsü bulunan, içinde müminlerin saf bağladığı camileri tahrip etmek bu mabetlerin içindeki insanları, müminleri katletmek vahşetin bir parçasıdır. Aynı şekilde tarihî eserleri ibka etmenin Kur’an’ın bir emri olduğunu düşünüyorum “Yeryüzünü gezmezler mi? Yeryüzünü gezseler akleden kalpleri gören gözleri olur.” (Hacc, 22/46.) Yeryüzünü gezmek tarihî eserleri şirk unsurudur diye tahrip etmek cehaletten başka bir şey değildir. Afganistan’da yüz yıllardır var olan Buda heykellerini yıkmak hiçbir Müslümanın aklına gelmemiştir. Hiçbir âlimin, hiçbir müçtehidin bu heykellerin yıkılmasına fetva vermek de aklına gelmemiştir. Aynı şekilde Musul’da bulunan Babil harabelerini, heykellerini yok etmek kırmak da böyledir. Gerçi bu konuda bu tarihî kalıntıları çeşitli dünyalara satarak çok büyük paralar kazandığı haberleri de dillerde dolaşmaktadır. Bu da kendi içinde bir çelişkidir. Cehalet kendini ilim zannedince insanlar da güya sevap kazanmak için bu tarihî eserleri gidip yok etmeye çalıştılar. Kabirleri tahrip etmek de aynıdır. Bütün bunları daha önceden bazı Müslümanların içine düştüğü yanlışlıkların devamı olarak görüyorum. DAİŞ ve benzeri hareketlerin özellikle Avrupa ve Batı ülkelerinin güvenliğini bozmak için birtakım terör eylemleri düzenlediklerini görüyoruz? Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda gerek Müslümanların gerek Müslüman olmayanların, herkesin üzerinde durması gereken en önemli husus; insanlığa hayat veren bir dinin katliamlar üzerinden itibarsızlaştırılmak istenmesidir. Elbette bu yaşanan katliamları dinin ve inancın onaylaması mümkün değildir. Ancak bunun üzerinden İslam’ın, 36 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) itham altında bırakılması ve bütün Müslümanların bu konuda suçlu konuma düşürülmesi üzerinde durulması gereken en önemli konudur. Çünkü İslamofobi endüstrisini üretenler yeni ikinci aşamaya geçmek istiyorlar. O da İslamofobi, bir fobi olmaktan çıksın isteniyor. Nefret ve düşmanlığa, hatta o nefret ve düşmanlığın karşılıklı saldırılara dönüşmesi isteniyor. Dolayısıyla terör şebekelerinin bu emellerine hizmet etmemek için hangi dinden, inançtan, bölgeden olursa olsun bütün insanların daha dikkatli olmaları ve bu tür katliamlar üzerinden birbirlerini, birbirlerinin tarihini, kültürünü suçlamaya kalkışmamaları gerekiyor. Bugün tarihte olduğu gibi İslam ve Batı dünyası, İslam ve Hristiyan dünyası diye birbirinden tamamen ayrı iki dünya yok. Hristiyan dünyası dediğimiz dünya kadim zamanlardaki Hristiyan dünya değildir. İslam dünyası da doğduğu dünyada, Ortadoğu’dan, Hicaz’dan, Şam ve Irak’tan ibaret değildir. Farklı dinler ve inançlar bugün küreselleşme dalgalarından sonra tarihte hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Artık her ülkede her dinden her ırktan her coğrafyadan her insan her yerde var. Bütün dünyanın bilim adamlarının, akil insanlarının, bir ahlak ve hukuk içerisinde birlikte yaşama konusunda kafa yormaları gerekiyor. Her dilden, kültürden insanları bir ahlak ve hukuk temelinde birlikte barış içerisinde nasıl yaşatabiliriz? DAİŞ ve benzeri yapılar Avrupa’nın güvenliğini bozmak için birtakım terör eylemlerine girişmektedirler. Nitekim Fransa’ya yaptıkları menfur terör saldırı neticesinde yaptıkları açıklamalarda Fransa’ya, “Biz öyle işler yapacağız ki siz kendi ülkenizde özgürce sokağa çıkamayacaksınız.” dediler. Böyle bir tehdit aslında Avrupa’da, Batı’da ve dünyanın her tarafından yaşayan bütün Müslümanların güvenliğini yok ediyor. Bu sadece gayrimüslimlerin değil Müslümanların da güvenliğini tehdit ediyor ve yok ediyor. Artık dünyanın her yerinde Müslüman azınlıklar var. Bu azınlıkların her biri aynı zamanda kendi ülkelerinde gergin ve tedirgin bekleyiş içerisinde kendi komşuları tarafından eziyet edildiklerinin farkında değildirler. DİN DÜŞÜNCE YORUM İstikamet Sahibi Olmak.. Dr. Fatih YÜCEL Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı BİR yıl daha geçti ömrümüzden. Zaten atalarımız da “sayılı günler tez geçer” demişler. Oysaki Rabbimiz, bize verilen sürenin sayılı olduğunu haber veriyor kerim kitabımızda. (Mü’minun, 23/113.) Belki nisyan ile malul oluşumuzdan, belki nefsin ve şeytanın iğvasına kapıldığımızdan çabucak geçen bu dünya hayatına dalıyor ve asıl hayatımız olan ahiret yurdunu unutuveriyoruz. Belki de dünya hayatının hepimizi büyüleyen ihtişamlı cazibesi kuşatıveriyor bizi: Daha çok kazanma, daha güzele kavuşma arzusu; makam ve mevki hırsı, daha konforlu bir yaşam hayali… Bu doyumsuzluğun ilacı, Efendimizin ifade ettiği gibi bir avuç topraktan başka bir şey değil aslında. (Buhari, Rikak, 10; Müslim, Zekât, 116-119.) Zaaflarımız bunlarla da sınırlı değil. Bu zaaflar birleştiğinde önemli olan ne varsa hepsini bir bir unutuveriyoruz. Bizi en güzel şekilde yaratıp, endamlı kılan Rabbimizi unutuyoruz en başta: “Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?” (İnfitar, 82/6-8.) Topraktan geldiğimizi, toprağa gireceğimizi ve sonra O’nun huzuruna varıp yaptıklarımızın hepsinin hesabını teker teker vereceğimizi… Canın, hayatın, çevrenin velhasıl OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 37 DİN DÜŞÜNCE YORUM her şeyin elimizde bir emanet olduğunu... Bize emaneten verilen canlarımızı “sayılı zaman” dilimi bittiğinde ertelenmeden teslim edeceğimizi. (Münafikûn, 63/11.) Oysaki ne yarının bizim için neler getireceğinden haberdarız, ne de bu emaneti nerede teslim edeceğimizden. (Lokman, 31/34.) Lokman Hekim oğluna sorumluluk duygusu aşılamaya çalışırken (Lokman, 31/16.), kıyamet gününde onun için elinden bir şeyler gelmeyeceğinin farkındaydı. Amacı, canından bir parça olan oğlunu, geleceğinde şüphe olmayan çetin bir güne hazırlamaktı. Sonuçta bütün tavsiyelerine rağmen oğlunu ikna edemeyen Nuh gibi olmak da var bu hayatta. (Hud, 11/42-47.) Bu gidiş nereye? İnsanlığın giderek kan ve gözyaşına boğulduğu dünyamızda önce insanlığımızı mı sorgulamalıyız yoksa İslamlığımızı mı? Hangisinden başlasak acaba… Aslında bu soruyu sormak ve bir yerden başlamaktı önemli olan. Yirmi birinci asır dünyasına şöyle bir göz attığımızda onca güzelliğe rağmen insanlığımızın da Müslümanlığımız üzerinden sorgulanması kaçınılmaz bir hâl alıyor. İnsana verilen değer hiç bu kadar azalmamıştı… Farklı kaygılar, ekonomik hedefler ve menfaat eksenli dünya düzeninde birbirini sömürme yarışına girmiş olan insanoğlu… İnsanca yaşamaktan başka hedefi olmayan analarınbabaların ve bebeklerinin, insanlığın gözü önünde ölüme terk edilmesi… Kudüs’te, Suriye’de, 38 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Karşımızdakine zengin olsun, fakir olsun, yakın olsun uzak olsun adaletle muamele etmek Allah’ın emridir. (Nisa, 4/135.) Mısır’da, Irak’ta, Bosna’da, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da ölen insanlıktı. İnsanlık günden güne yok oluyor, umutlarını uçsuz bucaksız okyanuslara bırakıyordu. Ya Müslümanlık? Müslümanlığın yansımalarının görülebildiği hangi alana baksak acaba… Pamuk ipliğine bağlı ibadet hayatımıza mı; acınası bir hâlde olan insani ilişkilerimize mi? Bizi biz yapan ahlaki ilkelere mi? Ya haramlar ve günahlar hususundaki durumumuz!… İnsanla ve varlıkla olan ilişkilerimiz asıl sorgulamamız gereken alanı ifade ediyor. Bu alanda gerçekten ciddi bir sıkıntı içinde olduğumuzu söylersek abartmış olmayız. En başta sosyal ilişkilerimiz aşınmayı ortaya koyar nitelikte. Bu alanda başta anne baba, evlat ilişkileri olmak üzere akraba ilişkilerinde ciddi problemlerimizin olduğu muhakkak… DİN DÜŞÜNCE YORUM Ölçülerin şaştığı anlarda Müslüman açısından yapılacak şey bellidir. İnanç, ibadet, muamelat, insani ilişkiler, varlıkla ilişkileri hususunda kendi ölçülerimiz bir kenara bırakılıp Allah ve Rasulü’nün bize hayat bahşeden ölçüleri esas alınmalıdır. Zira ölçü şaşarsa istikamet de kaybolur. Ya Müslümanlığımızın simgesi olan yüce ahlaki ilkelerimize ne demeli? Doğruluk, adalet, dürüstlük ve güvenilirlikten başlayalım işe. Bugün en büyük toplumsal problemlerimizden biri, Kur’an’ın ısrarla vurguladığı bizi takvaya ulaştıran başta “adalet” olmak üzere yüce değerlerin yitirilmesi değil midir? Oysaki Kur’an, düşmana muamelede bile adaletli olunması gerektiğini emreder. (Maide, 5/8.) Karşımızdakine zengin olsun, fakir olsun, yakın olsun uzak olsun adaletle muamele etmek Allah’ın emridir. (Nisa, 4/135.) Emanetin ehline verilmesini ifade eden ayet-i kerimeler açık bir şekilde bu konuda bizi hassas olmaya davet etmektedir. (Nisa, 4/58; Mearic, 70/32.) Şüphesiz ki, adalet mülkün temelidir; emanetin zayi olması kıyametin alametidir. Öyleyse bu temel hasletlerin yitirilmemesi gerekir. Ya kardeşlik algımıza ne demeli. Kur’an, “Ancak müminler kardeştir.” (Hucurat, 49/10.) demektedir. Kur’an’ın bütün müminleri kardeş kılan bu açık emrinin hilafına sadece “kendi cemaatinden/cemiyetinden mensup olanı ya da ihvanını” kardeş edinen Müslümanın durup düşünmesi gerekmez mi? Özden kopuşun, istikametten ayrılışın en önemli göstergelerinden biri bu değil mi? Ve bu gidiş nereye demeyi haklı kılmıyor mu? Tabii burada cömertlik, diğerkâmlık, isar gibi infak yaşamımızı ilgilendiren hususlarda nispeten başarılı olduğumuzu söyleyebiliriz. Elhamdülillah vermeyi, ikram etmeyi seven bir milletiz. Bugün OECD ölçütlerine göre gayrisafi millî hasılası dikkate alındığında dünyada en çok hayır ve yardımı yapan ülkeyiz. İstikamet sahibi olmak… Ölçülerin şaştığı anlarda Müslüman açısından yapılacak şey bellidir. İnanç, ibadet, muamelat, insani ilişkiler, varlıkla ilişkileri hususunda kendi ölçülerimiz bir kenara bırakılıp Allah ve Rasulü’nün bize hayat bahşeden ölçüleri esas alınmalıdır. Zira ölçü şaşarsa istikamet de kaybolur. İstikamet ise bir Müslüman için çok önemli bir duruştur. Bu nedenle Kur’an’da rabbimiz açıkça, “Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol, hak ve adalet ölçülerini aşma.” (Hud, 11/112.) buyuruyor. Bir diğer ayette aynıyla tekrarlanan bu emir cümlesine ayrıca, “başkalarının heva ve hevesine uyma” emri eklenerek istikametin çerçevesi çizilmiş oluyor. Ayetin devamında, “adaleti gerçekleştirme görevi”nden ve dönüşün Allah’a olduğundan bahsedilmesi oldukça manidardır. (Şûra, 42/15.) Ayet-i kerime istikametin, heva ve hevese uymaksızın sadece Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olarak ve adaletten ayrılmadan yaşamakla gerçekleşebileceğini vurguluyor ki bu da asıl ihtiyaç duyduğumuz husustur. Kısaca istikamet, O’nun istediği tutumları sergileyerek yola koyulmak, yoldan ayrılmamaktır. Mutedil olmak, orta yolu takip etmek ama asla yoldan çıkmamaktır. Eğrilmeden bu ilkeler üzere sebat etmektir. Rabbimizin gösterdiği dosdoğru yolun dışındaki yollara, hevaya ve hevese uymamaktır. (En’am, 6/153.) Haddi aşmamaktır. Ölçüyü şaşırmamaktır. Haktan, hakikatten, adaletten ayrılmamaktır. Aksi takdirde insan ölçüleri yitirir, yolunu kaybeder. Öyleyse işin içine kendimizi de katarak hep beraber “bu gidişe bir dur demeli”, samimiyet ve ihlasımızla emrolunduğumuz gibi dosdoğru bir yaşam gayretinde olmalıyız. Merhum Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi BİLMEN’in tefsirinde Sait Paşa’dan naklettiği şu kıtanın zihnimizde yer etmesi ümidiyle istikametimiz daim olsun: Halkı tahrib eyleyip de kendin âbât eyleme” Bu cihanda ev yapıp ukbayı berbat eyleme” Nefin için zâlimi bî rahme imdat eyleme” Âlemi tenfîr eden ahvali mutâd eyleme” Müstakim ol Hz. Allah utandırmaz seni” OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 39 D İ N D Ü Ş Ü N C E Y O R U M Tecrübe Paylaşımı Bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığı Heyetinin Suudi Arabistan Ziyareti Prof. Dr. Ali ERBAŞ DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü HZ. PEYGAMBER’İN hak ve adalet ilkelerine dayalı yaşanabilir bir dünya kurmak için yardımlaşmak amaçlı başlattığı toplumlar arası ilişkiler İslam medeniyetinin insanlığa hediye ettiği en önemli kazanımlar arasında yerini almıştır. Müslümanlar arası yıllık genel kongre olarak değerlendireceğimiz hac ibadetinin farz kılınmasının en belirgin hikmetlerinden birisi de bu ilkenin daha güçlü bir şekilde yaşatılabilmesini sağlayacak olmasıdır. Peygamberimizden sonra sahabe de bu ilke üzerinden giderek çok kısa zamanda İslam medeniyetinin hem sınırlarını genişletmiş ve hem de pek çok toplum ve devletle an- 40 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 laşmalar yapmıştır. Medine’de temelleri atılan toplumlar arası ilişkiler daha sonra devletler arası ilişkiler boyutuna yükselmiş, bu medeniyetin çocukları asırlarca ilkelerinden taviz vermeden ilişkileri sürdürmeye çalışmışlardır. 16. asrın başlarına gelindiğinde Mısır’ın fethi dönüşü Mekke ve Medine’nin hizmetini üstlenerek “hadimü’l-harameyn” (Mescid-i Haram’ın ve Mescid-i Nebi’nin hizmetkârı) unvanını alan Yavuz Sultan Selim ile birbirleriyle ilişki içerisinde yaşayan toplumların sayısı bir hayli artmıştır. Müslüman toplumların bu güçlü birlikteliği asırlar boyunca Müslüman olmayan toplumlara da faydalı olmuş, nerede aç ve açıkta kalan, zulme uğrayan mazlum ve mağdur toplum varsa Müslüman olup olmadığına bakılmaksızın oralara kadar yardım eli uzanmış, açlar doyurulmaya, mazlumlar zulümden kurtarılmaya çalışılmıştır. 19. asrın sonlarına gelindiğinde özellikle Batı’dan ithal edilen ve onların da fırsatı değerlendirerek bize ihracını hızlandırdığı “ırkçılık” hastalığının tohumları İslam dünyasının mensuplarının zihinlerine ekilmeye başlanmıştır. Dışarıdan ve içeriden binlerce casus ve fitnecinin çalışmaları sonucu yine Batı patentli “ulusalcılık” zehiri de Müslüman toplumların D İ N Akdeniz ve Ege denizi mülteci mezarlığı, Türkiye ve bazı birkaç ülke göçmen yurdu haline gelmiştir. Irak, Libya, Mısır, Suriye, Yemen başta olmak üzere Müslümanlar kendi topraklarında birbirlerini öldürmeye başlamışlardır. Bu defaki fitne ve taktik çok daha büyük ve çok daha acımasızdır: Kardeş kardeşi öldürüyor. damarlarına enjekte edilmeye çalışılmıştır. Bu saldırının önündeki en büyük engel cennet mekân Sultan Abdülhamit Han 33 sene dayanabilmiş, ancak YahudiMason ve içerideki işbirlikçilerin ihanetleriyle 1909’da tahttan indirilmiştir. İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçen devlet 10 senede vatan topraklarının onda dokuzunu kaybetmiş, bir devletten kırkı aşkın devletçik (aşiret de denilebilir) çıkarılmıştır. Casuslar ve casusların kandırdığı bazı Müslümanlar “ırkçılık ve ulusalcılık” zehrini öyle hızlı yayıyorlardı ki tüm Arap dünyasını dolaşıp “eletrak küllühüm nasrani” (Türkler toptan Hristiyan oldu) sözünü herkese öğretiyor, Türk dünyasını dolaşarak da, “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” vb. Arapları aşağılayıcı sözleri öğreterek ya da köpekleri “Arap, Arap” diye çağırtarak emellerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Muvaffak da oldular. İstanbul Beyazıt Camii eski imamlarından Reisü’l-kurra Abdurrahman Gürses hocamızdan dinlemiştim. Cumhuriyetin başından itibaren 20 küsur yıl Türkiye’den hacca gitmek yasaklanır, 1947 yılında ilk defa Türkiye’den sadece bir kafile hacca gönderilir. Bu kafilenin görevli hocalarından birisi de kendisidir. Mekke’de kafilesini toplar ve onlara Kur’an-ı Kerim okur. Hoca efendinin okuduğu Kur’an’ı dinleyen diğer ülkelerden insanlar hangi Arap ülkesinden olabileceğini kendi aralarında tartışırlarken Türkiye’den olduğunu öğrendiklerinde oldukça şaşırırlar ve “Türkler toptan Hristiyan olmadı mı?” diye sormaya başlarlar. Yakın zamana kadar Arap dünyasının hafızasında bu kanaat hep D Ü Ş Ü N C E Y O R U M devam etmiştir. Biz hep silmeye çalıştık, belli bir mesafe kat ettik elhamdülillah, ancak yeterli değil, Müslümanların birbirlerini daha iyi tanımaları ve büyük bir işbirliği içerisinde hareket etmeleri gerekmektedir. Son yıllarda bu konudaki çabalar büyük bir umuda dönüşmüşken Osmanlıyı dağıtan şer güçler yeniden harekete geçmiş ve İslam dünyasının yeni haritasını Müslümanların kanıyla çizmeye başlamışlardır. Akdeniz ve Ege Denizi mülteci mezarlığı, Türkiye ve birkaç ülke göçmen yurdu hâline gelmiştir. Irak, Libya, Mısır, Suriye, Yemen başta olmak üzere Müslümanlar kendi topraklarında birbirlerini öldürmeye başlamışlardır. Bu defaki fitne ve taktik çok daha büyük ve çok daha acımasızdır: Kardeş kardeşi öldürüyor. Ölen de Allahü Ekber diyor, öldüren de… Ne olduğu belirsiz bir yığın örgüt eliyle bu işi gerçekleştiriyorlar. Müslüman ülkeler ise kendi dertleriyle uğraşıyor. Bu kan ve gözyaşının durması için tüm Müslümanların umut bağladığı belki de tek İslam ülkesi Türkiye’dir. Bu yüzden Türkiye bütün kurumlarıyla bu ateşi söndürmek için ne yapabilirim diye âdeta çırpınıyor. Biz de Diyanet İşleri Başkanlığı olarak dünyada nerede Müslüman yaşıyorsa oraya ulaşmaya gayret ediyoruz. Bunun için sekseni aşkın ülkede ataşe, müşavir, koordinatör, imam-hatip gibi unvanlarla görev yapan 3000’e yakın temsilcimiz bulunmaktadır. Dünyadaki Müslüman toplulukların dinî liderlerini İstanbul’da toplayarak karşılıklı fikir alışverişinde bulun- OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 41 D İ N D Ü Ş Ü N C E Y O R U M duğumuz geniş çaplı büyük toplantılar gerçekleştirdik ve buna devam ediyoruz. Avrasya Din Şurası her beş yılda bir olmak üzere altı kez yapıldı. Türkiye Diyanet Vakfı’nın desteğiyle yurt dışında açtığımız onlarca okulda yüze yakın ülkeden getirerek ülkemiz Kur’an kurslarında, İHL’lerde ve ilahiyat fakültelerinde din eğitimi almalarını sağladığımız binlerce öğrenci hep bu gayeye katkı sağlamak içindir. Diyanet İşleri Başkanımızın yurtdışında pek çok ülkeyi ziyaret ederek gerçekleştirdiği üst düzey görüşmelerde Müslümanların sorunlarını çözüme kavuşturmak için gösterdiği çabalar yine aynı amaca matuf hizmetlerdendir. Burada son iki ziyareti örnek olarak ele almakta fayda vardır. Diyanet İşleri Başkanımız geçen hafta geleneksel “Vahdet Toplantısı” için İran’a gitmiş ve orada “gerçek vahdet” için neler yapılması gerektiğini en üst düzeyde gerçekleştirdiği temaslar ve özellikle tüm katılımcıların huzurunda yaptığı yarım saatlik konuşma ile “Keşke gitmeseydin.” diyenlerin bile sözlerini geri almalarına ve “İyi ki gittin ve o konuşmayı yaptın.” demelerine vesile olmuştur. İran ziyaretinin hemen ardından bendenizin de içinde bulunduğu heyetle yaptığımız Suudi Arabistan ziyaretimiz de oldukça verimli geçmiştir. İslam İşleri, Evkaf, Tebliğ ve İrşat Bakanı Dr. Salih b. Abdülaziz’in son derece sıcak bir ilgi ile iki gün boyunca heyetimizle bu ateşin söndürülmesi konusunda özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yapması gerekenleri samimi bir üslupla ele 42 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 alma ortamını oluşturması iki ülke arasındaki ilişkilerin oldukça iyi olduğunu ortaya koymuştur. Bakan konuşmasında, İslam dünyasını kana bulayan terör örgütleri ve ehlisünnet karşıtı faaliyetlere karşı mücadele etmek için büyük bir işbirliğine ihtiyaç olduğunu belirtmiş, sözlerini sık sık Müslümanları birlik ve beraberliğe çağıran ayet ve hadislerle desteklemeye çalışmıştır. Bir gün öncesi infaz ettikleri 47 kişinin idamıyla ilgili açıkça bir hususu dile getirmemiş ancak terör olaylarına karşı toplumun korunması için devletin lazım gelen her türlü tedbiri alması gerektiğini ifade ederek verilen kararla ilgili zımnen de olsa ikna etmeye yönelik cümleler kurmaya çalışmıştır. Diyanet İşleri Başkanımız ise tarihte nice medeniyetler kaybettiğimizi, sekiz asır boyunca Batı’yı aydınlatan Endülüs medeniyetinden sadece birkaç ticari marka isminden başka bir şey kalmadığını, Maveraünnehir’de on asır boyunca ve Afrika’nın pek çok yerinde muhteşem bir mede- niyet kuran Müslümanların bıraktıkları tarihî zenginliklerinden hiçbir izin kalmadığını, bugün de başta Bağdat, Şam, San’a ve Trablus gibi Müslüman başkentlerden ve ümmetin ocaklarından ateşler yükseldiğini ifade ederek dünyanın acilen bu ateşleri söndürmek zorunda olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bugün yaşadığımız sorunlardan en büyük zararı İslam’ın ve Müslümanların gördüğünü, dolayısıyla terör, şiddet ve tekfirin İslam’ın ana yolunu işgal etmemesi için daha fazla ilmi çalışmalara ihtiyaç olduğunu dile getirmiştir. Bakanlıkta yapılan bir başka toplantı ise Riyad camilerinde imamlık, vaizlik vb. din hizmetlerini de yürüten ve aynı zamanda ilim ehli olan din görevlilerine yönelik Diyanet İşleri Başkanımızın yapmış olduğu derstir. Başkanımız bu derste ağırlıklı olarak ilim tarihinden bahsetmiş, Medine’de doğan ilim ışığının Endülüs’te, Bağdat’ta, Buhara’da, Tirmiz’de, Özkent’te, Maveraünnehir’de, hasılı pek çok D İ N İslam şehrinde nasıl insanları aydınlattığını tarihte iz bırakmış büyük alimlerimizden örnekler vererek ele almıştır. Sorulan sorulara verdiği cevaplar ve ulemanın yaptığı katkılarla verimli ve bereketli bir ders olmuştur. Suudi Arabistan’da İslam İşleri, Evkaf, Tebliğ ve İrşat Bakanlığının yanında bir de Başmüftülük makamı bulunmaktadır. Ülkenin üst düzey ulema grubundan oluşan ve şeri tüm işler, mahkemeler ve fetva gibi çok mühim görevleri uhdesinde bulunduran bu makamın Devlet’in işleyişinde büyük bir ağırlığı vardır. Heyetimizle birlikte ziyaret ettiğimiz “müfti’lmemleke” unvanıyla görev yapan Başmüftü Abdülaziz Âlu Şeyh tüm heyet üyeleriyle birlikte bizlere oldukça sıcak bir karşılamada bulunmuş ve ziyaretimizden son derece memnun kaldığını ifade etmiştir. Yapmış olduğu konuşmada Müslümanlar arasında “tek ümmet” bilincinin geliştirilmesinde iki ülke yetkililerin işbirliği içerisinde ortak çalışmalar yapması gerektiğini dile getirmiştir. Diyanet İşleri Başkanımız ise, konuşmasında ana tema olarak özellikle ülkelerindeki iç savaş sebebiyle evini barkını terk eden Suriyeli muhacirlere ensar olmaya çalıştığımızı, bunun için sayıları 400 bin civarında olan göçmen çocuklarının eğitiminde müşterek çalışmalar yaparak çözüm üretilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca Müslümanlara yönelik Batı’da ortaya çıkan İslamofobyaya da dikkat çekerek tüm Müslümanların buna karşı gerekli tedbirleri alması icap ettiğini vurgulamıştır. Heyetimizin önemli ziyaretle- rinden birisi de Riyad’da bulunan Uluslarası Türk Okulu’na olmuştur. Bu vesileyle Suudi Arabistan’da, başka hiçbir ülkede olmayan bir uygulamayı da okuyucularımızla paylaşmak isterim. Şu anda tüm ülke genelinde 62 bin civarında Türkiye vatandaşı yaşamaktadır. Suudi Arabistan ülkede yaşayan yabancılara kendi ülkelerinin eğitim sistemine ve müfredatına uygun okullar açma fırsatı tanımaktadır. Dolayısıyla bizim Suudi Arabistan genelinde 8 okulumuz bulunmaktadır. Riyad’da 1720 öğrencinin devam ettiği uluslar arası Türk okulu uzun yıllardan beri eğitim eğretime devam etmektedir. İlk, orta, lise, imam hatip orta okulu ve imam hatip lisesi öğretiminin verildiği okulda 70 kadar Türk öğretmen görev yapmaktadır. Bu sistemin olumlu yanı, bu ülkede çalışan vatandaşlarımızın eşlerini ve çocuklarını da beraberlerinde bulundurabilmeleri ve aile bölünmelerinin önlenmiş olması, bir de YÖK’ün Yabancı Öğrenci Sınavı (YÖS) kontenjanıyla buradan mezun olanları Türkiye üniversitelerine yerleştirmesi hususlarıdır. Olumsuz yanı ise izole bir hayat yaşayarak her iki ülkenin kültüründen de yeterince istifade edememeleridir. Mesela yıllarca Riyad’da yaşamalarına rağmen Arapça öğrenmeden Türkiye’ye dönmeleri önemli bir eksikliktir. Bu yüzden gerek okul idarecilerinin ve gerekse büyükelçilikteki eğitim yetkililerinin ilave programlar ve etkinliklerle bu okullarda eğitim gören öğrencilerin eksik kalan yanlarını telafi etmeleri gerekmektedir. Okulu ziyaretimizde Sayın Diyanet İşleri Baş- D Ü Ş Ü N C E Y O R U M kanımız hem sınıfları dolaşarak yaptığı nasihatlerinde ve hem de konferans salonunda yaptığı konuşmasında her şeyden önce “iyi insan” olmayı hedeflemeleri, meslek seçimini ondan sonra düşünmeleri gerektiği, setçikleri meslek ne olursa olsun onu iyi insan olarak tüm insanlara faydalı olmak için yapmaları gerektiği hususları ele alarak öğrencilere oldukça yararlı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu şekilde, “Diyanet İşleri Başkanı bizim okulumuzu ziyaret etmişti.” cümlesi 1720 kadar öğrencinin her birinin hayatında hiçbir zaman unutamayacakları bir hatıra olarak yerini almıştır. Özetleyecek olursak 2-4 Ocak 2016 tarihinde Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez başkanlığında Riyad’a gerçekleştirmiş olduğumuz ziyaretimizde yukarıda dile getirmeye çalıştığımız temaslar yanında karşılıklı olarak her iki ülkenin din hizmetleri ve eğitim hizmetleri bağlamında camiler, mescitler, Kur’an kursları, yaz Kur’an kursları, hizmet içi eğitim, ihtisas eğitimi ve ayrıca ülkemizdeki din eğitimi bağlamında imam hatip liseleri, ilahiyat fakülteleri konularında bilgi alış verişi ve tecrübe paylaşımı gerçekleştirilmiştir. Ziyaretimizin başta hac ve umre hizmetleri ve dil eğitimi olmak üzere her iki ülkenin birbirinden yararlanmalarına ve daha da yakınlaşmasına vesile olduğu, ayrıca İslam dünyasında yaşanmakta olan sorunların çözümüne katkı sağlayacak nitelikte ve verimlilikte geçtiği kanaatindeyiz. Her iki ülke ve tüm İslam âlemi için hayırlara vesile olur inşallah. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 43 VA H Y İ N AY D I N L I Ğ I N D A “Böylece, sizler insanlara birer şahit ve örnek olasınız ve peygamber de size bir şahit ve örnek olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık.” (Bakara, 2/143.) Aşırı Uçlardan Orta ve Dengeli Duruşa Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ DİB Başkanlık Müşaviri KÜÇÜLEN dünyanın şahit olduğu bütün çalkantı, savaş, vurgun ve sömürü hareketlerinin ortaya çıkardığı aşırılık, dengesizlik ve huzursuzluklar artık sadece bulunduğu yeri yakmakla kalmıyor, sirayet ederek problemin arkasındaki sinsi elleri de rahatsız edecek hâle geliyor. Medeniyetler merkezinde (Orta Doğu demiyorum) yakılan cehennemî ateşten canlarını kurtarmak için canhıraş çırpınışlarla Batı’ya sığınma çabalarının ortaya koyduğu fotoğraf budur. Göklerdeki sonsuz denge ve düzen, her bir gök cismini kendi için çizilen yoldan sapmadan, daha hızlı ya da daha yavaş değil, kendisi için belirlenen süratle yol almasına bağlıdır. Bu düzende her varlık kendisine biçilen rolü, ne fazla ne eksik, aynen yerine getirir. İnsan akıl ve iradesini kullanarak bu nizamı hayata taşımak durumundadır. İşte yaşanabilir bir dünya için bu denge ve orta yol düzeninin insan hayatında da gerçekleşmesi gereklidir. Çünkü insan ve özellikle mümin bu nizamın dışında değildir. Aksi tutum insanı ifrat ya da tefrit çizgisine taşır. İslami bakış açısıyla, dinî, ahlaki görev ve davranışlarda itidal noktasını aşan her yöneliş ifrat; bu noktanın gerisinde kalacak her gevşek ve ihmalkâr tutum ise tefrittir. Bu her tutum da kulu Allah ile olan ilişkilerinde ilahî iradeyi dikkate almayan, başına buyruk bir konuma sürükler. Bu ölçüden taviz veren her türlü uzlaşmacı ve terkipçi tutumlar denge ve itidal dışıdır, dolayısıyla Kur’an’ın telkin ettiği itidal algısına aykırıdır. Dengeli ve tutarlı hayatı, mümini diğer kişilerden 44 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 ayırır. Bu niteliği ile mümin çağın getirdiği meydan okumalar ve aykırı akımlar karşısında kararlı ve dik bir duruş sergiler. Karar vermek gerektiği yerde şaşırıp kalmaz, fikir saldırıları karşısında kişiliğini yitirmez. Hayatını dinî ve dünyevi diye kısımlara ayırmaz, ona bütüncül bir yönelişle bakar. İslam’ın diğer dinlerden farklı olarak itikat, toplum, devlet, iktisat, siyaset, ahlak gibi hayatın her alanına müdahil olduğunun bilincindedir. Bilir ki dünyasını da ahiretini de dini düzenler. Ruh dünyası ile maddi hayatına eşit şekilde önem verir. Kuru bir tutuculuğa iltifat etmediği gibi hayatını sahip olduğu değerlerin kontrolünden çıkaracak şekilde dünyevileşmez. İtidal ve dengenin temel ölçüsü vahiydir. İnsan sadece akıl, duygu ve tecrübeleri ile bu denge hâlini yakalayıp sürdürebilme imkânından yoksundur. Zira o, akıl irade ve feraset gibi artı değerler yanında bunları etkisiz kılacak şehvet, ihtiras ve hâkimiyet arzusu gibi olumsuz etkenlerin nesnesi durumundadır. Bu zıt çekim merkezlerinin kendi hâline bırakılması bir kargaşa ve çatışma ortamının ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılıyor. Sonuçta kişi bakar kör konumunda bir uçtan bir uca savrulan bir varlık hâline geliyor. Yürüdüğü yol ne kadar geniş, düz ve pürüzsüz olursa olsun, gözü kapalı ve rehbersiz olarak yürüyen kimsenin yoldan çıkması kaçınılmazdır. İnsanın başıboş bırakılmaya gelmez bir varlık oluşu (Kıyame, 75/36.) da buradan kaynaklanıyor. İşte tam da burada vahiy, insanı bu itme ve çekmelerin denge noktasına getirecek ilahî kontrol mekanizmasını, dini devreye sokuyor. VA H Y İ N AY D I N L I Ğ I N D A Ayette İslam toplumunun orta bir ümmet oluşuna yapılan vurgu ile bir yandan Müslümanlara bu konumlarını korumaları yönünde uyarı yapılırken bir yandan da onlara, bütün insanlara örnek olma görevi yüklenerek Kur’an’ın getirdiği nizamın evrenselliğine de işaret ediliyor. Müslümanların evrensel bir toplum örneği oluşturacak noktaya gelmesinde Kur’an’ı yaşayarak hayata geçiren Rasulüllah’ın örnekliği merkezi bir konum işgal ediyor. İslam ümmetinin vasat ve dengeli bir ümmet oluşu, inançta, ibadette, dünya-ahiret ilişkileri bağlamında, zamanı kullanmada, mali konularda, tutum ve davranışlarda, sevgi-nefret, dostlukdüşmanlık gibi duygusal yönelişlerde, yeme ve içme, giyim-kuşamda… olmak üzere insan hayatının bütün alanlarını kapsamına alır. Bu hedefe ulaşmak için her şeyden önce ilahî nizamın canı, aklı, dini, malı ve nesli koruma şeklindeki temel sabiteleri ile çağın değişkenleri arasında uyum sağlanması gerekiyor. Aksi hâlde ifrat ve tefrit yönünde savrulmalar kaçınılmaz olur. Bu ilkelerden verilecek her türlü taviz kim ve ne adına verilirse verilsin dengesizlik unsuru olacaktır. Tevhit temeline dayalı İslam inancı alanında bazı ifrat ya da tefrit nitelikli görüşler vücut bulmuşsa da itidalin temsilcisi konumundaki ana yapı (ehlisünnet yönelişi) daima hâkim ve etkin kalmaya devam ede gelmiştir. Gazali’nin ehlisünnet inancını savunduğu eserine “el-İktisat fi’l-İ’tikat” (İtikatta Orta Yol) adını vermesi bu bakımdan anlamlıdır. Yorumun girdiği alanlarda olduğu gibi inanç alanında da tevhidin ruhuyla bağdaşmayan kabul ve anlayışların bulunması söz konudur. İnsan tabiatı buna müsaittir. İslami temel esaslar bütün açıklığı ile ortada iken genel anlamda itidal olgusunun Kur’an ve sünnetin temel ilkelerinden biri oluşu bu alandaki beşerî zaafın telafisine yönelik gibi görünmektedir. Dinî pratikler dengeli bir hayatın temel dinamiğidir. Onun için bu alanda sergilenecek aşırılıkların olumsuz etkisi katlanarak büyür. Nitekim eski milletler dindeki aşırılıkları yüzünden helak olmuşlardır. (Ahmed b. Hanbel, I,183.) Allah’ın Rasulü, “Din kolaylıktır. Dini aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer. O hâlde, orta yolu tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun.” (Buhari, İman, 2.) buyuruyor. Sevgi ve merhamet en temel insani niteliklerden biri olmakla birlikte ifrat ve tefrite uğramaları hâlinde tahrip edici birer unsura dönüşmeleri kaçınılmaz olur. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Sevdiğini ölçülü sev, bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, bir gün dostun olabilir.” (Tirmizi, Birr ve’s-Sıla, 60.) şeklindeki uyarısı insanı bu olumsuz sonuca karşı koruma altına alıyor. Bireyin içinde yaşadığı maddi ortam ve toplum ile ilişkilerde de dengeli ve itidal içinde olmak önemlidir. Bu sebeple İslam ruhbanlığı yasakladığı gibi dünyevileşmeyi de reddeder. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” (Münavi, Feyzülkadir [I-VIII, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Birinci Baskı, Beyrut 1994] II, 31.) şeklindeki nebevi yönlendirme bununun pratik bir ifadesidir. Yeme-içmeden tutunuz da hayatın iliştiği her alanda gereksiz ve yararsız tüketim yasaklanmıştır. Aksine davranış Allah’ın sevgisini yitirme sebebidir. (En’am, 6/141.) Kur’an müminleri israf ve cimrilik etmeyen, bu ikisi arasında orta bir yol tutan kimseler olarak takdim eder. (Furkan, 25/67.) İnsanların önemli bir kısmının fiili çalışmadan uzak kalması geri kalanların yükünü artırmakta, köle ve işçi olarak zor hayat şartları altında ezilmesine sebep olmaktadır. “Ne var ki bunun daha uzak sebebi lüks ve şatafattır. Nitekim az sayıda insan lüzumsuz, gereksiz ve ince zevklere hitap eden şeylere sahip olabilsin, hatta yapay ihtiyaçlarını temin edebilsin diye insanlar mevcut güçlerinin büyük bölümünü bu tür şeylere hasretmek ve dolayısıyla zorunlu ve vaz geçilmez olan şeylerin üretiminden el çekmek zorunda kalırlar.” (Schopenhauer, Hukuk Ahlak ve Siyaset Üzerine [Say yay. 2. Baskı, İst. 2010] s. 95.) Bu yararlı üretimin düşmesi ve lüks ve şatafat şeklindeki ifratın yoksulluk şeklinde toplumun geniş katmanlarına dönmesi demektir. Orta ve dengeli bir hayat çizgisinin formülünü Kur’an, “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77.) ayetiyle tespit ediyor. Her iki dünya için yararlı eylemlerin üretilip sürdürülebilmesinin şaşmaz yöntemi budur. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 45 H AD İ S L E R İ N I Ş I Ğ I N DA “ Sehl b. Huneyf’in Hz. Âişe’den rivayetine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle dedi: “Sayma, sayarak verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir.” “ (Nesai, Zekât, 62.) Mülkün Gerçek Sahibi Karşısında Haddi Aşmamak Hale ŞAHİN Diyanet İşleri Uzmanı KİMSENİN geri çevrilmediği peygamber kapısına bir dilenci gelmişti. Medine’nin en bereketli evinden verilecek sadakanın getirilmesini bekliyordu. Çok geçmeden sadaka getirildi. Müminlerin annesi Hz. Âişe dilenciyi yanına çağırarak ona ne verildiğine baktı. O sırada Allah Rasulü de oradaydı. Hz. Âişe’ye, “Evine senin haberin olmadan hiçbir şeyin girip çıkmasını istemiyorsun öyle mi?” dedi. Hz. Âişe de “Evet.” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sevgili eşine şu uyarıda bulundu: “Ey Âişe, yavaş ol! Sayma, sayarak verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir.” (Nesai, Zekât, 62.) Hz. Peygamber müminlerin annesi Hz. Âişe’yi sayarak vermemesi konusunda uyarmıştı. Çünkü sayarak vermek cimrilere mahsus bir davranıştı. Kullarına sayısız nimetler bahşeden, hesapsız lütuf ve ikramda bulunan, mülkün gerçek sahibi Rabbinin cömertliği karşı- 46 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 sında bu dünyaya imtihan için gönderilen insanın sahip olduğu mal ve servetle şımararak hesap yapıp cimrilik etmesi yakışık almazdı. Allah (c.c.) kullarına nasıl ihsanda bulunduysa O’na iman eden kullarına düşen de aynı şekilde ihsanda bulunmaktı. (Kasas, 28/77.) İmanla dolu bir kalpte cimrilik asla yer bulamamalıydı. (Nesai, Cihad, 8.) Rasulüllah’ın ifade ettiği üzere önceki ümmetleri günaha iterek helake götüren cimrilik sakınılması gereken bir hastalıktı. (Ebu Davud, Zekât, 46.) İnsanların en cömerdi olan Allah Rasulü, kendisinden bir şey istendiği zaman asla “yok” demezdi. (Müslim, Fedail, 50, 56.) Öyle ki sırtındaki hırkasını isteyen bir sahabiyi kırmayıp ona hediye gönderecek kadar düşünceli ve merhametliydi. (İbn Mace, Libas, 1.) Evinde kesilen bir koyunun ön kolu hariç etinin tamamının komşularına dağıtıldığını öğrendiğinde, “(Demek ki) ön kolu hariç tamamı (bize sevap ola- TEFEKKÜR rın kendi din adamlarını tanrılaştırdıklarını söyler. Bu, aslında ciddi bir sapmaya işaret rak) kalmıştır.” diyebilecek kadar erdemliydi. etmektedir. Bununla, sadece bir tespit yapıl(Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 33.) Cömertliğiyle insanları mamış; aksine tevhidin son temsilcileri olarak kendine imandan yoksun en bize dehayran önemlibırakır, bir uyarıda bulunulmuştur. (Buhari, katıİnsanlara kalpleriaşırı bilehürmet İslam’agöstermek, ısındırırdı. onları tazim Zekât, 50; Tirmizi, Zekât, 30; İbn Hanbel, III, 107, 303.) Yüce etmek şirk çeşitlerinden biridir. Nitekim Allah Allah’ın kullarına karşı çok olduğunu Rasulü kendi şahsına dahicömert aşırı saygı gösteril(Tirmizi, Edeb, 41.) , cimrilik illetinden de hatırlatır mesine razı olmamış ve bu konuda insanları yalnızca sığınırdı. (Buhari, Deavat, 37.) şöyle O’na uyarmıştır: “Hristiyanların oğluyapılan İsa’yı aşırı bir şeİnfakın yani AllahMeryem rızası için harcakilde övdüğü gibi siz de beni övmeyin. maların ölçüsü bellidir. “İnfak et, ben de sanaBen sadece Allah’ın kuluyum. ‘Allah’ın (Buinfak edeyim.” buyrulur kutsiBubirsebeple hadiste. kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya, 48.) hari, Tefsir, (Hud) 2; Müslim, Zekât, 36.) Bu takdirde verHz. Peygamberin bu davranışı şu ölçüdiğinin hesabını yapma gafletinebizlere düşmemek yü vermektedir: Hiçbir insan peygamber gerekir. Zira Yüce Allah hayır olarak verilenseviyesinde değildir. Peygambere insanüstü bir ne varsa yerine bir başkasını vereceğini (Sebe’, konum verilemeyeceğine göre, diğer insanları 34/39.) ya da karşılığının tam olarak verileceğikutsallaştırıcı davranışlardan zaten sakınmak ni ve infaktaDolayısıyla bulunan kimsenin asla haksızlığa gerekir. Allah Teala’ya gösterilecek (Bakara, 2/272.) Hatta uğratılmayacağını vaat eder. hürmet ve tazim hiçbir insana gösterilemez. mallarını Allah yolunda harcayanların duruBiz bu konularda duygu, düşünce ve davmunu, yedi başakdaima bitirenkontrol ve her başağında yüz ranışlarımızı ederiz. Hayatta taneolanlara bulunan bir tohuma benzeterek dilediğikarşı ölçülü davrandığımız gibi yatırne kat kat vereceğini müjdeler. (Bakara, 2/261.) lara karşı da bu duyarlılığımızı devam ettiririz. Onların yaşadıklarıyükümlü hayattankıibret Malını Allahtürbelerini, yolunda harcamakla almak, örnekkarşılığında şahsiyetlerinden etmek lınan insanoğlu kat katistifade mükâfatla için ziyaret ederiz. Yoksa bir beklenti içerisine müjdelense de kimi zaman zorlanır sahip olgirerek başkalarıyla onlara yalvarıp yakarmayız.Nitekim Onlardan duklarını paylaşmaya. şefaat etmelerini dilenmeyiz. Çünkü biz sadeyaratılıştan kıskançlık ve bencilliğe elverişli ce Rabbimize kulluk eder ve sadece O’ndan kılınan insan (Nisa, 4/128.) büyüdükçe beraberinyardım dileriz. de mal sevgisi de büyümektedir. (Buhari, Rikâk, Yine belirtmek gerekir ki ‘Filan mürşit insan5.) Bu sevgi dizginlenemez bir hâl alıp Allah ların davranışlarından haberdardır’ anlamına sevgisi, cömertlik, paylaşma ve ikram gibi ulvi gelecek düşünceler de tevhit inancıyla bağduyguların ise cimrilik hasdaşmaz. önüne Bu tür geçtiğinde yanlış itikatlarla, bilerek veya talığına yakalanmak kaçınılmazdır. Hâl de bilmeyerek gaybı artık Allah’ın dışındakilerin böyle olunca Yüce “De ki: Rabbimin bilebileceği kabulAllah’ın, edilmektedir. rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, Ne yazık ki bu türeğer anlayışlar, günümüzde bazı tükenir korkusuyla cimrilik yapardınız.” çevrelerde normal kabul edilmektedir.(İsra, Oysa 17/100.) uyarısında bulunması oldukça bu ciddi bir sapmadır. Çünkü gaybımanisadece dardır. durumda erdemini kazanmak AllahBubilir. O’nun infak bilmesi, görmesi, işitmesi sıinsanın hemDolayısıyla kendi iyiliği hem de nefsinin nırsızdır. müminler sadece O’nun (Teğamurakabesikorunması altında olduklarını düşünürler. cimriliğinden için gereklidir. Çünkü O, ‘Nerede olursanız olun ben sizinle beraberim’ diyor. (Mücadele, 58/7.) bün, 64/16.) Buna rağmen cimrilik yapan ancak Yine Müslümanlar, günahtan korunmuş olankendi zararına cimrilik yapmış olur. (Muhammed, ların sadece peygamberler olduğuna inanırlar. 47/38.) Cimriliğin kendileri için hayırlı olduğu Dolayısıyla bir insan takva sahibi ve erdemli yanılgısına kapılanlar, cimrilik ettikleri şeyin bir şahsiyet olabilir. İnsanlar onun üstün ahla(Âl-i İmkıyamet boyunlarına kından,günü örnek kişiliğindendolanacağı istifade edebilirler. ran,Fakat 3/180.)bütün uyarısını da unutmamalılardır. bu meziyetleri, onun hatalardan, günahlardan korunmuş olduğu ile anlamına gelAllah Rasulü mal hırsının cömert cimri inmez. san psikolojisi üzerindeki etkisini demir zırh Mümin, böyle bir ifade şahsıeder: yüceltmede aşırıAl-bir benzetmesiyle şöyle “Cimri ile tutum içerisine girmez. Onun düşüncelerini, lah yolunda harcama yapan kimsenin hâli, hâl ve hareketlerini korunmuş üzerlerinde demirden hatadan birer zırh bulunanolarak iki görmez. Salih bir insan olsa dahi yanlış bir teradamın haline benzer: Cömert olan bir hayırcih ve içtihatta bulunabileceği ve günah işleyeda bulunmaya niyet ettiğinde üzerindeki zırh bileceğini göz ardı etmez. öyle genişler ki (önceki dar hâlinden kalma) Mümin, böylegider. bir şahsın ve davranışizler bile silinir Cimridüşünce bir hayırda bulunlarının arkasında her daim bir hikmet aramaz. mak istediğinde ise üzerindeki zırh büzüşür, Yine bu kimse ‘la yüsel’; itiraz edilmez, düelleri köprücük kemiklerine yapışacak gibi şünce ve davranışları sorgulanamaz biri olasıkışır ve zırhın her halkası rak görülmez. Çünkü aksi yanındaki bir durum,halkainsanın yı kendini sıkıştırır.” (Müslim, Zekât, 77.) Cömert, malını inkâr etmesi anlamına gelir. başkalarıyla paylaşmanın verdiği iç huzuruyla Diğer taraftan, ashaptan cennetle müjdelerahatlar insanlar üzerindeebedi bıraktığı olum-ganenlervehariç, hiç kimseye kurtuluş lu rantisi intiba verilmemiştir. sayesinde de başka kusuru gerçek varÜstelikbirkullarını sa manada bile artıkbilen gizlisadece kalır. Allah Buna Teala karşılık cılız da değil midir? olsa bulunma hisseden her Şuhayırda hâlde mümin buisteği konuda kesin cimri bir yargıda defasında bundan vazgeçer ve insanlar bulunmaz. Sadece faziletine inandığıüzerinşahsın, de Allah’ın bıraktığısevgili olumsuz nedeniyle düşünür. kusuru bir intiba kulu olduğunu Onun gidişatıylahâle ilgiligelir. olumlu kanaatiçinde besler, daha da belirgin Vicdanen örnek hayatından çalışır. bulunduğu çıkmazınistifade ve maletmeye hırsının dayanılamaz ağırlığı altında salih ezildikçe ezilir.olarak kabul Mümin bir kimse, bir insan ettiği bir şahısta Allah’ın tecelli edip göründüSadaka verirken, yardımda bulunurken verğü tarzında ileri sürülen batıl itikatlara onay diğinin hesabını yapmak ve hesapçılığı alışvermez. kanlık hâline getirmek insanı malının kölesi Yine mümin, nerede olursa olsun, darda kaleder. Malına köle olan kişi artık iflah olmaz mış bir kimsenin ‘ya ğavs” çağrısına cevap bir hastalık olan cimriliğin pençesine düşveren ve onu bu durumdan kurtardığına inamüş demektir. Hâlbuki mülkünbulunduğu gerçek sahibi nılan özel yetkili kimselerin şekAllah’tır. İnsan ise O’nun bahşettiği sayısız Çünnilindeki inancın batıl olduğunu düşünür. metin yalnızca her emanetçisi konumundadır. Bu kü namazın rekâtında ‘yalnız sana kulluk durumda insanasenden düşen,yardım emanetin gerçek sahieder, yalnız dileriz’ cümlelebi riyle karşısında haddini aşmadan malını O’nun tekrarladığı tevhit ilkesinin bununla bağdaşmadığına inanır. harcamaktır. v rızasına uygun şekilde İnsanların en cömerdi olan Allah Rasulü, kendisinden bir şey istendiği zaman asla “yok” demezdi. (Müslim, Fedail, 50, 56.) Öyle ki sırtındaki hırkasını isteyen bir sahabiyi kırmayıp ona hediye gönderecek kadar düşünceli ve merhametliydi. (İbn Mace, Libas, 1.) OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 47 ÂY İ N E Hırs ve Tamahın Kölesi Olmak Dr. Lamia LEVENT ABUL Diyanet İşleri Uzmanı MÜMİNİ mümine ayna olarak vasfeyleyen Hz. Peygamber, mümini mümine emanet etmiştir bir bakıma. Zira ayna neyi görürse onu yansıtır ne eksik ne fazla, ne yalan ne de yanlış… Kırk kapının ardında, kırk perdenin altında gizlense dahi yansıtır cümle ahvalimizi… Küpün içinde ne varsa dışarı da o sızar diyen Hz. Mevlana da dıştaki değil içteki aynaya döndürüyor yüzümüzü; kalbimize, özümüze celbediyor dikkatleri. Kalp aynasından yansıyan hikmet dolu sözleri ile bize ayinedarlık yapan İbn Ataullah el-İskenderî’nin hikmetlerine kulak verelim de kalp aynamız cilalansın ve kemalat yolunda giden nicelerine ayna tutsun. Ümitli olduğun her şeyin kölesi, ümit kestiğin her şeyden azade ve hürsün. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar derken şairin söylemek istediği geleceğe, meçhul ummanlara uzanan istekleri elde etme hırsı olabilir mi acaba? Neden ümit eder, neden hiç tükenmez hayallerin ve emellerin ardına düşeriz? Dünya hep sevimli ve tatlı, ümitler her dem taze değil midir? Ah! Ümitler, emeller, hayaller, insanoğlunun hiç yaşlanmayan her daim diri kalan dünyalık hevesleri! Çoğu zaman ardına düştüğümüz heveslerimiz hayatımızdaki her şeyin önüne geçer ve uğruna bir hayatı tarumar edecek kadar bizi kölesi 48 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 hâline getirir. Heveslerin ve arzuların kuşattığı ve kendine bağımlı hâle getirdiği bu haz denizinde yitip gitmeden, tamahkârlığımızın bizi esir etmesine fırsat vermeden bir sorgulamanın peşine düşmek gerek. Bazen içimizden yükselen sese kendimizi kaptırırız. O ses bize istediğimiz her ne ise elde etmemizi, vazgeçmememiz gerektiğini fısıldar. Değil mi ki! Uzun yaşama arzusu, servet kazanma hırsı yanında, makam-mevki, şanşöhret gibi bizi kendilerine kul-köle eden, esaret zincirini boyunlarımıza geçiren uzun bir liste. Ne olduğu önemli değildir, tutkuyla, hırsla arzuladığımız her şeyi koyabiliriz oraya… O ses mütemadiyen şöyle der: “Sen iyi ve güzel olan her şeye değersin. Ancak isteklerini elde ettiğin takdirde mutlu olursun. Uğruna çok bedeller ödesen de hak ediyorsun onu. Asla vazgeçme! İsteklerinin, arzularının peşinden git.” İçimizdeki bu ses o kadar baskındır ki ne aksini düşünmek ne de doğruluğunu tartışmak isteriz. Hırslarımız aklımıza galip gelmiştir artık. Bir serabın peşinde mecnun misali giderken hırslarımızın bizden neleri alıp götürdüğünün, uğruna neleri feda ettiğimizin farkına bile varamayız. Öyle ki, kendi hürriyetimizden, benliğimizden, duygularımızdan, insanlığımızdan neleri feragat ettiğimizi anlamak için uyarılmaya muhtacız. ÂY İ N E Ümitli olduğun her şeyin kölesi, ümit kestiğin her şeyden azade ve hürsün. İbn Ataullah İskenderî O ses ve onun telkin ettiği hiçbir şey bize peşine düştüğümüz manevi huzuru getiremez. Çünkü isteklerin arzuların biri bitmeden diğeri başlar ve sonu gelmez. Dahası o ses hep başkalarının sahip olduklarına göz diker ve kendisiyle kıyaslar. Hüsran ve mutsuzlukla neticelenen bir yoldur bu! Hakikate, erdeme, ilme, dostluğa, kardeşliğe, iyiliğe adanması gereken hayat boş emellerin peşinde savrulup heba olur… Hayatın asıl hakikatinden uzak düşen ve yolu o hakikatle buluşmayan kimselerin asıl ıskaladığı şey, bizi çepeçevre saran hayatın gelgitleri arasında sahici bir sese kulak verememek. Efendiler Efendisi, kalpleri hırs ve tamahla kararanlara en büyük hazinenin gönül zenginliği olduğunu hatırlatıp uyandırıyor gaflet uykusundan: “Ey hâkim! Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala tamah etmeden gönül zenginliği ile sahip olursa kendisi için malı bereketlenir. Kim de hırs ve tamah dolu bir kalple bu malı isterse tıpkı yiyip de doyamayan kimse gibi, onun için malın bereketi kaçar.” (Buhari, Zekât, 50.) Kalplerin sırlarını açan ve bizlere ayna tutan İmam Gazali, tamahkârlık ve hırsı çoğaltan kimsenin halka ihtiyacı çok olur, bu da insanı zillete götürür, bu bakımdan kanaatte hürriyet ve izzet vardır derken, hırsların ve tamahın in- sanı düşürdüğü zillet ve esarete dikkat çeker ve menfaatleri uğruna insanlara yaklaşanlarla kimseden beklentisi olmayanların halini ise şöyle resmeder: “İstediğin bir kimseden (şeyden) müstağni ol, onunla eşit olursun. İstediğin bir kimseye (şeye) muhtaç ol onun esiri olursun. İstediğin bir kimseye iyilik yap onun emiri olursun.” (İmam Gazâli, İhya-u Ulumiddin, c. 3, s. 530, İstanbul 1993.) Hayatımızı idame ettirmemiz için makul ölçülerde varlığa sahip olmayı ancak o varlığa gönlümüzde yer vermemeyi öğütlüyor hikmet ehli. Kanaat edip Rabbin nasip ettiğine razı olmak varken, hep daha fazlasına ve başkasının elinde olana göz dikme hırsıdır insanı arzularına köle yapan. Ancak gönül evimizi böyle süfli ve gelip geçici şeylere mekân eylemek, onu ifsat etmek değil midir? Yüce Allah’ın cemaline ayna eylediği kalbi boş heveslerle doldurmak ve nihayetsiz arzulara hizmet ettirmek ne büyük müsrifliktir! Ne zaman ki dünyalık arzulardan, emellerden ve isteklerden kalbimizi hâli eyler, kanaat hazinesine sarılırız, işte o zaman gerçek özgürlüğe de kanat çırparız. O zaman tüm ümitlerin bağlandığı ve her umut edene umduğunu vermeye gücü yeten yegâne Rabbe kul olur, gönül zenginliğine ve huzuruna ulaşırız. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 49 M Ü S LÜ M AN B İ LG İ N L E R İslam’ın Bugünkü Meseleleri Üzerine Kafa Yoran Bir Fikir Adamı: Erol Güngör Kâmil BÜYÜKER AYNI memleketli olmanın yanında, onun isminin verildiği ilkokulda okuduğum vakit Erol Güngör ismi benim için sadece ilkokul sıralarında ve okul binamızın girişindeki tabelada yazılı kalmıştı. Prof. Dr. Erol Güngör ismi hayatımın kitapla, okumayla şekillenen safhasından sonra daha da belirgin bir hâl almıştı. Aradan geçen zaman dilimi içerisinde Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İslâm Tasavvufunun Meseleleri” isimli kitapları ile tanıştım. Özellikle İslâmın Bugünkü Meseleleri üzerine kafa yoran Güngör, hayatının geri kalan kısmını vakfettiği Konya’dan sahici, yerli bir ses olarak, Türkiye’yi ve uluslararası akademik camiayı etkilemiştir. Kırşehir’de manevi teneffüs, İstanbul’da fikrî tekâmül Erol Güngör, 25 Kasım 1938’de Kırşehir’de doğmuştur. Babası Hacıhafızoğulları’ndan Abdullah Sabri Bey annesi Zeliha Gülsen Hanım’dır. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Dedesi Ahi Evran Camii imamı Hafız Osman Efendi’nin çevresinde ve Kırşehir’in manevi atmosferi içinde tarih ve kültür konularına ilgi duymuştur. Ortaokul sıralarında eski yazıyı öğrendi. Lise talebe- 50 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 si iken özel Arapça dersleri aldı. (Şeyma Güngör, “Erol Güngör” DİA, c. 14, s. Havasını teneffüs ettiği yerli, İslami muhit onun düşünce dünyasını şekillendiren ilk amil olmuştur. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi okumak için İstanbul’a geldiğinde ise bu kez bambaşka bir kültür sanat muhitine intisap etmiştir. Onda derin izler bırakan isim Fethi Gemuhluoğlu’dur. Onun vesilesi ile Prof. Dr. Mümtaz Turhan ile tanışır. Bu tanışıklık hayatında yeni bir sayfa ya da çizgi değişikliğine yol açacaktır. Turhan, Kırşehirli bu gence kendisi ile çalışmayı teklif edecek ve bunun üzerine Güngör Hukuk Fakültesini bırakıp Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne girecektir. Henüz yeni üniversiteye intisap etmiş bir gençten farklı istidatlara sahip olan Güngör, Marmaratörler diye tabir edilen Marmara Kıraathanesi müdavimleri arasına dâhil olur. Burada Ziya Nur, Ali İhsan Yurt, Dündar Taşer samimi dostları olur. 1961 yılında Felsefe bölümünden mezun olduktan sonra Mümtaz Turhan hocanın yanında Tecrübi Psikoloji asistanı olarak göreve başlar. 1965 yılında ABD’ye Colorado Üniversite’sine gider ve araştırmalar yapar. Burada iki buçuk yıl kalır. Bu okulun hocalarından 305-307.) M Ü S LÜ M AN B İ LG İ N L E R Prof. Kenneth Hammond, Prof. Dr. Sabri Özbaydar’a gönderdiği mektupta, Erol Güngör’ün sadece Türkiye’de değil, dünyanın bütün birinci sınıf üniversitelerinde ders verecek seviyede bir ilim adamı olduğunu yazmıştır. (Beşir Ayvazoğlu, Defterimde Kırk Suret, Ötüken Yay. 1999, s. 123-124.) Türk aydınının olmazsa olmazları Erol Güngör, bu topluma bir dönem aydın diye takdim edilen fikirde ruhsuz ve manada köksüz isimler karşısında millî bir duruş sergilemiştir. Erol Güngör’ün aydın ya da münevver tanımında ilim, irfan, ahlak ve medeniyet birikimi vardır. Zira o aydını şöyle tanımlamıştır: “Aydın olmak bir çeşit meslek gibidir. Her meslek gibi onun da kendine göre kuralları, mükemmellik ölçüleri, ahlakı, namus ve haysiyeti vardır. Elektrik ustası kabloları yanlış bağlarsa bundan görülebilecek en büyük zarar evin yanmasıdır. Ama bir yazar zihinleri yanlış yola sevk ederse bunun zararının hesabı yapılamaz. Üstelik aydınlar bir aileye değil, bütün insanlığa hitap eden kimselerdir. Kısacası meslekler arasında mesuliyet sıralaması yapılacak olsa, aydınları baş taraflarda bir yere koymak gerekir. Aydın bu sorumlulukla orantılı bir ahlak disiplini ile zihin disiplinine sahip olmalıdır.” (Kültür Ocağında Bir Mütefekkir Erol Güngör, KOCAV Aydın olmanın hususiyetlerini müteaddit defa yazılarında sıralayan Güngör, aydının düşünce ile heyecanı birbirinden ayıran kişi olması gerektiğini ifade eder. yay. 2009, s. 281-282.) İslam’ın meseleleri yani bizim meselemiz Erol Güngör meselesi olan bir insandı. O yüzden şairin “sen bir devsin, yükü ağırdır devin” sorumluluğu ile hareket ediyordu. İslam’ın Bugünkü Meseleleri onun başyapıtıdır. Eseri 1981 yılında kaleme almıştır. Yani vefatından iki sene önce… Yaptığı doktirini hâlinde göstermek gibi sonu nereye varacağı bilinmeyen bir vebali temsil ediyorlar demektir.” (İslâmın Bugünkü Meseleleri, s. 243.) Erol Güngör, zarif, incelikli ruh yapısına sahip bir insandır. Bir gün oğlunun doğumunu haber vermek için hocası Mümtaz Turhan’a telefon açar ve hocanın refikası hanımefendiye müjdeyi “Aydın olmak bir çeşit meslek gibidir. Her meslek gibi onun da kendine göre kuralları, mükemmellik ölçüleri, ahlakı, namus ve haysiyeti vardır.” tavsiyeler dikkat çekici ve bugüne de hitap etmektedir: “İslam davasının asıl yükü, fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor. Müslüman aydınlar ve din adamları, âlimler, mütefekkirler, sanatkârlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar. Medeniyet âlimlerle sanatkârların işidir. Yeni bir İslam medeniyeti de elbette ilim, fikir ve sanat eseri yaratanların omuzlarında yükselecektir. Eğer onların gayretleriyle Müslümanlar arasında bir silkinme ve kalkınma olursa, siyasi hedefler kendiliğinden ele geçecektir.” Güngör’e göre İslam siyasi çatışma ve tartışmaların dışında tutulması gerekir: “İslam’ı bu çatışmaların dışında tutmayı başaranlar onun birleştirici gücü sayesinde eşitlik ve kardeşliği tesis edebilirler. Bunu yapmadıkları takdirde İslam’ı kendi fırkalarının yani tefrikalarının verdikten sonra der ki: “Kusura bakmayın! Oğluma Mümtaz adını koyamıyorum. Olabilir ki, onu zaman zaman azarlamam icap edebilir.” Bu incelik, aldığı kültürün ve yüksek idrak duygusunun nişanesi olsa gerektir. Erol Güngör, 24 Nisan 1983 tarihinde aramızdan ayrıldı. Henüz 45 yaşında iken vefat ettiğinde Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü vazifesini yapmaktaydı. Hayatının son demlerinde onu tanımış olan İsmail Yakıt vefatına şu tarihi düşürmüştür: Erol Bey Hakk’la dostumuz yaşardı O kim ilmiyle olmuştu yekta Mücevher bir beyit târîh-i fevti Mülâkî eyledi Gufrân-ı Hakk’a Makâmıdır anın cennât-ı a’la (1983) (“Tam Bir Ay Sonra”, İsmail Yakıt, Prof. Dr. Erol Güngör Anısına Armağan, Konya 1998, s. 219.) OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 51 S Ö Z Ü N YA N K I S I Tevhide Şahitlik Etmek Leyla İPEKÇİ ALLAH Teala mümin kulunun kalbini saygın bir ev ve büyük bir harem yapmıştır. Yere göğe sığmayan Allah mümin kulunun kalbindedir. Müminin yani kâmil insanın kalbini âlemlerin kalbi Kâbe temsil eder. Biz de buradan hareketle kâmilin kalbinin Kâbe’den üstün olduğunu idrak ederiz. Hacıların tavafta Kâbe’ye ölme- 52 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 den önce ölmek için gelmelerinin anlamları açılmaya başlar bizde. Hayy ile yeniden dirilmek için önce bizdeki o emanet nefesi sonuna dek vermek ve son nefesi verir gibi bir ölmek gerekiyor. Varoluşun kemalinde yeniden doğabilmek için... O nefesi şuurla alabiliyor muyuz peki? Kâbe’ye yüz sürebilmenin hakikatine yaklaşabiliyor muyuz? Takvimin başlangıcı olabiliyor mu nefsten ruha doğru çıktığımız hicret? Mekke’den Medine’ye çölü geçerken tefekkür edebiliyor muyuz çoraklığımızı ve kuraklığımızı dindirecek olan hayat suyunu kaynağından çekip çekmediğimizi? Medine’ye En Sevgili’nin huzuruna vardığımızda kendi “ruh medeniyeti”mizi inşa etmiş oluyor muyuz? “Cennet bahçelerinden bir bahçe”ye alnımızı koyduğumuzda yeşeriyor mu tohumumuz? Bütün bu sorularla birlikte döne döne kâinatın ritmine dâhil oluruz, her şaftta selamlayarak Hacerü’l-Esved’i. O taş ki, cennetten kopup geldiğine inanılan. Hiçbirimize ait olmayan... Hiçliğimizin kamaşma noktası. Kalbin semalarına inen nur… Kalbin kara nuru, kara sevdası. Yokluğa talip olmak, tam teslimiyet… Biz ise hırsla, kibirle, inatla varız! Benlik atfediyoruz kendimize. En büyük zulüm… Paramparça ediyoruz zamanı, mekânı. Hacerü’l-Esved’i günahlarımızla karartıyoruz. Oysa onun şahitliğinde içimizin kandilini yakabildiğimiz oranda dışımızı ışıldatabiliyoruz. Allah’ın evi Allah isminin zikredildiği yer. Alfabelerin tüm harfleri pıtır pıtır dökülüyor. Yapıldığımız toprak bağrını açıp içine aldıkça tohum oluyor her harf. Tohum, İnsanın vücudunda dolaşıncaya dek aşamalardan aşamalara geçiyor, âlemlerden âlemlere intikal ediyor. Her büründüğü şekil, kendi türünün bir özelliği... Ve sonra tüm varlıklar bu şekilde kendisine tüm kelimelerin toplamı verilen En Sevgili’ye dönüşüyor. O kelimeler ki edebiyle sarf edebilmek için nefes gerekiyor her birimize. S Ö Z Ü N YA N K I S I O nefesi şuurla alabiliyor muyuz peki? Kâbe’ye yüz sürebilmenin hakikatine yaklaşabiliyor muyuz? Takvimin başlangıcı olabiliyor mu nefsten ruha doğru çıktığımız hicret? Mekke’den Medine’ye çölü geçerken tefekkür edebiliyor muyuz çoraklığımızı ve kuraklığımızı dindirecek olan hayat suyunu kaynağından çekip çekmediğimizi? Kalbin Kâbe’sinden üflenen... İsimlerin hakikati öğretilen Hazreti Âdem’den (a.s.) tek kişilik ümmet olma bilincine eren Hazreti İbrahim’e (a.s.), Kâbe’deki putları Hazreti Ali’ye (r.a.) yıktıran Efendimize (s.a.s.)... Kâbe’nin hakikati an’da olmanın sırrı açıldıkça kuşatmaya başlıyor bizi. Daldıkça derinleşen kıyısız okyanusun dibinde, en derinlerdeki inci misali... Kabuğu içinde güzelliğin cevherini barındıran… Dürr-i yekta. En Sevgili. Zerreden küreye her şey bu ilk tohuma, Onun manasına ulaşmak, Onunla tamamlanmak, Onun güzelliğinde kendi nurunu bulmak istiyor. Kendindeki Nur-ı Muhammedi’yle buluşmak istiyor. Her şey kavuşma arzusuyla cezbe hâlinde O’na doğru. Allah’a itaat etmek isteyen O’na yani Habibine itaat ediyor bu yüzden. Ayetin buyurduğu gibi: “De ki Allah’ı seviyorsan bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici, çok merhametlidir.” (Âl-i İmran, 3/31.) Hazreti Peygamber’e uymak ise Onun hakikatini gördüğümüz oranda gerçekleşiyor. Habibini ‘görmek’ isteyen manada Onun veçhesinde “görünen” maşuğa/mürşid-i hakiki’ye itaat ediyor. Surete değil, anlama. Çünkü vücut olan o “nokta-yı kübra bir.” Gizli hazine kâmil insanın gönlü; aşk evi. Oraya girmekle gerçekleşiyor hicret. Görmeye başlıyoruz. “Beni gören O’nu gördü” sözündeki anlam katmanları açılmaya başlıyor. Kâbe’nin yeryüzünde bakılarak ibadet edilen tek yapı olması da bu yüzden belki. Ona her muhabbetle bakanın gönlüne geliyor, hakikati görünmeye başlıyor. Cinler, melekler, yıldızlar, zerreler tavaf ediyor Kâbe’yi. Ama insanın tavafı hepsini kuşatıyor; nebatatın, atomun, gökadaların, taşın, kuşun tavafını yapıyor insan. Hepsinin şükrünü eda ediyor. Bir tavaf eksik olsa Kâbe’nin hakikati eksik kalacak. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti anlayabileceğimiz mahal burası. Belki Kâbe’nin/kalbin hakikatine varmak için binlerce yıl daha döneceğiz kendi sonsuzluğumuzun yörüngesinde. Safa ile Merve arasında sıratı bulabilmek için suret ile siret, iç ile dış, dünya ile ukba arasında gidip geleceğiz. Kendi nefsi için değil oğlu için su arayan Hacer annemiz gibi bizi bulacak rızkımız. İkram olacak. Arafat’a çıkarken Kâbe’ye sırtımızı verip uzaklaşacağız. Kendini bilme merhalelerinde gündüz ibadetinin yapıldığı Arafat ile gece ibadetinin yapıldığı Müzdelife’den ve Mina’dan geçeceğiz. Sonra yeniden döneceğiz Kâbe’ye. Ona veda etmek diye bir şey yok, anlayacağız. Çünkü ayrılık yok. Gece gündüzden ayrı değil, yaşam ölümden ayrı değil, sen ben’den, batı doğudan ayrı değil. Yalnızca birlik var kalpte. Yönsüzlüğe dönüyoruz Kâbe’de. Her dönüşte kozamızı yapıyoruz usul usul. Ne sınıf, ne mezhep, ne ırk, ne cinsiyet, ne makam kalıyor geriye. Nef- simiz mahlukatın teşbihine dâhil oluyor. Anlıyoruz ki her şey ile her şey arasında bir bağ var. Bir arada kelime-i tevhit oluyoruz. Kendi evimizin temelleri yükseldikçe özgürleşmenin teslimiyet olduğuna varıyoruz. Bilmeyi sevdikçe O’nun bilinmeyi sevmesine şahit oluyoruz. Allah Teala kendisini bilmeyi Allah’ı bilenlerin kalbine bir hazine olarak yerleştirmiştir. İbn Arabi hazretleri bu tevhit şahitliğinden bahsederken şöyle der: “Kelime-i şehadet, dünya ve ahirette sürekli saklanan bir hazinedir. Varlıklarda ve hakikatlerde ortaya çıkan her iyilik, onun hükümlerindendir ve hakkının bir yönüdür.” “Hazineyi bilme” yolculuğunda aşk hepimize farz. Fıtri bir zorunluluk... İnsanın her şeyiyle bir noktada toplanması aşk... Aşk, her şeyi yerli yerine koyan... Birbiriyle buluşturan. Kavuşturan... Aşk bu anlamda adaletin tecellisi… Adalet var çünkü aşk var. Aşk var çünkü sır var. Sır; her kalbe kendi nasibi uyarınca açılıyor. Tenzih ve teşbihlerimiz tevhitte buluşacak. Tevhide şahitlik ettiğimiz oranda din tamamlanacak. Ölmeden önce ölmenin, ikinci doğumun müjdesi bu... Kutlu doğum. İşte sanırım biraz da bu yüzden Kâbe tevhidin, tevhit insan-ı kâmilin, insan-ı kâmil Rasulüllah’ın, Rasulüllah ise Hac’da nefsimizden geçirdiğimiz “O’ndan geldik, yine O’na dönüyoruz”un (Bakara, 2/156.) canlı tefsiri. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 53 D İ N V E H A Y A T AKLIN GÜNDEMİ Kalbin Rotası, Hayatın Kalitesidir Mukadder Ârif YÜKSEL Samsun Canik Müftüsü BİR zamanlar bineği ile yolculuk yapan bir seyyah, uğradığı memlekette ilmi ile meşhur bir âlimin adını duyar, onu ziyaret ederek kısa süreliğine de olsa ilminden feyiz almak ister. Âlimin yanına vardığında ders verdiği odada, yerde serili bir hasır, üzerine oturduğu bir minder, önünde kitabını koyduğu rahle ve odanın dört duvarını kaplayan kitaplar vardır. Seyyah, odayı dolduran kitapları görmezden gelerek âlime, “Efendim yanınızda dünya malı olarak pek bir şeyiniz yokmuş.” der. Âlim de, “Senin yanında neden fazla bir şey yok?” diye sorar. Seyyah, “Efendim, ben yolcuyum ve yanıma taşıyabilecek kadar eşya aldım.” der. Âlim, “Ben de yolcuyum.” diyerek yolcuya kısa ama hikmet dolu bir ders verir. Gereğinden fazla mala ihtiyaç duyarak ihtirasla bunları elde etmeye çalışanlar, lüzumsuz bilgileri zihinde depolayanlar ve üzerine düşmeyen işlerle meşgul olanlar, 54 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 kendilerini boş yere yoran ağır yüklerin hamallığını yapmış olurlar. Fakihler, hayata dair ihtiyaçları, zaruriyyat, haciyyat ve tahsıniyyat olmak üzere üç şekilde derecelendirmişlerdir. Zaruriyyat, hayatı devam ettirmek ve kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durabilecek gereksinimlerdir. Haciyyat, hayatı kolaylaştıracak, hayat standardını yükseltecek ve başkalarına da fayda sağlayacak imkânlardır. Tahsıniyyat ise hayatın süsü ve ziynetleridir. Yazımızın başında anlattığımız nükte ilk bakışta, dünyaya tamah etmemeyi ve kanaatkâr olmayı öğütler ancak bu nüktenin ışığında hayata hikmet penceresinden baktığımızda, bilgi ve hikmetle oluşan bir zihniyetin anlam kazandırdığı ve şekillendirdiği özgün bir dünyayı temaşa ederiz. Biz de yazımızda konunun bu yönüne temas etmek istiyoruz. Gözümüz günlük ortalama bir terabaytlık datayı zihnimize gön- derir, kulağımız da ses olarak kaydettiği verileri zihne gönderir. Zihinde biriken bilgiler, ihtiyaç, önem, öncelik ve gereklilik durumuna göre süzgeçten geçirilir ve lüzumu hâlinde kullanılmak üzere depolanır. Kişi, iyi bir eğitimle sağlam, makul ve makbul bir paradigma oluşturabilmişse, ilgisi, bilgi ve hikmete yönelikse ve bilgi tahsilinde daima maslahatı gözetiyorsa zihinde yararlı bilgiler birikmeye başlar. Zihnin yegâne sermayesi, aynı zamanda rehberi olan yararlı bilgi ve tecrübe, aklın gündemini oluşturur. Bilgi ve hikmet gündemli akıl, “Sözü dinler ve sözün en güzeline tabi olur.” (bkz. Zümer, 39/18.) Konuşurken de dikkatli davranır ve “Doğru söz söyleyin” ilahî emrini aklından çıkarmaz. (bkz. Ahzab, 33/70.) Bilgi ve hikmet gündemli akıl, sahih imanla birlikte hareket ettiğinde kalbin ibresi, Kâbe’yi gösterir, “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol.” (bkz. Hud, 11/111.) ilahî D İ N emri, müminin temel prensibi ve yegâne istikameti hâline gelir. Bilgi ve hikmet gündemli akıl ve sahih iman, hayata anlam katar ve mümini ulvi bir gayeye sevk eder. Bu durumu temin eden bir müminin hayatına, iyilik, güzellik ve doğruluğun gerekleri, insani ve medeni değerler hâkim olmaya başlar, hasılı hayatına kalite gelir. Zihnini, gerekli gereksiz lüzumsuz bilgilerle dolduran bir kişinin akıl gündemini, gündelik maddi ve nefsani ihtiyaçlar belirler. Nefsani duygular ve dünyevi hisler, kalbi de hissiyata sevk eder, hisler, duygu ve düşünceye galebe çalar. Lüzumsuz bilgilerle oluşan aklın gündemi kişisel menfaate odaklanır. Bu durumda olan bir kişi için, çıkar sağladığı her şey ve her kişi, iyi, doğru ve güzledir, yarar sağlayamadığı şeyleri ve kişileri de kötü ve zararlı olarak değerlendirir. Çıkarcıların sözleri malayani, uğraşları oyun ve eğlenceden ibarettir. Bilgi ve hikmetli yaklaşımın olmadığı yerde, malayani ve boş işler vardır. Bunun için çıkarcılar, çıkarı için kullanamadığı kimselerin sürekli dedikodusunu yaparlar. Toplumda insanları birbirine yakınlaştıran yararlı sohbetlerden ziyade insanların arasını açan gıybet ve dedikodunun çokça yapılmasının sebebi, yararlı bilgi ve hikmetli bakış fakiri olmamız dolayısı iledir. Bunun için Hz. Peygamber, yararsız bilgiden Allah’a sığınmıştır. (bkz. Tirmizi, Daavat, 69.) Bir Çin atasözü şöyledir: “Yüksek düşünceli insanlar fikirleri tartışır, orta düzeyli insanlar olayları tartışır, basit insanlar ise kişileri tartışır.” İnsanların arkasından ileri geri konuşanlar, dedikodu yapanlar “Toplumda ne kadar kötü insanlar var, ama ben onlardan beriyim.” demeye getirir. Sürekli ünlülerin yaşantısından bahsedenler, kişiliklerini abartarak anlatanlar, magazine odaklı olanlar, hatta onları putlaştıranlar da zımnen “Ben de onlardanım, onlara yakınım.” demek ister ve yücelttiği insanlarla birlikte kendisini yüceltmek ister. Geçmişte ve günümüzde fikirleri ve yaşantıları ile topluma rehberlik yapan şahsiyetlerin yeri geldikçe örnek gösterilmesi bu bağlamda değerlendirilemez. Örnek şahsiyetlerin anlatılmasındaki gaye, öyleyse biz de onları takip ederek dünya ve ahiret mutluluğunu elde edelim mesajı vermektir. V E H A Y A T Bir gün Nasreddin Hoca’ya yanındaki bir adam, “Hocam, bak biri baklava götürüyor.” deyince “Bana ne” der. Adam, “Ama hocam, adam baklavayı sizin eve doğru götürüyor.” dediğinde ise “O zaman sana ne.” der. Nasreddin Hoca bu nüktesiyle, üzerine düşmeyen şeylerle ilgilenmediğini, kendisini ilgilendiren hususlara da başkasını karıştırmak istemediğini ortaya koymuştur. Aklın gündemini, yaratılış gayesi ve insanlığın yararına olan konularla meşgul etmek için, onu faydalı bilgi ile donatmak, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere hayata ışık tutan eserleri okumak, kâinatı hikmet nazarı ile temaşa etmek ve hayatın gayesini idrak için tefekküre dalmak gerekir. Yararlı bilgi aklımızı ihya eder, sahih iman ise kalbimizi dosdoğru istikamete sevk eder. Hayata hikmet nazarı ile bakış ise insanı kaliteli bir hayat düzeyine taşır. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 55 D İ N V E H A Y A T Bir Şehir İnşa Edilirken 56 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 D İ N V E H A Y A T Suavi Kemal YAZGIÇ “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir.” İsmet Özel ŞEHİRLER sadece tuğla, demir ve harçla kurulmaz. Şehirleri betonarme yığınından ayıran şey, şiirdir, edebiyattır, musikidir… Bütün bu sanatlarla uğraşırken insan hayatını da güzelleştirir yaşadığı şehri de. Güzel bir şehirde yaşayan insan, güzel bakar, güzel hisseder, güzel konuşur. Böylece biz şehirleri inşa ederken aynı zamanda kendimizi, kimliğimizi de inşa etmiş oluruz. Mimar ustalığını şehrin dokusuna, siluetine işlerken şair de mısralarıyla o şehrin ruhunu inşa eder. İstanbul’u İstanbul yapan Mimar Sinan kadar, şair Nedim’dir de… “Bu şehr-i stanbul ki bî misl ü bahâdır Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır” diyerek İstanbul’un paha biçilmezliğine işaret eden şair, aynı zamanda şehrin kıymetini de artırır. Necip Fazıl ise “Canım İstanbul” derken İstanbul’un güzelliğine OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 57 D İ N V E H A Y A T kendi ruhundan da bir şeyler katar ve böylece şehri şiirle yeniden kurar. Tanpınar, “Bursa’da Zaman”ı yakalarken Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı yahut “Kocamustafapaşa”yı şiirleştirirken, Orhan Veli İstanbul’a kulak verirken şehirden aldıklarından fazlasını şehre kazandırırlar. Zaten şair olsun ya da olmasın her şehirlinin yapması gereken de bu değil midir? Şehirden aldığımızdan daha fazlasını ona vermek değil midir yapmamız gereken? Çünkü şehre kattığımız her değeri aslında kendimize vermiş oluruz. Bizim sorumluluğumuz şehirleşmede değil insanda olmalıdır. İnsan meselesini, kültür, tarih, dil, kimlik meselelerini çözmeden şehirleşme sorunlarının çözülebileceğini düşünmek; şehri insanların inşa ettiği yapılardan ibaret görmek demektir. Bu da hiçbir derde şifa olmaz. Şehirle insan; insanla kültür, kültürle tarih arasındaki karşılıklı ilişkiyi çözmeden ve şehirleşme sorunlarına bu perspektiften yaklaşmadan atılacak adımlar çözümün değil tam tersine sorunun bir parçası olur. Sorumluluklarımızın ne olduğu fikrine varmanın yolu bizim kim olduğumuz sorusunun yanıtı bulunmadan verilemez. Bu soru yanıtlandıktan sonra da çözümün önündeki bütün hacet kapıları bir bir açılır. Sorunlarımıza ve sorumluluklarımıza sahip çıkmanın ve çıkmaz sokak sanılan nice sancılı problemi birer avantaja, enerji kaynağına, fırsata çevirmenin yolu da ancak böylesi bir mesainin ardından gelir. Bu mesai- 58 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 D İ N Şehirlerde fikirler kök salar, bilgiler artar, görüşler değişir. Şehir, insanın doğaya verdiği bir şekildir. Şehirleşme ise sadece bina, yol ve köprü inşaatından ibaret maddi bir faaliyet değildir. Şehirler; kültürün, yaşayışın, inançların şekle bürünmüş halleridir. Bu yüzden de şehirler kendilerini inşa eden insanları yansıtan bir büyük aynadır. nin bereketi için tarihi, geçmişte kalmış olaylar ve vefat etmiş insanların hayat hikâyeleri olarak değil, içinde yaşadığımız bir büyük okyanusu tanır gibi okumak gerekir ki bu durumu Yahya Kemal Beyatlı’nın deyişiyle “kökü mazide bir ati” olarak da isimlendirmek mümkündür. Nurettin Topçu geleceğimizi inşa edecek gençlerimizde olması gereken özellikleri ve bu gençlerin taşıması gereken sorumluluğu şu sözlerle özetler: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir. Yarınki Türkiye’nin kurucuları, millet ve cemaat uğruna fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif simada insanları şahıslarında birleştireceklerdir. Onlarda Yunus Yavuz’la birleşecek; Sinan Akif’e uzanacak; Ebu Hanife Hüseyin Avni’yi tebrik edecektir ve onların eseri olacak yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğunu inanmış bir ruh.” V E H A Y A T Nagehan ol şara vardım Ol şarı yapılır buldum Ben dahi yapılır oldum Taş u toprak arasında Hacı Bayramı Veli’den alıntıladığım bu dörtlük, şehir-insan ilişkisini iki yönlü açıklıyor. İnsanlar tarafından inşa edilen şehir, aynı zamanda da insanların kültürlerini, sosyal hayatlarını ve ekonomilerini biçimlendirir. Nasıl insanlar yaşadıkları şehirleri şekillendiriyorsa, şehirler de zamanla insanları şekillendirir. Şehirler bu yönleriyle içlerinde yaşayan insanlar için birer görünmez üniversitedir. Şehirlerde fikirler kök salar, bilgiler artar, görüşler değişir. Şehir, insanın doğaya verdiği bir şekildir. Şehirleşme ise sadece bina, yol ve köprü inşaatından ibaret maddi bir faaliyet değildir. Şehirler; kültürün, yaşayışın, inançların şekle bürünmüş halleridir. Bu yüzden de şehirler kendilerini inşa eden insanları yansıtan bir büyük aynadır. Her medeniyetin farklı bir şehir anlayışı vardır. Şehri oluşturan kurumlar, bu kurumlara verilen önem medeniyetten medeniyete farklılık gösterir. Bu sebeple aynı medeniyetin bütün şehirleri temel özelliklerde birbirlerine benzerler. Sadece geniş caddeler açmak, bulutlara ulaşan gökdelenler inşa etmek ve binaları dolduracak kalabalıkları toplamak bir yerleşim birimini “şehir” yapmaya yetmez. Şehir benliklerimizin toplamı bir bizlik duygusudur aynı zamanda. Bu yüzden de şehirle ilgili her sorun, bizim sorumluluğumuzdadır. Şehre verdiğimiz önem ve şehir için harcadığımız emek kendimiz için de bir kazançtır. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 59 DİN GÖREVLİSİNİN H AT I R A D E F T E R İ N D E N Halkın Hocası Olmak Sefer ASLAN Samsun / Havza-İmam Hatip 2005 yılında imam hatip olarak atanmakla, mensubu olmaktan gurur duyduğum, Diyanet teşkilatının bir neferi olmuştum artık. Suyu, tuzu, kabı ve yapacak kişisi hazırdı ama hamur yapmak için ortada un yoktu. İlçeye 40 km uzaklıktaki küçük bir mahalleye imam olmuştum. İnsanları cuma günleri ancak görebiliyordum. Oysa imam hatip lisesinde öğrenci olduğum yıllardaki hayalim şuydu. Cemaati çok olan bir yere imam olacak ve bazı şeyleri başarmaya çalışacaktım. Bu yüzden 60 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 gerek hafızlığımı ikmal ettiğim esnada gerekse lise yıllarında halk tarafından saygı gören emektar hocalarımızı izleyerek onlardan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Kısacası kafamda öyle bir hoca modeli oluşturmuştum ki sadece caminin değil halkın hocası olmak istiyordum. Ancak karşılaştığım bu yalnızlık beni üzüyor, insanlara faydalı olamamanın ıstırabını çekiyordum. Bu sırada askerlik hizmeti için çağırıldım. Acemilik eğitiminden sonra Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı’nda vatan görevine başladım. Beni askerî hastaneye görevlendirdiler. Orada iki imam arkadaşla daha tanıştım. Diğer imam arkadaşlarım benden kıdemli idi. Onlara görevimi sorduğumda bana verdikleri cevap bugün gibi hatırımda: “Bu cennet vatan için şehit düşen kardeşlerimize karşı son vazifeyi ifa edecek ve onları al bayrağımıza saracağız.” Bu sözleri duyduğumda tepeden tırnağa ürpermiştim açıkçası. Çünkü sivil görevde iken böyle bir esnada beni kan tutmuş ve bayılmıştım. DİN GÖREVLİSİNİN H AT I R A D E F T E R İ N D E N Düşünüyorum da halkın hocası olmak, herkes tarafından kabul görmek, Hz. Peygamber Efendimize vâris olmaya, hatta ayağının tozunun tozu olmaya çalışmak ne kadar ulvi bir duygu. Dua etmeye, Allah’tan bana yardımını göndermesini istemeye başlamıştım. Bir yıl boyunca görevde kaldım ve pek çok kardeşimize karşı görevimi ifa ettim. Mevla’nın verdiği metanet ve yaptığım görevin ulviyeti sayesinde hiçbir güçlükle karşılaşmadım. Her şehidin ardından tümende tören yapılır, törende imam şehit duasını okurdu. Tümendeki rütbeli, rütbesiz tüm askerlerin önünde bir imam olurdu. Bundan dolayı bütün tümen bizi tanırdı. Özellikle mesai saatlerinden sonra bir asker gelir “Hocam sizi falan subay, astsubay veya uzman bekliyor” der; ben de seve seve giderdim. Orada âdeta dinî danışmanlık rehberliği yapıyordum. Her şeye kâdir olan Mevla benim memlekette aradığım halkın hocası rolünü bana ilk olarak Şırnak’ta, Namaz dağıyla Cudi dağının arasında nasip etmişti. Teskeremi alıp gelince 150 haneli merkezi bir köye tayinim yapıldı. Kafamdaki hoca modeli ve sadece mihrap imamı değil halkın imamı da olma zamanı artık gelmişti. Susamış toprağın suya kavuşması gibi ben de cemaatime kavuşmuştum. Her vakit neredeyse 60-70 kişi geliyordu namaza. Bu beni çok mutlu etmişti. Çünkü her namazda halkla kaynaşıyor onlarla hemhâl oluyordum. İlköğretim altıncı sınıf öğrencilerinden bir gurup oluşturup namazlardan sonra zaman ayırarak namaz surelerini, namaz kılmayı, müezzinliği, ezan okumayı öğretiyordum. Yaz kursunda aynı öğrencilerden ilahi gurubu oluşturduk. Vakit namazlarında ramazanda müezzinliğini hep onlar yaptılar. Bu olay bütün köy halkının teveccühünü kazanmamıza vesile oldu. Aynı zamanda diğer çocuklara da model oldu bu. Onların adı halkın yanında “cami bülbülleri” olmuştu. Öğrencilerle futbol, voleybol oynuyor ve sporda kötü söze ve şiddete yer olmadığı anlatılıyordu. Trafik kuralları, okula gidiş gelişlerde dikkat edilecek hususlar anlatıyordum, bazen de yola çıkıp uygulamalar yapıyorduk. Böylece hem çocuklara örnek olunuyor hem de gönüller fethediliyordu. Yaz kursunda 35-40 tane öğrencim vardı hepsiyle tek tek ilgilenmiş ve hepsine Kur’an okumayı öğretmiştim. Onlarla yerine göre abi kardeş oluyorduk. Kurs sonunda camide yaptığımız prog- ramda cami tıklım tıklım dolmuştu. Programın sonunda cemaatimin, “Hocam lütfen hiçbir şey deme kış yakacağın bizden” demeleri memnuniyet ifadesiydi. Çocukların gerek okul bahçesinde gerek köy içinde etrafımı sarıp hoş muhabbetleri ve hâl hatır sormaları ve karşılıklı dualaşmalarımız imrenilecek bir hâl almıştı. Şükürler olsun ki bu durum hâlâ devam ediyor ve öğrencilerim yaz kursunu iple çektiklerini söylüyorlar. Düşünüyorum da halkın hocası olmak, herkes tarafından kabul görmek, Hz. Peygamber Efendimize vâris olmaya, hatta ayağının tozunun tozu olmaya çalışmak ne kadar ulvi bir duygu. Anacığımın, “Oğlum bu köy halkı senin üzerine toz kondurmuyor ama sakın ha bu seni şımartmasın!” demesi kulaklarımda çınlıyor her zaman. Allah tüm din gönüllülerimize yardım etsin ve her birimizi görevlerimizde muvaffak kılsın… OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 61 Tükenmeyen Hazine: Kanaat Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ATALARIMIZ, yardımlaşmayı, basit bir şekilde izah edip yoğun bir şekilde yaşıyorlardı. Hayatlarını ve sosyal ilişkilerini belirleyen temel düsturlardan biri de kanaat idi ve bunu “Aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz.” sözüyle veciz bir şekilde ifade etmişlerdi. Bu, bir tür ekonomik manifesto idi. Hayat pratiklerinin arkasındaki basit ama binlerce yılın tecrübesini aktaran bir bilgelikle, kanaat, konusunda da gündelik hayatla- 62 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 rına doğrudan tesir eden bir bilgi üretmiş olmaktadırlar. geldiyse bu “sahip olma” hırsından gelmiştir. Yunus Emre gibi: Kanaat, en geniş anlamı ile “nefsine yetecek kadarına sahip olmak” demektir. İhtiyacından fazlasını, günümüzün tabiri ile söylemek gerekirse, “spekülatif malzeme olarak depoda tutmak” şeklinde tezahür eden bir tavır, kanaat etmenin tam tersidir. Mal sahibi, mülk sahibi Toplumsal barışın temellerinden biri olan kanaat, aşırı hırslı olmayı engeller. Tersinden söyleyecek olursak, hırs, kanaatin tersidir. Kanaatle ilgili beyitlerin en güzellerinden ikisini Fuzuli söylemiştir. Bir beytinde şöyle diyor: Kanaat konusu doğrudan doğruya mülkiyet duygusu ile ilgilidir ve aşırı mülkiyet duygusu, insanlar ve toplumlar arası savaşın da temelidir. İnsanlığın başına ne Hani bunun ilk sahibi veya; Mal da yalan mülk de yalan Var biraz da sen oyalan diyebilen toplumlarda, sosyal ve ekonomik barış kolay sağlanır. Cîfe-i dünya değil herkes gibi matlûbumuz Bir bölük ankâlarız Kâf-ı Kanâ’at bekleriz “Biz, dünya çirkefleri peşinde koşmuyoruz; biz bir bölük Anka K Ü L T Ü R - S A N AT Kanaat, en geniş anlamı ile “nefsine yetecek kadarına sahip olmak” demektir. İhtiyacından fazlasını, günümüzün tabiri ile söylemek gerekirse, “spekülatif malzeme olarak depoda tutmak” şeklinde tezahür eden bir tavır, kanaat etmenin tam tersidir. Toplumsal barışın temellerinden biri olan kanaat, aşırı hırslı olmayı engeller. Yani hırs, kanaatin tersidir. kuşuyuz ve kanaat Kafdağı’nı bekleriz.” diyor Fuzuli. Fuzuli, kemale ermiş insanın, bu dünyaya ait hevesler peşinde koşmadığını, kemale ermişlerin efsanevi bir kuş olup Kafdağı’nda yaşadığına inanılan Anka kuşu olduğunu; kartal, atmaca, şahin gibi kuşlar leş yerken, kendilerinin Anka gibi olup Kafdağı cesametinde bir kanaat zenginliğine sahip olduğunu belirtiyor. Bir leş parçası ile Kafdağı büyüklüğünü keskin bir çelişki ve çatışma şeklinde kurgulayan şair, küçük bir hevesle (leş yemek) büyük bir haslet ve erdemi (kanaat) karşılaştırırken, olgun insanın tercihinin daima kanaatten yana olduğunu ifade ediyor. Bir diğer beytinde Fuzuli, sultanın sahip olduğu zenginlikle, kanaat sahibinin sahip olduğu zenginlikleri şöyle karşılaştırır: Ey Fuzûlî ben kanâ’at mülkünün sultanıyım Saltanat esbâbı eğnimde pelâs-ı fakr bes “Ey Fuzuli, ben kanaat ülkesinin sultanıyım; saltanat giysileri de ancak eğnimdeki fakirlik abasıdır.” diyen şair, kanaat hasleti ile saltanata dayalı mülkiyet karşılaştırması yapar. Saltanat sahibi olmak, koskoca- man bir ülkeye, her şeyiyle sahip olmak demektir. Yani dünyevi saltanatın temelinde aşırı mülkiyet duygusu yatar. Tabii, bu saltanat, sadece siyasî saltanat anlamına gelmez; “egemen olmak” anlamına da gelir ve Fuzuli, ferdî egemenliği de ihtiva eden bir saltanat anlayışını, kanaat ile karşılaştırıyor. Kanaat hasletini izah eden Fuzuli, kendisinin “kanaat mülkünün sultanı” olduğunu söylemekle, insanlar arasındaki toplumsal barışı besleyen ve bu yüzden de en büyük zenginlik olan kanaati yüceltmektedir. Kanaat mülkünde sultan olan kişi, orada herkes kanaat sahibi olduğundan hiçbir yönetim sorunu yaşamaz. Aşırı tamahın, hırsın, ezici rekabetin olmadığı ve güçlü olmak için her şeyin mübah olarak görülmediği bir ülkede, huzur ve barış hâkimdir. İşte bu huzur ve barış, insanlar için asla bir bedelle ölçülemeyecek en büyük zenginliktir. Böyle bir ülkede saltanat alameti giysi olarak aşırı süslü ve mücevherlerle donanmış giysiler giymeye hiç gerek yoktur; o ülkede sultan bile bir fakirlik alameti olan basit abalar giyer. Pahalı ve süslü giysiler, yukarıdaki beyitte ifade edilen “cife-i dünya”dır Fuzuli’ye göre ve kanaat mülkünün sultanı asla cife-i dünyaya tamah etmez; az ile yetinir. Çünkü o, “Fakirliğim, övüncümdür.” veya “Kanaat, tükenmeyen bir hazinedir.” diyen bir peygamberin ümmetidir. Kanaat, bir başka açıdan da tatmine veya istiğnaya ulaşmak demektir. Yani, mevcutla doymak ve doyduğunla mutlu olmak… Elbette bu yarını düşünmemek anlamına gelmez ve sadece karın doyurmak da değildir mesele. Mevki-makam, şan-şöhret hırsı da kanaatin en büyük düşmanıdır ve mevki-makama da doymak ve şan-şöhret peşinde koşmamak gerekir. Eskiler “Şöhret afettir.” derler. Kanaatkâr bir insan nefs-i emmare (hayvani nefs)’ten başlayıp, nefs-i levvame (kendini kınayan nefs) nefs-i mülheme (sırların ilham edildiği nefs) merhalelerini geçip dördüncü derece olan nefs-i mutmainne derecesine ulaştığında artık kanaat zenginliğine de kapı aralamış demektir. Toplumsal barışı bozan dünya nimetlerine sahip olarak zengin olmak, yanında huzursuzluğu da getirdiğinden, kanaatkâr olup bütün insanlığa barış ve huzur verebilecek ve hiç tükenmeyecek bir hazineye sahip olmak, en güzel haslet ve erdemdir. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 63 kültürsanatedebiyat DÜNYAYA gözlerini yeni açmış, her şeyden habersiz olduğunu sandığımız bir insan yavrusu bile aslında pek çok şeyin farkındadır. Her şeyden önce o küçücük bebek, annesinden haberdardır. Annesinin dokunuşunu, kokusunu, sesini tanır ve bunlar vesilesiyle kendini güvende hisseder. Anne ile bebek arasında görünmeyen lakin güçlü olarak hissedilen bu bağ, Allah’ın büyük bir lütfudur. Bebek, hayatı annesi ile tanır; hatta bebeğin hayatı sadece annesinden ibarettir desek yanlış olmaz. Minik bir bebek, yaşamın pek çok alanıyla olduğu gibi sanat ile de annesi vesilesiyle, henüz ana kucağındayken tanışır. Sevgi dolu ve ahenkli bir sesle söylenen ninnilerle huzur bulur, uykuya dalar. Bu huzurlu anlar evvela çocuğun ileriki hayatının şekillenmesinde önemli yere sahip olan güven duygusunun kazanılması için elzemdir. Akabinde ise müzik zevkinin ve kelime hazinesinin temelinin atılması açısından önemlidir. Çünkü bebek, ilk müzik deneyiminin yanı sıra dinî ve ahlâkî duyarlılığını da annesinin ninnileri sayesinde edinir. Sözlü halk edebiyatı ürünü olan bu eserler, duygusal ve sanatsal alanların yanı sıra metin 64 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Ninni Dedim UYUSUN Allah Dedim BÜYÜSÜN Dr. Şerife Nihal ZEYBEK içerikleri açısından da son derece önemlidir. Ninniler bilinçaltına kaydedilmekte, böylece zihinde değerlerle ilgili davranış kalıpları ve şemalar oluşmaktadır. Bilinçaltına yerleşen bu tohumlar zamanı gelince filizlenip, boy atar ve kişiliğin şekillenmesinde önemli rol oynar. Anneler çoğu kez hayır dua ederler evlatları için ninnilerde. Kimi zaman ise içlerini döküp dertleşirler yavrularıyla. Bebek, hayatı annesinin söylediği ninnilerden öğrenir; o nedenle ninniler üzerinde düşünmek ve daha kapsamlı bilgi sahibi olmak gerekir. Bu amaçla Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Edebiyatı anabilim dalında görev yapan Yrd. Doç. Dr. Ayşe Farsakoğlu Eroğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Ayşe Hanım, sizin ninniler üzerine ‘Türk Ninnilerinde İslâmî Motifler’ adlı bir akademik çalışmanız (yüksek lisans tezi) bulunuyor. Bu konuda yaptığınız araştırmaya göre ninnilerin en önemli özellikleri nelerdir? Dünya çapında düşünüldüğünde ninnilerin en önemli özelliklerinden biri neredeyse bütün milletlerde var olmasıdır. Ninnilerin bir diğer dikkat çekici özelliği ise görünüşte anneler tarafından bebeği uyutmak için, hakikatte ise manevi olarak uyandırmak için kullanılmalarıdır. Şöyle ki, anneler ninnilerde bebekleriyle hemen her şeyi paylaşırken, bir taraftan da onlara dini ve milli değerleri, tarihi hadiseleri anlatmış, böylece yavrularının gönül gözlerini ve zihinlerini uyanık tutmak istemişlerdir. Bu neredeyse bütün milletlerde böyledir. Kanaatimizce ninnilerin en önemli özellikleri bunlardır. Ninniler hayatın neresinde yer alır ve bebek için nasıl bir işlevi vardır? Ninniler fonksiyonları bakımından hayatın merkezindedirler, muhtevaları bakımından ise hayatı kuşatmışlardır. İzah etmek gerekirse, birey hayata başlarken ilk ninnisini büyük bir kutlamayla dinler, devamında ise uyutulurken veya sevilirken gibi farklı zaman dilimlerinde ninni onun hayatının tatlı başlangıçlarının ritmi olur ve anne ninnilerde bebeğinden hiçbir şeyi saklamaz. Bu sebepten ninniler, konularıyla hayatı anlatır ve onu kuşatır. Bebekler ilk müzik zevklerini, kelime hazinelerini, hayatla ilgili ilk bilgilerini annele- K Ü L T Ü R S A N AT rinin şefkatli sesiyle terennüm ettiği ninnilerle oluştururlar. Ninniler bize ne anlatır ve ninnilerde ağırlıklı olarak hangi konular işlenir? Ninniler bize dünya ve ahiret hayatına dair her husustan bahsetmeye çalışır. Ninnilerde annelerin dünyası vardır. Sevinçleri, dilekleri, üzüntüleri, korkuları, inançları, dertleri, teşekkürleri, şikâyetleri, duaları, adakları gibi konulardır bunlar. Bebekleri, annelerin sırdaşlarıdır, dert ortaklarıdır. Kimselere diyemediklerini onlarla paylaşırlar. Biz biliyoruz ki insan hayatındaki en iyi sırdaşlar bebekler ve kitaplardır. Çünkü onlar, sırrınızı kimseyle paylaşmazlar. Yaşamda ninni diye bir şey olmasaydı ne olurdu? Ninniler olmasaydı anneler yine benzer bir yol bulurlardı evlatlarıyla hayatı paylaşmak için diye düşünüyorum. Ninniler sadece bebeklerle alakalı olarak değerlendirilmemelidir. Zira ninnilerin bir de anneye bakan yönü vardır. Anne bir yandan söylediği ninnilerle evladını hayata hazırlarken bir yandan da tabiri caizse kendisine terapi yapmaktadır. Söylediği ninni sayesinde anne de aynı bebeği gibi huzur bulur. Bu bakımdan ninni, anne için de bebek için de hayati önem taşıyor diyebiliriz. Siz aynı zamanda bir annesiniz. Bu nedenle ninniler akademik alanın yanı sıra günlük hayatınızda da yer alıyor. Sizin en sevdiğiniz ninni hangisidir? İçlerinden sadece birini seçmek o kadar zor ki. Her biri ayrı güzel bence ninnilerin. Ancak benim çocukluğumda dinlediğim, şimdilerde ise bebeklerime sıkça söylediğim bazı ninniler var elbette. Hoşunuza giden birkaç ninniyi bizimle paylaşır mısınız? Hu hu illallah İllallahlar özüme Uyku gelsin gözüne Benim minik kuzuma Sen uykular ver Allah Hu hu illallah Lailahe illallah Muhammed Rasulüllah Neni dedim uyusun Allah dedim büyüsün Tıpış tıpış yürüsün Neni yavrum neni Balan gelir ellerden Başına saçıp güllerden Allah sen balamı sakla Yahşi yaman dillerden Hu hu hu gele Çeşmelerden su gele Okur yazar inşallah Âlim olur inşallah OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 65 G EÇ M İ Ş ZAMANI N İ Z İ NDE Ecdattan Yadigâr Osmanlıca: REDD-İ MİRASI RED Doç. Dr. Rıza KARAGÖZ Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi SON yıllarda Türk televizyonlarında ve sinema salonlarında tarih konulu dönem filmleri çoğaldı. Gerçi 30-40 yıl öncelerinde de Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu’nu, Kartal Tibet’in Karaoğlan ve Tarkan filmlerini izliyorduk. Fakat onlar gerek maddi ve teknolojik imkânsızlıklar gerekse filmlerin sadece eğlenceden ibaret, boş zamanı değerlendirme aracı olarak algılanmasından dolayı olağandışı (olağanüstü değil) kareleriyle hafızalarda yer eden ürünlerdi. Şimdilerde yapılan filmler ise eleşti- 66 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 rilecek başka yönleri bulunmakla birlikte yeni kuşaklara tarihini ve ecdadını tanıma fırsatı sağlayarak kültürel kimlik unsurlarıyla onları yeniden buluşturmayı nispeten başaran sanat faaliyetleri olarak değerlendirilebilir. Bu filmlerin güzel taraflarından biri de ailecek, çocuklarla birlikte izlenebilecek kıvamda olmalarıdır. Dönem filmleri, ayrıca tarih kitaplarının tirajının ve okuyucu sayısının yanı sıra toplumda okuma merakının da giderek artmasına vesile oldu. Öte yandan eğitim politikamızı yön- lendiren ve yöneteler de bunun farkında olmalılar ki genç neslin kültürel kimliğinin farkına varma ve ona sahip çıkmasını temin edecek ve kolaylaştıracak arayışlara girdiler. Bu meyanda okullarda Osmanlıca derslerinin okutulmasına yönelik düzenleme dikkat çekmektedir. Aslında “Osmanlıca”dan kasıt Osmanlı Türkçesi, Osmanlılar zamanında konuşulan-yazılan Türkçedir. Başka bir ifadeyle Arap harfleriyle kayda geçirilen Türkçedir söz konusu olan. Bu G EÇ M İ Ş ZAMANI N İ Z İ NDE Şükür ki işte son 30-40 yıldan beri ağır aksak da olsa geçmişle olan bağımızı yeniden ve daha sağlıklı ve soğukkanlı şekilde tesis etme yolunda önemli mesafeler alındı. Tarihî yaşanmışlıklar iyisiyle kötüsüyle toplumun hafızasını oluştururlar. Hafızasını kaybetmiş bir insan nasıl kimliksizleşir ve kendini tanımaz-tanımlayamaz hâle gelirse, geçmişiyle iletişim bağlarını koparan toplumlar da, kendisini diğer toplumlardan farklı yapan kimlik ve benlik özelliklerini yitirmiş olurlar. Oysa mensubiyet ve aidiyet duygusu günümüzde eskisinden daha çok tabii hak ve ihtiyaçlardan sayılıyor. İşte bunu elde etmenin yolu ise tarihiyle, geçmişiyle barışık ve iletişim hâlinde olmaktan geçiyor. Bu anlamda artık Osmanlı Türkçesiyle yazılmış metinleri sadece tarihçilerin ve edebiyatçıların oluşturduğu minyatür bir grubun değil toplumun her kesiminden insanların, belli seviyede okur vaziyete gelmesi anlaşılabilir bir ihtiyaç olarak görülmelidir. Bu elbette masraflı, meşakkatli ve sabır gerektiren bir mesaidir. Fakat yollar açık: Camilerde elif-bayı öğrenen çocuklarımız, aldıkları bu temel bilgiyi orta öğrenim ve yükseköğrenimde Osmanlı Türkçesiyle yazılmış metinleri okuyabilir dereceye yükseltebilirler. Bu sayede redd-i mirastan vazgeçilmiş, toplumun tarih bilincini arttıracak zengin mirasımızın tozlu raflardaki hazinelerine giden kanallar çoğaltılmış ve açık tutulmuş olacaktır. Hat: Osman Özçay pencereden bakıldığında Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesi gençleri yalnız bu dönem eserleriyle tanıştırmakla kalmayıp Türk dili, tarihi ve kültürünün birinci derecede tanıkları ve belgeleri konumundaki Divanü Ligati’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi eserlerin yazıldığı 11. yüzyıla kadar birinci elden kaynaklarına ulaşmalarına da kapı aralayacaktır. Zira bu kapıların ardında sadece klasik tarih kaynağı olarak değil, kültürün, değerlerin, geleneklerin; daha geniş çerçeveden bakarsak sosyal, ekonomik, siyasi hatta kendi bireysel geçmişimizin tüm bilgileri mevcuttur. Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesiyle Arap alfabe sistemiyle kayıtlanmış olmaktan dolayı yabancılaştığımız dilimizin nadide eserleri miadını doldurmuş eşya gibi kütüphane raflarında unutulmaktan kurtulmuş olacaklar. Neden ve nasıl unutulmuşlardı? Elbette bu sorunun muhtelif cevapları olabilir. Harf inkılabının bu yabancılaşmada, geçmişle bağın kopmasında etkili olduğu göz ardı edilemez. Ama bundan daha önemlisi Cumhuriyetin ilk 30-40 yılındaki eğitim politikalarının, yukarıda sözünü ettiğimiz bin yıllık birikimin günümüze ve gelecek nesillere aktarılmasının yegâne kaynağı olan bu eserleri göz ardı edecek kadar basiretsizleşmesidir. Dahası, özelde Osmanlı kimliğine ve birikimine karşı oluşturulmak istenen düşmanlık redd-i miras hâline dönüştürülerek bu dönemle bağların tamamen koparılması hedeflenmiştir. Bu söylediğimizi ispatlayacak pek çok delil bulabiliriz. Fakat Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesiyle Arap alfabe sistemiyle kayıtlanmış olmaktan dolayı yabancılaştığımız dilimizin nadide eserleri miadını doldurmuş eşya gibi kütüphane raflarında unutulmaktan kurtulmuş olacaklar. maksadımız bunları sıralamak ve onların üzerinden ifrat-tefrit hesabına girişmek değil. Tam tersine eski ile yeninin, esasen olması gerektiği gibi, birbirinin devamı olduğunu görebilmeyi sağlamaktır. Nasıl ki bir insan atasını dedesini kendi kimliğinden silip atamazsa toplumlar da geçmişlerini görmezden, bilmezden, tanımazdan gelemezler. Ez cümle geçmiş kimliğimizdir ve onu tıpkı kanımızı miras aldığımız gibi gelecek nesillere tevarüs ettiririz. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 67 S Ö Y L E Ş İ Başbakanlık Başdanışmanı Dr. Necdet SUBAŞI “Müslümanlar, İslam’ın imajını zedelemeye ve gücünü zayıflatmaya yönelik operasyonlara karşı önlemler almalı…” Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT ABUL Özellikle 7 Ocak’taki Charlie Hebdo saldırısı ve 13 Kasım’daki Paris saldırılarından sonra İslam karşıtlığının giderek arttığını görüyoruz. İslam’a karşı oluşturulan algılarda da bunlar başat rol oynuyor. Bizlere, İslam ve Müslümanlar açısından bu olayların sonuçlarını değerlendirir misiniz? Sizin de vurguladığınız gibi Charlie Hebdo saldırısından sonra genel olarak dünya ölçeğinde Müslümanları karalamaya, Müslümanları terörle şiddetle eşleştirmeye, onunla özdeşleştirmeye yönelik bir çaba olduğu fark ediliyor. Tabii ki bu saldırıları hiçbir şekilde küçümsememek lazım. Bu saldırılarda hedef olan onlarca masum insanı burada uğradıkları mağduriyet üzerinden de konuşmak gerekir. Fakat bizim için herhal- 68 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 de bir yılın çetelesini yaparken üzerinde önemle durmamız gereken nokta bütün insanlık için bir barış ve kurtuluş umudu olarak İslam’ın bugün nasıl olup da böylesine çetrefilli, böylesine karmaşık bir şiddet teorisinin kaynağı hâline dönüştürüldüğüdür. Bunu çokça konuşmamız gerekiyor. Üzerinde durulması gereken nokta bence bu. Son zamanlarda gerçekleşen bu tür olaylarda İslam’ın bilinen yüzünü, bilinen temsilini değiştirmeye, onu zapt etmeye, dönüştürmeye yönelik çabalar olduğunu görüyorum. Yani dünya ölçeğinde İslam’ın geleneksel anlamda geliştirdiği, çoğalttığı, sahiplendiği bir imgenin, bir tasavvurun hızla boşaltılmaya, dönüştürülmeye ve çarpıtılmaya başlandığını hissediyorum. Birtakım aktörler var, belli mekânları seçiyorlar, belir- S Ö Y L E Ş İ li stratejiler içerisinde eylem gerçekleştiriyorlar, sanal iletişim ağlarının da gücünü kullanarak, tüm dünya ölçeğinde İslam’ı bir şekilde gözden düşürmeye, bir şekilde onun itibarını zayıflatmaya yönelik eylemler gerçekleştiriyorlar. Burada üzerinde durulması gereken noktalardan birisi bu eylemciler, bu aktivistler kimi temsil ediyor, bunlar ne ölçüde İslam’ın temsilcileridir ya da İslam’la ilişkileri, ilişkilendirilebilecek nitelikleri var mıdır? Bunu konuşmak gerekiyor. İkincisi küresel düzeyde etki uyandıracak eylemleri gerçekleştirenler bununla nasıl bir anlam üretmeye çalışıyorlar. Yani bir karikatür dergisinin yazıhanesini, ofisini bastığı zaman ya da işte Ankara’da bir tren garını eylemleriyle kanabularken ya da Fransa’da altı ayrı merkezde insanlara zarar vermeyi tercih ederken gerçekte yapmak istedikleri şey nedir, ona bakmak gerekiyor. Benim kişisel kanaatime göre eğer bu eylemleri gerçekleştirenler şu ya da bu şekilde İslam dünyasının bir ürünü, bir sonucu iseler onları üreten koşulları soğukkanlı bir şekilde masaya yatırmak ve konuşmak zorundayız. Yani bunlar hangi tarihsel, toplumsal, kültürel, sosyolojik bağlamların ürünüdürler? Bunu kabullenmemiz mümkün değil, bunların eylemlerini sahiplenmemiz hiçbir şekilde mümkün değil. Ama eğer bu, bir şekilde bizim coğrafyamızdan neşet ediyorsa bizim coğrafyamızın problemlerinin bir ürünü ise o zaman bu problemleri, bu yarayı, bu cerahati deşetmemiz ve nasıl onu defedeceğimiz konusunda yöntemler geliştirmemiz gerekiyor. Öte yandan İslam’la bir alıp vereceği kesinlikle olmayan, alelade, sıradan insanları İslam terkibi içerisinde, İslami sembolleri kullanarak tekbir getirerek ya da Müslüman toplumla özdeşleşmiş figürler öne sürerek işte takkeli, sakallı, cübbeli, sarıklı vesaire gibi imajlar üzerinden dünyaya İslam karşısında bir nefret süreci başlatmak, bunlar da üzerinde çokça durulması gereken noktalar arasında. Öyle anlaşılıyor ki son yüzyıl İslam’ın değişik bağlamlarda farklı kültürel muhitlerde gücünün zayıflatılmasına yönelik bir operasyon yılı olarak tarihe geçecek. Bu gerçekleşti maalesef. 2015 yılı için mi? Evet. Bu yıl böyle bir ağırlıklı olarak Müslümanların tehdit altında olduğu, Müslümanların ürettiği birikimin, anlamın, değerin ve imajın bir şekilde saldırıya maruz kaldığı yeni bir dönem olarak ortaya çıktı. Öyle bir şey ki bu durum çoğuna paradoksal gibi görünebilir. Paris’te 150’ye yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan eylemi gerçekleştirenler, sözüm ona, tekbir getirirlerken aslında geride kalan tüm Müslüman ümmeti taramış oluyorlar. Tüm Müslüman ümmetin gücünü, asaletini ve itibarını bir şekilde kurşunlamış oluyorlar. Böyle bir paradoksal taraf var. Öte yandan eğer bu aktörler, bu aktivistler eylemlerini gerçekleştirirken İslam dünyasına aidiyetleri sorunsuz olmakla birlikte, kullanılabilir bir pozisyonda iseler o zaman da bu coğrafyanın insanlarının neden böyle kriminal hikâyelerde araçsal olarak kullanıldığı, böylesine uluslararası kompleksli eylemlerinin bir parçası olarak seferber edildiğini konuşmamız gerekiyor. Elbette ki bu şiddet üreten sebepler üzerinde durmalıyız bir şekilde İslam’la ilişkilendirilen, kendilerinin İslam toplumunun bir parçası olduğunu ifade eden insanların neden böyle eylemler içerisinde bulunduğunu masaya yatırmalıyız sizin de ifade ettiğiniz gibi, ancak Ortadoğu’ya özellikle de Müslümanların yoğun olarak yaşadığı ülkelerde Batı’nın birtakım projeler üzerinden orada bir şiddet ortamını da ürettiğini görüyoruz. Dolayısıyla bir şekilde birbirini tetikleyen, etkileyen bir neden olarak bunu da konuşmamız gerekmiyor mu? Bunlar doğru. Küresel güçlerin Müslüman coğrafya üzerine planlamaları olduğu, bu coğrafyanın verimliliklerini çarçur etme konusunda hesap içinde olduklarına kimsenin itirazı yok. En başta silahlanmadan başlamak üzere İslam dünyasının içindeki problemli alanları, sorunlu alanları deşerek o alanlardan kendi içinde çatışma zeminleri üretme konusunda küresel güçlerin sınır tanımaz bir çaba içerisinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunları tekrarlamaya da gerek yok. Burada mesele böyle bir operasyonel çabaya Müslümanların nasıl alet olabildiği. Kendi coğrafyalarını, bilinç düzeylerini kendi inanç ve OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 69 S Ö Y L E Ş İ kültür dünyalarını böylesi bir programa böylesi bir tuzağa nasıl peşkeş çekebildikleri, nasıl alet olabildikleri, burada konuşulması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum. Eğer bir sebep üzerinden gidecek olursak İslam gerçekte nedir sorusunun cevabı çoğalmaya başlar. İslam Allah’a kul olmak, peygamberini elçi olarak kabul etmek ve ahirette hesap gününün gerçekleşeceğine inanmak demektir. Hesap gününe inanan bir insan, Allah ve Rasulünün gösterdiği yolda başta kendi olmak üzere bütün insanlığa iyilik yapmak için hayırda ve iyilikte önderlik yapmakla yükümlü bir varlıktır. Bugün bu işler çok karışmış gibi duruyor. Bir kere Müslüman dünyanın müfredatı birbirinden farklı şekilde işlemeye başladı. Eğitim sistemlerini, kültürel yönelimlerini, siyasi tercihlerini incelediğimiz zaman Müslüman dünyada birlikte olma heyecanının, hevesinin azaldığını ve neredeyse her etnik yapının kendine özgü bir Müslümanlık tarzı üreterek kendi Müslümanlığını etnik gövdesinin üzerine giydirerek gerçekte ümmet olarak tanımlanabilecek bir bütünlüğü yaralayacak, hırpalayacak yeni arayışlar içerisine girdiğini görüyoruz. İslam dünyasının en besleyici kaynakları arasında yer alan Hint-Pakistan bölgesinde bugün terör neredeyse İslam’ın biricik temsilcisi olarak öne çıkmış durumda. Taliban dediğimiz hareket bu coğrafyada gerçekte bir öğrenme faaliyeti olarak hayata katılan bir gelenek, bugün bir öldürme faaliyeti olarak hepimizin gündemine girmeyi başarmış bulunmakta. Hatta o kadar kuşatıcı bir eylem trafiği oluşturuyor ki yakın zamanlarda duyduğumuz pek çok dini iddia taşıyan örgüt de onun içinden çıkmış gibi görünüyor. İslam dünyasında bilginin, irfanın, takvanın merkezi olarak bilinen yerlerde bu çatışmacı eğilimlerin nasıl kök salabildiği nasıl tutunabildiği izah gerektiriyor. Evet, mesela Afganistan’da Rus işgalini, Amerikan müdahalesini unutmak mümkün değil, Irak’ta ya da Suriye’de olan bitenleri göz ardı etmek mümkün değil. Her uluslararası operasyonun orada tek tek her Müslüman üzerinde etkiler, travmalar yarattığını herkes biliyor. Bunların sonuçlarını yeni yetişen kuşakların bu hikâyelerle büyüyen bu acılarla yetişen çocukların dünyaya nasıl ba- 70 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 İslam Allah’a kul olmak, peygamberini elçi olarak kabul etmek ve ahirette hesap gününün gerçekleşeceğine inanmak demektir. Hesap gününe inanan bir insan, Allah ve Rasulünün gösterdiği yolda başta kendi olmak üzere bütün insanlığa iyilik yapmak insanlık için hayırda ve iyilikte önderlik yapmakla yükümlü bir varlıktır. Bugün bu işler çok karışmış gibi duruyor. kacaklarını, eylemlerinin tercihlerini nasıl şekillendirecekleri de artık kestirilebilir değil çünkü büyük bir yıkım, büyük bir kayıp üzerine inşa edilmiş yeni bir kuşakla karşı karşıyayız. Savaşın çocuklarının İslam’ı bir hayat düsturu bir kurtarıcı referans kaynağı olarak mı, yoksa eylemlerini meşrulaştıracak eylemlerine yön verecek bir enstrüman olarak mı kullandıkları da ayrı bir tartışma konusudur. Dolayısıyla oldukça kaotik bir coğrafyada değerlerin, inançların, aidiyetlerin birbirine karıştığı bir düzlemde yeni yetişen kuşağın İslam’la sıcak, besleyici ve medeni bir bağ kurmasının da giderek zorlaştığını söylemek yerinde olacaktır. Burada karar vericilerin İslam dünyasının sorunlarına dikkat kesilen sorumluluk sahibi Müslüman aydınların, mütefekkirlerin, âlimlerin herhalde vakit geçirmeden hızla bu coğrafyada sorun üreten kaynakları İslam dünyasının hem dışarıdaki imajını zedelemeye hem de içerideki gücünü zayıflatmaya yönelik bu tür operasyonlar, bu tür yapılar hakkında önlemler almaları ve bu yapıların ıslah edilmesi, yeniden sağlam bir şekilde düzenlenebilmesi için çaba göstermeleri gerekmektedir. Hocam, bu yılı değerlendirdiğimiz zaman özellikle ülkemizin ve İslam dünyasının ve tabi ki dünyanın karşı karşıya kaldığı problemlerden bir tanesi de göç dalgası. İkinci dünya sava- S Ö Y L E Ş İ şından sonraki en büyük mülteci akımıyla karşı karşıya dünya ve bunların büyük bir kısmını da Türkiye misafir etmekte. Sadece Suriye’de 6 milyon insan evini terk etmek zorunda kaldı ve bunların 4 milyonu ülke dışında olmak üzere 2 milyonu da ülke içinde bir mülteci hareketi söz konusu. Peki, bu göç krizini değerlendirdiğimiz zaman siz neler söyleyeceksiniz? Şimdi bu büyük ve sansasyonel sayılabilecek eylemleri gerçekleştirenlerin ya da o iradeye bağlı olarak bu eylemi ortaya koyanların basit bir tercihte bulunduklarını sanmıyorum. Yaptıkları eylemle neyi nasıl yerinden değiştireceklerini neyi nasıl bozacaklarını da biliyor olmalılar. Yani bunlar alelade sıradan bir insanın kafasına koyduğu bir eylemi gerçekleştirmek olarak değerlendirilemez. Kriminal düzeyde bu olayları takip ettiğimizde olay yerinin seçimi, zamanlama, o günün sosyopolitik ortamı, ortaya çıkabilecek sonuçlar… Her şeyin en ince ayrıntısına kadar hesaplandığını görüyoruz. Yani ortaya konan her Bugün göç Türkiye’de başlayan ve burada tıkanan bir sürece girmiş bulunmakta. Bugün bizim ülkemizi dolduran ve her geçen gün hayatı da zorlaştırmaya başlayan, bununla beraber Müslüman konukseverliğinin imkânları içerisinde karşılanan göçmenler Avrupa’ya doğru yol aldıklarında artık Paris saldırısının da ürettiği korkuya bağlı olarak bir tıkanma, bir geri püskürtme süreciyle karşı karşıyalar. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 71 S Ö Y L E Ş İ Ben bütün bu değerlendirmeleri yaparken zerre kadar bir umutsuzluk içinde değilim. Bunlar olgusal şeylerdir, bunlara da Müslüman dünyanın ihmallerinin ürünü olan noktalar var, Müslüman dünyanın oyuna getirilmişliğinin ortaya çıkardığı sonuçlar var. Bazı konularda ihmallerimiz var, yeterince kendimize dikkat etmediğimiz, kendimize bakmadığımız için ortaya çıkmış kaçaklarımız, problemlerimiz var. eylem aslında onun gücüyle, onun yaratacağı etkiyle oluşturulabilecek bir dizi yeni olayı da tetikliyor. Mesela bakıyorsunuz Ankara Garı’nda bir miting hazırlığı içerisinde olan insanlara yönelik yapılan bir eylem Türkiye’nin kendi içindeki politik hareketliliği dönüştürmeyi başarabiliyor, politik hareketliliğe bir müdahale olarak öne çıkıyor. Kürt-Türk yakınlaşmasını bozmaya yönelik bir etkinlik olarak açığa çıkıyor. Öte yandan Fransa’da Paris’te gerçekleşen eylemde bu sefer Avrupa’ya doğru hızlanan göç trafiğinin durmasına yol açıyor. Şimdi sıradan insanları ölümle karşı karşıya getiren bir eylemin ardında kendini Müslüman olarak takdim edenlerin o sınırları aşarak ülkelerine gelmesine sıradan bir kişi yine izin verebilir mi? Bu zihin nasıl manipüle edilebilir? İşte bu tür eylemler maalesef genel toplumun manipülasyonuna hizmet ediyor ve ilgili karar verici organlar da toplumun bu hazır kanaatlerini arkasına alarak kendi siyasi ajandalarını devreye sokuyorlar. Bugün göç Türkiye’de başlayan ve burada tıka- 72 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 nan bir sürece girmiş bulunmakta. Bugün bizim ülkemizi dolduran ve her geçen gün hayatı da zorlaştırmaya başlayan, bununla beraber Müslüman konukseverliğinin imkânları içerisinde karşılanan göçmenler Avrupa’ya doğru yol aldıklarında artık Paris saldırısının da ürettiği korkuya bağlı olarak bir tıkanma, bir geri püskürtme süreciyle karşı karşıyalar. Dolayısıyla hiçbir eylem tek başına o eylemin o anda ortaya koyduğu sonuçlarla değerlendirilemez. Bugün Ankara Garı’ndaki eylemin bilinçaltında ne tür sorunlar ne tür korkular yarattığını konuşmak gerekir. Paris’te meydana gelen eylemin ileride Müslüman-Batı ilişkilerindeki olası gerginlikleri ne ölçüde kızıştırdığına da bakmak gerekir. Bir karikatür dergisine yapılan saldırının -sonuçta Hz. Peygambere yapılan bir saldırıyı cezalandırmakla tanımlansa da- ilerleyen süreçlerde İslam-bilim, İslam-edebiyat, İslam-Batı gibi hiç beklenmedik soruları da çoğaltarak ciddi bir kamplaşma, gerilim hattı üreteceğini görmek için saf olmaya gerek yok. Başkanlığımız 2006 yılından itibaren bir çaba içinde. Yani İslam dünyasını bir araya getirme, S Ö Y L E Ş İ konuşma, istişarede bulunma anlamında birtakım toplantılara ev sahipliğini yaptığını görüyoruz. İşte Afrika, Avrasya, Latin Amerika dinî liderler zirvelerini arka arkaya gerçekleştirdi ve bu sene de Asya ve Pasifik ülkeleri dini liderler toplantısına ev sahipliği yaptı. Başkanlığınız bu zirvelerle neyi amaçlamakta ve bu zirveleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdi tabii ki dünyanın değişik bölgelerinde yerlerini yurtlarını bilmediğimiz bir sürü Müslüman topluluk var. Çok güçlü Müslüman devletler olduğu gibi azınlık kavramının bile yetmediği düzeylerde kendilerini mahrum hisseden, azınlık statüsünü bile elde etme başarısına ulaşamamış, daha dar anlamda, daha yüksek bir mahrumiyetle hayatlarını sürdüren özellikle Asya’da ve tabii ki Latin Amerika ülkelerinde Müslüman topluluklar var. Diyanet İşleri Başkanlığı son derece yerinde bir kararla bu Müslümanlarla iletişim kurma çabası içerisine girdi ve birbirini izleyen bir dizi etkinlikle Amerika Müslümanlarını İstanbul’da bir araya getirmeyi başardı. Burada organizasyon sayesinde hem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özellikle dinî hayatın güçlendirilmesi, takviye edilmesi, ihya edilmesi noktasında ortaya koyduğu prensiplerin, ilkelerin ve tabii ki tarzların diğer dünya Müslümanları tarafından da bilinmesini, izlenmesini sağlayan bir sürece ev sahipliği yapıldı. Bir yandan da dünyanın değişik bölgelerinde kendilerine bir hami, kollayıcı ve kuşatıcı bir dinî söylem bekleyen Müslümanlarla da bir şekilde temas kuruldu. Bunun sonuçları ileriki yıllarda çok açık olarak ortaya çıkacaktır. Biz maddi yetersizliklerle boğuşan, dinî bilgiyle kendini yenileme imkânından mahrum, Kur’an-ı Kerim’i bile görme imkânına sahip olmayan bir sürü Müslümanla tanışıyoruz, pek çok Müslümandan haberdar oluyoruz. Bu süreçlerde Diyanet İşleri Başkanlığı çok ağır mahrumiyetler, çok ağır eziklikler içerisinde yaşayan Müslümanların onore edilmesi, kendi kimlik kayıplarının azaltılması ve yok edilmesi için onlarla daha ciddi, süreklilik taşıyan, sürdürülebilir bir iletişim içine girerek bir anlamda İslam dünyasındaki ağabeylik rolünü yeniden canlandırmaya çalışıyor. Hocam, son olarak şunu sormak istiyorum geçtiğimiz yılı değerlendirdiğimiz zaman gerçekten İslam ve Müslümanlar açısından kayıpların, çatışmaların, göçlerin, ölümlerin ve krizlerin olduğu bir yıl olduğunu görüyoruz. Peki, 2016 yılında neler bekliyor Müslümanları? Ben bütün bu değerlendirmeleri yaparken zerre kadar bir umutsuzluk içinde değilim. Bunlar olgusal şeylerdir, bunlara da Müslüman dünyanın ihmallerinin ürünü olan noktalar var, Müslüman dünyanın oyuna getirilmişliğinin ortaya çıkardığı sonuçlar var. Bazı konularda ihmallerimiz var, yeterince kendimize dikkat etmediğimiz, kendimize bakmadığımız için ortaya çıkmış kaçaklarımız, problemlerimiz var. Bazı durumlarda da aşırı iyi niyet ve aşırı saflıktan kaynaklanan bir istismar söz konusu. Her durumda bizim yeni bilgi kanallarıyla iletişime geçerek kaçırdığımız dünyayı yakalama konusunda daha derli toplu bir söylem içerisine, arayış içerisine girerek ve tabii ki Müslümanların bütüncül kurtuluşu, bütüncül esenliği için gayret göstererek bu sıkıntılı dönemleri aşabileceğimize inanıyoruz. Çünkü her şey Allah’ın elindedir ve O’nun takdirindedir. Her ne yaşanmışsa onu da hak etmişizdir ve yine her ne kazanacaksak bu da gayretlerimizle ancak gerçekleşebilir. Dr. Necdet SUBAŞI 1961 yılında Artvin Şavşat’ta dünyaya geldi. Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’nde lisans, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden doktora eğitimini tamamladı. Çeşitli üniversitelerin farklı fakültelerinde öğretim üyeliği yaptı. 2011’de Diyanet Strateji Geliştirme 5 Ocak 2016’da Başdanışmanı oldu. babasıdır. İşleri Başkanlığı Daire Başkanı, ise Başbakanlık Evli ve üç çocuk OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 73 KENDİNİZİN ve başkalarının konumlarını neye göre değerlendirirsiniz? Kim iyi bir mevkidedir, kim kötü? Kim yukarıdadır, kim aşağıda? Bunu neye göre ölçer biçer, karar veririz? engüzelisimler Allah hem alçaltır hem yükseltir Hâfıd-Râfi’ sanları birbirinden üstün (ya da aşağı) kılmak için verdiği (ya da vermediği) her şey bir deneme konusudur. “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.” (En’am, 6/165.) Bu konudaki ölçütlerimizin niteliği bir yana, insanların bu statüye nasıl eriştikleri Fatma BAYRAM konusundaki yaklaşımlarımız da apayrı bir bahis İnsanların bu dünyada birkonusudur. Kendinden yubirlerini münasip gördükleri karıda gördüklerinin başarısını küçümsemek için yüce ya da düşük statülerin aldatıcı ve geçici olbu durumu şansla veya sadece Allah vergisi ile duğunu, herkesin asıl statüsünün kıyametin koaçıklamak isteyenler yanında kendini başarılı bir puşu ve herkesin olan biteni gerçek mahiyetiyle konumda görenlerin bir kısmı da her şeye kendi kavradığı zaman ortaya çıkacağını, işte o zaman çabaları, çalışkanlıkları ve adanmışlıkları ile herkesin gerçek konumunu bulacağını söyleulaştıklarını düşünürler. yen ayetler (Vakıa, 56/1-3.) bize Hâfız ve Râfi’ isimlerinin kıyametin de sıfatı Oysa Allah Teala’nın esmayıhüsolduğunu gösterir. nasından olan Hâfıd ve Râfi’ bize alçaltanın da yükselteEvet, yükselten de alçaltan nin de O olduğunu söyler. da Allah’tır. Ama O, bunu Çünkü Hâfıd “aşağıya inyaparken neye göre yapadiren, alçaltan, değerini cağını da bize bildirmiş, azaltan” anlamına geliralçalmanın ve yücelmenin ken Râfi’ ise “yükselten, yollarını önceden gösterdeğerini arttıran, izzetli ve miştir. Alçalmak ve yükselşerefli kılan” demektir. mek Allah’ın yaratılışta takdir ettiği sabit ve değişmez bir kaYüceltilmeyi beklemek mi, der olmaktan çok (kaderin çizyücelmeye çalışmak mı? diği sınırları kabul etmek şartıyla) Bir emek ürünü olmayan, çoğunu kendimizi doğru kullanıp kullanmamadünyaya geldiğimizde hazır bulduğumuz ya bağlı olarak ulaştığımız bir neticedir. Aşağı olakabiliyetler, kapasiteler, ailelerimizden gelen nın peşine düşmek insanı alçaltırken, yüceliklere statüler vs. hep Allah vergisidir. Herkes bu düntalip olmak yükseltir. Çamurdan gelen bedene ve ya hayatına önceden Yaratıcı’nın belirlediği bir tabiatımızın hayvani yönü olan nefse gereğinden noktadan başlar. (Zuhruf, 43/32.) Fakat bu durum çok itibar insanı alçaltırken, yücelere çağıran ruelimizdeki bu malzemeyle neler yaptığımızın dikhun ve yücelerden gelen vahyin davetine uydukkate alınmayacağı anlamına gelmez. Bu nedenle ça da yükseliriz. (Araf, 7/175-176.) Belki de bu nedenbaşlangıç noktalarımızı sorgulamak yerine yol alle Sadreddin Konevi “raf’ asaleten Allah’a, hafd ise maya bakmak lazımdır. Çünkü hayatın sonunda kula aittir” demiştir. Yani sende yücelik adına ne karşılaşacağımız muhasebede başladığımız nokta varsa Allah’tan, düşüklük adına ne varsa da nefdeğil, onunla bitirdiğimiz nokta arasındaki mesasindendir. Allah kimseye asla zulmetmez, O’nun fe (yani emeğimiz) dikkate alınacağından oradaki her işi hikmetlidir; alçalmaya müstahak olanı alstatümüz verilenlere ne eklediğimizle belirleneçaltır, yükselmeyi hak edeni de yükseltir. Sözün cektir. özü kişi Allah katındaki mevkiini merak ettiğinde Şunu da hep hatırda tutmak gerekir ki Allah’ın inAllah’ın kendi kalbindeki yerine bakması yeter. 74 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 EN GÜZEL İSİMLER Evet, yükselten de alçaltan da Allah’tır. Ama O bunu yaparken neye göre yapacağını da bize bildirmiş, alçalmanın ve yücelmenin yollarını önceden göstermiştir. Bizi yüce ya da düşük kılan nedir? Sufilere göre Allah cehennemliklerin nefislerini kendisinden uzaklaştırmak suretiyle alçaltır, yani alçaklık Allah’tan uzak durmaktır. Bunlar Rablerinden ümidi kesmiş, nefislerinin isteklerine yenilmiş, tövbe etme ve Allah’a yönelme gücünü kaybetmişlerdir. Daima sıkıntı içinde olmalarına rağmen dua etme isteği duymazlar. Terk edilmişlikle cezalandırılmışlardır. Esmayıhüsna şarihi Ali Osman Tatlısu’nun deyişiyle “düşüren Allah’tır, fakat sebebi insanın kendisidir.” Allah’ın düşürdüğünü yine Allah’tan başkası kaldıramaz. Bu nedenle böyle bir akıbete düçar olan için dönüp Allah’a iltica etmekten başka kurtuluş yolu yoktur. Allah Teala dostlarının kalplerini ise kendisine yakın kılarak yükseltir. Bu kişinin kalbi ümit, ferahlık ve ilahi neşe ile dolar. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah da bu nimeti kendilerinden almaz. İnsanın halet-i ruhiyesi, davranışları ve tuttuğu yol bu tecellilerin bir göstergesidir. Sufiler der ki, Allah’ın yükselttiği insanlar, çok defa melek huylu, tatlı dilli, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp eksiklerini tamamlayan; onlara bütün imkânlarıyla yardım eden nazik, kibar insanlardır. Yüce Rabbimiz Kur’an-Kerim’de başta peygamberler olmak üzere yücelttiği kullarından bahsederken bu yücelişin derecelerle olduğunu vurgular. (Bakara, 2/253; En’am, 6/83, 165; Yusuf, 12/76; Mü’min, 40/1.) Bu ayrıntı bize hem yükselişin aşama aşama olduğunu, hem de Allah’ın yükselttiği insanlar arasında da derece farkları olduğunu gösterir. Yine Kur’an’ın ifadesine göre Allah Teala’nın en yüce mevkiye uygun gördükleri ilim sahipleridir. (Mücadele, 58/11.) Efendimiz (s.a.s.) de sayısız hadislerinde ilmin en yüce mertebe olduğunu ifade etmiştir. Bu isimlerin tecelli ettiği kullar Bu isimlerin muhtevalarını ve tecellilerini idrak etmiş kimselerin Allah’ın değer verip yücelttiklerini yüce tutmaları; O’ndan uzaklaşıp alçalmış olanları ise gönüllerinde hak ettikleri mevkiden daha yukarıya oturtmamaları gerekir. Allah için sevmenin ve Allah için uzak durmanın manası da bu olsa gerektir. İbn Arabi’ye göre de bu isimlerin tecellisine mazhar olanlar Allah katında yükselme ve alçalmanın bilgisini keşfetmiş ve bütün ilişkilerini buna göre tanzim etmiş kişilerdir. Türkçede rütbe vermek anlamında kullanılan terfi kelimesi Râfi’ ismiyle aynı köktendir. Terfi, çalışma hayatında insanları motive eden, tek düzeliği kıran, asla aksatılmaması gereken bir mekanizmadır. Bu konuda dikkate alınması gereken şeylerin başında ise liyakat gelir. İnsanları idare etme mevkiinde olan bir kimsenin, yönetim ilkeleri açısından, onları ellerinden gelenin en iyisini yapmaya teşvik etmek için ödül ve terfi sistemini kullanması gerekir. Eğer bir ihmal ve suç varsa mutlaka tespit edilmeli af edilecekse bile suç ve ceza ortaya konduktan sonra affedilmelidir ki insanlarda “yutturma” düşüncesi hâkim olmasın. Bütün bu bilgilerden sonra kendimize alçaklık ve yüceliğin gerçek mahiyetinin ne olduğunu açıkça sorabiliriz. İtibar edip yücelttiğimizi neye göre yüceltiyoruz, kınayıp ötelediğimizi neye göre düşük görüyoruz? Hangi özellikler alçaltır, hangileri yükseltir? Şu varlık âleminde her nesneyi (ve tabii ki her kimseyi) taşıdığı hakiki değer ölçüsünde yerli yerine koyabiliyor muyuz? Sağlığın, paranın, dürüstlüğün, vefanın, akrabanın, arkadaşın, ailenin, hakikatin, işin, gücün yeri neresi? İşte bunları yerli yerine koyabildiğimiz ve Allah’ın yücelttiğini yüceltip, değer vermediğini önemsizleştirdiğimiz zaman iç dünyamızdaki karmaşa sona erecek, düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız eşyanın tabiatı ile tam bir uyum içinde tevhide ulaşabilecektir. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 75 PORTRE İlim ve Ahlak Abidesi Bir Şahsiyet: M. Selim Beki Hocaefendi Çift kanatlı eğitim; gönüllere rikkat ve incelik, ruhlara ulviyet ve yücelik, vicdanlara saffet ve duruluk, dünyada mutluluk ve saadet, ahirette vuslat ve merhamet kazandırır. Sadullah BEKİ Akyurt Müftüsü M. SELİM Beki, 1 Eylül 1932’de medrese diyarı ve şehitler yatağı Bingöl’ün merkez Çukurca köyünde (Körtedev) dünyaya geldi. Babasının yaklaşık otuz yıl fahri olarak imam-hatiplik yaptığı köyde, ilk tahsiline yine onun yanında başladı. Daha küçük yaşta, babasının dizinin dibinde Kur’an’la buluşarak onunla hemhal oldu. Babası, kendisi ve üç erkek kardeşinin yanı sıra binlerce vatan evladına din hizmeti sunmuş ve bir o kadar talebeye hocalık yapmış bir şahsiyetti. İlim, ahlak ve fazilet timsali M. Selim Beki, ilk medrese tahsilini babası ve amcasından aldı. O, daha genç yaşlarda ilmin kıymetini anlamış ve şu sözlerle dile getirmişti düşüncelerini: “İlim, insanın dünyasını ve ahiretini aydınlatır. Toplumun sosyal ve ahlaki yapısını düzenler. İlim, ufukta ışıldayan bir güneş... Bilgisizlik güneşin sabahsız gecelerini oluşturur.” İlimin kıymetini anlayanlar doğdukları, büyüdükleri yerlerdeki 76 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 eğitim müesseseleriyle yetinmeyerek uzaklarda tahsil görmeyi tercih ederler. O da bu gelenekten hareketle, vatani görevini yerine getirdikten sonra doğu ve güneydoğu bölgelerinin bazı illerinde değerli hocaefendilerle tanışma ve ilmini devam ettirme imkânı buldu. Bingöl, Diyarbakır, Mardin ve Batman’ın seçkin medreselerinde okudu. Özellikle Arapça, akait, fıkıh, tefsir, hadis, kelam, maani, belagat, filoloji (sarf-nahiv) ve mantık dersleri aldı. Hocaefendi, bir taraftan medrese tahsilini ikmal ederken diğer taraftan dışardan aldığı diplomasiyle yaklaşık iki yıl fahri imam-hatiplik görevini ifa etmeye başladı. Yıl: 30 Temmuz 1967... Kendi ifadesiyle hayatının en verimli dönemi olan resmi imamlık görevi başlıyordu. Bunun yanı sıra halkın desteğiyle kurulan medresede çevre il, ilçe ve köylerden gelen gençlere ders vererek bu onurlu hizmet kervanını yürütmeye devam ediyordu. PORTRE Ekonomik sıkıntılara ve kısıtlı imkânlara rağmen yetişen talebelerin büyük bir kısmı Diyanet İşleri Başkanlığının muhtelif kademelerinde sorumluluk üstleniyor, bir bölümü de resmî ve özel sektörlerde vazife alıyordu. O, âlim kişinin bazı vasıflara haiz olması gerektiğini her zaman dile getirir ve bunu şu sözlerle vurgulamaktan geri durmazdı: “Âlim edepli olmalı, düşüncesini bilgi üzerine inşa etmeli, ilme ibadet nazarıyla bakmalı, takva sahibi olmalı ancak muhatabın haline uygun fetva vermeli.” Çift kanatlı eğitim; gönüllere rikkat ve incelik, ruhlara ulviyet ve yücelik, vicdanlara saffet ve duruluk, dünyada mutluluk ve saadet, ahirette vuslat ve merhamet kazandırır. Âlim insan, huzur dolu bir dünyanın hülyasını düşleyen fikir işçisidir. İlmin kalktığı, bilimsel çalışmaların ihmal edildiği, insanların adeta magazinleşen bir ortama sürüklendiği bir çevre, ürün vermeyen bir tarla gibidir. Bu gerçeğin farkında olan M. Selim Beki Hoca, fahri hizmetiyle birlikte teşkilatımızda mihrap, minber ve kürsü seviyesinde aynı yerde yirmi yedi yıllık onurlu hizmet maratonunu tamamlayarak geride yüzlerce talebeyi miras bırakarak 15.10.1992’te emekliye ayrıldı. Din hizmetinde “emekli olmak” gibi bir kavramın yeri olmaması gerektiği düşüncesinde olan hocaefendi, sohbet ve vaazlarıyla bu şerefli mesleği vefatına kadar sında söylediği şu sözler adeta bir vedalaşma esintilerine tercüman oluyordu: Merhumun 1971 (02 Safer 1387) tarihinde Batman’ın Arnas beldesinde,hocası Şeyh Fahreddin Halidi’nin kendi el yazısı olarak yazdığı icazet (diploma) in ikinci sayfasının fotokopisidir. devam ettirdi. O, sohbetlerinde hadisin ifadesiyle cari yatırımlara dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: “Cehalet, terakki ışıklarını söndürür, aileyi temelinden yıkar. Öyle ise sadaka-i cariye dediğimiz kamusal hizmetler, yararlı bilgiler ve hayırlı evlatlar adına iyi bir alt yapı oluşturulmalıdır.” İlminin yanı sıra ibadet ve takvasıyla da temayüz eden M. Selim Hoca ibadet hususunda şunları söylerdi: “Her geçen gün, ömür duvarından düşen bir tuğla, ibadetsiz ve ilimsiz hayat binasının tavanından yuvarlanan çürük birer tahtadır. Meçhul bir âlemden birer birer gelen ve bir müddet imtihan gölgeleri altında sallandıktan sonra yine teker teker dünya sınırından öteler ötesine akıp giden insanların, bu geliş gidişlerindeki hikmet ve manayı anlamayan insaf sahibi bir insan düşünemiyoruz.” Geçen sene izin mevsiminde, kendisiyle güncel fıkhi meseleleri müzakere ederken, sohbet esna- “Ölümün yaşı yoktur, onun için genç-ihtiyar fark etmez. Dünyaya gelince can borcumuz yazılmış demektir. Bunu da taksit taksit ödemenin imkânı yoktur. Akıllı insan, ölmemek için çare arayan değil, ebedî saadet için hazırlanan ve bu fani dünyadan göç ederken insanlığa iyi eserler bırakandır.” Hocaefendi de başta ailemiz olmak üzere kendinden sonra gelenlere, takip edecekleri silinmez bir iz ve örnek alacakları mümtaz bir hayat armağan etmiştir. İnsanın dünyasını ve ötesini aydınlatan, toplumların sosyal ve ahlaki nizamını düzenleyen sermaye; ilim, ahlak ve marifettir. Din ve ilim birlikteliğini bozmanın tedavisi zor olan bir hamakat hastalığıdır. Ulema ordusundan mahrum kalmış bir milletin gelecek güneşi bitmiş, karanlık bir hayatın korkunç gecesine dalmış bir mezarlığa benzer. İlmi donanımı yanında çevresinde sevilip sayılan, verdiği hizmet ve sahip olduğu güzel ahlakıyla tanınan M. Selim Beki Hocaefendi, 09.01.2015 Cuma gününün sabahında 83 yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Hayatını minber, mihrap ve kürsülere adayan, kişiliğini Kur’an tilaveti ve ilim tahsiliyle güzelleştiren, üstün ahlakıyla etrafına ışık saçan edep abidesi irfan ordusundan vefat edenlere rahmet; hayatta olanlara sağlıklı ömürler ve hayırlı hizmetler dilerim. OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 77 K İ TAP L I K İMAM EBÛ HANÎFE VE HANEFÎ MEZHEBİ Prof. Dr. Ahmet Özel Muhammed Kâmil YAYKAN “CÜMLE mevcudatı yaratan ve rızıklandıran Allah, sana ve senin nesline de bereket ihsan eylesin.” diye dua etmişti Hz. Ali, Sabit b. Faruk Zota’ya… Aradan yıllar geçti ve Sabit’in bir oğlu dünyaya geldi. İsmi Numan’dı. Numan; ilme düşkün, okumayı yazmayı sever bu yüzden de yanında devamlı olarak “Hanefi” adı verilen bir tür divit taşırdı. Kendisi ilimle ve divitle öylesine özleşmişti ki insanlık onu Numan b. Sabit olarak değil, “Ebu Hanife” olarak tanımıştı… Dergimizde bu ay sizlere “İmam Ebu Hanife ve Hanefi Mezhebi” isimli kitabı tanıtacağız. Prof. Dr. Ahmet Özel tarafından kaleme alınan eser, Başkanlığımız yayınları aracılığıyla siz okurlarıyla buluşuyor. Kitabımız, üç ana bölümden meydana gelmektedir. Bu bölümlerin birincisinde İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hayatı ve eserleri, ikincisinde hocaları ve talebeleri, son bölümde ise kurucusu olduğu Hanefî mezhebi ele alınmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Özel, kitabın yazılış amacını: “Daha önce Ebu Hanife, hoca ve talebeleri ile mezhep literatürü hakkında hazırlamış bulunduğum malumat; tekrar gözden geçirilerek güncellenmiş; mezhebin ortaya çıkışı, yayılışı ve coğrafyası, hüküm çıkarma usulü, mezhep literatüründe yer alan bazı temel kavramlar 78 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 K İ TAP L I K eklenmiştir. Bir el kitabı olarak bu çalışmada derli toplu ve özlü bilgi verilmesi amaçlanmıştır.” sözleri ile açıklamaktadır. Kitabın ilk bölümü olan “Ebu Hanife’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri” isimli kısımda ilk önce Ebu Hanife Numan b. Sabit b. Faruk (Zota)’nın hayatı ve nesebi üzerinde durulmuştur. Ardından Ebu Hanife’yi anlatan bazı eserler ve bu eserler hakkında yapılan çalışmalar zikredilerek Ebu Hanife’nin hayatı ve şahsiyeti hakkında kapsamlı bir bilgilendirilme yapılmıştır. Bu iki alt başlıktan sonra el- Fıkhu’l-Ekber’den el Kasidetu’l-Kâfiyye fi Medhi’n-Nebi’ye kadar Ebu Hanife’nin kaleme aldığı pek çok eser ve içerikleri biz okuyucularla buluşturulmuştur. Kitabın ikinci bölümünde ise İmam Ebu Hanife’yi yetiştiren hocaları ve Ebu Hanife tarafından yetiştirilen İslam bilginleri anlatılmıştır. Başta Hammad b. Ebi Süleyman olmak üzere İbrahim en-Nehai, Şa’bi ve Alkame b. Kays hakkında bilgiler verilmiş ve bu hocaların şeceri bilgileri aktarılmıştır. Ebu Hanife’nin talebeleri alt başlığında ise Ebu Hanife tarafından yetiştirilen pek çok talebe zikredilmiş, İslam dünyası içinde ün kazanan bu talebeler hakkında bilgiler verilmiş ayrıca bu kişilerce yazılan eserlerden ve eserlerin içeriklerinden de bahsedilmiştir. İmam Ebu Hanife ve Hanefi Mezhebi kitabının en kapsamlı ve hacimce en büyük olan üçüncü bölümü ise “Hanefi Mezhebi” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde ilk önce İslam dünyasında en çok mensubu bulunan mezhebin ortaya çıkışı ve yayılışı anlatılmıştır. Uygulanan faaliyetler, bu faaliyetlerin içerikleri ve etki alanları ayrıntılı bir şekilde aktarılmıştır. Ayrıca bu faaliyetlerin hangi tarihi olaydan sonra başladığı ve devamında hangi tarihi olayı tetiklediği de işlen- miş, okuyuculara tatmin edici bilgiler sunulmuştur. Bilindiği üzere Hanefi mezhebi günümüz dünyasının hemen hemen her bölgesinde kendisine taraftar bulmuş bir İslam mezhebidir. Kitapta mezhebin ilk olarak çıktığı coğrafyadan dünyanın farklı bölgelerine hangi araçlarla yayıldığı anlatılmıştır. Hanefi Mezhebi ile ilgili tarihi bilgilerin yer aldığı iki alt başlığın ardından mezhebin işlevsel yönü ele alınmıştır. Mezhebin usulünün anlatıldığı üçüncü alt başlıkta ise Hanefi mezhebinin nasıl bir usul içerisinde hareket ettiği ve bu hareketliliği hangi sebeplerin sağladığı üzerinde durulmuştur. Dördüncü alt başlıkta mezhep ile ilgili bazı kavramlar ve tabirler mezhep terminolojisinin anlaşılırlığının sağlanması için yazarımız Prof. Dr. Ahmet Özel tarafından ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Literatür isimli son alt başlıkta ise mezhep kitaplığı karşımıza çıkmaktadır. Bu kısımda mezhebin kullandığı ilk ana kaynaklardan farklı konuları işleyen tabakat kitaplarına kadar pek çok eser ve bu eserlerin hangi amaçlar doğrultusunda incelendiği dile getirilmiştir. Prof. Dr. Ahmet Özel tarafından kaleme alınan ve Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasından okuyucuya ulaşan “İmam Ebu Hanife ve Hanefi Mezhebi” kitabı; kolay okunan, okuyucunun bilgi dünyasını geliştiren gerekli hususları içeren bir eserdir. Kitapta mezhep ile ilgili teorik bilgilerin sade bir üslupla anlatılmasının yanı sıra Ebu Hanife ile ilgili gün ışığına pek çıkmamış bilgilerin de -delilleri ve kaynakları ile- aktarılması kitabın ilgi çekiciliğini arttıran hususlardandır. (İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi, Prof. Dr. Ahmet Özel, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015, s. 128.) OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ 79 ŞEÂİ R DUA Dua, gönüllere inşirah veren, katı kalpleri yumuşatan, kötülüğe kalkan olandır. İstiğfarla başlanır, salavatla bezenir, hamdeleyle taçlanır ve gözyaşıyla sunulur. Esma CAN DUA, en koyu yalnızlığında şefkatli seccadene sığınıp yakarışların; kapıların birer birer yüzüne kapandığında yegâne güvenebildiğin o en kudretli kapıyı edebiyle çalışındır. Sağdan soldan medet beklemeyip, kimselere şikâyetlenmeyip ancak Rabbine hâlini arz etmendir. Dua, gönüllere inşirah veren, katı kalpleri yumuşatan, kötülüğe kalkan olandır. İstiğfarla başlanır, salavatla bezenir, hamdeleyle taçlanır ve gözyaşıyla sunulur. Oruçlunun kurumuş dudaklarında, misafirin memnuniyetinde, anne babanın sevincinde, mazlumun ahında, hastanın iniltisinde saklıdır. Seher vakti, ezan bitimi, namaz sonu, cuma günü daha bir makbuldür. Yaşantınızın her anına sızar, dilinizi tatlandırır, muhatabınızı size ısındırır. Yolcunuzu selametle uğurlar, sevimli yavrunuza zihin açıklığı dilersiniz. Bir bardak soğuk sudan sonra ‘’su gibi aziz ol’’ diyerek teşekkür eder, göz aydınlığı hanımınızı Allah’a emanet edersiniz. İnsanın en önemli anlarını kıymetlendirir sevdiklerinin içten duaları. Hayat arkadaşınızla kıyılan nikâhınızda, yeni bir can dünyaya getirdiğinizde, nihayet başınızı sokacak bir çatınız olduğunda dostların temennileri en değerli hediyedir. Paylaşılan sofralar Halil İbrahim bereketinde olsun diye yemek duası, çatlamış topraklar suya kansın diye yağmur duası, sabah tezgâh açılırken esnafın yüzü gülsün diye pazar duası toplu aminlerin birbirine karıştığı zamanlardır. Akıllı Müslüman evvela kendini dünyaya getiren ana babasından, emek veren hocasından, ilim irfan ehlinden hayır dua almasını bilendir. Yuva kuracaklar, askere gidecekler, gurbete çıkacaklar, iş kuracaklar sevip saydığı büyüklerinin hem gönlünü hem duasını alırlar. Hayıflanmak yerine şayet biraz dikkatle bakmayı bilirsen görürsün ki; sen unutmuş olsan da kabul edilmiş dualarının neticesidir çoğu yaşadıkların. Belki seneler evvel kalbinin en rikkatli anında dilinden dökülüverenler aslında şimdinin gerçekleridir. O hâlde ey muhterem kardeşim, duanda ne haddini aş ne de eksiklik yap. Ve sen unutsan da senin münacatını asla geri çevirmeyecek el-Mucib olan Rabbine yönel ve hamt et. 80 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016 Yenİ Yayınlarımız İSLAM AHLAKI Temel KonuLAR GÜNCEL YORUMLAR Yurt içinde Diyanet Yayınları satış yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz. ww.diyanet.gov.tr Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır. (Bakara, 2/208.)