küreselleşmenin eliyle terörün küreselleşmesi islam dünyasında

advertisement
Aylık Dergi
Ocak 2016
Sayı 301
İSLAM’IN BARIŞ ÇAĞRISINI
İTIBARSIZLAŞTIRMA ÇABALARI
KÜRESELLEŞMENİN ELİYLE
TERÖRÜN KÜRESELLEŞMESİ
İSLAM DÜNYASINDA KURULAN
TERÖR KUMPASI
DAİŞ TERÖR ÖRGÜTÜ ÜZERİNE
PROF. DR. MEHMET GÖRMEZ İLE SÖYLEŞİ
Yüce Allah, insanları dünya ve ahiret mutluluğuna
ulaştıracak ilahî bir kanun göndermek istediğinde
bunun adını İslam koydu.
İslam coğrafyasını kasıp kavuran şiddetin,
“küreselleşme” olgusu ile bağlantısının olup
olmadığı konusu mutlaka irdelenmelidir.
İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan
hareketle de yeni bir ivme kazandıracak yegâne
temel olduğunu söylemek mümkündür.
Dünyadaki muhalif radikal isyan hareketleri kendine
İslam’dan daha doğrusu İslam’ın selefi
yorumlarından meşruiyet bulmaya çalışıyorlar.
Yenİ Yayınlarımız
KUR’AN-I KERİM
ve
MEÂLİ
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve
Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz.
ww.diyanet.gov.tr
EDİTÖRDEN
Her yıl yeni bir umut, farklı bir heyecandır. Acılarıyla, hüzünleriyle, sevinç ve mutluluklarıyla bir yılı geride
bırakırken, yeni yıla umutlarla, hayır dilek ve dualarıyla girmiş bulunuyoruz. Geçen yıl yayın hizmetlerimiz bağlamında dolu dolu bir yıl geçirdik. Yayın çeşitliliğimizde ve yayın sayılarımızda ciddi artışlar oldu.
Dergimizin 300. sayısının yayınlanmasının haklı gururunu yaşadık. Ancak 7 Ocak 2015 tarihinde meydana
gelen Charlie Hebdo, 10 Ekim 2015’te Ankara Tren Garı patlaması ve 13 Kasım 2015 Paris saldırıları gerek
ülkemizi gerekse dünyayı derinden sarstı. Şiddetten beslenen ve ayakta kalmalarını şiddete borçlu olan
mihraklar, maalesef bugün de hiçbir kural ve insanlık değeri tanımadan dünyayı huzursuz ediyor. Sadece
ilgili ülkelerin özel güvenlik sorunu olarak kalmayıp ülkeler arası ilişkilere varıncaya kadar çok geniş bir etki
alanı oluşturan terör, tüm insanlığın huzur ve mutluluğunu tehdit ediyor. Terör, girdiği her yeri tahrip ediyor, acı ve gözyaşından başka bir şey bırakmıyor. İnsanlığın geleceğe olan umutlarını tüketiyor. Bunların bir
kısmının İslam’ı referans alması ise yüreklerimizi acıtıyor. Müslümanın Müslümanı din adına katletmesinin
nasıl bir izahı olabilir? Müslümanın haksız yere bir insanın hayatına kıyması nasıl kabul edilebilir? Bu akıl
tutulması, bu cahillik nasıl bir illettir?
Bugün ülkemizde camiler tahrip ediliyor, aylardır bazı camilerde ezanlar okunamıyor, ibadet edilemiyor.
Kadınlar, çocuklar öldürülüyor, yetimlerin, öksüzlerin sayısı artıyor. İnsanlar kış şartlarında yerlerinden
yurtlarından ediliyor. Ülkenin birliğine beraberliğine kasteden bu hain emeller, dış desteklerle birlikte ülkenin huzurunu kaçırmaya çalışıyor. Ancak inanıyoruz ki ülkemizin gücü ve milletimizin desteğiyle bu
sıkıntılar kısa sürede bitecek, bu engeller aşılacak, dâhili ve harici düşmanlar emellerine asla kavuşamayacak. Çünkü sadece ülkemizde değil, İslam dünyasında da bu ülke için dua eden, yüreğini ortaya koyan nice
temiz, saf gönüller var.
Terör elbette sadece Müslüman ülkelerin sorunu değil. Tarih boyunca terörden beslenen ve terörü besleyen
pek çok unsur ve destekçi olagelmiştir. Bundan sonra da olmaya devam edecektir. Önemli olan bu konuda
bütün ülkelerin ortak tavır geliştirmesi, dinine, milliyetine, diline, ırkına bakılmaksızın topluca her türlü
şiddetin ve terörün karışında durulmasıdır.
Bu sayıda, gerek ülke olarak içinden geçtiğimiz süreçler, gerek İslam dünyasında ve küresel ölçekte yaşanan
terör hadiseleri sebebiyle “Küresel Tehdit Terör” başlığıyla bir gündem hazırladık. Bu çerçevede dosyamız
Dr. Bilal Esen’in “İslam’ın Barış Çağrısını İtibarsızlaştırma Çabaları” makalesi ile başlıyor. Prof. Dr. Adnan
Bülent Baloğlu, “Küreselleşmenin Eliyle Terörün Küreselleşmesi” başlığı ile küreselleşme ile terörün tırmanışı arasında gözlerden kaçan uyuma dikkatleri çekiyor. Prof. Dr. Mahmut Aydın, “Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak Hakikat Tekelciliği” başlıklı makalesinde coğrafyamızda yaşanan dinî referanslı şiddet ve terör eylemlerinde dinlerdeki mutlaklık iddialarının etkisi olup olmadığını bizimle paylaşıyor. Prof.
Dr. Adnan Demircan, “İslam Dünyasında Şiddeti Mücadele Yöntemi Olarak Kullanan Hareketler” başlığıyla
harici ve selefi hareketleri irdeliyor. Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim Yılmaz ise, “İslam Dünyasında Kurulan
Terör Kumpası” adlı makalesinde, Müslümanların kendilerini doğru bir şekilde ifade etmeleri ve gündem
oluşturmalarının zorunluluğunu çözüm önerisi olarak ortaya koyuyor. Uğur Yılmaz’ın gündem başlığımız
çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ile yaptığı “Küresel Tehdit Terör” üzerine
uyarıcı, dikkat çekici ve kapsamlı bir söyleşiyi de ilgiyle okuyacağınızı belirtelim.
Yenilenen yüzü ve içeriğiyle yılın ilk sayısını istifadenize sunarken, sağlık, huzur, mutluluk ve başarı dolu bir
yıl temennisiyle sizleri dergimizle baş başa bırakıyorum.
Sa lman
D r. Y ü ksel
301
06
6
G Ü N D E M
İslam’ın Barış Çağrısını İtibarsızlaştırma Çabaları
Dr. Bilal ESEN
12
Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
16
Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak
Hakikat Tekelciliği
Küreselleşmenin Eliyle Terörün Küreselleşmesi
37
İstikamet Sahibi Olmak
40
Tecrübe Paylaşımı Bağlamında Diyanet İşleri
Başkanlığı Heyetinin Suudi Arabistan Ziyareti
Dr. Fatih YÜCEL
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
22
44
Aşırı Uçlardan Orta ve Dengeli Duruşa
Prof. Dr. Mahmut AYDIN
İslam Dünyasında Şiddeti Mücadele
Yöntemi Olarak Kullanan Hareketler
46
Mülkün Gerçek Sahibi Karşısında Haddi Aşmamak
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Hale ŞAHİN
26
İslam Dünyasında Kurulan Terör Kumpası
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim YILMAZ
48
Hırs ve Tamahın Kölesi Olmak
30
DAİŞ Terör Örgütü Üzerine Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez ile Söyleşi
50
İslam’ın Bugünkü Meseleleri Üzerine
Kafa Yoran Bir Fikir Adamı: Erol Güngör
Uğur YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanlığı
Adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
2 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Dr. Lamia LEVENT ABUL
Kâmil BÜYÜKER
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa BAYRAKTAR
Yayın Koordinatörleri
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Dr. Lamia LEVENT ABUL
Ali AYGÜN
Muhammed Kâmil YAYKAN
diyanetdergi@diyanet.gov.tr
Tashih
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Görsel Sorumlu
Burhan ÇİMEN
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
İletişim
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv.
No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara
Tel : 0312 295 86 61
Faks: 0312 295 61 92
diniyayinlar@diyanet.gov.tr
facebook.com/diyanetaylikdergi
twitter.com/DiyanetDergisi
GEÇMİŞ ZAMAN İZİNDE
DİN VE HAYAT
SÖZÜN YANKISI
SÖYLEŞİ
56
52
30
52
Tevhide Şahitlik Etmek
54
Aklın Gündemi
Kalbin Rotası, Hayatın Kalitesidir
Leyla İPEKÇİ
66
Ecdattan Yadigâr Osmanlıca: Redd-i Miṙ ası Red
68
Dr. Necdet SUBAŞI ile Söyleşi
74
Allah Hem Alçaltır Hem Yükseltir Hâfıd-Râfi’
76
İlim ve Ahlak Abidesi Bir Şahsiyet:
M. Selim Beki Hocaefendi
Doç. Dr. Rıza KARAGÖZ
Dr. Lamia LEVENT ABUL
Mukadder Ârif YÜKSEL
56
Bir Şehir İnşa Edilirken
60
Halkın Hocası Olmak
62
Tükenmeyen Hazine: Kanaat
64
Ninni Dedim Uyusun Allah Dedim Büyüsün
Fatma BAYRAM
Suavi Kemal YAZGIÇ
Sadullah BEKİ
Sefer ASLAN
77
Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ
Dr. Şerife Nihal ZEYBEK
Abone İşleri
Tel : 0312 295 71 96-97
Faks : 0312 285 18 54
e-mail: dosim@diyanet.gov.tr
Abone Şartları
Yurtiçi yıllık: 60.00 TL
Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları
AB Ülkeleri: 30 Euro
Avustralya: 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka: 250 Kron
İsviçre: 45 Frank
İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi
Prof. Dr. Ahmet Özel
Muhammed Kâmil YAYKAN
80
Dua
Esma CAN
Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi
IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi
sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir.
Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri
Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Aral Grup I www.aral.org I Tel: +90.312 219 53 26 I Mustafa Kemal Mahallesi 2141. Cadde 33/3 Çankaya/Ankara
Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: info@a4grafik.com.tr www.a4grafik.com.tr
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Basım Tarihi: 23/01/2015 ISSN-1300-8471
Diyanet Aylık Dergi, Diyanet İşleri Başkanlığı yayın organıdır. Dergide yayımlanan yazı, konu, fotoğraf ve diğer görsellerin her hakkı
saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden her türlü ortamda alıntı yapılamaz.
66
B A Ş M A K A L E
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
Haber Ahlakı
BUGÜN Müslüman toplumlar tarihin en zor süreçlerinden birini geçirmekte, İslam’ın bizzat
kendisi ağır itham ve iftiralara maruz bırakılmaktadır. Coğrafyamızda büyük acılar ve trajediler yaşanmakta, mezhep çatışmaları olarak takdim edilmeye çalışılan güç ve iktidar kavgaları
aslında Müslümanlara bir “Orta Çağ” yaşatmak istemektedir. Hâlbuki İslam medeniyetinin
bir Orta Çağı olmamış, İslam tarihinde yüzyıl süren mezhep savaşları, otuz yıl savaşları yaşanmamıştır. Modern dünyanın Müslüman coğrafyası, tarihimizin hiç görmediği kadar derin
bir ayrışmaya doğru sürüklenmektedir. Ne yazık ki yanı başımızda ortaya çıkan bir terör ve
vahşet şebekesi de dünyanın muhtelif yerlerinden çocuklarımızı ve gençlerimizi kendi ağına
düşürerek, hunharca cinayetler işlemekte ve İslam coğrafyasını her türlü müdahaleye açık
hâle getirmektedir.
İslam toplumları tarihî bir imtihandan geçerken, ülkemizin güney doğusu da dâhili ve harici
pek çok unsurun dahliyle birliğimizi ve dirliğimizi hedef alan menfur eylemlere sahne olmaktadır. Kendi geleceklerine kurşun sıkan, bütün insani değerleri çukurlara gömerek yurtlarını, yuvalarını yakıp yıkan insanların eliyle terör işlenmektedir. Cizre’de, Silopi’de, Sur’da,
Silvan’da devam eden terör hadiseleri birçok kardeşimizin şehit olmasına; pek çok kardeşimizin de mağduriyet yaşamasına neden olmuştur. Terör hadiseleri bir kez daha göstermiştir
ki, terörün en büyük hedefi, bölge insanımızı din-i mübin-i İslam’dan koparmaktır. Tarih
boyunca nice büyük İslam âlimleri yetiştirmiş medeniyet merkezlerimizi, mabetlerimizi, camilerimizi, eğitim müesseselerimizi, tarihimizi kısaca bizi biz yapan değerlerimizi tarumar
etmektir. İlimle, irfanla meşgul olması gereken gençlerimizi kandırıp batıl ideolojiler uğruna heder etmektir. Akan kan ve gözyaşının dinmesi, mağduriyetlerin son bulması, selam ve
emanın, barış ve güvenliğin bölgede bir an önce yeniden tesis edilmesi Yüce Rabbimizden en
büyük niyazımızdır.
Unutmayalım ki yüce dinimiz İslam, hangi amaçla yapılırsa yapılsın, kimden gelirse gelsin,
inancı, düşüncesi ve ideolojisi ne olursa olsun terörün her türlüsünü reddetmiştir. Terörün,
İslam’la bağdaşır hiçbir tarafı yoktur. Terör bir insanlık suçudur, kötüdür ve mutlaka engellenmelidir. İslam dini, bütün ilişkilerin hakkaniyetle, adaletle, sulh ile ‘silm’ ile olmasını
tavsiye eder. Müslüman olmak, barışla yani silm ile ilişki kurmak demektir.
Etrafımızın ateş çemberine döndüğü bir zaman diliminde, Başkanlığımız, bütün bu olup bitenlere bigâne kalmamıştır. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali, insanlığımızın ve Müslümanlığımızın bir gereği olarak tarihin bize yüklediği misyon doğrultusunda hem
ülkemizin huzurunu tesis etmek için pek çok adım atmış hem de İslam coğrafyasında yanan
ateşi söndürmek için uluslararası birçok girişimde bulunmuştur.
Bugün hizmetleri yeryüzünün her tarafına ulaşmış bulunan Başkanlığımız, bir yandan İslamofobi ile mücadele etmekte, bir yandan dünya Müslümanlarının sorunları ile yakinen ilgilenmekte, diğer yandan İslam coğrafyasında ateşlenen fitne, fesat, kaos, çatışma ve kargaşa
ortamını sulh ve selamete dönüştürmek için inisiyatif almakta, bir yandan da ülkemizde çıkartılmak istenen etnik ve ideolojik ayrımcılık, mezhepçilik ve meşrepçilik fitnesine fırsat vermemek için çaba sarf etmektedir. Tüm hizmet ve faaliyetlerinde Kur’an-ı Kerim’in ve sünnet-i
seniyyenin ebedî rehberliğini, İslam’ın hak, hakikat, adalet, ahlak ve fazilet anlayışını, tarih
boyunca Müslümanların zengin bilgi mirasını esas almakta, insanlığın günümüzdeki kazanımlarını, çağımızın gelişen ve değişen şartlarını daima göz önünde bulundurmaktadır. Cami
ve irşat hizmetleri, Kur’an ve eğitim hizmetleri, hac ve umre hizmetleri, aile ve dinî rehberlik
hizmetleri, yurt dışı din hizmetleri, toplumu sahih dinî bilgi ile bilgilendirme ve aydınlatma
hizmetleri yanında toplumsal sorunları da din hizmetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görmekte ve buna göre hizmetlerini çeşitlendirerek toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmaktadır.
Bütün bu hizmetler özveri ile yürütülürken son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığına birtakım çevreler tarafından büyük bir itibar suikastı gerçekleştirilmiş olması oldukça manidardır, üzüntü vericidir. Başkanlığımızı sadece milletimize değil bütün dünyaya karşı mahcup
etmeyi amaçlayan bu iftira ve bühtan kampanyası ile önceden planlanmış bir algı operasyonu
yapılmıştır. Yalan yanlış haberlerle aslında yeryüzüne, insanlığa ve aile hayatına rahmet ve
merhameti getiren; iffeti, edebi, ahlakı, nezaketi ve nezaheti öğreten din-i mübin-i İslam hedef
alınmıştır. Üstelik İslamofobik nefretleri harekete geçiren gayriinsani ve gayriahlaki bu haber
mühendisliği anında farklı dillere çevrilerek manşetlere taşınmış, böylece iftira ve bühtan
kampanyasının bütün dünyaya yayılması hedeflenmiştir.
Başkanlığımız, tarihinde pek çok itibarsızlaştırma ve karalama kampanyasıyla karşılaşmış
ve haksız eleştirilere maruz bırakılmıştır. Ancak hiçbir zaman, Diyanet hedef alınarak yüce
dinimiz İslam’a böylesine ağır ve çirkin bir iftira atılmamıştır. Dinin, aklın, izanın, insafın,
vicdanın, ahlakın ve hukukun kabul etmediği böyle bir iftirayı fetva olarak isimlendirmek ve
Diyanet’e isnat etmek, ne gazetecilikle, ne habercilikle ne de basın ahlakı ile bağdaşmaktadır.
Şurası iyi bilinmelidir ki yalan yanlış, çarpıtma haber mühendislikleriyle din-i mübin-i İslam
hakkında insanların zihinlerinde ve gönüllerinde bir şüphe ve soru işareti oluşturmak isteyenler, büyük bir cürüm işlemiş ve Allah katında çok ağır bir vebalin altına girmişlerdir.
Unutmayalım ki her zaman bu tür desise, iftira ve karalama kampanyasına yeltenenler olacaktır. Bizlere düşen din-i mübin-i İslam’ın sahih bilgisini tüm insanlığa ulaştırma yolundaki
azim, çaba, hizmet ve faaliyetlerimize aralıksız devam etmektir. Başkanlığımız dün olduğu
gibi bugün de hem ülkemizde hem de tüm dünyada barış, huzur ve güvenin adresi inşallah
olmaya devam edecektir.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
5
GUNDEM
6 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
İslam’ın
Barış Çağrısını
İtibarsızlaştırma
Çabaları
Dr. Bilal ESEN
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Kendilerine
Müslüman
ismi
verilenlere,
özel bir görev
yüklendi;
Allah’ın
elçisi onlara
örnek olacak,
onlar da tüm
insanlığa
örnek
olacaklardı.
(Hac, 22/78;
Bakara, 2/143.)
Yüce Allah, insanları dünya ve
ahiret mutluluğuna ulaştıracak
ilahî bir kanun göndermek istediğinde bunun adını İslam koydu.
İslam kelimesi, “barış” ve “esenlik” anlamına gelen bir kökten
türemişti. Ve Rabbimiz bu din ile
insanları darüsselama (barış ve
esenlik yurdu cennete) çağırdı.
(Yunus, 10/25.)
Çağrıya kulak verenlere, birbirleriyle her karşılaştıklarında “esselamü aleyküm” (barış ve esenlik sizin
üzerinize olsun) diye söze başlamaları
öğütlendi. Onların, söz ile de yetinmeyip “Ey iman edenler! Hep
birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü
o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara,
2/208.) buyruğunu hayata geçirme-
leri gerekiyordu. Böylece İslam’ın
mensuplarına; Rableriyle barışık,
kendileriyle barışık ve çevreleriyle barışık olanlar anlamını kapsayan “Müslümanlar” ismi verildi.
Gönülleri fetheden peygamber:
Hz. Muhammed (s.a.s.)
Kendilerine Müslüman ismi verilenlere, özel bir görev yüklendi; Allah’ın elçisi onlara örnek
olacak, onlar da tüm insanlığa
örnek olacaklardı. (Hac, 22/78; Bakara, 2/143.) Öyleyse önce elçinin vasıflarını iyi okumak gerekiyordu.
Elçi olan Hz. Muhammed’in en
önemli özelliği ise, âlemlere “rahmet” olarak gönderilmiş olmasıydı. (Enbiya, 21/108.)
Peygamberimiz, bulunduğu toplumda el-Emin olduğu gibi, Müs-
G Ü N D E M
lümanı da, “elinden ve dilinden
emin olunan kimse” diye tanımlamıştı. (Nesai, İman, 8.) Yine o, Müslümanın, çevresine korku salan
değil, dostluk ve sevgi saçan kimse olması gerektiğini bildirmişti.
(Buhari, Edep, 38; Müsned, II, 400.)
Allah Rasulü yeryüzünü İslam
ile buluştururken, merhametin
gücüne sarıldı. O, kavgayı değil
gönülleri fethetmeyi seçti. Bu hususu Yüce Allah şöyle açıklamaktadır: “Sen onlara sırf Allah’ın
rahmeti sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından
dağılır giderlerdi. Onları affet,
onların bağışlanmasını dile, iş
hakkında onlarla istişare et, karar
verince de Allah’a güven.”(Âl-i İmran, 3/159.)
8 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Merhamet
ve adalet
peygamberinin
getirdiği dinde,
haksız yere bir
cana kıymak
bütün insanları
öldürmek gibi,
bir insanının
hayatını
kurtarmak ise
bütün insanlığı
kurtarmak
gibiydi.
(Maide, 5/32.)
“Öteki”yle barış esaslı ilişkiler
Peygamberimiz çıktığı yolda çeşitli kesimlerin engellemeleriyle
de karşılaşmıştı. En başta Mekkeli müşrikler ona türlü eziyetler çektirdiler. Rasulüllah Mekke
döneminde, müşriklerle bir çatışmaya girmedi, hicreti tercih etti.
Kutlu Nebi, Medine’ye vardığında farklı din mensuplarıyla barış
anlaşmaları yaptı.
Mekkelilerin tehditleri hicretten
sonra da bir türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet şu ayet nazil
oldu: “Saldırıya uğrayanlara, zulme maruz kaldıkları için savaş
izni verildi. (Hac, 22/39.) Böylece
hayatın her alanında Allah için
gayret göstermenin adı olan cihat, artık kimi zaman savaş an-
G Ü N D E M
rülemezdi. Bir savaşta çocukların
öldürülmüş olduğunu öğrenen
Hz. Peygamber, buna çok kızmıştı. Bunun üzerine: “Ya Rasulallah!
Onlar müşriklerin çocukları değil
midir?” denilince Efendimiz: “Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değil midir?” karşılığını vermiş ve “Dikkat edin!
Çocukları öldürmeyin!” sözünü
defalarca tekrar etmişti. Ardından sevgili Peygamberimiz şöyle
buyurdu: “Her çocuk, tertemiz
bir fıtrat üzere doğar… onu Hristiyan veya Yahudi yapan, anne ve
babasıdır.” (Müsned, XXIV, 356.)
lamına gelecekti. Çünkü varlığını
sürdürebilmek ve özgürlük içerisinde yalnızca Allah’a kulluk edebilmek için bazen savaştan başka
çare kalmıyordu: “Eğer Allah’ın,
insanların bir kısmıyla diğer
kısmını engellemesi olmasaydı,
manastırlar, kiliseler, havralar ve
mescitler -ki oralarda Allah’ın adı
çokça anılır- yıkılır giderdi.” (Hac,
Savaşa izin verilmesine rağmen,
diğer topluluklara karşı savaşın
değil barışın esas alınması öğütlendi. Başta zikrettiğimiz “Hep
birden barışa girin” ayeti genel
çerçeveyi çiziyordu. Bu yüzden
Rabbimiz, onlar vazgeçtiğinde savaştan vazgeçmeyi (Bakara, 2/192.),
barış yapmak istediklerinde ise
barış yapmayı emretmişti. “Eğer
barışa yanaşırlarsa sen de yanaş
ve Allah’a güven!” (Enfal, 8/61.)
Hiçbir zararı bulunmayan ve savaştan uzak duran topluluklara
saldırılmaması ve barışın kıymetinin bilinmesi gerekiyordu:
“Sizinle de kendi kavimleri ile
de savaşmayı içlerine sindiremeyip (tarafsız olarak) size gelenler
müstesna. Allah dileseydi onları
başınıza musallat ederdi de sizinle mutlaka savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler
de savaşmazlar ve size barış teklif
ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir.” (Nisa, 4/90.)
Müslümanlar, kendileriyle savaşmayan gayrimüslimlere iyilik de
yapabilirlerdi: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayanlarla
iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 60/8.)
Savaşın meşru kılınış gerekçesi
hakkın önündeki engelleri kaldırmak olunca, ötesine geçilmeye
izin verilmedi; kimse Müslüman
olmaya zorlanamazdı. Çünkü
âlemlerin Rabbi: “Dinde zorlama
yoktur.” (Bakara, 2/256.) buyurmuştu.
Bir cana kıymak, bütün insanları öldürmek gibi
Merhamet ve adalet peygamberinin getirdiği dinde, haksız yere
22/40.)
İslam haklı savaşı meşru kılmakla
yetinmedi; savaşın bir hukukunu
ve ahlakını da vaz etti: “Size savaş
açanlarla Allah uğrunda siz de
savaşın; fakat aşırılığa gitmeyin!”,
“Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin.” (Bakara, 2/190; Maide,
5/8.) Savaşta masum siviller öldü-
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
9
G Ü N D E M
bir cana kıymak bütün insanları
öldürmek gibi, bir insanının hayatını kurtarmak ise bütün insanlığı kurtarmak gibiydi. (Maide, 5/32.)
Kesin olmayan bilgilere ve suizanna dayanarak başkalarını
tekfir etmek, öldürmek asla caiz
değildi. Bir Müslümana kâfir diye
hitap edenin bizatihi kendisinin
küfre girme tehlikesi vardı. (Müslim, İman, 111.) Bir savaşta Üsame b.
Zeyd, karşısındaki kişi “Lâ ilâhe
illallah” demesine rağmen onu öldürmüş ve “korktuğu için böyle
dedi” savunmasını yapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle
dedi: “Kalbini yarıp baktın da mı
korktuğu için böyle söylediğini
anladın? Kıyamet günü, lâ ilâhe
illâllah sözü karşına çıktığında ne
yapacaksın!” (Müslim, İman, 158.)
Allah Rasulü, namaza gidip geldiği görülen kişinin Müslümanlığına şahitlik edilmesini istemiş
ve kelime-i tevhidi söyleyip ehlikıble olanların tekfir edilemeyeceğine işaret etmişti. (Müsned, XVIII, 194.) Medine’deki münafıkların
öldürülmesi talebine karşı çıkan
Hz. Peygamber, böylece, küfrünü
ve düşmanlığını açıkça ilan etmeyenlere ilişilmeyeceğine işaret
etmiş oluyordu. Bir taraftan da
o, “Muhammed kendi adamlarını öldürüyor” denilmesine fırsat
vermeyerek (Buhari, Menakıb, 9.) Müslümanlar hakkında olumsuz algılar oluşmaması için hikmete göre
davranıyor, şerrinden korkulan
değil merhametine sığınılan bir
idare kuruyordu.
Mümin, dolaylı olarak bir kardeşinin ölümüne sebep olacak
eylemlere de girişmemeliydi. Nitekim Yüce Allah Hudeybiye’de
10 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Müslümanlar,
kendileriyle
savaşmayan
gayrimüslimlere
iyilik de
yapabilirlerdi:
“Allah, din
konusunda sizinle
savaşmayan ve
sizi yurtlarınızdan
çıkarmayanlarla
iyi ilişkiler içinde
olmanızı ve
onlara adaletli
davranmanızı
yasaklamaz.”
(Mümtehine, 60/8.)
yaşananlardan sonra Mekke’ye
savaş açma izni vermemişti. Çünkü Mekke halkı içinde henüz tam
olarak tanınmayan müminler bulunuyordu ve bir çatışma anında
bunlar da zarar görebilirlerdi. (Fetih, 48/25.) Yıllar sonra Mekke’nin
fethi gerçekleştirilirken de, kan
dökülmemesi için Hz. Peygamber azami gayret sarf etti ve fetihten sonra “Bugün size kınamak
yok.” diyerek Mekkelileri affetti.
İslam’ı itibarsızlaştırma
çabaları
Bugüne geldiğimizde, Müslümanların yaşadığı coğrafya, belki
de tarihin en zorlu sürecinden
geçmektedir. Fakirlik ve cehalet bir yana, savaşlar ve kıyımlar
yaşanmaktadır. Şüphesiz, bu durumun ortaya çıkmasında harici
nedenlerin rolü inkâr edilemez.
Uzun yıllar süren sömürgeler ve
işgaller, Müslüman coğrafyasına
büyük sıkıntılar çektirmiştir. Bir
kırılma yaşayan Müslümanlardan
bazılarının da, yaralı hâlleriyle
aşırılıklara saptıkları ve din adına
yanlışlar yaptıkları görülmektedir.
G Ü N D E M
Müslümanların yaşadığı
coğrafya, belki de tarihin
en zorlu sürecinden
geçmektedir. Fakirlik
ve cehalet bir yana,
savaşlar ve kıyımlar
yaşanmaktadır.
Cihat ve tekfir kavramlarının çarpıtılarak Müslümanlara savaş ilan
edilmesini veya zalim-masum
ayırımı yapılmaksızın dünyanın
çeşitli yerlerinde acılar yaşatılmasını kabul etmek mümkün
değildir. Bu tür eylemler dinimizi
terörle birlikte anmak isteyenleri
sevindirmektedir. Böylece dinimize yönelik bir itibarsızlaştırma
gündeme gelmektedir. Belki bu
sonuç ortaya çıksın diye, birtakım art niyetli çevreler de bu
eylemleri gizli-açık desteklemektedirler. Yoksa evlerinde günlük
yiyecek bulmakta zorlanan kimi
insanların, ellerinde modern silahlarla sokaklarda dolaşıyor olmalarını izah etmek zordur.
Bazı Müslümanların, indi yargılarla hareket ederek, ötekiyle
ilişkiler bir yana, Müslümanlar
içindeki farklı görüşlere nasıl
davranılacağına ilişkin ölçülere
bile uymadıkları görülmektedir.
Müslüman geleneğinin, itikat
sahasında “ehlikıble tekfir edilemez” ve fıkıh sahasında da “içtihat, içtihat ile nakzolunmaz” gibi
prensipleri görmezden gelinmektedir. Değişik ülkelerde hiçbir
yetkisi bulunmayan ve Müslüman halkların onaylarını almamış kimselerin ortaya çıkıp yargılama, ceza infazı ve savaş ilanı
gibi uygulamalara giriştikleri de
görülmektedir ki, İslam bunları
ancak meşru devletin yetkisine
vermiştir. Müslümanların birlik
ve beraberliğini sağlamaya matuf
olan “ulü’l-emr” ve “hilafet” gibi
kavramları tefrikaya alet etmek
ve bunları kullanarak Müslümanları ayrıştırmak da, İslam’ın hükümlerindeki “hikmet”i yitirmiş
olmanın bir göstergesidir. Sonuç
olarak, İslam adına gerçekleştirildiği söylenen fakat yanlışlarla
dolu ve neticede İslam’ın aleyhine algılar oluşturan hareketler,
sünnet-i seniyyeye uymamaktadır.
Bizler, Hz. Muhammed’in rahmet
yüklü mesajlarını yeniden okumak ve bunlara sımsıkı sarılmak
mecburiyetindeyiz. Öfkenin, kinin, aceleciliğin, vehimlerin ve
cehaletin bizi esir almasına asla
müsaade edemeyiz. Bilgi kirliğinin yaşandığı çağımızda, insanların çoğunun İslam hakkındaki
bilgiyi, onun düşmanlarından
aldıkları bir vakıadır. Birtakım
zanlarla ve teyit edilmemiş bilgilerle insanları mahkûm etmede
hata etmektense, iyi niyette ve
müsamahada hata etmek daha
iyi değil midir? Zaman, tarihte
büyük acılara sebep olan taassubu, nice Kerbelalar yaşanmasına
neden olan kirli siyasetleri, Peygamberimizin güzide sahabilerini
bile küfürle itham edecek kadar
aşırılık içeren tekfir hastalığı gibi
cürümleri tekrar etme zamanı değildir. Zaman, insanlığı zulmün
ve şiddetin karanlığından barış
ve huzurun aydınlığına çağırma
zamanıdır.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
11
G Ü N D E M
Küreselleşmenin
Eliyle Terörün
Küreselleşmesi
İslam coğrafyasını kasıp kavuran
şiddetin, “küreselleşme” olgusu
ile bağlantısının olup olmadığı
konusu mutlaka irdelenmelidir.
Akademik çevrelerde 1967’den
itibaren kullanılmaya başlanan
küreselleşme kavramı ile kastedilen şey, toplum, yönetim,
kültür ve ekonomi bağlamında
dünyanın tek bir sosyal mekân
olarak planlanmasıdır. Biraz
daha açmak gerekirse; sermayenin, ürünlerin, malların, her
türlü hizmetin ulusal sınırların
ötesine serbestçe intikalidir; ekonomik, mali, ticari ve iletişimsel
entegrasyon demektir. Bu tariflere bakarak, küreselleşmenin gayet masum olduğu düşünülebilir.
Hatta iletişim ve teknolojinin gelişmesiyle, ülkelerin endüstrileşmesiyle, toplumların hayat standartlarının yükselmesiyle, sınırların ortadan kalkması, ekonomi,
ticaret, finans, hizmet ve iletişim
alanlarında entegrasyonun olması kadar doğal ve kaçınılmaz bir
sonucun olmadığı düşünülebilir.
Keşke her şey göründüğü kadar
tozpembe olabilseydi…
12 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
DİB Başkanlık Müşaviri
Acaba, küreselleşme denen olgu ile
dünyamız gerçekten de herkes için
bir “küresel köy”e mi dönüşüyor?
G Ü N D E M
Dünyanın büyük bir kısmında
açlık, fakirlik, kıtlık, hastalık,
kavga ve savaş devam ederken bir
kısmında da zenginlik, lüks ve
safahat tavan yapmış durumda;
yürekleri paralayan bu adaletsiz
ve haksız manzaranın mutlaka
sorumluları olmalı… Zenginlik-yoksulluk istatistikleri belki
perde arkasındaki sorumluların
keşfine yardımcı olabilir. Acaba,
küreselleşme denen olgu ile dünyamız gerçekten de herkes için
bir “küresel köy”e mi dönüşüyor?
Yoksa dünyamız ve insanlık, yeryüzünün tüm doğal kaynaklarına
ve ham maddelerine ipotek koyarak kendi üretim ve faaliyet alanlarında tekel olmak sevdasındaki
ulus-ötesi dev ticari şirketlerin
tepelerindeki bir avuç sahip ve
yöneticinin kurmayı hayal ettikleri “küresel zenginler kulübü”ne
yem mi oluyor?
Üçüncü dünya ülkeleri ve küreselleşme üzerine yazdığı eserlerle
tanınan Şilili Jacques B. Gelinas,
Juggernaut Politics: Understanding Predatory Globalization (Zed
Books, London 2003.) adlı eserinde küreselleşmeyi kimlerin icat ettiğini,
çarkının nasıl işlediğini, faturasını kimlerin ödediğini, zararlarından korunmak için neler yapılması gerektiğini ayrıntılı biçimde
anlatır. Öncelikle bugün, adaletsiz, haksız ticaret anlaşmalarının
şekillendirdiği, büyük patronların, ulus-ötesi şirketlerin ve spekülatörlerin hükmettiği kontrolsüz bir küresel pazar vardır. Bu
pazarı, büyük patronların ulusötesi dev şirketleri için çalışan
denetçiler kontrol eder. Onlar da
yerel yöneticiler bulurlar. Yerel
yöneticilerin görevi, şirketlerin
önünü açmak, engelleri bertaraf
etmektir. Küreselleşmenin bir de
ideologları vardır; onların misyonu ise sistemi savunmak, meşrulaştırmak ve en önemlisi, kaçınılmaz olduğu algısını toplumda
yaymaktır. Serbest pazar ekonomistleri ve de medya uzmanları
“Küreselleşme Manifestosu”nu
yani neoliberalizmin esaslarını
sürekli empoze ederler. Ezici küreselleşmeye göz yumulur. Ortaya çıkan ağır faturayı ise dünyamız, çevremiz, hayatımız, tüm
dünyanın fakir halkları, ülkeleri
öder. Tüm toplumlar birer tüketim toplumuna dönüştürülürken,
eşitlik, paylaşım, dayanışma gibi
değerlerin yerini eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü alır.
Merkezi Londra’da bulunan
STWR (Dünya Kaynaklarını Paylaş) Direktörü Rajesh Makwana
ise, neoliberal ekonomik küreselleşmenin amacının, ticaretin
ve de mevcut tüm kaynakların
ve hizmetlerin özelleştirilmesinin
önündeki bütün engelleri kaldırmak olduğunu söyler. Toplumlar,
toplumsal hayat bu senaryonun
gerçekleşmesi için küresel pazarı
ellerinde tutan büyük şirketlerin
insafına terk edilir. IMF, Dünya
Bankası ve de Dünya Ticaret Organizasyonu, dev şirketlerin ve
bir avuç zengin seçkinin menfaatleri için neoliberal politikaların
sürekli propagandasını yaparlar.
(“Neoliberalism and Economic Globalization”,
www.sharing.org)
Yaratılmak istenen algı, neoliberal küreselleşmenin kaçınılmaz
olduğudur. Seçenek açıktır: ya
küreselleşmenin parçası olmak
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
13
G Ü N D E M
AA
ya da izole olmak veya yok olmak! Bencillik ve bireyselleşme
ön plandadır. Tüketim ve maksimum ekonomik kazanç esastır.
Bunun için gerekirse ahlaki ilkeler, insani değerler görmezden
gelinebilir. Sosyal, kültürel, geleneksel, dinsel endişeler söz konusu değildir. Tabii kaynakların,
ormanların, suyun korunması,
eşit paylaşımı diye bir şey yoktur.
Ekolojik ve iklimsel dengenin
bozulması önemli değildir. Güçlü olan, rekabet eden, dayanıklı
olan ayakta kalacak, zayıf, güçsüz, fakir ve hastalıklı olan yok
olacaktır.
Açıkçası, adına küreselleşme
denen olgu, dünyanın en zengin ailelerine ait olan çok büyük
ulus-ötesi şirketlerin ham madde
ihtiyaçlarının karşılanabilmesi
için doğal kaynaklara sorunsuzca ulaşabilmesi, ürettikleri ürünlerin bütün dünya pazarlarında
14 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Dünyanın büyük
bir kısmında
açlık, fakirlik,
kıtlık, hastalık,
kavga ve savaş
devam ederken
bir kısmında da
zenginlik, lüks
ve safahat tavan
yapmış durumda;
yürekleri paralayan
bu adaletsiz ve
haksız manzaranın
mutlaka
sorumluları
olmalı…
sorunsuzca satılabilmesi için sınırların düzlenmesi ve her türlü
yerel engelin ortadan kaldırılmasıdır. Söz konusu engellerin yerel bürokratik ve siyasi çabalarla
ortadan kaldırılabileceği yerlerde
barışçıl usuller, mümkün olmadığı yerlerde ise zor ve şiddet kullanılacaktır. Benjamin Barber’ın ifadesiyle bu, mevcut dünyanın bir
“Mc” dünyasına (Mc.World) tahvil edilmesidir. Daha açık bir ifadeyle,
dünyanın ayaküstü yemek, hızlı
bilgisayarlar ve hızlı müziklerle
ticari bakımdan tek, homojen bir
küresel şebekeye dönüştürülmesi, tüm dünya uluslarının teknoloji, ekoloji, iletişim ve ticaretle
birbirine bağlı, entegre tek bir
McWorld hâline getirilmesidir.
McWorld’ün kuşattığı herkes, istemese de artık bir tüketicidir. (“Jihad vs. Mcworld”, The Atlantic, March 1992.)
Küreselleşmeyi kaçınılmaz bir
“Yeni Dünya Düzeni” olarak sunanlar, buna itiraz edenleri ya da
en hafifinden, mahiyetini sorgulamaya kalkışanları “kaos” yanlısı
olmakla itham ederler. Nitekim
İslam, küreselleşme çağında diğer medeniyetlerle ve dinlerle yan
yana ve barış içinde bir arada var
olabilme kabiliyetinden yoksun
bir din olarak tanıtılır. Küreselleşmenin bazı ateşli savunucularına
göre İslam, tüm dünyayı hızla
saran bir kanser, Batılı değerlerin
meşruiyetini tanımayan bir “Yeşil Tehlike”dir. (Leon T. Ladar, “What
Green Peril?” Foreign Affairs, Spring 1993.)
Diğer bazıları için ise, modernite,
küreselleşme ve sekülerizm karşıtı tutumu ile medeniyetler arası
bir savaşın fitilini ateşleyebilecek
potansiyele sahiptir İslam. Mede-
G Ü N D E M
niyetler çatışması, modern dünyadaki ihtilafların geleceği en son
safhadır. Küresel siyasete bundan
böyle hükmeden medeniyetler arası çatışmalar olacağı gibi, medeniyetler arasındaki fay hatları da
gelecekteki savaşın sınırları olacaktır. (Samuel P. Huntington, “The Clash of
Civilizations, Foreign Affairs, Summer 1993.)
İslam’ı yeşil tehlike olarak tanımlayanların İslamofobi sektörünün
ardındaki failler olduklarını anlamak da zor değildir.
Küreselleşmenin yaygınlaş(tırıl)
ması ile terörün tırmanışı arasında dikkatlerden kaçmayan bir
paralellik vardır. Küreselleşme ile
birlikte terörün mahiyet ve yoğunluğu değişmiştir; yeryüzündeki din motifli terörü de körüklemektedir. Bundan kırk yıl önce
dünyada din motifli tek bir terör
hareketi yokken, 80’li yıllarda bilinen 64 terörist organizasyondan
yalnızca iki tanesi dini inanç saikiyle faaliyet gösterirken bugün
dinsel gerekçelerle hareket eden
örgüt sayısında âdeta bir patlama
yaşanmaktadır. (Florin Ştibli, “Terrorism in the Context of Globalization”, AARMS,
[2010], IX / 1, s. 1-7.) Bugün pek çok
terör örgütünün ulus-ötesi bağlantıları, şirketleri, web siteleri,
eleman toplama mekanizmaları
vardır. Terör örgütlerinin internet üzerinden etkili propaganda faaliyetleri yürüttüklerini de
hesaba katarsak, küreselleşme
çağında terörle mücadelenin bir
ulusun boyunu aştığını rahatlıkla
anlayabiliriz.
Doğal kaynakları ele geçirme de
herhangi bir sınır veya engel tanımayan, ahlaki, insani ve vicdani endişeler hissetmeyen küresel
sermayedarların barış, demokrasi, insan hakları, Batılı değerlerin
inşası gibi gerekçelerin arkasına
sığınarak yerleştirmeye çalıştıkları küreselleşme olgusu, gerçekte
tüm insanlığın ruhuna, bedenine, zevklerine ve alışkanlıklarına hükmetmenin yeni metodu
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün bu küresel sermayedarların faaliyet alanları sadece ekonomi ile sınırlı değildir. Silah, ilaç,
kimya, enerji, tarım, petrol ve
doğal gaz, değerli madenler, iletişim, elektronik, ulaşım, tekstil
vb. alanlar da küresel güçlerin
hedefleri arasındadır.
Temel ideolojisi küreselleşme
olan “Yeni Dünya Düzeni”ne direnen uluslar, etnisite, din ve
mezhep bağlamında ayrıştırılır,
küçük küçük gruplara, kabilelere
bölünerek güç ve kuvvetten düşürülür. Bununla da yetinilmez,
aralarında husumet yaratılarak
kavgaya tutuşturulurlar. Karanlık
güçler tarafından kapalı kapılar
ardında dizaynı yapılan silahlı radikal grupların böyle ortamlarda
doğmaları için fırsat ve imkânlar
yaratılır. Zira onlar, etniksel ve
mezhepsel anlamdaki temizlik
harekâtının hayati parçasıdırlar.
Onlara biçilen misyon, bölünme
ve parçalanmayı içerden hızlandırmaktır. Bu amaçla onlara silah
ve para desteği sağlanır; köyleri
kasabaları, şehirleri yağmalamalarına, tarihî ve kültürel mirası
yok etmelerine, çoluk-çocuk demeden kıyım yapmalarına göz
yumulur. Kadınları, genç kızları
köle gibi alıp satmalarına, ırz ve
namuslarını kirletmelerine izin
verilir. Bu örgütlerin misyonu,
kendilerine müsaade edilen sınırlar içindeki insanları sindirip,
göçürüp, direnenleri öldürüp,
söz konusu bölgeleri işgale ve
sömürüye hazır hâle getirdikleri
anda küreselleşmenin dev sermayedarları barış güvercinlerini uçuruverirler. Barış, demokrasi ve
insanlık adına bu örgütlerin imha
edilme süreci başlatılır. Bu senaryo, sürekli tekrarlanır. Bir yerde
görev başarıyla tamamlandığında bir başka yerde uygulamaya
konulur. Ancak dikkatlerden
kaçmayan bir şey var: bu türlü
senaryoların kurgulandığı toprakların geneli, her ne hikmetse,
İslam topraklarıdır; heba ve israf
olan kaynaklar Müslümanlarındır; harap olan, haritadan silinen
şehirler Müslümanlarındır; yok
olan, uçup giden tarih ve kültür
mirası Müslümanlarındır. Velhasıl, ölen, öldüren ve sakat kalanlar da Müslümanlardır.
Netice olarak, radikal terör örgütleri, küreselleşmeyi durdurabilecek bir güce sahip olmasalar bile
küreselleşme sürecini yavaşlatan
unsurlar oldukları için, küresel
sermayedarların hedefindedirler.
Garip olan şu ki, küreselleşme
projesinin failleri, hedeflerini gerçekleştirmek için terörü kullanmada bir beis görmezler. Terörün
küreselleşmesi de onlar eliyle
olur. Yoksa geceli gündüzlü ürettikleri silahları nasıl ve kimlere
pazarlayacaklar? Terör sayesinde
istikrarsızlaştırılan ve boşaltılan
bölgelerin zenginliklerine kolayca nasıl konacaklar?
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
15
G Ü N D E M
Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak
Hakikat Tekelciliği
16 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
G Ü N D E M
Prof. Dr. Mahmut AYDIN
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İnsanlık tarihine göz atıldığında
“hakikatin, sadece belli bir dine”
veya dinî geleneğin parçası olan
bir mezhebe, gruba ya da oluşuma ait olduğuna dair tekelcilik
iddialarının çatışma, baskı, şiddet, zulüm ve terör eylemlerini
meşrulaştırmak ya da yönlendirmek ve alevlendirmek için farklı
kesimler tarafından kullanıldığı
görülebilir. Zira hakikat tekelciliği ve ona yol açan mutlaklık
söylemleri, yapısı itibarıyla karşıt
bir kutup/yapı üzerinden kendi
konumunu belirler. Bu bağlamda
söz konusu söylemler, yayılma
imkânı buldukları alanlarda her
şeyin önüne geçer ve savunucuları da onları koruma adına yaptıkları birçok eyleme karşıt kutup/
söylem/yapı açısından meşru bir
zemin bulur. Nitekim insanlığın
dinî tarihi, bunun (bu yazının
kapsamı içinde özetlenemeyecek
derecede) net örnekleriyle doludur. Yine de bir iki örnek bu hususta açıklayıcı olabilir. Mesela,
Hristiyanlıktaki “Kilise, İsa-Mesih
ya da Hristiyanlık dışında kurtuluş yoktur” dogmasını ele alalım.
Bu inancın, tarihsel süreç içinde
haçlı seferleri, antisemitizm ve
bunun sonucu gerçekleşen Nazi
soykırımı, sömürgecilik ve yaraları hâlâ sarılamayan Saray Bosna’daki Müslüman katliamı gibi
olaylarda etkin rol oynadığını
görürüz. Keza Yahudilikteki “seçilmiş kavim ve kutsal toprak ideolojisi” de daha keskin ve radikal
söylemlerle Yahudilerin, 20. yüzyılın başlarından itibaren hayata
geçirmeye başladıkları Filistin’i
işgallerinde ve Filistinlilere yaptıkları insanlık dışı muamele ve
katliamlarda itici güç olarak hizmet etmiştir. Yine geleneksel cihat algısının Müslüman kitleleri
sadece gayrimüslimlerle değil,
günümüzde olduğu gibi kendi
dinî dünya görüşü veya mezhebi
dışındaki diğer Müslümanlarla
savaşmaya sevk ettiği de bilinen
bir olgudur. Ancak sorun, sadece
Hristiyan, Yahudi ve Müslüman
hakikat tekelciliği ile ilişkili değildir. Aynı zamanda Hindu, Budist
ve Sih dinî geleneklerindeki hakikat tekelciliklerinin de geçmişte
olduğu gibi günümüzde de Hint
alt kıtasında ve Uzakdoğu’da dinî
referanslı şiddet ve terör eylemlerine sebebiyet verdiği burada
dikkate alınmalıdır. Örneğin son
yıllarda Arakanlı Müslümanlara
yapılan zulümleri, modern Budist dinî söylemlerden ve onların
dinî bağlamlarından soyutlayarak
okumak imkânsızdır.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
17
G Ü N D E M
Bu yazıda genel olarak tüm dünyada özelde ise coğrafyamızda yaşanan dinsel referanslı şiddet ve
bunun sonucu olarak da ortaya
çıkan terör eylemlerinde dinlerdeki “mutlaklık” veya diğer bir
ifadeyle “tekelcilik” iddialarının
etkisi olup olmadığını eğer varsa
söz konusu mutlaklık iddialarında kaynaklanan dinsel terörün
önüne geçilebilmesi için neler
yapılabileceği üzerinde durulacaktır.
Geçmişten günümüze dünya ölçeğinde yaşanan dinsel referanslı
şiddet eylemlerine bakıldığında
dinî duygu ve düşüncenin hemen her dönemde yaşanan şiddet ve terör eylemlerini yönlendirmek ve meşrulaştırmak için
kullanıldığı aşikâr olarak görülür.
Bu olgunun en önemli nedenlerinden biri hiç şüphesiz genelde
her bir dinsel geleneğin özel de
ise dinsel geleneklerdeki dinî
grup, mezhep ya da oluşumların
hakikat tekelciliği yaparak kendi-
18 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Geçmişten
günümüze dünya
ölçeğinde yaşanan
dinsel referanslı
şiddet eylemlerine
bakıldığında
dinî duygu ve
düşüncenin hemen
her dönemde
yaşanan şiddet ve
terör eylemlerini
yönlendirmek ve
meşrulaştırmak için
kullanıldığı aşikâr
olarak görülür.
lerini merkeze koyup diğerlerini
bu merkezin etrafında dönen yörüngeler olarak kabul etmesidir.
Bu tarz bir hakikat tekelciliği
doğal olarak merkeze konan dinî
düşüncenin diğerlerinden üstün
olduğunu ima edeceğinden bu
durumun daha aşağı derecede
olan dinî geleneklerin, mezheplerin, grupların ya da söylemlerin
ötekileştirilmesine ve zamanla
da bir şekilde bertaraf edilmesine yol açması oldukça mümkün
olmaktadır. Çünkü hakikat tekelciliği yapan dinî gelenekler, mezhepler, gruplar ve dini oluşumlar,
farklı şekillerde de olsa sadece
kendilerinin Tanrı hakkındaki
tüm hakikate sahip olduğunu iddia ederek kendilerini hakikat
bekçisi ilan ederler. Dahası bu
hakikat tekelciliği ve onun doğal
sonucu olarak ortaya çıkan “biriciklik” algısından hareketle her
bir dinsel dünya görüşü, bir taraftan diğer dinsel dünya görüşlerinin varlığını kabul eder. Fakat
diğer taraftan onların geçerliliğini kendine olan yakınlığı veya
uzaklığına göre değerlendirmeye
tabi tutar. Böylece diğer yorumlar karşısında kendi otoritesini
kurarak, bir tür ortodoksi geliştirir. Artık tüm görüşler, ilginç bir
biçimde meşruiyetini kendinden
alan bu otorite tarafından meşru
veya gayrimeşru olarak belirlenir.
Buna göre diğer dinî dünya görüşleri, hakikat tekelciliği yapan
dinî dünya görüşüne yakınlaştıkça kabul edilebilirlikleri artar,
ondan uzaklaştığında da azalır.
Çünkü bu anlayışa göre Tanrı,
G Ü N D E M
tüm insanların hakikatin kendi
tekelinde olduğunu iddia eden
dinî geleneğin, mezhebin veya
oluşumun mensubu olmalarını
arzu etmektedir.
Hakikat tekelciliği yapan dinî
gelenekler, mezhepler, gruplar ve
dini oluşumlar, farklı şekillerde
de olsa sadece kendilerinin Tanrı
hakkındaki tüm hakikate sahip
olduğunu iddia ederek kendilerini
hakikat bekçisi ilan ederler.
Bu noktada İslami gelenekte Müslüman âlimlerin geçmişte çok
sıkça dile getirdikleri ancak günümüzde pek fazla görmediğimiz
bir uygulamaya dikkat çekmek
istiyoruz. Bilindiği üzere geçmiş
dönemlerde Müslüman müfessirler yaptıkları şahsi yorumlardan
sonra “Allahü a’lem bi muradihi”
(Allah bununla neyi murad ettiğini en iyi kendisi bilir) ifadesini
eklemeyi ihmal etmezlerdi. Kanaatimizce söz konusu Müslüman
âlimlerin yorumlarının sonuna
bu ifadeyi eklemesi bizlere günümüzde plüralist anlayışın en
önemli unsurlarından biri olan
hiçbir dinî yorum veya algının
mutlak hakikatle ilgili olmakla
birlikte onu tam olarak yansıtamayacağı anlayışını hatırlatmaktadır. Bilindiği üzere plüralist din
algısına göre farklı dinsel geleneklerin veya bir dinsel gelenek bünyesindeki mezheplerin, grupların
veya bireylerin ilahî hakikat hakkında sahip oldukları bilgi, O’nun
hakkındaki tüm bilgi değil, fakat
onun kısmi yansımalarıdır. Bu anlayışa göre ilahî hakikat mutlaktır.
Ancak bu mutlak hakikati kavramak ve anlamak için yapılan tüm
tanımlamalar ve nitelendirmeler
mutlak olarak kabul edilemez.
İşte şahsi yorum ve açıklamalarından sonra “Allahü a’lem bi muradihi” ifadesini kullanmakla Müslüman âlimler, bir taraftan kendi
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
19
G Ü N D E M
Farklı dinsel
gelenekler veya
bir dinsel gelenek
bünyesindeki
farklı mezhep
veya gruplar,
Mutlak varlığı
veya diğer bir
ifadeyle yaratıcıyı
tecrübe ve idrak
etmenin ve O’nunla
iletişim kurmanın
farklı yollarını
temsil eden
oluşumlar olarak
kabul edilmeleri
gerekmektedir.
20 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
açıklamalarının sahip oldukları
bilgi birikimi ve dünya görüşü
çerçevesinde yapılmış en doğru
yorum olduğunu göstermiş olurlar. Fakat diğer taraftan başkalarının da kendi bilgi birikimleri ve
dünya görüşleri doğrultusunda
farklı yorum ve açıklamalarda
bulunabileceklerini kabul etmiş
olurlar. Şüphesiz, söz konusu
âlimlerin ekseriyetinin bu yorum
tarzları, ilahî muradın belli bir
yorumla sınırlandırılamayacağını, bu yüzden de hakikat tekelciliğinden kaçınılması gerektiğini
ima eder. Batı geleneğindeki yorum tarzlarından benzer yaklaşımlar öne çıkarılabilir. Mesela
Kant’ın numen-fenomen ayrımı
burada hatırlanabilir. Bilindiği
üzere Kant’a göre beşer olarak
bildiğimiz şey daima eşyanın
fenomeni, yani kendisini bize
sunması ve zihnimizin de onu
işlemesi yoluyla oluşan imajıdır.
Numeni, yani eşyanın kendisini
olduğu gibi asla bilemeyiz. Buna
göre farklı din mensupları olarak
bizler mutlak gerçekliği olduğu
gibi değil, kendimize özgü tarihsel, sosyal ve psikolojik melekelerimiz çerçevesinde tanıyıp
bilebiliriz. Buna göre farklı dinsel
gelenekler veya bir dinsel gelenek
bünyesindeki farklı mezhep veya
gruplar, mutlak varlığı veya diğer
bir ifadeyle yaratıcıyı tecrübe ve
idrak etmenin ve O’nunla iletişim
kurmanın farklı yollarını temsil eden oluşumlar olarak kabul
edilmeleri gerekmektedir. Kanaatimizce tıpkı bunun gibi İslami
gelenek bünyesindeki farklı mezhep, grup ve oluşumlar ve bunların ortaya çıkmasına yol açan
farklı dinî yorum ve söylemler
G Ü N D E M
de İslam’ın temel kaynakları olan
Kur’an ve sünnet bütünlüğü çerçevesinde Allah’ı tecrübe ve idrak
etmenin ve O’nunla iletişim içinde mümince bir yaşam sürmenin
farklı yolları olarak görülmelidir.
Geçmişteki Müslüman müfessir
ve ilim insanlarının aksine günümüzde dinsel metinlerle ilgili
yorum yapanların büyük çoğunluğu ise kendi yorumlarının
Allah’ın ilgili dinsel metinlerde
kastettiğini tam olarak yansıttığını iddia etmektedir. Onlar
bunu yapmakla kendi yorumlarını mutlaklaştırarak merkeze
koymakta ve diğer yorumları da
kendi yorumlarına yakınlıkları
veya uzaklarına göre doğru ya
da yanlış yorum şeklinde tasnif
etmektedir. Bu şekilde din adına
konuşan kişilerin kendi din algılarını mutlaklaştırarak hakikat
tekelciliği yapmaları doğal olarak
farklı din algılarının bertaraf edilmesini gerektirecektir. Neticede
bu durumun, farklı din algısına
sahip olanların önce “sapkın”
veya “mürtet” gibi sıfatlarla marjinalleştirilmelerine daha sonra
da bir şekilde kendilerine şiddet
uygulanarak bertaraf edilmelerine kapı aralaması kaçınılmazdır.
Bu tarz bir hakikat tekelciliği hiç
şüphesiz günümüzde Müslüman
coğrafyada başta el-Kaide ve
DAEŞ/IŞİD olmak üzere mezhepler ve dinsel oluşumlar tarafından
işlenen dinsel referanslı şiddet ve
terör eylemlerini Hakk’a uygun
ve adil olduğu iddiasıyla meşrulaştırarak haklı çıkarmaya yol açmaktadır. Fakat konunun sadece
İslam geleneğinin parçası olan
tarzları açısından tartışılması so-
Kur’an’ın
öğretisinin ayrışma
ve ayrıştırmayı
değil, birleşerek
bütünleştirmeyi
hedeflediğini akılda
tutmak gerekir.
Nitekim Hz.
Muhammed’in bir
rahmet peygamberi
olarak en zor
şartlarda bile kendisi
gibi inanmayan ve
düşünmeyenlere
yönelik yaklaşımı
bir model olarak
önümüzde
durmaktadır.
runun genel çerçevesinin görülmesine engel olacaktır. Zira hakikatin yegâne yolunu temsil ettiğini iddia eden köktenci yorum
geleneklerini ve bunların insanlık
tarihi açısından acı tecrübelerini
Yahudi, Hristiyan, Müslüman,
Hindu, Budist vb. gelenekler açısından değerlendirmek gerekir.
Genel olarak bu hakikat tekelciliği, dinsel referanslı şiddet eylemlerinde bulunan bu ve benzeri
terör örgütlerini, yapılan terör
eylemlerinde ölen mensuplarının
inançlarının gereği olarak Tanrı
adına hayatlarını kaybettikleri
için ölümsüzleştiklerini kanısına
sevk etmektedir. Hakikat tekelciliğinin, bu tekelciliği yapanların elinde ölümcül bir silaha dönüşmesi mukadder olduğundan
farklı din mensuplarının ancak
bundan daha önemlisi aynı dinî
geleneğe mensup olmakla birlikte arızi farklılıklardan dolayı farklı mezhep, grup veya oluşumlara
mensup müminlerin kendi din
algılarını mutlaklaştırarak merkeze koymaktan şiddetle kaçınması gerekmektedir. Çünkü bunu
yapmakla kendi mezhep, meşrep
veya grubumuzun Hakk’a giden
yollardan bir yol olduğu ve kendi
dinî yorumumuzun da hakikatle
ilgili yapılmış ve yapılacak olan
yorumlardan bir yorum olduğu
kanaatinde olacağımızdan her
daim bizim dışımızdakini muhabbetle kucaklayıcı bir hayat yaşama şansına sahip oluruz.
Sonuç olarak Kur’an’ın öğretisinin ayrışma ve ayrıştırmayı değil,
birleşerek bütünleştirmeyi hedeflediğini akılda tutmak gerekir. Nitekim Hz. Muhammed’in
bir rahmet peygamberi olarak
en zor şartlarda bile kendisi gibi
inanmayan ve düşünmeyenlere yönelik yaklaşımı bir model
olarak önümüzde durmaktadır.
Hz. Peygamberin bu örnekliği,
yüzyıllar boyunca Müslüman yorum geleneği içinde farklı yorum
tarzlarını besleyen “Allahü a’lem
bi muradihi” ifadesinde sembolleşmiştir. Bu bakımdan farklılıkların “ötekileştirme”, çatışma
ve hatta savaş vasıtası yapıldığı
günümüzde âlimlerimizin mirası, bizlere seçilmiş, kurtulmuş,
mutlak hakikati keşfetmiş bir
ben tasavvurunu değil, ahlaki tefekkür ve fiilleriyle felahı arayan
bir ‘biz içinde ben’ ve ‘ben içinde
biz’ anlayışını egemen kılmamızı
öğütlemektedir.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
21
G Ü N D E M
İslam Dünyasında
Şiddeti Mücadele
Yöntemi Olarak
Kullanan Hareketler
22 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
G Ü N D E M
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kurtuluşa ermek, boyun eğmek,
teslim olmak; teslim etmek, vermek; barış yapmak” anlamına
gelen “silm” kökünden türetilen
İslam kelimesi, “boyun eğmek,
itaat etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.),
yaşadığı dönemde son ilahî vahyi
bireysel ve toplumsal alanda hayata geçirmiştir.
Allah Rasulü’nün (s.a.s.) ahlakıyla yetişen arkadaşlarının
temel hedefi vahyi hayatlarına
hâkim kılmak ve Allah’ın rızasını kazanmaktı. Bu sebeple Hz.
Peygamber’in ağzından vahiy
olarak dökülen mesajlara dikkat
kesiliyorlar, onun vahyi nasıl anladığını ve nasıl yaşadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu dönemde insanların birbirlerine karşı
haksızlık yapmama hususunda
hassas davrandıkları, kardeşlik hukukuna riayete özel önem
verdiklerini müşahede ediyoruz.
Aynı inanca sahip bu insanların birbirlerine karşı saldırgan
bir tutum içinde bulunmaları ve
şiddete yönelmeleri mazur ya da
meşru görülen bir durum değildi. Meydana gelen olumsuzluklar
ise Allah elçisinin müdahalesiyle
bertaraf ediliyordu.
Aslında şiddet, her dönemde ve
her toplumda farklı düzeylerde
de olsa karşılaşılan bir sorundur.
Ancak Allah Rasulü’nün dar-ı bekaya irtihalinden yaklaşık çeyrek
asır sonra başlayan ve sonraki
süreçte değişim geçirerek devam eden, din kardeşlerine karşı
saldırgan bir tutum içinde olan
gruplar ortaya çıkmaya başladı.
Bu gruplar, davranışlarını ve taşkınlıklarını dinin temel referanslarına dayandırdıklarını savunsalar da onların tutumu ile ashabın
Hz. Peygamber dönemindeki
tutumu arasında ciddi farklılıklar
vardı.
Tarihte karşılaştığımız şiddet
eğilimli hareketlerden, biri Hz.
Peygamber’in vefatından sonra
ortaya çıkan, diğeri ise günümüzde karşılaştığımız iki hareket
üzerinde durarak yaklaşımları
hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Bu iki hareket de şiddeti dinî
referanslarla
temellendirmeye
özel önem verir. Hatta dinlerinin
kendilerine şiddeti kullanma izni
verdiğini ve bunun bir görev olduğunu savunan hareketlerdir.
İslam dininin mensupları arasında şiddetten beslenen bu insanlar
bir yana din ile şiddet arasında
doğrudan bir bağ olduğunu savunan ve bu yolla dinler üzerinde olumsuz bir algı operasyonu
düzenleyen kişi ya da gruplarla
da karşı karşıyayız. Bu tutumun
sahiplerini ve bunların bağlı oldukları mahfilleri de göz ardı etmemek gerekir. Biz burada, şiddeti dinle ilişkilendiren ve kendilerini “İslam” ile özdeşleştiren
dinî gruplar hakkında genel bir
değerlendirme yapmaya çalışacağız. Bu anlayışla İslam Tarihi’nin
erken döneminde karşılaşmamız
bizi şaşırtmamaktadır. Zira bunun sosyal ve siyasi nedenleri
mevcuttur.
Medine döneminin son yıllarında
Hz. Peygamber’in getirdiği mesajı yeterince özümseyemeyen
bazı kabileler arasında İslam’ın
hızlı bir yayılma sürecine girdiği
bilinmektedir. İlerleyen yıllarda
şiddet eğilimi yüksek olan bazı
grupların özellikle bu kabilelerden Kuzeyli olan bazıları arasında taraftar bulduğu bilinmektedir. Bununla birlikte şiddetin bir
yöntem olarak benimsenmesini
sadece buna bağlamamız uygun
olmaz. Şiddeti besleyen başka etkenler de mevcuttur. Mesela kişisel eğilimler, bunlardan biridir.
Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden yaklaşık çeyrek asır geçmişken Müslümanların halifesi
Hz. Osman, kendisine muhalif
olan ve Basra, Kûfe ve Mısır eyaletlerinden gelen bir grup tarafından evinde bir süre kuşatıldıktan
sonra öldürüldü. Şiddet eğilimi,
Müslümanların halife olarak
biat ettiği, görevi başındaki Hz.
Osman’ın katledilmesiyle fiiliyata dökülmüştü. Bu olay, bundan
sonra beş yılı aşkın bir süre devam eden iç savaşın tetikleyicisi
oldu. Hz. Osman’ı öldürenler,
takip eden yıllarda bu cinayetin
meşru olduğuna dair delilleri
oluşturmak için epey gayret gösterdiler.
Hz. Osman’ın katlinden sonra
Hz. Ali’nin hilafet yıllarında şiddet eğiliminin -özellikle muhalifleri tarafından- Hariciler olarak
isimlendirilen grup tarafından
bir mücadele yöntemi olarak
kullanıldı. Hariciler, önceleri Hz.
Ali’nin ordusundayken Hz. Ali ile
Muaviye arasında savaşa neden
olan sorunun tahkim yoluyla çö-
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
23
G Ü N D E M
zülmesine karar verilmesi üzerine
Hz. Ali’ye tepki gösteren bir grup
olarak ortaya çıktı. Hz. Ali’yi ve
muhaliflerini tekfir eden bu grup,
bazı ayetleri sloganlaştırarak muhaliflerine saldırabiliyor; kendilerinde, onlar gibi düşünmeyen
insanların canlarına ve mallarına
saldırı hakkı buluyorlardı. Hz.
Ali ile Nehrevan’da savaştıktan
birkaç yıl sonra Hz. Ali’yi suikast
sonucu katleden bu grubun içinden bazıları şiddeti ileri boyutlara
götürerek kendilerinden olmayan
bütün Müslümanları müşriklerle
bir kabul ederek saldırıda beis
görmemişlerdir.
Haricilerin isyan ve saldırıları
bazı dönemler azalsa da Abbasi
döneminin ortalarına kadar devam etti. Ancak bazı Hariciler,
daha mutedil bir çizgiyi tercih ettiler. Onlar, eylem yerine itikadi
ve dinî konuları tartışarak görüşlerini oluşturdular.
24 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Haricilikle
Selefiliğin ortaya
çıktıkları koşullar
ve beslendikleri
kaynaklar farklı
olmakla birlikte
nassa yaklaşımları
birbirine
benzemektedir.
İki grup da nassı
bağlamı çerçevesinde
anlamaya çalışmak
yerine zahirî bir
okumayla görüşlerini
temellendirmeye
çalışmaktadırlar.
Son asırlarda şiddeti bir mücadele aracı olarak kullanan ve bunu
dinî referanslarla temellendirmeye çalışan modern bazı gruplar
ortaya çıktı. Selefi denen bu gruplar, kendilerinin tarihsel temellerini Haricilere dayandırmamaktadırlar. Bilakis kendilerini Ahmed
b. Hanbel ve İbn Teymiyye gibi
ehlihadis âlimlerinin çağdaş mümessilleri olarak görmektedirler.
Son dönemlerde, ABD’de 11 Eylül 2001 yılında başta Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine
olmak üzere yapılan saldırılar ve
buna karşı Batı’nın insan hak ve
özgürlüklerini zorlayan, hatta yer
yer hiçe sayan tutumları, şiddet
eğilimli hareketleri besleyen etkenler arasında zikredilmelidir.
Zira şiddet, şiddetten beslenen
bir olgudur.
Harici gruplardaki fikri bölünme, Selefilik için de söz konusu
olmuştur. Günümüzde kendile-
G Ü N D E M
rini Selefi olarak tanımlayanlar
arasında birbirlerini tekfir edenler dahi vardır. Bu dönüşüm,
farklılaşma ve bölünme, bütün
hareketler için mukadder olduğu
gibi Selefilik için de kaçınılmaz
olmuştur.
Haricilikle Selefiliğin ortaya çıktıkları koşullar ve beslendikleri
kaynaklar farklı olmakla birlikte
nassa yaklaşımları birbirine benzemektedir. İki grup da nassı
bağlamı çerçevesinde anlamaya
çalışmak yerine zahirî bir okumayla görüşlerini temellendirmeye çalışmaktadırlar.
Haricilerle günümüz şiddet eğilimli hareketlerinin kullandıkları
ayetler hemen hemen aynıdır.
Kur’an-ı Kerim’i bütüncül bir
gözle okumak yerine birkaç ayeti sloganlaştırarak onun üzerinden bir meydan okuma söylemi
geliştirmektedirler. Ancak Selefiliğin Haricilerden önemli bir
farkı, İslam medeniyetinin tarihsel tecrübesiyle âlimlerin çeşitli
çalışmaları sonucu günümüze
ulaşmış olan hadisler hakkında
güvendikleri âlimlerin değerlendirmelerini dikkate alıp referans
olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca
görüşlerini temellendirmek amacıyla saygı duydukları âlimlerin
kitaplarından da nakiller yapmaktadırlar.
İki dönemde de ortaya çıkan hareketlerin bazı ortak yönleri bulunmaktadırlar. İki hareket de
İslam dünyasının kriz yaşadığı
dönemlerde ortaya çıkmıştır. Hariciler, bir halifenin katledildiği,
onun yerine seçilen bir diğerine
karşı isyanların olduğu bir dönemde, dinin temel naslarından
uzaklaşıldığı savıyla ortaya çıkmıştır. Son asırlarda ortaya çıkan
hareketler de İslam dünyasının
yaşadığı derin kriz ortamında gelişmiştir.
İki hareketin de öze dönüş ve
Allah’ın emirlerini hakkıyla yaşama ve yaşatma iddiası vardır. Bu
hareketlerin, gerek geleneği göz
ardı etmeden, gerekse gelenekle
hesaplaşarak ve hatta onu reddederek öze dönüşü teklif eden
diğer grup ya da kişilerden ayrı
olduğu unutulmamalıdır. Söylemleri ve kullandıkları kavramların birbirine benzemesi, bütün
bunların toptancı bir bakış açısıyla bir tek hareketin mensupları
olarak görülmeleri yanlışına düşülmesine sebep olabilir.
Şiddeti yöntem olarak kullanan
Harici ve çağdaş Selefi gruplar,
tekfirci bir yaklaşımla kendileri
gibi düşünmeyen unsurları İslam
dairesinin dışına atmak suretiyle
ötekileştirmekte, böylece onlara
karşı girişecekleri şiddeti meşrulaştırmaktadırlar. Bu yaklaşıma
göre İslam dairesi de, insana bırakılan içtihat alanı da oldukça
dardır. Tekfir silahını birbirlerine karşı kullanmaktan çekinmemektedirler.
Dinî söylemlerinde kullandıkları
kavramlar arasında da bazı benzerlikler bulmak mümkündür.
En çok öne çıkan kavramlar,
mürtet, müşrik, kâfir, münafık,
Bel’am ve Tağut’tur. Bu kavramların dinî dayanakları Kur’an’dan
temellendirilmektedir. Cihat, eylemlerinin meşrulaştırılması için
önemlidir.
İki hareketin tarih okuma biçi-
mi birbirine benzemektedir. Hz.
Peygamber dönemi İslami yaşantısını ihya etmek, Hz. Peygamber
döneminde olduğu gibi Allah’a
itaati gerçekleştirmek önemli bir
yaklaşımdır. Bununla birlikte Haricilerin tarihe bağlılıkları daha
zayıftır. Nazil oldukları dönemin
koşulları dikkate alınarak okunması gereken bazı ayetleri, bağlamından tamamen bağımsız bir
şekilde okumaya tabi tuttukları
gibi, Hz. Peygamber dönemi de
dönemin koşulları dikkate alınmadan tekrar yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Haricilerin de Selefilerin de ortak özellikleri, gençlerin ilgisini
çekebilecek söylemler olmalarıdır. Onların dünyasında siyah
ve beyaz çok açıktır. Gri alan ya
yoktur, ya da oldukça sınırlıdır.
Bu sebeple müsamahakâr olmak
yerine katı bir tutum takınmayı
tercih ederler.
Son olarak şunu da ifade etmeliyiz ki; günümüzde ortaya çıkan
hareketlerin istihbarat örgütlerinin faaliyet alanlarından bağımsız
düşünülmesi yanlış olur. Zira bugün dünyada büyük bir rekabet,
mücadele ve hatta adı konulmamış bir savaş mevcuttur. Ayrıca
dünyanın birçok yerinde sıcak
çatışmalar yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Dünyada olup bitenin, birçok
aktörün müdahale ve mücadele alanı olduğunu, bir kısmı iyi
niyetlerle yola çıkılmış olsa bile,
büyük resim içinde kullanılmış
olmamasının kuvvetle muhtemel
olduğu bir tablo ile karşı karşıya
olduğumuzu da göz ardı etmemeliyiz.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
25
G Ü N D E M
İslam Dünyasında Kurulan
Terör Kumpası
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim YILMAZ
Karabük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
26 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
G Ü N D E M
İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan hareketle de yeni bir ivme
kazandıracak yegâne temel olduğunu söylemek mümkündür. Bütün ket
vurmalara ve olumsuzluklara rağmen istikrarla yayılmaya devam etmektedir.
Hz. Peygamber’in Medine’ye
hicretinden günümüze kadar
Çin’den Mağrib’e, Kazan steplerinden Sahra Çölü’ne kadar
Müslümanların vatan edindikleri
geniş coğrafyaya bakıldığında bu
toprakların esasında tarih boyunca dünyanın kaderinin çizildiği
mekânlar olduğu görülecektir.
Dolayısıyla buraların vatan edinilmesi, ciddi, daimi ve diri bir
bilincin zihinlerde ve gönüllerde
derinleştirilmesini ve dahi kimi
zamanlar bedel ödemeyi gerektirmiştir. Nitekim İslam Dünyası,
Haçlı ve Moğol istilalarında şahit
olunduğu üzere gerektiğinde bu
bedelleri de ödemesini bilmiş
ve buraları Daru’l-İslam (Barış
Yurdu) olarak isimlendirmiştir.
Müslümanlar geçmişte olduğu
gibi hiçbir zaman önemini kaybetmeyen yurtlarında yine ciddi
bir imtihan vermektedirler. Öyle
ki bütün Müslüman coğrafya göz
önüne getirildiğinde küresel güç
dengesinde gerek enerji gerekse de stratejik kavşak noktaları
olması bakımından büyük bir
önem arz etmektedir. Nitekim
Müslüman Medeniyeti’nin önemli başkentleri olan Bağdat, Şam ve
Herat gibi merkezler, tarihinde
hiç görmediği bir yıkımı yaşamakta ve maalesef asırlarca sabırla işlenen bir gergef misali olan
fikri, kültürel vb. kodlarından
uzaklaştırılmaktadır. Bir yandan
da bu medeniyetin mirasçısı olan
asli insan potansiyelinden arın-
dırılmaktadır. Bu arındırmada
da özüne aykırı olan hususiyetlerin ön planda olduğu müşahede edilmektedir. Bırakınız kendi
mezhepsel ve meşrepsel ayrılıklarını, kendinden olmayanları bile
uzun yıllar bir arada huzur içinde yaşatma tecrübesine sahip bu
dünya, ne yazık ki artık kendisinden olan ama farklı bakana bile
tahammül edememe hastalığına
düçar edilmektedir. Hasılıkelam,
yaşanan temel sorunların doğru
teşhisi için veyahut doğru bir gelecek perspektifi için geçmişten
bugüne tarihi iyi okumak gerekir.
Öncelikle bir dirayet ve feraset
abidesi olan Hz. Muhammed’in
temel gayesine odaklanmak gerekir. Onun gayesi insanı insanlığından çıkaran algıların yarattığı çarpık vakıaya itiraz ederek
beşeriyeti gerçek anlamına davet
edip terakki ettirecek olan ortak
değerler skalasında buluşturacak
bir anlayışı öğretmektir. Bu nedenle kendi dilinden müteaddit
defalar Kur’an-ı Kerim’de “sadece ilahınızın tek bir ilah olduğu
vahyolunmaktan başka ben de
sizin gibi bir beşerim.” (bkz. Kehf,
18/110 vd.) belirtilmektedir. Aslında bu gerçek, Allah tarafından
hatırlatılan ilkelerin, bir insanın
insan olarak yaşamında pekâlâ
gerçekleştirilebileceğinin ifadesidir. Bir peygamber olmanın ötesinde Hz. Peygamber, doğru ve
tutarlı bir aile reisi, bir tüccar, bir
siyaset, hasılı bir hayat adamı ol-
manın müşahhas örneğidir. Başka bir ifadeyle o, aslında ütopya
olarak kimilerince telakki edilen
birçok şeyin bir beşer tarafından
başarılmasının hikâyesidir. Dolayısıyla o, her hâlükârda taklit
edilen değil aksine her çağın insanının içinde bulunduğu şartlarda bir bireyin nasıl sahih ve
istikamet sahibi olmasının öğretildiği bir prototiptir. Bu örnek,
derin bir anlayışa ve kıvrak bir
zekâya sahiptir ki en olumsuz
durumları bile hayra açılan birer
kapıya dönüştürebilir. Zira m.
628 yılında Mekkeli müşriklerle
imzalamış olduğu “Hudeybiye
Musalahası”, söz konusu çerçevenin en ibretamiz misalidir.
Şartları Müslümanların aleyhine
gözüken bu antlaşmanın imzalanmasından, neredeyse ashabın
tamamı, siyaset dehası Hz. Ömer
bile rahatsızlık duymuştur. Ama
Hz. Peygamber bu antlaşmada,
çok değil bundan altı yıl öncesine kadar ensar hariç, kendilerine
kapanan tüm kapıların açılmasını
sağlayan bir imkânı görmüştür.
Sonuç itibarıyla bu öngörü, daha
iki yıl geçmeden tüm şartları
Müslümanların lehine çevirmiş,
m. 630’da Mekke’nin ve hemen
sonrasında tüm yarımadanın kapılarını sonuna kadar aralamıştır.
İşte bu örnekten de anlaşılacağı
üzere böyle bir dünya görüşünü
doğru tespit edip benimseyen
entelektüel zihinler var olduğu
müddetçe beldeler barış yurdu
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
27
G Ü N D E M
olmuş ve bahse konu coğrafya
İslam Dünyası olarak bugünlere
gelmiştir. Diğer taraftan bu ruh,
unutulduğu ölçüde de tarihimizdeki buhranlar yaşanmıştır.
Bu bilgiler ışığında İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan hareketle de yeni bir ivme
kazandıracak yegâne temel olduğunu söylemek mümkündür.
Bütün ket vurmalara ve olumsuzluklara rağmen istikrarla yayılmaya devam etmektedir. Nasıl
ki geçmişte bu hakikatin var olmasından rahatsızlık duyulmuşsa
bugün de benzer ama daha komplike bir şekilde rahatsızlık duyulmaktadır. Bu bağlamda yanlış bir
algının oluşturulmasına temel
teşkil eden kavramlar üzerinden
çok yönlü ve aktörleri flu bir yapı
arz eden global bir çaba ve vakıadan söz etmek gerekir. Örneğin
kökeni yaklaşık üç bin yıl ötesine
dayanan “antisemitizm” kavramı
28 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Sömürgecilik
vb. saiklerin
neticesinde
özellikle 1950’li
yıllardan sonra
Batılı ülkelerde
gözle görülür
bir şekilde
Müslüman
toplumların
teşekkül
etmeye
başladığı
bilinen bir
realitedir.
ayrıştırılarak 1910’lu yıllardan
itibaren ve 2000’li yıllarla birlikte
yoğun bir şekilde işlenen “İslamofobi” (İslam korkusu) kavramsalı ortaya atılmıştır. Özünde bu
iki kavramın hikâyesi; tarih boyunca usanmaz bir gadre maruz
kalan iki kesimin ayrıştırılmasının, antisemitizm daraltmasına
maruz kalan kitlenin ehlileştirilmesinin, ortak bir kadere sahip
olduğu bloğa karşı kullanılan bir
araca dönüştürülmesinin ve diğer
kavram temelinde de tarihinin
en büyük imtihanını veren İslam
Dünyasının kaba bir tarzda gem
altına alınmaya çalışılmasının
hikâyesidir. Bu nedenle genelde
dünya, özelde de Batı ve İslam
Dünyasında bilgisel bir kirlilik
yaşanmakta ve bu kirlilik de sorunun asıl kökenini gizlemektedir. Sonuç itibarıyla bu kirliliğin
giderilmesi ve gizin kaldırılması
gerekmektedir.
G Ü N D E M
Sömürgecilik vb. saiklerin neticesinde özellikle 1950’li yıllardan sonra Batılı ülkelerde gözle
görülür bir şekilde Müslüman
toplumların teşekkül etmeye
başladığı bilinen bir realitedir.
Bu süreçte ister istemez karşılıklı
bir etkileşimin olması ve bunun
getireceği bireysel ve sosyal neticeler kaçınılmazdır. Bu noktada birlikte var olmanın getirdiği
güzel örneklere rastlanabilmekle
birlikte birtakım kaygı ve endişelerin depreştirdiği olumsuz durumlar da tecrübe edilmektedir.
Özellikle de bu olumsuzlukların
ön plana çıkarılarak yanlış bir
algıya doğru evrilen bir süreç
dikkatleri çekmektedir. Belki
de asıl korku, Müslümanların
medeniyet anlayışlarının merkezinde oluşturdukları birlikte
barış içinde varoluş ruhunun
cazibesine kapılması muhtemel
azımsanmayacak sayıda Batılının
İslam’la tanışmasıdır. Dolayısıyla
böyle bir akışın önünün alınmak
istendiği intibaı uyanmaktadır.
Hz. Muhammed’in şahsiyetine
yönelik yapılan saldırılarda olduğu gibi medya ve diğer kitle iletişim araçları üzerinden yapılan
saldırı ve tezviratın kökeninde
esasında bu anlayışın olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla Müslüman varlığı oluşturulan yanlış,
alakasız ve dahi oryantalist birikimin çizdiği perspektifte beslenen
tiplemeler üzerinden sorgulanmaktadır. Bir şekilde gerek dâhili
ve gerekse de harici nedenlerle
üretilen Afganistan’daki Taliban,
Somali’deki Şebab, Nijerya’daki
Boko Haram, Kuzey Afrika ve
Sahra’daki Mağrib el-Kaidesi ve
Irak ve Suriye’deki IŞİD gibi sa-
nal ve İslam’ın asli ruhunu yansıtmayan aşırı uçlar üzerinden
İslam korkusu tahrik edilmektedir. Hem Müslümanların azınlık
olarak yaşadıkları toplumlar tedhiş edilmekte hem de bu azınlıklıklar ve asli vatanları, kendileri
için takdir edilen gailenin içine
savrulmaya itilmektedir.
Son olarak çözüm üzerinde konuşmak gerekir. Öncelikle Müslümanların kendilerini doğru bir
surette ifade etmeleri ve gündem
oluşturmaları zorunludur. Daha
da ötesi geçmişindeki karşılaştığı
meydan okumalardan daha ciddi ve kesif bir durumla yüz yüze
bulunduğu, dâhilin belini kırmak
amacıyla içe sızarak haricin emellerine hizmet eden yapıların var
kılındığı bir ortamda elmalarla
armutları karıştırmayan, daha
müteyakkız ve ümmeti birleştiren ve kucaklayan bir söylem
üretmek en temel ihtiyaçtır. Bunun için de Müslümanlar, ciddi
bir eleştirel tavır sergilemeliler.
Aklıselimle hareket etmek gerekir. Hz. Peygamber’in ümmetine
kazandırmaya çalıştığı bakış açı-
sı iyi okunmalıdır. Zira sorunun
kaynağı olarak İbn Sebeler bulup,
bunları mahkûm etmekle üstesinden gelinecek bir raddeyi aşmıştır olayın boyutu. Diğer taraftan “peygambersiz Kur’an anlayışı oluşturma çabaları” veya “her
şeyin sorumlusu bugüne kadar
gelen gelenektir” yahut “hakikat
benim anlayışımdır” gibi birbirini
itham eden, çatışan ve ayrıştıran
kısır döngüler de çözümden çok
katmerlenen problemler getirecektir. Evvel emirde İslam dünyasının üniversite ve diğer eğitim
kurumları, geçmişini de anını da
geleceğini de bağlamsal okuyup
birbiriyle ilişkilendirebilecek, her
şeyi mahkûm etmeyip özünü anlayabilecek ve yorumlayabilecek
bilgisel bir olgunluğa erişmelidir.
Bu noktadan mülhem birikimle
köklü geleneğini birleştirebilen
ve tabir yerindeyse taşın altına elini koyabilen Diyanet İşleri
Başkanlığı gibi İslam Dünyasının
kurumlarının doğru bir İslam ve
Müslüman algısını dünya kamuoyu nezdinde oluşturmaya gayret
etmeleri, tarihî bir sorumluluk
olarak önümüzde durmaktadır.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
29
S Ö Y L E Ş İ
Uğur YILMAZ
Diyanet İşleri Uzman Yardımcısı
Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ
“DAİŞ benzeri yapıların
kullandıkları şiddet, hiddet,
nefret ve silahın
İslam’dan meşru hiçbir
referansı asla olamaz.”
30 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
S Ö Y L E Ş İ
Muhterem Başkanım, DAİŞ ve benzeri İslami
referansları kullanan terör örgütlerinin propagandalarını cazip kılan nedir? Bilhassa
gençler bu örgütün ağına nasıl düşüyorlar?
Meseleye sosyal gerçeklerden bakarak yaklaşmak lazım. Bu tür yapılar hangi şartlar doğurdu, besledi ve kullanıyor? İnsan kaynaklarının
asıl özelliği nedir? İlişkiler ağı nasıldır? Önce
bunlar üzerinde kafa yormalıyız. Sonra hangi
gençlerin bu yapılara katıldıklarını tespit etmek gerekir. İlk olarak bütün bu yapıların ana
omurgasını oluşturan gençler, yıllardır savaş
bölgelerinde şiddetin ve vahşetin gölgesinde
yetişen ve herhangi bir eğitim almayan kimseler olduğu görülecektir.
Bu yapılara katılan ikinci genç kitle ise
Avrupa’da dışlanmış, hor görülmüş sömürge
muhaciri olarak adlandırılan göçmenlerin çocuklarıdır. Son on yıllarda Avrupa’da sorunlu
bir nesil yetişti. Müslüman anne babadan dünyaya gelen bu çocuklar ciddi kimlik bunalımı
yaşadılar. Bunlardan bazıları atalarından öfke
ve miras devraldılar. Kendileri de varoşlarda
ve gettolarda dışlandılar, hor görüldüler. İster
istemez İslam’a bir ideoloji olarak sığındılar.
Bu yapılara katılan üçüncü kitle ise yeni ihtida eden genç Müslümanlardır. Bunlar İslam’ı
kimlik bunalımı yaşayan diğer Müslümanlardan öğrendiler. Bunların bir kısmı da onlarla birlikte şiddete yöneldiler. Her üç grubun
ortak yönü İslam’ı, medeniyetler üreten ana
yoldan değil, Müslüman dindarlık biçimleri
arasında kültürsüzleşmeye en yatkın yorum
biçimi olan ve uçlarda yer alan dinî akımlardan öğrenmiş ve beslenmiş olmalarıdır. Bunları büyüleyen İslam’ın yüksek öğretileri değildir. Bunları cezbeden ibadet, ilahiyat, tasavvuf
değildir. Bunları cezbeden eylem ve şiddettir.
Öfke ve hiddettir.
Bu gençlerin diğer bir ortak özelliği de hiçbirinin sağlıklı bir din eğitimi almamış olmasıdır. Üstünkörü bilgilerle, herhangi bir metodolojisi olmayan okumalardan elde ettikleri
neticelerle kendi dindarlıklarını inşa etmeye
çalışmalarıdır.
Materyalist dünyanın aşkınlık
arayışını saptırdıklarını görüyorum.
Bu yönüyle Allah’a giden yolları
kapattıklarını düşünüyorum.
Materyalist dünyada müthiş bir
aşkınlık arayışına şahit oluyorduk.
İnsanlar iki adrese yöneliyorlardı.
İslam ve Budizm. Budizme
yönelenlerde bir müddet sonra
İslam’la şerefyâb oluyordu.
Bunların elinde İslam radikalleşiyor mu?
Bence İslam radikalleşmiyor. Bunların elinde
radikallik İslami bir referansla meşruiyet aramaya çalışıyor.
Dünyadaki muhalif radikal isyan hareketleri kendine İslam’dan daha doğrusu İslam’ın
selefi yorumlarından meşruiyet bulma gayretinde. Altmışlı, yetmişli yıllarda nasıl ki öfke
dolu radikal isyan hareketleri kendilerini sol
devrimci ideoloji ile özdeşleştirdiler ise bugün
de radikal isyan hareketleri, neoselefilik akımı
altında özellikle İslam’ın cihat anlayışını yanlış
anlayıp yorumlayarak her türlü şiddet ve vahşete meşruiyet bulmaya kalkışıyorlar.
Teolojik olarak ilahiyat açısından dini şiddet
ile özdeşleştiren bu yapıları nasıl tahlil edebiliriz?
Bugün teolojisi ve ilahiyat bilgisi ile bu yapıları
tahlil etmek mümkün değildir. Tefsir, hadis,
fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilimlerle bu tür
yeni dini ve nevzuhur dinî hareketleri değerlendirmek mümkün değildir. Bu yapıları daha
çok sosyolojik tahlillerle, sosyal psikoloji ile
teopolitik tahlillerle ancak anlayabiliriz.
19. yüzyıl anarşizmini hangi teorilerle tahlil
ediyorsak bugün kendilerine savaşçı selefilik hareketi adını verenleri de o tür tahlillerle
anlayabiliriz. Ancak Kur’an-ı Kerim’in hangi
ayetlerini kullandıkları, hangi hadisleri araçsallaştırdıkları, dinî metinleri metodolojik bir
zeminden yoksun olarak nasıl anlamaya ça-
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
31
S Ö Y L E Ş İ
1970’lerde İslam coğrafyasında
İslam sosyalizminin
teşebbüslerinin varlığı
unutulmamalıdır. 1968’lerde
gördüğümüz ütopya arayışı
kendine dinden mesnet
arayarak daha kanlı daha vahşi
bir konuma gelebiliyor.
Bunların hiçbirisi herhangi bir geleneği olan
hareketler değildir. Olivier Roy’un ifadesi ile
“Cihatçı asiler, derinlemesine Batılı bunlar.
Türedi ve nevzuhur hareketler.” Daha önce
çeşitli yerlerdeki konuşmalarımda da ifade ettiğim gibi bunların tarihini Haricilik’te ve Ortaçağ selefiliğinde kolay kolay bulamazsınız.
Ancak 19. yüzyıl modern anarşist hareketinde bulursunuz. Davranışlarda bireyselleşme,
tavırlarda nihilistleşme, medyaların kusursuz
kullanımı, cinayetlerle tecavüzleri senaryolaştırmaları bunu gösteriyor.
lıştıkları ve ne tür neticeye vardıklarını İslami
ilimler metodolojisi açısından ele almak mümkündür.
Fakat Arap dünyasında kaosun sorumlusu
olarak Batı’yı gördükleri muhakkak. Bu hareketlerin hiçbiri entelektüel bir hareket değildir. Enternasyonalist şiddet hareketleridir.
Bütün bu gelişmeler Samuel Huntington’un
“medeniyetler çatışması”nı haklı mı çıkarıyor?
DAİŞ, Boko Haram, el-Kaide ve eş-Şebab gibi
yapıların devrimci sosyalist hareketlerle ne
tür benzerliği var?
Hayır. Çünkü bu savaşın Müslüman olarak
bilinen taraftarları medeniyet nedir bilmiyorlar. Asıl savaşı kendi medeniyetlerine karşı
verdiklerinden bile haberdar değiller. İslam’ın
medeniyet mefkûresini oluşturan unsurlarını
reddediyorlar. Sanat, edebiyat ve kültür bunlar nezdinde ya bidat ya da şirk unsuru olarak
kabul ediliyor.
Bazı yazarların da ifade ettiği gibi aşırı sol hareketler Berlin duvarının yıkılmasından sonra
cazibelerini kaybettiler. Anarşizm ve devrimci sosyalizm çekim gücünü kaybetti. Savaş ve
şiddetin yaşandığı İslam coğrafyasında isyan
hareketleri kendilerine İslam’dan meşruiyet
arayışına girdiler. DAİŞ’in kurucularının sosyalist Baas rejiminin komutanları olduğu unutulmamalıdır.
Olup bitenleri dine bağlamak yanlış mı?
Olup bitenleri tek sebebe bağlayan her açıklama kifayetsiz kalır. Adaletsizlikle savaştıklarını
zannediyorlar. Fakat adaletin ne olduğunu bilmiyorlar. Zulmü meşrulaştırıyorlar.
Kimlik bunalımı yaşayan insanlar, kimliğine
değer katan bir dava bulmaya çalışırlar. Fakat
bu cehaletle varılabilecek bir yer değildir. Aslında küreselleşme çağında çok sert bir şekilde
kültürler savaşı yaşanıyor. Bazı insanlar kültürel işkenceye tabi tutulduklarını düşünüyorlar. Bu savaşta bilginin, hikmetin gücüne inanmayanlar; bilgi, kültür ve düşünce ile kendini savunamayanlar silaha, vahşete ve şiddete
başvuruyorlar. Oysa İslam’da ahlak ve hukuk
tanımayan hiçbir savaşa cihat denilemez.
Bu yapılar Batı’dan intikam mı alıyor? Modernite düşmanlığı mı bütün bunları yaptırıyor?
32 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
1970’lerde İslam coğrafyasında İslam sosyalizminin teşebbüslerinin varlığı unutulmamalıdır. 1960’larda gördüğümüz ütopya arayışı
kendine dinden mesnet arayarak daha kanlı
daha vahşi bir konuma gelebiliyor. Bu gençlerin arasında onlarca katliama şahit olmuş
feleği şaşmış gençler var. Hayattan umudunu
kesmiş intihar eğilimlileri var. Hayatın sillesini
yemiş meczuplar var. Varoluşun gayesini yitirmiş nihilistler var.
Zatıalinizce aşırı dünyevileşmiş materyalist
dünyaya bir başkaldırı da yok mu? Bu yönden de bakılamaz mı?
Ben tam tersini görüyorum. Materyalist dünyanın aşkınlık arayışını saptırdıklarını görüyorum. Bu yönüyle Allah’a giden yolları kapattıklarını düşünüyorum. Materyalist dünyada
müthiş bir aşkınlık arayışına şahit oluyorduk.
Neticede insanlar arayış içine giriyor, İslam’ı
S Ö Y L E Ş İ
öğrendiklerinde de İslam’la şerefyap olabiliyordu. Gerek anlayış olarak bu yeni selefilik
gerekse de bu anlayışın doğurduğu şiddet ve
vahşet hareketleri insanlığın bu arayışını saptırmaya çalışıyor. Bu yapılar kimlik arayışında
olup kendini değersiz hisseden bireylerin arayışlarını ve arzularını sömürmektedir.
Asıl düşman olarak kimi görüyorlar: Kâfirleri
mi, Hristiyanları mı, Batılıları mı, Fransızları
mı, İngilizleri mi? Kim bunların düşmanları?
Kendileri gibi düşünmeyen herkes sapkın,
yorumlarına katılmayan her Müslüman da
bunlara göre düşmandır. Kanı, malı ve canı
helaldir. Sadece Şiiler değil, kendileri gibi düşünmeyen bütün Sunniler de “Kuburi” yani
“kabirlere tapanlar” olarak adlandırılmaktadır.
Daha önce de ifade ettiğim gibi bunları heyecanlandıran Allah’a ibadet ve teslimiyet değil,
şiddetin, vahşetin ve dehşetin ürettiği yapay
hazdır. Onun için camilerde ibadet eden nice
insanları da intihar saldırılarıyla katlediyorlar. Sadece 2015 yılında Kuveyt’te, Şam’da
el-Katif’te ve Damman’da daha nice camilerde
büyük katliamlar yaptılar.
Dünyanın şahit olmadığı yeni birtakım şiddet
ve işkence metotlarına başvuruyorlar. Ele geçirdikleri esirlere akıl almaz işkenceler yapıyorlar? Dinde bunları meşrulaştıran bir şey
var mı?
Bu tarz yapıların yaptıkları zulüm, işkence ve
vahşete, şiddet, hiddet ve nefrete, İslam’dan
referans bulması asla mümkün değildir. Bir
defa bunlar kendi yürüttükleri mücadelenin
bir savaş olduğunu zannetmektedir. Yürüttükleri sözde savaşları için de kendilerince
birW hukuk ortaya koymaya çalışıyorlar.
Oysa İslam açısından bakıldığında bunların
yaptıkları savaş değil terördür, vahşettir. Kaldı
ki savaş olarak kabul edilse dahi İslam’a göre
her savaşta var olması gereken asgari ahlak
ve hukuku hiçe saydıklarını görüyoruz. Hiçbir yargılama yapmadan insanları sıralayarak
kurşuna dizmeyi, Müslüman insanları tekfir
etmeyi, tekfir ettiklerini de vahşice işkenceye
tabi tutmaları ve sonra hunharca katletmeleri dinle, İslam’la, İslam’ın yeryüzüne getirdiği
merhametle, rahmetle, mağfiretle ve adaletle
ilişkilendirmek asla mümkün değildir. Bunlar
modern çağların ürettiği vahşetin din rengine
bürünme çabasından ibarettir diye düşünüyorum. Mesela Ürdünlü pilot Kesasibe’yi bir kafese koyarak o kafesin içinde yakmaları dünya tarihinde eşi görülmemiş bir vahşet olarak
tarihe geçmiştir. Böyle bir vahşetin İslam’dan
kendine referans bulması mümkün değildir.
Bu bir cinnet hâlinin örgütlenmiş şekli olarak
değerlendirilmelidir.
İslam, bırakın insanlara vahşi hayvanlara
dahi “müsle” adını verdiğimiz işkence etmeyi haram kılmıştır. Herhangi bir canlıyı yakmayı haram kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.),
“Hayvanlara işkence yapana Allah lanet etsin.”
(Buhari, Zebaih, 25.) buyurmuştur. En zor savaşlarda dahi ahlaktan ve hukuktan ayrılamamayı
emretmiştir. Savaşlarda çocuklara, kadınlara,
yaşlılara, ibadete çekilmiş din adamlarına, rahiplere ve hatta yeşil ağaçlara dokunmamayı
emretmiştir.
Sözde kendilerinin dinî referansları kullandıklarını iddia eden bu yapılar, nasıl bir kadın,
çocuk aile düzeni savunuyorlar? Bazı insanların ailece bu yapılara katıldıklarını duyuyoruz. Bazı kadınlar kocalarını ve çocuklarını terk ederek, bazı erkekler de ailelerini terk
ederek bu yapılara katılmaktadırlar? Bunlar
nasıl bir aile hayatı içindeler, nasıl bir anlayışa sahipler?
Doğrusu böyle anlayışların, yapıların kadın,
aile, çocuk ile ilgili müspet bir düşünceye sahip olması mümkün değildir. Bu tarz yapılar,
görüldüğü kadarıyla tamamen cahiliye döneminin bir eseri olarak kadını sadece erkek için
yaratılmış, sadece erkeğin ihtiyaçlarını gideren
bir nesne olarak algılayan cahiliye toplumlarının anlayışından farklı olarak düşündüklerini
zannetmiyorum. Özellikle esir kadınlara yapılan muamele hiçbir ahlak ve hukuk ilkesi tanımayan ve İslam’ın asla kabul etmeyeceği bir
muameledir. Bu anlayışlarını yayınlarında da
açıkça görmek mümkündür.
Kur’an-ı Kerim, mümin erkeklerle mümin
kadınların birbirlerinin velileri olduklarını,
kadının da erkeğin de Allah’ın vahyine eşit
muhatap olduğunu, Allah’ın emirlerini yeryüzünde yaşama konusunda bir ayırımın söz ko-
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
33
S Ö Y L E Ş İ
nusu olmadığını (Tevbe, 9/71.), birlikte yeryüzünü imar etmekle mükellef olduklarını (Hud,
11/61.) haber vermektedir. Hz. Peygamber’in
de (s.a.s.) kadın hakları üzerinde önemle nasıl
durduğunu hepimiz açıkça biliyoruz. Bu tür
yapıların, kadına toplum içinde bir birey, ailede değer üreten bir varlık olarak, yeryüzünü
imar etmekle mesul birer insan olarak gördüklerini söylemek mümkün değildir.
Küçük çocukların istismar edilmesi ise daha
vahimdir ve bir insanlık suçudur. Küçücük
çocukların eline silah vererek, bellerine bomba bağlayarak ideolojik bir savaşın içine dâhil
edilmeleri asla kabul edilebilir bir şey değildir.
DAİŞ ve benzeri hareketlerin bulundukları bölgelerde diğer din mensuplarından arındırma çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce Rasul-i Ekrem Efendimiz
(s.a.s.), bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O rahmet elçisi (s.a.s.) ki Medine’ye
hicret ettiğinde önce Ensar ve Muhacir arasında benzeri görülmemiş bir kardeşlik bağı tesis
etmiştir. Sadece Müslümanların kendi aralarında değil diğer din mensupları ile de birlikte
yaşamanın ahlak ve hukukunu inşa etmiştir.
Medine İslam toplumunda diğer din mensupları arasında örnek ilişkiler kurulmuş, antlaşmalar imzalanmış, birlikte yaşama hukuku
geliştirilmiş ve bu hukuk Medine Vesikası ile
yazılı hâle getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.),
Medine Vesikası ile farklı din ve kültüre mensup insanların aynı toplum yapısında huzur
ve güven içinde bir arada yaşamalarını temin
edecek hukuki zemini oluşturmuş ve bunun
mümkün olabileceğini bütün dünyaya göstermiştir. İslam bu hakkı yöneticilere bırakmamış bizatihi kurallarını ve çerçevesini belirlemiştir. Daha ilk asırda İslam devletlerinin ateşe tapan vatandaşları olmuştur. “Onlara, Ehl-i
Kitab’a davrandığınız gibi davranın.” (Muvatta,
Zekât, 24.) hadisiyle amel edilerek Ehl-i Kitab’a
verilen hukuk diğer din mensuplarına da bahşedilerek özgürce kendi ibadetlerini yapmalarına izin verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)
ve Hulefa-i Raşidin döneminde Müslüman olmayanlar, toplumun asli unsuru olarak kabul
edilmiş, yapılan antlaşmalarda her ferde din
ve vicdan hürriyeti tanındığı açık bir şekilde
34 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
belirtilmiştir. Daha sonra da İslam medeniyetinin kurulduğu bölgelerde Müslümanlar, asrısaadetten tevarüs ettikleri bu bakış açısını ve
evrensel mesajı Endülüs’ten Maveraünnehir’e,
Afrika’dan Asya’ya gittikleri tüm coğrafyalara
taşımışlar ve rahmet medeniyetleri inşa etmişlerdir. Böylece farklı inançlardan olan gerek
ehlikitap gerek diğer insanlar bir hukuk çerçevesinde kendi hayatlarını emniyet ve güvenlik
içerisinde özgür bir ortamda sürdürebilmişlerdir.
Aynı şekilde Hindistan’da Babür Şah’lar döneminde ineğe tapan vatandaşlar olmuştur.
Onlara bir hukuk çerçevesinde kendi inançlarını yaşamalarına izin verilmiştir. Diyar-ı Şam
ve Diyar-ı Bağdat gibi merkezlerde ise tarih
boyunca daima İstanbul’da olduğu gibi Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler, Ezidiler, Hristiyanlığın diğer kolları; Keldaniler, Nasturiler,
Süryaniler ve bütün inanç mensupları tarih
boyunca birlikte var olmuşlardır. Özellikle
ben şunu hatırlatmak istiyorum; kendilerinin
referansta bulundukları İslam bilginleri zamanında bu bölgelerde farklı inanç mensupları
birlikte yaşıyorlardı, onların hiçbirisi kesinlikle bu bölgeyi diğer din müntesiplerinden
arındırmayı düşünmemişlerdir. Dolayısıyla
bu anlayışın hiçbir şekilde İslam ile bağlantısı
mümkün değildir.
1300-1400 yıldır kendi inancına Ezidi diyen
insanlar bu topraklarda varlıklarını sürdürebilmişlerse bu tarih boyunca İslam’ın ve Müslümanların birlikte yaşama ahlakından ve hukukundan kaynaklanmıştır.
Bütün bunları yok sayarak bu bölgeleri farklı
inançlardan arındırma çabası, Batı’yı Avrupa’yı
Müslümanlardan arındırma gayreti içinde olan
ırkçıların düşüncesine benzer bir anlayıştır.
Irkçılara göre Avrupa Hristiyan’dır, dolayısıyla
önce Yahudilerden şimdi de Müslümanlardan
arındıralım tezini ileri sürmektedirler. Bu ırkçılar hangi felsefe ile hareket ediyorlarsa İslam
coğrafyasını gayrimüslimlerden arındırmaya
çalışan DAİŞ ve benzeri yapılar da aynı düşünceden hareket etmektedir. Bunu kabul etmek
mümkün değildir. İslam ile irtibatlandırmak
hiç mümkün değildir.
S Ö Y L E Ş İ
Kur’an-ı Kerim mümin erkeklerle
kadınların birbirinin velileri
oldukları, kadının da erkeğin de
Allah’ın vahyine eşit muhatap
olduğunu, Allah’ın emirlerini
yeryüzünde yaşama konusunda
bir ayırımın söz konusu olmadığını
(Tevbe, 9/71.), birlikte yeryüzünü
imar etmekle mükellef olduklarını
(Hud, 11/61.) emretmektedir.
Hz. Peygamber de (s.a.s.) kadın
hakları üzerinde önemle nasıl
durduğunu hepimiz açıkça
biliyoruz.
Bilhassa bu hareketin öncüsü olan insanlar
nasıl bir eğitim sisteminden geçiyorlar? Bunların bilgi seviyeleri nedir? Âlimleri, müftüleri kimlerdir? Kimlerden fetva alıyorlar? Hareketin ilim müktesebatı hakkında ne denilebilir?
Yayınlarından ve konuşmalarından görebildiğimiz kadarıyla bu hareket âlimi olmayan,
müftüsü olmayan bir harekettir. Verilen fetvaların tamamı açıkça mürekkep bir cehaletin
eseri olarak görünmektedir. Hiçbir usule dayanmayan indi fikirlerden oluşmaktadır. Gerek tekfir anlayışı, gerek tevhit anlayışı, gerek
cihat anlayışı, gerekse vela ve bera anlayışlarına bakıldığında herhangi bir sağlıklı bilgiden
söz etmek mümkün değildir. Var olan bilgide
hikmetten uzak niçin ve nasıl sorularına yasak
getiren, daha çok dogmatik, dinî metinleri istismar eden, faydacı ve pragmatik bir metotla
kendi ideolojisine uygun yorumlayan bir cehalettir.
Bu yapının bilgi anlayışını Musul’da uygulamaya koyduğu eğitim sisteminde görebilmekteyiz. Tarih dersini yasaklayan, fizik, kimya, matematik gibi dersleri lüzumsuz gören
İslam’ın bilgi anlayışını sadece dinî metinlerin
çerçevesi ile sınırlı gören bir eğitim anlayışına sahip olduklarını ve bunu savunduklarını
görebiliyoruz. Aslında uygulamaya koydukları
bu eğitim anlayışı kendi düşüncelerini ortaya
koyması açısından son derece önemlidir.
Hâlbuki asgari Kur’an bilgisine vâkıf her bir
insan tarih okumak mecburiyetinde olduğunu bilir. Fizik, kimya ve matematiğin Allah’ın
kâinattaki ayetlerinden olduğunu bilir. Kâinat
ayetlerini Kur’an’ın ayetlerinden ayırdığınız
zaman ne tür şiddet hareketlerinin önü açıldığını bilir.
Dikkat çeken bir husus da bu tür nevzuhur
yapılar, camileri, mescitleri, Şiilere ait Hüseynileri, büyük insanların kabirlerini ve tarihî eserleri tahrip etmekte, yakıp yıkmaktadır. Bütün bunlara karşı bir düşmanlık söz konusudur. Bu tahribatı ve yıkımı hangi referanstan
hareketle yapmamaktadırlar?
Tekrar etmek istiyorum ki bu hareketlerin
meşru hiçbir referansı yoktur. Her şeyden
önce Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bütün savaş-
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
35
S Ö Y L E Ş İ
larda dünya literatürüne, savaş hukukuna
kazandırdığı bir mabet masuniyeti vardır. Mabet masuniyeti savaş hâlinde dahi mabetlere
dokunmamayı ve hiçbir şekilde mabetlerde
ibadete çekilenlere dokunmamayı gerektirir.
Bu vahşet, şiddet ve terör yöntemi de son on
yıllarda doğan türedi bir husustur. Kur’an’da
Allah’ın evi olarak ifade edilen, içinde Allah’ın
adının zikredildiği, içinde minberi, mihrabı
ve kürsüsü bulunan, içinde müminlerin saf
bağladığı camileri tahrip etmek bu mabetlerin
içindeki insanları, müminleri katletmek vahşetin bir parçasıdır.
Aynı şekilde tarihî eserleri ibka etmenin
Kur’an’ın bir emri olduğunu düşünüyorum
“Yeryüzünü gezmezler mi? Yeryüzünü gezseler akleden kalpleri gören gözleri olur.” (Hacc,
22/46.) Yeryüzünü gezmek tarihî eserleri şirk
unsurudur diye tahrip etmek cehaletten başka
bir şey değildir. Afganistan’da yüz yıllardır var
olan Buda heykellerini yıkmak hiçbir Müslümanın aklına gelmemiştir. Hiçbir âlimin, hiçbir müçtehidin bu heykellerin yıkılmasına fetva vermek de aklına gelmemiştir. Aynı şekilde
Musul’da bulunan Babil harabelerini, heykellerini yok etmek kırmak da böyledir. Gerçi bu
konuda bu tarihî kalıntıları çeşitli dünyalara
satarak çok büyük paralar kazandığı haberleri
de dillerde dolaşmaktadır. Bu da kendi içinde
bir çelişkidir.
Cehalet kendini ilim zannedince insanlar da
güya sevap kazanmak için bu tarihî eserleri
gidip yok etmeye çalıştılar. Kabirleri tahrip etmek de aynıdır. Bütün bunları daha önceden
bazı Müslümanların içine düştüğü yanlışlıkların devamı olarak görüyorum.
DAİŞ ve benzeri hareketlerin özellikle Avrupa ve Batı ülkelerinin güvenliğini bozmak için birtakım terör eylemleri düzenlediklerini görüyoruz? Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konuda gerek Müslümanların gerek Müslüman olmayanların, herkesin üzerinde durması
gereken en önemli husus; insanlığa hayat veren bir dinin katliamlar üzerinden itibarsızlaştırılmak istenmesidir. Elbette bu yaşanan katliamları dinin ve inancın onaylaması mümkün
değildir. Ancak bunun üzerinden İslam’ın,
36 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) itham altında bırakılması ve bütün Müslümanların bu
konuda suçlu konuma düşürülmesi üzerinde
durulması gereken en önemli konudur. Çünkü İslamofobi endüstrisini üretenler yeni ikinci aşamaya geçmek istiyorlar. O da İslamofobi,
bir fobi olmaktan çıksın isteniyor. Nefret ve
düşmanlığa, hatta o nefret ve düşmanlığın karşılıklı saldırılara dönüşmesi isteniyor. Dolayısıyla terör şebekelerinin bu emellerine hizmet
etmemek için hangi dinden, inançtan, bölgeden olursa olsun bütün insanların daha dikkatli olmaları ve bu tür katliamlar üzerinden
birbirlerini, birbirlerinin tarihini, kültürünü
suçlamaya kalkışmamaları gerekiyor. Bugün
tarihte olduğu gibi İslam ve Batı dünyası, İslam ve Hristiyan dünyası diye birbirinden
tamamen ayrı iki dünya yok. Hristiyan dünyası dediğimiz dünya kadim zamanlardaki
Hristiyan dünya değildir. İslam dünyası da
doğduğu dünyada, Ortadoğu’dan, Hicaz’dan,
Şam ve Irak’tan ibaret değildir. Farklı dinler
ve inançlar bugün küreselleşme dalgalarından
sonra tarihte hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Artık her ülkede her dinden her ırktan her
coğrafyadan her insan her yerde var. Bütün
dünyanın bilim adamlarının, akil insanlarının,
bir ahlak ve hukuk içerisinde birlikte yaşama
konusunda kafa yormaları gerekiyor. Her dilden, kültürden insanları bir ahlak ve hukuk
temelinde birlikte barış içerisinde nasıl yaşatabiliriz?
DAİŞ ve benzeri yapılar Avrupa’nın güvenliğini bozmak için birtakım terör eylemlerine
girişmektedirler. Nitekim Fransa’ya yaptıkları menfur terör saldırı neticesinde yaptıkları
açıklamalarda Fransa’ya, “Biz öyle işler yapacağız ki siz kendi ülkenizde özgürce sokağa
çıkamayacaksınız.” dediler. Böyle bir tehdit
aslında Avrupa’da, Batı’da ve dünyanın her
tarafından yaşayan bütün Müslümanların
güvenliğini yok ediyor. Bu sadece gayrimüslimlerin değil Müslümanların da güvenliğini
tehdit ediyor ve yok ediyor. Artık dünyanın
her yerinde Müslüman azınlıklar var. Bu azınlıkların her biri aynı zamanda kendi ülkelerinde gergin ve tedirgin bekleyiş içerisinde kendi
komşuları tarafından eziyet edildiklerinin farkında değildirler.
DİN DÜŞÜNCE YORUM
İstikamet
Sahibi Olmak..
Dr. Fatih YÜCEL
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
BİR yıl daha geçti ömrümüzden.
Zaten atalarımız da “sayılı günler
tez geçer” demişler. Oysaki Rabbimiz, bize verilen sürenin sayılı
olduğunu haber veriyor kerim
kitabımızda. (Mü’minun, 23/113.) Belki nisyan ile malul oluşumuzdan,
belki nefsin ve şeytanın iğvasına
kapıldığımızdan çabucak geçen
bu dünya hayatına dalıyor ve asıl
hayatımız olan ahiret yurdunu
unutuveriyoruz. Belki de dünya
hayatının hepimizi büyüleyen ihtişamlı cazibesi kuşatıveriyor bizi:
Daha çok kazanma, daha güzele
kavuşma arzusu; makam ve mevki hırsı, daha konforlu bir yaşam
hayali… Bu doyumsuzluğun ilacı,
Efendimizin ifade ettiği gibi bir
avuç topraktan başka bir şey değil
aslında. (Buhari, Rikak, 10; Müslim, Zekât,
116-119.)
Zaaflarımız bunlarla da sınırlı değil. Bu zaaflar birleştiğinde önemli
olan ne varsa hepsini bir bir unutuveriyoruz. Bizi en güzel şekilde
yaratıp, endamlı kılan Rabbimizi
unutuyoruz en başta: “Ey insan!
Seni yaratan, şekillendirip ölçülü
yapan, dilediği bir biçimde seni
oluşturan cömert Rabbine karşı
seni ne aldattı?” (İnfitar, 82/6-8.) Topraktan geldiğimizi, toprağa gireceğimizi ve sonra O’nun huzuruna
varıp yaptıklarımızın hepsinin hesabını teker teker vereceğimizi…
Canın, hayatın, çevrenin velhasıl
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
37
DİN DÜŞÜNCE YORUM
her şeyin elimizde bir emanet olduğunu... Bize emaneten verilen
canlarımızı “sayılı zaman” dilimi
bittiğinde ertelenmeden teslim
edeceğimizi. (Münafikûn, 63/11.) Oysaki ne yarının bizim için neler
getireceğinden haberdarız, ne de
bu emaneti nerede teslim edeceğimizden. (Lokman, 31/34.) Lokman
Hekim oğluna sorumluluk duygusu aşılamaya çalışırken (Lokman,
31/16.), kıyamet gününde onun
için elinden bir şeyler gelmeyeceğinin farkındaydı. Amacı, canından bir parça olan oğlunu, geleceğinde şüphe olmayan çetin bir
güne hazırlamaktı. Sonuçta bütün tavsiyelerine rağmen oğlunu
ikna edemeyen Nuh gibi olmak
da var bu hayatta. (Hud, 11/42-47.)
Bu gidiş nereye?
İnsanlığın giderek kan ve gözyaşına boğulduğu dünyamızda
önce insanlığımızı mı sorgulamalıyız yoksa İslamlığımızı mı?
Hangisinden başlasak acaba…
Aslında bu soruyu sormak ve bir
yerden başlamaktı önemli olan.
Yirmi birinci asır dünyasına şöyle
bir göz attığımızda onca güzelliğe
rağmen insanlığımızın da Müslümanlığımız üzerinden sorgulanması kaçınılmaz bir hâl alıyor.
İnsana verilen değer hiç bu kadar
azalmamıştı… Farklı kaygılar,
ekonomik hedefler ve menfaat
eksenli dünya düzeninde birbirini sömürme yarışına girmiş olan
insanoğlu… İnsanca yaşamaktan
başka hedefi olmayan analarınbabaların ve bebeklerinin, insanlığın gözü önünde ölüme terk
edilmesi… Kudüs’te, Suriye’de,
38 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Karşımızdakine zengin
olsun, fakir olsun,
yakın olsun uzak olsun
adaletle muamele
etmek Allah’ın emridir.
(Nisa, 4/135.)
Mısır’da,
Irak’ta,
Bosna’da,
Myanmar’da, Doğu Türkistan’da
ölen insanlıktı. İnsanlık günden
güne yok oluyor, umutlarını uçsuz bucaksız okyanuslara bırakıyordu.
Ya Müslümanlık?
Müslümanlığın yansımalarının
görülebildiği hangi alana baksak
acaba… Pamuk ipliğine bağlı
ibadet hayatımıza mı; acınası bir
hâlde olan insani ilişkilerimize
mi? Bizi biz yapan ahlaki ilkelere
mi? Ya haramlar ve günahlar hususundaki durumumuz!…
İnsanla ve varlıkla olan ilişkilerimiz asıl sorgulamamız gereken
alanı ifade ediyor. Bu alanda
gerçekten ciddi bir sıkıntı içinde
olduğumuzu söylersek abartmış
olmayız. En başta sosyal ilişkilerimiz aşınmayı ortaya koyar nitelikte. Bu alanda başta anne baba,
evlat ilişkileri olmak üzere akraba
ilişkilerinde ciddi problemlerimizin olduğu muhakkak…
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Ölçülerin şaştığı anlarda Müslüman açısından yapılacak şey bellidir. İnanç, ibadet, muamelat, insani
ilişkiler, varlıkla ilişkileri hususunda kendi ölçülerimiz bir kenara bırakılıp Allah ve Rasulü’nün bize
hayat bahşeden ölçüleri esas alınmalıdır. Zira ölçü şaşarsa istikamet de kaybolur.
Ya Müslümanlığımızın simgesi
olan yüce ahlaki ilkelerimize ne
demeli? Doğruluk, adalet, dürüstlük ve güvenilirlikten başlayalım işe. Bugün en büyük toplumsal problemlerimizden biri,
Kur’an’ın ısrarla vurguladığı bizi
takvaya ulaştıran başta “adalet”
olmak üzere yüce değerlerin
yitirilmesi değil midir? Oysaki
Kur’an, düşmana muamelede bile
adaletli olunması gerektiğini emreder. (Maide, 5/8.) Karşımızdakine
zengin olsun, fakir olsun, yakın
olsun uzak olsun adaletle muamele etmek Allah’ın emridir. (Nisa,
4/135.) Emanetin ehline verilmesini ifade eden ayet-i kerimeler açık
bir şekilde bu konuda bizi hassas
olmaya davet etmektedir. (Nisa,
4/58; Mearic, 70/32.) Şüphesiz ki, adalet mülkün temelidir; emanetin
zayi olması kıyametin alametidir.
Öyleyse bu temel hasletlerin yitirilmemesi gerekir.
Ya kardeşlik algımıza ne demeli.
Kur’an, “Ancak müminler kardeştir.” (Hucurat, 49/10.) demektedir. Kur’an’ın bütün müminleri
kardeş kılan bu açık emrinin
hilafına sadece “kendi cemaatinden/cemiyetinden mensup olanı
ya da ihvanını” kardeş edinen
Müslümanın durup düşünmesi
gerekmez mi? Özden kopuşun,
istikametten ayrılışın en önemli
göstergelerinden biri bu değil mi?
Ve bu gidiş nereye demeyi haklı
kılmıyor mu?
Tabii
burada
cömertlik,
diğerkâmlık, isar gibi infak yaşamımızı ilgilendiren hususlarda
nispeten başarılı olduğumuzu
söyleyebiliriz. Elhamdülillah vermeyi, ikram etmeyi seven bir milletiz. Bugün OECD ölçütlerine
göre gayrisafi millî hasılası dikkate alındığında dünyada en çok
hayır ve yardımı yapan ülkeyiz.
İstikamet sahibi olmak…
Ölçülerin şaştığı anlarda Müslüman açısından yapılacak şey
bellidir. İnanç, ibadet, muamelat, insani ilişkiler, varlıkla ilişkileri hususunda kendi ölçülerimiz bir kenara bırakılıp Allah ve
Rasulü’nün bize hayat bahşeden
ölçüleri esas alınmalıdır. Zira ölçü
şaşarsa istikamet de kaybolur. İstikamet ise bir Müslüman için
çok önemli bir duruştur. Bu nedenle Kur’an’da rabbimiz açıkça,
“Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol, hak ve adalet ölçülerini
aşma.” (Hud, 11/112.) buyuruyor. Bir
diğer ayette aynıyla tekrarlanan
bu emir cümlesine ayrıca, “başkalarının heva ve hevesine uyma”
emri eklenerek istikametin çerçevesi çizilmiş oluyor. Ayetin devamında, “adaleti gerçekleştirme
görevi”nden ve dönüşün Allah’a
olduğundan bahsedilmesi oldukça manidardır. (Şûra, 42/15.) Ayet-i
kerime istikametin, heva ve hevese uymaksızın sadece Allah’ın
emrettiği gibi dosdoğru olarak ve
adaletten ayrılmadan yaşamakla
gerçekleşebileceğini vurguluyor
ki bu da asıl ihtiyaç duyduğumuz husustur. Kısaca istikamet,
O’nun istediği tutumları sergileyerek yola koyulmak, yoldan ayrılmamaktır. Mutedil olmak, orta
yolu takip etmek ama asla yoldan
çıkmamaktır. Eğrilmeden bu ilkeler üzere sebat etmektir. Rabbimizin gösterdiği dosdoğru yolun dışındaki yollara, hevaya ve
hevese uymamaktır. (En’am, 6/153.)
Haddi aşmamaktır. Ölçüyü şaşırmamaktır. Haktan, hakikatten,
adaletten ayrılmamaktır. Aksi
takdirde insan ölçüleri yitirir, yolunu kaybeder.
Öyleyse işin içine kendimizi de
katarak hep beraber “bu gidişe
bir dur demeli”, samimiyet ve ihlasımızla emrolunduğumuz gibi
dosdoğru bir yaşam gayretinde
olmalıyız. Merhum Diyanet İşleri
Başkanı Ömer Nasuhi BİLMEN’in
tefsirinde Sait Paşa’dan naklettiği
şu kıtanın zihnimizde yer etmesi
ümidiyle istikametimiz daim olsun:
Halkı tahrib eyleyip de kendin
âbât eyleme”
Bu cihanda ev yapıp ukbayı berbat eyleme”
Nefin için zâlimi bî rahme imdat
eyleme”
Âlemi tenfîr eden ahvali mutâd
eyleme”
Müstakim ol Hz. Allah utandırmaz seni”
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
39
D İ N
D Ü Ş Ü N C E
Y O R U M
Tecrübe Paylaşımı Bağlamında
Diyanet İşleri Başkanlığı Heyetinin
Suudi Arabistan Ziyareti
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü
HZ. PEYGAMBER’İN hak ve
adalet ilkelerine dayalı yaşanabilir
bir dünya kurmak için yardımlaşmak amaçlı başlattığı toplumlar
arası ilişkiler İslam medeniyetinin
insanlığa hediye ettiği en önemli
kazanımlar arasında yerini almıştır. Müslümanlar arası yıllık genel
kongre olarak değerlendireceğimiz hac ibadetinin farz kılınmasının en belirgin hikmetlerinden
birisi de bu ilkenin daha güçlü
bir şekilde yaşatılabilmesini sağlayacak olmasıdır. Peygamberimizden sonra sahabe de bu ilke
üzerinden giderek çok kısa zamanda İslam medeniyetinin hem
sınırlarını genişletmiş ve hem de
pek çok toplum ve devletle an-
40 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
laşmalar yapmıştır. Medine’de
temelleri atılan toplumlar arası
ilişkiler daha sonra devletler arası
ilişkiler boyutuna yükselmiş, bu
medeniyetin çocukları asırlarca
ilkelerinden taviz vermeden ilişkileri sürdürmeye çalışmışlardır.
16. asrın başlarına gelindiğinde
Mısır’ın fethi dönüşü Mekke ve
Medine’nin hizmetini üstlenerek
“hadimü’l-harameyn” (Mescid-i
Haram’ın ve Mescid-i Nebi’nin
hizmetkârı) unvanını alan Yavuz
Sultan Selim ile birbirleriyle ilişki
içerisinde yaşayan toplumların sayısı bir hayli artmıştır. Müslüman
toplumların bu güçlü birlikteliği
asırlar boyunca Müslüman olmayan toplumlara da faydalı olmuş,
nerede aç ve açıkta kalan, zulme
uğrayan mazlum ve mağdur toplum varsa Müslüman olup olmadığına bakılmaksızın oralara kadar yardım eli uzanmış, açlar doyurulmaya, mazlumlar zulümden
kurtarılmaya çalışılmıştır.
19. asrın sonlarına gelindiğinde
özellikle Batı’dan ithal edilen ve
onların da fırsatı değerlendirerek
bize ihracını hızlandırdığı “ırkçılık” hastalığının tohumları İslam
dünyasının mensuplarının zihinlerine ekilmeye başlanmıştır. Dışarıdan ve içeriden binlerce casus
ve fitnecinin çalışmaları sonucu
yine Batı patentli “ulusalcılık”
zehiri de Müslüman toplumların
D İ N
Akdeniz ve Ege denizi mülteci
mezarlığı, Türkiye ve bazı
birkaç ülke göçmen yurdu
haline gelmiştir. Irak, Libya,
Mısır, Suriye, Yemen başta
olmak üzere Müslümanlar
kendi topraklarında
birbirlerini öldürmeye
başlamışlardır. Bu defaki fitne
ve taktik çok daha büyük ve
çok daha acımasızdır: Kardeş
kardeşi öldürüyor.
damarlarına enjekte edilmeye çalışılmıştır. Bu saldırının önündeki en büyük engel cennet mekân
Sultan Abdülhamit Han 33 sene
dayanabilmiş, ancak YahudiMason ve içerideki işbirlikçilerin ihanetleriyle 1909’da tahttan
indirilmiştir. İttihat ve Terakki
Fırkası’nın eline geçen devlet 10
senede vatan topraklarının onda
dokuzunu kaybetmiş, bir devletten kırkı aşkın devletçik (aşiret de
denilebilir) çıkarılmıştır. Casuslar
ve casusların kandırdığı bazı Müslümanlar “ırkçılık ve ulusalcılık”
zehrini öyle hızlı yayıyorlardı ki
tüm Arap dünyasını dolaşıp “eletrak küllühüm nasrani” (Türkler
toptan Hristiyan oldu) sözünü
herkese öğretiyor, Türk dünyasını
dolaşarak da, “Ne Şam’ın şekeri ne
Arap’ın yüzü” vb. Arapları aşağılayıcı sözleri öğreterek ya da köpekleri “Arap, Arap” diye çağırtarak
emellerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Muvaffak da oldular. İstanbul
Beyazıt Camii eski imamlarından Reisü’l-kurra Abdurrahman
Gürses hocamızdan dinlemiştim.
Cumhuriyetin başından itibaren
20 küsur yıl Türkiye’den hacca
gitmek yasaklanır, 1947 yılında
ilk defa Türkiye’den sadece bir
kafile hacca gönderilir. Bu kafilenin görevli hocalarından birisi
de kendisidir. Mekke’de kafilesini
toplar ve onlara Kur’an-ı Kerim
okur. Hoca efendinin okuduğu
Kur’an’ı dinleyen diğer ülkelerden
insanlar hangi Arap ülkesinden
olabileceğini kendi aralarında tartışırlarken Türkiye’den olduğunu
öğrendiklerinde oldukça şaşırırlar
ve “Türkler toptan Hristiyan olmadı mı?” diye sormaya başlarlar.
Yakın zamana kadar Arap dünyasının hafızasında bu kanaat hep
D Ü Ş Ü N C E
Y O R U M
devam etmiştir. Biz hep silmeye
çalıştık, belli bir mesafe kat ettik
elhamdülillah, ancak yeterli değil,
Müslümanların birbirlerini daha
iyi tanımaları ve büyük bir işbirliği içerisinde hareket etmeleri gerekmektedir.
Son yıllarda bu konudaki çabalar
büyük bir umuda dönüşmüşken Osmanlıyı dağıtan şer güçler yeniden harekete geçmiş ve
İslam dünyasının yeni haritasını
Müslümanların kanıyla çizmeye
başlamışlardır. Akdeniz ve Ege
Denizi mülteci mezarlığı, Türkiye ve birkaç ülke göçmen yurdu
hâline gelmiştir. Irak, Libya, Mısır, Suriye, Yemen başta olmak
üzere Müslümanlar kendi topraklarında birbirlerini öldürmeye başlamışlardır. Bu defaki fitne
ve taktik çok daha büyük ve çok
daha acımasızdır: Kardeş kardeşi
öldürüyor. Ölen de Allahü Ekber
diyor, öldüren de… Ne olduğu
belirsiz bir yığın örgüt eliyle bu
işi gerçekleştiriyorlar. Müslüman ülkeler ise kendi dertleriyle
uğraşıyor. Bu kan ve gözyaşının
durması için tüm Müslümanların
umut bağladığı belki de tek İslam
ülkesi Türkiye’dir. Bu yüzden
Türkiye bütün kurumlarıyla bu
ateşi söndürmek için ne yapabilirim diye âdeta çırpınıyor. Biz de
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak
dünyada nerede Müslüman yaşıyorsa oraya ulaşmaya gayret ediyoruz. Bunun için sekseni aşkın
ülkede ataşe, müşavir, koordinatör, imam-hatip gibi unvanlarla
görev yapan 3000’e yakın temsilcimiz bulunmaktadır. Dünyadaki Müslüman toplulukların dinî
liderlerini İstanbul’da toplayarak
karşılıklı fikir alışverişinde bulun-
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
41
D İ N
D Ü Ş Ü N C E
Y O R U M
duğumuz geniş çaplı büyük toplantılar gerçekleştirdik ve buna
devam ediyoruz. Avrasya Din Şurası her beş yılda bir olmak üzere
altı kez yapıldı. Türkiye Diyanet
Vakfı’nın desteğiyle yurt dışında
açtığımız onlarca okulda yüze
yakın ülkeden getirerek ülkemiz
Kur’an kurslarında, İHL’lerde ve
ilahiyat fakültelerinde din eğitimi
almalarını sağladığımız binlerce öğrenci hep bu gayeye katkı
sağlamak içindir. Diyanet İşleri
Başkanımızın yurtdışında pek
çok ülkeyi ziyaret ederek gerçekleştirdiği üst düzey görüşmelerde
Müslümanların sorunlarını çözüme kavuşturmak için gösterdiği
çabalar yine aynı amaca matuf
hizmetlerdendir. Burada son iki
ziyareti örnek olarak ele almakta
fayda vardır. Diyanet İşleri Başkanımız geçen hafta geleneksel
“Vahdet Toplantısı” için İran’a gitmiş ve orada “gerçek vahdet” için
neler yapılması gerektiğini en üst
düzeyde gerçekleştirdiği temaslar ve özellikle tüm katılımcıların
huzurunda yaptığı yarım saatlik
konuşma ile “Keşke gitmeseydin.”
diyenlerin bile sözlerini geri almalarına ve “İyi ki gittin ve o konuşmayı yaptın.” demelerine vesile
olmuştur.
İran ziyaretinin hemen ardından
bendenizin de içinde bulunduğu
heyetle yaptığımız Suudi Arabistan ziyaretimiz de oldukça verimli geçmiştir. İslam İşleri, Evkaf,
Tebliğ ve İrşat Bakanı Dr. Salih
b. Abdülaziz’in son derece sıcak
bir ilgi ile iki gün boyunca heyetimizle bu ateşin söndürülmesi
konusunda özellikle Türkiye ve
Suudi Arabistan’ın yapması gerekenleri samimi bir üslupla ele
42 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
alma ortamını oluşturması iki
ülke arasındaki ilişkilerin oldukça
iyi olduğunu ortaya koymuştur.
Bakan konuşmasında, İslam dünyasını kana bulayan terör örgütleri ve ehlisünnet karşıtı faaliyetlere
karşı mücadele etmek için büyük
bir işbirliğine ihtiyaç olduğunu
belirtmiş, sözlerini sık sık Müslümanları birlik ve beraberliğe çağıran ayet ve hadislerle desteklemeye çalışmıştır. Bir gün öncesi infaz
ettikleri 47 kişinin idamıyla ilgili
açıkça bir hususu dile getirmemiş
ancak terör olaylarına karşı toplumun korunması için devletin lazım gelen her türlü tedbiri alması
gerektiğini ifade ederek verilen
kararla ilgili zımnen de olsa ikna
etmeye yönelik cümleler kurmaya
çalışmıştır. Diyanet İşleri Başkanımız ise tarihte nice medeniyetler
kaybettiğimizi, sekiz asır boyunca
Batı’yı aydınlatan Endülüs medeniyetinden sadece birkaç ticari marka isminden başka bir şey
kalmadığını, Maveraünnehir’de
on asır boyunca ve Afrika’nın pek
çok yerinde muhteşem bir mede-
niyet kuran Müslümanların bıraktıkları tarihî zenginliklerinden
hiçbir izin kalmadığını, bugün de
başta Bağdat, Şam, San’a ve Trablus gibi Müslüman başkentlerden
ve ümmetin ocaklarından ateşler
yükseldiğini ifade ederek dünyanın acilen bu ateşleri söndürmek
zorunda olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca bugün yaşadığımız sorunlardan en büyük zararı İslam’ın ve
Müslümanların gördüğünü, dolayısıyla terör, şiddet ve tekfirin
İslam’ın ana yolunu işgal etmemesi için daha fazla ilmi çalışmalara
ihtiyaç olduğunu dile getirmiştir.
Bakanlıkta yapılan bir başka toplantı ise Riyad camilerinde imamlık, vaizlik vb. din hizmetlerini de
yürüten ve aynı zamanda ilim ehli
olan din görevlilerine yönelik Diyanet İşleri Başkanımızın yapmış
olduğu derstir. Başkanımız bu
derste ağırlıklı olarak ilim tarihinden bahsetmiş, Medine’de doğan
ilim ışığının Endülüs’te, Bağdat’ta,
Buhara’da, Tirmiz’de, Özkent’te,
Maveraünnehir’de, hasılı pek çok
D İ N
İslam şehrinde nasıl insanları aydınlattığını tarihte iz bırakmış
büyük alimlerimizden örnekler
vererek ele almıştır. Sorulan sorulara verdiği cevaplar ve ulemanın
yaptığı katkılarla verimli ve bereketli bir ders olmuştur.
Suudi Arabistan’da İslam İşleri,
Evkaf, Tebliğ ve İrşat Bakanlığının yanında bir de Başmüftülük
makamı bulunmaktadır. Ülkenin
üst düzey ulema grubundan oluşan ve şeri tüm işler, mahkemeler
ve fetva gibi çok mühim görevleri
uhdesinde bulunduran bu makamın Devlet’in işleyişinde büyük
bir ağırlığı vardır. Heyetimizle
birlikte ziyaret ettiğimiz “müfti’lmemleke” unvanıyla görev yapan
Başmüftü Abdülaziz Âlu Şeyh
tüm heyet üyeleriyle birlikte bizlere oldukça sıcak bir karşılamada
bulunmuş ve ziyaretimizden son
derece memnun kaldığını ifade
etmiştir. Yapmış olduğu konuşmada Müslümanlar arasında “tek
ümmet” bilincinin geliştirilmesinde iki ülke yetkililerin işbirliği
içerisinde ortak çalışmalar yapması gerektiğini dile getirmiştir.
Diyanet İşleri Başkanımız ise,
konuşmasında ana tema olarak
özellikle ülkelerindeki iç savaş
sebebiyle evini barkını terk eden
Suriyeli muhacirlere ensar olmaya
çalıştığımızı, bunun için sayıları
400 bin civarında olan göçmen
çocuklarının eğitiminde müşterek
çalışmalar yaparak çözüm üretilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca Müslümanlara yönelik Batı’da
ortaya çıkan İslamofobyaya da
dikkat çekerek tüm Müslümanların buna karşı gerekli tedbirleri
alması icap ettiğini vurgulamıştır.
Heyetimizin önemli ziyaretle-
rinden birisi de Riyad’da bulunan Uluslarası Türk Okulu’na
olmuştur. Bu vesileyle Suudi
Arabistan’da, başka hiçbir ülkede
olmayan bir uygulamayı da okuyucularımızla paylaşmak isterim.
Şu anda tüm ülke genelinde 62
bin civarında Türkiye vatandaşı
yaşamaktadır. Suudi Arabistan
ülkede yaşayan yabancılara kendi ülkelerinin eğitim sistemine ve
müfredatına uygun okullar açma
fırsatı tanımaktadır. Dolayısıyla
bizim Suudi Arabistan genelinde 8 okulumuz bulunmaktadır.
Riyad’da 1720 öğrencinin devam
ettiği uluslar arası Türk okulu
uzun yıllardan beri eğitim eğretime devam etmektedir. İlk,
orta, lise, imam hatip orta okulu
ve imam hatip lisesi öğretiminin
verildiği okulda 70 kadar Türk
öğretmen görev yapmaktadır. Bu
sistemin olumlu yanı, bu ülkede
çalışan vatandaşlarımızın eşlerini
ve çocuklarını da beraberlerinde
bulundurabilmeleri ve aile bölünmelerinin önlenmiş olması, bir de
YÖK’ün Yabancı Öğrenci Sınavı (YÖS) kontenjanıyla buradan
mezun olanları Türkiye üniversitelerine yerleştirmesi hususlarıdır. Olumsuz yanı ise izole bir
hayat yaşayarak her iki ülkenin
kültüründen de yeterince istifade
edememeleridir. Mesela yıllarca
Riyad’da yaşamalarına rağmen
Arapça öğrenmeden Türkiye’ye
dönmeleri önemli bir eksikliktir.
Bu yüzden gerek okul idarecilerinin ve gerekse büyükelçilikteki
eğitim yetkililerinin ilave programlar ve etkinliklerle bu okullarda eğitim gören öğrencilerin
eksik kalan yanlarını telafi etmeleri gerekmektedir. Okulu ziyaretimizde Sayın Diyanet İşleri Baş-
D Ü Ş Ü N C E
Y O R U M
kanımız hem sınıfları dolaşarak
yaptığı nasihatlerinde ve hem de
konferans salonunda yaptığı konuşmasında her şeyden önce “iyi
insan” olmayı hedeflemeleri, meslek seçimini ondan sonra düşünmeleri gerektiği, setçikleri meslek
ne olursa olsun onu iyi insan olarak tüm insanlara faydalı olmak
için yapmaları gerektiği hususları ele alarak öğrencilere oldukça
yararlı tavsiyelerde bulunmuştur.
Bu şekilde, “Diyanet İşleri Başkanı
bizim okulumuzu ziyaret etmişti.” cümlesi 1720 kadar öğrencinin her birinin hayatında hiçbir
zaman unutamayacakları bir hatıra olarak yerini almıştır.
Özetleyecek olursak 2-4 Ocak
2016 tarihinde Diyanet İşleri
Başkanımız Prof. Dr. Mehmet
Görmez başkanlığında Riyad’a
gerçekleştirmiş olduğumuz ziyaretimizde yukarıda dile getirmeye çalıştığımız temaslar yanında
karşılıklı olarak her iki ülkenin
din hizmetleri ve eğitim hizmetleri bağlamında camiler, mescitler, Kur’an kursları, yaz Kur’an
kursları, hizmet içi eğitim, ihtisas
eğitimi ve ayrıca ülkemizdeki din
eğitimi bağlamında imam hatip
liseleri, ilahiyat fakülteleri konularında bilgi alış verişi ve tecrübe paylaşımı gerçekleştirilmiştir.
Ziyaretimizin başta hac ve umre
hizmetleri ve dil eğitimi olmak
üzere her iki ülkenin birbirinden
yararlanmalarına ve daha da yakınlaşmasına vesile olduğu, ayrıca İslam dünyasında yaşanmakta
olan sorunların çözümüne katkı
sağlayacak nitelikte ve verimlilikte geçtiği kanaatindeyiz. Her iki
ülke ve tüm İslam âlemi için hayırlara vesile olur inşallah.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
43
VA H Y İ N AY D I N L I Ğ I N D A
“Böylece, sizler insanlara birer şahit ve örnek
olasınız ve peygamber de size bir şahit ve örnek
olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık.”
(Bakara, 2/143.)
Aşırı Uçlardan Orta ve Dengeli Duruşa
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri
KÜÇÜLEN dünyanın şahit olduğu bütün çalkantı, savaş, vurgun ve sömürü hareketlerinin ortaya
çıkardığı aşırılık, dengesizlik ve huzursuzluklar
artık sadece bulunduğu yeri yakmakla kalmıyor,
sirayet ederek problemin arkasındaki sinsi elleri de rahatsız edecek hâle geliyor. Medeniyetler
merkezinde (Orta Doğu demiyorum) yakılan
cehennemî ateşten canlarını kurtarmak için canhıraş çırpınışlarla Batı’ya sığınma çabalarının ortaya koyduğu fotoğraf budur.
Göklerdeki sonsuz denge ve düzen, her bir gök
cismini kendi için çizilen yoldan sapmadan, daha
hızlı ya da daha yavaş değil, kendisi için belirlenen süratle yol almasına bağlıdır. Bu düzende her
varlık kendisine biçilen rolü, ne fazla ne eksik,
aynen yerine getirir. İnsan akıl ve iradesini kullanarak bu nizamı hayata taşımak durumundadır.
İşte yaşanabilir bir dünya için bu denge ve orta
yol düzeninin insan hayatında da gerçekleşmesi
gereklidir. Çünkü insan ve özellikle mümin bu
nizamın dışında değildir. Aksi tutum insanı ifrat
ya da tefrit çizgisine taşır.
İslami bakış açısıyla, dinî, ahlaki görev ve davranışlarda itidal noktasını aşan her yöneliş ifrat; bu
noktanın gerisinde kalacak her gevşek ve ihmalkâr
tutum ise tefrittir. Bu her tutum da kulu Allah ile
olan ilişkilerinde ilahî iradeyi dikkate almayan,
başına buyruk bir konuma sürükler. Bu ölçüden
taviz veren her türlü uzlaşmacı ve terkipçi tutumlar denge ve itidal dışıdır, dolayısıyla Kur’an’ın telkin ettiği itidal algısına aykırıdır.
Dengeli ve tutarlı hayatı, mümini diğer kişilerden
44 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
ayırır. Bu niteliği ile mümin çağın getirdiği meydan okumalar ve aykırı akımlar karşısında kararlı
ve dik bir duruş sergiler. Karar vermek gerektiği
yerde şaşırıp kalmaz, fikir saldırıları karşısında kişiliğini yitirmez. Hayatını dinî ve dünyevi diye kısımlara ayırmaz, ona bütüncül bir yönelişle bakar.
İslam’ın diğer dinlerden farklı olarak itikat, toplum, devlet, iktisat, siyaset, ahlak gibi hayatın her
alanına müdahil olduğunun bilincindedir. Bilir ki
dünyasını da ahiretini de dini düzenler. Ruh dünyası ile maddi hayatına eşit şekilde önem verir.
Kuru bir tutuculuğa iltifat etmediği gibi hayatını
sahip olduğu değerlerin kontrolünden çıkaracak
şekilde dünyevileşmez.
İtidal ve dengenin temel ölçüsü vahiydir. İnsan
sadece akıl, duygu ve tecrübeleri ile bu denge
hâlini yakalayıp sürdürebilme imkânından yoksundur. Zira o, akıl irade ve feraset gibi artı değerler yanında bunları etkisiz kılacak şehvet, ihtiras
ve hâkimiyet arzusu gibi olumsuz etkenlerin nesnesi durumundadır. Bu zıt çekim merkezlerinin
kendi hâline bırakılması bir kargaşa ve çatışma
ortamının ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılıyor.
Sonuçta kişi bakar kör konumunda bir uçtan bir
uca savrulan bir varlık hâline geliyor. Yürüdüğü
yol ne kadar geniş, düz ve pürüzsüz olursa olsun,
gözü kapalı ve rehbersiz olarak yürüyen kimsenin
yoldan çıkması kaçınılmazdır. İnsanın başıboş bırakılmaya gelmez bir varlık oluşu (Kıyame, 75/36.) da
buradan kaynaklanıyor. İşte tam da burada vahiy,
insanı bu itme ve çekmelerin denge noktasına getirecek ilahî kontrol mekanizmasını, dini devreye
sokuyor.
VA H Y İ N AY D I N L I Ğ I N D A
Ayette İslam toplumunun orta bir ümmet oluşuna yapılan vurgu ile bir yandan Müslümanlara bu
konumlarını korumaları yönünde uyarı yapılırken bir yandan da onlara, bütün insanlara örnek
olma görevi yüklenerek Kur’an’ın getirdiği nizamın evrenselliğine de işaret ediliyor. Müslümanların evrensel bir toplum örneği oluşturacak noktaya gelmesinde Kur’an’ı yaşayarak hayata geçiren
Rasulüllah’ın örnekliği merkezi bir konum işgal
ediyor.
İslam ümmetinin vasat ve dengeli bir ümmet
oluşu, inançta, ibadette, dünya-ahiret ilişkileri
bağlamında, zamanı kullanmada, mali konularda, tutum ve davranışlarda, sevgi-nefret, dostlukdüşmanlık gibi duygusal yönelişlerde, yeme ve
içme, giyim-kuşamda… olmak üzere insan hayatının bütün alanlarını kapsamına alır. Bu hedefe
ulaşmak için her şeyden önce ilahî nizamın canı,
aklı, dini, malı ve nesli koruma şeklindeki temel
sabiteleri ile çağın değişkenleri arasında uyum
sağlanması gerekiyor. Aksi hâlde ifrat ve tefrit yönünde savrulmalar kaçınılmaz olur. Bu ilkelerden
verilecek her türlü taviz kim ve ne adına verilirse
verilsin dengesizlik unsuru olacaktır.
Tevhit temeline dayalı İslam inancı alanında bazı
ifrat ya da tefrit nitelikli görüşler vücut bulmuşsa
da itidalin temsilcisi konumundaki ana yapı (ehlisünnet yönelişi) daima hâkim ve etkin kalmaya
devam ede gelmiştir. Gazali’nin ehlisünnet inancını savunduğu eserine “el-İktisat fi’l-İ’tikat” (İtikatta Orta Yol) adını vermesi bu bakımdan anlamlıdır. Yorumun girdiği alanlarda olduğu gibi inanç
alanında da tevhidin ruhuyla bağdaşmayan kabul
ve anlayışların bulunması söz konudur. İnsan tabiatı buna müsaittir. İslami temel esaslar bütün
açıklığı ile ortada iken genel anlamda itidal olgusunun Kur’an ve sünnetin temel ilkelerinden biri
oluşu bu alandaki beşerî zaafın telafisine yönelik
gibi görünmektedir.
Dinî pratikler dengeli bir hayatın temel dinamiğidir. Onun için bu alanda sergilenecek aşırılıkların olumsuz etkisi katlanarak büyür. Nitekim
eski milletler dindeki aşırılıkları yüzünden helak
olmuşlardır. (Ahmed b. Hanbel, I,183.) Allah’ın Rasulü,
“Din kolaylıktır. Dini aşmak isteyen kimse, ona
yenik düşer. O hâlde, orta yolu tutunuz, en iyiyi
yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun.”
(Buhari, İman, 2.) buyuruyor.
Sevgi ve merhamet en temel insani niteliklerden
biri olmakla birlikte ifrat ve tefrite uğramaları
hâlinde tahrip edici birer unsura dönüşmeleri kaçınılmaz olur. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Sevdiğini
ölçülü sev, bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına
da ölçülü kız, bir gün dostun olabilir.” (Tirmizi, Birr
ve’s-Sıla, 60.) şeklindeki uyarısı insanı bu olumsuz
sonuca karşı koruma altına alıyor.
Bireyin içinde yaşadığı maddi ortam ve toplum ile
ilişkilerde de dengeli ve itidal içinde olmak önemlidir. Bu sebeple İslam ruhbanlığı yasakladığı gibi
dünyevileşmeyi de reddeder. “Hiç ölmeyecekmiş
gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için
çalış.” (Münavi, Feyzülkadir [I-VIII, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Birinci Baskı, Beyrut 1994] II, 31.) şeklindeki nebevi yönlendirme bununun pratik bir ifadesidir.
Yeme-içmeden tutunuz da hayatın iliştiği her alanda gereksiz ve yararsız tüketim yasaklanmıştır.
Aksine davranış Allah’ın sevgisini yitirme sebebidir. (En’am, 6/141.) Kur’an müminleri israf ve cimrilik
etmeyen, bu ikisi arasında orta bir yol tutan kimseler olarak takdim eder. (Furkan, 25/67.) İnsanların
önemli bir kısmının fiili çalışmadan uzak kalması
geri kalanların yükünü artırmakta, köle ve işçi
olarak zor hayat şartları altında ezilmesine sebep
olmaktadır. “Ne var ki bunun daha uzak sebebi
lüks ve şatafattır. Nitekim az sayıda insan lüzumsuz, gereksiz ve ince zevklere hitap eden şeylere
sahip olabilsin, hatta yapay ihtiyaçlarını temin
edebilsin diye insanlar mevcut güçlerinin büyük
bölümünü bu tür şeylere hasretmek ve dolayısıyla
zorunlu ve vaz geçilmez olan şeylerin üretiminden el çekmek zorunda kalırlar.” (Schopenhauer, Hukuk
Ahlak ve Siyaset Üzerine [Say yay. 2. Baskı, İst. 2010] s. 95.) Bu
yararlı üretimin düşmesi ve lüks ve şatafat şeklindeki ifratın yoksulluk şeklinde toplumun geniş
katmanlarına dönmesi demektir.
Orta ve dengeli bir hayat çizgisinin formülünü
Kur’an, “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas,
28/77.) ayetiyle tespit ediyor. Her iki dünya için yararlı eylemlerin üretilip sürdürülebilmesinin şaşmaz yöntemi budur.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
45
H AD İ S L E R İ N I Ş I Ğ I N DA
“
Sehl b. Huneyf’in Hz. Âişe’den rivayetine
göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle dedi:
“Sayma, sayarak verme! Yoksa Allah da
sana sayarak verir.”
“
(Nesai, Zekât, 62.)
Mülkün Gerçek Sahibi
Karşısında Haddi Aşmamak
Hale ŞAHİN
Diyanet İşleri Uzmanı
KİMSENİN geri çevrilmediği peygamber kapısına bir dilenci gelmişti. Medine’nin en bereketli evinden verilecek sadakanın getirilmesini
bekliyordu. Çok geçmeden sadaka getirildi.
Müminlerin annesi Hz. Âişe dilenciyi yanına
çağırarak ona ne verildiğine baktı. O sırada
Allah Rasulü de oradaydı. Hz. Âişe’ye, “Evine
senin haberin olmadan hiçbir şeyin girip çıkmasını istemiyorsun öyle mi?” dedi. Hz. Âişe
de “Evet.” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sevgili eşine şu uyarıda
bulundu: “Ey Âişe, yavaş ol! Sayma, sayarak
verme! Yoksa Allah da sana sayarak verir.” (Nesai, Zekât, 62.)
Hz. Peygamber müminlerin annesi Hz. Âişe’yi
sayarak vermemesi konusunda uyarmıştı.
Çünkü sayarak vermek cimrilere mahsus bir
davranıştı. Kullarına sayısız nimetler bahşeden, hesapsız lütuf ve ikramda bulunan, mülkün gerçek sahibi Rabbinin cömertliği karşı-
46 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
sında bu dünyaya imtihan için gönderilen insanın sahip olduğu mal ve servetle şımararak
hesap yapıp cimrilik etmesi yakışık almazdı.
Allah (c.c.) kullarına nasıl ihsanda bulunduysa
O’na iman eden kullarına düşen de aynı şekilde ihsanda bulunmaktı. (Kasas, 28/77.) İmanla
dolu bir kalpte cimrilik asla yer bulamamalıydı. (Nesai, Cihad, 8.) Rasulüllah’ın ifade ettiği üzere
önceki ümmetleri günaha iterek helake götüren cimrilik sakınılması gereken bir hastalıktı.
(Ebu Davud, Zekât, 46.)
İnsanların en cömerdi olan Allah Rasulü, kendisinden bir şey istendiği zaman asla “yok”
demezdi. (Müslim, Fedail, 50, 56.) Öyle ki sırtındaki hırkasını isteyen bir sahabiyi kırmayıp
ona hediye gönderecek kadar düşünceli ve
merhametliydi. (İbn Mace, Libas, 1.) Evinde kesilen
bir koyunun ön kolu hariç etinin tamamının
komşularına dağıtıldığını öğrendiğinde, “(Demek ki) ön kolu hariç tamamı (bize sevap ola-
TEFEKKÜR
rın kendi din adamlarını tanrılaştırdıklarını
söyler. Bu, aslında ciddi bir sapmaya işaret
rak) kalmıştır.” diyebilecek kadar erdemliydi.
etmektedir. Bununla, sadece bir tespit yapıl(Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 33.) Cömertliğiyle insanları
mamış; aksine tevhidin son temsilcileri olarak
kendine
imandan
yoksun en
bize dehayran
önemlibırakır,
bir uyarıda
bulunulmuştur.
(Buhari,
katıİnsanlara
kalpleriaşırı
bilehürmet
İslam’agöstermek,
ısındırırdı.
onları
tazim
Zekât, 50; Tirmizi, Zekât, 30; İbn Hanbel, III, 107, 303.) Yüce
etmek şirk çeşitlerinden biridir. Nitekim Allah
Allah’ın
kullarına
karşı çok
olduğunu
Rasulü
kendi şahsına
dahicömert
aşırı saygı
gösteril(Tirmizi,
Edeb,
41.)
,
cimrilik
illetinden
de
hatırlatır
mesine razı olmamış ve bu konuda insanları
yalnızca
sığınırdı. (Buhari, Deavat, 37.)
şöyle O’na
uyarmıştır:
“Hristiyanların
oğluyapılan
İsa’yı aşırı
bir şeİnfakın
yani AllahMeryem
rızası için
harcakilde
övdüğü
gibi
siz
de
beni
övmeyin.
maların ölçüsü bellidir. “İnfak et, ben de sanaBen
sadece
Allah’ın
kuluyum.
‘Allah’ın
(Buinfak
edeyim.”
buyrulur
kutsiBubirsebeple
hadiste.
kulu ve elçisi deyin.” (Buhari, Enbiya, 48.)
hari, Tefsir, (Hud) 2; Müslim, Zekât, 36.) Bu takdirde verHz. Peygamberin
bu davranışı
şu ölçüdiğinin
hesabını yapma
gafletinebizlere
düşmemek
yü
vermektedir:
Hiçbir
insan
peygamber
gerekir. Zira Yüce Allah hayır olarak verilenseviyesinde değildir. Peygambere insanüstü bir
ne varsa yerine bir başkasını vereceğini (Sebe’,
konum verilemeyeceğine göre, diğer insanları
34/39.) ya da karşılığının tam olarak verileceğikutsallaştırıcı davranışlardan zaten sakınmak
ni ve
infaktaDolayısıyla
bulunan kimsenin
asla haksızlığa
gerekir.
Allah Teala’ya
gösterilecek
(Bakara,
2/272.) Hatta
uğratılmayacağını
vaat
eder.
hürmet ve tazim hiçbir insana gösterilemez.
mallarını Allah yolunda harcayanların duruBiz bu konularda duygu, düşünce ve davmunu,
yedi başakdaima
bitirenkontrol
ve her başağında
yüz
ranışlarımızı
ederiz. Hayatta
taneolanlara
bulunan
bir
tohuma
benzeterek
dilediğikarşı ölçülü davrandığımız gibi yatırne kat
kat
vereceğini
müjdeler. (Bakara,
2/261.)
lara karşı da bu duyarlılığımızı
devam
ettiririz.
Onların
yaşadıklarıyükümlü
hayattankıibret
Malını
Allahtürbelerini,
yolunda harcamakla
almak,
örnekkarşılığında
şahsiyetlerinden
etmek
lınan
insanoğlu
kat katistifade
mükâfatla
için
ziyaret
ederiz.
Yoksa
bir
beklenti
içerisine
müjdelense de kimi zaman zorlanır sahip olgirerek başkalarıyla
onlara yalvarıp
yakarmayız.Nitekim
Onlardan
duklarını
paylaşmaya.
şefaat
etmelerini
dilenmeyiz.
Çünkü
biz sadeyaratılıştan kıskançlık ve bencilliğe elverişli
ce Rabbimize kulluk eder ve sadece O’ndan
kılınan insan (Nisa, 4/128.) büyüdükçe beraberinyardım dileriz.
de mal sevgisi de büyümektedir. (Buhari, Rikâk,
Yine belirtmek gerekir ki ‘Filan mürşit insan5.) Bu sevgi dizginlenemez bir hâl alıp Allah
ların davranışlarından haberdardır’ anlamına
sevgisi, cömertlik, paylaşma ve ikram gibi ulvi
gelecek düşünceler de tevhit inancıyla bağduyguların
ise cimrilik
hasdaşmaz. önüne
Bu tür geçtiğinde
yanlış itikatlarla,
bilerek
veya
talığına
yakalanmak
kaçınılmazdır.
Hâl de
bilmeyerek
gaybı artık
Allah’ın
dışındakilerin
böyle
olunca Yüce
“De ki: Rabbimin
bilebileceği
kabulAllah’ın,
edilmektedir.
rahmet
hazinelerine
siz sahip
olsaydınız,
Ne yazık
ki bu türeğer
anlayışlar,
günümüzde
bazı
tükenir
korkusuyla
cimrilik
yapardınız.”
çevrelerde normal kabul edilmektedir.(İsra,
Oysa
17/100.)
uyarısında
bulunması
oldukça
bu ciddi
bir sapmadır.
Çünkü
gaybımanisadece
dardır.
durumda
erdemini
kazanmak
AllahBubilir.
O’nun infak
bilmesi,
görmesi,
işitmesi sıinsanın
hemDolayısıyla
kendi iyiliği
hem de
nefsinin
nırsızdır.
müminler
sadece
O’nun
(Teğamurakabesikorunması
altında olduklarını
düşünürler.
cimriliğinden
için gereklidir.
Çünkü O, ‘Nerede olursanız olun ben sizinle
beraberim’ diyor. (Mücadele, 58/7.)
bün, 64/16.) Buna rağmen cimrilik yapan ancak
Yine Müslümanlar, günahtan korunmuş olankendi zararına cimrilik yapmış olur. (Muhammed,
ların sadece peygamberler olduğuna inanırlar.
47/38.) Cimriliğin kendileri için hayırlı olduğu
Dolayısıyla bir insan takva sahibi ve erdemli
yanılgısına kapılanlar, cimrilik ettikleri şeyin
bir şahsiyet olabilir. İnsanlar onun üstün ahla(Âl-i İmkıyamet
boyunlarına
kından,günü
örnek
kişiliğindendolanacağı
istifade edebilirler.
ran,Fakat
3/180.)bütün
uyarısını
da
unutmamalılardır.
bu meziyetleri, onun hatalardan,
günahlardan
korunmuş
olduğu ile
anlamına
gelAllah Rasulü mal
hırsının cömert
cimri inmez.
san psikolojisi üzerindeki etkisini demir zırh
Mümin, böyle
bir ifade
şahsıeder:
yüceltmede
aşırıAl-bir
benzetmesiyle
şöyle
“Cimri ile
tutum
içerisine
girmez.
Onun
düşüncelerini,
lah yolunda harcama yapan kimsenin hâli,
hâl ve hareketlerini
korunmuş
üzerlerinde
demirden hatadan
birer zırh
bulunanolarak
iki
görmez.
Salih
bir
insan
olsa
dahi
yanlış
bir
teradamın haline benzer: Cömert olan bir hayırcih ve içtihatta bulunabileceği ve günah işleyeda bulunmaya niyet ettiğinde üzerindeki zırh
bileceğini göz ardı etmez.
öyle genişler ki (önceki dar hâlinden kalma)
Mümin,
böylegider.
bir şahsın
ve davranışizler
bile silinir
Cimridüşünce
bir hayırda
bulunlarının arkasında her daim bir hikmet aramaz.
mak istediğinde ise üzerindeki zırh büzüşür,
Yine bu kimse ‘la yüsel’; itiraz edilmez, düelleri köprücük kemiklerine yapışacak gibi
şünce ve davranışları sorgulanamaz biri olasıkışır
ve zırhın her
halkası
rak görülmez.
Çünkü
aksi yanındaki
bir durum,halkainsanın
yı kendini
sıkıştırır.”
(Müslim, Zekât, 77.) Cömert, malını
inkâr
etmesi anlamına gelir.
başkalarıyla paylaşmanın verdiği iç huzuruyla
Diğer taraftan, ashaptan cennetle müjdelerahatlar
insanlar
üzerindeebedi
bıraktığı
olum-ganenlervehariç,
hiç kimseye
kurtuluş
lu rantisi
intiba verilmemiştir.
sayesinde de başka
kusuru gerçek
varÜstelikbirkullarını
sa manada
bile artıkbilen
gizlisadece
kalır. Allah
Buna Teala
karşılık
cılız
da
değil midir?
olsa
bulunma
hisseden
her
Şuhayırda
hâlde mümin
buisteği
konuda
kesin cimri
bir yargıda
defasında
bundan
vazgeçer
ve insanlar
bulunmaz.
Sadece
faziletine
inandığıüzerinşahsın,
de Allah’ın
bıraktığısevgili
olumsuz
nedeniyle düşünür.
kusuru
bir intiba
kulu olduğunu
Onun
gidişatıylahâle
ilgiligelir.
olumlu
kanaatiçinde
besler,
daha
da belirgin
Vicdanen
örnek hayatından
çalışır.
bulunduğu
çıkmazınistifade
ve maletmeye
hırsının
dayanılamaz
ağırlığı
altında salih
ezildikçe
ezilir.olarak kabul
Mümin
bir kimse,
bir insan
ettiği bir şahısta Allah’ın tecelli edip göründüSadaka verirken, yardımda bulunurken verğü tarzında ileri sürülen batıl itikatlara onay
diğinin hesabını yapmak ve hesapçılığı alışvermez.
kanlık hâline getirmek insanı malının kölesi
Yine mümin, nerede olursa olsun, darda kaleder. Malına köle olan kişi artık iflah olmaz
mış bir kimsenin ‘ya ğavs” çağrısına cevap
bir hastalık olan cimriliğin pençesine düşveren ve onu bu durumdan kurtardığına inamüş
demektir.
Hâlbuki
mülkünbulunduğu
gerçek sahibi
nılan
özel yetkili
kimselerin
şekAllah’tır.
İnsan
ise
O’nun
bahşettiği
sayısız Çünnilindeki inancın batıl olduğunu düşünür.
metin
yalnızca her
emanetçisi
konumundadır.
Bu
kü namazın
rekâtında
‘yalnız sana kulluk
durumda
insanasenden
düşen,yardım
emanetin
gerçek
sahieder, yalnız
dileriz’
cümlelebi riyle
karşısında
haddini
aşmadan
malını
O’nun
tekrarladığı
tevhit
ilkesinin
bununla
bağdaşmadığına
inanır. harcamaktır.
v
rızasına
uygun şekilde
İnsanların en
cömerdi olan
Allah Rasulü,
kendisinden
bir şey
istendiği
zaman asla
“yok” demezdi.
(Müslim, Fedail,
50, 56.)
Öyle ki
sırtındaki
hırkasını
isteyen bir
sahabiyi
kırmayıp
ona hediye
gönderecek
kadar
düşünceli ve
merhametliydi.
(İbn Mace, Libas, 1.)
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
47
ÂY İ N E
Hırs ve Tamahın Kölesi Olmak
Dr. Lamia LEVENT ABUL
Diyanet İşleri Uzmanı
MÜMİNİ mümine ayna olarak vasfeyleyen
Hz. Peygamber, mümini mümine emanet
etmiştir bir bakıma. Zira ayna neyi görürse
onu yansıtır ne eksik ne fazla, ne yalan ne de
yanlış… Kırk kapının ardında, kırk perdenin
altında gizlense dahi yansıtır cümle ahvalimizi… Küpün içinde ne varsa dışarı da o sızar
diyen Hz. Mevlana da dıştaki değil içteki aynaya döndürüyor yüzümüzü; kalbimize, özümüze celbediyor dikkatleri. Kalp aynasından
yansıyan hikmet dolu sözleri ile bize ayinedarlık yapan İbn Ataullah el-İskenderî’nin
hikmetlerine kulak verelim de kalp aynamız
cilalansın ve kemalat yolunda giden nicelerine
ayna tutsun.
Ümitli olduğun her şeyin kölesi, ümit
kestiğin her şeyden azade ve hürsün.
İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar derken şairin söylemek istediği geleceğe, meçhul ummanlara uzanan istekleri elde etme hırsı olabilir mi acaba? Neden ümit eder, neden hiç
tükenmez hayallerin ve emellerin ardına düşeriz? Dünya hep sevimli ve tatlı, ümitler her
dem taze değil midir? Ah! Ümitler, emeller,
hayaller, insanoğlunun hiç yaşlanmayan her
daim diri kalan dünyalık hevesleri!
Çoğu zaman ardına düştüğümüz heveslerimiz
hayatımızdaki her şeyin önüne geçer ve uğruna bir hayatı tarumar edecek kadar bizi kölesi
48 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
hâline getirir. Heveslerin ve arzuların kuşattığı
ve kendine bağımlı hâle getirdiği bu haz denizinde yitip gitmeden, tamahkârlığımızın bizi
esir etmesine fırsat vermeden bir sorgulamanın peşine düşmek gerek.
Bazen içimizden yükselen sese kendimizi kaptırırız. O ses bize istediğimiz her ne ise elde
etmemizi, vazgeçmememiz gerektiğini fısıldar. Değil mi ki! Uzun yaşama arzusu, servet
kazanma hırsı yanında, makam-mevki, şanşöhret gibi bizi kendilerine kul-köle eden,
esaret zincirini boyunlarımıza geçiren uzun
bir liste. Ne olduğu önemli değildir, tutkuyla, hırsla arzuladığımız her şeyi koyabiliriz
oraya… O ses mütemadiyen şöyle der: “Sen
iyi ve güzel olan her şeye değersin. Ancak isteklerini elde ettiğin takdirde mutlu olursun.
Uğruna çok bedeller ödesen de hak ediyorsun
onu. Asla vazgeçme! İsteklerinin, arzularının peşinden git.” İçimizdeki bu ses o kadar
baskındır ki ne aksini düşünmek ne de doğruluğunu tartışmak isteriz. Hırslarımız aklımıza galip gelmiştir artık. Bir serabın peşinde
mecnun misali giderken hırslarımızın bizden
neleri alıp götürdüğünün, uğruna neleri feda
ettiğimizin farkına bile varamayız. Öyle ki,
kendi hürriyetimizden, benliğimizden, duygularımızdan, insanlığımızdan neleri feragat
ettiğimizi anlamak için uyarılmaya muhtacız.
ÂY İ N E
Ümitli olduğun her şeyin kölesi, ümit
kestiğin her şeyden azade ve hürsün.
İbn Ataullah İskenderî
O ses ve onun telkin ettiği hiçbir şey bize peşine düştüğümüz manevi huzuru getiremez.
Çünkü isteklerin arzuların biri bitmeden diğeri başlar ve sonu gelmez. Dahası o ses hep
başkalarının sahip olduklarına göz diker ve
kendisiyle kıyaslar. Hüsran ve mutsuzlukla
neticelenen bir yoldur bu! Hakikate, erdeme,
ilme, dostluğa, kardeşliğe, iyiliğe adanması
gereken hayat boş emellerin peşinde savrulup
heba olur…
Hayatın asıl hakikatinden uzak düşen ve yolu
o hakikatle buluşmayan kimselerin asıl ıskaladığı şey, bizi çepeçevre saran hayatın gelgitleri arasında sahici bir sese kulak verememek.
Efendiler Efendisi, kalpleri hırs ve tamahla
kararanlara en büyük hazinenin gönül zenginliği olduğunu hatırlatıp uyandırıyor gaflet
uykusundan: “Ey hâkim! Bu dünya malı göz
alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala tamah etmeden
gönül zenginliği ile sahip olursa kendisi için
malı bereketlenir. Kim de hırs ve tamah dolu
bir kalple bu malı isterse tıpkı yiyip de doyamayan kimse gibi, onun için malın bereketi
kaçar.” (Buhari, Zekât, 50.)
Kalplerin sırlarını açan ve bizlere ayna tutan
İmam Gazali, tamahkârlık ve hırsı çoğaltan
kimsenin halka ihtiyacı çok olur, bu da insanı
zillete götürür, bu bakımdan kanaatte hürriyet
ve izzet vardır derken, hırsların ve tamahın in-
sanı düşürdüğü zillet ve esarete dikkat çeker
ve menfaatleri uğruna insanlara yaklaşanlarla
kimseden beklentisi olmayanların halini ise
şöyle resmeder: “İstediğin bir kimseden (şeyden) müstağni ol, onunla eşit olursun. İstediğin bir kimseye (şeye) muhtaç ol onun esiri
olursun. İstediğin bir kimseye iyilik yap onun
emiri olursun.” (İmam Gazâli, İhya-u Ulumiddin, c. 3, s.
530, İstanbul 1993.)
Hayatımızı idame ettirmemiz için makul ölçülerde varlığa sahip olmayı ancak o varlığa
gönlümüzde yer vermemeyi öğütlüyor hikmet
ehli. Kanaat edip Rabbin nasip ettiğine razı olmak varken, hep daha fazlasına ve başkasının
elinde olana göz dikme hırsıdır insanı arzularına köle yapan. Ancak gönül evimizi böyle süfli
ve gelip geçici şeylere mekân eylemek, onu ifsat etmek değil midir? Yüce Allah’ın cemaline
ayna eylediği kalbi boş heveslerle doldurmak
ve nihayetsiz arzulara hizmet ettirmek ne büyük müsrifliktir!
Ne zaman ki dünyalık arzulardan, emellerden
ve isteklerden kalbimizi hâli eyler, kanaat hazinesine sarılırız, işte o zaman gerçek özgürlüğe de kanat çırparız. O zaman tüm ümitlerin
bağlandığı ve her umut edene umduğunu vermeye gücü yeten yegâne Rabbe kul olur, gönül zenginliğine ve huzuruna ulaşırız.
OCAK 2016 DİYANET AYLIK DERGİ
49
M Ü S LÜ M AN B İ LG İ N L E R
İslam’ın Bugünkü Meseleleri Üzerine Kafa Yoran Bir Fikir Adamı:
Erol Güngör
Kâmil BÜYÜKER
AYNI memleketli olmanın yanında, onun isminin verildiği
ilkokulda okuduğum vakit Erol
Güngör ismi benim için sadece
ilkokul sıralarında ve okul binamızın girişindeki tabelada yazılı
kalmıştı. Prof. Dr. Erol Güngör
ismi hayatımın kitapla, okumayla
şekillenen safhasından sonra daha
da belirgin bir hâl almıştı. Aradan
geçen zaman dilimi içerisinde
Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İslâm Tasavvufunun Meseleleri” isimli kitapları
ile tanıştım. Özellikle İslâmın Bugünkü Meseleleri üzerine kafa yoran Güngör, hayatının geri kalan
kısmını vakfettiği Konya’dan sahici, yerli bir ses olarak, Türkiye’yi
ve uluslararası akademik camiayı
etkilemiştir.
Kırşehir’de manevi teneffüs,
İstanbul’da fikrî tekâmül
Erol Güngör, 25 Kasım 1938’de
Kırşehir’de doğmuştur. Babası
Hacıhafızoğulları’ndan Abdullah
Sabri Bey annesi Zeliha Gülsen
Hanım’dır. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Dedesi Ahi Evran Camii imamı Hafız
Osman Efendi’nin çevresinde ve
Kırşehir’in manevi atmosferi içinde tarih ve kültür konularına ilgi
duymuştur. Ortaokul sıralarında
eski yazıyı öğrendi. Lise talebe-
50 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
si iken özel Arapça dersleri aldı.
(Şeyma Güngör, “Erol Güngör” DİA, c. 14, s.
Havasını teneffüs ettiği
yerli, İslami muhit onun düşünce dünyasını şekillendiren ilk
amil olmuştur. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
okumak için İstanbul’a geldiğinde
ise bu kez bambaşka bir kültür
sanat muhitine intisap etmiştir.
Onda derin izler bırakan isim Fethi Gemuhluoğlu’dur. Onun vesilesi ile Prof. Dr. Mümtaz Turhan
ile tanışır. Bu tanışıklık hayatında
yeni bir sayfa ya da çizgi değişikliğine yol açacaktır. Turhan, Kırşehirli bu gence kendisi ile çalışmayı teklif edecek ve bunun üzerine
Güngör Hukuk Fakültesini bırakıp Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne girecektir. Henüz yeni üniversiteye intisap etmiş bir gençten farklı istidatlara sahip olan
Güngör, Marmaratörler diye tabir
edilen Marmara Kıraathanesi müdavimleri arasına dâhil olur. Burada Ziya Nur, Ali İhsan Yurt, Dündar Taşer samimi dostları olur.
1961 yılında Felsefe bölümünden
mezun olduktan sonra Mümtaz
Turhan hocanın yanında Tecrübi
Psikoloji asistanı olarak göreve
başlar. 1965 yılında ABD’ye Colorado Üniversite’sine gider ve araştırmalar yapar. Burada iki buçuk
yıl kalır. Bu okulun hocalarından
305-307.)
M Ü S LÜ M AN B İ LG İ N L E R
Prof. Kenneth Hammond, Prof.
Dr. Sabri Özbaydar’a gönderdiği
mektupta, Erol Güngör’ün sadece
Türkiye’de değil, dünyanın bütün
birinci sınıf üniversitelerinde ders
verecek seviyede bir ilim adamı
olduğunu yazmıştır. (Beşir Ayvazoğlu,
Defterimde Kırk Suret, Ötüken Yay. 1999, s.
123-124.)
Türk aydınının olmazsa
olmazları
Erol Güngör, bu topluma bir dönem aydın diye takdim edilen fikirde ruhsuz ve manada köksüz
isimler karşısında millî bir duruş
sergilemiştir. Erol Güngör’ün aydın ya da münevver tanımında
ilim, irfan, ahlak ve medeniyet birikimi vardır. Zira o aydını şöyle
tanımlamıştır: “Aydın olmak bir
çeşit meslek gibidir. Her meslek
gibi onun da kendine göre kuralları, mükemmellik ölçüleri,
ahlakı, namus ve haysiyeti vardır.
Elektrik ustası kabloları yanlış
bağlarsa bundan görülebilecek
en büyük zarar evin yanmasıdır.
Ama bir yazar zihinleri yanlış yola
sevk ederse bunun zararının hesabı yapılamaz. Üstelik aydınlar
bir aileye değil, bütün insanlığa
hitap eden kimselerdir. Kısacası
meslekler arasında mesuliyet sıralaması yapılacak olsa, aydınları
baş taraflarda bir yere koymak
gerekir. Aydın bu sorumlulukla
orantılı bir ahlak disiplini ile zihin
disiplinine sahip olmalıdır.” (Kültür
Ocağında Bir Mütefekkir Erol Güngör, KOCAV
Aydın olmanın
hususiyetlerini müteaddit defa yazılarında sıralayan Güngör, aydının düşünce ile heyecanı birbirinden ayıran kişi olması gerektiğini
ifade eder.
yay. 2009, s. 281-282.)
İslam’ın meseleleri yani bizim
meselemiz
Erol Güngör meselesi olan bir
insandı. O yüzden şairin “sen
bir devsin, yükü ağırdır devin”
sorumluluğu ile hareket ediyordu. İslam’ın Bugünkü Meseleleri
onun başyapıtıdır. Eseri 1981
yılında kaleme almıştır. Yani vefatından iki sene önce… Yaptığı
doktirini hâlinde göstermek gibi
sonu nereye varacağı bilinmeyen
bir vebali temsil ediyorlar demektir.” (İslâmın Bugünkü Meseleleri, s. 243.)
Erol Güngör, zarif, incelikli ruh
yapısına sahip bir insandır. Bir
gün oğlunun doğumunu haber vermek için hocası Mümtaz
Turhan’a telefon açar ve hocanın
refikası hanımefendiye müjdeyi
“Aydın olmak bir çeşit meslek gibidir. Her meslek gibi
onun da kendine göre kuralları, mükemmellik ölçüleri,
ahlakı, namus ve haysiyeti vardır.”
tavsiyeler dikkat çekici ve bugüne
de hitap etmektedir:
“İslam davasının asıl yükü, fikir
adamlarının omuzlarına yükleniyor. Müslüman aydınlar ve din
adamları, âlimler, mütefekkirler,
sanatkârlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar. Medeniyet âlimlerle sanatkârların
işidir. Yeni bir İslam medeniyeti
de elbette ilim, fikir ve sanat eseri
yaratanların omuzlarında yükselecektir. Eğer onların gayretleriyle
Müslümanlar arasında bir silkinme ve kalkınma olursa, siyasi hedefler kendiliğinden ele geçecektir.” Güngör’e göre İslam siyasi
çatışma ve tartışmaların dışında
tutulması gerekir:
“İslam’ı bu çatışmaların dışında
tutmayı başaranlar onun birleştirici gücü sayesinde eşitlik ve kardeşliği tesis edebilirler. Bunu yapmadıkları takdirde İslam’ı kendi
fırkalarının yani tefrikalarının
verdikten sonra der ki: “Kusura
bakmayın! Oğluma Mümtaz adını koyamıyorum. Olabilir ki, onu
zaman zaman azarlamam icap
edebilir.” Bu incelik, aldığı kültürün ve yüksek idrak duygusunun
nişanesi olsa gerektir.
Erol Güngör, 24 Nisan 1983 tarihinde aramızdan ayrıldı. Henüz
45 yaşında iken vefat ettiğinde
Konya Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü vazifesini yapmaktaydı.
Hayatının son demlerinde onu tanımış olan İsmail Yakıt vefatına şu
tarihi düşürmüştür:
Erol Bey
Hakk’la
dostumuz
yaşardı
O kim ilmiyle olmuştu yekta
Mücevher bir beyit târîh-i fevti
Mülâkî eyledi Gufrân-ı Hakk’a
Makâmıdır anın cennât-ı a’la
(1983)
(“Tam Bir Ay Sonra”, İsmail Yakıt, Prof. Dr. Erol
Güngör Anısına Armağan, Konya 1998, s. 219.)
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
51
S Ö Z Ü N YA N K I S I
Tevhide
Şahitlik Etmek
Leyla İPEKÇİ
ALLAH Teala mümin kulunun
kalbini saygın bir ev ve büyük bir
harem yapmıştır. Yere göğe sığmayan Allah mümin kulunun kalbindedir. Müminin yani kâmil insanın kalbini âlemlerin kalbi Kâbe
temsil eder. Biz de buradan hareketle kâmilin kalbinin Kâbe’den
üstün olduğunu idrak ederiz.
Hacıların tavafta Kâbe’ye ölme-
52 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
den önce ölmek için gelmelerinin
anlamları açılmaya başlar bizde.
Hayy ile yeniden dirilmek için
önce bizdeki o emanet nefesi sonuna dek vermek ve son nefesi
verir gibi bir ölmek gerekiyor. Varoluşun kemalinde yeniden doğabilmek için...
O nefesi şuurla alabiliyor muyuz
peki? Kâbe’ye yüz sürebilmenin
hakikatine yaklaşabiliyor muyuz?
Takvimin başlangıcı olabiliyor
mu nefsten ruha doğru çıktığımız
hicret? Mekke’den Medine’ye çölü
geçerken tefekkür edebiliyor muyuz çoraklığımızı ve kuraklığımızı dindirecek olan hayat suyunu
kaynağından çekip çekmediğimizi? Medine’ye En Sevgili’nin huzuruna vardığımızda kendi “ruh
medeniyeti”mizi inşa etmiş oluyor
muyuz? “Cennet bahçelerinden
bir bahçe”ye alnımızı koyduğumuzda yeşeriyor mu tohumumuz?
Bütün bu sorularla birlikte döne
döne kâinatın ritmine dâhil oluruz, her şaftta selamlayarak
Hacerü’l-Esved’i. O taş ki, cennetten kopup geldiğine inanılan.
Hiçbirimize ait olmayan... Hiçliğimizin kamaşma noktası. Kalbin
semalarına inen nur… Kalbin kara
nuru, kara sevdası.
Yokluğa talip olmak, tam teslimiyet… Biz ise hırsla, kibirle, inatla
varız! Benlik atfediyoruz kendimize. En büyük zulüm… Paramparça ediyoruz zamanı, mekânı.
Hacerü’l-Esved’i günahlarımızla
karartıyoruz. Oysa onun şahitliğinde içimizin kandilini yakabildiğimiz oranda dışımızı ışıldatabiliyoruz.
Allah’ın evi Allah isminin zikredildiği yer. Alfabelerin tüm harfleri
pıtır pıtır dökülüyor. Yapıldığımız
toprak bağrını açıp içine aldıkça
tohum oluyor her harf. Tohum,
İnsanın vücudunda dolaşıncaya
dek aşamalardan aşamalara geçiyor, âlemlerden âlemlere intikal
ediyor. Her büründüğü şekil, kendi türünün bir özelliği... Ve sonra
tüm varlıklar bu şekilde kendisine
tüm kelimelerin toplamı verilen
En Sevgili’ye dönüşüyor. O kelimeler ki edebiyle sarf edebilmek
için nefes gerekiyor her birimize.
S Ö Z Ü N YA N K I S I
O nefesi şuurla alabiliyor muyuz peki? Kâbe’ye yüz sürebilmenin hakikatine yaklaşabiliyor muyuz? Takvimin
başlangıcı olabiliyor mu nefsten ruha doğru çıktığımız hicret? Mekke’den Medine’ye çölü geçerken tefekkür
edebiliyor muyuz çoraklığımızı ve kuraklığımızı dindirecek olan hayat suyunu kaynağından çekip çekmediğimizi?
Kalbin Kâbe’sinden üflenen...
İsimlerin hakikati öğretilen Hazreti Âdem’den (a.s.) tek kişilik ümmet olma bilincine eren Hazreti
İbrahim’e (a.s.), Kâbe’deki putları
Hazreti Ali’ye (r.a.) yıktıran Efendimize (s.a.s.)... Kâbe’nin hakikati an’da olmanın sırrı açıldıkça
kuşatmaya başlıyor bizi. Daldıkça
derinleşen kıyısız okyanusun dibinde, en derinlerdeki inci misali... Kabuğu içinde güzelliğin cevherini barındıran… Dürr-i yekta.
En Sevgili.
Zerreden küreye her şey bu ilk tohuma, Onun manasına ulaşmak,
Onunla tamamlanmak, Onun
güzelliğinde kendi nurunu bulmak istiyor. Kendindeki Nur-ı
Muhammedi’yle buluşmak istiyor.
Her şey kavuşma arzusuyla cezbe
hâlinde O’na doğru. Allah’a itaat
etmek isteyen O’na yani Habibine itaat ediyor bu yüzden. Ayetin
buyurduğu gibi: “De ki Allah’ı seviyorsan bana uyun ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici, çok merhametlidir.” (Âl-i İmran, 3/31.) Hazreti
Peygamber’e uymak ise Onun
hakikatini gördüğümüz oranda
gerçekleşiyor. Habibini ‘görmek’
isteyen manada Onun veçhesinde “görünen” maşuğa/mürşid-i
hakiki’ye itaat ediyor. Surete değil, anlama. Çünkü vücut olan o
“nokta-yı kübra bir.”
Gizli hazine kâmil insanın gönlü;
aşk evi. Oraya girmekle gerçekleşiyor hicret. Görmeye başlıyoruz.
“Beni gören O’nu gördü” sözündeki anlam katmanları açılmaya
başlıyor. Kâbe’nin yeryüzünde bakılarak ibadet edilen tek yapı olması da bu yüzden belki. Ona her
muhabbetle bakanın gönlüne geliyor, hakikati görünmeye başlıyor.
Cinler, melekler, yıldızlar, zerreler
tavaf ediyor Kâbe’yi. Ama insanın
tavafı hepsini kuşatıyor; nebatatın,
atomun, gökadaların, taşın, kuşun
tavafını yapıyor insan. Hepsinin
şükrünü eda ediyor. Bir tavaf eksik olsa Kâbe’nin hakikati eksik
kalacak. Vahdette kesreti, kesrette
vahdeti anlayabileceğimiz mahal
burası.
Belki Kâbe’nin/kalbin hakikatine
varmak için binlerce yıl daha döneceğiz kendi sonsuzluğumuzun
yörüngesinde. Safa ile Merve arasında sıratı bulabilmek için suret
ile siret, iç ile dış, dünya ile ukba
arasında gidip geleceğiz. Kendi
nefsi için değil oğlu için su arayan
Hacer annemiz gibi bizi bulacak
rızkımız. İkram olacak. Arafat’a
çıkarken Kâbe’ye sırtımızı verip uzaklaşacağız. Kendini bilme
merhalelerinde gündüz ibadetinin
yapıldığı Arafat ile gece ibadetinin yapıldığı Müzdelife’den ve
Mina’dan geçeceğiz. Sonra yeniden döneceğiz Kâbe’ye.
Ona veda etmek diye bir şey yok,
anlayacağız. Çünkü ayrılık yok.
Gece gündüzden ayrı değil, yaşam
ölümden ayrı değil, sen ben’den,
batı doğudan ayrı değil. Yalnızca birlik var kalpte. Yönsüzlüğe
dönüyoruz Kâbe’de. Her dönüşte
kozamızı yapıyoruz usul usul. Ne
sınıf, ne mezhep, ne ırk, ne cinsiyet, ne makam kalıyor geriye. Nef-
simiz mahlukatın teşbihine dâhil
oluyor. Anlıyoruz ki her şey ile her
şey arasında bir bağ var. Bir arada
kelime-i tevhit oluyoruz.
Kendi evimizin temelleri yükseldikçe özgürleşmenin teslimiyet
olduğuna varıyoruz. Bilmeyi sevdikçe O’nun bilinmeyi sevmesine
şahit oluyoruz. Allah Teala kendisini bilmeyi Allah’ı bilenlerin
kalbine bir hazine olarak yerleştirmiştir. İbn Arabi hazretleri bu
tevhit şahitliğinden bahsederken
şöyle der: “Kelime-i şehadet, dünya ve ahirette sürekli saklanan bir
hazinedir. Varlıklarda ve hakikatlerde ortaya çıkan her iyilik, onun
hükümlerindendir ve hakkının bir
yönüdür.”
“Hazineyi bilme” yolculuğunda
aşk hepimize farz. Fıtri bir zorunluluk... İnsanın her şeyiyle bir
noktada toplanması aşk... Aşk, her
şeyi yerli yerine koyan... Birbiriyle buluşturan. Kavuşturan... Aşk
bu anlamda adaletin tecellisi…
Adalet var çünkü aşk var. Aşk var
çünkü sır var. Sır; her kalbe kendi
nasibi uyarınca açılıyor.
Tenzih ve teşbihlerimiz tevhitte buluşacak. Tevhide şahitlik
ettiğimiz oranda din tamamlanacak. Ölmeden önce ölmenin,
ikinci doğumun müjdesi bu...
Kutlu doğum. İşte sanırım biraz da bu yüzden Kâbe tevhidin,
tevhit insan-ı kâmilin, insan-ı
kâmil Rasulüllah’ın, Rasulüllah
ise Hac’da nefsimizden geçirdiğimiz “O’ndan geldik, yine O’na
dönüyoruz”un (Bakara, 2/156.) canlı
tefsiri.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
53
D İ N
V E
H A Y A T
AKLIN GÜNDEMİ
Kalbin Rotası, Hayatın Kalitesidir
Mukadder Ârif YÜKSEL
Samsun Canik Müftüsü
BİR zamanlar bineği ile yolculuk
yapan bir seyyah, uğradığı memlekette ilmi ile meşhur bir âlimin
adını duyar, onu ziyaret ederek
kısa süreliğine de olsa ilminden
feyiz almak ister. Âlimin yanına
vardığında ders verdiği odada,
yerde serili bir hasır, üzerine oturduğu bir minder, önünde kitabını koyduğu rahle ve odanın dört
duvarını kaplayan kitaplar vardır.
Seyyah, odayı dolduran kitapları
görmezden gelerek âlime, “Efendim yanınızda dünya malı olarak pek bir şeyiniz yokmuş.” der.
Âlim de, “Senin yanında neden
fazla bir şey yok?” diye sorar. Seyyah, “Efendim, ben yolcuyum ve
yanıma taşıyabilecek kadar eşya
aldım.” der. Âlim, “Ben de yolcuyum.” diyerek yolcuya kısa ama
hikmet dolu bir ders verir.
Gereğinden fazla mala ihtiyaç duyarak ihtirasla bunları elde etmeye çalışanlar, lüzumsuz bilgileri
zihinde depolayanlar ve üzerine
düşmeyen işlerle meşgul olanlar,
54 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
kendilerini boş yere yoran ağır
yüklerin hamallığını yapmış olurlar. Fakihler, hayata dair ihtiyaçları, zaruriyyat, haciyyat ve tahsıniyyat olmak üzere üç şekilde
derecelendirmişlerdir. Zaruriyyat,
hayatı devam ettirmek ve kimseye
muhtaç olmadan kendi ayakları
üzerinde durabilecek gereksinimlerdir. Haciyyat, hayatı kolaylaştıracak, hayat standardını yükseltecek ve başkalarına da fayda sağlayacak imkânlardır. Tahsıniyyat
ise hayatın süsü ve ziynetleridir.
Yazımızın başında anlattığımız
nükte ilk bakışta, dünyaya tamah
etmemeyi ve kanaatkâr olmayı
öğütler ancak bu nüktenin ışığında hayata hikmet penceresinden
baktığımızda, bilgi ve hikmetle oluşan bir zihniyetin anlam kazandırdığı ve şekillendirdiği özgün
bir dünyayı temaşa ederiz. Biz de
yazımızda konunun bu yönüne
temas etmek istiyoruz.
Gözümüz günlük ortalama bir
terabaytlık datayı zihnimize gön-
derir, kulağımız da ses olarak
kaydettiği verileri zihne gönderir.
Zihinde biriken bilgiler, ihtiyaç,
önem, öncelik ve gereklilik durumuna göre süzgeçten geçirilir ve
lüzumu hâlinde kullanılmak üzere depolanır. Kişi, iyi bir eğitimle sağlam, makul ve makbul bir
paradigma oluşturabilmişse, ilgisi, bilgi ve hikmete yönelikse ve
bilgi tahsilinde daima maslahatı
gözetiyorsa zihinde yararlı bilgiler
birikmeye başlar. Zihnin yegâne
sermayesi, aynı zamanda rehberi
olan yararlı bilgi ve tecrübe, aklın
gündemini oluşturur. Bilgi ve hikmet gündemli akıl, “Sözü dinler
ve sözün en güzeline tabi olur.”
(bkz. Zümer, 39/18.) Konuşurken de
dikkatli davranır ve “Doğru söz
söyleyin” ilahî emrini aklından çıkarmaz. (bkz. Ahzab, 33/70.)
Bilgi ve hikmet gündemli akıl,
sahih imanla birlikte hareket
ettiğinde kalbin ibresi, Kâbe’yi
gösterir, “Emr olunduğun gibi
dosdoğru ol.” (bkz. Hud, 11/111.) ilahî
D İ N
emri, müminin temel prensibi
ve yegâne istikameti hâline gelir.
Bilgi ve hikmet gündemli akıl ve
sahih iman, hayata anlam katar
ve mümini ulvi bir gayeye sevk
eder. Bu durumu temin eden bir
müminin hayatına, iyilik, güzellik
ve doğruluğun gerekleri, insani ve
medeni değerler hâkim olmaya
başlar, hasılı hayatına kalite gelir.
Zihnini, gerekli gereksiz lüzumsuz bilgilerle dolduran bir kişinin
akıl gündemini, gündelik maddi
ve nefsani ihtiyaçlar belirler. Nefsani duygular ve dünyevi hisler,
kalbi de hissiyata sevk eder, hisler,
duygu ve düşünceye galebe çalar.
Lüzumsuz bilgilerle oluşan aklın
gündemi kişisel menfaate odaklanır. Bu durumda olan bir kişi
için, çıkar sağladığı her şey ve her
kişi, iyi, doğru ve güzledir, yarar
sağlayamadığı şeyleri ve kişileri de
kötü ve zararlı olarak değerlendirir. Çıkarcıların sözleri malayani,
uğraşları oyun ve eğlenceden ibarettir. Bilgi ve hikmetli yaklaşımın
olmadığı yerde, malayani ve boş
işler vardır. Bunun için çıkarcılar,
çıkarı için kullanamadığı kimselerin sürekli dedikodusunu yaparlar. Toplumda insanları birbirine
yakınlaştıran yararlı sohbetlerden
ziyade insanların arasını açan
gıybet ve dedikodunun çokça yapılmasının sebebi, yararlı bilgi ve
hikmetli bakış fakiri olmamız dolayısı iledir. Bunun için Hz. Peygamber, yararsız bilgiden Allah’a
sığınmıştır. (bkz. Tirmizi, Daavat, 69.)
Bir Çin atasözü şöyledir:
“Yüksek düşünceli insanlar fikirleri tartışır, orta düzeyli insanlar
olayları tartışır, basit insanlar ise
kişileri tartışır.” İnsanların arkasından ileri geri konuşanlar,
dedikodu yapanlar “Toplumda
ne kadar kötü insanlar var, ama
ben onlardan beriyim.” demeye
getirir. Sürekli ünlülerin yaşantısından bahsedenler, kişiliklerini
abartarak anlatanlar, magazine
odaklı olanlar, hatta onları putlaştıranlar da zımnen “Ben de onlardanım, onlara yakınım.” demek
ister ve yücelttiği insanlarla birlikte kendisini yüceltmek ister. Geçmişte ve günümüzde fikirleri ve
yaşantıları ile topluma rehberlik
yapan şahsiyetlerin yeri geldikçe
örnek gösterilmesi bu bağlamda
değerlendirilemez. Örnek şahsiyetlerin anlatılmasındaki gaye,
öyleyse biz de onları takip ederek
dünya ve ahiret mutluluğunu elde
edelim mesajı vermektir.
V E
H A Y A T
Bir gün Nasreddin Hoca’ya yanındaki bir adam, “Hocam, bak
biri baklava götürüyor.” deyince
“Bana ne” der. Adam, “Ama hocam, adam baklavayı sizin eve
doğru götürüyor.” dediğinde ise
“O zaman sana ne.” der. Nasreddin Hoca bu nüktesiyle, üzerine
düşmeyen şeylerle ilgilenmediğini, kendisini ilgilendiren hususlara da başkasını karıştırmak istemediğini ortaya koymuştur.
Aklın gündemini, yaratılış gayesi
ve insanlığın yararına olan konularla meşgul etmek için, onu
faydalı bilgi ile donatmak, başta
Kur’an-ı Kerim olmak üzere hayata ışık tutan eserleri okumak,
kâinatı hikmet nazarı ile temaşa
etmek ve hayatın gayesini idrak
için tefekküre dalmak gerekir. Yararlı bilgi aklımızı ihya eder, sahih
iman ise kalbimizi dosdoğru istikamete sevk eder. Hayata hikmet
nazarı ile bakış ise insanı kaliteli
bir hayat düzeyine taşır.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
55
D İ N
V E
H A Y A T
Bir Şehir İnşa Edilirken
56 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
D İ N
V E
H A Y A T
Suavi Kemal YAZGIÇ
“Bir şehrin urgan satılan çarşıları
kenevir
kandil geceleri bir şehrin buhur
kokmuyorsa
yağmurdan sonra sokaklar ortadan
kalkmıyorsa
o şehirden öcalmanın vakti gelmiş
demektir.”
İsmet Özel
ŞEHİRLER sadece tuğla, demir
ve harçla kurulmaz. Şehirleri betonarme yığınından ayıran şey,
şiirdir, edebiyattır, musikidir…
Bütün bu sanatlarla uğraşırken
insan hayatını da güzelleştirir yaşadığı şehri de. Güzel bir şehirde
yaşayan insan, güzel bakar, güzel
hisseder, güzel konuşur. Böylece
biz şehirleri inşa ederken aynı zamanda kendimizi, kimliğimizi de
inşa etmiş oluruz.
Mimar ustalığını şehrin dokusuna, siluetine işlerken şair de mısralarıyla o şehrin ruhunu inşa eder.
İstanbul’u İstanbul yapan Mimar
Sinan kadar, şair Nedim’dir de…
“Bu şehr-i stanbul ki bî misl ü
bahâdır
Bir sengine yek pare Acem mülkü
fedadır”
diyerek İstanbul’un paha biçilmezliğine işaret eden şair, aynı zamanda şehrin kıymetini de artırır.
Necip Fazıl ise “Canım İstanbul”
derken İstanbul’un güzelliğine
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
57
D İ N
V E
H A Y A T
kendi ruhundan da bir şeyler katar ve böylece şehri şiirle yeniden
kurar. Tanpınar, “Bursa’da Zaman”ı
yakalarken Yahya Kemal Beyatlı
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı
yahut “Kocamustafapaşa”yı şiirleştirirken, Orhan Veli İstanbul’a kulak verirken şehirden aldıklarından
fazlasını şehre kazandırırlar.
Zaten şair olsun ya da olmasın
her şehirlinin yapması gereken
de bu değil midir? Şehirden aldığımızdan daha fazlasını ona vermek değil midir yapmamız gereken? Çünkü şehre kattığımız her
değeri aslında kendimize vermiş
oluruz.
Bizim sorumluluğumuz şehirleşmede değil insanda olmalıdır. İnsan meselesini, kültür, tarih, dil,
kimlik meselelerini çözmeden
şehirleşme sorunlarının çözülebileceğini düşünmek; şehri insanların inşa ettiği yapılardan ibaret
görmek demektir. Bu da hiçbir
derde şifa olmaz. Şehirle insan;
insanla kültür, kültürle tarih
arasındaki karşılıklı ilişkiyi çözmeden ve şehirleşme sorunlarına
bu perspektiften yaklaşmadan
atılacak adımlar çözümün değil
tam tersine sorunun bir parçası
olur. Sorumluluklarımızın ne olduğu fikrine varmanın yolu bizim
kim olduğumuz sorusunun yanıtı
bulunmadan verilemez. Bu soru
yanıtlandıktan sonra da çözümün
önündeki bütün hacet kapıları
bir bir açılır. Sorunlarımıza ve
sorumluluklarımıza sahip çıkmanın ve çıkmaz sokak sanılan nice
sancılı problemi birer avantaja,
enerji kaynağına, fırsata çevirmenin yolu da ancak böylesi bir mesainin ardından gelir. Bu mesai-
58 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
D İ N
Şehirlerde fikirler kök
salar, bilgiler artar,
görüşler değişir. Şehir,
insanın doğaya verdiği
bir şekildir. Şehirleşme
ise sadece bina, yol
ve köprü inşaatından
ibaret maddi bir faaliyet
değildir. Şehirler;
kültürün, yaşayışın,
inançların şekle
bürünmüş halleridir.
Bu yüzden de şehirler
kendilerini inşa eden
insanları yansıtan bir
büyük aynadır.
nin bereketi için tarihi, geçmişte
kalmış olaylar ve vefat etmiş
insanların hayat hikâyeleri olarak değil, içinde yaşadığımız bir
büyük okyanusu tanır gibi okumak gerekir ki bu durumu Yahya
Kemal Beyatlı’nın deyişiyle “kökü
mazide bir ati” olarak da isimlendirmek mümkündür. Nurettin
Topçu geleceğimizi inşa edecek
gençlerimizde olması gereken özellikleri ve bu gençlerin taşıması
gereken sorumluluğu şu sözlerle
özetler: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp
yaşatma aşkına gönül verecek,
sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz
ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır.
Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı
işi, insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin
mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin
akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir. Yarınki Türkiye’nin
kurucuları, millet ve cemaat uğruna fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif simada insanları
şahıslarında birleştireceklerdir.
Onlarda Yunus Yavuz’la birleşecek; Sinan Akif’e uzanacak; Ebu
Hanife Hüseyin Avni’yi tebrik
edecektir ve onların eseri olacak
yarınki Türkiye, şu temellerin
üstünde kurulacak: Anadolu’nun
toprağından kaynayan bir kan,
cemaat için harcanan emek, bin
yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet
ve ebedi olduğunu inanmış bir
ruh.”
V E
H A Y A T
Nagehan ol şara vardım
Ol şarı yapılır buldum
Ben dahi yapılır oldum
Taş u toprak arasında
Hacı Bayramı Veli’den alıntıladığım bu dörtlük, şehir-insan ilişkisini iki yönlü açıklıyor. İnsanlar
tarafından inşa edilen şehir, aynı
zamanda da insanların kültürlerini, sosyal hayatlarını ve ekonomilerini biçimlendirir. Nasıl insanlar
yaşadıkları şehirleri şekillendiriyorsa, şehirler de zamanla insanları şekillendirir. Şehirler bu yönleriyle içlerinde yaşayan insanlar
için birer görünmez üniversitedir.
Şehirlerde fikirler kök salar, bilgiler artar, görüşler değişir. Şehir,
insanın doğaya verdiği bir şekildir.
Şehirleşme ise sadece bina, yol ve
köprü inşaatından ibaret maddi
bir faaliyet değildir. Şehirler; kültürün, yaşayışın, inançların şekle
bürünmüş halleridir. Bu yüzden
de şehirler kendilerini inşa eden
insanları yansıtan bir büyük aynadır. Her medeniyetin farklı bir şehir anlayışı vardır. Şehri oluşturan
kurumlar, bu kurumlara verilen
önem medeniyetten medeniyete
farklılık gösterir. Bu sebeple aynı
medeniyetin bütün şehirleri temel
özelliklerde birbirlerine benzerler. Sadece geniş caddeler açmak,
bulutlara ulaşan gökdelenler inşa
etmek ve binaları dolduracak kalabalıkları toplamak bir yerleşim
birimini “şehir” yapmaya yetmez.
Şehir benliklerimizin toplamı bir
bizlik duygusudur aynı zamanda. Bu yüzden de şehirle ilgili her
sorun, bizim sorumluluğumuzdadır. Şehre verdiğimiz önem ve
şehir için harcadığımız emek kendimiz için de bir kazançtır.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
59
DİN GÖREVLİSİNİN
H AT I R A D E F T E R İ N D E N
Halkın Hocası Olmak
Sefer ASLAN
Samsun / Havza-İmam Hatip
2005 yılında imam hatip olarak
atanmakla, mensubu olmaktan
gurur duyduğum, Diyanet teşkilatının bir neferi olmuştum artık.
Suyu, tuzu, kabı ve yapacak kişisi
hazırdı ama hamur yapmak için
ortada un yoktu. İlçeye 40 km
uzaklıktaki küçük bir mahalleye
imam olmuştum. İnsanları cuma
günleri ancak görebiliyordum.
Oysa imam hatip lisesinde öğrenci olduğum yıllardaki hayalim
şuydu. Cemaati çok olan bir yere
imam olacak ve bazı şeyleri başarmaya çalışacaktım. Bu yüzden
60 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
gerek hafızlığımı ikmal ettiğim
esnada gerekse lise yıllarında halk
tarafından saygı gören emektar
hocalarımızı izleyerek onlardan
bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Kısacası kafamda öyle bir hoca modeli oluşturmuştum ki sadece caminin değil halkın hocası olmak
istiyordum. Ancak karşılaştığım
bu yalnızlık beni üzüyor, insanlara faydalı olamamanın ıstırabını
çekiyordum.
Bu sırada askerlik hizmeti için
çağırıldım. Acemilik eğitiminden
sonra Şırnak 23. Jandarma Sınır
Tümen Komutanlığı’nda vatan
görevine başladım. Beni askerî
hastaneye görevlendirdiler. Orada
iki imam arkadaşla daha tanıştım.
Diğer imam arkadaşlarım benden
kıdemli idi. Onlara görevimi sorduğumda bana verdikleri cevap
bugün gibi hatırımda: “Bu cennet
vatan için şehit düşen kardeşlerimize karşı son vazifeyi ifa edecek
ve onları al bayrağımıza saracağız.” Bu sözleri duyduğumda tepeden tırnağa ürpermiştim açıkçası. Çünkü sivil görevde iken
böyle bir esnada beni kan tutmuş
ve bayılmıştım.
DİN GÖREVLİSİNİN
H AT I R A D E F T E R İ N D E N
Düşünüyorum da halkın hocası olmak, herkes tarafından kabul
görmek, Hz. Peygamber Efendimize vâris olmaya, hatta ayağının
tozunun tozu olmaya çalışmak ne kadar ulvi bir duygu.
Dua etmeye, Allah’tan bana yardımını göndermesini istemeye başlamıştım. Bir yıl boyunca görevde
kaldım ve pek çok kardeşimize
karşı görevimi ifa ettim. Mevla’nın
verdiği metanet ve yaptığım görevin ulviyeti sayesinde hiçbir güçlükle karşılaşmadım.
Her şehidin ardından tümende
tören yapılır, törende imam şehit duasını okurdu. Tümendeki
rütbeli, rütbesiz tüm askerlerin
önünde bir imam olurdu. Bundan
dolayı bütün tümen bizi tanırdı. Özellikle mesai saatlerinden
sonra bir asker gelir “Hocam sizi
falan subay, astsubay veya uzman bekliyor” der; ben de seve
seve giderdim. Orada âdeta dinî
danışmanlık rehberliği yapıyordum. Her şeye kâdir olan Mevla
benim memlekette aradığım halkın hocası rolünü bana ilk olarak
Şırnak’ta, Namaz dağıyla Cudi dağının arasında nasip etmişti.
Teskeremi alıp gelince 150 haneli
merkezi bir köye tayinim yapıldı.
Kafamdaki hoca modeli ve sadece
mihrap imamı değil halkın imamı da olma zamanı artık gelmişti.
Susamış toprağın suya kavuşması
gibi ben de cemaatime kavuşmuştum. Her vakit neredeyse 60-70
kişi geliyordu namaza. Bu beni
çok mutlu etmişti. Çünkü her namazda halkla kaynaşıyor onlarla
hemhâl oluyordum.
İlköğretim altıncı sınıf öğrencilerinden bir gurup oluşturup namazlardan sonra zaman ayırarak
namaz surelerini, namaz kılmayı,
müezzinliği, ezan okumayı öğretiyordum. Yaz kursunda aynı
öğrencilerden ilahi gurubu oluşturduk. Vakit namazlarında ramazanda müezzinliğini hep onlar
yaptılar. Bu olay bütün köy halkının teveccühünü kazanmamıza
vesile oldu. Aynı zamanda diğer
çocuklara da model oldu bu. Onların adı halkın yanında “cami
bülbülleri” olmuştu. Öğrencilerle
futbol, voleybol oynuyor ve sporda kötü söze ve şiddete yer olmadığı anlatılıyordu. Trafik kuralları, okula gidiş gelişlerde dikkat
edilecek hususlar anlatıyordum,
bazen de yola çıkıp uygulamalar
yapıyorduk. Böylece hem çocuklara örnek olunuyor hem de gönüller fethediliyordu.
Yaz kursunda 35-40 tane öğrencim vardı hepsiyle tek tek ilgilenmiş ve hepsine Kur’an okumayı
öğretmiştim. Onlarla yerine göre
abi kardeş oluyorduk. Kurs sonunda camide yaptığımız prog-
ramda cami tıklım tıklım dolmuştu. Programın sonunda cemaatimin, “Hocam lütfen hiçbir
şey deme kış yakacağın bizden”
demeleri memnuniyet ifadesiydi.
Çocukların gerek okul bahçesinde gerek köy içinde etrafımı sarıp
hoş muhabbetleri ve hâl hatır sormaları ve karşılıklı dualaşmalarımız imrenilecek bir hâl almıştı.
Şükürler olsun ki bu durum hâlâ
devam ediyor ve öğrencilerim yaz
kursunu iple çektiklerini söylüyorlar.
Düşünüyorum da halkın hocası
olmak, herkes tarafından kabul
görmek, Hz. Peygamber Efendimize vâris olmaya, hatta ayağının
tozunun tozu olmaya çalışmak ne
kadar ulvi bir duygu. Anacığımın,
“Oğlum bu köy halkı senin üzerine toz kondurmuyor ama sakın
ha bu seni şımartmasın!” demesi
kulaklarımda çınlıyor her zaman.
Allah tüm din gönüllülerimize
yardım etsin ve her birimizi görevlerimizde muvaffak kılsın…
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
61
Tükenmeyen Hazine: Kanaat
Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
ATALARIMIZ, yardımlaşmayı,
basit bir şekilde izah edip yoğun
bir şekilde yaşıyorlardı. Hayatlarını ve sosyal ilişkilerini belirleyen
temel düsturlardan biri de kanaat
idi ve bunu “Aza kanaat etmeyen,
çoğu bulamaz.” sözüyle veciz bir
şekilde ifade etmişlerdi. Bu, bir
tür ekonomik manifesto idi.
Hayat pratiklerinin arkasındaki
basit ama binlerce yılın tecrübesini aktaran bir bilgelikle, kanaat,
konusunda da gündelik hayatla-
62 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
rına doğrudan tesir eden bir bilgi
üretmiş olmaktadırlar.
geldiyse bu “sahip olma” hırsından gelmiştir. Yunus Emre gibi:
Kanaat, en geniş anlamı ile “nefsine yetecek kadarına sahip olmak”
demektir. İhtiyacından fazlasını,
günümüzün tabiri ile söylemek
gerekirse, “spekülatif malzeme
olarak depoda tutmak” şeklinde
tezahür eden bir tavır, kanaat etmenin tam tersidir.
Mal sahibi, mülk sahibi
Toplumsal barışın temellerinden
biri olan kanaat, aşırı hırslı olmayı engeller. Tersinden söyleyecek
olursak, hırs, kanaatin tersidir.
Kanaatle ilgili beyitlerin en güzellerinden ikisini Fuzuli söylemiştir. Bir beytinde şöyle diyor:
Kanaat konusu doğrudan doğruya mülkiyet duygusu ile ilgilidir
ve aşırı mülkiyet duygusu, insanlar ve toplumlar arası savaşın da
temelidir. İnsanlığın başına ne
Hani bunun ilk sahibi
veya;
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
diyebilen toplumlarda, sosyal ve
ekonomik barış kolay sağlanır.
Cîfe-i dünya değil herkes gibi
matlûbumuz
Bir bölük ankâlarız Kâf-ı Kanâ’at
bekleriz
“Biz, dünya çirkefleri peşinde
koşmuyoruz; biz bir bölük Anka
K Ü L T Ü R - S A N AT
Kanaat, en geniş anlamı ile “nefsine yetecek kadarına sahip olmak” demektir. İhtiyacından
fazlasını, günümüzün tabiri ile söylemek gerekirse, “spekülatif malzeme olarak depoda
tutmak” şeklinde tezahür eden bir tavır, kanaat etmenin tam tersidir. Toplumsal barışın
temellerinden biri olan kanaat, aşırı hırslı olmayı engeller. Yani hırs, kanaatin tersidir.
kuşuyuz ve kanaat Kafdağı’nı
bekleriz.” diyor Fuzuli.
Fuzuli, kemale ermiş insanın,
bu dünyaya ait hevesler peşinde
koşmadığını, kemale ermişlerin
efsanevi bir kuş olup Kafdağı’nda
yaşadığına inanılan Anka kuşu
olduğunu; kartal, atmaca, şahin
gibi kuşlar leş yerken, kendilerinin Anka gibi olup Kafdağı cesametinde bir kanaat zenginliğine
sahip olduğunu belirtiyor. Bir leş
parçası ile Kafdağı büyüklüğünü
keskin bir çelişki ve çatışma şeklinde kurgulayan şair, küçük bir
hevesle (leş yemek) büyük bir
haslet ve erdemi (kanaat) karşılaştırırken, olgun insanın tercihinin
daima kanaatten yana olduğunu
ifade ediyor.
Bir diğer beytinde Fuzuli, sultanın
sahip olduğu zenginlikle, kanaat
sahibinin sahip olduğu zenginlikleri şöyle karşılaştırır:
Ey Fuzûlî ben kanâ’at mülkünün
sultanıyım
Saltanat esbâbı eğnimde pelâs-ı
fakr bes
“Ey Fuzuli, ben kanaat ülkesinin
sultanıyım; saltanat giysileri de
ancak eğnimdeki fakirlik abasıdır.” diyen şair, kanaat hasleti ile
saltanata dayalı mülkiyet karşılaştırması yapar.
Saltanat sahibi olmak, koskoca-
man bir ülkeye, her şeyiyle sahip
olmak demektir. Yani dünyevi
saltanatın temelinde aşırı mülkiyet duygusu yatar. Tabii, bu
saltanat, sadece siyasî saltanat anlamına gelmez; “egemen olmak”
anlamına da gelir ve Fuzuli, ferdî
egemenliği de ihtiva eden bir saltanat anlayışını, kanaat ile karşılaştırıyor.
Kanaat hasletini izah eden Fuzuli, kendisinin “kanaat mülkünün
sultanı” olduğunu söylemekle,
insanlar arasındaki toplumsal
barışı besleyen ve bu yüzden de
en büyük zenginlik olan kanaati
yüceltmektedir. Kanaat mülkünde sultan olan kişi, orada herkes
kanaat sahibi olduğundan hiçbir
yönetim sorunu yaşamaz. Aşırı
tamahın, hırsın, ezici rekabetin
olmadığı ve güçlü olmak için her
şeyin mübah olarak görülmediği bir ülkede, huzur ve barış
hâkimdir. İşte bu huzur ve barış,
insanlar için asla bir bedelle ölçülemeyecek en büyük zenginliktir.
Böyle bir ülkede saltanat alameti
giysi olarak aşırı süslü ve mücevherlerle donanmış giysiler giymeye hiç gerek yoktur; o ülkede sultan bile bir fakirlik alameti olan
basit abalar giyer. Pahalı ve süslü
giysiler, yukarıdaki beyitte ifade
edilen “cife-i dünya”dır Fuzuli’ye
göre ve kanaat mülkünün sultanı
asla cife-i dünyaya tamah etmez;
az ile yetinir. Çünkü o, “Fakirliğim, övüncümdür.” veya “Kanaat,
tükenmeyen bir hazinedir.” diyen
bir peygamberin ümmetidir.
Kanaat, bir başka açıdan da tatmine veya istiğnaya ulaşmak demektir. Yani, mevcutla doymak
ve doyduğunla mutlu olmak…
Elbette bu yarını düşünmemek
anlamına gelmez ve sadece karın
doyurmak da değildir mesele.
Mevki-makam, şan-şöhret hırsı
da kanaatin en büyük düşmanıdır ve mevki-makama da doymak
ve şan-şöhret peşinde koşmamak
gerekir. Eskiler “Şöhret afettir.”
derler.
Kanaatkâr bir insan nefs-i emmare (hayvani nefs)’ten başlayıp,
nefs-i levvame (kendini kınayan
nefs) nefs-i mülheme (sırların ilham edildiği nefs) merhalelerini
geçip dördüncü derece olan nefs-i
mutmainne derecesine ulaştığında artık kanaat zenginliğine de
kapı aralamış demektir.
Toplumsal barışı bozan dünya
nimetlerine sahip olarak zengin
olmak, yanında huzursuzluğu da
getirdiğinden, kanaatkâr olup bütün insanlığa barış ve huzur verebilecek ve hiç tükenmeyecek bir
hazineye sahip olmak, en güzel
haslet ve erdemdir.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
63
kültürsanatedebiyat
DÜNYAYA gözlerini yeni açmış,
her şeyden habersiz olduğunu
sandığımız bir insan yavrusu bile
aslında pek çok şeyin farkındadır. Her şeyden önce o küçücük
bebek, annesinden haberdardır.
Annesinin dokunuşunu, kokusunu, sesini tanır ve bunlar vesilesiyle kendini güvende hisseder.
Anne ile bebek arasında görünmeyen lakin güçlü olarak hissedilen bu bağ, Allah’ın büyük bir
lütfudur. Bebek, hayatı annesi ile
tanır; hatta bebeğin hayatı sadece
annesinden ibarettir desek yanlış
olmaz. Minik bir bebek, yaşamın
pek çok alanıyla olduğu gibi sanat
ile de annesi vesilesiyle, henüz ana
kucağındayken tanışır. Sevgi dolu
ve ahenkli bir sesle söylenen ninnilerle huzur bulur, uykuya dalar.
Bu huzurlu anlar evvela çocuğun
ileriki hayatının şekillenmesinde
önemli yere sahip olan güven duygusunun kazanılması için elzemdir. Akabinde ise müzik zevkinin
ve kelime hazinesinin temelinin atılması açısından önemlidir. Çünkü bebek, ilk müzik deneyiminin
yanı sıra dinî ve ahlâkî duyarlılığını da annesinin ninnileri sayesinde edinir. Sözlü halk edebiyatı
ürünü olan bu eserler, duygusal ve
sanatsal alanların yanı sıra metin
64 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Ninni Dedim
UYUSUN
Allah Dedim
BÜYÜSÜN
Dr. Şerife Nihal ZEYBEK
içerikleri açısından da son derece
önemlidir. Ninniler bilinçaltına
kaydedilmekte, böylece zihinde
değerlerle ilgili davranış kalıpları
ve şemalar oluşmaktadır. Bilinçaltına yerleşen bu tohumlar zamanı
gelince filizlenip, boy atar ve kişiliğin şekillenmesinde önemli rol
oynar.
Anneler çoğu kez hayır dua ederler evlatları için ninnilerde. Kimi
zaman ise içlerini döküp dertleşirler yavrularıyla. Bebek, hayatı annesinin söylediği ninnilerden öğrenir; o nedenle ninniler üzerinde
düşünmek ve daha kapsamlı bilgi
sahibi olmak gerekir. Bu amaçla
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk
İslam Edebiyatı anabilim dalında
görev yapan Yrd. Doç. Dr. Ayşe
Farsakoğlu Eroğlu ile bir söyleşi
gerçekleştirdik.
Ayşe Hanım, sizin ninniler üzerine ‘Türk Ninnilerinde İslâmî Motifler’ adlı bir akademik çalışmanız (yüksek lisans tezi) bulunuyor. Bu konuda yaptığınız
araştırmaya göre ninnilerin en önemli özellikleri nelerdir?
Dünya çapında düşünüldüğünde
ninnilerin en önemli özelliklerinden biri neredeyse bütün milletlerde var olmasıdır. Ninnilerin
bir diğer dikkat çekici özelliği ise
görünüşte anneler tarafından bebeği uyutmak için, hakikatte ise
manevi olarak uyandırmak için
kullanılmalarıdır. Şöyle ki, anneler ninnilerde bebekleriyle hemen
her şeyi paylaşırken, bir taraftan
da onlara dini ve milli değerleri,
tarihi hadiseleri anlatmış, böylece yavrularının gönül gözlerini
ve zihinlerini uyanık tutmak istemişlerdir. Bu neredeyse bütün
milletlerde böyledir. Kanaatimizce
ninnilerin en önemli özellikleri
bunlardır.
Ninniler hayatın neresinde yer alır ve bebek için nasıl bir işlevi
vardır?
Ninniler fonksiyonları bakımından hayatın merkezindedirler,
muhtevaları bakımından ise hayatı kuşatmışlardır. İzah etmek
gerekirse, birey hayata başlarken
ilk ninnisini büyük bir kutlamayla
dinler, devamında ise uyutulurken
veya sevilirken gibi farklı zaman
dilimlerinde ninni onun hayatının
tatlı başlangıçlarının ritmi olur ve
anne ninnilerde bebeğinden hiçbir şeyi saklamaz. Bu sebepten
ninniler, konularıyla hayatı anlatır
ve onu kuşatır. Bebekler ilk müzik zevklerini, kelime hazinelerini,
hayatla ilgili ilk bilgilerini annele-
K Ü L T Ü R S A N AT
rinin şefkatli sesiyle terennüm ettiği ninnilerle oluştururlar.
Ninniler bize ne anlatır ve ninnilerde ağırlıklı olarak hangi konular işlenir?
Ninniler bize dünya ve ahiret hayatına dair her husustan bahsetmeye çalışır. Ninnilerde annelerin
dünyası vardır. Sevinçleri, dilekleri, üzüntüleri, korkuları, inançları,
dertleri, teşekkürleri, şikâyetleri,
duaları, adakları gibi konulardır
bunlar. Bebekleri, annelerin sırdaşlarıdır, dert ortaklarıdır. Kimselere diyemediklerini onlarla
paylaşırlar. Biz biliyoruz ki insan
hayatındaki en iyi sırdaşlar bebekler ve kitaplardır. Çünkü onlar,
sırrınızı kimseyle paylaşmazlar.
Yaşamda ninni diye bir şey olmasaydı ne olurdu?
Ninniler olmasaydı anneler yine
benzer bir yol bulurlardı evlatlarıyla hayatı paylaşmak için diye
düşünüyorum. Ninniler sadece
bebeklerle alakalı olarak değerlendirilmemelidir. Zira ninnilerin
bir de anneye bakan yönü vardır.
Anne bir yandan söylediği ninnilerle evladını hayata hazırlarken
bir yandan da tabiri caizse kendisine terapi yapmaktadır. Söylediği
ninni sayesinde anne de aynı bebeği gibi huzur bulur. Bu bakımdan ninni, anne için de bebek için
de hayati önem taşıyor diyebiliriz.
Siz aynı zamanda bir annesiniz.
Bu nedenle ninniler akademik alanın yanı sıra günlük hayatınızda da yer alıyor. Sizin en sevdiğiniz ninni hangisidir?
İçlerinden sadece birini seçmek
o kadar zor ki. Her biri ayrı güzel
bence ninnilerin. Ancak benim
çocukluğumda dinlediğim, şimdilerde ise bebeklerime sıkça söylediğim bazı ninniler var elbette.
Hoşunuza giden birkaç ninniyi
bizimle paylaşır mısınız?
Hu hu illallah
İllallahlar özüme
Uyku gelsin gözüne
Benim minik kuzuma
Sen uykular ver Allah
Hu hu illallah
Lailahe illallah
Muhammed Rasulüllah
Neni dedim uyusun
Allah dedim büyüsün
Tıpış tıpış yürüsün
Neni yavrum neni
Balan gelir ellerden
Başına saçıp güllerden
Allah sen balamı sakla
Yahşi yaman dillerden
Hu hu hu gele
Çeşmelerden su gele
Okur yazar inşallah
Âlim olur inşallah
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
65
G EÇ M İ Ş ZAMANI N İ Z İ NDE
Ecdattan Yadigâr Osmanlıca:
REDD-İ MİRASI RED
Doç. Dr. Rıza KARAGÖZ
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi
SON yıllarda Türk televizyonlarında ve sinema salonlarında tarih
konulu dönem filmleri çoğaldı.
Gerçi 30-40 yıl öncelerinde de
Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu’nu,
Kartal Tibet’in Karaoğlan ve Tarkan filmlerini izliyorduk. Fakat
onlar gerek maddi ve teknolojik
imkânsızlıklar gerekse filmlerin
sadece eğlenceden ibaret, boş zamanı değerlendirme aracı olarak
algılanmasından dolayı olağandışı
(olağanüstü değil) kareleriyle hafızalarda yer eden ürünlerdi. Şimdilerde yapılan filmler ise eleşti-
66 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
rilecek başka yönleri bulunmakla
birlikte yeni kuşaklara tarihini ve
ecdadını tanıma fırsatı sağlayarak
kültürel kimlik unsurlarıyla onları yeniden buluşturmayı nispeten
başaran sanat faaliyetleri olarak
değerlendirilebilir. Bu filmlerin
güzel taraflarından biri de ailecek,
çocuklarla birlikte izlenebilecek
kıvamda olmalarıdır. Dönem filmleri, ayrıca tarih kitaplarının tirajının ve okuyucu sayısının yanı sıra
toplumda okuma merakının da
giderek artmasına vesile oldu. Öte
yandan eğitim politikamızı yön-
lendiren ve yöneteler de bunun
farkında olmalılar ki genç neslin
kültürel kimliğinin farkına varma
ve ona sahip çıkmasını temin edecek ve kolaylaştıracak arayışlara
girdiler. Bu meyanda okullarda
Osmanlıca derslerinin okutulmasına yönelik düzenleme dikkat
çekmektedir.
Aslında “Osmanlıca”dan kasıt
Osmanlı Türkçesi, Osmanlılar
zamanında
konuşulan-yazılan
Türkçedir. Başka bir ifadeyle
Arap harfleriyle kayda geçirilen
Türkçedir söz konusu olan. Bu
G EÇ M İ Ş ZAMANI N İ Z İ NDE
Şükür ki işte son 30-40
yıldan beri ağır aksak da
olsa geçmişle olan bağımızı yeniden ve daha sağlıklı
ve soğukkanlı şekilde tesis etme yolunda önemli
mesafeler alındı. Tarihî
yaşanmışlıklar iyisiyle kötüsüyle toplumun hafızasını oluştururlar. Hafızasını
kaybetmiş bir insan nasıl
kimliksizleşir ve kendini tanımaz-tanımlayamaz
hâle gelirse, geçmişiyle
iletişim bağlarını koparan
toplumlar da, kendisini
diğer toplumlardan farklı yapan kimlik ve benlik
özelliklerini yitirmiş olurlar. Oysa
mensubiyet ve aidiyet duygusu
günümüzde eskisinden daha çok
tabii hak ve ihtiyaçlardan sayılıyor.
İşte bunu elde etmenin yolu ise
tarihiyle, geçmişiyle barışık ve
iletişim hâlinde olmaktan geçiyor. Bu anlamda artık Osmanlı
Türkçesiyle yazılmış metinleri
sadece tarihçilerin ve edebiyatçıların oluşturduğu minyatür bir
grubun değil toplumun her kesiminden insanların, belli seviyede
okur vaziyete gelmesi anlaşılabilir
bir ihtiyaç olarak görülmelidir. Bu
elbette masraflı, meşakkatli ve sabır gerektiren bir mesaidir. Fakat
yollar açık: Camilerde elif-bayı
öğrenen çocuklarımız, aldıkları
bu temel bilgiyi orta öğrenim ve
yükseköğrenimde Osmanlı Türkçesiyle yazılmış metinleri okuyabilir dereceye yükseltebilirler. Bu
sayede redd-i mirastan vazgeçilmiş, toplumun tarih bilincini arttıracak zengin mirasımızın tozlu
raflardaki hazinelerine giden kanallar çoğaltılmış ve açık tutulmuş
olacaktır.
Hat: Osman Özçay
pencereden bakıldığında
Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesi gençleri yalnız bu
dönem eserleriyle tanıştırmakla kalmayıp Türk dili,
tarihi ve kültürünün birinci
derecede tanıkları ve belgeleri konumundaki Divanü
Ligati’t-Türk ve Kutadgu
Bilig gibi eserlerin yazıldığı 11. yüzyıla kadar birinci
elden kaynaklarına ulaşmalarına da kapı aralayacaktır.
Zira bu kapıların ardında
sadece klasik tarih kaynağı
olarak değil, kültürün, değerlerin, geleneklerin; daha
geniş çerçeveden bakarsak
sosyal, ekonomik, siyasi hatta
kendi bireysel geçmişimizin tüm
bilgileri mevcuttur.
Osmanlı Türkçesinin öğrenilmesiyle Arap alfabe sistemiyle kayıtlanmış olmaktan dolayı yabancılaştığımız dilimizin nadide eserleri
miadını doldurmuş eşya gibi kütüphane raflarında unutulmaktan
kurtulmuş olacaklar. Neden ve
nasıl unutulmuşlardı? Elbette bu
sorunun muhtelif cevapları olabilir. Harf inkılabının bu yabancılaşmada, geçmişle bağın kopmasında etkili olduğu göz ardı edilemez. Ama bundan daha önemlisi
Cumhuriyetin ilk 30-40 yılındaki
eğitim politikalarının, yukarıda
sözünü ettiğimiz bin yıllık birikimin günümüze ve gelecek nesillere aktarılmasının yegâne kaynağı
olan bu eserleri göz ardı edecek
kadar basiretsizleşmesidir. Dahası,
özelde Osmanlı kimliğine ve birikimine karşı oluşturulmak istenen
düşmanlık redd-i miras hâline dönüştürülerek bu dönemle bağların
tamamen koparılması hedeflenmiştir. Bu söylediğimizi ispatlayacak pek çok delil bulabiliriz. Fakat
Osmanlı Türkçesinin
öğrenilmesiyle Arap
alfabe sistemiyle
kayıtlanmış olmaktan
dolayı yabancılaştığımız
dilimizin nadide eserleri
miadını doldurmuş eşya
gibi kütüphane raflarında
unutulmaktan kurtulmuş
olacaklar.
maksadımız bunları sıralamak ve
onların üzerinden ifrat-tefrit hesabına girişmek değil. Tam tersine
eski ile yeninin, esasen olması gerektiği gibi, birbirinin devamı olduğunu görebilmeyi sağlamaktır.
Nasıl ki bir insan atasını dedesini
kendi kimliğinden silip atamazsa
toplumlar da geçmişlerini görmezden, bilmezden, tanımazdan
gelemezler. Ez cümle geçmiş kimliğimizdir ve onu tıpkı kanımızı
miras aldığımız gibi gelecek nesillere tevarüs ettiririz.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
67
S Ö Y L E Ş İ
Başbakanlık Başdanışmanı
Dr. Necdet SUBAŞI
“Müslümanlar,
İslam’ın imajını
zedelemeye
ve gücünü
zayıflatmaya yönelik
operasyonlara karşı
önlemler almalı…”
Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT ABUL
Özellikle 7 Ocak’taki Charlie Hebdo saldırısı ve
13 Kasım’daki Paris saldırılarından sonra İslam
karşıtlığının giderek arttığını görüyoruz. İslam’a
karşı oluşturulan algılarda da bunlar başat rol
oynuyor. Bizlere, İslam ve Müslümanlar açısından bu olayların sonuçlarını değerlendirir misiniz?
Sizin de vurguladığınız gibi Charlie Hebdo saldırısından sonra genel olarak dünya ölçeğinde
Müslümanları karalamaya, Müslümanları terörle şiddetle eşleştirmeye, onunla özdeşleştirmeye
yönelik bir çaba olduğu fark ediliyor. Tabii ki
bu saldırıları hiçbir şekilde küçümsememek lazım. Bu saldırılarda hedef olan onlarca masum
insanı burada uğradıkları mağduriyet üzerinden
de konuşmak gerekir. Fakat bizim için herhal-
68 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
de bir yılın çetelesini yaparken üzerinde önemle durmamız gereken nokta bütün insanlık için
bir barış ve kurtuluş umudu olarak İslam’ın bugün nasıl olup da böylesine çetrefilli, böylesine
karmaşık bir şiddet teorisinin kaynağı hâline
dönüştürüldüğüdür. Bunu çokça konuşmamız
gerekiyor. Üzerinde durulması gereken nokta
bence bu. Son zamanlarda gerçekleşen bu tür
olaylarda İslam’ın bilinen yüzünü, bilinen temsilini değiştirmeye, onu zapt etmeye, dönüştürmeye yönelik çabalar olduğunu görüyorum. Yani
dünya ölçeğinde İslam’ın geleneksel anlamda geliştirdiği, çoğalttığı, sahiplendiği bir imgenin, bir
tasavvurun hızla boşaltılmaya, dönüştürülmeye
ve çarpıtılmaya başlandığını hissediyorum. Birtakım aktörler var, belli mekânları seçiyorlar, belir-
S Ö Y L E Ş İ
li stratejiler içerisinde eylem gerçekleştiriyorlar,
sanal iletişim ağlarının da gücünü kullanarak,
tüm dünya ölçeğinde İslam’ı bir şekilde gözden
düşürmeye, bir şekilde onun itibarını zayıflatmaya yönelik eylemler gerçekleştiriyorlar. Burada
üzerinde durulması gereken noktalardan birisi
bu eylemciler, bu aktivistler kimi temsil ediyor,
bunlar ne ölçüde İslam’ın temsilcileridir ya da
İslam’la ilişkileri, ilişkilendirilebilecek nitelikleri
var mıdır? Bunu konuşmak gerekiyor. İkincisi
küresel düzeyde etki uyandıracak eylemleri gerçekleştirenler bununla nasıl bir anlam üretmeye
çalışıyorlar. Yani bir karikatür dergisinin yazıhanesini, ofisini bastığı zaman ya da işte Ankara’da
bir tren garını eylemleriyle kanabularken ya da
Fransa’da altı ayrı merkezde insanlara zarar vermeyi tercih ederken gerçekte yapmak istedikleri
şey nedir, ona bakmak gerekiyor. Benim kişisel
kanaatime göre eğer bu eylemleri gerçekleştirenler şu ya da bu şekilde İslam dünyasının bir
ürünü, bir sonucu iseler onları üreten koşulları
soğukkanlı bir şekilde masaya yatırmak ve konuşmak zorundayız. Yani bunlar hangi tarihsel,
toplumsal, kültürel, sosyolojik bağlamların ürünüdürler? Bunu kabullenmemiz mümkün değil, bunların eylemlerini sahiplenmemiz hiçbir
şekilde mümkün değil. Ama eğer bu, bir şekilde bizim coğrafyamızdan neşet ediyorsa bizim
coğrafyamızın problemlerinin bir ürünü ise o
zaman bu problemleri, bu yarayı, bu cerahati deşetmemiz ve nasıl onu defedeceğimiz konusunda
yöntemler geliştirmemiz gerekiyor. Öte yandan
İslam’la bir alıp vereceği kesinlikle olmayan, alelade, sıradan insanları İslam terkibi içerisinde, İslami sembolleri kullanarak tekbir getirerek ya da
Müslüman toplumla özdeşleşmiş figürler öne sürerek işte takkeli, sakallı, cübbeli, sarıklı vesaire
gibi imajlar üzerinden dünyaya İslam karşısında
bir nefret süreci başlatmak, bunlar da üzerinde
çokça durulması gereken noktalar arasında. Öyle
anlaşılıyor ki son yüzyıl İslam’ın değişik bağlamlarda farklı kültürel muhitlerde gücünün zayıflatılmasına yönelik bir operasyon yılı olarak tarihe
geçecek. Bu gerçekleşti maalesef.
2015 yılı için mi?
Evet. Bu yıl böyle bir ağırlıklı olarak Müslümanların tehdit altında olduğu, Müslümanların
ürettiği birikimin, anlamın, değerin ve imajın bir
şekilde saldırıya maruz kaldığı yeni bir dönem
olarak ortaya çıktı. Öyle bir şey ki bu durum çoğuna paradoksal gibi görünebilir. Paris’te 150’ye
yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan eylemi gerçekleştirenler, sözüm ona, tekbir getirirlerken
aslında geride kalan tüm Müslüman ümmeti
taramış oluyorlar. Tüm Müslüman ümmetin
gücünü, asaletini ve itibarını bir şekilde kurşunlamış oluyorlar. Böyle bir paradoksal taraf var.
Öte yandan eğer bu aktörler, bu aktivistler eylemlerini gerçekleştirirken İslam dünyasına aidiyetleri sorunsuz olmakla birlikte, kullanılabilir
bir pozisyonda iseler o zaman da bu coğrafyanın
insanlarının neden böyle kriminal hikâyelerde
araçsal olarak kullanıldığı, böylesine uluslararası
kompleksli eylemlerinin bir parçası olarak seferber edildiğini konuşmamız gerekiyor.
Elbette ki bu şiddet üreten sebepler üzerinde
durmalıyız bir şekilde İslam’la ilişkilendirilen,
kendilerinin İslam toplumunun bir parçası olduğunu ifade eden insanların neden böyle eylemler içerisinde bulunduğunu masaya yatırmalıyız
sizin de ifade ettiğiniz gibi, ancak Ortadoğu’ya
özellikle de Müslümanların yoğun olarak yaşadığı ülkelerde Batı’nın birtakım projeler üzerinden orada bir şiddet ortamını da ürettiğini görüyoruz. Dolayısıyla bir şekilde birbirini tetikleyen,
etkileyen bir neden olarak bunu da konuşmamız
gerekmiyor mu?
Bunlar doğru. Küresel güçlerin Müslüman coğrafya üzerine planlamaları olduğu, bu coğrafyanın verimliliklerini çarçur etme konusunda
hesap içinde olduklarına kimsenin itirazı yok.
En başta silahlanmadan başlamak üzere İslam
dünyasının içindeki problemli alanları, sorunlu
alanları deşerek o alanlardan kendi içinde çatışma zeminleri üretme konusunda küresel güçlerin sınır tanımaz bir çaba içerisinde olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bunları tekrarlamaya da gerek
yok. Burada mesele böyle bir operasyonel çabaya Müslümanların nasıl alet olabildiği. Kendi
coğrafyalarını, bilinç düzeylerini kendi inanç ve
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
69
S Ö Y L E Ş İ
kültür dünyalarını böylesi bir programa böylesi
bir tuzağa nasıl peşkeş çekebildikleri, nasıl alet
olabildikleri, burada konuşulması gerekenin bu
olduğunu düşünüyorum. Eğer bir sebep üzerinden gidecek olursak İslam gerçekte nedir sorusunun cevabı çoğalmaya başlar. İslam Allah’a kul
olmak, peygamberini elçi olarak kabul etmek ve
ahirette hesap gününün gerçekleşeceğine inanmak demektir. Hesap gününe inanan bir insan,
Allah ve Rasulünün gösterdiği yolda başta kendi
olmak üzere bütün insanlığa iyilik yapmak için
hayırda ve iyilikte önderlik yapmakla yükümlü
bir varlıktır. Bugün bu işler çok karışmış gibi
duruyor. Bir kere Müslüman dünyanın müfredatı birbirinden farklı şekilde işlemeye başladı.
Eğitim sistemlerini, kültürel yönelimlerini, siyasi tercihlerini incelediğimiz zaman Müslüman
dünyada birlikte olma heyecanının, hevesinin
azaldığını ve neredeyse her etnik yapının kendine özgü bir Müslümanlık tarzı üreterek kendi
Müslümanlığını etnik gövdesinin üzerine giydirerek gerçekte ümmet olarak tanımlanabilecek
bir bütünlüğü yaralayacak, hırpalayacak yeni arayışlar içerisine girdiğini görüyoruz. İslam dünyasının en besleyici kaynakları arasında yer alan
Hint-Pakistan bölgesinde bugün terör neredeyse
İslam’ın biricik temsilcisi olarak öne çıkmış durumda. Taliban dediğimiz hareket bu coğrafyada
gerçekte bir öğrenme faaliyeti olarak hayata katılan bir gelenek, bugün bir öldürme faaliyeti olarak hepimizin gündemine girmeyi başarmış bulunmakta. Hatta o kadar kuşatıcı bir eylem trafiği
oluşturuyor ki yakın zamanlarda duyduğumuz
pek çok dini iddia taşıyan örgüt de onun içinden çıkmış gibi görünüyor. İslam dünyasında
bilginin, irfanın, takvanın merkezi olarak bilinen
yerlerde bu çatışmacı eğilimlerin nasıl kök salabildiği nasıl tutunabildiği izah gerektiriyor. Evet,
mesela Afganistan’da Rus işgalini, Amerikan müdahalesini unutmak mümkün değil, Irak’ta ya da
Suriye’de olan bitenleri göz ardı etmek mümkün
değil. Her uluslararası operasyonun orada tek
tek her Müslüman üzerinde etkiler, travmalar
yarattığını herkes biliyor. Bunların sonuçlarını
yeni yetişen kuşakların bu hikâyelerle büyüyen
bu acılarla yetişen çocukların dünyaya nasıl ba-
70 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
İslam Allah’a kul olmak,
peygamberini elçi olarak kabul
etmek ve ahirette hesap gününün
gerçekleşeceğine inanmak demektir.
Hesap gününe inanan bir insan,
Allah ve Rasulünün gösterdiği yolda
başta kendi olmak üzere bütün
insanlığa iyilik yapmak insanlık için
hayırda ve iyilikte önderlik yapmakla
yükümlü bir varlıktır. Bugün bu işler
çok karışmış gibi duruyor.
kacaklarını, eylemlerinin tercihlerini nasıl şekillendirecekleri de artık kestirilebilir değil çünkü
büyük bir yıkım, büyük bir kayıp üzerine inşa
edilmiş yeni bir kuşakla karşı karşıyayız. Savaşın
çocuklarının İslam’ı bir hayat düsturu bir kurtarıcı referans kaynağı olarak mı, yoksa eylemlerini
meşrulaştıracak eylemlerine yön verecek bir enstrüman olarak mı kullandıkları da ayrı bir tartışma konusudur.
Dolayısıyla oldukça kaotik bir coğrafyada değerlerin, inançların, aidiyetlerin birbirine karıştığı bir düzlemde yeni yetişen kuşağın İslam’la
sıcak, besleyici ve medeni bir bağ kurmasının
da giderek zorlaştığını söylemek yerinde olacaktır. Burada karar vericilerin İslam dünyasının
sorunlarına dikkat kesilen sorumluluk sahibi
Müslüman aydınların, mütefekkirlerin, âlimlerin
herhalde vakit geçirmeden hızla bu coğrafyada
sorun üreten kaynakları İslam dünyasının hem
dışarıdaki imajını zedelemeye hem de içerideki
gücünü zayıflatmaya yönelik bu tür operasyonlar, bu tür yapılar hakkında önlemler almaları ve
bu yapıların ıslah edilmesi, yeniden sağlam bir
şekilde düzenlenebilmesi için çaba göstermeleri
gerekmektedir.
Hocam, bu yılı değerlendirdiğimiz zaman özellikle ülkemizin ve İslam dünyasının ve tabi ki
dünyanın karşı karşıya kaldığı problemlerden
bir tanesi de göç dalgası. İkinci dünya sava-
S Ö Y L E Ş İ
şından sonraki en büyük mülteci akımıyla karşı karşıya dünya ve bunların büyük bir kısmını
da Türkiye misafir etmekte. Sadece Suriye’de 6
milyon insan evini terk etmek zorunda kaldı ve
bunların 4 milyonu ülke dışında olmak üzere 2
milyonu da ülke içinde bir mülteci hareketi söz
konusu. Peki, bu göç krizini değerlendirdiğimiz
zaman siz neler söyleyeceksiniz?
Şimdi bu büyük ve sansasyonel sayılabilecek eylemleri gerçekleştirenlerin ya da o iradeye bağlı olarak bu eylemi ortaya koyanların basit bir
tercihte bulunduklarını sanmıyorum. Yaptıkları
eylemle neyi nasıl yerinden değiştireceklerini
neyi nasıl bozacaklarını da biliyor olmalılar. Yani
bunlar alelade sıradan bir insanın kafasına koyduğu bir eylemi gerçekleştirmek olarak değerlendirilemez. Kriminal düzeyde bu olayları takip
ettiğimizde olay yerinin seçimi, zamanlama, o
günün sosyopolitik ortamı, ortaya çıkabilecek
sonuçlar… Her şeyin en ince ayrıntısına kadar
hesaplandığını görüyoruz. Yani ortaya konan her
Bugün göç Türkiye’de başlayan
ve burada tıkanan bir sürece
girmiş bulunmakta. Bugün
bizim ülkemizi dolduran
ve her geçen gün hayatı
da zorlaştırmaya başlayan,
bununla beraber Müslüman
konukseverliğinin imkânları
içerisinde karşılanan
göçmenler Avrupa’ya doğru
yol aldıklarında artık Paris
saldırısının da ürettiği korkuya
bağlı olarak bir tıkanma, bir
geri püskürtme süreciyle karşı
karşıyalar.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
71
S Ö Y L E Ş İ
Ben bütün bu değerlendirmeleri
yaparken zerre kadar bir
umutsuzluk içinde değilim.
Bunlar olgusal şeylerdir,
bunlara da Müslüman dünyanın
ihmallerinin ürünü olan noktalar
var, Müslüman dünyanın oyuna
getirilmişliğinin ortaya çıkardığı
sonuçlar var. Bazı konularda
ihmallerimiz var, yeterince
kendimize dikkat etmediğimiz,
kendimize bakmadığımız için
ortaya çıkmış kaçaklarımız,
problemlerimiz var.
eylem aslında onun gücüyle, onun yaratacağı etkiyle oluşturulabilecek bir dizi yeni olayı da tetikliyor.
Mesela bakıyorsunuz Ankara Garı’nda bir miting hazırlığı içerisinde olan insanlara yönelik
yapılan bir eylem Türkiye’nin kendi içindeki
politik hareketliliği dönüştürmeyi başarabiliyor,
politik hareketliliğe bir müdahale olarak öne çıkıyor. Kürt-Türk yakınlaşmasını bozmaya yönelik bir etkinlik olarak açığa çıkıyor. Öte yandan
Fransa’da Paris’te gerçekleşen eylemde bu sefer
Avrupa’ya doğru hızlanan göç trafiğinin durmasına yol açıyor.
Şimdi sıradan insanları ölümle karşı karşıya getiren bir eylemin ardında kendini Müslüman olarak takdim edenlerin o sınırları aşarak ülkelerine
gelmesine sıradan bir kişi yine izin verebilir mi?
Bu zihin nasıl manipüle edilebilir? İşte bu tür eylemler maalesef genel toplumun manipülasyonuna hizmet ediyor ve ilgili karar verici organlar da
toplumun bu hazır kanaatlerini arkasına alarak
kendi siyasi ajandalarını devreye sokuyorlar.
Bugün göç Türkiye’de başlayan ve burada tıka-
72 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
nan bir sürece girmiş bulunmakta. Bugün bizim
ülkemizi dolduran ve her geçen gün hayatı da
zorlaştırmaya başlayan, bununla beraber Müslüman konukseverliğinin imkânları içerisinde
karşılanan göçmenler Avrupa’ya doğru yol aldıklarında artık Paris saldırısının da ürettiği korkuya bağlı olarak bir tıkanma, bir geri püskürtme
süreciyle karşı karşıyalar. Dolayısıyla hiçbir eylem tek başına o eylemin o anda ortaya koyduğu sonuçlarla değerlendirilemez. Bugün Ankara
Garı’ndaki eylemin bilinçaltında ne tür sorunlar
ne tür korkular yarattığını konuşmak gerekir.
Paris’te meydana gelen eylemin ileride Müslüman-Batı ilişkilerindeki olası gerginlikleri ne
ölçüde kızıştırdığına da bakmak gerekir. Bir karikatür dergisine yapılan saldırının -sonuçta Hz.
Peygambere yapılan bir saldırıyı cezalandırmakla
tanımlansa da- ilerleyen süreçlerde İslam-bilim,
İslam-edebiyat, İslam-Batı gibi hiç beklenmedik
soruları da çoğaltarak ciddi bir kamplaşma, gerilim hattı üreteceğini görmek için saf olmaya
gerek yok.
Başkanlığımız 2006 yılından itibaren bir çaba içinde. Yani İslam dünyasını bir araya getirme,
S Ö Y L E Ş İ
konuşma, istişarede bulunma anlamında birtakım toplantılara ev sahipliğini yaptığını görüyoruz. İşte Afrika, Avrasya, Latin Amerika dinî liderler zirvelerini arka arkaya gerçekleştirdi ve
bu sene de Asya ve Pasifik ülkeleri dini liderler
toplantısına ev sahipliği yaptı. Başkanlığınız bu
zirvelerle neyi amaçlamakta ve bu zirveleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi tabii ki dünyanın değişik bölgelerinde yerlerini yurtlarını bilmediğimiz bir sürü Müslüman
topluluk var. Çok güçlü Müslüman devletler olduğu gibi azınlık kavramının bile yetmediği düzeylerde kendilerini mahrum hisseden, azınlık
statüsünü bile elde etme başarısına ulaşamamış,
daha dar anlamda, daha yüksek bir mahrumiyetle hayatlarını sürdüren özellikle Asya’da ve
tabii ki Latin Amerika ülkelerinde Müslüman
topluluklar var. Diyanet İşleri Başkanlığı son
derece yerinde bir kararla bu Müslümanlarla
iletişim kurma çabası içerisine girdi ve birbirini
izleyen bir dizi etkinlikle Amerika Müslümanlarını İstanbul’da bir araya getirmeyi başardı. Burada organizasyon sayesinde hem Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın özellikle dinî hayatın güçlendirilmesi, takviye edilmesi, ihya edilmesi noktasında
ortaya koyduğu prensiplerin, ilkelerin ve tabii ki
tarzların diğer dünya Müslümanları tarafından
da bilinmesini, izlenmesini sağlayan bir sürece ev
sahipliği yapıldı. Bir yandan da dünyanın değişik
bölgelerinde kendilerine bir hami, kollayıcı ve
kuşatıcı bir dinî söylem bekleyen Müslümanlarla
da bir şekilde temas kuruldu. Bunun sonuçları
ileriki yıllarda çok açık olarak ortaya çıkacaktır.
Biz maddi yetersizliklerle boğuşan, dinî bilgiyle
kendini yenileme imkânından mahrum, Kur’an-ı
Kerim’i bile görme imkânına sahip olmayan bir
sürü Müslümanla tanışıyoruz, pek çok Müslümandan haberdar oluyoruz. Bu süreçlerde Diyanet İşleri Başkanlığı çok ağır mahrumiyetler, çok
ağır eziklikler içerisinde yaşayan Müslümanların
onore edilmesi, kendi kimlik kayıplarının azaltılması ve yok edilmesi için onlarla daha ciddi,
süreklilik taşıyan, sürdürülebilir bir iletişim içine
girerek bir anlamda İslam dünyasındaki ağabeylik rolünü yeniden canlandırmaya çalışıyor.
Hocam, son olarak şunu sormak istiyorum geçtiğimiz yılı değerlendirdiğimiz zaman gerçekten
İslam ve Müslümanlar açısından kayıpların, çatışmaların, göçlerin, ölümlerin ve krizlerin olduğu bir yıl olduğunu görüyoruz. Peki, 2016 yılında neler bekliyor Müslümanları?
Ben bütün bu değerlendirmeleri yaparken zerre
kadar bir umutsuzluk içinde değilim. Bunlar olgusal şeylerdir, bunlara da Müslüman dünyanın
ihmallerinin ürünü olan noktalar var, Müslüman
dünyanın oyuna getirilmişliğinin ortaya çıkardığı sonuçlar var. Bazı konularda ihmallerimiz var,
yeterince kendimize dikkat etmediğimiz, kendimize bakmadığımız için ortaya çıkmış kaçaklarımız, problemlerimiz var. Bazı durumlarda da
aşırı iyi niyet ve aşırı saflıktan kaynaklanan bir
istismar söz konusu. Her durumda bizim yeni
bilgi kanallarıyla iletişime geçerek kaçırdığımız
dünyayı yakalama konusunda daha derli toplu
bir söylem içerisine, arayış içerisine girerek ve
tabii ki Müslümanların bütüncül kurtuluşu, bütüncül esenliği için gayret göstererek bu sıkıntılı
dönemleri aşabileceğimize inanıyoruz. Çünkü
her şey Allah’ın elindedir ve O’nun takdirindedir. Her ne yaşanmışsa onu da hak etmişizdir ve
yine her ne kazanacaksak bu da gayretlerimizle
ancak gerçekleşebilir.
Dr. Necdet SUBAŞI
1961 yılında Artvin Şavşat’ta
dünyaya geldi. Atatürk Üniversitesi
İslamî İlimler Fakültesi’nde lisans,
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nden doktora eğitimini
tamamladı. Çeşitli üniversitelerin farklı
fakültelerinde öğretim üyeliği yaptı.
2011’de Diyanet
Strateji Geliştirme
5 Ocak 2016’da
Başdanışmanı oldu.
babasıdır.
İşleri Başkanlığı
Daire Başkanı,
ise Başbakanlık
Evli ve üç çocuk
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
73
KENDİNİZİN ve başkalarının konumlarını neye
göre
değerlendirirsiniz?
Kim iyi bir mevkidedir,
kim kötü? Kim yukarıdadır, kim aşağıda? Bunu
neye göre ölçer biçer, karar
veririz?
engüzelisimler
Allah
hem alçaltır
hem yükseltir
Hâfıd-Râfi’
sanları birbirinden üstün (ya
da aşağı) kılmak için verdiği
(ya da vermediği) her şey bir
deneme konusudur. “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size
verdiği (nimetler) hususunda
sizi denemek için kiminizi
kiminizden derecelerle üstün
kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin,
cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.” (En’am, 6/165.)
Bu konudaki ölçütlerimizin
niteliği bir yana, insanların
bu statüye nasıl eriştikleri
Fatma BAYRAM
konusundaki yaklaşımlarımız da apayrı bir bahis
İnsanların bu dünyada birkonusudur. Kendinden yubirlerini münasip gördükleri
karıda gördüklerinin başarısını küçümsemek için
yüce ya da düşük statülerin aldatıcı ve geçici olbu durumu şansla veya sadece Allah vergisi ile
duğunu, herkesin asıl statüsünün kıyametin koaçıklamak isteyenler yanında kendini başarılı bir
puşu ve herkesin olan biteni gerçek mahiyetiyle
konumda görenlerin bir kısmı da her şeye kendi
kavradığı zaman ortaya çıkacağını, işte o zaman
çabaları, çalışkanlıkları ve adanmışlıkları ile
herkesin gerçek konumunu bulacağını söyleulaştıklarını düşünürler.
yen ayetler (Vakıa, 56/1-3.) bize Hâfız ve
Râfi’ isimlerinin kıyametin de sıfatı
Oysa Allah Teala’nın esmayıhüsolduğunu gösterir.
nasından olan Hâfıd ve Râfi’
bize alçaltanın da yükselteEvet, yükselten de alçaltan
nin de O olduğunu söyler.
da Allah’tır. Ama O, bunu
Çünkü Hâfıd “aşağıya inyaparken neye göre yapadiren, alçaltan, değerini
cağını da bize bildirmiş,
azaltan” anlamına geliralçalmanın ve yücelmenin
ken Râfi’ ise “yükselten,
yollarını önceden gösterdeğerini arttıran, izzetli ve
miştir. Alçalmak ve yükselşerefli kılan” demektir.
mek Allah’ın yaratılışta takdir
ettiği sabit ve değişmez bir kaYüceltilmeyi beklemek mi,
der olmaktan çok (kaderin çizyücelmeye çalışmak mı?
diği sınırları kabul etmek şartıyla)
Bir emek ürünü olmayan, çoğunu
kendimizi doğru kullanıp kullanmamadünyaya geldiğimizde hazır bulduğumuz
ya bağlı olarak ulaştığımız bir neticedir. Aşağı olakabiliyetler, kapasiteler, ailelerimizden gelen
nın peşine düşmek insanı alçaltırken, yüceliklere
statüler vs. hep Allah vergisidir. Herkes bu düntalip olmak yükseltir. Çamurdan gelen bedene ve
ya hayatına önceden Yaratıcı’nın belirlediği bir
tabiatımızın hayvani yönü olan nefse gereğinden
noktadan başlar. (Zuhruf, 43/32.) Fakat bu durum
çok itibar insanı alçaltırken, yücelere çağıran ruelimizdeki bu malzemeyle neler yaptığımızın dikhun ve yücelerden gelen vahyin davetine uydukkate alınmayacağı anlamına gelmez. Bu nedenle
ça da yükseliriz. (Araf, 7/175-176.) Belki de bu nedenbaşlangıç noktalarımızı sorgulamak yerine yol alle Sadreddin Konevi “raf’ asaleten Allah’a, hafd ise
maya bakmak lazımdır. Çünkü hayatın sonunda
kula aittir” demiştir. Yani sende yücelik adına ne
karşılaşacağımız muhasebede başladığımız nokta
varsa Allah’tan, düşüklük adına ne varsa da nefdeğil, onunla bitirdiğimiz nokta arasındaki mesasindendir. Allah kimseye asla zulmetmez, O’nun
fe (yani emeğimiz) dikkate alınacağından oradaki
her işi hikmetlidir; alçalmaya müstahak olanı alstatümüz verilenlere ne eklediğimizle belirleneçaltır, yükselmeyi hak edeni de yükseltir. Sözün
cektir.
özü kişi Allah katındaki mevkiini merak ettiğinde
Şunu da hep hatırda tutmak gerekir ki Allah’ın inAllah’ın kendi kalbindeki yerine bakması yeter.
74 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
EN GÜZEL İSİMLER
Evet, yükselten de alçaltan da Allah’tır. Ama O bunu yaparken neye göre yapacağını da bize
bildirmiş, alçalmanın ve yücelmenin yollarını önceden göstermiştir.
Bizi yüce ya da düşük kılan nedir?
Sufilere göre Allah cehennemliklerin nefislerini
kendisinden uzaklaştırmak suretiyle alçaltır, yani
alçaklık Allah’tan uzak durmaktır. Bunlar Rablerinden ümidi kesmiş, nefislerinin isteklerine
yenilmiş, tövbe etme ve Allah’a yönelme gücünü
kaybetmişlerdir. Daima sıkıntı içinde olmalarına
rağmen dua etme isteği duymazlar. Terk edilmişlikle cezalandırılmışlardır. Esmayıhüsna şarihi Ali
Osman Tatlısu’nun deyişiyle “düşüren Allah’tır,
fakat sebebi insanın kendisidir.” Allah’ın düşürdüğünü yine Allah’tan başkası kaldıramaz. Bu
nedenle böyle bir akıbete düçar olan için dönüp
Allah’a iltica etmekten başka kurtuluş yolu yoktur.
Allah Teala dostlarının kalplerini ise
kendisine yakın kılarak yükseltir.
Bu kişinin kalbi ümit, ferahlık ve
ilahi neşe ile dolar. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah
da bu nimeti kendilerinden
almaz.
İnsanın halet-i ruhiyesi, davranışları ve tuttuğu yol bu
tecellilerin bir göstergesidir.
Sufiler der ki, Allah’ın yükselttiği insanlar, çok defa melek
huylu, tatlı dilli, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp eksiklerini
tamamlayan; onlara bütün imkânlarıyla
yardım eden nazik, kibar insanlardır.
Yüce Rabbimiz Kur’an-Kerim’de başta peygamberler olmak üzere yücelttiği kullarından bahsederken bu yücelişin derecelerle olduğunu vurgular. (Bakara, 2/253; En’am, 6/83, 165; Yusuf, 12/76; Mü’min,
40/1.) Bu ayrıntı bize hem yükselişin aşama aşama
olduğunu, hem de Allah’ın yükselttiği insanlar arasında da derece farkları olduğunu gösterir. Yine
Kur’an’ın ifadesine göre Allah Teala’nın en yüce
mevkiye uygun gördükleri ilim sahipleridir. (Mücadele, 58/11.) Efendimiz (s.a.s.) de sayısız hadislerinde
ilmin en yüce mertebe olduğunu ifade etmiştir.
Bu isimlerin tecelli ettiği kullar
Bu isimlerin muhtevalarını ve tecellilerini idrak
etmiş kimselerin Allah’ın değer verip yücelttiklerini yüce tutmaları; O’ndan uzaklaşıp alçalmış
olanları ise gönüllerinde hak ettikleri mevkiden
daha yukarıya oturtmamaları gerekir. Allah için
sevmenin ve Allah için uzak durmanın manası da
bu olsa gerektir. İbn Arabi’ye göre de bu isimlerin
tecellisine mazhar olanlar Allah katında yükselme
ve alçalmanın bilgisini keşfetmiş ve bütün ilişkilerini buna göre tanzim etmiş kişilerdir.
Türkçede rütbe vermek anlamında kullanılan
terfi kelimesi Râfi’ ismiyle aynı köktendir. Terfi,
çalışma hayatında insanları motive eden, tek düzeliği kıran, asla aksatılmaması gereken bir mekanizmadır. Bu konuda dikkate alınması gereken
şeylerin başında ise liyakat gelir. İnsanları idare etme mevkiinde olan bir kimsenin, yönetim ilkeleri açısından,
onları ellerinden gelenin en iyisini yapmaya teşvik etmek
için ödül ve terfi sistemini
kullanması gerekir. Eğer
bir ihmal ve suç varsa
mutlaka tespit edilmeli
af edilecekse bile suç ve
ceza ortaya konduktan
sonra affedilmelidir ki
insanlarda “yutturma” düşüncesi hâkim olmasın.
Bütün bu bilgilerden sonra kendimize alçaklık ve yüceliğin gerçek
mahiyetinin ne olduğunu açıkça sorabiliriz. İtibar edip yücelttiğimizi neye göre yüceltiyoruz, kınayıp ötelediğimizi neye göre düşük görüyoruz? Hangi özellikler alçaltır, hangileri yükseltir? Şu varlık âleminde her nesneyi (ve tabii ki
her kimseyi) taşıdığı hakiki değer ölçüsünde yerli
yerine koyabiliyor muyuz? Sağlığın, paranın, dürüstlüğün, vefanın, akrabanın, arkadaşın, ailenin,
hakikatin, işin, gücün yeri neresi? İşte bunları
yerli yerine koyabildiğimiz ve Allah’ın yücelttiğini
yüceltip, değer vermediğini önemsizleştirdiğimiz
zaman iç dünyamızdaki karmaşa sona erecek,
düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız
eşyanın tabiatı ile tam bir uyum içinde tevhide
ulaşabilecektir.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
75
PORTRE
İlim ve Ahlak Abidesi Bir Şahsiyet:
M. Selim Beki
Hocaefendi
Çift kanatlı eğitim; gönüllere rikkat ve incelik, ruhlara ulviyet ve yücelik, vicdanlara saffet
ve duruluk, dünyada mutluluk ve saadet, ahirette vuslat ve merhamet kazandırır.
Sadullah BEKİ
Akyurt Müftüsü
M. SELİM Beki, 1 Eylül 1932’de
medrese diyarı ve şehitler yatağı
Bingöl’ün merkez Çukurca köyünde (Körtedev) dünyaya geldi.
Babasının yaklaşık otuz yıl fahri
olarak imam-hatiplik yaptığı köyde, ilk tahsiline yine onun yanında başladı. Daha küçük yaşta, babasının dizinin dibinde Kur’an’la
buluşarak onunla hemhal oldu.
Babası, kendisi ve üç erkek kardeşinin yanı sıra binlerce vatan evladına din hizmeti sunmuş ve bir o
kadar talebeye hocalık yapmış bir
şahsiyetti.
İlim, ahlak ve fazilet timsali M.
Selim Beki, ilk medrese tahsilini babası ve amcasından aldı. O,
daha genç yaşlarda ilmin kıymetini anlamış ve şu sözlerle dile getirmişti düşüncelerini: “İlim, insanın
dünyasını ve ahiretini aydınlatır.
Toplumun sosyal ve ahlaki yapısını düzenler. İlim, ufukta ışıldayan
bir güneş... Bilgisizlik güneşin sabahsız gecelerini oluşturur.”
İlimin kıymetini anlayanlar doğdukları, büyüdükleri yerlerdeki
76 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
eğitim müesseseleriyle yetinmeyerek uzaklarda tahsil görmeyi
tercih ederler. O da bu gelenekten
hareketle, vatani görevini yerine
getirdikten sonra doğu ve güneydoğu bölgelerinin bazı illerinde
değerli hocaefendilerle tanışma ve
ilmini devam ettirme imkânı buldu. Bingöl, Diyarbakır, Mardin ve
Batman’ın seçkin medreselerinde
okudu. Özellikle Arapça, akait,
fıkıh, tefsir, hadis, kelam, maani, belagat, filoloji (sarf-nahiv) ve
mantık dersleri aldı.
Hocaefendi, bir taraftan medrese
tahsilini ikmal ederken diğer taraftan dışardan aldığı diplomasiyle yaklaşık iki yıl fahri imam-hatiplik görevini ifa etmeye başladı.
Yıl: 30 Temmuz 1967... Kendi
ifadesiyle hayatının en verimli dönemi olan resmi imamlık görevi
başlıyordu. Bunun yanı sıra halkın desteğiyle kurulan medresede
çevre il, ilçe ve köylerden gelen
gençlere ders vererek bu onurlu
hizmet kervanını yürütmeye devam ediyordu.
PORTRE
Ekonomik sıkıntılara ve
kısıtlı imkânlara rağmen
yetişen talebelerin büyük
bir kısmı Diyanet İşleri
Başkanlığının muhtelif
kademelerinde sorumluluk üstleniyor, bir bölümü de resmî ve özel sektörlerde vazife alıyordu.
O, âlim kişinin bazı vasıflara haiz olması gerektiğini her zaman dile
getirir ve bunu şu sözlerle vurgulamaktan geri durmazdı: “Âlim
edepli olmalı, düşüncesini bilgi
üzerine inşa etmeli, ilme ibadet
nazarıyla bakmalı, takva sahibi
olmalı ancak muhatabın haline
uygun fetva vermeli.”
Çift kanatlı eğitim; gönüllere rikkat ve incelik, ruhlara ulviyet ve
yücelik, vicdanlara saffet ve duruluk, dünyada mutluluk ve saadet,
ahirette vuslat ve merhamet kazandırır. Âlim insan, huzur dolu
bir dünyanın hülyasını düşleyen
fikir işçisidir. İlmin kalktığı, bilimsel çalışmaların ihmal edildiği, insanların adeta magazinleşen
bir ortama sürüklendiği bir çevre,
ürün vermeyen bir tarla gibidir.
Bu gerçeğin farkında olan M. Selim Beki Hoca, fahri hizmetiyle
birlikte teşkilatımızda mihrap,
minber ve kürsü seviyesinde aynı
yerde yirmi yedi yıllık onurlu hizmet maratonunu tamamlayarak
geride yüzlerce talebeyi miras bırakarak 15.10.1992’te emekliye
ayrıldı.
Din hizmetinde “emekli olmak”
gibi bir kavramın yeri olmaması
gerektiği düşüncesinde olan hocaefendi, sohbet ve vaazlarıyla
bu şerefli mesleği vefatına kadar
sında söylediği şu sözler
adeta bir vedalaşma esintilerine tercüman oluyordu:
Merhumun 1971 (02 Safer 1387) tarihinde
Batman’ın Arnas beldesinde,hocası Şeyh
Fahreddin Halidi’nin kendi el yazısı
olarak yazdığı icazet (diploma) in ikinci
sayfasının fotokopisidir.
devam ettirdi. O, sohbetlerinde
hadisin ifadesiyle cari yatırımlara
dikkat çekiyor ve şöyle diyordu:
“Cehalet, terakki ışıklarını söndürür, aileyi temelinden yıkar. Öyle
ise sadaka-i cariye dediğimiz kamusal hizmetler, yararlı bilgiler
ve hayırlı evlatlar adına iyi bir alt
yapı oluşturulmalıdır.”
İlminin yanı sıra ibadet ve takvasıyla da temayüz eden M. Selim
Hoca ibadet hususunda şunları
söylerdi: “Her geçen gün, ömür
duvarından düşen bir tuğla, ibadetsiz ve ilimsiz hayat binasının
tavanından yuvarlanan çürük birer tahtadır. Meçhul bir âlemden
birer birer gelen ve bir müddet
imtihan gölgeleri altında sallandıktan sonra yine teker teker
dünya sınırından öteler ötesine
akıp giden insanların, bu geliş
gidişlerindeki hikmet ve manayı
anlamayan insaf sahibi bir insan
düşünemiyoruz.”
Geçen sene izin mevsiminde,
kendisiyle güncel fıkhi meseleleri
müzakere ederken, sohbet esna-
“Ölümün yaşı yoktur,
onun için genç-ihtiyar fark
etmez. Dünyaya gelince
can borcumuz yazılmış
demektir. Bunu da taksit
taksit ödemenin imkânı
yoktur. Akıllı insan, ölmemek için çare arayan
değil, ebedî saadet için
hazırlanan ve bu fani dünyadan
göç ederken insanlığa iyi eserler
bırakandır.” Hocaefendi de başta
ailemiz olmak üzere kendinden
sonra gelenlere, takip edecekleri
silinmez bir iz ve örnek alacakları
mümtaz bir hayat armağan etmiştir. İnsanın dünyasını ve ötesini
aydınlatan, toplumların sosyal ve
ahlaki nizamını düzenleyen sermaye; ilim, ahlak ve marifettir.
Din ve ilim birlikteliğini bozmanın tedavisi zor olan bir hamakat
hastalığıdır. Ulema ordusundan
mahrum kalmış bir milletin gelecek güneşi bitmiş, karanlık bir
hayatın korkunç gecesine dalmış
bir mezarlığa benzer.
İlmi donanımı yanında çevresinde
sevilip sayılan, verdiği hizmet ve
sahip olduğu güzel ahlakıyla tanınan M. Selim Beki Hocaefendi,
09.01.2015 Cuma gününün sabahında 83 yaşında iken Hakk’ın
rahmetine kavuşmuştur.
Hayatını minber, mihrap ve kürsülere adayan, kişiliğini Kur’an
tilaveti ve ilim tahsiliyle güzelleştiren, üstün ahlakıyla etrafına
ışık saçan edep abidesi irfan ordusundan vefat edenlere rahmet;
hayatta olanlara sağlıklı ömürler
ve hayırlı hizmetler dilerim.
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
77
K İ TAP L I K
İMAM EBÛ HANÎFE VE HANEFÎ MEZHEBİ
Prof. Dr. Ahmet Özel
Muhammed Kâmil YAYKAN
“CÜMLE mevcudatı yaratan ve rızıklandıran
Allah, sana ve senin nesline de bereket ihsan
eylesin.” diye dua etmişti Hz. Ali, Sabit b. Faruk Zota’ya…
Aradan yıllar geçti ve Sabit’in bir oğlu dünyaya
geldi. İsmi Numan’dı. Numan; ilme düşkün,
okumayı yazmayı sever bu yüzden de yanında
devamlı olarak “Hanefi” adı verilen bir tür divit taşırdı. Kendisi ilimle ve divitle öylesine özleşmişti ki insanlık onu Numan b. Sabit olarak
değil, “Ebu Hanife” olarak tanımıştı…
Dergimizde bu ay sizlere “İmam Ebu Hanife ve
Hanefi Mezhebi” isimli kitabı tanıtacağız. Prof.
Dr. Ahmet Özel tarafından kaleme alınan eser,
Başkanlığımız yayınları aracılığıyla siz okurlarıyla buluşuyor.
Kitabımız, üç ana bölümden meydana gelmektedir. Bu bölümlerin birincisinde İmam-ı
Âzam Ebu Hanife’nin hayatı ve eserleri, ikincisinde hocaları ve talebeleri, son bölümde ise
kurucusu olduğu Hanefî mezhebi ele alınmaktadır.
Prof. Dr. Ahmet Özel, kitabın yazılış amacını:
“Daha önce Ebu Hanife, hoca ve talebeleri ile
mezhep literatürü hakkında hazırlamış bulunduğum malumat; tekrar gözden geçirilerek
güncellenmiş; mezhebin ortaya çıkışı, yayılışı
ve coğrafyası, hüküm çıkarma usulü, mezhep
literatüründe yer alan bazı temel kavramlar
78 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
K İ TAP L I K
eklenmiştir. Bir el kitabı olarak bu çalışmada
derli toplu ve özlü bilgi verilmesi amaçlanmıştır.” sözleri ile açıklamaktadır.
Kitabın ilk bölümü olan “Ebu Hanife’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri” isimli kısımda ilk
önce Ebu Hanife Numan b. Sabit b. Faruk
(Zota)’nın hayatı ve nesebi üzerinde durulmuştur. Ardından Ebu Hanife’yi anlatan bazı
eserler ve bu eserler hakkında yapılan çalışmalar zikredilerek Ebu Hanife’nin hayatı ve
şahsiyeti hakkında kapsamlı bir bilgilendirilme yapılmıştır. Bu iki alt başlıktan sonra
el- Fıkhu’l-Ekber’den el Kasidetu’l-Kâfiyye fi
Medhi’n-Nebi’ye kadar Ebu Hanife’nin kaleme
aldığı pek çok eser ve içerikleri biz okuyucularla buluşturulmuştur.
Kitabın ikinci bölümünde ise İmam Ebu
Hanife’yi yetiştiren hocaları ve Ebu Hanife
tarafından yetiştirilen İslam bilginleri anlatılmıştır. Başta Hammad b. Ebi Süleyman olmak
üzere İbrahim en-Nehai, Şa’bi ve Alkame b.
Kays hakkında bilgiler verilmiş ve bu hocaların şeceri bilgileri aktarılmıştır.
Ebu Hanife’nin talebeleri alt başlığında ise Ebu
Hanife tarafından yetiştirilen pek çok talebe
zikredilmiş, İslam dünyası içinde ün kazanan
bu talebeler hakkında bilgiler verilmiş ayrıca
bu kişilerce yazılan eserlerden ve eserlerin içeriklerinden de bahsedilmiştir.
İmam Ebu Hanife ve Hanefi Mezhebi kitabının en kapsamlı ve hacimce en büyük olan
üçüncü bölümü ise “Hanefi Mezhebi” başlığını
taşımaktadır.
Bu bölümde ilk önce İslam dünyasında en çok
mensubu bulunan mezhebin ortaya çıkışı ve
yayılışı anlatılmıştır. Uygulanan faaliyetler, bu
faaliyetlerin içerikleri ve etki alanları ayrıntılı
bir şekilde aktarılmıştır. Ayrıca bu faaliyetlerin
hangi tarihi olaydan sonra başladığı ve devamında hangi tarihi olayı tetiklediği de işlen-
miş, okuyuculara tatmin edici bilgiler sunulmuştur.
Bilindiği üzere Hanefi mezhebi günümüz dünyasının hemen hemen her bölgesinde kendisine taraftar bulmuş bir İslam mezhebidir. Kitapta mezhebin ilk olarak çıktığı coğrafyadan
dünyanın farklı bölgelerine hangi araçlarla yayıldığı anlatılmıştır.
Hanefi Mezhebi ile ilgili tarihi bilgilerin yer
aldığı iki alt başlığın ardından mezhebin işlevsel yönü ele alınmıştır. Mezhebin usulünün
anlatıldığı üçüncü alt başlıkta ise Hanefi mezhebinin nasıl bir usul içerisinde hareket ettiği
ve bu hareketliliği hangi sebeplerin sağladığı
üzerinde durulmuştur.
Dördüncü alt başlıkta mezhep ile ilgili bazı
kavramlar ve tabirler mezhep terminolojisinin
anlaşılırlığının sağlanması için yazarımız Prof.
Dr. Ahmet Özel tarafından ayrıntılı bir şekilde
incelenmiştir.
Literatür isimli son alt başlıkta ise mezhep
kitaplığı karşımıza çıkmaktadır. Bu kısımda
mezhebin kullandığı ilk ana kaynaklardan
farklı konuları işleyen tabakat kitaplarına kadar pek çok eser ve bu eserlerin hangi amaçlar
doğrultusunda incelendiği dile getirilmiştir.
Prof. Dr. Ahmet Özel tarafından kaleme alınan
ve Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasından
okuyucuya ulaşan “İmam Ebu Hanife ve Hanefi Mezhebi” kitabı; kolay okunan, okuyucunun bilgi dünyasını geliştiren gerekli hususları
içeren bir eserdir. Kitapta mezhep ile ilgili teorik bilgilerin sade bir üslupla anlatılmasının
yanı sıra Ebu Hanife ile ilgili gün ışığına pek
çıkmamış bilgilerin de -delilleri ve kaynakları
ile- aktarılması kitabın ilgi çekiciliğini arttıran
hususlardandır.
(İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi, Prof. Dr. Ahmet Özel, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015, s. 128.)
OCAK 2016
DİYANET AYLIK DERGİ
79
ŞEÂİ R
DUA
Dua, gönüllere inşirah veren, katı kalpleri yumuşatan,
kötülüğe kalkan olandır. İstiğfarla başlanır, salavatla
bezenir, hamdeleyle taçlanır ve gözyaşıyla sunulur.
Esma CAN
DUA, en koyu yalnızlığında şefkatli seccadene sığınıp yakarışların; kapıların birer
birer yüzüne kapandığında yegâne güvenebildiğin o en kudretli kapıyı edebiyle
çalışındır. Sağdan soldan medet beklemeyip, kimselere şikâyetlenmeyip ancak
Rabbine hâlini arz etmendir.
Dua, gönüllere inşirah veren, katı kalpleri yumuşatan, kötülüğe kalkan olandır.
İstiğfarla başlanır, salavatla bezenir, hamdeleyle taçlanır ve gözyaşıyla sunulur.
Oruçlunun kurumuş dudaklarında, misafirin memnuniyetinde, anne babanın
sevincinde, mazlumun ahında, hastanın iniltisinde saklıdır. Seher vakti, ezan bitimi, namaz sonu, cuma günü daha bir makbuldür. Yaşantınızın her anına sızar,
dilinizi tatlandırır, muhatabınızı size ısındırır. Yolcunuzu selametle uğurlar, sevimli yavrunuza zihin açıklığı dilersiniz. Bir bardak soğuk sudan sonra ‘’su gibi
aziz ol’’ diyerek teşekkür eder, göz aydınlığı hanımınızı Allah’a emanet edersiniz.
İnsanın en önemli anlarını kıymetlendirir sevdiklerinin içten duaları. Hayat arkadaşınızla kıyılan nikâhınızda, yeni bir can dünyaya getirdiğinizde, nihayet başınızı sokacak bir çatınız olduğunda dostların temennileri en değerli hediyedir.
Paylaşılan sofralar Halil İbrahim bereketinde olsun diye yemek duası, çatlamış
topraklar suya kansın diye yağmur duası, sabah tezgâh açılırken esnafın yüzü
gülsün diye pazar duası toplu aminlerin birbirine karıştığı zamanlardır. Akıllı
Müslüman evvela kendini dünyaya getiren ana babasından, emek veren hocasından, ilim irfan ehlinden hayır dua almasını bilendir. Yuva kuracaklar, askere
gidecekler, gurbete çıkacaklar, iş kuracaklar sevip saydığı büyüklerinin hem gönlünü hem duasını alırlar.
Hayıflanmak yerine şayet biraz dikkatle bakmayı bilirsen görürsün ki; sen unutmuş olsan da kabul edilmiş dualarının neticesidir çoğu yaşadıkların. Belki seneler
evvel kalbinin en rikkatli anında dilinden dökülüverenler aslında şimdinin gerçekleridir. O hâlde ey muhterem kardeşim, duanda ne haddini aş ne de eksiklik
yap. Ve sen unutsan da senin münacatını asla geri çevirmeyecek el-Mucib olan
Rabbine yönel ve hamt et.
80 DİYANET AYLIK DERGİ OCAK 2016
Yenİ Yayınlarımız
İSLAM AHLAKI
Temel KonuLAR
GÜNCEL YORUMLAR
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt dışında Müşavirlik ve
Ataşeliklerimizden temin edebilirsiniz.
ww.diyanet.gov.tr
Ey iman edenler!
Hep birden barışa
girin. Sakın şeytanın
peşinden gitmeyin;
çünkü o, apaçık
düşmanınızdır.
(Bakara, 2/208.)
Download