Merhaba, Faşist düzen pervasızca saldırıyor, katliamlar gerçekleştiriyor. Hem de zindanlarında rehin tuttuğu devrimci tutsaklara en azgınca saldırıyor. Dün Buca'da kan döküp 3 tutsağı katlederken, bugün de Ümraniye'ye saldırdı. Katletmek için saldırdı. Özellikle Halk Kurtuluş Savaşçılarını hedef seçmişti. Bu kuralsız, pervasız saldırının karşılığında yine direniş vardı, inanç vardı, kararlılık vardı. Çünkü diğer Parti-Cephe tutsakları gibi Ümraniye'deki Parti-Cephe tutsakları da mücadelenin en ön safında direnişle özdeşleşmişlerdi. Onlar haklıdan ve halktan yana idiler, 3 şehit verdiler ama kazanan yine Parti-Cephe tutsaklarıydı. Öfkemiz had safhada, tüm gücümüzle faşizme anladığı dilden cevap vereceğiz. Türkiye halklarının yiğit evlatları Rıza Boybaş, Abdülmecit Seçkin ve Orhan Özenin dökülen kanlan zafere ulaşacağımız merdivende birer basamak olacaktır. Kurtuluş mücadelemizin önderi, bayrağı olacaklar. Bugün bize düşen bu bayrağı yükseltip katliamların hesabını sormaktır. Katliamların önüne bu şekilde geçeriz. Faşizm gazetemize saldırmaktan da geri durmadı. 3 Ocak günü Sivas büromuzu basan polisler temsilcimiz Hülya Dağlı ve İki okurumuzu gözaltına alırken büromuzu talan etti. Bu pervasızlıkları yanlarına kalmamalıydı. Kalmadı da 4 Ocak günü 30 Kurtuluş okuru CHP'yi işgal ederek bu saldırıyı protesto ettiler. Sloganlarla devam eden işgal, içerdeki CHP'lilerden birinin kalp krizi geçirmesi üzerine dışarı çıkarılmak istenirken katil polis sürüsü gaz bombalarıyla saldırdı. Okurlarımızın karşılık vermesi sonucu çıkan çatışmada 4 de polis yaralanırken okurlarımız gözaltına alındı. Gazi-Ümraniye Şehitliği yaklaşık bir yıllık çabanın ardından şehit aileleri ve Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun ortak çabasıyla gerçekleştirildi. Bu şehitlik Gazi ve Ümraniye direnişlerinin anılarının kavgada yaşatılacağına olan inancın bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle Şehitliğin açılışı faşist saldırıların ve katliamların arttığı bugünlerde halk olduğumuzun ve teslim alınamayacağımızın göstergesi olacaktır. Üç şehit daha verdiğimiz bir katliamın ardından Ümraniye direnişçilerinden öğrendiklerimizle faşizmin karşısına çıkalım. Şehitliğin açılışına katılalım. Özgür bir vatan için, sömürü ve zulmün yok edilmesi için savaştığımızdan yine katledildik! Ümraniye'de akan kan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi, Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi üye ve savaşçılarının kanıdır. Halkımızın kanıdır. İlk defa akmıyor bu kan; yıllardır binlercemizi öldürdüler, onbinlercemizi tutsak ettiler. Ülkeyi işkencehaneye ve zindana dönüştürdüler. Bu düzene karşı çıkan bütün devrimciler, giderek bütün halk işkenceden ve zulümden nasibini aldı. Halka karşı savaş ilan ettiler, cuntalar düzenlediler. Kendilerinin yetmediği yerde emperyalistleri yardımlarına çağırdılar. Ve "ya özgür vatan, ya ölüm" diyenleri susturamadılar, inançlarından vazgeçiremediler. Teslim alamadılar. Herşeyiyle tükenmiş, devrimci mücadele karşısında yaptıkları katliamlar ve zindanları tıkabasa doldurmalarına rağmen, halkın kurtuluş savaşını durduramayan faşist iktidar, dengesizce, çılgınca ve bir türlü devrimcileri yenememenin çaresizliğiyle, inançları için direnmek, gerektiğinde ölmekten başka hiç bir yolu olmayan tutsaklarımıza saldırıyor. Ama, her saldırıda, her katliamda yeni bir yenilgi alıyorlar. Binlerce bomba ve silah karşısında bedenlerinden başka bir silahları olmayanlar, ölüyor ama teslim olmuyorlar. Daha Buca'da uç yoldaşımızın cesetleri soğumadan, Ümraniye Cezaevinde yeni bir katliam yaptılar. Şehirlerde ve dağlarda süren kurtuluş savaşımızı katliamlarla yok edemeyenler, şimdi tutsaklarımızı katlederek yok edeceklerini sanıyorlar. Ne büyük yanılgı, ne büyük gaflet! Tarih boyunca hiç bir haklı savaş kanla, zulümle yok edilememiş, engellenememiştir. Savaşımız; bağımsız bir ülke, halkın iktidarı için, sömürü ve zulmün olmadıği, halkların kardeşçe yaşadığı bir düzen içindir. Dünyanın en haklı ve meşru bu savaşı için her türlü bedeli ödeyerek direnmek, savaşmak ve gerektiğinde ölmek kutsal bir görevdir. Amerikan emperyalizminin kuklası faşist iktidarın, devrimcilere boyun eğdirerek pişmanlık getirtmesi, halkımızın özgürlük savaşının yok edilmesi demektir. Savaşçılarımız, halkımızın kurtuluş umudunu büyütmek için, gerektiğinde yine barikat örecek ve şehit olmaktan çekinmeyeceklerdir. Yenilen; hepsi yaralanan, şehit olan, Partîmizin-Cephemizin savaşçıları değil, faşist iktidardır. Çünkü, binlerce silaha karşı, inançlarından başka hiç bir silahları olmadan kahramanca direnmiş, ölmüş ama teslim olmamışlardır. Savaşçılarımızın "ya özgür vatan ya ölüm" sloganları, şimdi daha yüksek, daha yaygın, daha anlaşılır. Ölen ama teslim olmayanların düşünceleri, halklarımızın yüreğinde, sokaklarda, meydanlarda, dağlarda, her yerde, daha gür yankılanıyor. Katliamı yapan faşist iktidardır: Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, bütün düzen partileri, parti yöneticileri, bütün sermayedarlar, devlet bürokratları, bütün asker ve polisler, bütün emniyet müdürleri,, valileri, jandarma alay komutanları suçludurlar. Basın ve TV'ler yalan söylüyor; Cezaevinde sayım verilmediğinden, barikat kurulduğundan ve tünel şüphesiyle saldırı yapılmamıştır. 4 Ocak sabahı normal sayım yapılmış ve sayımda hiç bir olay çıkmamıştır. Sayımdan sonra, İl Jandarma Alay Komutanlığına bağlı askerler ve polisler saldırı için getirtilmiştir. Jandarmaların başında tabur komutanı Binbaşı ALİ ERTUĞRUL vardır. "Öldürün" emrini veren ve bizzat katliamı yöneten bu şahıstır. Ayrıca , kıdemli uzman çavuş Gür büz ...... , teğmen Bayhan.......... , ast subay Muammer...... katliamı yöneten ler arasındadırlar. Ümraniye Cezaevinin 1. Müdürü HÜSEYİN ATAKAN, 2. Müdürü YILMAZ ERSOYLU, Üsküdar Cumhuriyet Savcısı YUSUF YANİK katliamın planlayıcısı ve yöneticisidirler. Katliam talimatını veren Adalet Bakanı Müsteşarı YUSUF KENAN DOĞAN ve Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü ZEKİ GÜNGÖR'dür. Devlet, Ümraniye Cezaevine devrimcileri susturmak için 4 Ocak 1996 günü saldırmış, üç yoldaşımız ABDÜLMECİT SEÇKİN, ORHAN ÖZEN VE RIZA BOYBAŞ'ı katletmiştir. Kesinleşmeyen başka bir habere göre ise şehit sayısı beştir. Düşman birçok yoldaşımızı da ağır yaralamıştır. Faşist iktidarı ve bu zulmü savunan herkesi uyarıyoruz: Yukarıda saydığımız kurum ve kişilerin, iktidarın emrinde olan bütün asker ve polislerin, Örgütümüz tarafından cezalandırılmasından iktidar sorumlu olacaktır. Çünkü bunlara işkence ve katliam yaptırtanlar, iktidar ve iktidarı savunanlardır. Yoldaşlarımızın intikamı alınacaktır. Devrimciler, demokratlar, sendikalar, demokratik örgütler, ülkesini ve halkını sevenler; Devlet, savaşçılarımızı katletmekle bütün halka, bu düzene karşı çıkan, bağımsızlığı, özgürlüğü savunan herkese gözdağı vererek, katliamlarla korkuta- rak, susturmak istiyor. Faşizmin halkı susturma taktiği karşısında daha yüksek sesle bağırırsak, baskılar karşısında daha direngen olursak, susmazsak, meydanlara çıkarsak, hiç kimseyi korkutamazlar. Tersine kaçacak delik ararlar. Hiç bir silahın, hiç bir olanağın olmadığı koşullarda tutsaklarımızın yüksek inancı ve direniş ruhu yol göstermelidir. Korkmak; faşizm karşısında diz çökmek, onurunu, vatanını ve halkını emperyalizme ve faşizme satmak demektir. Devrimciyim, ilericiyim, sömürü ve zulme karşıyım diyen herkes tutsaklarımızın direnişiyle onur duymalı ve bunları sahiplenmeyi namus borcu bilmelidir. Hangi namuslu insan bu kahramanca direniş karşısında saygıyla eğilmez ve bu vahşet karşısında susabilir? Şimdiye kadar susanlar, artık susmanın faşizmin işine yaradığını, yeni katliamlar getirdiğini görmelidirler. Endişelenmeyin; Parti-Cephe tutsakları ve tüm savaşçılarımız asla susmayacaktır ve hiç bir katliam onları devrim yolundan geri döndüremeyecektir. Zalimler katlederken bile korkularından titriyorlar. Hesap soracağımızı biliyorlar. Parti-Cephe savaşçıları halkımızın onur savaşçılarıdırlar. Özgürlüğü, en yüksek ahlakı, bütün yüce değerleri, zalime ve zulme karşı direnişi onlar temsil ediyorlar. Savaşçılarımız, taraftarlarımız, dostlarımız! Hiç bir zaman, hiç bir koşulda çaresiz olmadığımızı düşmanın yaptıklarının yanına kalmayacağını, yoldaşlarımızın akan kanının boşa gitmediğini gösterelim. Düşmanlarımızdan, yoldaşlarımızı katledenlerden, katillere yardım eden ve destekleyenlerden, tüm halk düşmanlarından hesap soralım. Hesap sormanın, cezalandırmanın, düşmana zarar vermenin onlarca biçimini bulacaksınız. Düşmana zarar veren her şey silahtır. Gerektiğinde bir kibrit çöpü, bir taş, bir çivi, bir bıçak, herşey silah haline dönebilir. Faşist iktidarı destekleyen, katliamlara çanak tutan bütün basını ve televizyonları uyarıyoruz. Bir parça namusunuz kalmışsa doğruları yazın ve söyleyin, katliamlara suç ortaklığı yapmayın. KURTULUŞ SAVAŞÇILARI ASLA TESLİM OLMAZ! HERKESİ FAŞİZME VE EMPERYALİZME KARŞI KURTULUŞ SAVAŞINA KATILMAYA ÇAĞIRIYORUZ! YAŞASIN ÜMRANİYE DİRENİŞİMİZ! DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ Ümraniye Cezaevinde Resmi Faşistler Yine Saldırdı: 3 Şehit 40 Yaralı Oligarşi Kana Doymuyor Yaralı Tutsakların İsimleri ■ Ümraniye Cezaevi'nde yaşanan bu katliama katılan askerler de en az kendilerine emir verenler kadar suçludur. Oligarşinin maaşlı uşakları, eli kanlı cellatları kana doymadı. Buca Cezaevinden sonra şimdi de Ümraniye Cezaevinde planlı ve katliam amaçlı bir saldırı gerçekleştirildi. Adalet Bakanlığı'nın talimatı ile Cumhuriyet Savcısı, Cezaevi Müdürü ve Jandarma subaylarının yönetiminde, ellerinde demir çubuuklar ve kalaslar olan yüzlerce asker, devrimci tutsaklara saldırarak 40'a yakın tutsağı yaralayıp 3 tutsağı da katlettiler, 20 gün önce Ümraniye Cezaevine yaptıkları ilk saldırı sırasında giremedikleri DHKP-C tutsaklarının kaldığı koğuşlara, bu kez aniden bir baskın düzenleyerek , yarım bıraktıkları saldırıyı tamamladılar. Buca Katliamı ile Başlayan Saldırıların Devamı Tutsak düşerek cezaevlerine konulan binlerce devrimcinin,demir parmaklık lar arkasında da olsa boyun eğmeyen, aman dilemeyen ö"2gür tutumlarını hazmedememişlerdi. Halklarımızın yiğit evlatlarının, öncü neferlerinin zindanlarda yükselttikleri mücadele bayrağı, sömürü ve zulüm düzeninin egemenlerini her zaman rahatsız etmişti. Zindanlara atarak etkisiz hale getirmek istedikleri devrimci tutsaklar, düzenin temellerini sarsan bir tehlike olmuştu. Burjuva basındaki kontra muhabirlerinin şerefsizce yazdığı gibi "içerden örgüt yönettikleri" için değil, geliştirdikleri boyun eğmeyen özgür kişilikleri ile tüm emekçi halka örnek oldukları ve toplumsal muhalefetin motive edici odaklarından biri oldukları için tehlikeli görülmüşlerdi . Bu nedenle her zaman saldırıların hedefi oldular. Grevlerde işçilere, alanlarda memurlara, Kürdistanda tüm halka saldıran. Oligarşinin maaşlı uşakları aynı kanlı baskı zincirinin bir halkası olarak devrimci tutsaklara da her süreçte yeni saldırılar düzenlediler. Buca Cezaevinde 21 Eylül 1995'te gerçekleştirdikleri ve Turan KILIÇ, Uğur SARIASLAN ve Yusuf BAĞ isimli tutsakların şehit düştüğü, 40'a yakın tutsağın da ciddi biçimde yaralandığı saldırı, cezaevlerini hedef alan son saldırı sürecinin ilk hamiesiydi. Saldırıya direnişle cevap verildi. Devrimci tutsaklar şehitler vermek pahasına boyun eğmediler, teslim olmadılar. Dahası 45 gün açlık grevine giderek haklı taleplerini kamuoyuna duyurdular,düşmana kabul ettirdiler. 1200 tutsağın katıldığı genel direniş zaferle sonuçlandı. Genel direnişin zaferi düşmanın hazımsızlığını arttırdı. Ardından ilk Ümraniye saldırısı geldi. 13 Aralık 1995'te işkenceci polislerin, çevik kuvvetin ve jandarmanın katıldığı büyük bir saldırı başlatıldı. Daha sonra edinilen bilgilere göre saldırı sırasında asker ve polislere, DHKP-C tutsaklarının temsilcisi Cafer Sadık EROĞLU'nun resmi dağıtılmıştı. Saldırı katliam amaçlıydı. 70 tutsağın yaralandığı bu saldırı 104 tutsağın barikat kurarak 3 gün boyunca sürdürdüğü karartı direniş sonucu püskürtüldü. Asker ve polis geri çekilmişti Fakat sorunlar çözülmemişti. Son aylarda birçok devrimci tutsağın hastalanıp ölümüne yol açan cezaevi koşulları Ümraniye için daha da kötü bir şekilde dayatılıyordu. Tutsak ve Avukatların Görüşme Talebi Reddedildi Tutsaklar, tutsak yakınları ve Avukatları Cezaevinde insanca yaşama koşullarının sağlanması için çabalarını sürdürdüler. Öncelikle Bakanlık ve Cezaevi yetkilileri ile görüşmeye çalıştılar. Ancak ne Cezaevi müdürü, ne de Savcılar tutsakların haklı talepleriyle ilgilenmediler. Değil sorunları çözmek sorunları konuşmaya bile yanaşmadılar. Üsküdar Cumhuriyet Savcısı Yusuf Yanık, saldırının yapıldığı 4 ocak günü şöyle söyledi :Biz daha önce operasyon yapacağımızı bildirmiştik" Evet, işte bu nedenle tutsaklarla, tutsak yakınlarıyla ve 4 Ocak 1996 günü gerçekleştirilen saldıda yaralanan tutsaklar şunlar. Bayrampaşa Devlet Hastanesinde Yaralı Olarak Yatarı DHKP-C Tutsakları: Caferi Sadık Eroğlu, Levent Nevruz, Haydar Özdemir, Muharrem Karademir, İlginç Özkeskin, Erol Arıkan, İbrahim Yerlikaya, Feridun Yücel Batu. Rasim Öztaş, Halil Acar, Ahmet Özdemir, Dursun Dil, İzzet Çetin, Oktay Yıldırım, Savaş Kırcan, Çetin Dönmez, İsmail Bahadır, Metin Şimşek, Akın Olgun, Asım Özdemir. Turan Ada, Süleyman Metin, Barış Pehlivan, Halil Önder, Gökhan Gündüz, Malik Koparan, Kemal Gömi, Serdar Karaçelik, Ahmet Genç, Ahmet Çay, Cemalettin Gürzoğlu, Kazım Arslan, Mustafa Gök, Mustafa Atalay, Cahit Bedir, Ali Rıza Demir. Şu an Ümraniye Cezaevinde ve Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde bulunan diğer yaralt tutsaklar: Ümit Günger, Sezgin Çelik, Halil İbrahim Şahin, Erdal Koç, İsmail Topkaya, Serhat Aktuğ, Metin Turan (durumu ağır), Serdar Yıldırım, Kenan Tandoğan, İbrahim Erler, Serdar Adalı, Nurettin Aslan, Gültekin Beyhan, Tekin Temel, İbrahim Dalkaya, Süleyman Acar, Akın Durmaz, Ergü! Acer, Ağa Yıldırım (durumu ağır ) Hasan Özdemir, Cengiz Çalıkoparan (durumu ağır). avukatlarla görüşmediler. 13 Aralık'ta yarım kalan saldırı için plan ve hazırlık yaptılar. Yapılan katliam günübirlik gelişen bir olay da değildi. Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Zeki Güngör "Durumun Cumhuriyet Başsavcısı yetkisi dahilinde olduğunu ve Adalet bakanlığının olaydan bilgisi olduğunu ve operasyon bittikten sonra Bakanlığa bilgi verileceğini" söyleyerek katliamcılara talimatın nereden geldiğinin ipuçlarını gösterdi. Bakanlık yetkilileri, 13 Aralık'tan sonra tutsakların sorunlarını görüşmek üzere avukatlara söz verdikleri halde, bu sözlerini yerine getirmediler. Çünkü onların düşüncesi, cezaevlerinde insanca yaşam koşullarının sağlanması için görüşmek değil, katliam yapmaktı. Maaşlı uşaklarına saldırı talimatını verip tutsak yakınları ile avukatlara sırtlarını döndüler. "Alçak Bir Düşmanla Savaşıyoruz" Ümraniye'deki ilk saldırıyı direnişle püskürten tutsaklar, daha sonra gazetemiz Kurtuluş'a yaptıkları açıklamada şöyle demişlerdi: "Düşman pes etti. Şimdi pazarlığa başlıyor. Yine de ödün vermeyeceğini biliyoruz. Düşmanımız bu. Bükemediği bileği öpemeyecek denli namert. Evet, böylesine alçak bir düşmanla savaşıyoruz." Düşmanı tanıyordu tutsaklar. Efendilerine yaranmak için her yolu deneyen, insani değerlerini kaybetmiş, halka yabancılaşmış, maaş uğruna kan döken bir güruh vardı karşılarında. Kürdistan'dan tanıyorlardı, İşçi ve memur eylemlerinden tanıyorlardı, Cezaevlerinden tanıyorlardı. Yanı Imadı lar. 4 Ocak 1996 günü sabah sayımından sonra arama yapmak için gelen jandarmalar, önceden yaptıkları plan gereği, hazırladıkları demir çubuk ve kalaslarla ani bir saldırı gerçekleştirdiler. İlk hedef- leri DHKP-C tutsaklannın kaldığı B-1 koğuşuydu. Ardından yine DHKP-C tutsaklarının kaldığı C-1 koğuşuna yöneldiler. İlk anda tutsaklar hazırlıksız olduğu için askerlerin bu iki koğuşa girmeleri zor olSaldırıyı yöneten kişi Halkalı Jandarma Garnizonundan tabur komutanı Ali Ertuğrul isimli binbaşıydı. Cezaevi 1 .Müdürü Hüseyin Atakan, 2.Müdür Yılmaz Ersoyluoğlu, Üsküdar Cumhuriyet Savcısı Yusuf Yanık, Cezaevi Jandarma Bölük komutanı Teğmen Beyhan, Astsubay Muammer, Kıdemli Uzman Çavuş Gürbüz de katliamın hazırlayıcıları ve fiili uygulayıcılarıydı. Özellikle Binbaşı Ali Ertuğrul ağzından salya saçarak "öldürün" diye bağırıyordu. Askerlerin rahat vurabilmeleri için "sıkışık durmayın,açılın"diye komutlar veriyordu. Koridorun iki tarafına dizilen askerler aralarına aldıkları tutsaklara öldüresiye vurdular. Kalas ve demir çubuklarla özellikle kafaları hedef aldılar. Birçok tutsak kafasından aldığı darbelerle ağır biçimde yaralanırken bazı tutsakların kolları kırıldı. Sabah saat 09.00'da başlayıp 15.30'da biten bu saldırı sırasında üç DHKP-C'li tutsak şehit düştü: Abdülmecit SEÇKİN Orhan ÖZEN Rıza BOYBAŞ İlk önce Haydarpaşa Numune Hastanesine daha sonra Bayrampaşa Cezaevi Hastanesine kaldırılan yaralı tutsakların yapılan ilk tedavilerinde, özellikle kafalarına darbe aldıkları tespit edildi. Saldırganların bir katliam amaçladıkları açıkça ortadaydı. Hastane doktorlarının verdiği bilgiler ışığında İstanbul Tabip Odası tarafından yapılan yazılı açıklamada bu durum şöyle ifade edildi: "Gözlemlerimiz ve muayene sonuçlan olaylarda hükümlülerin yaşamlarını hedef atan ağır bir saldırıya uğradıklarını göstermektedir. Hükümlülerin tamamı, kafalarına isabet eden künt darbelerle yaralanmıştır." "Kısa bir süre önce aynı cezaevinde benzer bir bastırma hareketi yaşandığını biliyoruz her ne kadar ateşli silah kullanılmamışsa da insanların başına yönelik böylesi ağır darbelerin yaşama kastettiği açıktır." Görünen herşey, önceden planlanan bu saldırının tutsakları katletmeyi amaçladığını da ortaya koyuyordu... arama yapmak için geldiğinde de bir engelleme ile karşılaşmamıştı.Zaten bu neden ile arama bahanesi ite gelen askerlerin tutsaklara bir anda saldırabilmesi mümkün ol-muştu. Kan içici Savcı Yanık yalanlarına bir de bir askerin tutuklularca rehin alındığı ve boğulmaya çalışıldığını eklemişti yazdığı raporda. Oysa devrimci tutsakların.eğer bir rehin Faşist saldırganlar Cezaevi alırlarsa nasıl davranacaklarını herkes Temsilcisi Cafer Sadık Eroğlu'nu bilirdi.Eli kanlı savcı gibilerinin yalanları ise peşinen ölü İlan ettiler. çok geçmeden diğer cezaevlerindeki protesto eylemleri sırasında ortaya çıkaÜmraniye'deki katliamda düşmanın Katliamın Sorumluları caktı. öncelikle hedef seçtiği Cafer Sadık Alelacele sıralanan düzmece yalanlarla Yalan Söylüyor Eroğlu başta olmak üzere tüm Katliamı fiilen yönetenlerden Cumhuri- hazırlanan bu rapor, hem savcının hem de DHKP-C tutsaklarıydı. Katliamda rol yet Savcısı Yusuf Yanık tarafından saldı- diğer yetkililerin katliamdaki sorumluluğunu bir rıdan sonra kaleme alınan Adalet Bakanlı- kez daha gösterdi. alanlara, saldırıya katılanlara fotoğraflarım dağıtan faşist subaylar İstanbul Barosu Başkanı ile görüşen ğı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüonu katledeceklerinden o kadar emindiler ki 2 gün boyunca radyo ğüne gönderilen ve basınada dağıtılan ra- Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Zeki ve TV'lerden Cafer Sadık Eroğlu'nun adını Ölenler arasında porda,kamuoyu yanlış bilgilendirilerek kat- Güngör ise üç tutsağın ölümü üzerine "asker için dozunu kaçırmış " diye sorumluluğu tekrarlayıp durdular. liamı aklama gayretinin telaşı vardı. Savcı Yanık, raporunda cezaevinde başkalarına atmaya çalıştı. Oysa akan kanın henüz fiili bir durum olmamasına rağmen her damlasından sorumludur Zeki Güngör. meşeler de katliamlardan birinci derece- isteyen güvenlik kuvvetlerine mahkümların tutsaklaraoperasyon yapılması den sorumlular arasındadır. tutsaklardan "isyancılar diye sözediyor ve Çünkü saldırdığını yazdı. Demir çubuklar ve üç koğuşun işgal edilmiş olduğunu,sayım talimatını veren kendisidir ve o askerlerin ne kalaslarla koğuşlara giren askerler Meydan alamadı klarını.toplu firar olabileceğinden yapacağını da... Buca'dan unuttuysa,13 Gazetesinin haberine göre saldırmıyor " Burjuva Basın Yine Aralık'taki ilk Ümraniye saldırısında söz ediyordu. görevlerini yapıyorlardı. Katliamcıların görmüştür. Elbette tüm bunlar yalandı.Saldırı olTürkiye Gazetesi, " bir süredir direniş Arkasındaydı. Zeki Güngör ve Savcı Yusuf Yaduğu gün cezaevi İdaresi sayım almış ve Aylardır, Cezaevlerine yönelik kasıtlı sürdüren" dediği tutsakların neiçin ve nasıl nık,yaptıklarını savunacak cesareti gösteryalan haber yazan,devrimci tutsakları he- direniş sürdürdüğünü görmezden gelirdef gösteren, saldırı için kamuoyunu ha- ken.demir çubuklu, kalaslı asker saldırısını zırlayan burjuva basın organlarının bir ço- "karşılıklı çatışma "olarak verdi-Hep tutsakların ğu 5 Ocak günkü sayılarında yine olayları askerlere saldırdığını öne çıkaran burjuva çarpıtarak verdiler. Ve yine kendilerinin de basına göre, 60'a yakın tutsağın yaralanması bir ölçüde dökülmesinden sorumlu olduk- üç tutsağın ise hayatını kaybetmesi pek önemli Son dönemde devrimci tutsakların bulunduğu cezaevlerine yönelik saldırılarını ları tutsak kanlarını görmezden gelerek, değildi.Akşam Gazetesi şöyle yazmıştı: "olayda pervasızca arttıran Türkiye'deki faşist iktidar kana doymak bilmiyor. Yediği yoksul eti, içtiği katliamı aklama gayreti içine girdiler. hükümlülerin kesici alet ile yaraladığı bir İnsan kanı olan faşist devlet son üçbuçuk ay içerisinde başta Buca olmak üzere bir çok Hürriyet Gazetesi, tutsakların "koğuş- Mehmetçiğin dudağına da dikiş atıldı".Burjuva cezaevine askeri, polisi ve özel timleriyle katliam amaçlı saldırılar düzenlemiş, her lardan çıkmamakta, içeriye kimseyi alma- basın haberlerinde katliamcıları aklamaya seferinde devrime! tutsakların barikatlarıyla karşılık bulmuştu. makta " direndiğini yazarak,"B-1 koğuşun- çalışırken, kendisi de katliama suç ortağı oldu. 21 Eylül 1995 tarihinde Buca Cezaevinde devrimci tutsaklara yapılan saldırı üç daki hükümlülerin sayım için koğuşa gir- Böylesine alçakça bir saldırının kanlı bir DHKP-C tutsağının şehit olması, 100'e yakın devrimci tutsağın da ağır yaralanması mek İsteyen gardiyanlara saldırdıkları" ya- katliamın karşısında değil, yanında yeral-mış pahasına geri püskürtülmüş, faşizm devrimci tutsakları teslim alamamıştı. lanını öne sürdü. Hürriyete göre hükümlü- olmanın bir gün faturasının ödenmesi 13 Aralık 1995 günü ise hedef Ümraniye Cezaevi'ydi. Türkiye'deki genel seçimler gerekeceğini elbette unutarak... ler "bir eri rehin"almıştı. arifesinde gerçekleştirilen faşizmin katliam amaçlı saldırısında devrimci tutsakların Meydan Gazetesi ise "koğuşa girmek barikatlarını aşamayan katiller sürüsü amaçladıkları katliamı gerçekleştirememişler, faşizmin katliam girişimi devrimcî tutsakların barikatlarına çarparak tuzla buz olmuştu. Buca katliamının ve katliam amaçlı Ümraniye Cezaevi'ndeki devrimci tutsaklara yönelik saldırının sorumlularını gizleyen ve koruyan faşist devlet, parlamentosuna D. Güreşleri, N. Menzirleri, H. Kozakçıoğluları, Ü. Erkanları da aldığı seçimlerden sonra dizginlerinden boşanmışçasına saldırmaya devam etti. Katliamcı çetelerini Ümraniye Cezaevi'ndeki devrimci tutsakların üzerine yeniden yolladı. 4 Ocak günü gerçekleştirilen bu saldırıda kan içici cellatların başında, birçok katliamın sanığı olarak yargılanan tescilli faşist ve halk düşmanı, kontrgerillacı polis şeflerinden Reşat Altay vardı. Faşist iktidarın amacı belliydi. Teslim alamadıkları, Ümraniye'de tutsaklara yönelik 4 Ocak katliamını başeğdiremedikleri, bedenlerini barikat yaparak direnen devrimci tutsakları katletmek ve planlayan, yöneten ve fiilen uygulayan sorumlula böylece 13 Aralık'ta yarım kalan operasyonu tamamlamaktı. Saldırda jandarmanın rın isimlerini yayınlıyoruz: yanısıra siyasi polis, özel harekat timlerinin de katılması önceden yapılan planı ortaya koyuyordu. FİRUZ ÇİLİNGIROGLU (ADALET BAKANI) Gerçekleştirilen katliam ve açık infaz sırasında üç DHKP-C tutsağı şehit olurken, ZEKİ GÜNGÖR (CEZA VE TEVKİF EVLERİ GENEL çoğu ağır 50'ye yakın devrimci tutsak yaralandı. MÜDÜRÜ), Orhan Taşanlar (İstanbul Emniyet Baskılarla, gözaltında kaybetmelerle, katliamlarla ve infazlarla sonuç alacağını sanan faşizm yanılıyor. Müdürü), Reşat Altay (Terörle Mücadele Daire Başaramayacaklar. Başkanı), ALI ERTUGRUL (TABUR KOMUTANI BİN Devrimci tutsakların tarihindeki şanlı direniş geleneğini yok edemeyecekler. Ülkeleri BAŞI], HÜSEYİN ATAKAN (ÜMRANİYE CEZAEVİ 1. ve halkları için mücadele eden devrimci tutsaklara boyun eğdiremeyecekler. Ümraniye katliamının sorumluları başta DYP-CHP hükümeti olmak üzere, Adalet MÜDURÜ),YILMAZ ERSOYLUOĞLU (ÜMRANİYE CE Bakanlığı, Üsküdar Başsavcısı ve Cezaevi savcılığı, Ceza ve Tevkif Evleri Genel ZAEVİ 2. MÜDÜRÜ, YUSUF YANIK (ÜSKÜDAR CUM Müdürlüğü, İstanbul il Jandarma Alay Komutanlığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve HURİYET SAVCISI), BEYHAN..... BÖLÜK KOMUTANI istanbul Terörle Mücadele Şubesi adıyla bilinen kontrgerilla teşkilatlanmalarıdır. Tüm sorumlular ve emir kuluyum deyip onların katliam emirlerini uygulayanlar (TEĞMEN),MUAMMER.... (ASTSUBAY), GÜRBÜZ.... halkımıza hesap vermekten kurtulamayacaklardır. (KIDEMLİ UZMAN ÇAVUŞ) Bütün burjuva partileri, ordu ve polis yetkilileri, devleti savunan herkes suçludur, sorumludur. Suçlular, katiller parlamentodadır, tüm devlet organlarındadır. Saldırıya katılan Gardiyan ve Başgardiyanların Bütün devrimci, ilerici, demokrat herkesi direnen Ümraniye ve tüm isimleri ise şunlar: cezaevlerindeki tutsaklara destek olmaya ve dayanışmaya çağırıyoruz. ÜMRANİYE KATLİAMININ HESABINI SORACAĞIZ HÜSEYİN DEMİRTAŞ, MURAT DİKBAŞ Faşist saldırganlar temsilciyi öldürmeye kararlıydılar Katliamlar Devrimci Tutsakları Teslim Alamaz! İŞTE SORUMLULAR YAŞASIN ÜMRANİYE DİRENİŞİMİZ FAŞİZME KARŞI BARİKAT OLUP MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM DHKC AVRUPA ÖRGÜTÜ, MLKP YDK ÜMİT GÜLOĞLU, MEHMET.... SADIK AÇIKGÖZ, İLHAN ÖZDEMİR EKREM DEMİRKOL, MUHSİN ALKAYA ÖZGÜVEN GÜLER, SUAT KAYA MURAT ŞENGÜL "Barikatı Kurduk Cesaretiniz Varsa Gelin" Uzun süredir Ümraniye Cezaevinde katliam girişimlerinde bulunan Oligarşinin sonunda saldırıya geçeceğini tüm tutsaklar bekliyordu. Çünkü tutsaklar karşılarındaki düşmanın mert olmadığını çok iyi biliyorlardı. Gözler Ümraniye'ye çevrilmişti. Ve düşman saldırdı... Katliamın duyulduğu ilk andan itibaren DHKP-C tutsaklarının bulunduğu cezaevlerinde öfke seli vardı. Ve tutsakların öfkesi ardarda patladı. Yoldaşları katledilirken hiç kimse DHKP-C tutsaklarından çaresiz oturmalarını bekleyemezdi. Parti-Cephe tutsakları da oturmadılar zaten. Yoldaşları barikatlarda çatışırken onları yalnız bırakamazlardı. Aynı düşman karşısında olmanın öfkesiyle kurdular barikatları, düşmanın temsilcilerini rehin aldılar. Buca'da 3 müdür 15 gardiyan Ankara Merkez KApalı'da 1 müdür 9 gardiyan Sağmalcılar'da 1 müdür 10 gardiyan Yozgat... Çanakkale... Bursa... Tutsaklar Zindanlardan Haykırıyor; Katliamın Sorumluları Açıklansın Hesap Soracağız Ümraniye'ye saldırı ve arkasından katliam haberi gelmesiyle birlikte ülkenin dört bir yanından cezaevlerinde Devrimci Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi tutsaklarının haykırışları yükseldi: "Tutsakları Teslim Alamazsınız , Katliamların Hesabını Soracağız" Katliamın gerçekleştiği gün Bartın da tutsaklar direnişe başladı. DHKP-C tutsaklarının yanında TKEP/L ve HDÖ tutsakları da saf tuttular. Maltayı işgal eden tutsaklar faşizmin bekçilerine sayım vermiyorlardı. Aynı ses ve aynı tavır Kayseri'den de gelmekte gecikmedi. Katliamı duyar duymaz DHKP- C . TKP/ML , TKP(ML)- TİKKO, MLKP tutsakları da maltayı işgal ederek sayım vermediler. Yoldaşlarının katilleri açıklanana kadar da sayım vermeyeceklerini belirttiler. Ankara Katliamdan bir gün sonra 5 Ocak günü faşizmin başkentinden yükseldi hesap soran kararlı direnişçilerin sesi. Ankara Merkez Kapalı Cezaevindeki DHKP-C tutsakları Ümraniye Katliamını protesto etmek için ikinci müdür ile birlikte 11 gardiyanı rehin aldılar. Diğer taraftan da eyleme bayanlar koğuşundaki tutsaklarda 4 gardiyanı rehin alarak katıldılar. Ve Faşizm bu katliamın hesabını verene kadar da eylemlerini sürdüreceklerini belirttiler. yeceklerini açıkladılar. Gazetemiz yayına hazırlanırken eylem sürüyordu. Sağmalcılar Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde gün boyu süren barikat direnişi ve rehin alma eylemi aynı gün geç saatlerde Sağmalcılar Cezaevi ile yapılan görüşmenin ardından bitirildi. Barikat direnişi sürüyor, içerde direniş sürerken TİYAD'lı Aileler de cezaevi önünde çocuklarını yalnız bırakmayarak protestolarını sürdürüyorlardı. Yozgat Cezaevinde de DHKP-C tutsakları öfkelerini eylemle dile getirdiler. Ümraniye katliamının hesabını sormak için koğuşlara barikatlar kurarak, sayım verme- Anadolu zindanlarından tepkiler yükselirken Ümraniye de katledilen tutsak yoldaşlarıyla birlikte daha iki ay öncesine kadar aynı sevinci ve acıları paylaşan Sağmalcılar Cezaevindeki DHKP-C tutsakları bir yandan Ümraniye'deki gelişmeleri izlemeye çalışırken diğer yandan da önce maltayı işgal edip, daha büyük çaplı direnişlerin hazırlığına giriştiler. 5 Ocak günü de 1. Müdür Bayram Ali Sarıoğlu ile birlikte 9 gardiyanı rehin aldılar. Özgür tutsaklar yüreklerindeki kin, öfke, ellerindeki silaha dönüştürdükleri eşyalarla faşizme ve onun kan içici katillerine "Cesaretiniz varsa gelin", "Oligarşiden hesap soracağız" , "Türk, Kürt, Arap, Çerkez tüm halkımızın yanıbaşındayız", "Oligarşiden Katliamların Hesabını Soracağız?" diye haykırdılar. Sağmalcılar Cezaevindeki işgale DHKP-C'nin yanısıra TKP-ML, TİKB, MLKP, TDKP, HDÖ, TKEP, DY, TDP, Direniş Hareketi, TKEP-Leninist, HKG, EKİM, TKP (ML) davası tutsakları da katıldı. Direnişi sürdüren siyasetler 6 maddelik taleplerini iktidara iletirken, olumlu bir sonuç atana kadar direnişi sürdürmeye de kararlı olduklarını belirttiler. Gazetemiz ya- Sağmalcılar Cezaevi'ndeki devrimci tutsakların ortak taleplerini iktidara yazdıkları bir metinle dile getirdiler. TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİNE ANKARA Devletin cezaevleri poitikası bugün tümüyle katliamlarla devrimci tutsaklara yok etme üzerine şekilleniyor. Buca ve Ümraniye bu katletme, yok etms politikasının başlıca örnekleridir. Siz bu katliamları yaparken ve yeni katliamlara hazırlanırken uyarıyoruz. Elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız. Susmayacağız. Bizler aşağıda adı geçen Devrimci tutsaklar taleplerimiz kabul edilene kadar başlattığımız direniş sürecektir. Taleplerimiz; 1- Ümraniye cezaevindeki tutsakların taleplerinin kabul edilmesi 2- Ümraniye katliamının sorumlularının yargılanması, görevden alınması 3- Yaralıların tedavi edilmesi, hücredekilerin koğuşlara verilmesi, avukatları ve aileleriyle görüştürülmesi 4- Sürgün ve sevk yapılmaması 5- Jitem ve polis işbirliğiyle cezaevlerine yönelik yapılan saldırıla ra son verilmesi 6- Ümraniye katliamını protesto ettikleri ve devrimcî tutsaklara sa hip çıktıkları için gözaltına alınan tüm insanların serbest bırakılması DHKP-C, TKP-ML, TİKB, MLKP, TDKP, HDÖ, TKEP, DY, TDP, DİRENİŞ HAREKETİ, TKEP-L HKG, EKİM, TKP(ML) DAVASI TUTSAKLARI yına hazırlanırken direniş sürüyordu. Buca Cezaevi Ümraniye katliamı İzmir'de de eylemlerle protesto edildi. Ümraniye'de yaşanan katliam ve üç DHKP-C tutsağının şehit düştüğü haberi gelir gelmez Buca Cezaevi'nde bir hareketlilik başladı. Daha birkaç ay öncesinde kendileri de benzeri bir saldırıyla karşı karşıya kalan ve 3 yoldaşlarını şehit veren DHKP-C tutsakları -PKK ve PRK-Rızgari tutsakları dışındaki- diğer tutsaklarla beraber işgal eylemine başladılar. Bu arada 3 müdür yardımcısı ve 15 gardiyanı da rehin aldılar. Buca Cezaevi'ndeki işgal ve rehin alma eylemi karşısında idare-jandarma fiili bir müdahalede bulunamazken tutsakların eylemi dışarıda tutsak ailelerinin de verdiği destekle gazetemiz yayına hazırlandığında sürüyordu. Cezaevi etrafında çember oluşturan jandarmalar katliamcı yüzlerini gösterircesine "Her şey Vatan İçin" sloganlarıyla gözdağı vermeye dönük bir yürüyüş yaptı. Buca Cezaevi çevresi gece saatlerinden itibaren çok sayıda asker ve polisle kuşatma altına alındı. 5 Ocak sabahı erken saatlerden itibaren tutsak yakınları da cezaevi önünde toplanmaya başladılar. Cezaevi Önünde Protesto Cezaevi çevresinde toplanarak gelişmeleri takip eden TİYAD'lı aileler, diğer tutsak yakınları ve destek amacıyla gelen emekçiler cezaevi kapısına yaklaştı rılmazken kapıda çok sayıda sivil polis vardı. Öğle saatlerinde TİYAD'lı aileler sloganlar eşliğinde yaptıkları basın açıklamasıyla Ümraniye katliamını protesto ettiler. "Buca, Ümraniye Şehitleri Ölümsüzdür", "Cezaevleri Boşaltılsın, Tutsaklara Özgürlük" dövizlerinin açıldığı protesto eyleminde İzmir TİYAD Başkanı Arzu Vatansever tarafından bir de açıklama yapıldı. Ümraniye Cezaevi'nde üç tutsağın katledilerek onlarca tutsağın yaralandığım, devletin devrimci tutsakları daha önce Buca'da yaptığı gibi katlederek teslim almaya çalıştığını belirten Arzu Vatansever şunları söyledi: "Yıllardan beri devrimcileri cezaevlerine kapatarak onlardan kurtulabileceğini düşünen düzen sahipleri Özgür Tutsakların cezaevlerinde kan, can bedeli yarattıkları direnme geleneğini yıkamayacak, onları teslim alamayacaktır. Suçlu ülkemizi emperyalizme satanlardır, devrimciler suçlu değil haklıdır. Biz TİYAD'lı aileler olarak Tutsaklara Özgürlük istiyoruz. Cezaevlerindeki katliamların sorumluları yargılansın". Cezaevi önündeki eylemde "Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganları atıldı. Devrimci Mücadelede Kamu Emekçileri, Tekel İşçileri ve Demiryolu işçilerinin de katıldığı eylemde TİYAD'fı aileler tüm ilerici ve demokratları , devrimcileri, demokratik kitle örgütlerini siyasi tutsaklara sahip çıkmaya çağırarak yeni katliamların önüne geçebilmek için herkesin tepki göstermesi gerektiğini söylediler. tV Tutsaklar yalnız değil, direniş dalga dalga yayılıyor Öfkemiz alev alev sokakları sardı / Halk tutsaklara sahip çıkarken katilleri de lanetledi / Katliamın ilk günü İstanbul'da varoşlar alev alev yanıyordu. / Yenibosna'da panzerler, molotoflar ve barikatlarla durduruldu. / Okmeydam'ndaki çatışmada katil sürüleri karşılarında alevli barikatları buldular. / Gültepe'de Talatpaşa Caddesi'nde dört ayrı banka şubesi molotoflarla tahrip edildi. / İkitelli... Küçükçekmece... Sefaköy İstanbul sokakları "Katliamcılardan Hesap Soracağız", "Zindanlar Boşatsın Tutsaklara Özgürlük" sloganlarıyla inledi. "Ümraniye'nin Alevi Yenibosna'da tutuştu" kınlarına yaklaşabildiler. "Cesaretiniz Varsa Gelin" sloganı karşısında sadece Faşizmin Ümraniye cezaevine sal- daha fazla panzerlerinin ardına siniyordırması üç DHKP-C tutsağını katledip, lardı. Panzerlerine güvenerek biraz daha onlarcasını yaralaması üzerine tüm halkımız tepkisini dile getiriyordu. Bu pro- yaklaşmaya cesaret etmeleriyle, molotoflarla panzerin tutuşması bir oldu. testolardan birisi de katliam akşamı Yenibosna'da düzenlenen bir gösteri ile Kavganını alevi karşısında bir adım dahi atamayan "kahramanalar" ilerleyegerçekleşti. Ümraniye'de gerçekleşen katliam ve ni iyordu. Halkın yoğun ilgisini çeken eylem direniş bir yerde patlamaya hazır molotoflann kıvılcımı oldu. Bu kıvılcımın tu- DHKC militanlarının eylemi iradi olarak tuşturduğu ilk ateş aynı akşam saat bitirmeleriyle sona erdi. Dağılan kitlenin 22:30'da Yeni Bosna'da alevlendi. Yeni arkasından sokaklara dalan polisler, az Bosna Zafer Mahallesi, Yııldırım Beyazıt önceki acizliklernı bastırabilmek içki, Caddesi'ndeki Pir Sultan Abdal Der- halka saldırmaya başladı. Hedef gözeneği'nin önünde barikatlar kurulmaya terek açılan aîeş sonucu bir kişi yarabaşlandı. Barikat için bir halk otobüsü landa, bununu dışında 8 kişi gözaltına d ve fırın kamyonetide kamulaştırılarak l Okmeydanı kullanıldı. Barikatlarla tüm sokak denelim faşizmden hesap altına alındıktan sonra göstericiler soruyor toplanmaya başladı. Toplanmalanyla birlikte "Ümraniye'nin Hesabını Soracağız" sloganıyla öfkelerini haykırdılar. Gösteriye molotoflannda patlayan kararlılıklarıyla devam ettiler. 20 dakika süren protesto gösterisinden sonra faşizmin kan içici asalakları polisler göründü. Ama daha yaklaşamadan tepelerinde patlayan molotofla neye uğradıklarını şaşırdılar ancak 50 metre ya- Katliama tepkilerden biri de Okmeydanı'nın varoşlarında gerçekleşti. 4 Ocak günü Ümraniye'de tutsakların katledilmesini protesto etmek için bir gösteri düzenlendi ve bir polis otosu molotollanarak tahrip edildi. Katledilen tutsaklar aynı gün akşam 21:00'de Okmeydanı'nda atılan sloganlarda, patlayan molotoflardaydılar. Katliamın olduğu gece saat 21.00... DHKC Okmeydanı'ndaki gösteride halkın adalet duygularını dile getiriyor. Yine Okmeydanı Pir Sultan Abdal omuz omuza vererek bir gösteri düzenDern e ğ iö nü n d e D H KC ' li g ru p lediler gösteri yapıp sloganlaratarak Alıbeykoy İmar bloklarındaki düzenkatliamı protesto etmeye başladı. Yakında bulunan br polis ekip otosu lenen gösteride Ümraniye katliamı protesto edilerek, katliamın hesabının somolotoflanarak tahrip edildi Bunun karşısında iyice azgınlaşan rulacağı vurgulandı. faşist güruh, halkın üzerine ateş açmaOligarşinin finans ya başladı. Göstericiler geri çekilirken açılan bu ateş sonucu bir kişi yaralandı kurumlarına molotof I u saldırılar Gençlik de katliamı protesto etti Cezaevindeki katliama tepkiler sadece kentin varoşlarında, gecekondu ma-hallelerinde üniversite kampüsle-rinde de gelişti. İstanl Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde 5 Ocak günü devrimci-demokrat öğrenciler protesto gösterisi düzenledi. Düşmanla çatışma her yerde sürüyor. Cezaevinde ve sokakta... Ü m r a n iye'de saldırı DHKP-C tutsaklarına yapılmıştı. Ama bu tüm devrimcilere yönelikti. Devrimci dayanışma ve dostluk, düşmana karşı aynı cephede yer alma bilinci böyle sü r e ç l e r d e belli olacaktı. Alibeyköy'de 4 Ocak günü bunun güzel bir örneği sergilendi. Düşmana karşı DHKC, TİKB ve MLKP'Ii de vr i mci ler Katliamın sorumlusu Oligarşi'den hesap sormak bilinciyle hareket eden DHKC savaşçıları 4 Ocak akşamı, oligarşinin ekonomik gelir kaynağı, sömürü kurumlarından bankaları molotoflayarak tahrip ettiler. Gültepe'de geceyarısı 4 banka şubesinin (Esbank, Garanti Bankası ve Ziraat Bankası...) molotoflanması sonucu bankalarda çok büyük hasar meydana geldi. İşkencecilerin otosu molotoflanarak tahrip edildi DHKC Ümraniye Cezaevinde yaşanan katilamın hesabını sormak için Ümraniye katliamının olduğu akşam işkencecilerin kullandığı sivil polis otosunu molotoflayarak tahrip etti. Esenler, Turgut Reis Mahallesi Havaalanı Caddesi üzerinde park etmiş 30 AF 037 plakalı sivil polis otosu molotoflanarak tahrip edildi. Büromuzu arayan DHKC SAVAŞÇISI "Ümraniye'nin hesabını sormak için işkencecilerin otosunu tahrip ettik. Eylemlerimiz sürecektir. " dedi. Cezaevlerinde tutsaklar teslim alınamaz 4 Ocak günü Gazi mahallesinde bulunan Furhan Oto yıkamanın sahibinin otosu molotoflanarak tahrip edildi. Büromuzu DHKC adına arayan bir kişi "Cezaevlerindeki tutsaklar teslim alınamaz", "Cezaevlerindeki Baskılara Son", "Gazi Halkı Yargılanamaz" diyerek ey- Sultanahmet'te Suç Duyurusu; Gözaltı ve Direniş "ANALARIN ÇIĞLIĞI KATİLLERİ BULACAK" demeyen faşist devlet yeni bir katliam tezgahladı. 4 Ocak 1996 günü DHKP-C tutsaklarını hedefleyen katliam amaçlı saldırı sırasında 3 DHKP-C tutsağı şehit oldu. 40 Devrimci tutsak da çoğu ağır olmak üzere yaralandı. Ümraniye Cezaevinde devrimci tutsaklara yönelik saldırıyı duyan tutsak aileleri içeriden haber alabilmek için cezaevinin önüne gitmek istediler. Cezaevinin etrafını saran katiller sürüsü ailelerin ve avukatların cezaevine yaklaşmasını en- ■ Tutsak aileleri ve devrimci demokrat çevreler katillerin suratına gerçekleri vurmak için Sultanahmet meydanına geldiler. ■ Zulüm düzeninin bekçileri her zamanki gibi çareyi yine saldırmakta buldular. 5 Ocak 1996 Cuma, Sultanahmet Meydanı saat 10:30'dan itibaren savaş alanı gibiydi. Polis, siviller, çevikler ve panzerlerle savaş meydanına çıkmıştı adeta. Sultanahmet Adliyesi ablukaya alınmış, bütün giriş çıkışları, alt ve üst yolları kesilmişti. Polis Adliye binasına girenlere de kimlik soruyordu. Bütün bu "önlemler biraz sonra ailelerin İstanbul Cumhuriyet savcılığına yapacağı suç duyurusu içindi. 12:45 civarında aileler ve avukatlar Sultanahmet meydanında toplanmaya başladılar. Toplanan ailelerin, destek için gelenlerin sayısı giderek artarken basına açıklama yapan bir temsilci topluca savcıya suç duyurusunda bulunacaklarını belirtti. Bu sırada meydana doğru gelen kalabalık bir grup polisin kitleyi dağıtmaya çalıştığı görüldü. Meydandaki topluluk "Baskılar Bizleri Yıldıramaz" sloganlarıyla saldırıyı protesto ederken diğer grup polisi aşarak meydandaki ailelere katıldı. Saat 13:30'de Sultanahmet Meydanından "Anaların Çığlığı Katilleri Bulacak" sloganıyla yürünmeye başlandı. Yaklaşık 400 kişilik topluluk Adliye Kapısına 50 metre kala polis barikatı ile durduruldu. Aileler kararlıydı, evlatlarının katilleri hakkında suç duyurusunda bulunacaklardı. Aileler slogan atarak beklerken bir grup avukat suç duyurusunda bulunmak üzere savcı ile görüşmeye gitti. Bu sırada iki ana fenalaştı, polisler etrafını çevirip ambulansa bindirmek istediler ama analar 'Biz o katillerin yüzünden hasta olduk onlarla gitmeyiz' diyerek reddettiler ve özel araçla gittiler. Suç duyurusu artık direnişe dönüştü. Aileler öfkelerini sloganlarla haykırıyorlardı. "Evlatlarımız Onurumuzdur", "Analar Katillerin Peşinde"... Sloganlar alkışlı protestoyla yükseltiliyor ve tekrar haykırılıyordu "Özgür Tutsaklar Yalnız Değildir", "Katil Devlet", "Yaşasın Ümraniye Direnişimiz", "Af Değil, Tutsaklara Özgürlük", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Ye- necek", "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür". Topluluk sonradan gelip katılan larla birlikte gellediler. Bu sırada cezaevinden peşpeyaklaşık 500 kişiye ulaşmıştı. Bu Sİ da kitle çevik polislerce Basın ve kitlenin şe ambulanslar çıkmaya başladı.Yaralı arasına giren polis ailelere tutsakların Haydarpaşa Numune Hastakudurmuşçasına saldırmaya başladı. nesi'ne götürüldüğünü öğrenen tutsak aiPolisin bu saldırısı bu kez daha güçlü slo- leleri hemen hastaneye koştular. Hastaganlara karşılandı; analara, babalar, tut- nenin çevresini saran resmi-sivil çok sasak yakınları ve diğer emekçiler birbirleri yıda polis ve asker tutsak yakınlarının ile kenetlenerek karşı koydular. Polis çembere aldığı topluluğu coplar- acil servise girmesini engelledi Bunun la, tekmelerle dağıtmaya çalışıyor, ama başaramıyordu. Sonunda tek tek koparmaya başladılar. Yaşlı-genç demeden halkı coplayan polis kitleden kopardıklarını sürükleyerek götürüyordu. Bu şekilde yaklaşık 150 kişiyi gözaltına alan polis hızını alamayarak basına da saldırdı. Estirdikleri terörün görüntülenmesini istemiyorlardı. Ancak estirdikleri terör onların katliamcı, terörist yüzünü göstermekten başka işe yaramadı. Tutsak yakınları demokratik kamuoyuna tutsakların sesini ulaştırmayı başardılar. İçerde ise İstanbul Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunan avukatların talebi savcılık tarafından kabul edildi. ailelerini bahçeye sokmadı. Kaldırımda içeriden bir haber alabilmek için bekleyen analar içeri girmelerini engelleyen polislere "Sizin çocuğunuz yok mu? Siz insan değil misiniz" diyerek bağırıyorlardı. Bir polisin devrimci tutsakları kastederek rahat dursalardı demesi üzerine yaşlı bir ana "Bir gün o silahlar bizim elimizde de olacak, sizin halinizi o zaman göreceğiz" diyerek bağırıyordu, diğer bir ana ise "devrimci tutsaklar bizim onurumuzdur, onlar halkları için savaşıyorlar" derken, yaşlı bedenini dimdik tutarak polisin yakasına yapışan bir tutsak annesi ise, "Titre Oligarşi Parti-Cephe Geliyor" diyerek slogan atıyor, polis ise gözleri faltaşı gibi açılmış bir şekilde annenin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Dışarıda evlatlarından bir haber alabilmek için çırpınan tutsak yakınlarından birisi polislere öfkeyle "siz döktüğünüz kanda boğulacaksınız, paralı katiller, namussuz lar" diye bağırıyordu. Barikatta bulunan bir polisin laf atması üzerine "Namuslu yaşamak istiyorsanız bırakın silahlarınızı, gidin onurunuzla çalışabileceğiniz başka bir iş yapın bu namussuz işi bırakın" diye haykırıyordu. Acil servisin yakınında bekleyen tutsak aileleri hastanenin basın odasını işgal ettiler. İşgalden biraz sonra basın odasında yakınlarından haber alabilmek için beyleyen ailelerin yanına gelen Hür- Tutsak Aileleri: "Katillerden Hesap Soracağız" Faşist devlet son zamanlarda cezaevlerinde uygulamaya koymaya çalıştığı zindancılık politikasının sonucu devrimci tutsaklara azgınca saldırıyor. Dün Buca Cezaevinde askeri, polisi, özel timiyle saldırarak üç DHKP-C tutsağını katleden eli kanlı katiller sürüsü Ümraniye Cezaevinde de tutsaklara saldırmış, ancak tutsakların kurdukları barikatları aşamamıştır. Devrimci tutsakların direnişini hazme- üzerine tutsak aileleri "Devrimci Tutsak lar Onurumuzdur", "Katillerden Hesap Soracağız" sloganlarını attılar. Tutsak aileleri evlatlarıyla aralarına giren, polislere "Katiller, köpekler, birisini öldürseniz birini doğuracağız" diyerek öfkelerini kusuyorlardı. Yağmura ve soğuğa rağmen evlatlarından haber alabilmek için Acil servisin önünde bekleyen aileler "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", sloganını sık sık atarak şehitlerini sahiplendi. Hastanenin ara giriş kapısını panzerle kesen polisler hastaneye girmeye ve evlatlarından haber almaya çalışan tutsak riyet ve Milliyet gazetesi muhabirleririn, "burada bomba varmış, polis burayı aramak istiyor", demeleri üzerine, aileler "siz polisle işbirliği yapıyorsunuz" diyerek basın odasından dışarıya attılar. Aileler gece saat 03:00'e kadar basın odasındaki bekleyişlerini sürdürdüler. Saat 03:15'te hastaneye gelen 14 ambulans, yaralı tutsakları çeşitli hastanelere ve Bayrampaşa'ya götürdü. Tutsak yakınları hastane çevresindeki bekleyişlerini sabaha kadar sürdürdüler. Sabahın erken saatlerinde hastaneden ayrılan aileler topluca Ümraniye HADEP binasına gittiler. Katliamlar direnen ve savaşan özgür tutsakları teslim alamaz "Özgürlüğün bedelini bileniz biz kurtuluşun yolunda düşeniz biz faşizmin zindanlarına sığmayan inanç yüklü rüzgarız biz." Türkiye'deki faşist iktidar kana doymak bilmiyor. İstanbul Ümraniye Cezaevi'ndeki katliamda üç DHKP-C tutsağı yoldaşımız şehit düştü. Faşist devletin 4 Ocak 1996 günü Ümraniye Cezaevi'nde gerçekleştirdiği katliam sonucu Rıza Boybaş, Abdülmecit Seçkin ve Orhan Özen isimli DHKP-C tutsağı üç yoldaşımız şehit düşerken düşman ayrıca bir çok yoldaşımızı da ağır yaraladı. Ülkemizi baskı zulümle, yöneten faşizmin Ümraniye Cezaevi'ndeki bu yahşi saldırısı açık ve bilinçli bir infazdır. Özgür tutsaklara isteri nöbetine tutulmuş gibi saldıran eli kanlı katiller, direnişle karşılık veren tutsakları tüm dünyanın gözleri önünde infaz ederek katletmiştir. Daha dün 21 Eylül 1995 günü Buca Cezaevi'nde DHKP-C tutsaklarının üç şehit vermeleri ve yüze yakınının yaralanmaları pahasına boyun eğmemelerini hazmedemeyen kan emiciler, 13 Aralık'ta Ümraniye Cezaevine saldırmış ama amacına ulaşamamıştı. Katliam girişimi, Özgür Tutsakların barikatlarına çarparak tuz-buz olmuştu. Seçimlerin hemen ertesinde 4 Ocak günü gerçekleştirilen Ümraniye Cezaevi katliamı bütün halka verilen kanlı bir gözdağıdır. Susun, boyun eğin, baskılara, adaletsizliklere direnmeyin mesajıdır. Saldırı bir süreden beri cezaevlerindeki özgür tutsakları teslim almak için planlanmış ve uygulanmıştır. Yanılıyorlar, özgür tutsakları teslim alamayacaklardır. Karşılığını alacaklardır. Karşılığında her yerde direnişi ve adaleti bulacakların Başında tescilli faşist halk düşmanı kontrgerilla şefi Reşat Altay'ın bulunduğu katiller sürüsü 13 Aralık'ta yarım kalan operasyonu tamamlamışlar ve şimdilik inlerine geri dönmüşlerdir. Devlet yaptığı katliamın suçluluk kompleksiyle, suçunu yalan ve iki yüzlülükle örtmeye çalışmaktadır. Öyle ki katliam emrini veren sorumlular, siyasi polis-jandarma-özel tim ve gardiyanlar için "dozajı biraz fazla kaçırdılar" gibi ahlaksızca beyanlar verebilmektedir. Ama boşuna. Suçlarından kurtulamazlar. Ümraniye Cezaevi katliamından devletin bütün yöneticileri, bütün burjuva partileri, ordu ve polis yetkilileri, zalim devleti savunan, yardım eden herkes suçludur. Faşizm yenilmeye mahkumdur. Ümraniye Şehitleri başeğmeyen , susmayan, direnen özgür tutsak geleneğinin kahraman sürdürücüleri olarak sonsuza dek anılacak; namus için, onur için, vatan için mücadele edenlerin öfke ve kinlerini hiçbir güç durduramayacaktır. Yüreğimize düşürülen bu ateşe, ateşle yanıt verecek; dişle, tırnakla, herşeyle karşılık vermekten çekinmeyeceğiz. ÜMRANİYE KATLİAMININ HESABINI SORACAĞIZ! YAŞASIN ÜMRANİYE DİRENİŞİMİZ! YA ÖZGÜR VATAN YA ÖLÜM! TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK DHKC AVRUPA DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİNE ANKARA Kayıpların, katliamların, işkencelerin sorumluları Kürdistan'ı kana bulayanlarla Buca cezaevindeki katliam yapanlarla Ümraniye cezaevindeki katliam yapanlar aynıdır. Katleden, kaybeden, işkence yapan devlettir. Faşizm; Fabrikada, yoksul gecekonduda, mahallede, okulda, sokakta kaybetmeler, işkenceler infazlarla halka saldırıyor. Faşizm; Kanlı elleriyle Kürdistan'da her gün katliam yapıyor. Faşizm; Zindanlarda devrimci tutsakları katlediyor. Bizler halklarımızın kurtuluşu yolunda savaşa girdiğimiz için tutsak edildik Tutsaklıkla susmamızı halk olmaktan vazgeçmemizi istiyorlar. İşkenceler sürüyor Baskılar sürüyor Katliamlar sürüyor Bizi susturamazsınız Bizi yok edemezsiniz Halka ve devrimci adalete hesap vereceksiniz Direnişimizin talepleri şunlardır; Kayıpların, katliamların, işkencelerin sorumluları Ümraniye Cezaevindeki katiller açıklansın. Halka açık bağımsızlığından kuşku duyulmayan mahkemelerde yargılansın, cezalandırılsın Kürdistan'dan kanlı ellerinizi çekin Sağmalcılar Cezaevi Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Tutsakları Özgür Tutsaklara Avrupadan destek eylemleri Ümraniye Katliamının Hesabını Soracağız Türkiye'deki faşist iktidarın 4 Ocak günü Ümraniye'de gerçekleştirdiği katliamda üç DHKP-C tutsağının şehit olmasını ve onlarcasının yaralanmasını protesto etmek ve özgür tutsaklarla dayanışmak amacıyla yurtdışında çeşitli eylem ve etkinlikler gerçekleştirildi. Almanya Hamburg: 4 Ocak gecesi Vilensburg semtindeki faşistlere ait bir THY bürosu Ümraniye şehitlerini anmak ve özgür tutsakların direnişlerini selamlamak amacıyla DHKC taraftarlarınca tahrip edildi. Duisburg: 4 Ocak günü saat 01:00 sıralarında Ziraat Bankası'na DHKC taraftarlarınca üzerinde Türkçe, Almanca "Ümraniye Şehitleri Ölümsüzdür" yazılı bir pankart asılıp, bomba süsü verilmiş bir kutu bırakıldı. 5 Ocak saat 11.00'e dek asılı kalan bombalı pankart özel bomba uzmanlarınca indirilebildi. 5 Ocak günü DHKC ve MLKP taraftarlarının düzenlediği ve yaklaşık 100 kişinin katıldığı ortak bir gösteri yapıldı. Saat 10.30'da başlayan gösteride Türkçe ve Almanca konuşmalar, sloganlar ve marşlar söylendi. Bir süre yürünüp, 1 dakikalık saygı duruşundan sonra eylem bitirildi. Bu eylemleri hazmedemeyen Alman polisi 5 Ocak günü saat 15.00'te Duisburg derneğine 20 kişilik bir polis grubuyla baskın düzenledi. Aramadan bir şey çıkaramayan polis derneği terketti. Bir açıklama yayınlayan Duisburg DHKC taraftarları eylemlerinin devam edeceğini bildirdi. Berlin: 5 Ocak günü akşam saat 17.30'da çoğunluğunu DHKC taraftarlarının oluşturduğu MLKP ve MLSPB'lilerin de katıldığı yaklaşık 45 kişiyle Kreuzberg semtinde yol trafiğe kapatılarak bir gösteri gerçekleştirildi. Ortak bildirinin okunduğu gösteri devrim şehitleri için yapılan bir dakikalık saygı duruşuyla sona erdirildi. Berlin DHKC taraftarlarınca yapılan bir açıklamada eylemlerin devam edeceği bildirildi. Darmstadt: Darmstadt DHKC taraftarları 5 Ocak günü Mainz'daki Türkiye Çalışma Ataşeliğini saat 12.15'te işgal etti. Bir açıklama yapan DHKC taraftarları "eylemimizle Türkiye'deki faşist devletin siyasi tutsaklara uyguladığı baskı ve ka-tilam politikalarını protesto ediyor, tüm devrimci, demokrat kişi v§ kuruluşları faşizme karşı dayanışmaya çağırıyoruz" dediler, Bremen: 5 Ocak günü DHKC ve TİKB taraftarları Bremen radyosunu işgal ederek Ümraniye katliamını protesto edip, tutsaklarla dayanışmada bulunduklarını bildirdiler. Köln: 5 Ocak günü DHKC taraftarlarınca THY ve iki banka molotoflanarak tahrip edildi. 5 Ocak günü Düsseldorf TC Konsolosluğu önünde Kontrgerillanın Ümraniye Cezaevine saldırarak gerçekleştirdiği katliamı protesto etmek için DHKC ve MLKP'nin oluşturduğu platform tarafından bir gösteri düzenlendi. 1.5 saat süren gösteride ortak imzalı pankart açıldı. Eyleme 100 kişinin üzerinde bir kitle katıldı. Gösteri sırasında Ümraniye Cezaevindeki katliamı protesto eden sloganlar atıldı, kuşlamalar ve pullamalar yapıldı. Gösteride sık sık "Yaşasın Ümraniye Direnişimiz", "Yaşasın Devrimci Dayanışma", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldı. Gösteri sırasında yoğun önlemler alan polis gösteriye müdahale edemedi. Protesto gösterisine katılan kitle kortej oluşturarak çarşıya doğru15 dakika süren yürüyüş yaptı. Eylem Devrim Şehitleri anısına yapılan 1 dakikalık saygı duruşundan sonra bitirildi. Dortmund: DHKC adına büromuzu arayan bir kişi Dortmund'ta DHKC-MLKP imzalı bomba süsü verilmiş ve "Ümraniye Katliamının Hesabını Soracağız" yazılı pankart astıklarını bildirerek; "- Yaşasın Devrimci Dayanışmamız - Faşizmi Döktüğü Kanda Boğacağız - Haklıyız Kazanacağız..." dedi. Fransa: 5 Ocak günü DHKC taraftarları tarafından THY bürosu taş ve sopalarla tahrip edildi. Yunanistan: 5 Ocak günü saat 12.00'de Atina'daki THY bürosu yaklaşık 70 kişinin bulunduğu kitle tarafından faşizmin kan içiciliğini simgeleyen kırmızı boyalarla ve taşlarla tahrip edildi. DHKC imzalı Yunanca kuşlama ve bildirilerle Yunan halkına eylemin nedeni anlatılarak kamuoyu Ümraniye katliamını protesto etmeye ve tutsaklarla dayanışmaya çağrıldı. DHKC taraftarlarının yanısıra, MLKP, TKP-ML TİKKO, TDKP, MLSPB ve Kıvılcım taraftarlarının da katıldığı eylemden sonra dağılan kitleye saldıran polis ikisi DHKC taraftarı dört göstericiyi gözaltına aldı. Yine DHKC taraftarlarınca Atina yüzlerce afiş ve binlerce pullamayla donatıldı. Merkezi yerlerde standlar açılıp ilgili kurum ve kuruluşlara gelişmeler fakslandı. Yunan kamuoyunda yankı uyandıran eylemlilikleri Yunan basın ve televizyonları da geniş yer verdi. Öte yandan DHKC Londra ve Viyana Enformasyon Bürolarınca yapılan ayrı ayrı açıklamalarla Türkiye'deki faşist iktidarının Ümraniye Cezaevinde katliamı şiddetle protesto edilerek insanım diyen herkes tutsaklarla dayanışmaya çağırıldı. Yine Avusturya'daki DHKC, MLKP ve TKP-ML taraftarlarınca oluşturulan Devrimci Güç Birliği Platformu yaptığı açıklamayla katliamı protesto ediyor, kamuoyunu devrimci tutsaklarla dayanışmaya çağırıyordu. "Tutsaklara Özgürlük" nı isteyen, faşizme karşı olduğunu idda edenlerin yeri, bu yolda en önde yür ü mü ş ve dü ş m a n ın e line esir düşmüş halkın devrimci öncülerinin yanıbaşı olmalı, "sıra kendilerine gelmeden" kendileri için de birşeyler yapıyor olmalarının farkına varmalıdırlar.. Çünkü devrimciler eliyle kurulan her barikatı yıkan faşizm, onlara da yönelecektir ve dönem dönem yönelmektedir de. B ugün Türkiye ve Kürdis-tan cezaevlerinde esareti yaşayan ve zulüm gören onbinlerce devrimci tutsak var. Suçları vatanlarını ve halklarını sevmek. Sevmek diyoruz çünkü yeterli bu sözcük. Çünkü halkımızın geleneklerinde sevdiği için ölümlere gidip gelmek vardır. Onun içindir ki kimi silahını almış eline, kimi sazını, kimi kalemini silah etmiş dikilmiş faşizmin karşısına. Binlerce yıldır halklarımızın yaşadığı, üzerine ter akıttığı, acı ve sevinçleri birlikte yaşadığı toprakları düşmana satan, emeğiyle yaşayan ve bir tek insanın bile hakkını yememiş temiz, namuslu ve emeğiyle geçinen insanımıza hayatı zindan eden, başını kaldıranın başını ezen hainlere karşı her biri birer sipere uzanmış ve savaşa girmişler. Bu insanlar öyle sıradan insanlar değil. Bu insanlar, bizler den bin kez daha lazla özgürlüğü haketmiş insanlar. Bu insanlar, bu toprakların yetiştirdiği en değerli varlıklarımız, oğullarımız, kızlarımız, gelinlerimiz, damatlarımızda... Sevgi, savaşmaktır onların dilinde. Halkımızın en güzel değerleri onların pratiğinde somutlanmıştır. Halkımızın değerlerine, ahlakına namusuna onuruna ve emeğine karşı yürütü-len saldırganlığa karşı çıkmış ve bunun için bulundukları her alanı bu saldırganlara karşı savaş alanına çevirmişlerdir. Bir köşede gözyaşı döküp, acı ve sevinçleri içlerine gömme, entellektüel gevezelik lerle olan bitene seyirci kalma yoktur onların dünyasında. Bu anlayış nedeniyledir ki, tutsaklık koşullarında bile, dört duvar arasında olsalar bile bir şekilde direnmeyi, dışarıdaki kavgayı içlerinde yaşatmayı, bedenlerinde cisimleştirdikleri halkımızın tüm güzel değerlerini korumayı ilke edinmişlerdir. Bu öyle bir şeydir ki, ölümle burun buruna olmak ama yine de onunla alay etmek, üzerine yürüyüp onu dize getirmektir. Eskiden devrimci tutsaklığın anlamı belki idam sehpalarına yürürken atılan sloganlarda, meydan okuyuşlardadır. Ama bugün bu gelenek öyle bir noktaya gelmiş ve savaş öyle boyutlanmıştır ki, artık zindanlarda, devrimci tutsaklığın anlamı her an, her saniye slogan atabilmek, düşmana her an meydan okuyabilmek ve direnebilmektir. Tarafını seçmek ve her şeyi sonuna kadar göze alıp barikatın bir yanında yeralmaktır. Hatta Ümraniye yiğitlerinin yaptığı barikatları da kaldırıp göğüs göğüse savaşmaktır. Bugünün devrimci tutsağı geçmişin anısını işte böyle muhteşem bir noktaya taşıma cüret ve kararlılığını göstermiştir. Onlar, bizim gurur ve övünç kayna- Emekçi, Yoksul Halkımız! Onlar hiç bir zaman af dilemediler. Faşizmin kürsülerinde "Özgürlük Eilerimizdedir" sloganları hiç susmadı. ğımızdırlar. O nlar , birer k av ga öğret meni ve yol göstericisidir. Saflar Netleşiyor Ya Bu Taraftasın Ya Düşman Tarafında Ya Kimliğinden Soyun Dost ve Düşmanımızı Bilelim Ya Katil Kavga Saflarına Onurlu Bir Geleceğin Kuruluşunda Senin de Payın Olsun Aydınlar, Sanatçılar, Yazarlar! Bugün faşizme ve emperyalizme karşı olmanın kıstası, her zamankinden daha fazla olmak üzere bunlara karşı bir şekilde kavga vermekten geçmektedir. Hatta şunu da söylemek mümkündür ki, kendini ahlaklı, vicdanlı, erdemli, namuslu kabul eden ve olan bitenin az çok farkında olan herkes için geçerlidir bu durum. Çünkü, üzerinde yaşadığı topraklar böylesine kirletilir ve insanımızın haysiyeti ve onuruyla böyle oynanırken sessiz kalıp seyirci olmak herşeyden önce bir ahlak meselesidir. Doğal ki bu da yetmez. "Şu veya bu şekilde kavganın İçinde olmak" kavramı da bugün hızla anlamını yitirmektedir. Çünkü, kavga alabildiğine boyutlanmış ve saflaşmalar hızlanmıştır. Ancak bir takım küçük burjuva çevreler ve kişiler konuyu İstismar etmekte, kavga içinde neredeyse etkisini önemli ölçüde yitirmiş ve eylem statüsü bile kalmamış kimi tavırları baştacı etmektedir. Bugünkü koşullarda kendine ilericiyim, halktan yanayım diyen herkes faşizmin politika ve saldırılarını püskürtme kapasitesine sahip silahları kuşanmak zorundadır. Türkçesi bir oza- nın da güzel ifade ettiği gibi "şairler de silah kullanmasını bilmek zorundadır. Cezaevi Kofullarına dahi teslim olmayan ve onuru için ölüme gülerek giden insanların olduğu bir ülkede, az çok haysiyet sahibi olan herkesin yüzü kızarmalı, bu kavga içinde yapabileceği bir şeyler aramalıdır. Neruda'nın yada Lorca'nın şiirleri okuyup haz almak yetmez. Onlar gibi yaşamasını ve Ölmesini de bilmek gerekir. Fransız partizanlarının arasına katılan ve dağlarda teksir makineleriyle direniş şiirleri basan ozanların ayak İzlerine daha dikkatle bakılmalıdır. Ya da en azından Fransa'da üniversite kürsüsünden "ulusal kurtuluşu için savaşan Cezayir halkının kanını döken bir rejimin üniversite kürsüsünden ders vermekten utanç duyuyorum" deyip, anfi terkeden bilim adamlarının namus ve haysiyetine sahip olunmalıdır. Bugün ülkemiz koşullarında dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş derecede bir barbarlık yaşanmaktayken, özellikle cezaevlerinde halkımızın en önünde yürüme cesareti gösterip tutsak düşen ve gidecek bir adım mesafesi bile bulunmayan İnsanlarımızın üzerine bombalar yağdırılır cezaevi maltaları kan kokusundan girilmez hale gelmişken, buna karşı haysiyetli bir başkaldırı içindeki devrimcilerin yanında olmamak, objektif olarak düşman saflarında yeralmak ve bu saldırı ve katliamları onaylamak demektir. Dergi köşelerinden veya icazetle düzenlenen bir-iki toplantıda demokrasi, özgürlük ve insan hakları nutukları atmak hiç bir şey ifade etmez. Üzerinde pratik eylem örgütlenmedikçe ve bu asıl çizgi haline gelmedikten sonra görev savmaktan öteye geçemez. Ülkelerinin bağımsızlığı- Bugün cezaevlerinde direnen devr im ci tutsak lar s enin sef aletinin ve gördüğün eziyetin önüne geçmek ve seni bunlardan kurtarmak, çocuklarımıza insana yakışır bir gelecek hazırlamak için yola çıkmış ve bunun için mücadele ederken faşizm tarafından esir düşürülmüş insanlardır. TV ve basından yapılan "Lüks battığı için" isyan ediyorlar gibi yalanlara kulaklarını tıkamalı ve inanmamalısın.Hafızanı biraz zorlaman ve bir yakınının dan olan biteni dinlemek bile yeterlidir gerçekleri görmen için. Bu düzenin cezaevleri birer zulüm ve işkence yuvasıdır. İnsanları eğitmek ve yeniden topluma kazandırmayı değil, adeta öğüterek tüm insani meziyetlerinden soyundurmayı ve bu aşağılık düzenin birer piyonu olmayı sağlamayı amaçlamaktadır. Üç-beş parababasının elindeki TV ve gazeteler doğal ki kendi düzenlerini yıkmaya çalışan devrimcileri karalamaya çalışmakta ve onlarla senin arandaki doğal bağı koparmak için her gün yeni yalanlar üretmektedir. Bu düzenin yarattığı suçlara bir şekilde bulaşarak cezaevlerinde ömür tüketen, zulüm gören, aşağılanan adli tutuklu ve hükümlüler senin evlatlarındır. Hiç biri gerçek anlamda suçlu değillerdir. Suçlu bu düzenin kendisidir. Ne bu düzenin değişmesi için savaşa katılmış devrimciler ve ne de adli tutuklu ve hükümlüler asla suçlu değillerdir. Bugün bizler düzenin cezaevlerine doldurulmuş onbinlerce insanın hiç bir ön koşul getirilmeksizin derhal salıverilmesini talep ediyoruz. Ve ister siyasi ister adli hiç kimse hakkında verilen hükmün adil olmadığına inanıyoruz. Gerçekten suçlu olmadıkları içindir ki af da dilenmiyor, TÜM TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK, ZİNDANLAR BOŞALSIN diyoruz. Faşizmin Zindanlarına Düşen Herkes Hakkında Verilen Hüküm Geçersizdir Tutsaklara Özgürlük sloganımız yalnız siyasi tutsaklar için geçerli değildir. Tüm adli tutuklu ve hükümlüler de serbest bıkakılmalıdırlar . Çünk ü suçu ür eten düzenin, hiç kimseyi yine kendi mahkemelerinde yargılamaya hakkı yok- tur. Bu düzenin kendisi zaten suçun kaynağıdır. Suçlu düzendir. Bu sömürü ve zulüm düzeni ortadan kalkmadıkça da bu tip olayların sonu gelmeyecektir. Hatta dahası dünya yüzeyinden pratik olarak İnsanın insan tarafından sömürüsü üzerine kurulu sistem topyekün yıkılmadıkça, bu kültür kazın-madıkça yeni suçların ortaya çıkması kaçınılm az olacak tır. Dolayısı yla, insanlar ı suça iten bu düzenin hiç kimse hakkında karar almaya, hüküm vermeye hakkı yoktur. Verdiği tüm kararlar geçersizdir, yanlıdır ve haksızdır. Bu anlamda tüm çevreler gerek bu düzenin yarattığı suçlara bulaşmış insanlar ve gerekse de bu düzeni ortadan kaldırıp insana yakışır bir dünya yaratmak için savaşan insanlara ÖZGÜRLÜK istemelidir. Af İstemiyoruz. Suçlular İçin Af İstenir Tutsaklar Suçlu Değillerdir "GENEL AF" ve "TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK" sloganları birbirinin aynı sloganlar değildir ve bir benzerlikleri de yoktur. Her ikisi de iki ayrı bakış açısının ürünür ve temel olarak iktidar mücadelesi verenler ile düzen içi bir çözümü halkımıza reva görenler arasındaki derin ayrılığın simgeleştiği sloganlardan biridir. Devrimciler, halkımızın kurtuluşunun bu düzenin topyekün devrilmesinden yana olanlar, mücadeleleri, örgütlenmeleri, ahlak ve kültürleriyle halktan yana olanlar atıyor TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK sloganını. Çünkü onfar bu ülkede emekçiler ve sermayedarlar arasında bir sınıf savaşı olduğunu ve bu savaşta düşman eline düşenlerin tutsak olduğunu söylüyorlar. Önlerine asıl hedef olarak iktidarı koyuyorlar ve sermayedarların iktidarının yıkılmadan kimsenin özgür olamayacağına inanıyorlar. Diğerini ise halk saflarında gözüküyor olmalarına rağmen esas olarak bu düzenin devamını isteyenler, iktidar perspektifi olmayanlar, "savaşmayanlar" atıyor. Düzen içinde bir takım düzenlemeler yapılarak, belli reformlar gerçekleştirilerek sonuç alma hayalleri kuranlar, halk ile sömürücü bir avuç azınlık arasındaki acımasız savaşı yumuşatıp bu arada kendilerine de yaşam şansı arayanlar kullanıyor bu sloganı. Onun İçindir ki "AF DİLENİYORLAR". AF DEMİYORUZ. Eğer bir af sözkonusuysa, bu halkımızı İliklerine kadar sömürenler için istenmelidir ki halkımız kimden yana olduğunu görsün. Halkımızın devrimci evlatları, onun onur kaynağıdır. Hakettiklerİ ceza değil, ödüldür. Ama onlar bunu da istemiyor, kendileri için tek Ödülün bu halkın sömürü ve zulümden kurtulduğu, kendi iktidarını kurduğu günleri görmek olduğunu söylüyorlar. Sorumluluk Herkesin Om uzlarındadır Herkesin Yeri Tutsakların Omuzbaşıdır Hiç kimse sorumluluktan kaçmamalıdır. Halk saflarında olduğunu söyleyen herkes, bu saflardan koparılıp karanlık dehlizlere atılmış ve her günü zulüm altında geçen tutsaklar için mücadele etmeli, onların yeniden halkın bağrına dönmesini sağlamak için faşizmi her alandan sıkıştırmalıdır. Devrimcilerin, demokratların, aydın namusu taşıyanların ve topluma karşı kendini borçlu hisseden herkesin görevi, akla gelebilecek her türlü yöntem ve silahla faşizme karşı baskı unsuru olmak, ona vurmak, onun politikalarını ve saldırılarını durdurmak ve tutsakların gösterdikleri direnişle birleşmek- ■ Tutsaklarla Dayanışma Komitelerini Kuralım Cezaevleri, Özgür Tutsak birbirini bütün-leyen ve tamamlayan olgular.Özgür Tutsak, düşmanın fiziki olarak bedenini tutsak ettiği ama düşüncelerini tutsak edemediği devrimci tutsakları katletmek için her türlü yolu denemekten kaçınmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Özellikle son dönemde Sağmalcılar Cezaevi üzerinde yaratılmak istenen provokasyon girişimleri basının da körüklemesiyle tırmandırılmaya çalışılıyor. Cezaevlerinin örgüt yuvalan haline dönmesinden tutalım da, cezaevlerine çekidüzen vermekten dem vuranlar halk desteği almaktan da söz etmeden geçemiyorlar. Yapacakları yeni katliamlara zemin yaratmaya çalışan düşmanın hangi desteği alacağı da herkes tarafından bilinmektedir. Oligarşinin cezaevlerindeki tutsakları bir rehin olarak görmesi ve tutsakları her an imha etmeye yönelik politikaları gündemde tutması yıllardır uygulanan zindancılık politikalarının bir parçasıdır. "Af Değil Zindanlar Boşalsın, Tutsaklara Özgürlük" şiarı üzerinde yükselen taleplere ilişkin olarak tutsak ailelerine çeşitli sorular yönelterek düşüncelerini aldık Cezaevinde tutsaklara yönelik provokasyon girişimleri var. Tutsakları hedef alan katliam girişimlerini boşa çıkarmak için neler yapılmalı? Tutsakları nasıl sahiplenmeliyiz? Bir Tutsak Yakını: Tutsakları yeterince sahiplendiğimizi söyleyemeyiz. Aileler arasında bir iletişimsizlik var. O açıdan tutsaklara yönelik saldırılar her an gündemde. Biz üzerimizdeki korkuyu attığımız zaman tutsakları sahiplenmemiz daha da kolaylaşacak. Devlet yakınlarımızı, çocuklarımızı her an öldürebilir. Bunu önlemek için birlik ve beraberlik içinde hareket etmeliyiz. Bu tür girişimlerin önüne geçmek için bıkmadan usanmadan ziyarete gelmeliyiz. Kemal KESKİN: Ben tutsak yakını değilim. Ama tutsakların sorunlarına duyarlı olduğum için her hafta ziyarete geliyorum. Buca da yapılan katliamın ardından Ümraniye de tutsaklara saldırıldı. Yeni bir katliam girişimi denenmek istendi. Bunu başaramadılar. Orhan Taşanlar halk desteğinden söz ediyor. Yanılıyor. Yapacakları katliam için halkın destek vereceğini sananlar hayal kırıklığına uğrayacaklar. Gerekirse cezaevi önüne binlerce insanı yığmalıyız. Biz tutsakların yarımda olduğumuz sürece böyle bir şeye cesaret edemeyeceklerdir. İlyas DÖRTYOL: Düşman mantıksız hareket ediyor. Şu aşama da bir katliamı göze alabileceğini sanmıyorum. Yine de olası bir katliam girişimine karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Düşman korktuğu için tutsakları yok etmeye çalışıyor. Tutsakları sahiplendikçe onlara gelebilecek her türlü saldırı etkisiz hale getirilir. lemek için neler yapılabilir? Bunun önüne geçmek için nasıl hareket edilmeli? Bir Tutsak Yalanı: Polis bizi cezaevi önünden aldıkça biz daha sık ve çoluk çocuğumuzla geleceğiz. Amaçları bizi yıldırmaya çalışarak sindirmek. Yakınlarımızı ziyaret etmemizi engellemek istiyorlar. Böyle durumlarda bir çok insan tepkisiz kalıyor. Gözaltına alman insanları kolay kolay vermemeliyiz. Bizden herhangi bir karşılık göremeyince daha da saldırganlaşıyorlar. Bu da ziyarete gelen bir çok insanı tedirgin ediyor. İnsanlar gözaltına alınarak korku içine itiliyor. Kemal KESKİN: İnsanlarda hakim kırılmaya çalışılan korkudur. Gözaltına almalar, kaçırmalarla insanlara gözdağı verilmek isteniyor. Korku duvarlarını hep birlikte aşacağız. Eğer biz cezaevi önünden zorla insanların gözaltına alınmasına ve kaçırılmasına hep birlikte karşı çıkarsak düşman bunu göze alamaz. Cezaevine kalabalık gruplar halinde ve kitlesel olarak gelirsek istediği gibi İnsan alamazlar. Polisin ve kontrgerillanın bu tür pervasız hareket etmesine biraz da insanların tepki göstermemesi cesaretlendiriyor. O açıdan olanlara sessiz kalmamalıyız. İlyas DÖRTYOL: İnsanlar gözaltına alınarak, kaçırılarak kaybedilmeyi.- çalışılıyor. Düşman ziyarete gelen tutsak yakınlarım cezaevi çıkıdında gözaltına alıp işkencelerden geçirirken tutsakları tecrit et,mek istiyor. Bunu yaparken de basımn da körüklemesiyle tutsakları katletmeye yönelik girişimlerini sürdürüyor. Ama ne yaparlarsa yapsınlar bizleri yıldıramazlar. Düşman her geçen gün acizleşiyor. Bu yüzden tutsaklara ve ailelere gelebilecek her türlü saldırılara göğüs germeliyiz. Tutsakları sahiplenmek için nasıl bir oluşum yaratılmalı. Bu gibi kurumların işlevi ne olmalıdır? Bir Tutsak Yakını: Her şeyden önce aileler arasında düzenli olarak işleyen bir organizasyona gidilmeli. Her hangi bir olay geliştiğinde anında müdahale edebilmeli. Böyle bir Örgütlenme yaratmya çalışmalıyız. Aileler birbiriyle sürekli ilişki içinde olmalı ve buna uygun adımlar atmalı. Bizim yaratacağımız bu örgütlenmeler yapılacak olan katliamların önüne set çekecektir. Kemal KESKİN: Tutsak aileleri cezaevlerinde tutsaklara yönelik katliamları engellemek için bu tür organizasyonlara ihtiyaç var. Bu kurumlar düzenli ve sistemli bir biçimde çalışarak anında tavrr koyabilecek işleve büründürülmelidir. İlyas DÖRYOL: Bugün böylesi örgütlülüklerin eksikliğini hissetmekteyiz. Hemen gelişen olaylara müdahale edebilecek örgütlenmelerin zorunluluğu kendini dayatıyor. Bunun adı süreç içinde somutlaşacaktır. Adı Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi olabilir ya da başka bir ad olabilir. Bu niteliğe sahip örgütlülükler kendini pratik içinde ifade ederek şekillendirecektir. Altını doldurmak için tüm tutsak aileleri ortak hareket etmeli. Cezaevlerinde tutsaklara ya da ailelere yönelik saldırılara karşı hemen müdahale edebilecek şekilde örgütlenmeliyiz. Bu bir basın açıklaması olabilir. Bir kitle gösterisi olabilir. Kısaca: her şey bizim yapacağımız çalışCezaevi önünden sık sık insanlar gözaltına alı- malara bağlıdır. nıyor. Kaçırılıyor. Polisin bu tür girişimlerini ön- Zulmün ömrü az olur, onur hep Zulmün karanlığında Ak bir nişandır direnmek düşmana Ölüm bir an Yaşam milyonlarca yıl bilene... "Sağlığımdan daha önemliydi direniş, önce direnişti. Diğer işler daha sonra..." Oligarşi tutsak edip zindanlara doldurduğu devrimcileri ıslah ederek kendi düzeni ile uyumlulaştırmaya çalışıyor. Tutsak alınan devrimci, demokrat, İlerici insanların nasıl sindirilmeye, düşüncelerinden vazgeçirilmeye çalışıldığı iyi biliniyor. İşte bu yüzden oligarşinin hedefi devrimcilerin mutlaka fiziken yok edilmesi değildir. O, zindanlarda devrimcilerin, düşünsel alanda köleleştirilmesi ve düzenin uyumlu bir parçasına dönüştürülmesinin de ne kadar önemli olduğunu biliyor. Tüm bunlara rağmen halkın mücadelesini onurunu savunmanın; düşünce ve nançlarda haksızlık ve adeletsizlikle-re, en adice, ahlaksızca keyfiliklere boyun eğmemesinin gururu vardır devrimci tutsaklarda. Cezaevlerinde şehit olmak pahasına yıllarca kan ve can bedeli süren mücadelelerde, duruşma salonlarında coplanmak, yerlerde sürüklenmek, kıyasıya dövülerek atılmak, mahkeme gidiş gelişlerinde zorla, ahlak dışı ve onur kırıcı aramalardan geçirilmek kanıksatılmaya çalışılıyor. Devrimci tutsakların cevapları siyasi kimliğine onuruna, doğrudan düşüncelerine yönelen saldırılara, hep bedelini ödeyerek direnmek oldu. Bu yolda yıllarca İşkence baskı altında aşağılanarak, aç-susuz kalarak, sakatlanarak, bedenlerinde ömür boyu taşıyacağı hastalıklar kaparak ölerek, dış dünyadan koparılmış tüm hücrelerde, tecritlerde mücadelelerini sürdürüyorlar. Bursa Cezaevi'nde olan Mustafa Kaya (35) adlı TKP(ML)-TİKKO davası tutsağı geçirdiği rahatsızlık sonucu kaldırıldığı Bursa Devlet Hastanesi'nde 31 Aralık Pazar akşamı yaşamını yitirirken, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde kalan ve gözaltında gördüğü işkencelerden dolayı uzun süredir rahatsız olan PKK davasından Tuncay Baltaş adlı tutsak 1 Ocak günü yaşamını yitirdi. Cezaevinde geçirdikleri rahatsızlık sonucunda tedavileri yapılmadığı ya da geciktirildiği İçin yaşamını yitiren, sakat kalan ilk ölümler değildi bu tutsaklar. 24 Kasım 1995 gecesi Aydın Cezaevi'nde rahatsızlanan Ümit Doğan Gönül nefes yollarının tıkanması üzerine durumu ağrrlaştt. Cezaevi'nde doktorların bulunmaması zamanında müdahale yapılmasını geciktirdi. Daha sonra hastaneye sevk edilen DHKP-/C tutsağı Ümit Doğan Gönül yolda şehit düştü. Yine Ümraniye Cezaevi'nde yapılan saldırıda aldığı darbelerden dolayı yaralanan ve tedavisi yapılmayan Oktay Karataş da ölüme terk edildi. Kısa bir süre önce de Buca Cezaevi'nde ölen M. Salih Işık ve Bedran Önen. DHKP/C tutsağı Kalender Kayapınar da bu uygulamaların kurbanı oldu. Çanakkale E Tipi Cezaevi'nde kaldığı sırada sağlığı iyice bozulduğu İçin Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi'ne nakledilen Kayapınar'ın tam teşekküllü bir hastaneye sevki, cezaevi idaresi ve jandarmaların keyfi davranışlarıyla engellendi. Engeller nedeniyle prostat kanseri teşhisi geç konulan Kalender'in kanser tüm vücuduna yayıldı. Halkın Hukuk Bürosu avukatlarının yoğun girişimleri sonucu 29 Aralıkla İstanbul Adli Tıp Kurumu Başkanlığınca oluşturulan 5 kişilik kurulun düzenlediği raporda "Cezaevi'nde kalmasının hayatını tehdit edeceği'nin belirtilmesi üzerine Çanakkale İnfaz Savcılığı Kalender Kayapınar'ın infazını CMUK'un 399/2. maddesine göre 1 yıl erteleyince Kalender 30 Aralıkla tahliye oldu. Tahliye olduktan sonra ailesinin götürdüğü doktorlar Kalender'i n tedavisi için yapılacak herhangi bir sev kalmadığını, kanse rin karaciğerini de tamamen tahrip ettiğini belirttiler. 3 Ocak'ta biyopsi yaptırmak için ailesi tarafından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürüldü. Buradaki doktorlar da hiçbir tedavi imkanı olmadığını bu yüzden eve götürülmesinin iyi olacağını söylediler. Kalender eve götürülürken arabada fenalaşarak yaşamını yitirdi. Tahliye olduktan sonra 4 gün yaşayabilmişti. Böyle bir sonucun olacağını savcısı da, cezaevi idaresi de, cezaevi doktorları da iyi biliyordu. O nedenle tahliye etmişlerdi. Kendilerine cezaevinde daha fazla sorun çıkarmasını istemiyorlardı. Düşündükleri kendi rahatlarının bozulmasıydı. Bu durumu abisi şöyle ifade ediyordu: "Sağmalcılar Cezaevi Hastanesi'ne gittiğimizde doktorlar bakmıyorlardı. Cezaevi bakmamamızı İstiyor diyorlardı. Cezaevi idaresine başvurduğumuzda da biz gönderiyoruz hastane bakmıyor diyorlardı. Bunu bilinçli olarak yapıyorlardı." dedi. Kalender'in ölümünden birinci derecede cezaevi yetkilileri, jandarma ve hastane sorumludur. Kalender'in tahliye olduğu 30 Aralık akşamından itibaren şehit olana kadar evine gittik, sohbet ettik. Çanakkale Cezaevi'nde kaldığı sırada, son 45 günlük açlık grevinde rahatsızlanmasını anlattı. "Eylül'ün 8'ydi. Karnımdaki sancılar artmıştı. Tıp öğrencisi olduğum için kendi hastalığımın bilincindeydim. Buna rağmen hastalığımın ciddiyetini arkadaşlara açmadım, o koşullarda önemli olan direnişti. Açlık grevine devam ettim. Rahatsızlandım. Tüm hastane başvurularımızı dinlemediler. Cezaevinde bile bile beni ölüme terk ettiler. Cezaevinde kontrgerillanın üç ayağı var. Savcı, idare, hastane. Her zaman kalaslarla, coplarla saldırmıyorlar. Hücre hücre öldürüyorlar. Bunu sistemli olarak yapıyorlar." Kalender'den sonra söze giren abisi anlatıyor: " Kalender'i cezaevinden ölüm halinde bize teslim ettiler. Kalender'i düşündüklerinden yapmadılar. Onlara sorun olacağından yaptılar. Kalender en büyük acıyı cezaevinden ring arabalarıyla hastaneye getirilip götürülürken çekti. 2 saat arabada beklettiler. Hastaneye götürdüklerinde de 2 saat film çekmek için beklettiler. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Buna rağmen ilgilenmediler. Başında askerler bekliyordu. Beni yanına yaklaştırmadılar. Doktorlar ve hemşireler de rahat hareket edemiyorlardı. Gözleriyle tehdit eder gibi bakıyorlardı. Devamlı oradan oraya sürükleyip durdular." Kalenderde abisinin anlatımlarından sonra hastaneye tedavi için getirilen tutsakların durumlarını anlatmıştı: "Doktorlar tutsaklara bakmıyorlar. Yine tutsaklara kendi arkadaşları yardım ediyor, ilgileniyor. Durumu kötü olan arkadaşlar var. Aileler müdahale etsin. Ailelere ihtiyacımız var. Birlik olmalıyız" demişti. Ziyaret sırasında TİYAD'lı bir anayı Sultan Çelik'i tanıştırdık. Çok sevindi. Kendi ailesine ve annesine dönerek "Siz neden mücadele etmiyorsunuz" diyerek ailelerin mücadeledeki önemini belirtti. Kalenderle sohbetimiz 3 gün boyunca sürdü. Konuşacak ve kıpırdayacak hali olmadığı halde bizi görünce canlanıyor ve bizimle zon günlerde birlikteliğin, bütünleşmenin, aynı ruh dalgasında erimenin yarattığı kardeşlik, yoldaşlık ortamına zorla da olsa konuşarak katılıyordu. Gazetemizin son sayısını ve yılbaşında çıkardığımız takvimi götürmüştük. Takvimin kapağına baktığında birden canlandı. Takvimin kapağında DHKP/C önderi Dursun Karataş'ın fotoğrafı vardı. Coşkuyla "oyy" dedi.Çok hoşuna gitmişti. Takvimi yanıbaşına astırdı.Daha sonra "Bana gazetenin başlıklarını okurmusunuz" dedi. Ona okuduk. Getirdiğimiz karanfilleri alarak üzerine yazdığımız şiiri çok zorlanmasına rağmen kendi okumak is- tedi. "Zulmün karanlığında/Ak bir nişandır/direnmek düşmana/Ölüm bir an/Yaşam milyonlarca yıl/bilene..." Daha sonra çiçekleri abisine "Bunlar solmasın vazoya koy." dedi. Kişiliği ismiyle özdeşleşmişti. Kalender; gösterişsiz, sade, alçak gönüllü... Ziyaretine gelen insanları uğurlarken kalkamadığı için üzülür, özür dilerdi. Biz yanından ayrılırken tüm ısrarlarımıza rağmen bizi dinlemez kendisi kapıya kadar gelir, bizi uğurlar, öperdi. Kalkacak hali hiç yoktu. Kemik yığını haline gelmişti. Açlık grevinden sonra bir daha hiçbir şey yiyecek durumu kalmamıştı.Yediği bir günde birkaç kaşık bir şeydi. Yemeği geldiğinde yemeden önce bize döner "Siz bir şeyler yediniz mi" diye mutlaka sorardı. Ziyaretlerimiz sırasında biz bir an dalardık yüzüne bakarak. Kalender bizim üzüldüğümüzü anladığı anda bizi o atmosferden çıkartmaya çalışır bir soru sorardı, bizi o ortamdan kurtarmaya çalışırdı. Kolları şişen damarları nedeniyle rahatsızlık veriyordu. Devamlı kolonyayla ovulmasını istiyordu. Bu işi abisi yapardı. Bir ara "sen gel yap" diyerek bizlerden birini çağırdı. Bizimle paylaşmak istedi o anını da... Yaşama sevinci sağlık durumunu bildiği halde bitmemişti. Bize "En çok bir işe yaramamak beni üzüyor. Bir işe yaramıyorum artık"demişti. Birde Sağmalcılar Cezaevi'ndeki tahliye törenini anlatmıştı. "Herhalde böyle bir tahliye cezaevinde hiç görülmemiştir. Ben sedyedeyim. Beni marşlarla, türkülerle, sloganlarla uğurladılar. Ben de onlara katılmak istedim. Ancak benim sesim sinek vızıltısı gibi çıkıyordu." Eski günleri hatırlayıp sohbet ederdik. Bir ara Malatya'dakî açlık grevinden anlatmaya başladı. Abisi söze girerek; Malatya'daki açlık grevi İdareyle uzlaşmayla son bulmuştu dedi. Kalender hemen tepki gösterdi: "Hayır idarenin isteğiyle değildi, biz o açlık grevinden de zaferle çıkmıştık" dedi. Cezaevlerinde kaldığı süre içinde birçok açlık grevinde bulunmuş ve tüm direnişlerde alnının akıyla çıkmıştı. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun direniş geleneği yok edilmemeliydi. Her türlü haksızlığa, zulme, baskıya, işkenceye ve insanlıkdışı olan her şeye karşı direnmek bir insanlık göreviydi. Umutsuzluğun, karamsarlığın kol gezdiği en zor anlarda bile moral ve coşkusunu yitirmemişti Kalender. Ölüm günlerinde bile duyulan yaşama sevinci, zafer umudu direniş onuru vardı. Ölüm haberini aldığımızda onunla ilgili yazıyı hazırlıyorduk. Nasıl en güzel şekliyde verebiliriz diye düşünüyor, sohbet ediyorduk. Hatta yazdığımız yazıyı tekrar gözden geçirdiğimizde ölmüş bir insanın arkasından yazılmış gibi olmuş diye beğenmemiş düzeltmeye çalışıyorduk. Çünkü ona ölümün böylesini yakıştıramıyorduk. Ancak 3 Ocak günü haberi hazırlamayla uğraştığımız bir sırada ölüm haberini aldık ve sarsıldık. Suçlu Düzendir Civan ve Edes... Yağma düzeninin iki gözdesi; paylaşımda anlaşamayınca "suçlu" oldular. Telefon Cinayeti Sanığına 15 yıl... Tecavüz davası 1996'ya kaldı ....... Çiftlik evine eroin baskını.............. İşte 9 yaşındaki soyguncu ............ Bu saydıklarımız hemen her gün gazetelerde okuduğumuz haber başlıkları, manşetler. Altında burjuva basının ürettiği Türk filmlerinin konusu olan senaryolar. Bu insanların bunalımları, canilikleri, sapıklıkları anlatılmakta lanetler okunmaktadır. Yine aynı şekilde televizyondaki tüm kanalları "Söz Fato'da"lar, "Arena"lar,"Polis İmdat'lar kaplamış durumda. Bu programlarda tecavüzler, hırsızlıklar, cinayetler işlenmekte, ekrandan kan, pislik akmaktadır. Ama gerek yazılı gerek görsel medyanın bu haberlerinde tek yön dikkat çekiyor. O da bu "suç"ları işleyenlerin hasta ruhlu, kişilik bozukluğu olan kimseler olduğudur. Topfumu, halkı kirleten insanlardı bunlar. Bir yerde kader kurbanlan zavallt insanlardır. Ama topluma zarar veriyorlardır. Bu nedenle, toplumun dışına itilmeli, cezalandırılmalıydılar. Tüm bu çabalann tek nedeni var.lşlenen suçların sorumlusu olarak bireyleri, kişileri göstererek.tepkileri onlara yönlendirmektir. Oysa gerçekte bu insanlara bakıldığında mutlaka düzen tarafından savrulmuş, ekonomik, maddi-manevi kriz içinde bulunan kimseler oldukları görülecektir. Kader kurbanı değil sömürünün,yoksulluğun kurbanıydılar. Ama sahibinin sesi medya kraldan daha çok kralcı edalarıyla bu şekilde yansıtmaktadır. Medyanın ve kendi tüm uğraşlarına rağmen düzenin halka vereceği hiçbir şey yoktur. Yalnızca alacağı vardır. Daha fazla sömürmek,daha fazla kar etmek için halktan sürekli alır ve karşılığında yoksulluk,açlık verebilir. Başka hiçbir şey veremez. Düzenin tüm çarkları, yeni çarklar üretmek veya çark olmayanları ufalamak için döner. Tüm çabası insanlann kendi koyduğu sınırlar içinde kalarak, iktidarını tehlikeye düşünmemesidir. Bu şartlar altında her türlü pisliği, ahlaksızlığı, kuralsızlığı yapabilirler. Onlara kural, yasa yoktur. Buna karşılık düzenin çizdiği sınırlar içinde hareket etmeyenleri ise yasaları ile kısıtlamakta, bunları aşanları da hemen suçlu ilan ederek cezalandırmaktadır bu kezde. Açıkça halka "benim çizdiğim sınırları aşma"rnesajı vermektedir. Suç kavramı egemenlerin sınıf çıkarlarıyla oluşmaktadır. Bununla beraberde uygulamaları, politikalan suça teşvik etmektedir. Kriz Suçu Besliyor Oligarşinin arlan krizi,halkta çok daha boyutlu yansımasını buluyor. Krizini atlatabilmek, en azından yumuşatabilmek için halkın üzerinde sömürüsünü daha da arttırmakta, ekonomik olarak sıkıntıya giren insanlar da her türlü yola başvurmaktadır. Aç kalan birisi hırsızlık yaparak karnını doyurmaya çalışmakta veya borcunu ödemek için tek çare olarak çalmaktadır. Çocuğunu okula gönderemeyen bir kadın bunu sağlayabilmek için onurunu.vücudunu satmaya her türlü pis işi yapmaya zorlanmaktadır. Veya çalmak, rüşvet almak, üç kağıtçılık yapmak artık bir kültür haline getirilmiştir. Dürüstlük enayilik olarak lanse edilecek duruma gelmesine de direkt olarak düzenin verdiği kültür birebir etkilidir. Çelişkiler de krizle beraber suç oranını orantılı olarak artırmaktadır. Buna en güzet örnek emperyalizmin lideri konumundaki Amerika'da görülebilir. Dünya'da en fazla suçun işlendiği şehir Amerika'nın Los Angeles şehridir. Burada çelişkiler had safhadadır. Burjuvazi akıl almaz derecede sefa sürerken milyonlarca insan da aç ve sokaklarda yatmaktadır. Bu kadar çelişkinin uçurumda olduğu bir şehirde öldürme, hırsızlık,tecavüz,uyuşturucu kullanımı vb. de rekor seviyede bulunmakladır. Yeni sömürge ülkelerde de durum aynıdır. Suçu ve suçluları teşvik etmesinden daha da önemlisi düzenin temel aygıtı devletin kendisinin suçun kaynağı ve suçu üreten olduğudur. Devletin yönetiminde bulunanlar o ülkenin yasalarına göre suç sayılan fiilleri katmerli bir şekilde işlemektedirler. Ve yasalar onlar için geçerli değildir. Pekala bir Başbakanın oğlu veya Cumhurbaşkanının kızı birçok gayrimeşru ilişkilerle servetini artırabilir. Veya ülkenin en ünlü mafya babası Cumhurbaşkanıyla kol kola fotoğraflar çektirip dost olabilir. İnci Baba ile Demirel buna çarpıcı bir örnektir. Yüzbin lira vergi borcunu ödemeyen yoksul emekçiye gıyabi tutuklama kararı çıkanrken, trilyonları çalan mafya babalarının Cumhurbaşkanı köşkünde ağırlanması düzenin suça bakışını ve de asıl suçun kaynağının yerini göstermektedir. Düzen sömürüyle empoze ettiği kültürüyle, ideolojisiyle.ahlaksızlığıyla "suçlu" üretmektedir. Düzenin yarattığı ve empoze ettiği çarpık, yoz kültürde suçun kaynaklarından biridir. Halkı egemenliği altında tutabilmek için televizyonuyla,basınıyla yoz,çarpık bir yaşama Soytarılar... İstanbul'un yeni polis şefi 0. Taşanlar gelir gelmez yaptığı açıklamalarla ve şovlarla medyanın ilgisini çekmek için özel olarak çaba harcıyor. Bu çabalarına bir yenisini daha ekledi ve "gözaltındaki sanıklar' a yılbaşında pasta ikram etti. Kuşkusuz önceden ayarlanmış polis muhabirleri önünde tekrarlandı bu tören. Ve bu törenin fotoğrafları 3 Ocak tarihli Sabah gazetesinde yayınlandı. Herşey daha şirin gözükebilmek için olduğundan oldukça önemliydi bu tören. Ama törenin ulak bir ayrıntısını gözden kaçırdı Taşanlar. Yılbaşında pasta ikram edilen "sanıklar" olarak basının karşısına çıkıp duvar dibine dizilenler, gerçekte Terörle Mücadele Şubesi -Tim/1'in ya da nam-ı diğer DHKP-C timinin "anlı-şanlı" polisleridir, İşkencecidirler... Boşuna uğraşıyorsun Taşanlar Efendi ! Senin ve emrindeki katillerin eline yüzüne bulaşmış olan kanı, böyle utanmazca maskaralıklarla gizleyemezsin. Üstelik eline yüzüne bulaştırırsın. Böyle şirinlik gösterilerine gerek yok. Çünkü biz seni de işkencecilerini de iyi tanırız... özendirmekte, geri duyguları öne çıkarmakta bu yöndeki suçlara teşvik etmektedir. Gerçek suçlu olan düzen suçlarını örtbas etmek ve bir anlamda kendi çıkarı için olmayıp, birebir denetimini kuramadığı "suç"luları cezalandırmaktadır. Böylece bir yandan gözdağı verip, diğer yandan kendi suçlarını gizlemek, despot, baskıcı yönetimini sürdürebilmek için onbinlerce kişiyi susturmakta, cezaevlerine atmaktadır. Bugün cezaevleri dolmuş durumdadır. Ve devlet kendi ürettiği pislikleri sonucunda cezaevlerine doldurduğu bu insanların tepkilerini nötralize edebilmek ve kendisine prim yapabilmek için de "aflar çıkararak bir başka sahtekarlık örneği göstermektedir. Bu sahtekarlığını boşa çıkarıp af değil özgürlük şiarını yükseltmeliyiz. Eğer ortada bir suç varsa bunun sorumlusu düzendir. Devlet bir yandan "suç", "suçlu" üretirken, diğer yandan yargılamaya, ağır cezalar verirken "büyüklük", "affedicilik" pozisyonuna girerek "af" çıkarmaya "affedici" bir rol üslenmeye çalışıyor. Oysa esas suçlu olan devletin kendisidir. Suçlu olan affedilir. Cezaevindekiler suçlu olamazlar, suçlu olmadıkları içinde de "affa" ihtiyaçları yoktur.Cezaevindeki siyasi ve adlilerin özgürlüklerine kavuşması sorunu vardır. Suçu üreten ve kaynağı olan bir düzen sürdüğü müddetçe "suç"un, önüne geçmek de mümkün değildir. Bir yerde varlığını suç üretme üzerine kuran böyle bir mekanizma dağıtıldığında hakimiyeti sona erdiğinde ancak suç ortadan kalkabilir. Onun için öncelikle "suç"un sorumlusu olmayan dolayısıyla suçlu olmayan tüm tutsaklara (halk düşmanlan ve faşistler dışında) özgürlük diyoruz. Ve ekliyoruz suçu ortadan kaldırmak için kaynağı dağıtmalıyız. Bugün bu kaynak halklara zulmü, işkenceyi, sömürüyü reva gören faşist düzendir.* ■ Devlet yanlısı olmayan herkes, devletin silahlı güçlerinin hedefi haline geldi. 48 saat boyunca bombalanan Şırnak'ı, Kulp, İdil ve Lice'ler izledi. Son on yılda boşaltılan köy sayısı 3500'e ulaşırken, topraklarım terk etmek zorunda kalarak kent varoşlarında sefalete mahkum edilen insanların sayısı üç milyonu geçti. ■ Çatışmalarda, köy baskınlarında, mayın tarlalarında, sokaklarda, cezaevleri ve işkencehanelerde ölen insan sayısı 15 bin oldu. Sömürü düzenini korumak için oligarşinin maaşlı uşakları, Kürdistan'ı kana boyadı. üleyman Demirel'in Başbakan, Erdal İnönü'nün Başbakan Yardımcısı olduğu DYP-CHP Koalisyon hükümeti 1991 yılında kurulurken, yaptıkları vaadlerle halkta yarattıkları en büyük beklenti "demokratikleşme" olmuştu. Demirel'in ifadesiyle "Paris Şartı'nın gerekleri yerine getirilecek", karakollar şeffaf olacak, işkence ve kötü muamele kalkacak, koruculuk ıslah edilecek, Anayasa'nın anti-demok-ratik maddeleri değiştirilecek ve insan haklarına saygı temelinde yeni düzenlemeler yapılacaktı. Savaşın sıkıntılarını en ağır biçimde yaşayan Kürt halkı başta olmak üzere reformist Kürt solcularından PKK'ye kadar birçok kesim koalisyon hükümetinin bu vaadlerinden etkilenmişti. CHP'nin hükümet ortaklığı "özel savaşı frenleyici bir güç" olarak görülmüştü. Demirel ve İnönü, Diyarbakır'da düzenledikleri miting'te coşkulu kalabalıklara konuşurken, Demirel'in ağzından çıkan "Kürt realitesini tanıyoruz" sözü koalisyon hükümetinden beklentisi olanları daha da umutlandırmıştı. Bütün bu, "demokratikieşme" vaadlerinin, aslında, toplumsal muhalefeti düzen sınırları içinde tutmak, kontrol altında almak ve Kürt ulusal hareketini tasfiye etmek için manevra yapmaktan öte hiçbir anlamı olmadığı çok geçmeden görüldü. Tarih, oligarşiyi, emperyalizmi ve faşizmi doğru tanımlayan devrimcileri bir kez daha haklı çıkarmış, demokratikleşme maskesi ile kendini gizleyen faşizmin kanlı yüzü, halka yönelik saldırıların artması ile ortaya çıkmıştı. Oligarşinin tek düşündüğü, başta ulu- ■ Kaldırın başınızı çocuklar. Görün evinizi yakanları, yıkanları. İyi tanıyın özei timini, korucusunu, kelle avcısını, halk düşmanı maaşlı kiralık katilleri iyi tanıyın. Başınızı kaldırın. sal haklarını isteyen Kürt halkı olmak üzere toplumsal muhalefeti ezmek, sindirmek ve susturmaktı. Vaad edilen demokratikleşme, Meclis'e her dediklerini yaptıran generallerin "terörün kökünü kazıyacağız" gibi kan kokan demeçleri arasında unutuldu gitti. insan haklarına saygı sözleri, panzer ve tankların arkasından sürüklenen insan cesetlerinin yarattığı vahşet tablosu içinde, özellikle Kürdistan'da hiçkimsenin aklına gelmez oldu. "Kürt realitesi" bombalanmaya, Kürdistan'in köylerinden, ormanlarından alev ve dumanlar yükselmeye başladt. Denizi kurutmak adına halka savaş açıldı. Koalisyon hükümeti kurulurken Kürt halkını inkar üzerine oluşmuş resmi politika iflas etmiş, 7 yıldır, gerilla karşısında düzenli ordunun etkisiz kaldığı görülmüştü. Oligarşi bir yandan kendi silahlı güçlerini artırırken diğer yandan halkı hedef alan saldırılarını genişletti. Kürdistan'a kaydırılan asker sayısı artırıldı, özel polis ve jandarma timleri kurulup geliştirildi, korucu kadrosuna takviye yapıldı. Zırhlı helikopter ve panzerler başta olmak üzere silahlanma için çok büyük paralar harcandı. Ve hedef genişletildi. Tek tek balıkları yakalamak yerine denizi kurutmak adına tüm halk, devlet güçlerinin hedefi oldu. Daha önce, gerilla, milis yada gerilfaya yardım edenler devlet güçlerinin he- defi idi. 1991'den itibaren "devlet yanlısı olmayan herkes" devletin hedefi haline geldi. Bu anlayışa göre, köylüler koruculuğu kabul etmiyorsa, gerilladan yana demekti. Tarafsız olmak yoktu. Şehirlerde devlet güçleri ile işbirliği yapmayanlar da "karşı taraftan" kabul edilip, düşman olarak görüldü. Ve sivil, savunmasız halkın hedef alındığı il, ilçe ve köy oprasyonları başlatıldı. Devlet yanlısı olmayan herkesin açıkça düşman olarak görüldüğü bu aşama, binlerce köyün yakılıp yıkıldığı ve yine binlerce insanın işkencelerden geçirildiği, gerilla denilerek sivil halkın kurşunlandığı kanlı bir sürecin başlangıcı oldu. Oligarşinin Kürdistan'daki kanlı elleri, kiralık özel timleri, korucuları, askerleri, gerilla ile savaşta etkili olamadı ama savunmasız sivil halka saldırırken, uyguladığı insanlık dışı yöntemlerle yüzbinlerce insana büyük acılar çektirmeyi başardı{!) Şırnak ile başlayan saldırı: Hedef ayrımsız tüm halk 1991 ve 1992 yılı Newroz kutlamalarında binlerce insanın sokağa döküldüğü Kürt ilçe ve şehirleri, "denizi kurutma" politikası için ilk olarak hedef alınan yerler oldu. 18 Ağustos 1992'de Şırnak ablukaya alındı. Ve tam 48 saat boyunca, kesintisiz olarak, halkın oturduğu evler tank, top ve tüfek ateşine tutuldu. Ateş kesildi- ğinde 26 kişi ölmüş, 60 kişi yaralanmış, şehir ise enkaz haline gelmişti. Devlete ait binalar ve lojmanlar dışında tahrip olmamış tek bir ev kalmamıştı. Operasyon bu kadarla da bitmedi. Şırnak halkından 500 kişi gözaltına alınarak işkenceden geçirildi. Bu saldırıların ardından 20 bine yakın insan büyük gruplar halinde Şımak'ı terketti. Devlet, sadece yurtsever nitelikleriyle bilinen Şırnak halkını korkutma ve sindirmeyi değil, tüm Kürt halkına bir mesaj vermeyi hesap ederek saldırmıştı. Buna göre gerilla nerede eylem yaparsa, devlet oradaki herkese saldıracaktı. Hatta gerilla eylem yapmasa da, devletle işbirliği yapmayan köy ve iiçeler de artık devletin hedefiydi. Şırnak saldırısı bir başlangıç oldu. 1992'de Kulp, Cizre, Çukurca gibi önemli ilçeler ve birçok köy, Şırmak gibi devlet güçlerinin saldırılarına hedef oldu. 1993te Hakkari, Yüksekova, İdil, Diyadin, Silopi ve Lice benzeri saldırılara hedef oldu. Lice saldırısı sivil halkın nasıl ayrımsız hedef alındığını gösteren tipik özelliklere sahipti. 1993 yılında 21 Ekim ile 26 Ekim arasında dört gün boyunca Lice dünyaya kapatıldı. Uzaktan bakınca yükselen kara dumanların görüldüğü Lice'ye bu süre içinde, ne halktan bir kişi, ne gazeteciler ne de CHP Genel Başkanı Deniz Baykal gibi Ankara'dan gelenler girebildi. Operasyon tamamlanıp da Lice ablukası kalkınca, görülen manzara kor- kunçtu: 30'dan fazla kişi ölmüş, 300'e yakın insan yaralanmış, çarşıda bulunan 248 dükkan içindeki eşyalarla birlikte yakılmış halkın oturduğu evler bombalanarak ya da yakılarak tahrip edilmişti. Jandarma ve Polise ait binalar ve PTT binası dışında tek bir sağlam ev kalmamıştı. Hastaneye kaldırılan çok sayıda yaralıdan biri olan Zarife Cantürk, Diyarbakır muhabirimize şunları anlatmıştı: "Operasyon sabah saat 9'da başladı. İlk önce silah sesleri geldi. Ardından top atışı başladı. Helikopterden de ateş ediyorlardı." "Paketler halinde beyaz toz şeklinde ve ateşe verince kendi kendine patlayan şeyleri dükkanlara binalara attılar. Elerinde uzun birşey vardı. Onlarla evleri, dükkanları yaktılar. Bazı insanlar evlerin içinde kalarak yandı. Bazıları evden çıkınca tarandılar." Lice'de hedef alınan insanlar ne gerilla, ne milis ne de gerillaya yardım eden kişilerdi. Lice'de ölen ve yaralananlar yaşlısı ve genciyle, kadını ve çocuklarıyla halktan insanlardı. Devlet güçleri gerillaya değil düpedüz halka saldırıyordu. Yıllardan beri gerillayı "üç-beş terörist" olarak niteleyen Genelkurmay, bu katliamcı politikanın ismini de şöyle koydu: Düşük yoğunluklu savaş" Lice'nin nüfusu 9 bin 600 den binin altına düştü; sağ kurtulanlar da yakılıp yıkılmış evlerden artakalan kırık, dökük eşyalarını alıp büyük şehirlere göç ettiler. Şırnak ile başlayıp Lice ile doruğa çıkan ve Sivil halkı hedef alan saldırılar, 1994 ve 1995 yıllarında daha da yaygınlaşarak köylerde devam etti. Ve yoğun bir göç dalgası ortaya çıktı. Kırların insansızlaştınlması: "Ya korucu olun ya da köyü terk edin" Önce aşiret reisleri ya da köy muhtarları askeri garnizonlara çağrılarak korucu olmaları istendi. Korucu olmayı kabul dı. Bu süreçte Ovacık'ın diğer köylerine Hozat, Çemiş-gezek ve Pertek köylerine de başka askeri birliklerce operasyon düzenlendi. Ve yüzlerce köy özellikle 1994'ün Eylül ve Araiık ayları arasında yakılıp yıkılarak boşaltıldı. Köyler uçaklarla bombalandı ■ 4 gün boyunca dünyaya kapatılan ilçede operasyonlar bittiğinde, devlete ait binalar dışında tek bir yapı etmeyenler açık ya da gizli tehdit edildiler. Devlet adına konuşan vali, kaymakam ya da askeri komutanların mantığına göre korucu olmayı kabul etmeyenler devletin yanında değil karşısında demekti. Devletin karşısında olanlar ise artık düşman kabul edilecekti. Hele ki bulundukları bölgede gerilla eylemi olursa, o bölgenin köyleri de gerilla gibi muamele görecekti. Birçok köy baskınında, halka "ya korucu olacaksınız ya da köyü terkedeceksiniz" denilerek baskı yapıldı. Halkı korkutarak ikna{!) etmek için üç-beş evin ateşe verildiği ya da halkın köy meydanına toplanarak işkenceden geçirildiği operasyonlar sistemli bir politika olarak yaygınlaştı. Devlet güçlerinin "korucu ol" ya da "terket" dayatmasını kabul etmeyen köylülere yönelik şiddetin dozu ise giderek arttı. 1995 yılı sonbaharında Dersim'in Resmi Rakamlarla 10 yıllık bilanço 15 BİN ÖLÜ Milli Güvenlik Kurulu, Milli Güvenlik Siyaseti Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda, 15 Ağustos 1984'ten sonraki 10 yıllık sürecin kanlı tablosu rakamlarla şöyle açıklandı: Çatışma ve operasyonlar sırasında ölen - subay - astsubay - polis - er, erbaş ve köy korucusu TOPLAM 3504 4644 Çeşitli saldırılarda ölen sivil: Gerilla, milis, ya da gerilla kuryesi: GENEL TOPLAM: 4036 6443 15.123 ölü. (*) Askeri operasyonların 10 yıllık maliyeti: Yakılan ormanlar hariç kaybedilen mitli servet: 897 trilyon TL 4.2 katrilyon TL 244 621 275 (") Yaşanan İç savaşı küçük gösterme gibi bir devlet politikasının variığı dikkate alındığında, açıklanan bu rakamların, gerçek rakamların altında olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim sivil gözlemciler sadece 1995 yılında hayatını kaybeden, gerilla, milis, sivil ve asker, polis sayısının toplamını 4 bin olarak açıklıyorlar. Ovacık ilçesi Mercan köyü'ne düzenlenen operasyonu, bir kişi şöyle anlattı: "Köye gelen asker ve özel timler köyü 5 dakikada boşaltmamızı istediler. Biz çocukları zor dışarı çıkardık. Timler evlere beyaz bir toz serptiler ve evter hemen tutuştu. Bir tek canımızı ve çocuklarımızı kurtardık." Mercan köyü kadar şanslı(!) olmayanlarda vardı. Yine Ovacık ilçesinin Buzlutepe ve Bilekli köyleri boşaltılırken toplam 6 kişi hayatını kaybetti.. Human Rights Watch'a yaşadıkları nı anlatan tanıkların ifadelerine göre Buzlutepe köyü 4 Ekim 1994 günü, askeri birlik ve özel tim tarafından basıldı. Halk megafonla çağrılarak köy meydanına toplandı. Kadın ve çocuklar dahil herkese yüzükoyun yere yatması "emredildi." Ardından evler hedef alınarak roketlerle ya başka silahlarla köyün bombalanmasına başlandı. Sağlam kalan bazı evler de bizzat askerler tarafından yanına gidilerek ateşe verildi. Buzlutepe'nin Delçek, Camrek ve Hinzari mezraları da aynı şekilde roket ateşine tutulurken bir evde bulunan ikisi çocuk beş kişi hayatını kaybetti. Buzlutepe'den hemen sonra komşu Bilekli köyüne operasyon yapıldı. Halk yine zorla meydanda toplandı. Bu kez askerler bir direnişle karşılaştılar. Bilekli köyü Muhtarı Müslüm Kavut "Evimi yakmayın, yakacaksanız beni yakın" diyerek karşı koydu. Önce muhtarı döven askerler, muhtar direnişinden vazgeçmeyince silahla tarayarak öldürdüler. Tanıkların anlatımına göre muhtarı öldüren kişi, yaşı otuzun üzerinde, rütbe takmamış bir subaydı. Yakılıp, yıkılan Buzlutepe ve Bilekli köyü'nün insanlarına yürüyerek Ovacık'a gitmeleri "emredildi." Köylülerin içinden yirmi kadar genç erkek ayrılarak bir hafta boyunca, askeri birliğin havan topları ve diğer yükleri taşıttırıldı. Ayrıca bu köylüler gerilla pususuna karşı önlem amacıyla askeri birliğin önünde yürütüldüler. Bir hafta boyunca askerlerin yük hayvanı gibi kullandığı köylü gençlerden birinin anlattığına göre, bu süre içinde Tepsili, Kuşluca, Eğrikavak, Elpasi, Haltipınar, Gorbasi ve Bilgeş köyleri aynı askeri birlik tarafından yakılıp yıkıl- Köyleri boşaltmak için, devlet güçleri tarafından yapılan operasyonlardan bazıları uçaklarla gerçekleştirildi. Şırnak ilinin Kuşkonar (Gever), Koçağılı, Sapaca, Hisar ve Çağlayan köyleri 24-26 Mart 1994 tarihlerinde bizzat uçaklar tarafından bombalanarak yerle bir edildi. Bu köyler devlet güçlerinin uzun süredir devam eden baskılarına rağmen korucu olmayı kabul etmemişlerdi. Human Rights Watch'a gördüklerini anlatan tanıkların ifadesine göre 26 Mart sabahı Kuşkonar köyünün üzerinde bir helikopter bir süre dolaştı. Ardından iki uçak ortaya çıktı ve köyün 100 metre üzerinden uçarak geçtiler. Uçaklar ikinci gelişlerinde köyün tam ortasına isabet eden iki tane bomba bıraktılar. Üçüncü defa yine gelen iki uçak birer bomba daha bıraktılar. Ancak bombalar bu kez köyün 100 metre ilerisindeki bir dere yatağına düştü. Köye isabet eden ilk bombaların patlaması sonucu toplam 24 kişi hayatını kaybetti. Bir o kadar kişi de yaralandı. Sağ kalanlar önce yaralıları kurtarıp hastanelere götürdüler. Tanıklardan M.B. katliam sonrasını şöyle anlattf: "Cesetler paramparça idi, her tarafa saçılmıştı. Sekizi öyle kötü yanmış ve parçalanmıştı ki, kim olduklarını tanıyamadık. Daha sonra kimlerin kayıp olduklarına bakarak onları giysilerinden çıkarttık." Sivil halkı böylesine bombalayacak kadar vahşileşmek, herhalde büyük dünya savaşlarında bile görülmemiştir. Ama oligarşinin gözü dönmüş maaşlı uşakları bunları yapabildiler. "Ben bu işi altı ayda bitiririm" diyerek kan kokan tehditler savuran generallerin yaptıkları, yapacakları işte buydu. Kendi halkını bombalamak. Atılan bombalar düştükleri yerlerde bir insan boyu çukur açacak kadar büyüktü. Aynı tarihte Şırnak'ta bombalanan diğer köylerden Sapaco'da oturan Şengül Hikmet isimli kadın, bombalamanın köy korucusu olmaları için yapılan baskılardan sonra gerçekleştiğini söyledi. Bombalamadan iki saat önce devlet güçlerinin gene aynı maksatla köye geldiklerini, köylülerin bir kez daha korucu olmayı kabul etmediklerini söyleyen Şengül Hikmet gördüklerini şöyle anlattı: "İki saat sonra uçakların köyün üzerine doğru geldiğini gördük. Eskiden olduğu gibi dağları bombalayacaklarını sandık. Ama köyümüzü bombalamaya başladılar. Bombalama sonunda elli hanelik köyümüz yerle bir oldu." Sapaca köyüne komşu Akduman köyü halkı, havada gördükleri beş uçağın önce ormanları ya da başka biryer- Devlet güçleri tarafından yakılan ve yıkılan köy ve mezra sayısı 1995 yılı sonunda 3 bin 500'ü geçti. Kontr-gerilla faaliyeti olarak İşkence ve katliamlar yoğunlaştı ■ Evleri yakılıp yıkılan köylüler, şehir kıyılarında çadırdan kentler oluştururken en büyük sıkıntıyı çeken çocuklar oldu. leri bombaladıklarını sandıklarını, Köyden biri yardım istemeye gelince Sapaca'nın bombalandığını öğrendiklerini söylediler. Ve hemen yaralıları kurtarmaya gittiler. Ölenler gömüldükten sonra her iki köyün halkı da topraklarını ierketti. Köy boşaltma operasyonları ve katliamlar gizlendi Dersim, Şırnak, Bingöl başta olmak üzere birçok şehrin köyleri bombalanarak ya da yakılıp yıkılarak yapılan boşaltma operasyonları kamuoyundan gizlenmeye çalışıldı. Değil sosyalist ya da yurtsever basın, burjuva basın bile köylerin boşaltıldığı sırada, sözkonusu bölgelere sokulmadı. Kamuoyu sadece OHAL Bölge Valiliği'nin resmi açıklamalarını dinlemek zorunda kaldı. Basının dışında insan hakları kuruluşları ve hatta bakanlar bile oprasyon bölgelerine giremediler. 1994 yılı sonbaharında Dersim'in yüzlerce köyü alev alev yanarken, tabanın baskısı ile Ovacık'a kadar gelen Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın "inceleme yapacağım" dediği köylere giremedi. Ondan bir süre sonra gelen İnsan Hakları Bakanı Algan Hacaloğlu, Karayalçın'ın gittiği Ovacık'a bile gidemedi. Burjuva basın gerçekleri açığa çıkarmak için zaten gönüllü değildi. OHAL Bölge Valisi'nin açıklamaları onlara yetip de artıyordu. Hatta birçok haber, bombalama ve köy boşaltma operasyonlarını yapan generallerin istedikleri gibi verildi. Burjuva basın MGK'nın borazanı gibi çalıştı. Gerçekleri kamuoyundan gizlemek için devletin başvurduğu yöntemlerden biri de, sosyalist ve yurtsever basının büro ve çalışanlarına yönelik saldırılardı. Özgür Gündem Gazetesi'nin Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir Gercüş muhabiri Yahya Orhan, Urfa büro temsilcisi Kemal Kılıç, Bitlis muhabiri Ferhat Tepe, aynı gazetenin yazarlarından Musa Anter, Hüseyin Deniz, 2000'e doğru dergisinin bölgede görev yapan muhabiri Halit Güngen, Gerçek dergisinden Namık Tarancı kontr-gerilla çeteleri tarafından uğradıkları silahlı saldırılar sonucu katledildiler. Özgür Ülke ve Yeni Politika gazetelerinin Batman bürolarında muhabirlik yapan Seyfettin Tepe ise Bitlis polisi tarafından 26 Ağustos 1995'de gözaltına alındıktan üç gün sonra katledildi. Sosyalist ve yurtsever basının yazar ve muhabirlerinin yanısıra, dört yıl içinde toplam 12 gazete bayii ve dağıtımcısı da kontra saldırılarında katledildiler. Gazete dağıtımı engellendi. Bürolara yapılan polis baskınlarında onlarca gazete çalışanı gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, tutuklandı, bürolar kapatıldı. Mücadele gazetesinin Kürdistan'da görev yapan birçok muhabiri tutuklanırken, Dersim ve Diyarbakır büroları kapatıldı. Tüm bu katliamlar, ve diğer baskılar Kürdistan'da uygulanan "düşük yoğunluklu savaş" isimli genel saldırının bir parçasıydı. Kürt halkının sesini kesme, sindirme ve insanlık dışı uygulamaları kamuoyundan gizleme amaçlı saldırılardı. 1995 yılının sonuna kadar süren ve bundan sonra da devam edeceği anlaşılan köy boşaltma, yakma, yıkma, bombalama uygulaması, herşeye rağmen Türkiye ve dünya kamuoyuna yansıdı. 1994 yılı sonunda Meclis'te İçişleri Bakanı Nahit Menteşe'ye, Hatay Milletvekili Fuat Çay boşaltılan köyleri sordu. Menteşe verdiği cevapta kısmen ya da tamamen boşaltılan köy sayısının 2 bin 297 olduğunu itiraf etti. Tabii bu köylerin boşalmasının nedeni hükümete göre devlet güçleri değil, gerillaydı (I), köylüleri topraklarından gerilla kovmaktaydı. (!) Hükümet böylesi saçmalıklarla suçunu gizlemeye çalışırken daha fazla battı. Bir basın toplantısı sırasında gazetecilerin, köyleri bombalayan bir helikopterden sözetmeleri üzerine, Başbakan Çiller, bu helikopterin Ermenistan'dan gelen PKK helikopterleri olabileceğini söyleyecek kadar komik durum düştü. Devlet sivil halka karşı sürdürdüğü kanlı baskı uygulamalarını sadece resmi asker ve polis güçlerince gerçekleştirmedi. Faşist Jandarma subaylarının istihbarat birimi olarak kurdukları JİTEM gibi örgütlerle itirafçılardan çeteler kuruldu. Korucular aynı biçimde seferber edildi. Sivil kıyafetle dolaşan polis ve jandarma özel timleri de halka karşı kanlı saldırıların gizli uygulayıcıları oldular. Hepsi birden kontr-gerilla olarak adlandırılan bu çetelerin yaptığı saldırılarda yüzlerce yurtsever, devrimci, demokrat aydın insan katledildi. 5 Temmuz 1991'de Diyarbakır DEP İl Başkanı Vedat Aydın, telsizli, silahlı sivil polisler tarafından gözaltına alındı. İki gün sonra Aydın'ın cesedi, kol ve bacakları kırılmış, elleri arkadan bağlanmış ve kurşunlanmış olarak Diyarbakır Maden karayolu üzerinde bulundu Vedat Aydın'ın katledilmesi daha sonra artarak sürecek olan kontr-gerilla cinayetlerinin başlangıcı oldu. 4 Eylül 1991'de DEP'li parti yöneticileri ve milletvekilleri Batman'm en işlek caddesinde silahlı saldırıya uğradı. DEP Mardin milletvekili Mehmet Sincar ile DEP Batman il Yönelim Kurulu üyesi Metin Özdemir hayatını kaybetti. Kontra saldırıları tırmanışa geçmişti. 1992 ve 1993 yıllarında Özgür Gündem yazarı Musa Anter başta olmak üzere gazetecilere ve gazete dağıtanlara yönelik saldırılar yoğunlaştı. 21 Şubat 1993'te Elazığ IHD Şube Başkanı Av. Metin Can ile Dr. Hasan Kaya Yeşil kod isimli Ahmet Demirin yönettiği bir grup itirafçı tarafından kaçırıldı. Elazığ polisinin yardımı olmadan itirafçıların böyle bir iş yapabilmeleri mümkün değildi. Av. Metin Can ve Dr. Hasan Kaya'nın cesetleri 27 Şubat'ta Dersim'e 15 km. uzaklıktaki Dinar köprüsü altında bulundu. Cesetlerde işkence izleri tespit edildi. 18 Mart 1994'te Diyarbakır'da Tüm Sağhk-Sen eski şube başkanı Necati Aydın ve Mehmet Ay gözaltına alındı. 4 Nisan günü mahkemede serbest bırakılmalarına rağmen, Adliye önünde bekleyen yakınları Aydın ve Ay'ı göremediler. Her ikisinin de cesedi 9 Nisan'da Silvan karayolu üzerinde bulundu. Yine elleri arkadan bağlı, işkence yapılmış ve kurşunlanmış olarak... Kontra çeteleri mahkemenin serbest bıraktığı kişileri polisin elinden alıp kaçıracak kadar polisle içli dışlıydı. 2 Haziran 1994'te HADEP Parti Meclisi üyesi ve DEP eski Urfa İl Başkanı Muhsin Melik ile şoförü Mehmet Ayyıldız, Urfa'da silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Kontr-gerilla'nın katliamları şüphesiz bunlarla sınırlı değildi. Son dört yıllık dönemde, daha fazlası Kürdistan'da olmak üzere tüm ülke genelinde faili-meçhul cinayetlerde ölenlerin toplamı 131511. Faili belli katliamlara hiçbir soruşturma yapılamadı Faili meçhul denilen katliamları yapanların devletin ilfegal saldırı örgütleri olan kontra çeteleri olduğu biliniyordu. Bir kontranın itirafı: Köy baskınlarında işkence, talan, tecavüz serbestti Askere gittikten sonra İzmir Foça'da Jandarma'ya ait öze! bir kampta eğitim gören ve daha sonra 1991 yılında Kürdistan'a gönderilerek Jandarma Özel Timlerinde görevlendirilen, sivil kıyafetlerle bir "kontra" olarak birçok kirli görevde yer ajan Jandarma çavuşu, askerden geldikten sonra vijdan azabı duyarak bunalıma girmiş, daha sonra gördüğü her şeyi Mücadele Gazetesine anlatmıştı: itiraflarından bir bölümünde şöyle demişti: Ev, mezra ya da köyleri nasıl basıyor, neler yapıyordunuz? A- Köyün uzak bir yerine ya bir araçla ya da helikopterle getirilir, bırakılırdık. Oradan köye dikkatli bir biçimde yanaşır, önce gözetlerdik. Sonra kimlerin emniyet görevi yapacağı, kimlerin hangi evi basacağını planlardık. Ardından hışımla aynı anda evlere girerdik. Bağırıp çağırma ve küfürler arasında basılan eylerde arama yapar, akla hayale sığmayacak işkence ve hakaretler yapardık, Örneğin bastığımıız evde genç bir kadın varsa mutlaka sarkıntılık yapardık. Erkekler ise hışmımızdan kurtulamazlardı. Onları dayak bekliyordu. Ardından talana başlardık. Zaten kafamızda kar maskesi biçiminde maskeler olduğu için tanınmamıza imkan yoktu. Köylülerin zulalarını çabucak öğrenmiştik. Kaldı ki, bulamazsak bile söyletir gene bulurduk. Köylünün elindeki 3-5 altına el koyardık ve 3-5 kuruşuna... Genç kızlara ve genç kadınlara tecavüz ettiğimiz de olurdu. Hatta dağda küçük çoban kızlara rastlıyorduk. Daha yaşları 11-12 olan bu kız çocuklarına bile sarkıntılık yapıldığı, tecavüz edildiği oluyordu. Kimi zaman dağda rastladığımız eşeklere bile tecavüz ediliyordu. Hatta içimizde öyle tipler vardı ki, dağda eşek arardı. Bir keresinde ise, çatışmada bir kadın gerilla öldürülmüştü. Soyup bir bayan gerillaya bile, yani ölüsüne dahi sarkıntılık yapıldı. Bunu hiç unutamıyorum.. Bu iğrençlik bana çok dokunmuştu. - Köylüleri sorguiadınız mı hiç? A- Evet... Duyum geliyordu mesela, falanca köye gerillalar gelmiş. Hemen o köye gidiyorduk. Ama bakıyorduk ki gerilla falan yok ya da gitmişler. Gerillalarla ilişkisi olabileceği tahmin edilen köylülerden birini ya da bîr kaçını alıp dağa çıkartıyorduk. Başlıyorduk sorguya. Bizim sorgumuz, öyle bir yeri kınlacakmış, ölecekmiş, bunu dikkate alan bir sorgu değildi. Adamı bir ağaçtan başaşağı sallandmrdık, sonra başlardık dövmeye. "Gerillalar nerede, sığınaklarının yeri" vb. sorular sormaya. Genellikle köylüler bilmezlerdi bunları. Tabii sonunda tim komutanı tabancasını çeker, köylunun ya ağzına ya burnuna namluyu sokar, basardı tetiğe. Sonra adamı alıp bir yere . Hepsi bu. Bunların yanrsıra birçok öldürme olayı, açıkça ismi cismi bilinen subay yada polislerce yapıldı. Bu tür faili belli cinayetlerin ise, ya "dur ihtarına uymadı, kaçarken vuruldu", ya da "kendini astı" vb. gibi uyduruk gerekçelerle üstü kapatıldı. Böyle cinayetleri soruşturmak için savcı ve hakimlerin ne niyeti, ne cesareti, ne de yetkileri vardı. 5 Mart 1993'te Mardin'in Nusaybin ilçesinde bir ev sabaha karşı polis timleri tarafından basıldı. Evde bulunan Gurbet Deniz, Latif Deniz, Süleyman Kaplan, Şemsettin Evsin, Fetullah Akalın ve ismi öğrenilemeyen bir kişi öldürüldü. Mardin Valisi ölenlerin terörist olduğunu ve çatışmaya girdiklerini söyledi. Ancak ölenlerin hiçbirinde silah olmadığı anlaşıldı. 16 Aralık 1993'te Şırnak ili Silopi ilçesi Damlıca köyüne gelen Jandarma timleri arama yaptılar. Köyde herhangi bir suç unsuru olmamasına rağmen köyün 5 gencini gözaltına alarak yanlarında götürdüler. Biraz sonra silah sesleri duyan köySüler, köy dışında 5 gencin kurşunlanmış cesetlerini buldular. Kendilerine daha sonra "kaçmaya çalıştıkları için vuruldular" açıklaması yapıldı. 28 Mayıs 1994'te Bitlis ili merkez ilçesine bağlı Yaygun köyüne gelen jandarma birlikleri ve köy korucuları halkın köy meydanında toplanmasını istediler. Bu sırada köye yakın bir tepede koyunlara bakan iki çocuk olduğunu gören jandarma subayı, onları ne çağırma, ne de farklı bir uyarıda bulunma gereği duymadı. Sadece elinde bulunan bir roketatarı çocukları hedef alarak ateşledi. Her iki çocuk da parçalanarak öldü. Bitlis Devlet Hastanesine kaldırılan cesetlerle ilgili olarak, "yerleştirmek istedikleri mayının ellerinde patlamasıyla ölen gerillalar" olduklarını yazan bir rapor tutuldu. Böylesine uydurma gerekçelerle adam öldürmek devlet güçleri için sıradan bir iş haline geldi. Son dört yılda hayatını kaybeden insanların içinde, "dur ihtarına uymadığı için" ölenlerin sayısı 309; "mayın patlamasıyla" ölenler 292; yerleşim yerlerinin bombalanmasında ölenler 138; göstericilere ateş açılması sonucu ölenler 46 olarak tespit edildi. 19 Nisan 1995 günü Diyarbakır ili Silvan ilçesi Kuruçayır mezrasında Ali İhsan Dağlı isimli bir kişi yanında bulunan 6 kişi ile birlikte gözaltına alındı. Ali İhsan Dağlı kolundan hafif yaralıydı. Human Rights Watch'a tanıklık yapan ve bu olayı gören bir askerin anlatımına göre gözaltına alınan 7 kişi bir mezra evinde işkence yapılarak sorgulandı. Daha sonra Silvan'daki askeri bir üsse götürülen Ali İhsan Dağlı, kısa bir sorgudan sonra bir subay tarafından kurşuna dizildi. Resmen gözaltına alındıktan sonra kurşuna dizilmesi, devlet güçlerinin adam öldürme konusunda sahip olduğu keyfiyetin sınırsızlığını göstermesi açısından bariz bir örnek niteliğindeydi. Oligarşi, yıllardır sömürdüğü, açlık ve yoksulluğa terk ettiği, ulusal kimliğini ve ulusal haklarını gaspettiği Kürt emekçi halkına, son on yıl içinde en yoğun zulmü yaşattı. Oligarşi kendi egemenliğini korumak için en insanlık dışı uygulamalara başvurmaktan geri durmadı; normal bir savaş durumunda uyulması gereken ulus- lararası kuralları bile hiçe sayan bir tutum geliştirdi. Oligarşi Kürdistan'ı tam anlamıyla kana boyadı. Ama hepsi bu kadar değil. Oligarşi, Kürdistan'da hayvancılıktan sanayi'ye, eğitim'den sağlığa tüm sosyo-ekonomik yapının çökmesine, yoksulluk ve sefaletin daha da derinleşmesine yolaçtı. tü beslenme ve barınma koşullarında, hastalıklar artarken, devletin sağlık hizmetleri eskiye göre daha da geriledi. Kırsal alandaki sağlık ocakları güvenlik ya da personel yokluğu nedeni ile büyük oranda kapandı. Şehirlerde İse hastanelerde ilaç, araç-gereç ve personel azlığı nedeni ile sağlık hizmetleri ihtiyaca cevap vermenin çok gerisinde kaldı. Hasta muayene etmenin ya da rapor vermenin zaman zaman suç sayıldığı, bu nedenle işkence gören, tutuklanan sağlık çalışanlarının bulunduğu koşullarda, sağlık personelinin bölgeyi terketmesinin önüne geçilmedi. Bu durumu değiştirecek güvenli çalışma ortamı sağlanmadı. Halkın sağlığı devletin pek de umurunda olmadı. Bölgede sağlık hizmetleri gibi eğitim hizmetleri de hızla geriledi. Boşaltılan ya da korucusu olmayan köylerin okulları kapandı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre, OHAL Bölgesinde 1994 yılında, 351'i öğretmensizlik, 1891'i de güvenlik nedeni ile olmak üzere 2 bin 242 okul kapalı bulunuyordu. Açık olanların ise araç gereç ve öğretmen ihtiyacı olması gerekenin çok altındaydı. Değil yeni okul yapmak, varolan kimi okulların bile jandarma çevrildiği Kürdistan'da ■ Devlet güçleri birçok kez savunmasız köylüleri devlet yanlısı olmadıkları kışlasına eğitim de, diğer sosyo-ekonomik gerekçesiyle kurşuna dizip, basına "gerilla" diye gösterdi. kurumlar gibi çöküşü yaşamaya başladı. Şehirlerde küçük üretim ya da ticaret Sosyo ekonomik yapan esnaf ta yaşanılan süreçten Ne işkence ve baskılar, yapı çöktü olumsuz biçimde etkilendi. Bingöl, Derne de katliamlar bitmiş Oligarşinin ayrımsız tüm halkı hedef sim gibi il ve bu illere bağlı ilçelerde uyalan kanlı baskı politikası, doğrudan ya gulanan gıda ambargosu nedeni ile tideğildir da dolaylı olarak yarattığı sonuçlarla, caret yapmak alabildiğine zorlaştı. DiKürt halkının yaşadığı acılar ve zuhalkın yaşadığı koşulları daha da kötü- ğer illerde de açlık ve sefalet içinde olan lüm henüz bitmiş değildir. Tersine, devleştirdi. halkın alım gücünün düşüklüğü sebebi letin halka karşı yürüttüğü "düşük yoKöylerin basılması, halkın işkence- ile ticaret potansiyeli düştü. Sınırdan ğunluklu savaş" tüm ağırlığıyla sürden geçirilmesi, "ya korucu ol ya terk et" hayvan ticareti hemen hemen sıfır nok- mektedir. Oligarşinin egemenliği esas diyerek getirilen dayatmalar ve nihayet tasına kadar geriledi. olarak baskı ve zor üzerine kuruludur; köylerin yakılıp yıkılması, bombalanmaİran ve Irak ile sınır ticareti, bu ülke- kanlı bir zulüm yönetimine dayanmaktası, yoğun bir göç dalgasına yolaçtı. Sa- lerle yaşanan sorunlar nedeni ile gerile- dır. dece son on yılda boşaltılan 3 bin 500 di. Birçok banka kapandı. Açık olanların Eski yoğunlukta olmasa bile halen köyün insanları değil, boşaltılmayan yaptıkları işlemler ise daha çok memur köyler boşaltılmakta, evler yakılmaktaköylerdeki insanların büyük bölümü de, maaşlarını ödemekten ibaret kaldı. dır. İşkenceler ve katliamların uygulayıyaşadığı baskıların sonucu olarak köyücıları, kanlı dişlerini her fırsatta gösteriBirikim sahibi kişiler paralarını alıp nü, topraklarını terketti. batı şehirlerinde yaşamayı ve yatırım yorlar. Bir gerilla saldırısının ardından Gerilia'nın kitle tabanını kurutmak yapmayı tercih edince, yeni yatırımlar polis özel timlerinin tüm Dersim halkına adına kırlar insansızlaşırıldı. Kesin ra- durdu. Devletin arada sırada verdiği kudurmuş gibi saldırması unutulmuş dekamlar bilinmemekle birlikte, on dört yıl- teşvikleri alanlar da bu paraları batıya ğildir. Kaldı ki o gün halka saldıranlar da toplam 3 milyona yakın insanın göç taşımanın bir yolunu buldular. Askeri tüm Kürdistan'da halen görevleri başınetmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. operasyonlar için trilyonlar harcayan dalar. İtirafçılar, korucular, kelle avcıları, Böylesine yoğun yaşanan göç ile bir- devlet de yatırım ve teşvikler için ayırdığı özel timler, yeni saldırılar gerçekleştirlikte, tarım ve hayvancılık çok ciddi bir parayı giderek azalttı, önemsiz düzeye mek için hazırda bekletilmektedir. çöküş yaşamaya başladı. Köylülerin kışın aç kalmasına yolaindirdi. Kışla, karakol ve hapishane Önceki yıllarda çobanların kurye de- dışında, hemen hemen yeni hiçbir şey çan gıda ambargosu daha da ağırlaşttrınilerek hedef alınması, göçebe aşiretle- yapılmadı. Bazı şehirlerde yapılan toplu larak uygulamaya devam ediliyor. Alarin hareketlerinin sınırlanması, yayla ya- konutlar ise daha çok polis ve subaylar cağı yiyecek miktarını karakola onaylatsakları konulması hayvancılığı zaten için lojman oldu. tıkları yetmiyormuş gibi, köylüler Dergeriletmişti. Tüm bunlara bir de yoğun Böylesi bir ekonomik gerileme yaşa- sim'de traktör vb. araçlarını da geceleri biçimde uygulanan köy boşaltma ekle- nırken, kırlardan şehirlere gelerek işsiz karakola getirip bırakmaya zorlanıyorlar. nince birçok insan hayvancılık yapmayı kalan halkın yaşadığı sefalet de günden Oligarşi'nin faşist yönetimi, Kürdisbırakmak zorunda kaldı. Can derdine güne derinleşti. Batman, Diyarbakır, tan'da en saldırgan haliyle, yasa ve kudüşürülen insanlar çok ucuz fiyatlarla Antep, Van gibi şehirlerin nüfusu ikiye rumlarıyla varlığını sürdürüyor. Derin bir sürülerini ellerinden çıkardılar. Tüccar- üçe katlanırken, yaşanan aîtyapı sorun- ekonomik ve siyasal krizi yaşayan oliların aldığı hayvanların çoğu kesime ları, işsizlik , açlık ve hastalıklar da ikiye garşi, ne kısmen ne de tümden hiçbir gönderildi. soruna çözüm getirme gücünde olmadıüçe katlandı. Köylerin terkedilmesi tarımı da aynı İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Bur- ğını gösteriyor. Geriye bu baskı ve zuşekilde olumsuz etkiledi. İnsanlar top- sa, Kocaeli gibi şehirlere göç edebilen- lüm ile, sömürü ve sefalet cenderesini raklarını satmaya bile fırsat bulamadan ler biraz daha şanslı sayılmakla birlikte, yırtıp atacak bir güç olarak, Kürt emekçi terkettiler. Terketmeyenlerin ise toprağı onlar da işsiz kalmak ile çok az ücretler halkının diğer milliyetlerden emekçi ya da bahçeleri işlemesi azaldı. Devlet karşılığında bulunan işler arasında ezil- halkla birlikte bu gidişe dur demesi kalıgüçlerinin "gerilla yiyecek alıyor" diyerek mekten kurtulamadılar. yor.* bağ, bahçe ve ekinleri ateşe vermesi, Susuz, kanalizasyonsuz evlerde, köbirçok köylünün ekim yapmaktan vazgeçmesi sonucuna yolaçtı. Yüzlerce dekar ormanın yakılması, orman ürünlerinden yararlanmanın yolunu da kapattı. Kırsal kesimde yaşayan halkın başlıca geçim Kaynağı olan tarım ve hayvancılık çökünce, geçim sıkıntısı had safhaya vardı. Köyünü, toprağını terkederek büyük şehirlerin gecekondularına gelen onbinlerce insan, işsizler ordusunun çığ gibi büyümesini beraberinde getirdi. ATILIM; "Beklenmeyen"den Beklenen'e... "Komünistlerin oluşum sürecine katıl- değil mi, o zaman niye çekiyorsunuz ve şovenizmi protesto anlamına gelemadıkları ve esasen reformist bir plat- adayınızı; hem de reformist bir blok cektir. 24 Aralık seçimlerinin pratik siyasi değeri olan en güçlü mesajı buform ve yönelime sahip böyle bîr blok için? dur, "(abç) içerisinde yer almalan beklenemez." Hani bağımsız sosyalist adayların es18 Kasım tarihli Atılım'da, yani seOylar "Majestelerinin tireceği sosyalizm rüzgarları. "Irkçılığı ve çimlerden bir ay önce, "Seçimde DevMuhalefetine! şovenizmi protesto" gibi sınırlı bir amaçrimci Politika" başlığı altında bunlar yaEvet, olay yalnız baştaki tutarsızlığın la yetinmek niye. Seçim tavnnızın amazılmıştı. Süreç farklı gelişti. Ve "beklenmeyen", kendilerinin "komünistlerden bir ifadesi olan blok'a aday sokmakla cı, anlamı bu mu? Atılım bağımsız aday kalmamış, hepsi desteğe dönüşmüştür. gösterirken bu seçim çalışmasında "Yabeklenemez" dedikleri oldu. Başta "devrimci, sosyalist bağımsız Hepsi hepsi bir aya sığan bu zig-zagları şasın İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyeti" adayların olmadığı yerlerde" ve de şu ya daha somut görebilmek için yine bizzat şiarına temel bir önem atfediyorlardı. Keza, yine kitlelere taşınacak mesajların da bu aday özelinde destekten sözedi- kendilerinin söylediklerine bakalım. "...Devrimci politika işçi ve emekçiler- ilk sıralarında "Kapitalizme Karşı, Soslirken tavır sonuçta blokun desteklende parlamentarist hayalleri yıkma, halkın yalizm", "Kahrolsun Emperyalizm" yeramesine dönüştü. sömürü ve zulüm düzenine karşı ayağa lıyordu. Ama sonra ne oldu? "Barış" po23 Aralık'ta, yani seçimden bir gün önce Atılım'da yer verilen MLKP açıkla- kaldırılması temelinde seçime katılır... litikalarını temel alan blok, -sözde ne Oysa iegalist ve reformculann hedefi en denirse densin- desteklendi. masında artık şunlar söyleniyordu: Reformistliği, legalistliği artık aşikar "...MLKP, tüm işçileri, emekçileri ve fazlasıyla majestelerinin muhalefetiyle sıolan Yeniden dergisinde de seçimlerin gençleri, adayları arasında... çok sayıda nırlıdır. " Bu tavır ifade edilirken kısmi, yerel, hemen arifesinde şu çağn yapılmıştı: devrimci-demokrat ve ilerici-yurtsever "Herhangi bir sol vb. ittiadaylar bulunan HADEP'i desteklemeye, bazı yerlerde, bazı adaylar özelinde seçimlere bağımsız olarak katılan devrimci ve komünist adayları HADEP lehine seçimlerden çekilmeye çağırır." Seçimlerin hemen arifesinde çıkan bu son sayıda seçimlerle ilgili yazıların başlıkları da adeta bu "değişim"! yansıtan bir hava içindedir; "Kartal'da Özgürlük Rüzgarı", "MLKP'den HADEP'e destek çağrısı", "Münevver lltemur Adaylıktan Çekildi", "Parti Ruhu varoştan sardı" "Blok Güçleniyor". "Acilciler'den Blok'a Destek", "Hüseyin Ocak'tan CHP'ye Protesto", "Oylar HADEP'e" Evet, "komünistlerin bu reformist blok içinde yer almaları beklenemezden "Oylar HADEP'e" çağrısına dönüşen bir süreç yaşamıştır Atılım. Bu süreç açık bir savruluşla ve açık bir tutarsızlıkla biçimlenmiştir. İlk olarak; başta destek bir-iki aday ■ Atılım seçimler öncesinde "Sosyalizm rüzgarları" estirmekten dem vururken; nezdinde veriliyormuş gibi bir imaj yara"barış" politikalarına angaje olup blok içinde yer almakta gecikmedi. tılmış, sonra zikredilen isimler çoğalmış ve sonuçta kendi sosyalist bağımsız "güç ve eylem" birliklerinden sözeden fak içinde yer almamız sözkonusu olmaadaylarını da çekerek blokun bütün ola- arkadaşlar, tavırlarının yanlış anlaşılma- dığına göre... Banş politikasını öne çıkarak desteklenmesi tavrına gelinmiş ve ması için olsa gerek diğer yandan şunu ran partilere ve adaylara oy verilmesi, seçim tavrının bütününde açık bir sav- söylemek gereğini de. duyuyorlar: barış, eşitlik ve özgürlük taleplerini güçrulma yaşamıştır. "Siyasi yönelimi ve platformu nede- lendirme mücadelesinin bir parçası olaİkinci olarak; bu süreç boyunca bir niyle olduğu gibi içerisinde yeralan kimi rak görülmeli." yandan blokun reformist yapısı —doğru güçler ve farklı adayların durumları neAtılım'ın ve Yeniden'cilerin "Barış ve yerinde olarak— eleştirilmiş, diğer deniyle de komünistler seçim mücadele- Bloku"na verdikleri kerhen desteğin yandan Hüseyin Ocak bloktan aday sinde politikalarını bu bloku desteklemek muhtevası aşağı yukarı aynıdır. gösterilerek, gazetelerinde de büyük üzerine kuramazlar." başlıklarla Blok'un Hüseyin Ocak'la daAma seçimin hemen arifesindeki Atıİddialar ve İstismarlar ha güçlendiği propagandası yapılmış; lım'dan aktardığımız başlıklar başka şey Atılım kendi durumunu gizlemek için ve kendi adaylarını meclise sokmak için söylemektedir. Seçim politikası, o nok- sözüm ona geçmişten bugüne boykot de TDKP'ye kızılıp kendi adayınızı niye tada her şeyiyle blokun desteklenmesi tavrı alanları eleştirmekte, hatta kendince çekmiyorsunuz denilmesi gibi bir tutar- üzerine şekillenmiştir artık. alay etmektedir. Kendisi ülke ve parsızlık sergilenmiştir. MLKP açıklamasında HADEP'in des- lamento gerçeğini kavramış, bizim gibiGerçekte Atılım bu seçimlerde aldığı teklenmesinin gerekçesi de şöyle açık- ler ise bu gerçeği anlamadığından hep son tavırla yıllardır izlediği ve her seçimde lanmaktadır: boykota başvurmaktadırlar. Zaten yaptı"İşçiler, emekçiler, gençler, bıkmadan sürdürdüğü "bağımsız ğımız bir şey de yokmuş. Boykotçuların 24 Aralık seçimlerinde oylarınızı HA- neler yaptığını göreceklermiş!. Atılım, aday" gösterme tavrını da reddetmiş, bu tavnn işlevsiz, pek de siyasi bir rolü DEP için -kullanın. Kuşku yok ki,- HADEP bu zigzaglarının, tutarsızlıklarının ortasıolmayan bir tavır olduğunu zımmen kabul sömürü ve zulme son verebilecek bir'' na.kendi dışındakileri ne dediği belirsiz etmiştir. Seçimin hemen arifesinde parti değildir. HADEP'in sunduğu barış taktikler izlemekle eleştirme becerisinibüyük misyonlar yükledikleri kendi ba- platformu bir çıkış yolu oluşturamaz. göstermektedir. Esasında olan şudur; ğımsız adaylarını da HADEP lehine çek- HADEP'in seçim ittifakı yaptığı partiler, zig-zaglar artıp bloka yanaşıldıkça, bir mişlerdir. HADEP reformistse, kendi parlamentarist tuzağın birer aletidir. An- yandan keskin söylemler daha fazla tekadaylarınız sosyajist komünistse vere- cak herşeye karşın bu seçimde HA- rar edilmeye başlanmış, öte yandan DEP'e vereceğiniz her oy, halkarın kar- "boykotçulara" eleştirilerini artırmışlarcekleri mesajlar da farklı olmalıydı öyle deşliğine açık bir destek olacak, ırkçılığı dır. Bu "taktikle" giderek reformizmin değirmenine su taşıyan seçim taktiğinin tutarsızlığı örtülmeye çalışılmıştır. Peki biz soralım: seçimlerle ilgili bu "usta taktik"leri belirlediğiniz her dönemde ne yaptınız? Kaç milyon insana seslenebildiniz, kaç gösteri yaptınız, bu gösterilerde ne kadar insan topladınız? Ancak bağımsız aday çıkararak kullanılabileceğini iddia ettiğiniz o seçim kürsülerinden hangi mesajları, nasıl ulaştırabildiniz? Ve adaylarınız tüm atıp tutmalarınızdan sonra her seferinde kaç oy aldı? Bu oyların kaçı size aittir? Cevaplan, iddialarının penceresinden bakıldığında, kendileri de biliyor ki komiktir. Bu son seçimlere ilişkin henüz bir "döküm" gözümüze çarpmadı, ama önceki kimi seçimlerde bizzat kendi dergilerinde yayınlanan propaganda çalışmalarına ve baz alınan oylara ilişkin "döküm" ler bile gerçekte bu işin taraflanndan ne denli karikatürize edilmiş olduğunun bir kanıtıydı. Birlik ve Sorumluluk Atılım seçimler dolayısıyla sitem etmekte, neden birlik yapılmadı deyip sağı solu sorumsuzlukla suçlamaktadır. Sorumsuz olan birileri varsa, kuşkusuz en başa kendilerini yerleştirmelidirler. Seçimlerde düzene, düzenin manevralarına, demagojilerine karşı, oligarşinin seçim oyununu bozmaya dönük, devrimci bir netlik içinde ortaklaşa neler yapmak gerektiğini düşünmemiş, tersine hem reformist deyip hem Blok'a aday vererek, kendi kendilerine sıfatlar yakıştırarak, Hüseyin Ocak'ı, eşine az rastlanır bir subjektivizmle kayıp ailelerinin doğal temsilcisi olarak göstererek, Gazi Direnişi'ni kullanarak, oy toplama sevdasına düşmüştür. Oligarşinin seçim oyununa devrimci bir cepheden eleştiri yöneltip bu zeminde tavır geliştirenlerle ortak neler yapılabileceğinin arayışında olunmak yerine, Gazi barikatlarının uzağında olan, kayıplar mücadelesine hangi mevziden "omuz" verdikleri bilinen kesimlerle birlikte Gazi'nin ve kayıplar mücadelesinin istismarı yapılmıştır. Atılım, bunlara, böyle bir şeye engel olması gerekirken, bunu körükleyen, onlara da böyle bir istismarın kapılarını sonuna kadar açan bir tutum sergilemiştir. Şunu açıkça koyalım, eğer Atılım'ın bu "ortaklığı" olmasaydı, Reformist blokun parlamenteristleri, Gazi'de barikatlarda ölümün üzerine yürünürken legal parti binalarından burunlarını çıkarmayanlar, Gazi mezarlığında yatan şehitlerimizi, kayıplarımızı böylesine pervasızca istismar edemezlerdi. Bu duygu öyle bir hale gelmiş, parlamento tutkusu o denli öne çıkmıştır ki, herşeyi oya dönüştürmek için adeta çırpınmışlardır. Atılım'ın E.P Girişimcilerine Hüseyin Ocak'ın önünü açmak için adayını çekme teklifinde bulunması da illa parlamentoya girme düşüncesinin bir ifadesidir. Bu düşünceleri vardıysa en tutarlı yol, barış bloku içinde yeralmaiarı olurdu. Birlikte hareket etme, ortak bir şeyler yapma konusunda başkalarını sorumsuzlukla suçlarken önce kendilerinin nasıl bir sorumluluk içinde olduklarını sor- gulamalı ve göstermelidirler. Herhalde Hüseyin Ocak'ı HADEP'ten aday yaparken HADEP'le ilkeler üzerine konuşmadılar. Böyle bir mutabakatları yok. "Birlik" yapıldı ama birlik üzerinetartışıp bir karara varılmaksızın; yani ilkesizce, yani sorumsuzca. Blokun reformist olduğunu söylemekten geri durmazken kendi adaylarını sokma noktasında tabiri caizse balıklama atladılar. Hüseyin Ocak bloktan adaylığını koymuşken, onlar yine bir yandan blokta o hep büyük önem verdikleri "ajitasyon propaganda özgürlüğü"nün olup olmadığının belirsizliğinden sözediyorlardı. "HADEP'te küçük kaygılar büyük yanlışlar doğuruyor" deyip Hüseyin Ocak'ın 3. sıradan aday gösterilmesi "siyası öngörüsüzlüğe denk düşüyor" diye yazanlar da kendileriydi. Atılımcı'lar burjuva basının bile Gazi'deki durumu "Menzir-Ocak" kapışması diye verirken, HADEP'in Ocak'ı 3. sıradan aday göstermesine kızıyordu, ilkesiz birliğin diğer bir yanı da bu noktadaydı işte. Siz "Gazı barikatlarının ruhuyla seçim alanlarına, katillerden hesap sormaya" diye manşetler atıyordunuz ama destekleyip —dahası aday sokup utangaçça ittifak yaptığınız— dostlarınızın Öyle bir "hesaplaşmaya" niyeti yoktu anlaşılan. Onlar, tersine oligarşiye öyle görüntüler vermekten kaçınıyorlardı. Evet, hangi ortak amaçlar, hangi ortak ilkeler üzerine soktunuz adayıma? Vo hangi zeminde, hangi birlikte davranma anlayışıyla genel bir desteğe çevirdiniz tavrınızı? Bütün bu çelişki ve tutarsızlıklara; seçim konusunda birlikte tavır alabilmek için kendilerinin hiçbir çabalarının olmamasına karşın, üst perdeden sağı solu suçlamak, bir başka tutarsızlık ve sorumsuzluktur. Atılım, üst perdeden konuşma alışkanlığından vazgeçmelidir; ve bu konuda üst perdeden böyle sağı solu suçlamak yerine seçim tavrının tutarsızlığını, dahası bu konudaki faydacılıklarını ciddi bir biçimde sorgulamalıdır. Seçim konusundaki tavırları kendilerini bile ikna etmemiş olmatıdır. Çünkü seçim sürecinin başında söylenenle, ortasında ve sonunda söylenenler ve yapılanlar, bizzat kendilerinin sözlerinin de açıkça gösterdiği gibi oldukça farklıdır. Bu sürede ülkede önemli bir değişiklik olmamıştır; ama Atılım açısından bir değişiklik olmuş, önce utangaçça blok İçinden aday gösterilmiş, sonra verili koşullarda kalabalıkları görünce parlamenter iştahlan kabarmış ve sonuçta da politikalarını bu blokun desteklenmesi üzerine oturtmuşlardır. Netleşme İhtiyacı Atılım, PKK'lilere kızmakta, devrimcileri bırakıp reformistleri tercih ettiklerinden yakınmaktadır. En başta yaptığımız alıntıda Blok'a katılmama gerekçesi belirtilirken "komünistlerin oluşum sürecine katılmadıktan ve esasen reformist bir yönelime sahip olan" diye ifade ettikleri gerekçede zaten ikircikli bir ifade ediş vardır, yani bu blokun oluşum sürecine katıisalardı ne olacaktı? Bu gerekçelerin hangisi asıl ve önceliklidir. Eğer ikinci İse, oluşum sürecine Atılım'ın çağrılması halinde de bir şeyin değişmemesi lazım değil mi? Atılım'ın bu noktadaki düşünceleri biraz önce de belirtildiği gibi bir yanıyla pragmatizm kokmaktadır. Diğer yandan ise PKK'nin ideolojik ve pratik yaklaşımlannı anlayamamıştır. PKK'yi reformistten tercih etmekte eleştirmek, bundan yakınmak bu anlayamamanın ifadesidir. PKK'nin Türkiye devrimi gibi bir sorunu olmadığından, Atılım'ın sözünü ettiği türden devrimci-reformist ayrımları yapmaz. Ana halka kendi mücadeleleridir; yani Kürt milliyetçiliği ve "taktik" adına savunulan politikalarıdır. Buna hizmet eden her şey iyi, tersi kötüdür. PKK İçin şu anda gerekli olan, işbirlikçi iktidarı ve emperyalizmi pazarlık masasına oturtmaktır. Yani barış politikalarıdır. Dostlar ve düşmanlar, ittifak yapılacaklar ve yapılmayacaklar, buna göre seçilir. Doğal ki, PKK'nin gündeminde ittifak yapılması gerekenler, mevcut barış politikalarına karşı olanlar değil, bu politikayı güçlendirenler olacaktır. Seçim sonrası Önerdikleri, savundukları birlik de buna uygundur. Bu barış partilerinin HADEP'le birlikte bir cephe partisine dönüşmesini istemektedirler. Elbette bu "legalist" cephe devrim yapmayacak. Onu hedeflemeyecek, yalnız ve yalnız barış politikalarını güçlendirmeye hizmet edecektir. Kabul edelim veya etmeyelim PKK'nin politikaları bu çerçevede gelişecektir. Bu bilinerek, herkes ittifaklarını, birlikleri neye göre ve kimlerle oluşturacağına karar vermelidir. Artık PKK de, Türkiye solu da bu konuda netleşmektedir. PKK'nin politikaları gizli, saklı değildir. Keza, PKK'nin bu politikalarına angaje olup parlamentarist hayalleri yayanlar ve kendilerine devrimi değil, barış politikalarını esas alıp bir anlamda eski CHP'nin misyonunu oynamak isteyenler de netleşecektir. Özetle PKK de İçinde olmak üzere reformist, düzen içi çözümleri esas alanlarla, düzen içiliği reddeden, iktidarı hedefleyen devrimci cephe ayrımı önümüzdeki süreç boyunca netleşecektir. Devrimci politikalar ve taktikier bu zeminde gelişecektir. Atılım'ın kafasında henüz açık olmayan budur. Bir yandan devrimcilere yakın durmaya çalışırken bir yandan da PKK'nin kendileriyle neden ittifak yapmadığı üzerine sitem etmektedir. Aslında çok daha açık göstergeler de vardır ortada. HADEP seçimler gündeme geldiğinde ittifak için bırakalım Atılım çevresini, reformistlerden de önce düzen partilerini yoklamış, onlarda aradığı cevabı bulamayınca legalistlerde karar kılmıştır. Çünkü onlar açısından sorun ve amaç farklıdır. Elbette bu amaca uygun araçları yaratacaklardır kendilerine. Atılım, yine seçim sürecinde yayınlanan anti-faşist cephe vb. üzerine yazılannda aslında bir yanıyla bunlan yakalamakta ve eleştirmektedir de. Ama sorun genel ilkeler ışığında eleştiri yürütmekle olup bitmiyor. Bunun politik ve pratik karşılığını da koymak gerekiyor. Oysa teoride uzlaşmacılığa, emperyalist çözümlere, oligarşiden icazet almaya, oligarşi içi muhataplar aranmasına karşı daha doğru görünen bir eleştiri hattı izlenirken, pratikte tüm bunlar adeta unutulmakta, şu ya da bu noktada eleştirilen noktaya savrulmaktan, bu çizginin yön verdiği eylem ve ittifakların peşine takılmaktan kendilerini, alamamaktadırlar. Teori ve pratik arasındaki bu uyumsuzluğun pragmatizmden kendine güvensizliğe, birilerine, belli potansiyellere dayanarak siyaset yapmaya çalışmaya kadar uzanan değişik nedenleri vardır ve Atılım bunlan çözümleyip, sorgulayıp, birlik-İttifak çizgisini bu sorgulamanın üzerinde daha sağlıklı hale getirmelidir.* Seçimleri takip eden iki hafta içindeki tüm siyasal tartışmaların ve dolayısıyla yeni hükümet kurmaya yönelik girişimler hemen hemen seçmenin ne deyip ne demediği üzerine odaklanmış durumda. TV'lerde, gazetelerde yorumcuların, parti liderlerinin günlerdir yaptığı tek iş seçmenin ne dediği üzerine ahkam kesmek. Anlaşılıyor ki, seçmen oldukça anlaşılmaz konuşmuş bu seçimde. Ya da başka bir açıdan bakılırsa, seçmen herkese başka birşey söylemiş. Örneğin, Hürriyet gazetesinin bir Ertuğrul'una göre "İki liderin iş üreteceğine birbirleriyle dalaşmasına seçmen çok içerledi. Bazıları da hırslarım Refah'a oy vererek çıkardı". Hürriyet'in soyadı Özkök olan diğer Ertuğrul'u ise şöyle yorumluyor seçim sonucunu: "Bu ülke Demirel-Ecevit, Demirel-Özal çekişmesinden çok çekmişti. Şimdi genç liderler geldi, daha beterim yapıyorlar. Seçmen de her geçen seçimde onlara biraz daha beter olun mesajını veriyor." TÜSlAD'a ve onların borazanlıgını yapan bir kısım yorumcuya göre ise halk DYP ve ANAP'a birleşin demiş. Bu halkın gerçekten çok gizli ve ince örülmüş bir Örgütlenmesi olmalı. Oturup kent kent planlanmış, her şehirden DYP'ye bu kadar ANAP'a şu kadar oy verin denmiş ve bu muntazaman hayata geçirilmiş, değilse, böyle bit matematikle kesinlikle bu mesajı vermek mümkün görünmüyor. Seçmenin ne mesaj verdiğine ilişkin yorumlar, Refah'ın aldığı ve almadığı oyların ne anlama geldiği noktasında İse birbirine taban tabana zıt uçlara savruluyor. Sanki seçim değil de millet, Refah'ı istiyor mu istemiyor mu diye bir referandum yapılmış gibi bir kısım yorumcu, "Türk halkı % 80 gibi büyük bir oranla Refaha karşı olduğunu göstermiştir" derken, Refahçılar buna "mîllet diğer partilere artık sizden bıkük, bizi Refah'ın yönetmesini istiyoruz demiştir." diye cevap veriyor. HADEP'in aldığı oylara ilişkin yorumlar da aynı uç noktalara giden yorumlardan; Burjuvazinin ideologları HADEP'in "Türkiye'nin batısından" doğru dürüst oy alamadığını belirterek bir "Kürt sorunu" değil, bölgesel sorun olduğunun kanıtlandığını söylüyor ve şöyle tamamlıyorlar: "Kürtler bütün olarak HADEP'i kendi temsilcileri olarak görmediklerini ortaya koymuşlardır." Sonuçta sorunun bir yanı yansına kadar dolu bir bardağın hangi yanından tanımlanacağıdır. "Yansı boş'da diyebilirsiniz, "yansı dolu"da. Matematikse! anlamda ikisi de yanlış olmaz. Ancak sorun bir matematik sorunu değil, yorumlar esas olarak kitlelerin gözünü boyama, aldatma üzerine şekilleniyor. Çünkü herşeyden önce sağından soluna tüm bu yorumcular matematiksel anlamda doğru, gerçek verileri kullanmıyorlar. Örneğin Refah'ın % 21'i olarak açıklanan oyu, seçimlere katılmayan ve kanlamayan tüm seçmenler üzerinden hesaplandığında ancak %141ere ulaşıyor, diğerlerini de aynı oranda düşürüp gerisini öyle yorumlayın. Sandıkta halkın iradesi kaba matematik hesabıyla bile yoktur aslında. 10 milyonu aşkın seçmen katılamamış ya da İradi olarak katılmamıştır seçime, sandık basma gitmemiştir. Ancak bu oran hiçbir yorumcuda görülmüyor, görmezden geliniyor. Seçim sürecinde burjuva propaganda yöntemlerine oldukça ısınmış görünen legalist-parlamentarist solda da benzer değerlendirmeler görülüyor. Oysa sonuçlar üzerine yapılan bu lür yorumlar -yorumun niteliği ne olursa olsun- sonuçta sandığın aklanmasıdır. Sandığın halkın iradesinin tecelli ettiği bir mekanizma olarak onaylanmasıdır. Yani oligarşinin demokrasicilik oyununun kabulüdür. Devrimciler seçim sonuçlarını eğilimler açısından, açığa çıkan dinamikler açısından, halkın karşı karşıya olduğu alternatifler ve altematifsizlikler açısından değerlendirmek durumundadırlar. Örneğin, onlarca köy ve yine oldukça çok sayıda kasabada, ilçede topyekün boykot eğilimleri gelişmiş ve bir kısmında da hayata geçirilmiştir. Gerekçeleri açıktır; köye yol yapacağız denilmiştir, yapılmamıştır, benzer başka vaatler tutulmamıştır. İşte yakalanması gereken bir halka. Büyütülmesi gereken bir dinamik. Çünkü aynı durumda, aynı ruh halini taşıyan binlerce semt, köy ve kasaba var bu ülkede... Oy hakkı verilen 7-8 milyon gençten ancak 1,5 milyonu seçmen olarak kaydettiriyor kendisini. Alın size üzerinde düşünüp politika üretmeniz gereken bir başka olgu... Düzen partilerinin tüm yıpranmışlığına, halkın düzen partilerinden olanca memnuniyetsizliğine karşın sosyalist, devrimci iddialarla halkı sandık başına çağıranların o halkın oylarını niye bir türlü alamadıkları: alın size sorgulanmaya muhtaç bir konu... Hamasi değerlendirmeleri, halk şunu dedi, bunu dedi türünden demagojiler burjuva partilerinin işi olabilir, ama asla devrimcilerin işi olamaz. Çünkü bu tür değerlendirmelerin ne ülkede devrimci bir mücadeleyi geliştirmeye, ne de kendilerine bir yaran dokunmayacaktır. Şimdi örneğin, Emek Partisi adaylarından biriyle Evrensel'de röportaj yapılıyor, "Beklediğiniz sonucu elde edebildiniz mi" diye soruluyor adaya. Aday tüm emek partisi adayları açısından cevaplandırıyor soruyu: "Seçimlere katıldığımız 19 seçim çevresinde aldığımız geçerli oy sayısı 12.304. Ancak geçersiz oylar, sandıklarda görevli müşahitlerden alınan bilgiler ve onların gözlemleriyle birlikte değerlendirildiğinde, bu sayı 100 bin civarında. Çok kısa bir süre için elbetteki başarılı bir sonuç." Yani 12 bin nerede, 100 bin nerede. Bu kadar geçersiz oy iddiası, böyle bir fark iddiasında burjuva partiler bile bulunmuyor. Dahası 12 bin değil de 100 bin olsa ne olur. Başa-n bunun neresinde, neye göre? Bu değerlendirmedeki mantık, parlamentarist hir mantıktır ama bu mantıkla bile kendini aklatmadan öteye bir anlamı yoktur. Özcesi şudur; halk bu ülkede diyeceğini sandıkla değil, sokaklarda, caddelerde, dağlarda kavganın içinde söylemektedir ve o dilden konuşmaya devam edecek, son sözünü, son mesajını da bu cephelerden verecektir. Bu gerçeği atlayan her yorumun ayaklan havadadır, burjuvaziyle seçim yanşında devrimden uzaklaşmaktadır.* "Tırmana T ürkiye'de faşizm gerçeğini görmeyenlerin ya da faşizmi doğru tanımlamayanla-rın doğru politikalar üretmeleri ve faşizme karşı doğru bir mücadele çizgisi oluşturmaları da mümkün değildir. Türkiye'deki sınıflar mücadelesinin özellikle 50'lerden bu yanaki tüm tarihi bunun tanığıdır. Ama özellikle de 75-80 arası bu açıdan daha da belirleyicidir. Bu dönemde faşizm meselesi Türkiye solunun en önemli tartışma konularından biridir. Tartışmanın özeti Türkiye'de faşizmin olup olmadığı noktasındaydı. Keza faşizm var ya da yok demekle de bitmiyordu mesele. Var diyenler arasında da yok diyenler arasında da faşizmin nasıl görüldüğü ve nasıl mücadele edileceği konusunda derin ayrılıklar sözkonusuydu. Hayatın tüm alanlarında halkı teslim almaya yönelen sivü faşist terör ve dönemin sonuna doğru artan oranda öne çıkan resmi faşist ierör nedeniyle, antifaşist mücadele bu sürecin en önemli, en yakıcı görevi durumundadır. Dolayısıyla bütün politik tutumlar ve tahliller de bu çerçevede biçimlenmek durumundaydı. 12 Eylül'den sonra, vahşi bir cuntayı daha yaşayan ve rejimin sivilleşmesindeki sahteliği tüm çıplaklığıyla gören Türkiye Solu bu tartışmayı bitirmiş görünüyordu. Yani herkes en azından Türkiye'de faşizmin olduğu konusunda "netleşmiş" görünüyordu. Ama öyle olmadığı görülüyor. Çünkü yine, sanki ülkede faşizm yokmuşçasına teoriler ve taktikler üretiliyor. Mesela Özgür Yaşam dergisinde yayınlanan şu satırlara bir göz atalım; 'Türkiye'yi yükselen faşizmden burjuvazinin politik güçleri kurtaramaz. Türkiye'yi krizden, faşizmden,... kurtarma görevini ancak işçi sınıfı, Kürtler ve öteki ezilenler üstlenebilir. ... Bugün çeşitli sosyalist parti ve gruplarla HADEP arasında oluşturulmuş bulunan seçim ittifakı, işte böyle bir faşizm karşıtı cephenin oluşumu için tarihsel bir adımdır. ...Bugün somut görevimiz seçimlerde burjuvazinin güçlerine karşı büyük bir birlik yaratmak ve yükselen faşist tehdide karşı safları sıklaştırmaktır." Ülkemizdeki faşizm gerçeğinin solun kafasında hala yerli yerine oturmadığı ve burjuva demokrasisi hayalleri içinde olduğunu sanan mantığın hala ölmediği ve ilk fırsatta canlandığı görülüyor. "Faşizme geçit yok" sloganlarını duyuyoruz yeniden. "Özel savaş hükümetine geçit yok" diyor bazıları. Bu ülkeyi dışarıdan seyreden biri bütün bunlara bakıp pekala Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde, oligarşinin partileri arasında faşist ve burjuva liberal partiler arasında amansız bir savaş var sanır. Sol da burjuvazi arasındaki bu çelişkide saf tutuyordur... Üniversitelerde yapılan son bir- kaç yürüyüşte "faşizme geçit yok" dövizlerini taşıyan genç öğrenciler, bu dövizi bütün iyiniyetleriyle taşıyorlar belki, bu tartışmanın tekabül ettiği siyasal tartışmalardan ve tutumlardan henüz uzaklar. Ama bu slogan şöyle ya da böyle kaşarlanmış reformistlerin, dünün halk savaşı savunucularının, "faşist diktatörlük" deyip duranların, faşizmin zulmünü en derin yaşamış Kürt küçük-burjuva milliyetçilerinin dilinde başka bir anlam taşıyor. Ve gerçekte de farklı siyasal tercihlerin ifadesi oluyor. Bugün farklı bir biçimde de olsa bu tartışmaya yeniden dönülüyor. Dönülmesi gerekiyor. Çünkü gerçekte reformizm ve revizyonizm ideolojik-teorik anlamda kendisini en çıplak biçimde bu noktada ifade ediyor. Türkiye'de uzunca bir süredir kullanılan güvercinler-şahinler terminolojisi sonuçta gelip bu noktaya dayanmıştır. Bu nokta, devletin asıl niteliğinin unutulup ya da gözardı edilip devletin, oligarşinin faşist ve faşist olmayan kanatlarını arayıp bulma ve bunlar arasındaki zorlama ayrımlar üzerinde siyaset yapma noktasıdır. Dün Türkiye'de faşizmin olmadığını söyleyenlerin temel sloganı "Faşizme Geçit Yok" denilerek ifade ediliyordu. Bugün bu slogan yeniden duyulurken, bazen kelimesi kelimesine böyle söyleniyor. Bazen de bu anlayış yaşanılan güncel siyasal gelişmeler içindeki tutumlarda kendini gösteriyor. DYP-SHP koalisyonunun dağılması ve yeni hükümet arayışlarıyla birlikte soldaki ve küçük-burjuva milliyetçilerindeki bu tür yaklaşımlar da su yüzüne çıktı; seçim öncesi süreç ve seçim tavrı bu anlayışı daha da netleştirdi. "Faşizme Geçit Yok" sloganı ve tavrı adeta hortlatıldı. Bu anlayışın temelinde devletin yapısının faşist olmadığı ve MHP'nin faşizmle özdeş tutularak oligarşinin diğer partilerinin faşist kabul edilmemesi, burjuva demokrasisini savunan liberaller olarak görülmesi yatıyor. Sorunu böyle gördüğünüz ve böyle koymaya başladığınız an -en iyiniyetli yorumla- oligarşiye karşı mücadelede etkisizleşmek, faşizme karşı mücadeleyi düzen içi bir mücadeleye çevirmek kaçınılmazdır. Ama bunun ötesinde Türkiye gerçeğine rağmen sorunu böyle koymak, oligarşiye karşı etkili bir mücadele verilmek istenip istenilmediğini, faşist İktidarı gerçekten yıkmaya soyunup soyunmadığınızı tartışma konusu yapar. Bugünkü tartışma da budur zaten. Faşizmin, faşist devletin tanımlanışını bulanıklaştıranların başında bütün dünyada, burjuvaziyle, faşistlerle hep uzlaşma içinde olan "sosyal-demokratlar" gelmişler, bunlar 2. Paylaşım savaşı öncesi Almanya, italya gibi ülkelerde faşizmin yolunu açarlarken, savaş sonrası yıllarda bizim gibi yeni sömürge ülkelerde de hemen her zaman faşizmin bir ayağını oluşturmuşlardır. Dün söyledikleri, yaptıkları, iddiaları ne olursa olsun bugün "demokrat!"laşan, legalleşen, icazet ve uzlaşma arayışında olan reformist kesimler de faşizm konusunda aynı bulanıklık içindedirler. Kendi bulanıklıkları ölçüsünde de faşizmi, faşizme karşı mücadeleyi bulanı kıstırmaktadırlar. Devlete Karşı Savaşma Cesareti Olmayanlar Rejimin Faşist Niteliğini İnkar Ediyorlar "Faşizme Geçit Yok" anlayışının başını geçmişte TKP çekiyordu. Türkiye'de faşizm vargücüyte saldırırken, katliamlar birbirini izlerken, "devlet terörü" alabildiğine tırmanmışken ve faşist saldırılar doğrudan kendilerini de hedef almışken, onlar ülkede faşizmin olmadığını kanıtlamakla meşguldüler. Onlara göre faşizm yoktu, "faşist tırmanış" vardı. "Faşist tırmanış" dedikleri ise MHP'ydi. Faşizm ancak MHP iktidara gelirse olurdu, mevcut devlet faşist değildi. Onlar Dimitrov'dan, Togliatti'den, revizyonist SBKP'nin teorisyenlerinden kanıtlar ararken ülkede mücadele tüm hızıyla sürüyordu; ama onların bu mücadeleye katılımı sadece bu faşist olmayan devletten "TKP'ye Özgürlük!" vermesini istemekten ibaretti... Faşizmin olmadığını kanıtlama uğraşında KSD de TKP'den geri kalmıyordu. İdeolojik mücadelesinin, dergi sayfalarının önemli bir bölümünü buna ayırırken, esas olarak da bu zeminde "barışçı" bir mücadelenin teorisini ve pratiğini inşa etmeye çalışıyordu. Onların faşizme karşı mücadeleden anladıkları da yalnız MHP'ye karşı mücadeleydi. Ama bu da "dişe-diş" bir mücadele değildir. Onların anti-faşist mücadelesi "MHP-ÜGD Kapatılsın, Faşist Odaklar Dağıtılsın" sloganı etrafında şekillenmiştir. Seslenişleri devletedir. Dev- n" Faşizm Bugün de Türkiye'de faşizm! ve faşist politikaları, Kürdistan'da yürütülen kendi deyişleriyle "kirli" ya da "özel" savaşı MHP'yle özdeşleştirenler, MHP'nin meclis dışında kalmasını " faşist tırmanışın önünü kesme" olarak görenler, düzen içi çözümleri ve reformist tercihleri öne çıkaranlar iki noktada balkın mücadelesini zayıflatan, gerileten bir misyon üstlenmektedirler. Sorunun açık konulusu ve önemi buradadır. Bu özdeşleştirmeyi yapanlar herseyden önce anti-faşist mücade leyi, halkın devlete karşı müca delesini çok dar bir alana hap setmekte, halkın gerçek anlam da kurtuluşuna, ona sınıf bilincinin taşınmasına değil, halkın gördüğünün de bulanıkIaştırılmasına hizmet etmektedirler. İkincisi, bu anlayış reformist hayaller yayarak halkın direniş ve savaş gücünü zayıflatmakta, haltı düzen İçte çekmektedir. letin, faşizmin ve MHP'nin birbirinden ayrı görülmesinin doğal sonucu olarak böyle bir talep, kendileri bunun pratik mücadelesini de vermedikleri halde, doğrudan devlete yöneltilmektedir. Sivil ve resmi faşist teröre karşı, faşist odaklara karşı devrimci şiddet temelinde mücadele veren devrimciler ise onlara göre "goşisftirler, bu grupların yaptıkları eylemler de terörizmdir. Bu kafa yapıları 12 Eylül cuntasına da faşist demediler, diyemediler. Tersine TKP hemen kısa süre içinde cunta içerisinde de "demokrat" kanat arayıp bulmuş, cunta içinde MHP'ye karşı olanlar-olmayanlar ayrımı yapmış ve buna göre de sözümona taktikler oluşturmuştur. "Taktik" dedikleri tavrın özü de sonuçta cuntaya karşı mücadele etmemekti. Cunta sokak sokak, kent kent operasyonlar yapıp idam sehpalarını hazırlarken onlar cunta içinde buldukları "demokrat" kanadı destekleyip MHP'lilerin adreslerini vererek cuntayı "faşizme karşı" tavır almaya zorluyorlardı. Bu kafa yapısı TKP'yi ve bazı diğer grupları yıllar yılı CHP'ye yedekleyen politikaların da kaynağıdır. Bu anlayış her dönem faşizme karşı savaşmayı, halkın kendi iktidar mücadelesini engelleyen, halkı çeşitli burjuva partilerin güdümüne sokmaya çalışan, solun hep "demokratik" muhalefette kalmasını isteyen ve esas olarak da oligarşinin parlamentosunu, meclisteki mücadeleyi temel görüp legalleşmek için uğraşan, düzenden yana, düzenle uzlaşma üzerine şekillenmiş bir tercihin sonucudur. Faşizmin ne olup ne olmadığında çarpıklık, elbette yalnızca TKP'yle KSD'yle sınırlı değildir. 80 öncesinin bu konuda sözü edilmesi gereken en önemli çarpıklıklarından biri de faşizme karşı mücadelenin MHP'ye karşı mücadeleye indirgenmesidir. TKP gibi kimileri bunu zaten düzenin, devletin faşist olmadığını söyleyerek teorize etmişler, pratikleri de buna uygun olmuştur, diğer bir kısmı ise DY gibi, bunu ülkede faşizmin olduğunu, devletin faşist olduğunu söyleyerek yapmışlardır. DY'nin 12 Eylül öncesi mücadelesi esas olarak sivil faşistlere, MHP'ye karşı bir mücadeledir. Devlete yönelmemişlerdir. Gerçekte pratiklerinde gizli bir TKP'lilik vardır; devletin faşist olduğunu söylemekte ancak devlete karşı savaşmamakta, devlete karşı örgütlenmemektedirler, mücadeleleri -kendi deyişleriyle- "savunma" temelinde MHP'ye karşıdır. 12 Eylül öncesi anti-faşist mücadelenin çeşitli gruplar açısından teorik-pratik bu biçimlenişine ilişkin sonraki ytllarda hemen tüm siyasi hareketler çeşitli değerlendirmeler yapmışlar, şu ya da bu ölçüde eksiklikler tesbit etmişlerdir. Elbette ki tüm bu değerlendirmelerin tartışılmaz iki sonucu vardır; birincisi, 12 Eylül öncesi sivil faşist terör eğer bu ülkenin kentlerini, köylerini terörüyle îeslim alamamışsa, bu reformistlerin, revizyonistlerin "faşizme geçit yok" deyip duran ama pratikte de faşist teröre teslim olan politikaları sonucu değil, faşist teröre karşı devrimci şiddet temelinde savaşanların anti-faşist mücadeledeki doğru tutumları sayesindedir. İkincisi, Türkiye halklarının cuntanın programını bozamasa da cunta yıllarından bir direniş mirası varsa bu da cunta içinde "demokrat" arayıp teslim olanların değil, "faşist cunta" demenin bile bedel ödemeyi gerektirdiği yıllarda cuntayı adıylasanıyla "faşist cunta" olarak değerlendirip, bu faşist cuntayla hiçbir noktada uzlaşmayıp mücadele edenler sayesinde mümkün olmuştur. Sonraki yıllarda hemen tüm gruplar 12 Eylül öncesi kitlelerde oluşturulan bilincin anti-devlet değil, antİ-MHP olduğunu, bunun da bir eksiklik olduğunu; TDKP gibi gruplar anti-faşist mücadelede silahlı temelde mücadele yürütenlere yönelttikleri bazı eleştirilerin "haksız" olduğunu, kendilerininse üzerlerine düşeni tam olarak yapmadıklarını vs. tesbit ettiler. Sivil faşist teröre karşı mücadelenin geçmişine ilişkin değerlendirmelerin ve bol keseden özeleştirilerin yapıldığı süreç, sivil faşist örgütlenmenin, devletin resmi kurumları, polisi, özel timi içindeki istihdamının dışında henüz açıktan kullanılmadığı bir süreçtir. Yani Özeleştirilerin "samimiyetinin" pratikte sınanmasının pek mümkün olmadığı bir süreç; ama ne zamanki başta üniversiteler ve mahalleler olmak üzere sivil faşistler yeniden açık saldırganlıklarına başladılar, bu özeleştirilerin çoğunun pek de "samimi" olmadığı görüldü. Solun önemli bir bölümü yine "aman provokasyona gelmeyelim" edebiyatıyla faşizme karşı mücadeleden yan çiziyor, özellikle üniversitelerdeki polis-sivil faşistler içiçeliğine açık tavır alan bir antifaşist mücadeleden uzak duruyorlardı. Aynı şey devrimci hareketin 90'ın başlarından itibaren devlet terörüne karşı yükselttiği mücadele karşısında da yaşandı. Dillerinde yine "provokasyon" teorileri vardı. Sivil ya da resmi faşist terörün karşısına halkın devrimci şiddetiyle çıkmanın kaçınılmazlığı bu ülkenin hemen her dönemecinde kendini dayatan açık bir gereklilik olarak ortaya çıkmışken, onlar bunu görmezden gelip provokasyon teorileri yapıyorlardı. Gerçekte sorun, onların faşizmin doğrudan, açık hedefi olmama yönündeki tercihleridir. Faşizme karşı mücadeleyi yükseltmek, doğallıkla faşizmin -gerek resmi gerek sivil- daha fazla hedefi olma anlamına gelecektir. Göze alamadıkları budur. Provokasyon edebiyatının kaynağı budur. Türkiye'de faşizm gerçeğini reddedişlerinin ya da görmezden gelişlerinin kaynağı da budur. Çünkü bu gerçeğin varlığını kabul ettiğinde ona karşı mücadele etmek zorundasındır. Mantıkları, bu gerçeği kabul etmeyerek, böyle bir zorunlulukla karşı karşıya kalmaktan da kurtulmak gibi basit bir hesaba dayanmaktadır. Ama tabii, herkes sonuçta biliyor ki, bu tarihte görülen en büyük yanılsamalardan, kendi kendini aldatmanın en uç örneklerinden biridir. Faşizmin terörü, onlar faşizmin varlığını kabul etseler de etmeseler de onları da hedef alır. Bu Yaşananlar Faşizm Değilse?... Faşizm konusundaki bu reformist, çarpık düşüncelerin ve 75-80'nin yoğun tartışmalarının üzerinden bir 12 Eylül geçti ve o günden bu yana da bilançosu binlerce ölümle, Türkiye tarihinin gördüğü en vahşi katliamlar, halka karşı en çaplı saldırılarla ifade edilebilen bir savaş süreci yaşanıyor. Buna rağmen hala "faşizme geçit yok" diyenler faşizmden ne anlıyor? Bu aslında tamamen belirsiz hale gelmiş, baskı ve zulüm günlük gelişmelere, burjuvazi içindeki çelişkilere göre tanımlanır olmuş ve öyle bir hal almıştır ki; sanki oligarşi adına Türkiye'de faşizmin değil de demokrasinin olduğunu kanıtlamak için objektif olarak özel bir çabaya dönüşmüştür. Sanki devlet bu lekeden kurtarılmak istenmektedir. Bu yaşananlar faşizm değilse faşizm nasıl bir rejimdir? "Her baskı ve terör faşizm değildir!"; bu biliniyor. Ama bilinen bir başka şey de faşizmin tekelci burjuvazinin bir yönetim biçimi olduğudur. Bugün ülkemizde tekelci burjuvazinin iktidarda olduğuna kuşku yoktur, tersini savunan da yok bilebildiğimizce. Uygulanan baskı ve terörün ise tekelci burjuvazinin düzenini sürdürmek, onun sömürüsünü sürekli kılmak için yapıldığı da açıktır. Böyle bir ülkede faşizmin varlığı-yokluğu noktasında "teorik" bir tartışmanın, M-L literatürdeki tanımlamalar üzerinden yürütülecek bir tartışmanın fazlaca gereği ve anlamı da olmasa gerek. Bugün ülkemizde bu tartışmanın, faşizmi yok sayan görüş ve anlayışların yürütüleceği zemin bu nedenledir ki, doğrudan bugünkü siyasal konumlanışlara ilişkin bir tartışma olmaktadır. DYP-CHP koalisyonunun bozulması üzerine gündeme gelen DYP-MHP koalisyonunu "faşist tırmanış" olarak görüp bunun dışındaki hükümet oluşumlarını faşizm olarak görmemenin, seçimler için oluşturulan blokun rolünü "faşist tırmanışın önünü kesmek" olarak belirlemenin asıl kaynağı reformist ve uzlaşmacı politikalardır. Reformizm ve uzlaşmacılık, mevcut baskı, terör ve halka karşı sürdürülen savaşı devlete değil, şu ya da bu partinin İktidarına bağlamakta, faşist devlet yapısı içinde "demokrasi yanlısı", "sivil", "faşist olmayan" güçler arayıp durmaktadır. Kürt milliyetçiliği ve PKK önderliği açısından bu arayışın nedeni düzen içinde muhataplar bulmaktır. Legalistler ise devrimden kaçıp tamamen reformist, barışçıl bir kulvarda siyaset yapabilmenin gereği oiarak bu tür tahlillere başvurmak zorundadırlar. Sonuçta bu arayışların, oligarşinin güçleri arasında farklı rejimleri tanımlayacak şekilde- yapılan bu suni ayrımların TKP'nin cunta içinde "demokratlar"' aramasından özünde hiçbir farkı yoktur. Düzen partileri arasında hiç farklılıklar yok mudur? Vardır elbette. Ancak, hiçbirinin farklılığı faşist devletin niteliğine ilişkin değildir. Hepsi bu devlet yapısında hemfikirdir. Farklılıklar bu devlet çatısı altında izlenecek politikalarda, halkın mücadelesinin hangi yöntemlerle bastırılacağına, havuç ve sopanın nasıl bir kompozisyon içinde biraraya getirileceğine vb. ilişkindir. Devrimci savaşın gelişmesi karşısında burjuvazinin karşı-devrimci şiddetinin gelişmesi de kaçınılmazdır. Bu defalarca ve defalarca yaşanıp görülmüştür. Eğer bu karşı-devrimci şiddet halkın mücadelesini ve devrimci savaşını yoketmeyi, ezmeyi başarırsa burjuvazinin hiçbir kesimi açısından sorun yoktur. Gaye hasıl olmuştur. Ama karşı-devrimin şiddetinin halkın savaşını bastırmakta yetersiz kalıp çaresizleştiği ve bu şiddetin yenilmeye yüz tuttuğu koşullarda ise burjuvazi içinde reformist düşüncelerin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Bu düşünceler ortaya çıkarken, burjuvazi içinde, halka karşı sürdürülen savaşa ilişkin "daha fazla" şiddetten çıkar umanlarla, tersini düşünenler, halkın savaşının düzen içine çekilmesini, devrimcî taleplerin sözde reformlarla boğulmasını önerenler ayrışırlar. Oligarşi cephesinde 90'dan bu yana dile getirilen ve daha da getirilecek olan ayrılıkların muhtevası budur. Bu ayrışma tarafların faşist olmadıkları, devletin faşist yapısını reddettikleri anlamına gelmez. Faşizm ve MHP MHP üzerine çokça yazılmıştır. Bunları burada tekrar etmenin gereği yoktur. Süregelen iç savaşı, yapılan zulmü sadece MHP ile özdeşleştiren mantık ne dünkü ne de bugünkü iktidarların zulmünü izah edemeyecektir. Bugün bütün burjuva partileri MHP ile nüanslarda ayrıdırlar. Faşizmi, ya da onların deyişiyle kirli savaşı salt MHP'ye bağlayanlar, bu teshillerle ülkede olan biten hiçbirşeyi açıklayamazlar. Türkiye'de olan biteni açıklamak için rejimin faşist niteliğinin ve MHP'nin bu faşizm içindeki yerinin anlaşılması gerekir. Bu ülkede faşizm MHP yokken vard t r ve faşizmin varlığı yokluğu da MHP'nin varlığına bağlı değildir. Ülkemizde faşizm şu ya da bu partinin iktidara gelmesine bağlı olarak şekillenmiş değildir, faşizm, 45'lerden başlayarak ülkemizin yeni sömürgeleştirilmesine bağlı olarak emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından yukarıdan aşağıya, devlet aracılığıyla kurumlaştırılmıştır. Bu yüzdendir ki, ülkemizdeki faşizm, İtalya, Almanya vb. ülkelerdeki klasik faşizmden farklılığını belirtmek üzere "sömürge tipi faşizm" olarak tanımlanmıştır. Sömürge tipi faşizmin, klasik faşizmden ayrılan yanı, Hitler, Mussolini örneklerinde olduğu gibi faşizmin aşağıdan yukarı bir kitle hareketiyle iktidara gelmeyip, yukarıdan aşağıya devlet aracılığıyla kurumlaştırılmış olmasıdır. Faşizmin sınıfsal temeli tekelci burjuvazi başta olmak üzere oligarşik ittifak olurken, maddi-askeri dayanağı da bu anlamda ordusu, polisiyle, yasaması-yürütmesiyle devletin kendisidir. Sömürge tipi faşizm İçinde MHP vb. sivil faşist örgütlenmelerin asıl işlevi ise, yukarıdan aşağıya kurumlaştırılan faşizme kitle tabanı yaratmak ve halkın mücadelesinin karşısına "vurucu güç" olarak çıkararak devletin faşist niteliğini gizleyebilmektedir. Oligarşi 12 Eylül öncesi halkın mücadelesinin karşısına sivil faşist odakları çıkararak MHP'yi bu doğrultuda kullanmıştır. Ülkemizde süren sınıf mücadelesini "sağ-sol çatışması" olarak göstermek, mücadelenin asıl hedefini halkın, kamuoyunun gözlerinden gizlemek oligarşinin bu anlamda başvurduğu bir taktik olmuştur. Solun önemli bir kısmı, oligarşinin bu politikasını anlamak ve bozmakta yetersiz kalmış, mücadelesini devleti gözden kaçıracak şekilde MHP'ye karşı mücadeleyle sınırlamıştır. Oligarşinin, MHP aracılığıyla uyguladığı sivil faşist terör halkın mücadelesini bastırmakta yetersiz kaldığı oranda, ancak o zaman doğrudan devlet terörünü öne çıkarmıştır, ki bu noktada da anti-MHP bir biçimlenme içinde olan solun büyük bölümü devlet terörüne karşı mücadelede yetersiz kalmıştır. 80 öncesinde Milliyetçi Cephe (MC) İktidarları dö- neminde, halkın mücadelesi geliştikçe halka karşı baskı ve terörünü artıran AP, halka karşı yürüttüğü savaşın doğası gereği giderek MHP'lileşmiştir. MHP bir yanıyla oligarşinin kullandığı bir sivil örgütlenme durumundayken, diğer yanıyla da temsil ettiği İdeoloji itibarıyla halka karşı savaşın, emperyalizmin ve tekellerin baskı ve sömürü düzenini sürdürmenin ana çizgisidir. Cunta döneminde açıkça görüldüğü gibi, oligarşi çıkarları için onları harcamakta da çekinmez. Bu dönemde de cunta kendini kamuoyuna "tarafsız" bir görünümde sunmak için kullanmıştır MHP'yi— Cuntanın faşist MHP hakkında dava açıp yöneticileri dahil MHP'lileri içeri atması, nasıl cuntanın faşist olmadığının kanıtı değilse, bugün oligarşinin değişik partilerinin MHP'ye, MHP'nin ifade ettiği kimi politikalara "karşı" olması, Özel Tim'deki, polisteki MHP'li kadrolaşmadan "rahatsızlık" duyması, onun faşist bir parti olmadığı ya da devletin ve politikaların faşist niteliğine karşı olduğu anlamına gelmez. Oligarşi cunta yıllarında devleti iyice tahkim etmiş, iç savaşa göre örgütlenmesini derinleştirmiştir. Ancak elbette cuntanın tüm bu önlemleri, yasai-fiili düzenlemeleri de halkın mücadelesini engelleyememiş, oligarşi sonraki süreç boyunca da yeni faşist baskı yasaları, yeni manevralar ihtiyacı içinde olmuş, devletin faşist kurumlaşması, baskı ve terörün artan oranda yasallaştırılması devam etmiştir. 84"ten itibaren Kürdistan'da ulusal kurtuluş mücadelesinin, 87'lerden itibaren de ülke genelinde devrimci mücadelenin, toplumsal muhalefetin yeniden yükselmesi oligarşinin bu anlamdaki açmazlarını ve ihtiyaçlarını İyice derinleştirmiş, halka karşı sürdürülen savaşın daha üst bir boyut kazandığı 90'lardan itibaren de "devletin MHP'lileşmesi" olarak ifade ettiğimiz süreç yaşanmıştır. Her seferinde altınt çizerek belirttik ki, devletin MHP'lileşmesi sadece poliste, bürokraside MHP'lilerin yeralmasıyla sınırlı bir olay değildir. MHP'lileşme aynı zamanda devletin ideolojisinde, halka karşı başvurduğu yöntemlerde ve kontrgerilla tarafından yönetilir olmasındadır. Bugün MHP milletvekiline bile sahip değildir. Ama, MHP'nin devrimcilere karşı şiddet kullanılması, katliam, soykırım, infaz ve ırkçı düşünceleri bütün burjuva partileri tarafından çeşitli biçimlerde sürdürülecektir. Hatta MHP çözülebilir, gerileyebilir, düşüncelerini değiştirebilir. Ama burjuvazinin şiddete dayalı politikası ve sınıf savaşı karşısında şiddetini artırması değişmez, çünkü bu burjuvazinin İktidarı için evrensel bir politikadır. Oligarşi ihtiyaç duyduğu sürece de değişik adlar ve biçimler altında sivil faşist örgütlenmeleri elinin altında bulundurur. MHP'Iilik veya faşistlik soyut bir olgu değildir, burjuvazinin sınıf karakterinden kaynaklanır. MC döneminde AP'nin MHP'lileşmesi, 90'lar Türkiye'sinde "devletin MHP'lileşmesi" olarak yaşanan gelişmeler, hep halkın mücadelesinin geliştiği ve oligarşinin de halka karşı savaşı tırmandırdığı süreçlere denk gelmiştir. Bu tesadüfi değildir elbette. Bu gelişme, halkın savaşının yükseldiği koşullarda, oligarşinin çıkarlarının en iyi ancak MHP etiketiyle ifade edilen politikalarla savunulabilir olmasının, bu açık sınıflar savaşı gerçeğinin sonucudur. Faşizme Karşı Nasıl Bir Cephe? Faşizmi MHP'ye İndirgeyen anlayışın dünkü faturası, kitleleri sınıflar mücadelesinin asıl ekseninde, iktidar mücadelesi hedefiyle bilinçlendirmemek ve kitleleri bir dönem sivil faşist teröre , sonraki süreçte de resmi faşist teröre teslim etmek olmuştur. Ama şimdi bunu bir yana bırakıyoruz. Bugün de Türkiye'de faşizmi ve faşist politikaları, Kürdistan'da yürütülen kendi deyişleriyle "kirli" ya da "özel" savaşı MHP'yle özdeşleştirenler, MHP'nin meclis dışında kalmasını " faşist tırmanışın önünü kesme" olarak görenler, düzen içi çözümleri ve reformist tercihleri öne çıkaranlar iki noktada halkın mücadelesini zayıflatan, gerileten bir misyon üstlenmektedirler. Sorunun açık konulusu ve önemi buradadır. Bu özdeşleştirmeyi yapanlar herşeyden önce anti-faşist mücadeleyi, halkın devlete karşı mücadelesini çok dar bir alana hapsetmekte, halkın gerçek anlamda kurtuluşuna, ona sınıf bilincinin taşınmasına değil, halkın gördüğünün de bulanıklaştırılmasına kurtuluşuna, ona sınıf bilincinin taşınmasına değil, halkın gördüğünün de hizmet etmektedirler. İkincisi, bu anlayış reformist hayaller yayarak halkın direniş ve savaş gücünü zayıflatmakta, halkı düzen içine çekmektedir. DYP-MHP koalisyonunu İaşist tırmanış" olarak gösterenler bunun akabinde ANAP'ın sorunu çözebileceği umutlarını yaymakta da gecikmemişlerdir. Gösterilen bu "çözüm" alternatifleri, ANAP olur, YDH olur, CHP olur, demokrat Menderes olur ya da Refah olur..Önemli olan hepsi düzen içidir. Ve bulacakları çözüm de düzen içi olacaktır. Bunlardan biri, birkaçı Kürt sorununu daha fazla diline dolayabilir; daha önce YDH'nın, son seçimler öncesi ANAP'ın yaptığı gibi. Ama bu Mesut Yılmaz'ın akıllanmasının, "bazı gerçeklere daha cesaretle bakmaya başlaması"nın sonucu değil, tekelci burjuvazinin yukarıda anlatmaya çalıştığımız farklılıkları ya da emperyalizmin dayatmaları sonucudur. Bunun görülmesi önemlidir. Bu görülmeden düzen içinde muhatap arayışlarıyla herşeyi karmakarışık etmekten, ülkedeki rejimin niteliğine ilişkin bilinçü-biiinçsiz yanılgılar yaratmaktan ve kitleleri de yanılgıya sürüklemekten kurtulunamaz. Seçim Öncesi "Emek Barış Özgürlük Bloku"nun biçimlenmesi de bu temelde olmuştur, blok adeta "faşizmin önünü kesmek" için inşa edilmiş, düzen içinde halk İktidarı kurulacağından sözedilmiş, faşizmin bir devlet biçimi olduğu ve fa şizmin yıkılmasının da ancak devrim meselesi olduğu unutulmuştur. Ama bu blokta herkese kendi hesaplarıyla vardır ve ne faşizmin, ne barışın, ne de özgürlülüğün tam bir tarifi yoktur. Şimdilerde seçim yenilgilerinin yarattığı hayal kı rıklığı içinde, parlamenterist hayallerine burjuvazinin vurduğu darbenin sersemli ğinden henüz kurtulamamış olacaklar ki, bu seçimden nasıl başarıyla çıktıkla rını söylerken MHP'yi de gerilettik lerinden, böylece kirli savaşı da engelleyebileceklerinden söz etmektedirler. Med TV'deki yorumcu aynen şu cümleyi kuruyor: "Milletvekillerimizi meclisten atanlar şimdi mecliste değiller." İşte bastan beri anlattığımız faşizmi, halka karşı sürdürülen savaşı MHP'yle özdeşleştirmenin rafine bir örneği. Ama sözünü ettiği olayın biçimlenişi bile onu yalanlıyor, hızını alamayıp yaptığı yorumda baltayı taşa vuruyor. HEP'lilerin meclisten çıkarılıp tutuklanması tek başına MHP'nin kararı mıydı acaba? O kararın sahibi olan Çiller ve DYP'si yine Meclis'te değil mi? HEP'Iİleri tutuklattıran DGM Başsavcısı Demiral'in Meclise girip girmemesi ne ölçüde önemlidir, halkımızın büyük bölümü kuşkusuz sevinç duyar bundan, ama hükümet olanların bile Ankara DGM Başsavcısını yerinden oynatmasını engelleyen güç, yani kontrgerilla iktidarı da mı "meclis dışında" kaldı acaba? Yani Demiral'ın DGM Başsavcısı olarak temsil ettiği konum, kurum ve politika mıdır işbaşından giden ? Sorular çoğaltılabilir. Ama yorumcunun bunlara bir cevabı olabileceğini sanmıyoruz. Ülkemizdeki faşizm gerçeğini yok sayan reformist hayaller herşeyden önce yine faşizm gerçeğine çarpıp dağılmaya mahkumdur. Reformizm ve uzlaşmacılıkta ısrar edilerek hayallerin biri yıkıldığında yeni hayaller kurmak da mümkündür elbette. Ülkemizin legalistleri, reformistleri ve belki Kürt milliyetçiliği de bir süre daha bu hayalleri, düzen içinde olmadık ihtimalleri siyasetlerinin başköşesine koymaya devam edecek, bu reformist hayallere kitleleri de ortak etmeye çalışacaklardır. Ama hiç bir nesnel zemini olmayan, varolan gerçeklerin reddi üzerine kurulmuş hayallerin hep bir sonu vardır. Hayallerin sonunda da faşizm gerçeği. Gerçekten barışı isteyenler, gerçekten halkların burjuva ölçüler içinde değil, devrimci-sosyalist ölçüler içinde özgürlüğünü isteyenleri ve gerçekten emek için, barış için, Özgürlük için tüm sol güçlerin birlikte olmasını isteyenler bir, emperyalizme, iki, faşizme karşı mücadelede açık ve net olmak zorundadırlar. Emperyalizme karşı mücadelenin gündeme alınmadığı, tersine emperyalist çözümlere angaje olunduğu ve ülkedeki faşizm gerçeğinin yok sayılıp faşizmin MHP'ye indirgenip burjuva çözümlere kapı aralandığı noktada oluşturulacak hiçbir ittifak devrimci bir cephe, devrimci bir ittifak olma anlamını taşımaz. Bu, reformistlerin, legalistlerin düzen İçinde kurumlaşma, Kürt milliyetçiliğinin de "barış" cephesini güçlendirip uzlaşmayı zorlama ihtiyaçlarına cevap veren bir ittifak olabilir, ama devrimci bir ittifak olmaz. Faşizm geçmiş ve gelmiş, ülkemizde iktidara yerleşmiştir. Üstelik bu dünün, bugünün sorunu da değildir, 50'lerden bu yana böyledir bu. Ülkemizde faşizme geçit vermeme sorunu değil, İktidardaki faşizmi yıkma sorunu vardır. Parlamentodaki oy çoğunluğuyla faşizme "güle güle" demenin ise mümkünü yoktur. Faşizm böyle gitmez. O iktidardaki varlığını halka karşı savaşarak koruyor, iktidarını tankıyla topuyla, bombasıyla kurşunuyla savunuyor ve ancak savaşarak iktidardan uzaklaştınlabilir. O ne tek başına MHP'dir, ne tek basına DYP, ne tek başına Özel Tim ya da polis, o sistemin, rejimin kendisidir. İşte bu yüzdendir ki faşizme karşı mücadele, düzene, devlete karşı mücadeledir, devrim mücadelesidir. Emek adına, barış adına, özgürlük adına verilecek her mücadele, faşizme karşı olma iddiasını taşıyan her birlik bu eksene oturmak zorundadır..* O Yeni Sömürü ve Soygun Paketleri de Oligarşiyi Kurtaramayacak ligarşi, ekonomik ve siyasi krizini hafifletmek için yeni bir "sömürü ve soygun paketini uygulamaya sokuyor. "Acı reçeteler ve "fedakarlıklar yine burjuva ba-sın-yayın organlarının baş konusu haline geldi. Enflasyon Ocak ayı içerisinde üç haneye tırmanıyor. Bir yandan seçimler öncesinde beklemeye alınmış oian zamlar, sağanak haline halkın üzerine yağdırılırken, bir yandan da döviz kurlarında ve faiz oranlarında anormal yükselişler yaşanıyor. Türk lirası değerini ve satın alma gücünü hızla kaybederken, yabancı para birimleri karşısında değerinin düşürülmesi yani devalüasyon yine gündemde... Seçimlerden önce iyice gerilen zam yaylarının okları, halk kitlelerini en can alıcı noktalarından vurmaya devam ediyor. Akaryakıt, tekel maddeleri, şeker ve demir ürünlerine getirilen zamlardan sonra gıda maddelerine, kağıda, elektriğe ve sağlık hizmetlerine de yüksek oranlarda zamlar yapıldı. Halkın eli, artık en ucuz bulduğu gıda maddelerini alırken bile yanıyor. Son zamlarla birlikte bakliyat ürünleri bile el sürülemeyecek hale getirildi. Pirinç, kırmızı mercimek, yeşil mercimek, nohut ve bulgur fiyatlarında normalde altı ayda oluşabilecek artışlar yılbaşından sonraki birkaç gün içerisinde gerçekleşti. 32 bin lira olan pirinç 48 bin liraya yükselirken, bulgurun kilosu 23 bin liradan 33 bin liraya fırladı. Et ve et ürünleri ile diğer bütün gıda maddelerine yapılacak olan zamlarda kapıda... Son zam furyasından elektrik ve kağıt da nasibini aldı. Elektrik yüzde 19, gazete kitap kağıdı ise yüzde 25 oranında zam görürken, bunlara bağlı olarak gazete, kitap üretiminde elektrik kullanılan birçok ürünün de zam görmesi kaçınılmaz durumda. Sağlık hizmetleri de Türk Tabipler Birliği'nce düzenlenen yeni tarife ile zam gördü. Muayene, tetkik ve tedavi ücretleri artırıldı. Yeni tarifeye göre, bir göz muayenesi 2 mil-. yon 150 bin lira ile 2 milyon 800 bin lira arasında, normal bir doğum ücreti ise 15 milyon 50 bin lira ile 19 milyon 600 bin lira arasında değişiyor. Öle yandan otomotiv, beyaz eşya ve temizlik sektörlerinde yüksek oranda zamlar yapılacağı dile getiriliyor. Zamlarla birlikte yeni vergi "ayarlamaları" yapılması da ihmal edilmiyor. Bu "ayarlamalar" ile halkın sırtına yeni yükler bindiriliyor. Son olarak, "Çöp Vergisi" olarak bilinen Çevre Temizlik Vergisi yüzde 50 dolayında, Taşıt Alı- mı, Damga, Veraset ve İntikal Vergileri ile harçlar ise yüzde 100 oranında artırıldı... Ekonomik ve siyasi krizini hafifletme- ye çaltşan oligarşi, çözümsüzlük içerisinde kıvranırken, kendi krizinin fatura sını halk kitlelerine çıkartıyor. Bugün si-. yasi iktidar, zamlar ve vergilerle halkın üzerine tam bir karabasan gibi çökmüş durumdayken, yeni zamlar ve vergiler den sözedilmesi halka yönelik ekonomik terörün daha da boyutianacağını gösteriyor. Kriz içerisindeki oligarşi, emperyalizmin de zorlamalarıyla yeni "kemer sıkma" politikaları uygulamaya hazırlanırken, halkın ise kemerinde artık sıkılacak yer kalmadı... Türk Lirası Bu Yıl Da Yokuş Aşağı Yuvarlanıyor Türk lirası bu yıl da birçok yabancı para birimi karşısında değer kaybına uğradı. '94 yılı sonunda 24 bin 474 lira olan Alman Markı '95 yılı sonunda 41 bin 311 liraya yükseldi ve yüzde 68.8 oranında prim yaptı. Bir yıl önce 38 bin 765 lira olan ABD doları ise '95 yılı sonunda 63 bin liraya ulaştı. Döviz kurlarında ve özellikle de dolarda bir gün içerisinde çok yüksek oranlı yükselişler yaşanırken Hazine tarafından faizler yükseltilerek dolardaki artışlar dizginlenmeye çalışılıyor. Dolar ve faizdeki bu durum birçok burjuva ekonomisti rahatsız ederken, 26 Ocak 1994'teki 13.6 oranlı devalüasyonu hatırlayan kimi burjuva kalemşörleri ise "Kriz tekerrür mü edecek?" diyerek endişeye kapılmadan edemiyorlar. Türk lirasının her gün değer kaybetmesi ve her gün aslında gizli devalüasyon yaşandığı ise gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Türk lirası öylesine güvenilmez bir para birimi haline getirildi ki, neredeyse her şey dolar veya mark'a endeksli olarak alınıp satılıyor. Öyle ki, döviz kurlarındaki hızlı artışlar sonrasında İzmir'in içme suyu ücret tarifeleri bile dolara endekslendi; İzmirliler şimdi bir metreküp suya bir dolar ödüyorlar... Bütçe Delik Deşik, Hükümetlerin Yaptığı Borçların Faturası Halka Çıkarılıyor 1995 yılı, bütçe açıkları konusunda da tam bir hüsran yılı oldu, DYP-CHP koalisyon hükümeti bir yıl içerisinde bütçede 260 trilyon lirayı aşan bir açık verdiler. Sürekli iç borçlanmaya giden hükümet, iç borçlarını ödemek için '95 yılında da piyasaya para sürme yoluna başvurdu; Türk lirasının satın alma gücü düşürüldü. Bir yıl içerisinde piyasaya tOÖ trilyon 40Û milyar lira dolayında pa- ra sürüldü. Merkez Bankası'nın matbaaları yine hiç durmaksızın çalıştı. 12 ayda i .5 katrilyon lira civarında iç borçlanma yapan iktidar, bu borçlarının faturasını yine halka çıkarıyor. Hazine, bu yılın Ocak ayında 225 trilyon lira, Şubat ayında 330 trilyon lira, Mart ayında ise 290 trilyon lira iç borç ödemesi yapmak zorunda. Bu paraları, büyük sermaye çevrelerinden alamayacak olan yeni hükümet her zaman yapıldığı gibi borçları yine emekçi halkın sırtına yükleyecek ve para basacak... Emperyalizme göbeğinden bağlı olan oligarşi, emperyalist sermaye kuruluşlarından her yıl büyük miktarlarda borçlar almakta ve bu borçların da faturası emekçi halkımıza çıkarılmaktadır. Dış borçların faizlerini dahi ödemekte güçlük çeken oligarşi, bağımlılık ilişkileri nedeniyle yeni borçlar alamadan da edememektedir. 1995 yılında emperyalist sermaye kuruluşlarına 9.6 milyar dolar ana para ve faiz borcu ödeyen iktidar, bu parayı yine emekçilerin alınterinden çalarak ödedi. 1996 yılında ise ödenecek ana para ve faiz toplamı 12.3 milyar dolara yükseldi. '95 yılı başında 65.6 milyar dolar olan dış borç toplamı bu yılın ilk altı ayında 73.8 milyar dolara yükseldi. IMF heyeti, 16 Ocak günü Türkiye'ye geliyor. Yeni hükümetten neler isteyecekleri ise sır değil. Her zaman olduğu gibi, öncelikle emperyalist sermaye kuruluşlarına ödenecek olan dış borçların daha düzenli ödenmesini isteyip yeni ödeme takvimleri oluşturacaklar. Yeni borçlar verebilmeleri için hükümet yetkililerinin yine bin bir takla atmalarını, ulu- sal onursuzluğun birer belgesi olan kağıtlara imza atmalarını seyredecekler. Yine ücret zamlarının kısıtlanmasını, iç borçların da bir düzene sokulmasını, KİT açıklarının kapatılması için özelleştirmelere, sendikasızlaştırmaya hız verilmesini isteyecekler. Hükümet yetkilileri ise bu emperyalist finans kurumunun yetkilileri karşısında her zaman yaptıkları gibi ne kadar sadık olduklarını ispatlamaya çalışacaklar ve "emriniz olur, siz ne istediniz ne yapmadık" diyecekler... Yeni özelleştirmeler, yeni işten atmaları, örgütsüzleştirmeyi, taşeronlaştırmayı, daha ucuz işgücü ile işçi çalıştırmayı, devlet güçlerinin emekçilere yönelik yeni saldırılarını da beraberinde getirecek. Birçok kamu kuruluşu, para babalarına yine peşkeş çekilecek. Yeni işsizlikler, yeni yoksulluklar, acılar ve ölümler emekçi halkımıza dayatılacak. Yeni hükümet hangi partiler tarafından ve nasıl oluşturulursa oluşturulsun, hatta bir hükümetin bulunmadığı durumda bile bu saldırı politikalarının oligarşi tarafından hayata geçirileceği mutlaktır. İktidar yeni ekonomik ve siyasi terör politikalarıyla işçi, memur, topraksız ve az topraklı köylü, küçük üretici, küçük esnaf vb. halk kitlelerini daha fazla açlığa, daha fazla yoksulluğa itecek ve gelişecek her türlü tepkiyi terör estirerek bastırmaya çalışacaktır. '96 yılı oligarşi için yeni krizlere, emekçi halk kitleleri için ise yeni direnişlere, yeni ayaklanmalara gebedir. '96 yılı devrimciler için halk kitlelerini faşizme karşı kitlesel ve şiddete dayalı eylem biçimleriyle savaşa daha fazla katma yılı olacaktır. '96 yılı devrimci güçler tarafından iyi değerlendirildiği oranda, halk kitlelerinin faşizme karşı savaşa kitleler halinde katıldığı, krizler içerisinde çözümsüzlük politikaları dışında hiçbir politika üretemeyecek olan emperyalizm ve oligarşinin soluk alamaz hale getirildiği bir mücadele yılı olacaktır... Barış Blokundan EP Girişimcilerine... Reform izm Ve Seçimler... Gerçekte bu seçimler Türkiye Solu'nun geneli açısından belli bir ayrışmanın da zemini olmuş, varolan çeşitli eğilimleri, çizgilerini daha da belirginleştik rek açığa çıkarmıştır. Sonuçlar legal yolcuların hızını ne kadar kesecek ya da bu kesimin düzen tarafından kabul edilmek için hangi yeni adımları atmasına vesile olacak, onları birlikte yaşayıp göreceğiz. Bugünden görünen ise, artık legal particilikte "kesin" karar kılmış olanların "hezimetleri devrimci bir sonuç çıkarmayacağıdır, Onlar tam bir düzen partisi olabilmek için devrimci söylemden biraz da uzaklaşacak, biraz daha "kitle" partisi olabilmek için yeni Itnaplar arayacak, "barışçılığı iyice Oligarşi için kabul edilebilen bir hale dönüştürürken, devrimcilerle aralarına mesafe koymayı ve bu mesafeyi de devlete bir biçimiyle hissettirmeyi görev bileceklerdir. S eçim sonuçları barış blokun-daki reformist legalist parti ve gruplar açısından, Emek partisi adayları açısından tam bir hezimettir. Yüksek perdeden sözleri dikkate alınırsa HADEP için de önemli bir hayal kırıklığı sözkonusu olsa gerek. Şimdi pek kendilerinin de ikna olmadığı gerekçelerle, seçimler öncesinde nedense akıllarına gelmeyen anti-demokratik koşullarla, faşist devlet tahlilleriyle durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Gerçekte bu seçimler Türkiye Solu'nun geneli açısından belli bir ayrışmanın da zemini olmuş, varolan çeşitli eğilimleri, çizgilerini daha da belirginleştirerek açığa çıkarmıştır. Sonuçlar legal yolcuların hızını ne kadar kesecek ya da bu kesimin düzen tarafından kabul edilmek için hangi yeni adımları atmasına vesile olacak, onları birlikte yaşayıp göreceğiz. Bugünden görünen ise, artık legal particilikte "kesin" karar kılmış olanların "hezimetken devrimci bir sonuç çıkarmayacağıdır. Onlar tam bir düzen partisi olabilmek için devrimci söylemden biraz da uzaklaşacak, biraz daha "kitle" partisi olabilmek için yeni "imaj"lar arayacak, "barışçılığı iyice Oligarşi için kabul edilebilen bir hale dönüştürürken, devrimcilerle aralarına mesafe koymayı ve bu mesafeyi de devlete bir biçimiyle hissettirmeyi görev bileceklerdir. Kahin değiliz, ama görünen köy de klavuz istemiyor. Seçime katılmalarının ötesinde, seçim sürecini değerlendirişleri, propaganda tarzları Oligarşinin meclisinin onların nezdinde Kazandığı itibar, düzen içi bir konumlanışın tüm göstergelerini de ortaya sermiştir. Legal partiyi herşey gören "devrimci Komünistlerin kendi kendilerine yarattıkları hayal dünyası 25 Aralık sabahı tuzla buz oldu. Nasıl Propaganda Yaptılar? Barış Bloku'nda "Yararlanma" Değil, "Yamanma" Barış blokunun propaganda şekline, demeçlerine, değerlendirmelerine bakıldığında kelimenin tam anlamıyla parlamentoya angaje olma vardır. Temel olarak kitleleri eğitme yoktur. Burjuvazi karşısında barajı aşma ve meclise milletvekili sokma bütün dünyaları olmuştur. Barış bloku, bunun bir adım daha ötesine giderek, barış ve demokrasinin gelmesini neredeyse bu seçime bağlamıştır. Bu noktada blokun diğer üyeleriyle HADEP arasında bir fark koymak gerekir elbette. Onlar milliyetçilik temelindeki görüşleri çerçevesinde barış, daha doğrusu uzlaşmayı sağlamak için her yolu kendi çıkarlarına uygun görüp o doğrultuda hareket etmektedirler. Blokun diğer üyeleri ise HADEP'in potansiyeli üzerinde politika yapmaya kalkmış ve sanki HADEP potansiyeli kendi potansiyelleriyimiş gibi ne olup olmadıklarını unutmuş, bir anda "havaya girerek" doğrudan palavra edebiyatı ile propaganda yapmışlardır. Blokta yeralan sosyalist, komünist sıfatlı reformist parti ve grupların devrimci amaçlarla oligarşinin seçim platformundan yararlanması vs. söz konusu olmamıştır. Düzenden yararlanma değil, düzene yamanmadır söz konusu olan. Bu kesimlerin - başta SÖZ dergisi olmak üzere - yazılı-sözlü propagandası devrimci bir alternatif yaratma, halka böyle bir alternatif sunma diye en ufak bir kaygıları yoktur ve olmamıştır. Onlar varsa yoksa baraja takılmış , tüm ajitasyon-propagandayt da bunun üzerine oturtmuşlardır. Barajın aşılıp, 35-40 miletvekilini meclise sokup, bir anda halka karşı yürütülen savaşın bitirildiği hayallerini kurmuşlar ve kitlelerden de bu hayal için oy istemişlerdir. Bloktaki legal particiler 35-40 milletvekili hayali kurarlarken herşeyi abartıyor, HADEP'liler de sürekli olarak barajı aşma sorunumuz yoktur, 70-100 milletvekili çıkaracağız demekten kendilerini alamıyorlardı. Palavracılık, kitleleri gerçek olmayan şeylerle yanıltma kimin propaganda şeklidir? Bu soru en azından bugün cevaplamaları gereken bir sorudur. Bu abartıların acaba halka, halkın devrimci alternatifini yaratmaya ne katkısı olmuştur? Abartılı anlatımların bini bir paraydı gerçekten. Mesela 9 Araltk tarihli Ö. Yaşam dergisi il il seçim haberlerini verirken İstanbul başlığı altında "Kervan Dergisinin 11 Aralık'ta 'Barış, Emek, Özgürlük Bloku'nu destekleyeceğini bildirmesi yeni bir gelişme olarak niteleniyor" deniyor. Kervan dergisinin gücünü kuşkusuz bunu yazanlar da biliyor. Ama "destek çığ gibi büyüyor", "Blok'un baraj sorunu yok" ve benzeri başlıkların da altını doldurmak gerekiyor; bu yüzden eldeki her malzemeyi değerlendiriyorlar? EP Cephesinde Abartı, Abartı ve İstismar Emek Partisi Girişimi cephesinde de tabii ki durum farklı değildi, hatta yer yer daha vahim manzaralar da çıktı ortaya. Parlamentoya angaje olma, propaganda çalışmalarında da karşılığını bulmuş, burjuva yöntemlere hemen uyum sağlamışlardı. İşte seçim sürecinden muhtelif başlıklar. "Emek Partisi İlgi Odağı" Bu manşetten verilen haber. Hemen altında da şunlar yazıyor; "EP girişiminin Ankara ve İzmir bağımsız adayları varoşlarda oldukça sıcak karşılanırken İstanbul, Zonguldak ve Malatya adayları da halktan büyük destek görüyor." Tabii bu yine de "en mütevazi" başlıklarından biri sayılır. Fütursuzca, sanki bu seçim süreci hiç sonuçlanmayacakmışcasına devam ediyorlar. "Emeğin sesi meclise", "Sel gibi geliyoruz", "Kocaeli ve Zonguldak'ta EPG adaylarına işçi desteği", "Nurtepe ve Okmeydanı'nda seçim büroları açıldı, oylar Bağımsız Adaylara"... Seçim yaklaştıkça dozaj artıyor "Kırşehir'de Emek Rüzgarı" devamında haberin içinde "Kırşehir'de üç milletvekilinden biri bizim" diye yazılıyor. "EP Ankara'da fırtına gibi", "Niğde'de gözler Emek Partisinde... Kentte "EP'nin seçimlerden en kazançlı çıkacak parti olduğu söyleniyor", "Kayseri'de Emeğin atağı"; orada da iddialılar seçimde, haberde öyle belirtiliyor, "EP Ankara halkı ile bütünleşiyor", bu başlık altındaki haberde HADEP'in Ankara'da şansının olmadığı özel bir başlıkla duyurulmuş, yani onların şansı yok, oyları bize verin, bizim şansımız var deniliyor seçmene. Abartıyla seçmen kandırmak, "Oylarınız boşa gitmesin" propagandası, bütün bunlar kimsenin yabancısı değil, halkımız onyıllardır tanıyor bu yöntemi, karşısına geçip oy isteyen bütün burjuva partileri aynı yönteme başvurmuş. Onlar seçim gününe kadar her türlü yöntemi, yalanı, vaadi mübah görürler. Aynende bu seçimlerde olduğu gibi çok sıkışırlarsa "aslında biz seçim öncesinde öyle dememiştik" de diyebilirler, seçim atmosferin- de herşey söylenir tabii, şimdi onları unutmak lazım diye de... Peki "komünistler" ne yapıyorlar bu durumda acaba? Bunu da görüp öğreneceğiz artık bu legalist komünistlerin sayesinde. Tüm bu haberlerin karşılığı açıklandığı kadarıyla 12 bin oy! Propagandalarında yer verdikleri bir başka nokta ise burjuva yöntemlere itibar etme ve istismarcılıkta katettikleri mesafeyi çok iyi gözler önüne seriyor. Kayıplar, katledilenler, dökülen devrimci kanları, halkın direnişleri, ödenen bedeller, onlardaki paylarının ne olduğu düşünülmeksizin pervasızca kullanıldı. EP'ciler tarafından da. "Gazi'de Sandık Hesaplaşması" diye f yazdılar; Gazi deki propagandalarında da bunu işlediler. Gazi istismarında bloktan geri kalacak değillerdi ya. Blok'un adayı "Gazi komutanı'nın ağabeyi, kayıpların doğal temsilcisi" ise onların adayı da adıyla, sanıyla "Gazi Hukuk Komisyonu Üyesi" bir avukattı. Katillerle sandıkta "hesaplaşacaklardı"!... Ne oldu acaba bu hesaplaşmanın sonucu? Bu noktada bir değerlendirmelerine rastlamadık. Ama cevabını biz söyleyelim. Gazi'lilerin bu hesabın sorulmasını canı gönülden, yediden yetmişe istediğine kimsenin kuşkusu olmasın. Ama Gazi halkı, Gazi katliamının hesabının sandıkta sorulmayacağını en azından onlardan daha duru bir bilinçle biliyor, seziyor ve görüyor. Aldıkları (daha doğrusu alamadıkları) sonuç bunun ifadesidir yalnızca. Nasıl Değerlendirdiler? Kürt Milliyetçiliğinin Meşruluk Ölçüsü Seçim sonuçları belli olunca yapılan onca abartıya, kitlelere söylenen yalanlara bir değil, bir sürü açıklama bulmak gerekiyordu. Herbiri pek çok gerekçe buldu kendilerine. Ortak gerekçelen ise "Seçimlerin anti-demokratikliği" idi. Bugün palavralan açığa çıktığında kitlelere "seçimler anti-demokratikti" demek kitleleri aptal yerine koymak değil midir? Seçimler anti-demokratikti tabii ki, hem de bu, sağır sultanın duyabileceği ve körlerin görebileceği kadar açıktı. Ama peki bu dün bilinmiyor muydu? Biliniyorduysa neden seçime girildi? Bütün bu yüksekten uçmalardan sonra bugün seçimler anti-demkoratikti demenin anlamı ne? Şimdi dünya ve Türkiye kamuoyuna, şöyle baskı oldu, sürgünler, göçler vardı, baraj vardı, süre kısaydı demek hiçbirşeyi halletmiyor. Bu koşulda seçime girdiniz ve bu anti-demokratik seçim koşullarını meşrulaştırdınız; Türkiye'de demokrasinin geçerli ve işler olduğu imajını vermekte düzenin "legal partnerden beklediğini yerine getirdiniz. Şimdi "baskı oldu", "CHP barajı aşsın diye propaganda yapıldı", "RP'deki ödünç oylarımızı geri alamadık", "seçmenler kütüklere kaydedilmemiş" vb. vb. diyerek durum kurtarılmaya çalışılıyor. Ve HADEP çevresi bunlardan hareketle esas olarak da Kürtlerin parlamentoda yeralmamasına dayanarak "bu meclis meşru değildir" düşüncesini işlemeye çalışıyor. Bu meclis bizce de meşru değildi; ama meclisin meşruluğunun ölçüsü nedir? Kürt milliyetçiliğinin bu soruya ceva- Gerek EP Girişimcileri gerekse Barış Bloku seçime girdikleri her bölgede kullanabilecekleri herşeyi kullandılar. Örneğin Gazi mahallesinde her iki tarafın da adayları "faşizmle sandık başında hesaplaşmaktan" söze-dip durdular. Ama Gazi halkı, Gazi katliamının hesabını sorma işini ufkunu seçim sandıklarıyla sınırlayanlara bırakmak niyetinde olmadığını aylar öncesinden gösterdi. Hesap sormak boş umutları körükleyenlerin değil faşizme karşı savaşanların yapabileceği iştir. bı her türlü sınıfsallıktan, ülke gerçeklerinden uzaktır devrimci olmayan, saf burjuva mantığına göre denilen şudur; "Kürtler yeralırsa meşru, yeralmıyorsa meşru değil". Türkiye halklarına karşı açık bir savaşın kuklası olmayı kabul eden, düzenin kendi kuralları içinde bile yaşama yetkisinin gaspedilmesine biat eden, halkın iradesinin önüne konan onlarca engelle oluşturulmuş, MGK onaylayıcısı bir Meclis, faşizmle yönetilen bir ülkenin meclisi bu halkın temsilcisi olma sıfatını taşıyamaz. Onun gayri-meşruluğu bu temeldedir. Böyle bir meclis 5-10 HADEP milletvekilinin girmesiyle meşruluk kazanmaz. Kürt milliyetçiliği, oligarşiyle Kürt halkına ne getireceği belli olan bir "diyalog" arayışının körleştirdiği bakış açısıyla, oligarşinin katliamlarını yasallaştırmaktan başka işleri olmayan bir Meclisi meşrulaştırmamalıdır. Oligarşinin parlamento kürsüsünden oligarşiye karşı mücadele için, Kürt halkının talepleri için "yararlanma" anlaşılabilirdir. Ama parlamentodaki bu yeralış oligarşinin düzenini-meclisini meşrulaştıran bir muhtevada olursa, bundan Kürt halkı adına birşey çıkmayacağı gibi, bu yaklaşım bütün olarak Türkiye halklarının parlamento dışındaki mücadelesinin de karşısına geçmektir. Milliyetçi Hareket bu noktaya savrulmamak durumundadır. İşte bu nedenledir ki, rakamsal değerlendirmeden önce esas yapılması gereken bu seçim sürecinde yeralışın siyasi muhasebesi olmak zorundadır. Kürt halkının düzen içi çözüm umutları pompalanmış, oligarşinin anti-demokratikliğin zirvesindeki bir seçim oyunu meşrulaştırılmış, bunların uzağından bile geçmiyorlar. HADEP için parlamentoya girmek önemliydi. HADEP parlamentoya bir grup milletvekili sokarak emperyalizm ve oligarşiyi içeride ve dışarıda uzlaşma masasına oturtmak için elindeki kozları güçlendirmek istiyordu. Baraj sorunu vardı. Bunun için hemen pek çok burjuva partisini yokladı. Ama olumlu cevap alamayınca reformistleri buldu. Ve baraj aşılamadı. Ancak en az bu sonuç kadar önemli nokta düzen partileri arasında ittifak arayışıdır. Bu arayış, Meclisin 5-10 Kürt milletvekilinin varlığıyla meşruluk kazanacağı görüşünden, düzen partilerinin Kürt sorununa "çözüm" bulabilecek muhataplar olarak görülüp, gösterilmesinden ayrı değildir. '91 seçimlerinde SHP'yle yaptıkları ittifakı daha sonra "SHP'nin yüzünü açığa çıkardık" diye açıklayanlar kuşkusuz bu arayışlarına da "böyle" bir açıklama bulacaklardır. Ancak bu açıklamaların kimseyi ikna etmeyeceği, olsa olsa Kürt halkını yeni yanılgılara, sahte umutlara sürüklemekten başka bir işe yaramayacağı da bilinmelidir. O ittifakın SHP'yi "teşhir etmek", "maskesini indirmek" için yapılmadığını hekes biliyor. Tersine ittifakın gerekçesi SHP'den umulan "çözüm"dür. Kitleler bunun için SHP'ye yönlendirilmiştir ama çözüm için güç verilen SHP bu desteğin de etkisiyle "demokratikleşme" demagojisiyle kitlelerin muhalefetinin barikatı olurken, kısa süre sonra da Kürt halkına karşı yürütülen en kanlı politikaların koltuk değneği olmuştur. Düzenin gerici, faşist güçleriyle, emperyalistlerle, "işbirliği yaptık, teşhir ettik" mantığı, devrimci ve yurtsever bir mantık değildir. Kaldı ki bu "teşhir ettik" açıklaması sonuçtan kalkılarak yapılmaktadır. Açık bir pragmatizm vardır ve yine madalyonun tek yüzü ele alınmakta, bu işbirliğinin bu sürede verdiği zararlar es geçilmektedir. '91'deki gibi ya da '95 seçimlerindeki gibi, parlamento bir amaç haline getirildiğinde bu tür sonuçlar, açmazlar birbirini izleyecektir. Blok'un HADEP dışındaki kesimlerinde ise "başarfdan "başarısızlığa" uzanan değişik değerlendirmeler görülüyor. Ama seçimlerin arifesinde içine girdikleri havadan olsa gerek daha çok bir şaşkınlık, belirsizlik hakim. O yüzden değerlendirmelerinde de daha çok genel geçer laflarla bir "geçiştirme" sozkonusu. Söyleyecek lafları da yok, başkasının potansiyeliyle parlamentoculuk oynamak şimdilik onların nefesini kesmiş durumda. Türkiye'nin kaderi onlara bağlıydı ama anlaşılan o ki bu kaderin değişmesi için gelecek seçimler beklenecek!... EPG'nin En "Somut, En "Olgusal" Seçim Sonuçları Emek Partisi çevresi, seçim sonuçlarını gayet özlü bir biçimde şöyle değerlendiriyor; "... Buraya kadar saydıklarımız, kabaca da olsa 24 Aralık seçimlerinin emekçiler açısından hangi somut olgusal gerçeği ortaya çıkardığını yeterince açıklamaktadır. Olgusal ve somut gerçek şudur: Emekçiler bizzat kendilerinin olan bir partiyi örgütlemek ve bu örgüt aracılığıyla politika yapmak istemekte ve bunun zemini olarak Emek Partisi Girişimİ'ni görmektedirler". Gerçekten de ne kadar "somut" ve ne kadar "olgusal"! Ama iddia bu kadarla da bitmiyor. "Olay bir rivayet muhtelif" sözünün bahşettiği özgürlükle devam ediyor yazar; "Emekçilerdeki bu istenç ve eğilime sırt çevirerek, emekçi hareket içinde politik bir güç olmanın olanakları kalmamıştır" (Nedim Köroğlu, Evrensel 28 Aralık) İlginçtir, Barış Bloku'nun savunucuları da seçimden önce "bu bloku desteklemeyenlerin siyasi varlıklarının son bulacağı" iddiasıyla aynı şeyi söylüyorlardı. Kendi dışlarında kimseye yaşama hakkı tanımıyorlar anlaşılan. Dedikleri doğruysa birinden birinin de olmaması gerekiyor. Aynı muhteva ve aynı uslüpia, sözde farklı iki cepheden birden dile getirilen bu iddia , aslında kendileri açısından parlamentarist yolun son durağına işaret ediyor. Ya legalizm ya legalizm; Demek ki onlara göre başka türlü varolunamıyor... Legal particilik tercihleri zaten bir yerde değişik mücadele ve örgütlenme alanlarında bir türlü yaralamamalarının, yıllarca işçi sınıfının lafını edip bir türlü işçi sınıfı içinde de bir güç olamamalarının sonucuydu. Şimdi oligarşinin seçim oyununda boylu boyunca yeralırken söyledikleri de sadece bu sonucun pekiştirilmesinden ibarettir. İddialarının kendileri dışında kimse için kıymeti harbiyesi yoktur. Oligarşiye karşı uzlaşmaz, onun iktidarını yıkmayı hedefleyen bir mücadele içinde güç olamayanlar, oligarşinin icazetinde politika yaparak güç olmaya çalışıyorlar, ancak seçimler bunun da hiç öyle kolay olmadığını göstermiş olmalı. Gerçekte siyasi bir muhasebe Emek Partisi çevresinde de yoktur. Ortada, subjektivizmin bile tanımlamakta yetersiz kalacağı bir kendini kandırma var sadece. Bütün değerlendirmeleri de esas olarak bu kandırmacaya devam edip legal yolculuklarını sürdürmenin zeminini yaratmaya dönüktür. Oysa seçim sürecinin başında bu çevrenin yaptığı tahliller bile böyle bir muhasebeyi zorunlu kılıyor. Evrensel'in 20 Kasım tarihli "Başyazısında seçimlerin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmemesi "siyasi bir karar" olarak değerlendiriliyor ve şöyle yorumlanıyordu: "Bugün 'acil seçim' isteyenler iki amaç güdüyor: Birinci amaçlan... saldırılarını bu yenilenmiş meclisle güçlendirmek. İkinci amaç ise: 5 Nisan'a rahmet okutacak bir ekonomik istikrar paketini yakın bir seçim kaygısı olmadan uygulamaya sokmak emekçilere, işçilere yöneltilecek topyekün saldın için seçimleri dayanak yapmak". Birkaç gün sonra aynı sütunda bu kez şunlar yazıyordu: "1980 yılından beri her seçim, yeni bir seçim yasasıyla yapıldı. Seçim yasası değişikliklerinin hiçbirisi halkın oylarının Meclise daha adil bir biçimde yansımasını amaçlamıyordu. Tersine bir ya da birkaç partinin çıkarları düşünülerek yapıldı değişiklikler... Kazanmanın yolu bu olunca kim inanır 'parlamentonun yüceliğine ya da milletvekillerinin halkın seçtiği temsilciler olduğuna? Tabii, 'sandık' gördüğü her platformu demokrasi platformu sanan 'demokrasi' budalaları dışında." Parlamentoyu amaç haline getirmekle, sosyalizmin propagandası adı altında halkın umutlarını, öfkelerini meclis çatısı altına taşımakla bu değerlendirmeler nasıl yanyana gelebiliyor acaba? O pratikle, bu teori aynı insanlardan nasıl çıkıyor? Cevabı kısaca, oportünizmdir. Biraz açarsak, legal ist yolculuklarının bu aşamasında henüz düzene ilişkin keakin söylemlerini terletmemek durumundalar. Seçim öncesi bu tahliller bir yanda, seçim sürecinde yürüttükleri yukarıda aktardığımız, en hafif deyimle abartılı propagandalar bir yanda ve diğer yanda da pratikleriyle aldıkları sonuç. Ama bu çarpık tabloya kimse ciddi bir açıklama beklememelidir. TDKP, TDKP olduğu günden beri yaptıklarının ve yapamadıklarının hesabını halka veremeyecek kadar kendine güvensiz ve samimiyetsizdir. Tüm keskin söylemlerine, sosyalizm gevelemelerine, kendilerini diğerlerinden farklı göstermek için gösterdikleri onca gayrete rağmen, yeni politik tercihleri için bir anlamda sınav niteliği taşıyan seçim sürecinde götermişlerdir ki, diğerlerinden, tasfiyeci DY'den, KSD'den, ya da şimdiki haliyle BSP'den farkları yoktur. Aynı değirmene su taşımaktadırlar. Sonuç Olarak; BSP'sinden EP'sine reformistler açısından seçimler, kendilerini legalitede kurumlaştırmak, oligarşiye artık yalnızca bu alanda "mücadele " edeceklerini göstermek için bir vesileydi. Bunu gösterdiler. Ama öte yandan sol sosyalist sıfatlarını taşıyabilmek ve tabii kitlelerden oy alabilmek için bunun ötesinde de birşeyler söylemeleri gerekiyordu; bunları da söylediler. Söyledikleri genelde sol devrimci kamuoyunun en duyarlı olduğu konulardı; kayıplar, infazlar, işkenceler, Kürt halkının katledilmesi vb. Bugüne değin şehitlerle yaratılmış tüm değerlere, sanki gerçek sahipleriymişçesine el uzattılar; Barış, özgürlük, emek, iktidar sözcüklerini devrimci içeriğinden kopartarak bol bol kullandılar. Gazi şehitleri üzerine nutuk çekerken onlar adına hesaplaşacaklarını söylerken, Gazi'nin barikatlarda savaşan o gençliği üzerine nasıl küçümseyici tesbitler yaptıklarından, halkın silahlı şiddetini nasıl "kör terör" diye nitelendirdiklerinden, halkın adalet özleminin ifadesi olan eylemleri nasıl "düello" diye karaladıklarından hiç söz etmediler. İkiyüzlü her politikanın akıbeti bellidir, bunlar açısından da farklı olmamıştır ve olmayacaktır. Sadece seçimin rakamsal sonuçlarına bakarak söylemiyoruz bunu, bu tarihsel olarak politik olarak böyledir; bu ikiyüzlülüğün sahiplerinin "sosyalist", "devrimci" gibi sıfatlar taşıyor olmaları bu gerçeği değiştirmez. Barış Bloku içinde yeralan reformistler, seçimde herbirinin amacı kısmi farklılıklar taşısa da esas olarak yeniden varolmak ve 'sol içinde' üstünlük kurmak için PKK potansiyelini kullanmak istemişlerdir. Önceleri biraz tedirgin, fazla umutlu olmamamalanna rağmen siyasi hayatları boyunca hiç içice olmadıkları bir potansiyeli görünce herşeyiyle değişmiş üsluplar, davranışlar farklılaşmış, yüksek perdeden atmalar, akıl vermeler bollaşmıştır. Devrim olacağını ummaktadırlar adeta. Onlar parlamentoya girince artık özgürlüğümüz, kurtuluşumuz an meselesiydi. Hatta biraz önce sözettiğimiz gibi hızlarını alamayıp MED TV'de oturup barış blokunu desteklemeyenle- rin siyasi varlıklarının son bulacağından söz etmekteydiler. Burjuvazi ve kendileri vardı. Kendilerini desteklemeyen herkes devletten yanaydı, devlete hizmet ediyordu. EP'ciler de "iki cephe var, burjuvazinin cephesi ve emek cephesi" diye yazıyorlardı. Bu hakkı ve yetkiyi kim verdi onlara? Bu üstenci, ukala üslup nereden gelip yerleşti dillerine? İki kesimin de hep aynı tahlilleri yapıp aynı şeyleri söylemesi tesadüf değil, kendi mantıklarından bakarak, devrimci bir çizginin, devrimci bir alternatifin varlığını kendi yokoluşları olarak görüyorlar çünkü. Bu onları saldırganlaştırıyor. Malum reformistlerin, değil Kürt halkına, hiç kimseye bir faydaları dokunmaz. Bu Türkiye devrim tarihi boyunca hep böyle olmuştur. Genel barış, özgürlük söylemlerine eklemlenmenin dışında halka söyledikleri, götürdükleri birşey de yoktur. Çünkü şu anki güncel, "Yakıcı" dertleri hızla legal korunaklarını inşa edip, düzen içinde sağlama almaktır. Öncelik bu ihtiyaçtadır. Halkın dertlerine ondan sonra eğileceklerdir. Kısacası, seçim sonuçları palavracıların, reformistlerin gerçek yüzünü ortaya çıkartmıştır. Halk kitlelerine hiçbirşey sunmamışlardır. HADEP'i bir yana koyarsak, reformistler, kan, gözyaşı, acı, işkence, baskı edebiyatı yapmışlardır. Bunları yaşayan onlar değil devrimcilerdir. Devrimcilerin kanı üzerine politika yaparak meclise girmek istemişlerdir. O kanı onlar değil, biz akıttık. Kan tüccarlarına Türkiye devrimci hareketinin de, halklarımızın da ihtiyacı yoktur. HADEP uzlaşma, diğerleri ise düzen içerisinde meşrulaşma amacındadır; bunun için kitleler alet edilmiş, burjuvaziyle seçim yarışına girilmiş, bunun için seçimlerin anti-demokratikliği hatta meclisin gayrimeşruluğu unutulmuş ve her türlü abartılı, yalan, yanlış propaganda ile kitleler yanıltılmıştır. Şimdi kitleler "bir dahaki sefere" denilerek yeniden oyalanmaya çalışılacaktır. Burjuvazinin düzen partilerini bu açıdan da taklit edeceklerdir, başka da yolları yoktur, tercihlerinin zorunlu sonucudur bu. Halkımızın oyalama politikalarına da ihtiyacı yoktur. Düzen partilerinin umut tacirliğinin, oyalama politikalarının yanına şimdi iegalistlerinki de eklenmiştir. Devrimciler, demokratlar, kitlelere sunulmaya çalışılan bu yeni sahte umutlara, oylamalara karşı da halkımızı uyarmak zorundadır. Ama bu düzen işbirlikçilerine karşı asıl önlem, uyarmanın ötesinde halkın devrimci alternatifini yaygınlaştırarak, daha geniş kitlelerle buluşturarak alınacaktır. Devrimciler bunu başarmak göreviyle karşı karşıyadırlar. Gelişen savaş, devrimin safralarını, hala halkın ileri kesimlerinin sırtından siyaset yapmaya çalışan asalakları, silkeleyip atacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Halkın özgürlüğü, kendi iktidarı için mücadele etmek isteyen herkes de, bu legalist, düzenle işbirliğine uzanan platformları sorgulamalı, düzeni değiştirmenin, kurtuluşun, ulusal ve sosyal kurtuluşun devrimci yolunda tercihini yapmalıdır. & Refah'taki ödünç oylar... H ADEP çevresini seçim değerlendirmeleri nin ilginç noktalarından biri de Refah Parîisi'ndeki ödünç oyların hepsinin geri alınamamış olmasıdır... Gerçekten üzerinde durmaya değer bir noktadır. Oylar nasıl, niçin ödünç gidiyor ve niçin Refah'a? Özgür Politika'da yayınlanan bir seçim değerlendirmesinde "Kürdistan'ın bazı alanlannda devletin aşıladığı dini gericiliğin ağır etkisi altında olan ve rejim ile bağını sürdüren bazı çevrelerin olduğu anlaşılmaktadır" deniyor. Refah'ın nasıl bir zeminde siyaset yaptığına, genel etkisine değinmeyeceğiz burada. Ancak bu değerlendirmenin RP'den dönmeyen ödünç oylardan da sözedildiğine göre RP'nin aldığı oyların tümünü açıklamadığı ortadadır. Sözünü etmek istediğimiz kesim PKK'nin ya da HADEP'in taraftarı, potansiyeli durumunda olup da oylarını Refah'a verebilen ve bu özgül koşullarda dahi gen dönmeyen oylardır çünkü bu sorunun bir başka tezahürü de '93 yerel seçimlerinde yaşanmış, HADEP'in seçimlere sokulmaması üzerine başta İstanbul Kağıthane vb. olmak üzere pekçok yerde bu çevrenin oyları Refah'a yönelmiştir. Evet niye Refah? Bu sorunun cevabının PKK'nin din konusundaki politikasıyla bir bağı var kuşkusuz. PKK dinci etki altında kalan kesimlere seslenme adına zaman zaman dine ve İslama olmayan misyonlar yüklemekte, islam dinlyie kendileri arasında kalan paralelliklerle, ayetlerden alıntılarla bu kesimin sempatisi kazanılmaya çalışılmaktadır. Düzen partileri arasında herkesin açıkça izleyebildiği bir "dincilik" yarışı var. Refah gelişme gösterdikçe ANAP'ı, DYP'si, DSP'si daha fazla ezan, kuran edebiyatı yapıyorlar; tarikat şeyhlerini daha el üstünde tutuyorlar, ama sonuçta bunlar da bir yerde RP'ye yarıyor; çünkü din tercihini yapmış bir kitle üzerinde oynandığında bu kesim bunu yarım ağız yapanı değil "orjinalini" ilginç ve önemli bir noktalardır, tercih edecektir. Sözü edilen "potansiyelin tavrı da bu çerçevededir, Devrimciler bu kesimi kaybedilmiş saymamak, bu kesime seslenmenin özgün yanlarını bulmak, dinin içerdiği sosyal yanları değerlendirmek durumundadırlar. Ancak bu, dinin etkisini güçlendirici tarzda değil, bu etkiyi asgariye indirici, devrimci bir doğrultuda siyasallaştırıcı olmalıdır. Oysa PKK'nin yaptığı bu değildir, Yapılanlarla dinci kesime açılmakta, din adamlarına yönelmekte belli gelişmeier sağlanmıştır. Ancak hemen pekçok konuda olduğu gibi PKK'nin bu konudaki politikasına yön veren temel etken de pragmatizmdir. Ve pragmatizm doğası gereği kısa vadeli sonuçlara oynar, Din konusundaki politikası da kısa vadede belli manevralara imkan verirken uzun vadede halkın bu konuda eğitilmesi, dönüştürülmesi hedefinden yoksundur. PKK'nin potansiyeli olarak nitelenen bir kesimin rahatlıkla RP'ye kayabilmesi işte bu pragmatist, dar ufuklu, halkı eğitmeyen yaklaşımın sonucudur. Kuşkusuz bunda bir başka etken olarak da Kürt milliyetçiliğinin düzen partilerine ilişkin yarattığıyaydığı yanılsamalan eklemek gerekir. Düzen içinde bir "muhatap" arayışıyla bir bu düzen partisini, bir ötekini "çözüm" getirecek güçler olarak sunması onları sık sık soldan "daha anlayışlı", daha övgüye değer bulması elbette belli sonuçlar yaratacaktır. Bu politikalarla Kürt halkı neredeyse "Kürt sorunu...." diye ağzını açan her burjuva politikacıya, her düzen partisine meyleder hale getirilmektedir. Ve ülke genelinde bu sorunu pek ağzına almayan RP, özellikle Kürdistan'da bu demagojiyi "Kürtçe marşlar eşliğinde" oldukça başarılı kullanmakta ve sonuç da almaktadır. Gözden kaçırılmamalıdır ki, bu zemin pragmatizm ve uzlaşmacılıkla, düzen içi çözüm arama politikalarıyla hazırlanmaktadır. Ulusal kurtuluş bilincini az çok almış bu isteği taşıyan bir kitlenin RP'ye yedeklenmesinde sorgulanması gereken yanlardan biri de budur.* DündenBugüne DİSK DİSK tüm eksikliğine rağmen yaklaşık 30 yıllık geçmişiyle işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yeri olan DİSK önümüzdeki haftalarda Olağanüstü Genel Kurulunu yapacak. Genel Kurul için çağrı yapanların bugün artık devrimciliğinden" eser kalmayan nİSK'i devrimcileştirmek diye bir sorunu yok. Durum bu kadar açıkken Devrimci İşçilerin görevi tabelalarda kalan devrimciliğe gerçek anlamını kazandırmak olacaktır. DİSK 12 Şubat 1967'de Türkiye Maden-İş, Basın-İş, Lastik-İş ve Gıda-İş sendikaları tarafından kuruldu. DİSK kuruluş bildirisi konfederasyonun adının karşısında yer alan "devrimciliği", "tutucu, gerici ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Ana- yasa uyarınca değiştirilmesi ve (...) hayata uygulanması (...) herkesin mülk sahibi olması ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanması" olarak ele alıyordu. Sınıf ve kitle sendikacılığı açısından böyle bir düşünceye sahip olan DİSK kısa süre içerisinde büyük kitle- lere ulaştı. Türk-İş'ten ayrılıp DİSK'e geçen işçilerle, sendikasız İşçilerin örgütlenmesiyle DİSK gerçek bir güç haline geldi. Çok kısa bir sürede gerçekleşen bu gelişmenin ana dinamikleri toplumsal muhalefette ve bu muhalefetin içerisinde işçi sınıfının da yerini almasında aranmalıdır. 1995 yılı direnişler ve grevlerle geçti eride bıraktığımız '95 yılını işçi sınıfı açısından değerlendirdiğimizde, grevler ve direnişlerle geçen bir yıl oldu. Özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar ve İşçi kıyımlarıyla kendisini gösteren sermayenin saldırılarına karşı topyekün bir karşı çıkışırı örgütlenememesi nedeniyle tek tek işyerleri ile sınırlı kalan direnişlerle karşı koymaya çalıştı işçi sınıfı. '95 yılının ilk günü başlayan kamu işçilerinin toplu sözleşme görüşmeleri, sarı sendikacıların sözleşmeleri el altından bitirme gayretleri, siyasi iktidarın sıfır zam dayatmasıyla suya düşmüş ve Türk-İş yöneticileri istemeyerek de olsa bîr dizi eylem kararı almak zorunda kalmışlardı. 5 Nisan ekonomik (istikrar) terör paketinin sonucu olarak işçilere sıfır zammı dayatmaya kalkan DYP-CHP iktidarına karşı işçilerin ilk tepkileri 24 Ocak'ta Ankara'da toplanarak 200 bin kişi ile meclise yürümek oldu.Karın, soğuğun ve yağmurun altında Ankara'da toplanan işçilerin tepkilerini yatıştıramayan Türk-İş ağalarının meydanı bırakarak kaçmalarına rağmen beş saat boyunca işçiler hükümeti ve kendilerini bırakarak kaçan sarı sendikacıları protesto eden sfoganlarla sarstılar Ankara'yı. Yılın dokuz ayı boyunca tek tek İşyerlerinde devam eden işçi eylemleri Ekim ayından itibaren tırmanmaya başladı.Türk-İş istemeyerek de olsa tabanın sı kıştı rmasıyia bir dizi eylem kararı almak zorunda katıyordu. Artık işçi sınıfı ekonomisinden politikasına kadar ülke gündemini belirleyen en önemli güçtü. Daha düne kadar işçi düşmanı olan partiler birden işçilerin dostu, savunucuları adeta işçi hamisi kesilmişlerdi. Hepsi birbirini işçi düşmanlığı, emek düşmanlığı ite suçluyorlardı. Hükümetin "Halkın parasını işçiye yedirmem" diyerek dayatmaya çalıştığı sıfır zam önerisinden taviz vererek yüzde 5,4'e çıkmasına karşı işçilerin tepkisinden korkan Türk- İş ağaian sözleşmeleri imzalamaya cesaret edemiyor, 20 Eylüi'e kadar sözleşmeler bitirilmezse greve çıkacağını ilan ediyordu. Ve 20 Eylül'de tarım İşçilerinin greve çıkmasıyla DİSK'in kurucularının tek tek kimliklerinin olumlu özelliklerinden söz edebilsekte "47 Sendikacılığı" olarak nitelenen Türk-lş geleneğinden köklü bir kopuşun ve hesaplaşmanın yaşandığından söz etmemiz mümkün değildir. DİSK'in örgütlenişi böylesi bir köklü kopuşun sonucu oluşmamıştır. DİSK yeni bir sendikal anlayışın temsilcisi olmaktan çok Türk-lş'e göre daha ısrarlı ve sonuç alıcı ücret mücadelelerinde ortaya konan militan bir sendikacılıkla işçileri kendisine çekti. İşçiler DİSK'in başında yer alan "devrimci" kavramının DİSK tarafından nasıl anlaşıldığını sorgulamadan, böylesi bir ihtiyaç duymadan TürkIş'in uzlaşmacı; teslimiyetçi sendikal anlayışına duydukları tepkiyle geçtiler DİSK'e. DİSK'in ilk yıiları özel sektöre ait işyerlerinde direniş ve grevlerle, yoğun bir mücadele içerisinde geçti. Bu mücadele içerisinde DİSK, bir yandan Türk-lş'in bir kaç katı ücret artışları alarak işçilerin gözündeki itibarını güçlendirirken, bir yandan da solun hemen hemen her kesiminin sempatisini ve desteğini alıyordu. Kazandığı bu toplumsal itibar, yükselen her yerel, kendiliğindenci işçi hareketliliği- birlikte Türkiye tarihinin en büyük işçi grevi başladı. Tarım işçilerinin peşinden diğer işkollannın da peş peşe greve çıkmasıyla tik bir haftada grevci işçi sayısı 60 bini buldu. Bütün tarihi boyunca devletle birlikte, uyum içerisinde olmayı, devletle çatışmamayı ilke edinmiş olan Türk- iş yöneticileri bir yandan meydanlarda yağıp gürlerken, diğer yandan da grevlerin bir an önce bitirilmesi için el altından siyasi İktidarın temsilcilerine haberler yolluyor, en kısa zamanda bu işten sıyrılmanın hesaplarını yapıyordu. Siyasi iktidar Türkİş yöneticilerinin yalvarmalarına kulaklarını tıkayarak daha fazla zam veremeyeceğini grevde maaş ödemedikleri için karlı olduklarını söylüyorlardı. İşçilerin her ileriye atılışlarını sarı sendikacılar engellemeye çalıştılar. İşçilerin her geçen gün kararlılıkları artarken, sendikacılar da hükümetle uzlaşabilmek için her yolu deniyor, bir yandan da işçilerin baskıları sonucu ister istemez yeni yeni eylem kararlan almak zorunda kalıyor, siyasi parti temsilcilerine bir an önce bu işi bitirin yoksa doğacak sonuçları biz bile engelleyemeyiz diyerek sözleşmelerden ve işçilerin baskısından bir an önce kurtulmak için yalvarıyorlardı. Bu benzeri görülmedik uzlaşmacılık karşısında bile işçiler her şeye karşın büyük umutlarla Ankara'ya yürüdüler. Ve Türkiye tarihinde iik kez bir hükümetin yıkılmasını sağlayan işçiler, kurulması düşünülen bir savaş hükümetinin de güvenoyu almasını engelleyerek daha doğmadan mezara, ölümüne neden oldular. İşçi sınıfı elde ettiği kazanımlarla zafere doğru ilerlerken sendika ağalarının ihanetiyle karşılaştılar. Türk-İş yönetimi imza yetkisi olmayan ve içeriğini hiç kimsenin tam olarak bilmediği bir sözleşmeyi kabul ederek kamu işçilerinin istediğinin çok gerisinde, sonuç almaya çok yaklaştıkları bir noktada grevleri bitirerek işçilere işbaşı yapmaları çağrısı yaptılar. Kamu işçilerinin büyük grevi işçilerin istediği kazanımların çok gerisinde bitmesine rağmen, İşçilerin kendi gücünü görüp tanıması gücünün farkına varması açısından önemli kazanımlar sağlamıştır. nin yüzünü DİSK'e çevirmesini de sağladı. Bu süreçte işçiler DİSK'e katılmak için direnişler, fabrika işgalleri düzenlediler, büyük çatışmaları göze aldılar. DİSK 1967-71 yılları arasında politik olarak TİP'i destekledi. DİSK, kurucularından Kemal Nebioğlu ve Rıza Kuas 1965 seçimlerinde TİP'ten milletvekili seçilerek parlamentoya girdiler. Rıza Kuas 1969'da yeniden milletvekili seçildi. DİSK 1969 genel seçimlerinde ve ara seçimlerde TİP'e oy verilmesi çağrısında bulundu. 1969'da radyodan TİP lehine konuşma yapanların içerisinde DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de vardı. Bütün bu görüntülere rağmen DİSK ile TİP arasında kurulması gereken ilişkiler hiçbir zaman kurulamadı. DİSK yöneticilerinin kendilerini siyasal yapılanmalardan bilerek uzak tutmalarından dolayıdır ki; siyasal bir partinin içinde yeraimalarına karşı hiçbir zaman tam bir siyasal kişilik sergileyemediler. Onlar için ilk önce sendikacılık önemliydi. İşte bu nedenledir ki DİSK'in içerisinde hemen hemen hiçbir siyasal yapının çalışma yapmasını istemediler, yapmak isteyenlere de engel oldular, lleriki süreçte TİP'in kapatılması ile iyice özgürleşerek bağımsızlaştılar. Artık üzerlerinde hiçbir ideolojik baskı kalmamıştı. 1970, 15-16 Haziran DİSK için tam bir dönemeç oldu. AP iktidarı hazırladığı bir yasa taslağıyla var oian sendikal hakları budamayı amaçlıyordu. Bu taslağa daha sonra DİSK genel başkanı olan Abdullah Baştürk'ün de bulunduğu Türk-lş'li parlamenterler de destek verdiler. Sendikal hak ve özgürlüklerine yapılan saldırıyı engelleme amacıyla 15-16 Haziran'da onbinlerce işçi alanlara doldu. Sokak sokak barikatlarda çatışan işçiler haklarını korumaya çalışırken DİSK Genel Başkanı radyodan işçilere seslenerek eylemlere son vermelerini , aralarında bulunan ve işçilerle omuz omuza çarpışan devrimcilere kanmamaları çağrısı yaptı. Kemal Türkler radyodan şöyle sesleniyordu; "Girişilen tahripkar eylemle ilgimiz olmadığını içişleri bakanına söyledik. Ve kesinlikle bu tahripkar eylemleri tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca işçilerden kötü cereyanlara (devrimcilere) alet olmamalarını istedik." Böylece DİSK işçiler ve devrimcilerle arasına büyük bir mesafe koymuş ve düzenin artık iyice dümen suyuna girmişti. DİSK yöneticileri 12 Mart faşist cuntasının hemen ertesinde yaptıkları açıklamayla şöyle diyorlardı; "İşçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık", yarattığından söz ederek, DİSK'in Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yanında olduğunu" "kıvançla" belirtiyorlardı. DİSK'i kuran sendikacılar, işçileri düzene karşı seferber etme diye bir sorumluluğu hiçbir zaman duymadılar. Onlar gelişen tüm olaylara sendikal bir kafa yapısıyla yaklaştılar. Onların DİSK içerisinde yer almaları bu niteliklekini değiştirmiyordu. Onların TİP içerisinde özerk bir konumları vardı. Ve bu konumlarını da asla bozmak istemediler. DİSK yöneticileri böylece Türk-lş'in yarattığı "partilerüstü" politikanın bir benzerini TİP içerisinde yarattılar. Bu tutumları İle devrimcilerle işçi sınıfının ilişki kurmasını engellerlerken, bu tutumları 12 Mart faşizmini hasar almadan atlatmalarını sağladı. 12 Mart öncesi devrimcilerin propaganda ve eylemlerinden etkilenen geniş halk yığınları darbecilerin destek bulmalarını engelleyen en büyük etken oldu. Bu dönem siyasal yapılanmaların darbeler yiyerek dağılmalarından dola- yı, emekten yana ve düzeni yıkma perspektifinden uzak sosyal demokrasinin atılımının zeminini oluşturdu. DİSK'in CHP'lileşmesi olarak adlandırılan sürecin başlangıcı da bu döneme denk düşmektedir. DİSK'li sendikacıların siyasal yapılarla bağlarının iyice zayıflaması, hatta tamamen kopması onların 12 Mart sonrası gelişen sosyal demokrasinin rüzgarlarından etkilenmesinin ve daha gerilere gitmesinin nedeni oluyordu. CHP'nin sosyal demokrat bir kimlikle yaptığı çıkış artık DİSK yöneticilerini iyice etkisi altına almıştı. DİSK 1973 seçimlerinde CHP'ye oy verilmesi çağrısı yaptı. 1974'te sosyal demokrat nitelikli sendikaların da Türkiş'ten koparak DİSK'e katılmaları başladı. Bu dönem, DİSK'in tarihinde TSİP, TİP gibi partilerle ilişkilerin tamamen koptuğu ve "barış, demokrasi, ve toplumsal ilerleme" sloganıyla kendisini ifade eden, yer yer CHP kimliğinin arkasına gizlenerek ve CHP ile hassas dengeler gözetilerek geliştirilen bir "TKP etkinliği dönemi" başladı. Bir süre sonra "barış, demokrasi ve toplumsal ilerleme" sloganını Genelbaşkan Kemal Türkler de kullanmaya başladı. Yine bu dönemde KSD, DY ve diğer anlayışların DİSK içerisinden dışlandığı görülüyor. 1977'de Kemal Türkler ve ekibi seçimleri kaybetti. 1974'te DİSK'e katılan Genel-lş Genelbaşkanı Abdullah Baştürk DİSK Genelbaşkanlığına seçildi. DİSK içerisinde CHP'lileşme süreci hızlanarak bu dönemde iyice pekiştirildi. Sendikal alanda sınıfın ve mücadelenin örgütlenmesinde DİSK esas olarak Türk-iş'ten devraldığı geleneklerin sürdürücüsü oldu. Bir taraftan atamayla geien ya da vakti gelince "vekalet almakla" yetinen sendikacılar, diğer yanda ise sadece mücadele sürecinin sonucu ile ilgilenen işçilerden oluşan sendikal anlayış bir türlü kırılamadı. Bu işleyiş içerisinde "vekalet ettiği" işçileri daha büyük bir kararlılıkla, daha dürüstçe savunan ve onları memnun eden DİSK'li sendikalar uzlaşmacı sarı Türk-lş'li sendikacılar karşısında elbetteki daha onurlu bir konumdaydılar. Yukarıda saymaya çalıştığımız olumsuzlukların nedenlerinden en önemlisi "tabanın söz ve karar sahibi" olma ilkesinin DİSK'in örgütlenme ve mücadele tarzına damgasını vura60'lı yılların sonunda işçi sınıfı hareketliliğindeki genel yükselişle yığınsallaşan DİSK, bütün eksikliklerine rağmen sendikal mücadelede bir atılımı, canlı ve gelişmekte olanı temsil ediyordu. DİSK bu eksikliklerini tabandan gelen sağlıklı bir dinamizmle aşabilirdi ancak bu gerçekleşmedi. 70'li yılların sonuna gelindiğinde bu canlılığı yakalayamadığı, dönüşemediği içindir ki tıkandı. Bu tıkanıklık işçi sınıfını ve devrimci yapıları bağımsız sendikalar kurma ve DİSK içerisinde muhalefet platformları örgütlemeye kadar götürdü. DİSK 12 Eylül 1980 Askeri cuntasını böylesi bir tıkanıklık ve geriye doğru savruluşla karşıladı. DİSK'in adının başında devrimcilik vardı. Ancak İşçi sınıfının bu anlayışta (devrimci) bir sendikal mücadele istemine gerektiği gibi cevap veremedi. DİSK tabanda süren direnişleri hep sağa çekmenin hesaplarını yaptı. İşçilerin tepkilerini yumuşatma çabasını güttü. DİSK'in tek olumlu yönü işçilerin ekonomik anlamda, onları nispi olarak doyuma ulaştıracak bir toplu sözleşme mücadelesi vermesiydi. Reformist, revizyonist anlayış DİSK'in, TÜRK-IŞ'ten yeterli mesafede uzaklaşmasının en büyük en- 24 ŞUBAT: Havaş grevi 2300 işçi ile başlayan grevi Türkİş hiçbir aşamasında desteklemedi. 16 M ART: Yozgat'ın Sorgun ilçesinde ,Matsan Maden Ocağı'nda meydana gelen göçükte 38 işçi hayatını kaybetti. 17 NİSAN: Gülen Boya olarak adını duyuran Polisan'da Petrol- İş Sendikası greve çıktı. Grev hala devam ediyor. 30 NİSAN: İşçiler tarafından Mezarda Emeklilik anlamına gelen yasa tasarısını işçiler İzmir'de düzenledikleri bir mitingle protesto ettiler. 1 MAYIS: 1 Mayıs kutlamaları başta istanbul olmak üzere İzmir, Mersin, Adana, Ankara ve diğer illerde büyük bir coşkuyla kutlandı. İstanbul'daki kutlamalarda 100 bini aşkın işçi ve emekçi Kadıköy meydanını adeta bayrak ve pankartlarıyla kızıla boyadılar, polis bazı grupları ararken, devrimci İşçilerin ve emekçi halkın kortejine dokunmaya cesaret edemedi. 16 MAYIS: Hava-İş Gene! Başkanı Atilay Ayçin Terörle Mücadele Yasası'na muhalefetten tutuklanarak cezaevine kondu. 21 MAYIS: Rize'de Mezarda Emeklilik Yasası pretesto edildi. 2 HAZİRAN: Şişli Belediyesi'nden 363 işçi işten atıldı. Atılan işçileri desteklemek için işçilerin hepsi iş bıraktılar. 14 HAZİRAN: Eminönü Belediyesi'nden 265 İşçi bayramda mesaiye kalmadıkları gerekçesiyle işçi düşmanı Ahmet ÇETİNSAYA tarafından işten atıldı, işten atılan işçiler belediyenin önünde direnişe başladılar. 17 HAZİRAN: Atilay Ayçin'den sonra Tüm Sağlık-Sen Genel Başkanı Fevzi Gerçek'in de cezası kesinleşti. 3 TEMMUZ: Emekliler Sendikası kuruldu, sendika DİSK'e katıldı. 5 TEMMUZ: Toplu sözleşme görüşmeleri uzayan kamu işçileri ilk uyarı eylemlerini yaptılar. 22 Petrol- İş 22 bin 775 işçiyle pasif direniş başlattı. 7 TEMMUZ: Polisan işçilerine jandarma saldırdı. Çok sayıda işçi yaralanarak gözaltına alındı, jandarma tarafından tehdit edilen işçiler daha sonra serbest bırakıldılar. 10 TEMMUZ: Adana AKPAŞ'ta 35 gün süren işçilerin direnişi kazanımla sona erdi. 12 TEMMUZ: Türk- İş Başkanlar Kurulu hükümetin 4,4'lük zam teklifini yakarak eylem kararı aldı. 21 TEMMUZ: Kamu işçileri ve özel kesimde çalışan işçiler, servis araçlarına binmeyerek işlerine yürüyerek gittiler. 23 TEMMUZ: İzmir ambarlarında çalışan 27 işçi işten atıldı. 25 TEMMUZ: İzmir ambarlarda işçilere polis saldırdı. 26 TEMMUZ: Tüm Haber-Sen Sendikası Yargıtay kararıyla kapatıldı. geliydi. 12 Eylül'ü bu anlayışın hakimiyetinde karşıladı. DİSK ve dolayısıyla Sıkıyönetim mahkemelerinin kapılarının yoluna suçluluk psikolojisi içinde kendi ayaklarıyla dizildiler. DİSK yöneticileri gerek cezaevi, gerekse de mahkeme salonlarında işçi sınıfına ve onun sendikal önderlerine yakışan tavrın çok uzağındaydılar. Tek tip elbise giymekten tutun, saçlarını dipten kazıtmaya kadar faşist cuntanın yaptırımlarına karşı çıkmazken, ezilmiş, yenilmiş bir psikoloji ile çıktılar sıkıyönetim mahkemelerindeki yargıçların karşılarına. 12 Eylül sonrası işçiler mitinglerde, gösterilerde, saion toplantılarında, "DİSK açılsın", "malvarlığı iade edilsin", derken DİSK yöneticileri bu sesleri duymuyorlardı bile. Ne zaman ki mahkeme beraat karan verdi, o zaman ortaya çıktılar. 12 Eyfül'deki teslim olmuşluk psikolojisini de elbetteki beraberlerinde getirdiler. DİSK yöneticileri her geçen gün ekonomik-demokratik, siyasal anlamda yoğunlaşan işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin sorunlarına eğilecekleri yerde, "yeni dünya düzeni"nin ağzından konuşmaya başlayarak "Çağdaş Sendikacılıktan bahsetmeye başladılar. DİSK'in çağdaş sendikacılık anlayışının altında yatan görüş şuydu; "Değişen yeni dünya düzeninde sınıflararası çelişkiler değişmiştir. Bir sınıfın, diğer sınıfla dövüşmesi yerine uzlaşarak bir arada yaşamak gerekir." DİSK yöneticileri devrimcilikten artık bunu anlıyorlardı. Uzlaşmacılık ve icazetçilik. İşçi sınıfı DİSK açıldığında gerçekten adında yer aldığı gibi devrimci bir DİSK olmak istiyorsa, önceki DİSK'i aşacak politikalar üretmeli, tabanın sesine kulak vermeli, işçilerle bütünleşmeli diyordu. Böyle olacağı yerde DİSK "Çağdaş", "icazetçi" bir anlayış ve bu anlayışa uygun pratik İle eski DİSK'ten de çok gerilere gitti. DİSK yöneticileri sınıf mücadelesini örgütlemek, işçilerin sorunlarına sahip çıkmak yerine, işçilerin aidatlarından oluşan DİSK'in parasıntn ve malvarlığının üzerine oturmanın kavgasını yaptılar. 12 Eylül sonrası dönem DİSK'in malvarlığının yağmalandığı, uzlaşmacılığın, teslimiyetin kol gezdiği bir dönem değildi sadece. Bu dönem aynı zamanda DİSK'in yarattığı tüm olumlu değerlerin de yağmalandığı bir dönemdir. 12 Eylül öncesi DİSK bütün olumsuzluklarına rağmen, direnişlerde, grevlerde bünyesinde barındırdığı sendikalarla ve işçilerle yanyana olmuş, olmaya özen göstermiştir. Sendikalar arası dayanışmanın ve yardımlaşmanın DİSK içerisinde çok güzel örnekleri sergilenmiş, gerek ekonomik gerekse de fiili desteklerle grevler ve direnişler kazanımlarla sonuçlandırılabilmiştir. Oysa bugünkü DİSK'e bağlı sendikalar bırakalım bir kenara sendikalar arası yardımlaşmayı, kendi üyelerinin yaptığı grevleri ve direnişleri dahi desteklememişlerdir. Bunun en somut örneği; Eminönü işçilerinin işçi kıyımına karşı vermiş oldukları onur kavgasını Genel-iş Genel Merkezi ve Genel Başkanı İsmail Hakkı Önal çeşitli hesaplarla desteklememiştir. Kendi üyesinin direnişini desteklemeyen bir sendikanın Genel Başkanı bugün DİSK Genel Başkanlığına aday oluyor. Ne için? Sadece koltuk ve kariyer hırsı için. 11 AĞUSTOS: Sunteks'te çalışan 6oo işçi kötü çalışma koşullarının düzeltilmesi için vizite eylemi yaptılar. 13 AĞUSTOS: Erdemir işçileri sendikal rekabeti protesto etmek için eşleri ve çocuklarıyla birlikte eylem yaptılar, 15 AĞUSTOS : Eminönü Belediyesi'nden atılan işçilerin geri dönebilmeleri için başta DİSK Genel-İş 7 No'lu Şube başkanı Erol Ekici olmak üzere ölüm orucuna başladılar. 20 AĞUSTOS: Kocaeli Sendikalar Birliği ekmek zammını protesto etmek için gösteri yaptılar. 22 AĞUSTOS: İzmir'de tekel çalışanları toplu iş sözleşmesi için gösteri yaptılar. 23 AĞUSTOS: Poiisan işçileri gözaltına alındılar. 27 AĞUSTOS: TÜMTİS Sendikası'na üye oldukları için işten atılan ve işyerinin Önünde direnen Retrans işçilerinin üzerine taşeronun adamları olan faşist çeteler tarafından âteş açıldı. Neden Olağanüstü Genel Kurul Bugüne kadar olumlulukları ve olumsuzluklarıyla sendikal alanda yer alan DİSK, içinde bulunduğu başta ekonomik krizi aşamadığı için olağanüstü kongreye gidiyor. DİSK içerisinde yer alan ve diğer sendikalara göre ekonomik yönden güçlü olan sendikalar DİSK'e maddi katkıda bulunmuyorlar. DİSK'in Konfederasyon olması nedeniyle aidat alacak ve giderlerini karşılayacak üyeye sahip değil. Konfederasyonun geliri üyesi olan sendikaların DİSK'e vermiş oldukları aidatlarla sınırlı. Bunların DİSK'e yapmaları gereken ödentileri yapmamaları üzerine DİSK ekonomik yönden zorunlu harcamalarını dahi karşılayamamaktadır. Bu nedenle Olağanüstü Genel Kurul DİSK'in sorunlarının tartışılacağı, en azından geçici de olsa çözümler aranacağı bir genel kurul olacaktır. Bu arada ayağının altındaki koltuğun kaydığını gören Genel-İş sendikası genel başkam İsmail Hakkı Ona! gibi kaşarlanmış asalaklarda DİSK genel başkanlığını kendisi için daha güvenli bir mekan gördüğünden başkanlığa sıçrayabil menin hesabını yapıyor.* Nak Kargo İşçileri "Hakkımızı Alıncaya Dek Direneceğiz" Türk-İş'e bağlı TÜMTİS sendikasına üye olan İzmir NAK-Kargo'da çalışan 40 işçi 4 Aralık'ta işten Çıkarıldı izmir Taşra Ambar işverenlerinden 9"unun işyerlerini Çamdibine taşıyarak işçiler tazminatsız bir şekilde işten çıkarıldı. Amaç işyerindeki sendikal örgütlenmeyi önlemek ve çıkarıian işçiler yerine sigortasız, kaçak taşeron işçilerini çalıştırmaktı. Böyle bir haksızlığa karşı işçiler 4 Araiık'îa direnişe geçince polis ve faşistler tarafından saldırıya uğradılar. 26 Arailk'ta TÜMTİS Genel Başkanı Sabri Topçu'nun da katıldığı basın açıklamasına polisin tekrar saldırması işçilere geri adım attırmadı. 2 Ocak'ta Çamdibindeki İşyerine gelen direnişteki işçiler, burada da polisin saldırısıyla karşılaştılar. Çamdibi polis karakolu komiseri Salim Kesen işçilere tehditler yağdırmaya başladı. İşverenin işlediği bu suç yasalarda açık olmasına rağmen, yasaları çiğneyenlere müdahalede bulunması gereken polis, haksızlığa uğrayıp zor duruma düşürülen işçilere küfür edip coplaria saldırdı. Saldırı sırasında Ömer Açıkalın, Mehmet Subaşı, Ali Güner ve Nuri Külçeker adlı işçiler yaralandı. Saldırıyı protesto etmek amacıyla 3 Ocak'ta Konak'da TÜMTIS Genel Başkant Sabri Topçu'nun da katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. Açıklamada "Geçimlerini çalışarak emek sarfederek kazanan işçiler, sermayenin işten çıkarma, kazanılmış haklarını gaspetme ve emek düşmanlarının üzerine saldırmalarının yanısıra polislerin cop ve sopasına maruz kalıyorlar. Sendikaları, işçi ve kamu çaiışanlarını, emekten yana olan tüm güçleri, benzer saldırıların yarın kendilerine de yöneleceği gerçeğinden hareketle işverenlerle polisin bu ortak saldırılarına karşı üyelerimiz ve sendikamızla dayanışma içinde olmaya çağırıyorum. Basın açıklamaları, protesto faxları ve fiili desteklerin sınıf dayanışması için gerekli olduğuna inanıyor. Saldırılara karşı haklarımızı koruma mücadelesinden geri durmayacağımızı bir kez daha belirtiyoruz" denildi. 8 EYLÜL: Tarım-İş Ankara'da ilk grevi başlattı. 20 EYLÜL: Kamu grevleri başladı, 160 bin işçi greve çıktı. 26 EYLÜL: Türk-iş Başkanlar Kurulu 7 Ekim'de miting kararı aldı , 3 Ekim'de yürüyüş kararını erteledi. 13 EKİM: Kamu işçilerinin grevi devam ederken hükümetle anlaşan Haber-İş Sendikası ihanet ederek toplu sözleşme imzaladı. 15 EKİM: Türk-İş'in düzenlediği Kızılay mitingine 250 bin işçi katıldı. 17 EKİM: Tarım -İş, Ağaç-İş, Selüloz-İş, Türk-Metal, Basın-İş, Liman-İş, Demiryol-İş, Şeker-İş sendikalarının grevleri Bakanlar Kurulu kararıyla ertelendi. 19 EKİM : Türk-İş grevleri ertelenen işçilerin İşbaşı yaparak çalışmalarına karar verdi. 26 EKİM: Türk-İş tarihinin en büyük ihanetini gerçekleştirdi. 600 bin kamu İşçisi adına sürdürdüğü toplu sözleşme görüşmelerini hükümetle anlaşarak bitirdi. 11 KASIM: İskenderun Belediyesi'nde çalışan 747 işçi maaşlarının ve sosyal haklarının ödenmemesi üzerine bir protesto yürüyüşü düzenlediler. 20 KASIM: Merter Keresteciler Sitesi'nde bulunan Samteks'te 40 işçinin işten atılması üzerine direnişe geçen işçiler 10 gün boyunca tüm engellemelere karşı fabrika önünde direniş yaptılar. 4 ARALIK : İzmir Ambarlar Sitesi'nde çalışan TÜMTİS Sendikası'na üye 40 işçi işten atıldı.İşçiler MHP'li faşistlerin ve polisin tüm saldırılarına rağmen direnişlerini sürdürüyorlar. 8 ARALIK: Mevsimlik işçiler Türk-İş Genel Merkezi'nde açlık grevine başladılar. 9 ARALIK: Türk-İş Kongresinde sınıf sendikacılığı tavrıyla bir araya gelen ve hiçbir listeyi desteklemeyecekleri ni açıklayan Hava-iş, TÜMTİS ve Liman-İş sendikaları "İşçi Sınıfına ve Türk-İş Delagasyonuna" başlıklı bir deklarasyon yayınladılar. 11 ARALIK: Türk-İş Genel Merkezi'nde açlık grevinde olan mevsimlik işçiler polis zoruyla dışarıya atıldılar. Özelleştirme kapsamına alınan ve sendikacıların kurduğu GESTAŞ adlı şirkete 49 yıllığına kiralanan Türkiye Gemi Sanayii'ne ait tersanelerin özelleştirilmesinin iptali için mahkemeye başvurdular. Tüm Yargı-Sen Faşizmin Saldırılarına Karşı Tepkilerini Yükseltmelidir üm Yargı-Sen yargı işkolunda çalışan emekçilerin sendikal örgütlenmesidir. Gardiyanlar bu işkolunda çalışanların çoğunluğunu oluşturdukları gibi, Tüm Yargı-Sen'in üyelerinin çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Kamu emekçilerinin 6 yıllık sendikal hak alma mücadelesinde Tüm Yargı-Sen'in katkısı, bu işkolundaki örgütlenmesinin durumu tartışmalıdır. Bu süreç içerisinde mücadelede hep edilgen ve pasif kalmıştır. Zaman zaman yapılan basın açıklamalarının dışında kamu emekçilerinin genel eylemliliklerine katılımını sağlayan bir pratik izlemiştir. Bu yanıyla Tüm Yargı-Sen sedikal mücadede varlığını bu güne kadar pek gösterememiştir. Süreç değişmiştir. Ülkemizde devrim mücadelesi, hak alma mücadelesi yükselmiştir. Buna karşın faşist devletin saldınlann da artış yaşanmış, işkenceler, katliamlar, tutsaklıklar boyutlanmıştır. Egemen güçlerin tek politikası olan baskı, zor, şiddet. cezaevlerinde uygulanan politikadır. Katledip öldüremediği devrimci, demokrat, aydın ve yurtseverleri cezaevlerine dolduran devlet; burada testim almayı denemiş, başaramadığında İşkence ve katliamlarını cezaevlerinde de arttırarak devrimci tutsakları imhaya yönelmiştir. Devletin azgın saldırıları karşısında, devrimci kimliğine direnerek sahip çıkanların yanında demokratik kurumlara, sendikalara düşen görev de direnen özgür tutsaklann yanında olmaktır. Cezaevlerinde son yaşanan saldınlarla birlikte tüm onurlu insanlara düşen görev ve sorumluluklar artmıştır. Cezaevlerinde çalışan gardiyanların örgütlü gücü olan veya bunu hedefleyen Tüm Yargı-Sen'in cezaevlerine yönelik saldırılarda daha fazla duyarlı olması gerekirken, görev ve sorumlulukları da bu oranda büyüktür. Gardiyanlar her süreçte faşist devletin cezaevlerinde uyguladığı saldırı politikasının ya bizzat uygulayıcısı ya da tanıkları olmuşlardır. Devlet cezaevlerinde asker, polis gibi kolluk güçlerinin yanında gardiyanları da yedek gücü olarak kullanmıştır. Son süreçte Buca, Ümraniye Cezaevlerinde yaşanan saldırılar, bunun en açık göstergesidir. Devlet Buca'da askeri, polisi, özel timleriye bombalar ve silahlarla katliam yapmıştır. Üç devrimci tutsağı katlederken, onlarcasını yaralamıştır. Ümraniye'de ise asker ve polisin katıldığı katliamda üç devrimci tutsak katledilirken yine onlarcası yaralanmıştır. Bu tür katliamlarda gardiyanlar da faşist, katil kolluk güçlen gibi devrimci tutsaklara saldırabilmişlerdir. Asker, polis, özel tim bombalarla ve silahlarla vahşice saldırmış, tutsaklara baygın haldeyken maltaya kan revan içinde atılmışlardır. İşte gardiyanlar burada faşizmin kolluk güçleri gibi devrimci tutsaklara saldırarak faşist devletin cephesinde yer almışlardır. Devletin gardiyanlara biçtiği misyondan daha fazlasını yerine getiren gardiyanlar bütün bu suçlara ortak olmuşlardır. Gardiyanlar faşist devletin yanında olmamalıdırlar. Gardiyanlar geldikleri sınıf kökenleriyle, bugün içinde bulundukları sosyal-ekonomik yaşam standartlarıyla emekçi kesim içinde yer almaktadırlar. Emekçiler faşist devletin değil, halkın, devrimcilerin yanında yer almalıdırlar. Çünkü sınıfsal çıkarları bunu gerektirir. Ekmek parası için hiç bir onurlu insan halk düşmanlarının yanında yer alamaz. "Emir kuluyum, bana saldır dediler, işimi kaybetmemek için yaptım" diye bir gerekçe onurlu emekçilerin sarılacağı da! olamaz. İşkenceciler katiller yani polislerde sıkıştıklarında can korkusuyla "ekmek parası İçin yaptım" demektedirler. Hiç kimse hiç bir gerekçeyle halka ve devrimcilere karşı faşist devletin saflarında yer alamaz, evine katliamlardan işkencelerden kazandığı parayla ekmek götürme onursuzluğunu göstermemelidir. Cezaevlerine konularak, devrim mücadelesinden kopartılan devrimci tutsaklar her süreçte faşizmin zindanlarında direniş bayrağını yükseltmişlerdir. Vatanın bağımsızlığı, halkının emeği özgürlüğü, kurtuluşu için savaşan devrimcileri katletmek, İşkence yapmak, cezaevlerine kapatmak yeterli olmamıştır. Devrimci tutsakları teslim almak ve devrime, halka İhanet etmesi için cezaevlerinde de işkence, katliam faşizmin tek dayanağı olmuştur. Faşist devletin hedefi, halkın mücadelesinde öncü olan devrimcileri teslim alarak, tüm halkı teslim almak, suskun, köle bir toplum yaratmaktır. Öncüleri teslim alındığında halkı teslim almak Tüm Yargı-Sen edilgen pasif çizgiden hızla çıkmalı, geçmiş sürecini sorgulamalı yeni sürece dana aktif, cüretli atak olarak girmelidir daha kolay olacaktır. Buca ve Ümraniye gelişen halk mücadelesine gözdağı vermektir. Ve sırada daha çok cezaevi vardır. Bundan sonraki süreçte cezaevlerinde faşist devletin saldırıları artacak katliamları boyutlanacaktır. Faşizmin zindanlarındaki saldın ve katliamlarına karşı direnen devrimci tutsakların direnişi destekleme, saldırılar karşısında barikat olmak insanların görevidir. Aydınlar, sanatçılar, tüm demokratik kurumlar ve sendikalar, onurlu, namuslu tüm insanlar, direnen, faşizme boyun eğmeyen devrimci tutsakları sahiplenmeli, faşizmin katliam politikasını boşa çıkartmak için mücadeleyi yükseltmelidir. Buna karşı sesini çıkarmayan, mücadele etmeyen, devrimci tutsakları sahiplenmeyenler faşizme güç veriyor, katliamlarını onaylıyor demektir. Evet; Tüm Yargı-Sen Ümraniye Cezaevi'ne geçen ay yapılan büyük (13 Aralık) saldırı sonrası belli bir duyarlılıkla saldırıyı kınadığını açıklamıştır. Yapılan bu eylem mücadele içinde küçük bir adımdır. Bu anlamıyla olumluluktur. Ama hiçbir şekilde yeterli değildir. Tüm Yargı-Sen faşist devletin cezaevlerine yönelik politikalar karşısında iki görevle karşı Eğitim Emekçilerinin mücadele tarihi Osmanlı devletinin son döneminden günümüze kadar yüzlerce baskı, sürgün, işkence, infaz gibi baskıları atlatarak, baskılara rağmen varlığını sürdürerek gelmiştir. Devletin kapatma tehditleri bugün yeni ortaya çıkmış birşey değildir. Devlet her zaman mücadeleyi kontrol edemeyince zora başvurmuştur. Zor'un kaynağın ise sınıfsal kurumlanışından almıştır. Zaman gelmiş, askerini, polisini, zaman gelmiş mücadele sapkını sözde sosyal-demokrat, "solcu" bilcümle zevatları, zaman gelmiş burjuva yasalarını kullanarak kamu emekçilerinin mücadelesini bastırmaya çalışmıştır. Bunda belirli zamanlarda da başarıya ulaşmış, mücadeleyi belirli kesitlerde geriletmiş, durdurmuş ya da yavaşlatmıştır. Ama bir gerçek vardır ki dün olduğu gibi bugün de değişmemiştir. Sınıfsız toplum kurulana kadar da değişmeyecektir. O da devrimci demokrat ve ilericilerin, kısaca ezilen halkların sınıfsız toplum mücadelesidir. Burjuvazi dün olduğu gibi bugün de bu mücadeleyi yok edememiştir, yannda yok edemeyecektir. Eğitim emekçileri de bu mücadelede onurlu yerini almış, mücadele geleneğini her türlü zora rağmen sürdürmüştür. Tarihindeki ilk baskıyı Cemiyet-i Muallimin 31 Mart ayaklanması sonucu derneklerinin kapatılmasıyla görmüştür. Buna rağmen eğitim emekçileri 1920-21 yıllarında ekonomik karşıyadır. Birincisi, tüm demokratik kurumlar, sendikalarla beraber devrimci tutsakları sahiplenmeli, saldırı ve katliamlar karşısında tepkilerini yükseltmelidirler. İkinci görev ise cezaevlerinde çalışan gardiyanların, saldırılarda yeralmamaları konusunda üyelerini uyarmalı, saldırılarda yer alanları yüreklilikle ihraç etmeli, teşhir etmeli, suçlarını açıklamalıdır. Bu yanıyla Tüm Yargı-Sen edilgen pasif çizgiden hızla Çıkmalı, geçmiş sürecini sorgulamalı yeni sürece daha aktif, cüretli atak olarak girmelidir. * Eğitim emekçileri sendikalarına yönelik bu saldırıyı da boşa çıkartacaktır. sorunlarına karşı devletin gösterdiği ilgisizliği protesto ederek derslere girmemişlerdir. Mücadele geleneklerine Türk Muallimler Birliği, Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu ile devam ettiren eğitim emekçileri 1965 yılında TÖS'ü kurdular. Türkiye Öğretmenler Sendikası ile dört büyük eğitim yürüyüşü, devrimci eğitim savaşı ve dört günlük öğretmen boykotu gibi eylemlilikler yapılarak eğitim emekçilerinin meşru ve fiili mücadele tarihine yeni sayfalar eklenmiştir. 12 Mart Askeri Darbesi'yle TÖS kapatıldıktan sonra 1971 yılında mücadelesine T.Ö.B'ü kurarak devam eden eğitim emekçileri 1972 yılında TÖBDER'i kurarak ülkemizde antifaşist, anti emperyalist mücadeleye yeni halkalar kazandırarak, onlarca şehit, sürgün, cezalara rağmen yılmadan yoluna devam etmiştir. Ve yine devlet 12 Eylül Faşist Cuntası'yla eğitim emekçilerinin mücadelesini durdurmaya çalıştı. TÖB-DER'i kuşatmış, mal varlıklarına el koymuş, üye ve yöneticilerini yargılamış, tutuklamış, işten çıkarmıştır. Bu baskılarla mücadeleyi durduracağını sanmıştır. Bilmediği birşey vardır. Eğitim emekçileri her baskıdan sonra daha güçlü bir şekilde inatla mücadelelerini devam ettirmişlerdir. Bu kez örgütlenme aracı olarak ABECE dergisi ve Eğit-Der eğitim emekçilerinin daha güçlü mücadeleleri için temel basamaklar olmuştur. Devlete rağmen sürdürülen mücadele, "hak verilmez alınır", "Haklıyız kazanacağız", "Toplu sözleşme hakkımız grev silahımız" şiarlarıyla Eğit-Sen ve Eğitim-iş sendikalarını yaratmıştır. Meşru ve fiili sendikal anlayışla hareket edilerek ödenen bedellere, sürgün ve cezalara rağmen eğitim emekçileri tarafından kurulan eğitim emekçilerinin sendikalar, kitlelerin varlıklarını sürdürme azmi ve inancı sayesinde Türkiye'de yeni bir süreci başlatmıştır. Ardı sıra kamu emekçileri onlarca sendika kurarak bu onurlu mücadelede yerlerini almışlardır. 12 Eylül sonrası ise Eğitim emekçilerinin onlarca insanla başlattığı mücadele Eğitim Sen'in kurulmasıyla yüzbinlere ulaşmıştır. Bu sayı kamu emekçilerinin tümünde beşyüzbinlere varmıştır. Bu süreç içerisinde şehitler verilmiş, büyük Ankara yürüyüşleri, iş bırakmalar, mitingler, çeşitli protesto gösterileri ve tarihimizin en büyük eylemlerinden biri olan Kızılay eylemi devlete rağmen gerçekleştirilmiştir. Kamu emekçileri mücadelelerini meşru temelde, hak verilmez alınır şiarıyla devam ettirirken devlette kendi zorunu devreye sokmuştur. Önce sendikal mücadeleyi yürütenleri cezalandırmış, sürmüş, tutuklamış ve önderlerini öldürmüştür. Devletin ağır baskı ve zoruna rağmen kamu çalışanları mücadelelerini devam ettirmişlerdir. Devlet bu sefer mücedeleyi içeriden vurmayı denemiş, mücadeleyi yasal sınırlar içerisine çekecek yol ve yöntemler geliştirmiştir. Bunda başarıya ulaşsa da. Tamamen kontrol edememiştir. Özellikle, haberleşme işkolunda özelleştirme uygulamalarına karşı çıkan Tüm Haber-Sen, Belediye ve sağlık işkolunda Bem-Sen ve Sağlık-Sen devletin azgınca saldırılarına hedef olmuş, sendikalarından içeri giren herkes yasa dışı örgüt üyesi ilan edilmiş, ya tutuklanmış, ya da infazlara uğramıştır. Krizini aşmak, karlarına kar katmak için PTT yi özelleştirmeyi ön plana alan egemenler buradaki dikensiz gül bahçesi istemine uymayan Tüm Haber-Sen'i büyük bir engel olarak görmüştür. Kontrol altına alamadığı, sürgün ve baskılarla mücadelelerini durduramadığı Tüm Haber-Sen'i son çare olarak kapatmıştır. Bunun önce kararını verip sonra kendi yasaları ve mahkemeleri aracılığıyla onaylatmıştır. Bu devletin ne ilk ne de son zorudur. Devlet bu sefer kamu emekçilerinin motor gücü olduğunu düşündüğü en çok üyeye sahip Eğitim-Sen'e yönelmiştir. Neden Eğitim-Sen'e yönelmiştir. Çünkü; Eğitim-Sen kamu emekçilerinin motor gücü olmaya aday bir sendikadır. Eğitim-Sen en çok üyeye sahip sendikadır. Eğitim işkolu özelleştirilmek istenen ve bunun işaretlerini temizlik ve katkı payları, paralı eğitim uygulamalan ile veren bir alandır. Eğitim-Sen devrimcidemokrat ilerici dinamikleri barındıran, örgütlenme geleneği olan bir sendikadır. Eğitim-Sen yöneticilerinin içinde bulunduğu ruh hali saldın için en uygun durumdadır. KESK'in birleşik gücünü durdurulabilmesi İçin Eğitim-Sen'in başının ezilmesi gerekir. Doğru önderliğin yapılmaması nedeniyle sendikal mücadelede ekonomik demokratik somut kazanımlar sağlanmamıştır. Bu nedenle üye kitlesinde sendikayı sahiplenme bilinci en alt düzeydedir. Kuşkusuz bu nedenleri artırmak mümkündür. Devletin bu saldırısı Eğitim-Sen'le sınırlı değildir. Dün Tüm Haber-Sen'le başlayan bugün Eğitim-Sen'le devam eden saldırı yarın tüm sendikalara yönelecektir. Bu nedenle tüm kamu emekçileri işçiler, öğrenciler, veliler kısaca ezilen insanların tümü birden bu saldırıya karşı direnmelidirler. Tüm Haber-Sen örneği dikkatle incelenmeli, olumlu yanlar geliştirilmeli, Olumsuz yanlardan hızla kurtulunmalıdır. Bu saldırıda devletin hesap etmediği noktada budur. Devrimci-demokratların sınıfsız toplum yaratma inancı ve kararlılığı, olmazı olur, yapılmayanı yapılır, yıkılmayanı yıkılır kılmıştır. Bu inanç ve karartılık EğitimSen'dekİ dinamiklerde vardır. Haydi hep birlikte mücadeleyle zafere P Ankara'dan Eğitim-Sen üyesi bir Kurtuluş okuru Uzlaşmacıları icazetçileri tanıdık 1995'te 1995 yılını, kamu emekçileri için derslerle dolu diyebileceğimiz bir yılı daha geride bıraktık. '94 sonun da 20 Aralık'ta gerçekleştirdiğimiz iş bırakma eylemiyle, gündemi uzunca bir süre meşgul edebilecek bir pratikle atmıştık ilk adımı yeni yıla. Gerçekleştirdiğimiz eylem öylesine bir kamuoyu yaratmıştı ki, eylemi duymayan, etkilenmeyen kalmamıştı. Krizleri her geçen gün derinleşen egemenler eyleme katılan onbinlerce kamu emekçisine soruşturmalar açıp, cezalar yağdırırken, sendikal mücadelede atılım yaptığımız günlerden bu yana uzlaşmacılıklannı, icazetçiliklerini gizleyenler de sinsice hesaplar yapmaktaydılar bu sırada. Hesapları; yaratılan onca değerin üzerine oturmak, gerek sendikalarda gerekse kurmayı planladıkları partilerinde bir koltuk kaparak yerlerini sağlamlaştırmaktı. Elbette bunun için düzene rüştlerini de ispatlamaları gerekiyordu. Ve ne gerekiyorsa da yaptılar yıl boyunca. 25-26 Şubat'ta gerçekleştirilen merkezi kurultayda baş köşeye oturttukları B. Merali devrimci sendikacılara karşı öylesine savundular ki, TÜRK-IŞ'in 'tarih yazdığını" ifade edenler bile vardı. Evet TÜRK-İŞ tarih yazmıştı ama uzlaşmacılığın ve ihanetin tarihini. B. Meral'i savunanların tarih anlayışı buydu işte. Ve bu kurultayda ne kadar "san olduklannın" gelecekte TÜRK-IŞ'ten farklı olmayacaklannın mesajını verdiler. Uzlaşmacılar gerçek yüzlerini kurultaydan iki hafta sonra gösterdiler. Gazi'de onlarca insanımız katledilir, dişe diş bir mücadele verirken, düzen Gazi ayaklanmasiyla sarsılırken bu uzlaşmacılar, verilmiş bir karara rağmen 18 ve 30-31 Mart eylemlerini erteleyerek saflarını belirlediler, Devrimci sendikacıların Gazi'de yaşananlardan dolayı katılamadıkları toplantıya gönderdikleri mesajda 18 Mart'ta eylemin gerçekleştirilmesi ve anti-faşist bir gösteriye dönüştürülmesi gerektiğini belirtmelerine rağmen devlete yaranmak isteyenler gerçekleşecek eyleme onbinlerce kişinin katılmasından, yaşanacak bir hesaplaşmadan en az egemenlerin korktuğu kadar korku duydular. Bu nedenle utanmazca bir gerekçenin ardına sığınarak eylemi ertelediler. Gerekçelerini "yurtseverlik" diye duyurdular kamuoyuna ama aslında sevdikleri yurtlan değil egemenler ve bu düzendi. Geleceklerini bu düzende görüyorlardı çünkü. 20 Nisan'da gerçekleştirilen eylemler ise 18 Mart eyleminin ertelenmesinin yarattığı motivasyon yitimi, 20 Aralık sonrasında onbinlerce kamu emekçisine yönelik saldırıların, soruşturmaların etkisi ve uzlaşmacı, icazetçi anlayışların eylemi geri bir noktaya çekme çabalarıyla 20 Aralık'taki eylemin çok gerisinde kaldı. Devlet kamu emekçileri mücadelesine egemen olan bu uzlaşmacı anlayışlardan da cesaret alarak saldırıları daha da boyutlandırdı. 20 Aralık eyleminden dolayı açılan soruşturmalar sürerken yeni soruşturmalar başlatıldı. KÇSKK'nın buna karşı bir politika belirlememesi devletin sendikaları kapatma politikasını tekrar gündeme getirmesine neden oldu. Gerçekleştirdikleri iş bırakma eylemleriyle, işkollarında işçilerle odaklaştırdıklan mücadeleleriyle kamu emekçileri cephesinde haklı bir yer edinen PTT emekçilerinin sendikası Tüm Haber-Sen 24.5. 1995 tarihinde Yargıtay karanyla kapatıldı. Kapatma kararına karşı Devrimci Mücadelede Kamu Emekçilerinin getirdikleri; sokak eylemlerinden işgallere kadar varan değişik öneriler ne KÇSKK ne de Tüm Haber-Sen genel merkezi tarafından dikkate alınmayarak görmezden gelindi. Süreç bir kaç basın açıklaması ve günübirlik eylemlerle geçiştirildi. Fakat bir yandan da varolan baskılardan, ekonomik sıkıntılardan dolayı kamu emekçilerinde büyük bir tepki de gelişmeye başladı. Yaşanan onca olumsuzluğa, KÇSKK'nın bütün geriliğine karşı hakları için mücadeleden vazgeçmeyen kamu emekçileri Kızılay Meydanı'nı yüz bin kişiyle işgal etti Haziran ortasında. Ülkemiz tarihinde ilk kez gerçekleşen bu eylem bütün görkemiyle iki gün sürdürüldü. Devlet erkanının bütün tehditlerine, yayınlanan genelgelere ve o güne kadar yaşadıkları soruşturmalara rağmen kamu emekçilerinin Kızılay'a akması engellenememişti. Gel gelelim KÇSKK içindeki düzen yanlıları saflarını emekten değil sermayeden yana belirlemişlerdi. Hatta bunu gizleme gereği bile duymamışlar, düzenin temsilcilerine kır çiçekleri sunmuşlardı. Tüm emekçi halkımıza ve kamu emekçilerine yönelik bütün saldırıların başsorumlusu Çillere "Güzelim Başbakan" sıfatını uygun görmüşlerdi. İşte, düzenin İçimizdeki uzantısı olan bu zatlar sayesinde bir çok ilde kitlesel basın açıklamalan ve yürüyüşlerle başlayarak, Kızılay Meydanı'nda yüzbinlerle doruğa ulaşan eylem süreci kamu emekçilerinin illerine dönerek gerçekleştirdikleri ve hiç bir etkisi olmayan işbırakma, oturma ve "suskunluk" eylemleriyle sessizliğe gömüldü. Bundan sonra süreç tüzük kurultayı hazırlıkları dışında tam bir programsızlıkla, politikasızlıkla geçirildi. Düzenin içimizdeki uzantılan bu süreçte yaşanan ve hükümet arayışlannın da etkisiyle haftalarca gündemden düşmeyen işçi grevleri karşısında hiçbir bilinçli ve süreklilik kazanan politika üretmedi. Mücadeleden yana olanların ürettikleri politikalara ve önerilere kayıtsız kalındı. Artık yıllardır hayalini kurduklan gün yaklaşıyordu. Tüzük kurultayına az bir süre kalmıştı. Konfederasyonu kurarak tepesine çöreklenebileceklerdi. Kurultay öncesindeki bu süreci çok iyi değerlendirmeliydiler, Öyle de yaptılar. Bu süreci kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklarla delege avıyla geçirdiler. Kurultay süresince devrimcileri susturmak, devrimci politikaların yayılmasını engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Bu sefer "konuk"ları işçi düşmanı B. Meral değil halk düşmanı MHP'Ii bir faşistti. Ve binbir türlü ayak oyunu sonucu KESK'i kurarak tepesine çöreklendiler. KESK adına yapılan ilk açıklama ise yaklaşan seçimlerde kamu emekçimerinin Emek, Barış, Özgürlük Blokunu destekleyecekleri oldu. KESK tarafından ve 500 bin kamu emekçisi adına yapılan bu açıklamadan kamu emekçilerinin haberi bile yoktu. KESK yönetiminin tepeden aldığı bir karardı bu. Yıllardır hedefledikleri koltukları ele geçirmişler artık kendi bireysel ve grupsal hedefleri için kullanmaya başlamışlardı. İşte 95 yılı büyük dersler çıkartılacak halk ayaklanmalannın, derinişlerin, işçi, memur ve öğrenci eylemlerinin de etkisiyle halkın düzenden biraz daha kopuşunu getirdi. Emek ve sermaye cephesinde saflaşmayı getirdi. Kamu emekçileri cephesinde de bu saflaşma çok net bir şekilde açığa çıktı. Yıllardır kamu emekçilerine dost görünenler, giderek saflarını belirlediler. 95 yılı başında sarı sendikacıların tarih yazdığından bahsedenler yıl sonunda artık netleşmişler kurultaylarımıza eli kanlı MHP'yi dahi davet etmeye başlamışlardır. İçimizde yaşanan bu saflaşma devrimcilerle yani düzene karşı olanlarla geleceğini düzende görenlerin saflaşmasını ortaya çıkardı..* Kayıplar Bulunsun, Katiller Yargılansın "Geçen akşam Vitar Araujo evine dönmedi" "Bu gece daha kaç kişi evinden alınıp sırtında bir dolu kurşun deliğiyle boş arsalara atılacak?" "Daha kaçı ortadan kaybolmuş, yakılm/ş, yıkılmış olacak?" "Terör gölgelerden çıkıp işini hallediyor ve daha sonra yine karanlıklara gömülüyor, Bir kadının kızarmış gözleri, boş bir sandalye, parçalanmış bir kapı, geri dönmeyecek biri; Guatemala 1967, Arjantin 1977" Düzgün Tekin 21 Ekim 1995 sabahı çıkmıştı evden. Bir daha dönmedi. Dönemedi. Fehmi Tosun 19 Ekim 1995 günü eşinin, çocuklarının gözleri önünde sivil polislerce kaçırıldı. Fehmi Tosun'dan o günden sonra bir daha haber alınamadı. O da dönemedi evine... Yakınları, arkadaşları aylardır 1995, Türkiye ve Dünya'da resmi olarak "hoşgörü yılı" ilan edilmişti Ama gözaltına alınıp bir daha izine rastlanılmayan tam 21? ' siyle bir 'kayıp yılı' oldu. Bir gece vakti evlerinden, işyeri ka pısından, sokaktan alınıp götürülen 213 kişi bir daha dönemediler evlerine. Ormanlık alanlarda, yol kenarlarında bulunan cesetlere her geçen gün yenileri eklenirken bir buçuk yılda sadece İstanbul Adli Tıp morguna 295 kimligi belirlenemeyen ceset yığıldi. "Şeref li Türk Ordu madan öldürdükleri insanların kulaklarını kop a rdılar , b uru nl arı nı kes i p gözlerini çıkardılar. 1995'te 243 köy ölüyordu... Arjantin'de 1976 ortalarında ölüm cezası Ceza Yasasına sokuldu. Ancak bu ülkede, her gün, davasız, hükümsüz insanlar öldürülüyordu zaten. Çoğu cesetsiz ölülerdi bunlar. Şili'deki diktatörlük bu başarılı yöntemi taklit etmekte gecikmedi. Tek bir kurşuna dizme olayı tüm dünyada bir skandal yaratabilir ama binlerce yitik insan her zaman için kuşkunun yanında kar kalır. Guatemala'da olduğu gibi cesetler lağım çukurlarında, tepelerde çürürken aileler ve arkadaşları hapisane hapisane kışla kışla boşuna dolaşıp dururlar. YOKETME TEKNİĞİ; ne bildirilmesi gereken tutuklular ne de uğraşılacak kahramanlar var. Toprak insanları yutuyor ve hükümet ellerini yıkıyor. Ne kınanacak cinayetler ne de yapılacak açıklamalar var. Her ölü bir üzerinde 'KAYIP' yazan resimleriyle onları arıyor, onları soruyor, onları isliyor devletten... Kayıp; Laboratuvar'dan Günlük Yaşama yaralanmadığı ve ölmediği çatışmalarda çok kez ölüyor ve sonunda sana kalan yalnızca bir dehşet ve belirsizlik bulutu." daha boşaltılırken "1967, Guatemala'da resmi olarak "barış yılı" ilan edilmişti. Ama Gualan bölgesinde kimse balık avlayamıyordu. Çünkü ağlar balık yerine insan bedenleri getiriyordu. Bugün, Plaia Irmağının kıyılarındaki bataklık insan parçalarını geri veriyor. On yıl önce, Motagua Irmağı'nın sularında cesetler görülüyor ya da şafakla birlikte kıyılarda, yol kenarlarında bulmuyordu: Bu çizgisiz yüzlerin kimlikleri asla tesblt edilemezdi. Tehditleri kaçırma olayları, saldırılar, işkenceler, suikastlar yakılarak Mardin, "Kayıplar" gerek ülkemizde gerekse Latin Amerika'daki yeni-sömürge ülkelerde ClA'nın psikolojik savaş yürütmedeki araçlarından biridir. izliyordu, 'şanlı Guatemala Ordusu'yla birlikte' işbaşında olduğunu ilan eden NOA (Yeni Antikomünist Örgüt) düşmanlarının sol ellerini kesip dillerini koparı-yordu. Polisle birlikte çalışan MANO (Örgütlü Ulusal Antikomünist Hareket) lanetlileri kapılarına siyah çarprazlar koyarak mimliyordu. Bugün Arjantin'de, Cordoba'da, San Ro-gue Gölü'nün dibinden taşlarla birlikte cesetler su yüzüne çıkıyor. Tıpkı Guatemala köylülerinin, Pacaya Yanardağı yakınlarında, çürümüş cesetlerle, kemik yığını dolu bir gizli mezarlığa rastlamaları gibi." Derik'te "lanetliler" kapılarına kırmızı çarpı işareti mimlendiler. su"nun askerleri, "kahraman polis"in Özel timleri 95'te de işi paramiliter çetelere bırak- ■ "Gözaltında kaybetme" emperyalizmin Guatemala gibi laboratuvar olarak kullandığı Latin Amerika ülkelerinde geliştirerek diğer yeni-sömürgelere ihraç ettiği bir özel harp yöntemi. Kökleri Hitler'in "Gece ve Sis" kararnamesine dayanan kaybetme politikası Latin Amerika ülkelerinde uygulama içerisinde geliştirilip zenginleştirilerek CIA ve Pentagon aracılığıyla ulusal-sosyal kurtuluş savaşları veren halklara karşı değişik yoğunluklarda kullanılmaya başlandı. "Gözaltında kaybetme bugün ulusalsosyal kurtuluş savaşlarının emperyalizm ve yerli oligarşiler için tehdit oluşturduğu Peru, Kolombiya, Türkiye ve Kürdistan'da bu özel harp yöntemi yine değişik yoğunluklarda uygulanıyor. konularak Lice-Kulp-Genç üçgeninde, Sivrice-Maden hattında her gün bir kaç ceset buluyor köylüler. Kırklareli'nde her hafta en az bir ceset bulunuyor. "Yoketme Tekniği"; Bir "Özel Harp" Yöntemidir "...Her günün değişmeyen haberleri: Yüzleri siyah kukuletalarla örtülü sivil giysili kişiler dört Ford Falconla geldiler. Hepsi ağır silahlarla donanmıştı; itakalar.... Ekip arabaları katliamdan bir saat sonra olay yerine vardılar. Hapisaneden çıkarılan mahkumlar "kaçmaya çalışırken" ordu raporlarına göre kendi taraflarından hiç kimsenin Ülkemizde de benz_er haberler hiç değişmiyor. Beyaz bir Renault, siyah bir Kartal... Arabadan inen dört kişi... Gözleri bağlanarak kaçırılan insanlar... Bizde siyah kukuletalara ihtiyaç duymuyor katiller... Hapisanelerden tutsaklar çıkarılıp "kaçmaya çalışırken" mizanseni yerine "cezaevindeki isyan (!)" bastırılırken katlediliyor insanlarımız. Buca, Ümraniye ve yine Ümraniye... Polis müdürlüklerinden yapılan açıklamalara göre bir tek polisin burnunun kanamadığı çatışmalarda yüzlerce kişi "ölü ele geçirildi" Sadece 1995 te ölen sivillerin sayısı 226. Devlet güçlerinin baskın yaptığı evler ağır silahlarla kalbura çevrilirken "ölü ele geçirilen" insanların bir çoğunda silah bile yoktu. Ve GÖZALTINDA KAYIP, daha doğrusu KAYBETME... Yani cesetsiz öldürme... Davasız, hükümsüz İNFAZ... Tek bir idamın dünyada yaratacağı tepki yerine oligarşi için kuşkunun yanında kar kalan YÜZLERCE KAYIP... 19951a, sadece 19951e 213 KAYIP... Devlet için ne bildirilmesi gereken tutuklular, ne de uğraşılacak kahramanlar... Toprak yutuyor ve onlar ellerini yıkıyorlar... İstedikleri geriye DEHŞET ve BELİRSİZLİKLE BÜYÜYEN BİR KORKU bırakmak... "Guatemala büyük çapta bir 'kirli savaşın' uygulandığı ilk Latin Amerika laboratu-varı oldu. Amerika Birleşik Devletleri tarafından eğitilen, yönlendirilen ve donatılan insanlar soykırım planını başarıyla yerine getirdiler. Sonra topraklan United Fruit'e geri verildi ve İngilizce'den çevrilen yeni bir petrol yasası kabul edildi... "Arjantin'de ise dehşet, vadideki uzun sürgünü sırasında bu iktidar için büyük umutlar uyandırmış olan Juna Domingo Peron'un ülkeden ayrılmasıyla başladı. 76 yazının sonunda askerler Casa Rosada başkanlık sarayına geri döndüler. Şu anda ücretler yarıya inmiş durumda. İşsiz sayısı durmadan artıyor. Grevler yasak. Üniversiteler Ortaçağ kararlılığını taşıyorlar. Büyük çokuluslu şirketler tahıl ve et ticaretini, banka rezervlerini, akaryakıt dağıtımının denetimini elinde tutuyor. Yeni yargı yasaları, Arjantin'le ve çokuluslu şirketler arasındaki yasal anlaşmazlıkların yabancı mahkemelerde ele alınmasına izin veriyor. Yabancı yatırımlar yasası ortadan kaldırılıyor; çokuluslu şirketler artık neyi istiyorlarsa alıp götürebilirler." Ev et, Eduardo Galeano'nun, 'Latin Amerika'nın Kesik Damarları'ndan akan kan ırmaklarının sesi olan Galeano'nun satırları sanki ülkemizi anlatıyor. Yalnız ülkemizi değil 'gözaltında kaybetmelerin, katletmelerin sistemli bir politika olarak uygulandığı emperyalizmin yeni-sömürgelerini anlatıyor Galeano... "Gözaltında kaybetme" emperyalizmin tam bir laboratuvar olarak kullandığı Guatemala gibi Latin Amerika ülkelerinde geliştirerek diğer ulusal-sosyal kurtuluş savaşı veren halklara karşı kullandığı bir özel harp yöntemi. Kökleri Hitler'in 'Gece ve Sis' (Nacht un Nabel) kararnamesi ile Avrupa'daki anti-faşist direnişçileri gece sevkiyatiarı ile bilinmezlik sisi altında yoketmesine kadar uzanan "gözaltında kaybetme" yöntemi 1967'de Guatemala'da yoğun bi r ş ek i ld e k ull anı ldı kt an so nra 1970'lerde Arjantin'de, Şili'de, Filipinier'de ve dünyanın benzer yeni-sömürgelerinde değişik yoğunlukta kullanıldı. Bugün ulusal-sosya! kurtuluş mü- Önce Devrimcilere; Sonra Halka... "Gözaltında kaybetme" politikası bugün halka dönük yüzüyle toplumda genel bir terör estirip insanları sessiz sedasız ortadan kaybedilme korkusuyla adeta kendi kabuğuna çekilip yalnızlaştırmayı, böylece her türlü haksızlığa, elindeki avucundakinin bile alınmasına bile ses çıkaramayacak ölçüde güçsüzleştirerek teslim almayı hedefliyor. 91'de sistemli bir özel harp yöntemi olarak ilk uygulamaya konulduğunda daha çok devrimci ve yurtsever güçleri, halklarımızın öncü kesimlerini hedeflemekteydi kaybetme politikası. İşkence ile teslim alınamayan devrimcilerin karşısına infaz (kaybetme) tehdidi ile çıkan devlet güçleri böylece devrimcileri teslim almak, yarattıkları birkaç hainle devrimci saflarda kuşku ve belirsizlikten beslenen bir güvensizlik yaratmak, devrimci yapıları belirsizliklerle başbaşa bırakıp darbeler vurmak amacındaydılar. Gözaltında kaybederek bu noktada ancak sınırlı bazı başarılar eide eden devlet giderek bu tehdidi daha geniş halk kesimleri nezdinde etkili kılacak bir politika izledi. Önceleri halkın ileri bilinç düzeyindeki öncü kesimlerine yönelik boyutu ön planda olan kayıp saldırısı gerek kayıp sayısının hızla artması gerekse kayıp- Kayıplar Latin Amerika ülkelerinin pek çoğunda artık günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası... Bakanı'nın ağzından kayıplardan sorumlu olduğunu itiraf etmesini sağlayabildi. Ayşenur Şimşek, Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç'u katlederek halkta korkuyu halkın öncü kesimlerinde yılgınlığı geliştirmeye çalışan devlet bu süreçte ülke ve dünya kamuoyu 12 Eylül döneminde sadece 4 kişi gözaltında cadelelerinin emperyalistler ve yerli kaybolurken, 1991'den oligarşiler için ciddi bir tehdit oluştur- sonra kayıp sayısı hızia duğu Peru, Kolombiya, Türkiye ve artmaya başladı. Kürdistan'da bu özel harp yöntemi yine 1980'den 1991 "e kadar değişik yoğunluklarda uygulanıyor. kaybedilen insan sayısı 12 Eylül'de Dört, 13 iken 91'den sonra "Demokrasi" Koşullarında kaybedilen insan sayısı Dörtyüz Kayıp... 400ü aştı. 12 Eylül cuntası koşullarında sadece 4 kişi gözaltında başladı. 1980'den 1991'e kadar Türkiye ve Kürdistan'da toplam 13 kişi gözaltında kaybedilirken 1991-de 4 kişi, 1992'de 8 kişi, 1993'de 23 kişi gözaltında kaybedildi. 1994 yılı kayıpların çığ gibi büyüdüğü bir yıl oldu; kesin saptanan 26 kayıp ile birlikte Kürdistan'da kesin saptanamayan yaşandı. gözaltında tam 1995'te olarak 299 ise kaybedildiği kayıp akibeti olayı 213 kişinin büyük ölçüde netlik kazanırken bir o kadar kişinin de gözaltına alındıktan sonra kaybedildiği yolunda veriler olduğu halde bunlar netleştiriiemedi. Bugün "gözaltında kayıp" sayısı tam olarak bilinemiyor. Özellikle Kürdistan'da gözaltına alınıp 'kayıp' olarak kamuoyuna yansıyan insanların akıbetinin netleştirilmesindeki güçlükler nedeniyle 'gözaltında ka- ların daha aleni bir hale getirilmesi ile tüm emekçi halklara yönelik tehdit boyutu ön plana çıktı. Gözaltında kaybedilen Ayşenur Şimşek, Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç gibi devrimci ve yurtseverlerin cesetlerinin öncekilerden farklı olarak bulunması zor olan yerlere değil de özellikle kolay bulunabilecek boş arazilere, yol kenarlarına bırakılması kayıp teröründe bir dönüm noktası oldu. Devlet, kaybettiği insanların cesetlerini ortalık yere bırakarak hem halkta bir dehşet yaratarak korkuyu ve pasifikasyonu yaymayı hedefliyor hem de halk hareketini bastırmak için tüm "demokrasi" cilasını, "insan haklan" maskesini bir yana bırakacak kadar her şeyi göze aldığın: gösteriyordu. "Kayıplar Bulunsun, Katiller Yargılansın" yıp' sayısı konusunda yer yer farklı rakam- Ancak gözaltında kayıplara karşı bu sü- lar ortaya çıkıyor. Bu farklı rakamların bir reçte geliştirilen ortak mücadele devletin halk üzerine yaratmaya çalıştığı korkunun hakimiyet sağlamasını önleyerek kayıp terörünün etkisini sınırlamayı başardı. Kayıpların önlenmesi, katillerden hesap sorulması için yürütülen mücadele 95 yazında büyük bir yükseliş göstererek devlete bazı geri adımlar attırırken devletin İnsan Hakları nedeni de 'kayıp' olarak kamuoyuna yansıyan insanların bir bölümünün ölü olarak bulunması ya da aylar sonra bir cezaevinde ortaya çıkması. Ancak bu belirsizliklere rağmen insan hakları kuruluşları kayıp sayısının 400'ü aştığı konusunda birleşiyorlar. çekleştirilen çok sayıda kitlesel eylemin yanısıra Galatasaray Lisesi önündeki oturma eylemi de bir mevzi olarak kazanılarak bugünlere taşındı. Ancak tüm bunlara rağmen devlet insanlarımızı gözaltında kaybetmeye devam etti. Kayıpların önünü alabilecek ölçüde bir halk muhalefetinin geliştirilmemesı olayın bir boyutu olarak gerçekliğini hissettirirken kayıpların, katliamların, hak ve özgürlüklerin gaspedilmesinin engellenebilmesi için mevcut faşist düzenin yıkılmasının zorunlu olduğu da giderek daha açık bir şekilde ortaya çıktı, çıkıyor. Bugün pek çok burjuva liberali bile "sistemin değişmesinden başka bir çare olmadığını söylüyor Ancak bu konuda Kürt milliyetçi çevrelerinde ve solun bir kesimindeki yanılgılar azalmak şöyle dursun derinleşerek sürüyor. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'ndan DİSK'e, İHD'den kimi Alevi derneklerine kadar bu reformist sol çevrelerin etkisi altında kalan kesimlerde kaybolurken 1991'den sonra kayıp sayısı hızla artmaya nezdinde önemli ölçüde teşhir edildi. Ger- ■ Ülkemizde önceleri halkın devrimci-yurtsever kesimlerinin karşısına infaz (kaybetme) tehdidi olarak çıkarılan ve işkence ile teslim alamadıkları devrimcileri bu şekilde teslim almak, yarattıkları hainlerle devrimci saflarda kuşku ve belirsizlikle beslenen bir güvensizlik yaratmak, devrimci güçlere darbe vurmak amacı ön planda olan "kaybetme politikası" bugün asıl olarak geniş emekçi kesimlerin üzerinde terör estirerek halkı sindirmeyi hedefliyor. Bunun önüne geçmenin tek yolu tüm ilerici, devrimci, yurtsever kesimlerin biraraya gelerek güçlü bir halk muhalefeti ile karşılık vererek "Kayıplar Bulunsun, Katiller Yargılansın" talebini yükseltmektir. özellikle Gümrük Birliği ile ülkeye "demokrasi"nin, en azından "Avrupa normlarında insan haklarının geleceği şeklindeki yanılgı hak ve özgürlükleri halkların gücüne değil de dış dinamiklere dayanarak elde etmeyi uman hayalciliği geliştirmiş durumda. Ancak Gümrük Birliği'nden hemen sonra yaşanan katliamlar gerçekleri ortaya koyarak bu hayalleri şimdiden yıkmaya başladı bile. Bugün ilericilerin, yurtseverlerin, emekten, barıştan hak ve özgürlüklerden yana herkesin şunu açıkça görmesi gerekiyor; hiçbir özgürlük bedelsiz elde edilmez, özgürlüğü ancak onun için gerekli bedeli ödeyenler kazanabilirler. Bu açıdan kayıplara katliamlara son vermek istiyorsak biraraya gelmeli, kendimize güvenerek ve bu güvenle halka giderek halkın direnişini, halkın mücadelesini geliştirmeliyiz. Her gün bir başka insanımızın dipsiz kuyulara gömülmesini engellemenin tek yolu sesimizi yükseltmek, kayıpların bulunmasını, katillerin yargılanmasını istemektir. Bu talep halkın gür sesiyle dayatıldığı ölçüde yeni kayıpların, katliamların önüne geçilecek, katiller halka açık bağımsız mahkemelerde yargılanabilecek ve gözü yaşlı anaların acıları ancak o zaman kabuk bağlayacaktır.* Halktılar Onurluydular Zalime Teslim Olmadılar nlar halktılar, ezilendiler, yoksul olandılar. İnsanlık onurlarının insanca yaşam haklarının, eşit, özgür, adaletli bir dünya özlemlerinin ayaklar altına alınmasına, gaspedilmesine sessiz kalmadılar. Ayaklandılar, direndiler ve şehit düştüler. Qa-| zi'yi ve Ümraniye'yi bir kez daha özgür-leştirdiler, faşizme teslim etmediler. Be-| denleriyle siper oldular faşizmin tankına, panzerine, silahına, copuna. Barikatlara! harç oldular. 15'inden 40'ına Kürt-Türk, Alevi-Sünni kardeştiler, yoldaştılar. Yendiler... Düşmanı yendiler, korkuyu yendiler, ölümü yendiler. 12 Mart 1995 gecesi Gazi Mahallesi kana bulandı. Emekçi insanlarımız katledildi. Kontrgerilla güçlerinin Gazi Mahallesi'ndeki Pir Sultan Abdal Cemevi'ne yönelik silahlı saldırısı sonucu bir Alevi Dede'miz Halil Kaya katledildi. Peşİsıra halkın tepkisi kısa sürede istanbul'un dörtbir yanına yayılarak ayaklanmaya dönüştü. Çünkü Cemevi'ne yapılan şaldırı aslında ülkemizdeki bütün halklara yönelik bir saldırıydı. Yaratılmak istenen bir kaostu. Devlet krizini, tükenmişliğini, çaresizliğini bir kez daha halklar arasında din, mezhep ayrımı yaparak aşmak istiyordu. Her dönem bu politikaya yüzlerce insanın canı pahasına başvurmaktan kaçınmadı. Daha önce Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta gerçekleştirdiklerini bu kez Gazi'de uygulamak istiyordu. Halklar birbirine düşman olsunlar, Alevi ve Sünni'ler birbirlerine düşman olsunlar. Amaçlanan ve körüklenen bu politikaydı. Ancak bu yöntem Gazi'de geri tepti. Çünkü orada birbirine kenetlenmiş Gazi Halkı vardı. O gün saldıran,'kurşunlayan, katleden devletti. Direnen ise tekvücut olmuş, Kürdü, Türkü, Alevisi, Sünnisi Gazi halkıydı. O gün orada direnen Türkiye halklarıydı. Faşizmin saldırısı ters tepmiş ve halkın ayaklanmasına dönüşmüştü- O gün Gazi halkı ve istanbul'un varoşlarından akın akın Gazi'ye gelen yoksul emekçiler yarattıkları ayaklanmayla, gösterdikleri direnişle Türkiye halklarının onurunu temsil ediyorlardı. Bir geleneğin temsilcisiydiler: Zalimin zulmüne karşı boyun eğmeme, başkaldırma, isyan geleneği Gazi'de yaşatılıyordu. Gazi mahallesi Alevi halkımızın yoğun olarak yaşadığı bir bölgedir. Direniş ve zulme isyan ise Alevi halkların özündedir. Devletin Alevi-lere tahammülsüzlüğü ve onların dini İnançlarını kendi çıkarcı politikalarında kullanmak istemeleri bu nedenledir Alevi halkımızın bu geleneğinin kökleri Baba ishak, Pir Sultan'dadır. İşte o gün direnenler Baba İshaklar'ın Baba Zünnünlerin, Pir Sultanlar'ın kendileriydiler. Alevilik Gazi halının nezdinde dini bri inanç olmanın ötesinde, direnişin, boyun eğmemenin, başkaldırmanın diğer bir adıydı. Baskıcı politikalara, sömürüye, işçi kıyımlarına, işsizliğe, açlığa, katliamlara karşı "yeter!" demenin, "özgürlük ellerimizdedir" demenin ifadesiydi Gazi Ayaklanması. Kardeşliğin, cansiperane dostluğun ifadesiydi. Gazi halkı başkaldırı geleneğimizi sürdürdü ve yeni değerler yarat- Şehitlerimizi anmak için 14 Ocak günü yine birarada olalım... ti. Ve bu değerler ayaklanma sonucu şehit düşen 16 canda simgeleşti. Direnişin yankıları bir anda ülkenin dörtbir yanına.yayıldı. Sahiplenildi, savunuldu direniş. Deviet ise panik içindeydi. Onlarca insanın katledilmesi karşısında, devlet yetkilileri ağız birliği etmişçesine olayı yumuşatmaya, katliamı gizlemeye ve yaşattıkları vahşeti meşrulaştırmaya çalışıyordu. Ancak çabalar boşunaydı. Giderek çoğalan protestolar devletin kanlı yüzünü açığa çıkarıyordu. Gazi şehitlerinin cenazelerine onbinlerce insan katıldı. Onlara verilen söz, hesap sorulacağıydı; Onlara verilen söz, devrimdi, özgürlüktü. Bugün Gazi ve Ümraniye şehitlerimizi sahiplenmenin, onların onuruna, direnişlerine sahip çıkmanın yeni bir adımı daha atılıyor. Şehitlerimizin mezarları onlara layık bir şekilde yeniden düzenlendi ve 14 Ocak 1996 Pazar günü açılışı yapılacak. Bu sürece gelinmesi kolay olmadı. Aylar süren, neredeyse 1 yıla yakın bir süredir devam eden ve tüm engellemelere rağmen gerçekleştirilen bir çalışmanın ürünüdür Gazi Şehitliği. Haziran ve Ekim ayları arasında şehit aileleri ile Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun birlikte yaptıkları çalışma sonucu ulaşıldı şehitliklere. Engellendiler ama yılmadılar, onların mezarlıkları, onları ifade edebilmeliydi. Mezarlıklar o tarihi ve yaratılan değerleri anlatabilmeliydi. Mütevazi ama hiç de sıradan olmamalıydı. Çünkü onlar vatanları için ölmüşlerdi ve halktılar. İşte bu yüzden mezartaşlannda "Halktılar, Onurluydular" yazıyor. 13 mezar için ailelerinden onay alındı. Bunlardan Hasan Gürgen, Sezgin Engin, Dilek Şimşek, Mehmet Gündüz, Fadime Bingöl, Halil Kaya ve Hasan Gürgen, Gazi Mezarlığında; Fevzi Tunç, Reis Kopal, Mümtaz Kaya Alibeyköy Mezarlığı'nda; İsmail Baltacı, İsmihan Yüksel ve Genca Demir ise Üsküdar-Bağlarbaşı'nda Karacaahmet Mezarlığı'nda bulunuyorlar. Ve hepsinin mezarları aynı biçimde düzenlenmiş durumda. Onlar birbirlerinden uzak bile olsalar şehitlikleri onları biraraya getiriyor. Çünkü onlar fiziki yaşamlarında birbirlerini tanımıyor bile olsalar aynı acıyı, aynı umudu ve aynı direnişi yaşamışlardı. Katliam sonrası şehitlerin mezarlarının yapımı ve ailelerinin ihtiyaçlarının karşılanması için Haklar ve Özgürlükler Platformu tarafından bir yardım kampanyası başlatıldı. Bu kampanya yurtdışında da sesini buldu ve Nisan 1995'te Avrupa Devrimci Halk Güçleri tarafından "Gazi Halkıyla Dayanışma Gecesi" gerçekleştirildi. Mezarlıklar Grup Yorum'un da katıldığı bu dayanışma gecesinin geliriyle yaptırıldı. Tahmin edileceği gibi hiç de kolay olmadı ve polis tarafından sürekli engellenmeye çalışıldı. Amaç çok açık biçimde ortadaydı; polis, katlettiği şehitlerimize sahip çıkılmasını istemiyordu. Bunun elindeki tek güç saldırmaktı ve 9 Ey- lül günü saldırdı. Mezarlıkların yapımının son aşamasına gelindiği günlerde şehitliklerin yapımında çalışan mezarcı Hasan Özbakır'ı gözaltına aldılar. Mezarların kaplamalarını kaldırdılar. Hasan Özbakır'ı saatlerce gözaltında tutup tehdit ettiler. "Herkes kendi çocuğunun mezarlığını kendi yaptırsın, ayrı ayrı yapılsın" dediler. Korkuları, panikleri, tahammülsüzlükleri devam ediyordu. Suçlu olduklarını biliyorlardı. Bu suçluluk duygusu değil miydi, direnişten günler sonra Gazi Mahallesine ev ev, sokak sokak saldırıp ilerici, devrimci insanları gözaltına aldıran, tutuklatan ve "Gazi olaylarının sorumlusu" diye basına lanse ettiren. Ama bunun cevabını gene emekçi halklar verdi ve açılan davalarda mahkeme günleri Adliye önünde "Gazi'nin Sorumlusu Devlettir" pankartları ve sloganlarıyla bu kirli oyuna gelmediklerini gösterdiler. Bu suçluluk duygusu değil miydi, devlete mecliste göstermelik komisyonlar kurduran ve sorumlu olarak devrimce leri gösteren raporlar hazırlatan bu suçluluk duygusu değil miydi, halka hedef gözeterek ateş açan polisleri göstermelik bir biçimde yargı önüne çıkartan ve onların "güvenlikleri" nedeniyle davayı başka bir ile, Trabzon'a aktartan. Ancak hiçbiri devleti aklamıyor, başaramıyorlar. Türkiye halkları suçlunun, asıl teröristin kimler olduğunu çok iyi biliyor. Tüm bu süreçler; gerek açılan davalar, yapılan mahkemeler, gerekse şehit mezarlıklarının yapılması için gösterilen çabalar özellikle aileler açısından şehitlerimizin yarattıkları değerleri sahiplenmenin ve bu değerleri daha ilerilere taşımanın ifadesi olan bir süreçti. Bu süreçte ailelerin dayanışma, birbirine kenetlenme duyguları gelişti. Mezarlıkların yapımı için elele verdiler. Engellenme çabaları karşısında öfkelerini birleştirdiler, davalarının takipçisi oldular. Gerçekler ve mücadele aileleri birbirine bağladı, bu bağ daha da güçlendi. Artık biliyorlar yoksulun, ezilenin dostu emekçilerdir, devrimcilerdir. Ailelerimizin gösterdikleri bu dayanışma ve birbirine kenetlenme ruhunu daha geniş olarak göstermek; mezarlıkların açılışında onlarla birlikte olmakla anlam kazanacak. Gazi şehitlerinin mezarlarının açılışında yeralmak; onları ve mücadelelerini savunmaktır. Onları yaşatmak için, kendi kimliğimize insanlık onurumuza sahip çıkmak için orada olmalıyız. Çünkü Gazi şehitliği hepimizin onurunu, özgürlük isteğini, mücadele azmimizi simgeliyor. Gazi şehitliği inançları ayaklar altına alınmak istenen Alevi ve Sünni halklarımızın, katledilen, köyleri yakılıp sürgün edilen Kürt halkının, sömürülen, işinden atılan ve örgütsüz bırakılan işçinin, memurun, düşüncelerinden, ürünlerinden dolayı yargılanan, tutuklanan aydının, sanatçının özgür bir dünya özlemlerinin simgesidir. 14 Ocak Pazar günü ilerici, devrimci, demokrat, yurtsever, Alevi, Sünni, insanım diyen herkes, aydınlar, sanatçılar şehitliğin açılışında yeralmalı ve onları sahiplenmelidir.* Gazi'de Polis Terörü mahalle halkı tarafından bir basın açıklaması yapılarak polisin saldırısı protesto edildi. Basın açıklamasında konuşan Gençali'nin ağabeyi Veyis Karabulut: "Evimizi basan polisler imhaya yönelik ateş açtılar. Paniğe kapılıp kaçan kardeşimi yaraladılar. Bu ilk saldırı değil, aylardır sokaklarda insanlarımız kurşunlanıyor. Artık evlerde de kurşunluyorlar. Amaçları Gazi'ye diz çöktürmek ama "Gazi evlatlarına ve onuruna sahip çıkmalıdır. Bu saldırıları birlikte göğüsleyeceğiz" dediler. Basın açıklaması boyunca "Susma Sustukça Sıra Sana da Gelecek", "Gazi Halkı Susturuiamaz", "Devrimcilere Kalkan Elleri Kıracağız", "Baskılar Bizleri Yıldıramaz" sloganları atıldı. Cemevi çevresini ve mahalleyi ablukaya alan polisler basın açıklamasına ve katılanlara direkt müdahale etmedi ve izlemekle yetindi. Halkın Hukuk Bürosu ve Çağdaş Özgür-Der yaptıkları basın açıklamaları ile saldırıyı kınadılar. ÇHD'li ve İHD'li avukatlar da Karabulut ailesini ziyaret ede- Güpegündüz Ev Basıp Kurşun Yağdırıyorlar Gazi Mahallesi'nde bir evi basan polisler Gençali Karabulut'u yaylım ateşine tuttular. Polislerin açtığı ateş sonucu yaralanan Gençali Karabulut hastane yerine Vatan caddesindeki işkence merkezine götürüldü. Saldırı ailenin yaptığı bir basın açıklamasıyla protesto edilirken, çeşitli kurum ve kuruluşlar da yaptıkları açıklamalarla saldırıyı kınadılar Gazi Mahallesi'nde uzun bir süredir polisin estirdiği terör devam ediyor. Son iki ayda insanları hedef alarak 4 kez ateş açan polisler 2 Ocak günü Gençali Karabulufu yaraladılar ve gözaltına aldılar. Polisin silahla yaraladığı Gençali Karabulut 20 yaşında. Daha önce de iki kere gözaltına alınmış ve polis Karabulut ailesinin evlerini basmıştı. Evi basan polisler kurşun yağdırdı Gençali Karabulut annesi ve halası ile birlikte evde otururken saat 14.30 sıralarında kapı çalınıyor. Kapıyı anne Belgüzar Karabulut açıyor. Kapının açılması ile 20 kadar sivil polis ellerinde silahlan ile eve giriyorlar. Bu sırada eşofmanla odasında oturmakta olan Gençali'yi soruyorlar. Polislerin çelik yeleklerle ve ellerinde silahlarla paldır küldür eve girmeleri karşısında paniğe kapılan Gençali pencereden atlayarak kaçmaya çalışıyor. Gençali'nin pencereden atladığını gören TİM 1'de görevli polis Recep tarafından arkasından ateş açılıyor. Evladının üzerine ateş edildiğini gören Belgüzar ana TİM 1 polisi Recep'in eline yapışarak ateş etmesini engellemeye çalışıyor. Silahın kabzası ile Belgüzar anaya vuran polis küfürlerle ateşe devam ediyor. Açılan ilk ateş sırasında ayağından vurulan Gençali, ayağı aksayarak koşmaya devam ediyor ve arkasından yaylım ateşi açan polislerle arasında bir kovalamaca başlıyor. 800-1000 metre kadar evden uzaklaşan Gençali Karabulut yere yığılması sonucu yakalanıyor. 34 KSE 70 plakalı kırmızı Ford minibüse baygın bir halde bindiriliyor ve Vatan Caddesi'ne götürüldüğü söyleniyor. Bunun üzerine Vatan Caddesi'ndeki Terörle Mücadele Şubesi'ne giden babaya oğlunun orada olmadığı belirtilerek Gayrettepe'ye gönderildi. Aldığı cevap yine "Bizde bu isimde kimse yok"dur. Daha sonra DGM savcılığına giden babaya burada da bir cevap verilmezken vermek istediği dilekçe kabul edilmedi. Mahalle halkından olayı görenlerin anlatımına göre polislerin evi basmak için geldiklerinde ekip arabalarında bir genç daha vardı. Bu kişi polislerin çoğunun Gençali'lerin evine gittiği ve kovalamacanın başladığı sırada ekip arabasından kaçmaya başlıyor. Kaçan kişinin arkasından da ateş açan polisler kısa süren bir kovalamacadan sonra yakalıyorlar. Görgü tanıkları inşaata girmeye çalışırken yakalanan bu gencin de yaralı olabileceğini söylediler. Polisin Saldırısı Protesto Edildi Gençali'nin yaralandığının duyulmasının ardından mahalle halkı akın akın Karabulut ailesinin evine geçmiş olsun ziyaretine geldi. Evin çevresini ablukaya alan polise rağmen eve gelen ziyaretçi sayısında azalma olmadı. Saldırının gerçekleştiği 2 Ocak gecesi Alibeyköy'deki Merkez Kıraathanesi DHKC ve MLKP Komünist Gençlik Örgütü tarafından basılarak tamamen tahrip edildi. Olay yerine ortak imzalı "Gençali Kaybedilmez" Gazi halkının direnişini hazmedemeyenler halka saldırmaya devam ediyorlar. Aylardır mahalle halkına baskı ve zulüm uygulayanlar artık insanların üzerine ateş ederek sindirmeye çalışıyor. Gözü dönmüş bir biçimde saldıranların son icraatı Gençali Karabulut' u yaylım ateşine tutarak yaralamak oldu. Çelik yeleklerle ve silahlarla güpegündüz evler basılıyor insanlar kurşunlanıyor. Amaç halkı sindirme ve yıldırmak, bunun için mahallede terör estiriyorlar. Gazi halkı evini onurunu korumak için evlatlarını şehit verdi. Gazi halkını teslim alamazsınız. yazılı bir pankart bırakıldı. Gazi Mahallesi'nin bazı bölgelerinde 3 Ocak günü saldırıyı protesto etmek için kepenk kapatıldı. Mahalle adeta işgal edilmiş durumdayken Karabulut ailesi DGM savcılığına Halkın Hukuk Bürosu avukatları ile birlikte gittiler. DGM Başsavcılığına "Gençali'nin akıbetinin açıklanması, tedavisinin yapılması ve gözaltında görüş için kendilerine izin verilmesi" taleplerin bulunan bir dilekçe verildi. DGM Savcısı Gençali'nin sağlık durumu hakkında hiçbir bilgi vermezken, nöbetçi savcı yaralı oğlunun durumunu soran babaya ve Halkın Hukuk Bürosu avukatlarına "İşiniz gücünüz olayı büyütmek, ne var bunda" diyerek bağırdı. Oğlunun sağlık durumunu öğrenmek için Vatan Caddesi'ne giden baba Maksut Karabulut şubenin önünden azarlanıp kovuldu. Polisler 3 Ocak günü evi tekrar basarak Partizan Sesi muhabirini gözaltına almak istedi. Evden çıkarttıkları muhabirin tanıtım kartına ve kimliğine el koyarak gözaltına almadan bıraktılar. Aynı gün saat 15.00'de cemevi önünde rek saklın hakkında bilgi aldılar. Cemevi yöneticileri basın açıklamasından sonra karakola çağırılarak tehdit edildiler. Gazi Mahallesi'nde Saldırılar Sistemli Olarak Sürüyor Gazi Mahallesi'nde polisin insanların üzerine ateş etmesi ilk defa olan bir olay değil, uzun bir zamandır süren bir uygulama son günlerde oldukça arttı. Gençali vurulmadan bir gece önce yine aynı polisler tarafından iki genç arkalarından ateş edilerek kovalandılar. TİM 1'den olduğu bilinen Recep isimli polis gerek mahalleden gözaltına aldıkları insanlara gerek mahalle sakinlerine çeşitli isimler vererek "Onlar bitti, onları canlı yakalamayacağıl?, gebertececeğim" diyerek tehdit ediyor. Gazi Mahallesı'nde gençlerin ve halkın üzerindeki terörle mahallede insanlar sokakta gezemez evlerinde oturamaz hale getirilmeye çalışılmakta. Rastgele alınan insanlara işkence yapılarak tehditler savrulmakta ve kimileri keyfi gerekçelerle tutuklatılmakta. Amaç direnen Gazi halkını yıldırmak ve korkutmak ama yanılıyorlar. Gazi halkı bu saldırıları da boşa çıkartacak, Gazi'ye diz çöktüremeyeceklerdir. Evlatların ve evlerini savunarak onurunu koruyacaktır.* Gaziantep Şehit Şahin Lisesinde Polis-Faşist Saldırısı Gaziantep'te öğrenci gençliğe yönelik faşist saldırılar ve gözaltı terörü yoğunlaşarak devam ediyor. Daha önce yurtlardaki üniversite öğrencilerine saldıran faşistler ve polis geçliğin direnişiyle karşılaşmış, direniş sonrasında 100'ü aşkın öğrenci gözattı-na alınarak işkenceden geçirilmişti. Saldırılar bu kez Şehit Şahin Lisesi öğrencilerine yöneldi. 2 Ocak'ta okulda olay çıkarmaya çalışan MHP'SÎ faşistler, öğrencilerden gereken yanıtı aldılar. Bunu hazmedemeyen MHP'li Mehmet Yılmaz adlı faşist, okulun karşısındaki karakola sığınarak, sivit polislerden yardım istedi. Faşist öğrenciyle birlikte okula gelen Terörle Mücadele polisleri okulda terör estirdi. Burada öğrencileri gözaltına almayı başaramayan polis, okul çıkışını bekleyerek öğrencilerin Düztepe semtinde gittikleri yerleri basarak, 6 öğrenciyi gözaltına aldı. Hızını alamayan polisler, geceyarısı MHP'lilerin gösterdikleri evlere operasyona başladı. Evlerde ailelere tehditler, hakaretler yağdıran polis Zeynep Kayaş adlı bir kişiyi de gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan bir gün sonra serbest bırakılan Abbas Tilki yaşadıklarını şöyle anlattı;"İlk defa gözaltına alınıyordum, ne olduğunu anlamadan beni dövmeye başladılar, hakaret ettiler. Hem dövüyorlar hem de hangi örgütten olduğumu soruyorlardı. Kurtuluş ve Atılım gazetelerinin özel sayılarını siz dağıttınız diyerek yükleniyorlar, okuldaki DLMK'lı öğrencilerin isimlerini istiyorlardı." Abbas Tilki, sivil polislerin daha öncesinde de kendisini okulun tuvaletinde 40 dakikaya yakın dövdüklerini ve tehdit ettiklerini de söyledi. "Suçlarınızı Halktan Gizleyemeyeceksiniz muş gbi Emniyet müdürlüğündeki hücrelerde sorguladı milletvekillerini. 1 Mayıs 1994 : Taşanlar'ın yine bir suç İşlemek için adeta yarışarak milletvekili Salman Kaya'ın üzerine coplarla tekmelerle saldırdılar. Polisler hakkında açılan davada ise mahkeme büyük bir "duyarlılık" göstererek milletvekili döven polisleri beraat ettirdi. 12 Eylül 1994 : Kenan Bilgin Ankara Dikmen'de otobüs durağında Taşan- Taşanlar şimdi de İstanbul İl Jandarma Alay Komutanı ve JİTEM sorumlusu Albay Baki Onurlubaş ile "anlatamayacağı" işler yapıyor. iz polisler de hata yaparız, hem de sıkça yaparız. iz Nusret ağabeyle şu şekilde tanıştık: Bir kişiyi ifadesine başvurmak üzere gözaltına almışız. Ama nezarette unutmuşuz. Yani suç işlemişiz. Bizi müdür ( o tarihde kendisi henüz müdür değildir) adliyeye gönderdi. Gittik, savcıları dolaşmaya başladık. Eski tarihli bir gözaltı izni istiyoruz. Hiç kimse imza atmadı. Nusret ağabeye gittik. 'Getirin ben atayım' dedi ve imzaladı. İşte Nusret ağabeyle böyle tanıştık. Daha sora da meslek hayatım boyunca burada anlatamayacağım bir çok iş yaptık. Nusret ağabey hep bize yardımcı olmaya çalıştı." Bu sözlerde geçen "Nusret Ağabey " eski Ankara DGM Başsavcısı, şimdinin MHP'li kurtlarından Nusret Demiral DGM'ler kurulduğu günden bu yana aynt makamda görevli. Hiçbir güç onu yerinden oynatmaya yetmedi. Demiral çünkü kontrgerilla devletinin çelik çekirdiğine en yakın unsurlarından biriydi. Ankara DGM Başsavcısı olarak çoğu zaman tek başına devlet oldu, Kontrgerillanın sözcülüğünü üstlendi. "Meslek hayatım boyunca burada anlatamayacağım birçok iş yaptık" sözleriyle Demiral'ı överken suçlarını itraf eden ise eski Ankara yeni İstanbul Emniyet müdürü Orhan Taşanlar. Taşanlar bu "anı"sını yaş sınırından emekliye ayrılan Demiral için 1 Kasım gecesi Altın Nal Gazinosunda verilen yemekte anlattı. Bu arada Demiral'a altın işmeli tabanca hediye etti. Beraber çok işler yapmışlardı; üstelik uluorta anlatılamayacak türden işler? Nedir bu işler? Taşanlar neden açıklayamıyor? Taşanların Demiral ile birtkte yaptığı işlerden birkaçını örnekleyelim. 13 Ocak 1994 : Orhan Taşanlar memur eylemine bizzat saldırıyor. "Eli kanlı olan üç adım öne çıksın" Daha sonra kadın yaşlı demeden herkesi katil polislerine coplatıp yerlerde sürükleyerek gözaltına aldırtiyor. 2 Mart 1994 : DEP milletvekilleri Nusret Demiral'ın emriyle meclis kapısından Taşanlar'ın polislerince sille tokat gözaltına alındı ve 15 gün baskı altında tutuldular. Nusre! ağabeyi de sanki kendi makamı yok- lar tarafından gözaltına al-dırtıldı. Ve bir daha Bilgin'den haber alınmadı. Herhalde Taşanlar eski tarihli gözetim izni verecek savcıyı bulamamıştı. Oysa Kenan Bilgin'i gözaltında olup da tutuklananlar gördü ve resmi makamlara başvuruda bulundular. 24 Ocak 1995 : Ayşenur Şimşek Ankara'da kaçırıldı, kaybedildi ve katledildi. Polis ailesine sizi de kaybederiz tehditiyle katilin adresini bildirmiş oldu. 12 Nisan 1995 : Ankara Batıkent'te Mustafa Selçuk, Seyhan Ayyıldız ve Şirin Erol Taşanlar ve katillerince katledildiler. Polis savcı işbirliğiyle evde silah vardır dese de , DHKC açıklamasında ve de hiçbir silah ve patlayıcı olmadığını belirtti. Ayrıca görgü tanıkları operasyonun 10 dakika sürdüğünü ve infaz olduğunu belirttiler. Bu örnekler Taşanlar-Demiral ikilisinin emekçilere, halka karşı işlediği suçlardan ancak küçük bir bölümünü oluşturuyor. Ve yalnız bunlar bile Türkiye Cumhuriyetinin DGM Başsavcısı ile başkentinin polis müdürü arasındaki "uyumlu çalışma"nın ne anlama geldiğini gösteriyor; işkence, kayıp, infaz, katliam... Taşanlar'ın açıklamadığı işte bunlardır. Elbette bunları yaparken Nusret Demiral'dan nasıl yardım gördüğünü ayrıntılarıyla anlatacak değildi Taşanlar. "Burada anlatamayacağım çok iş yaptık" derken sözde korumakla yükümlü oldukları mevcut burjuva yasalarını bile çiğnedikleri, hukuk yerine kontgerillanın özel harp yöntemlerini uyguladıkları açıktır. Birlikte kan dökmüş can yakmış, anaları gözü yaşlı koymuş çocukları yetim bırakmışlardır. Dostlukları bu işleri yaparken ilerlemiş, kan dökerek pekişmiştir. Elbette "anlatamayacakları" başka "işler" de yapmışlardır. Halktan gizlenenler arasında kanlı işler kadar paralı pullu, rüşvetli avanta işleri de olduğunu tahmin etmek zor değildi. Kontrgerillanın eli kanlı katillerinin ortak özelliğidir; yalnız kan içici değil aynı zamanda mafyacıdırlar. Bu "işler"i de halka anlatamazlar. Ancak yaptıklarını sonuna kadar gizleyemeyecekler. Er geç yaptıkları bir bir açığa çıkacak, çıkarılacak ve hakettikleri cezaya çarptırılacaklardır. Hiçbir suçun halktan gizlenmesine izin verilemez, hiçbir halk düşmanı cezasız bırakılamaz. Halk adaletini er geç uygulayacak, birlikte suç işleyenleri birlikte aynı sona uğurlayacaktır. İşbirlikçi Faşistin Dükkanı Molotoflanarak Cezalandırıldı 3 Ocak günü Kasımpaşa Hasanpaşa'da bulunan işbirlikçi faşiste ait Tahmazoğulları Unlu Mamulleri İmalathanesi" molotoflanarak tahrip edildi. Büromuzu DHKC adına arayan bir kişi eylemi Tutsaklara Af Değil Özgürlük kampanyasına destek vermek için yaptık" dedi. Devrim Yolunda Yılmadık Yılmayacağız Tutsaklara Özgürlük kampanyası çerçevesinde 31 Aralık günü Nurtepe Sokullu Caddesi üzerinde bir gösteri düzenlendi. Gösteride yol trafiğe kapatılarak ateşe verildi. Caddeyi boydan boya kaplayan "Devrim Yolunda Yılmadık, Yılmayacağız", "Öndere Selam Savaşa Devam" yazılı pankart asıldı. Göstericiler sık sık Titre Oligarşi PartiCephe Geliyor", "Kim Vuruyor: Cephe, Kimin İçin: Halkı İçin', "Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş" sloganlarını attı. Büromuzu Devrimci Halk Güçleri adına arayan bir kişi "Faşist Baskılar Bizleri Yıldıramaz, Kahrolsun Faşizm Yaşasın Partimizi DHKP-C, Yaşasın Cephemiz DHKC, Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş" dedi. Yaşasın Devrimci Dayanışma Alibeyköy'de 3 Ocak günü geçtiğimiz günlerde polis tarafından ayağından vurularak Gazi Mahallesi'nde gözaltına alınan Gencali Karabulut için DHKC-MLKP ve TİKB ortaklaşa bir tahrip eylemi yaptılar. Alibeyköy Merkez Kıraathanesi molotoflanarak tahrip adildi. Eylem yerine 3 örgütün imzasını taşıyan "Gencali Kaybedilemez" yazılı pankart asıldı. Gebze Devrimci Halk Güçleri Cezaevlerindeki Baskıları Protesto Etti 4 Ocak günü Gebze'de cezaevlerindeki baskıları protesto etmek amacıyla Gebze Devrimci Halk Güçleri tarafından yoğun bir şekilde el ilanı dağıtıldığı bildirildi. RP Seçim Bürosu ve İşbirlikçinin Kıraathanesi Molotoflanarak Tahrip Edildi 16 Aralık günü seçimleri protesto etmek amacıyla Alibeyköy Cengiz Topel Caddesi'ndeki RP seçim bürosu ve sahibinin polisle işbirliği olduğu bilinen Merkez Kıraathanesi molotoflanarak tahrip edildi. Ayrıca Kurtuluş gazetesinin çıkarttığı özel sayılar Cengiz Topel, İmar Blokları, Karadolap ve Yeşilpınar mahallelerinde dağıtıldı. Büromuzu Devrimci Haik Güçleri adına arayan bir kişi "Eylemlerimizi kurtuluşun seçimde değil devrimde olduğu mesajını duyurmak, gözaltında kayıplara son verilmesini ve Düzgün Tekin yoldaşımızın gözaltında kaybedilmesini protesto için yaptık" dedi. 30 Aralık günü 1 Mayıs Mahallesi'ne de Düzgün Tekin ile ilgili yazılamalar yapıldı.;"Düzgün Tekin Kaaybedilemez", "Düzgün Tekin'in Hesabı Sorulacak" Eylemleri Devrimci Halk Güçleri üstlendi.* Küba Devrimi 37 Yaşında Al bunu bu sadece bir yürek. Tut avucunun içinde. Ve tan yerleri ısırken, Aç elini, Doğan gün ısıtsın onu. "Bir devrimcinin son mısralanydı bunlar. Üstelik bir aşk türküsüydü, ihtilale adanmış. Bir vatana, bir kadına..." T arihi boyunca sömürülen bir halk ve onun talan edilen vatanı. Küba halkı yıllarca kendi toprağına hasret kaldı. Halk ve vatan; birbirinden koparılan iki sevdalı yürek. Ama artık Küba özgür. Acılar devrimle dindi ancak. Küba'nın hüzünlü gözlerinde küçük Latin toprağında, küçük adada insanlığın kanunları hüküm sürüyor. Küba'nın tasviri değişti artık; sömürü, baskı, katliam ve acının yerini özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet aldı. Arıttı toprağını Küba halkı tüm emperyalist pisliklerden ve onun artıklarından. Yerine koydu insana en çok yaraşanını, sosyalizmi. Ve sevdi devrimini Kübalı, toprağını sever gibi. Bağlandı ona sevdiği gibi. Sosyalizmi böyle taşıdı 37. yılına; el üstünde, yürek içinde. Kendilerinin olmayan topraklarda çalışarak yaşayan ve ölen, onlara sahip bile olamadan ölmenin acısıyla toprakları seyredenler. İşte "halk" bunlardır. Yani bahtsızlığın ne olduğunu bilen ve bu yüzden de sonsuz bir cesaretle dövüşmeye hazır ve yetenekli olanlar. Yaşantıları boyunca ihanete uğramış ve yalan sözlerle aldatılmış bu kişiler şunları haykıracak; "Haydi gelin bütün gücünüzle onun için savaşın ki özgürlük ve mutluluk sizlerin olabilsin" (Fidel.) Küba halkını devrimle buluşturan ve devrimi bugünlere taşıyan moral değerlerine baktığımız zaman dünyada kurtuluş mücadelesi veren tüm halklarla benzer yanlann olduğu görülür. Önce İspanya sonra da ABD'nin azgınca sömürdüğü Küba kendisine dayatılan bu onursuzluğu reddetmiş olmasaydı bugün bir Küba'dan sözetmenin anlamı da kalmayacaktı. Ancak Küba halkı başkaldırısıyla, özgürlüğüyle ve vatanına olan tutku dolu bağlılığıyla bir isyan geleneği yaratmıştır. Bu gelenek yıllardır Dünya halklarının kurtuluş yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Ezilen ve sömürülen halklar özgüçlerine güvenin kurtuluş yolunda ne kadar önemli olduğunu kavradılar Küba'yla. "Haklı olmak, bir ordudan bile daha kuvvetli olmak demektir." diyor Küba'nın ulusal önderi Jose MARTİ. Bu kadar yalın ve net çizebilmiş kurtuluşun yolunu. Dünya halklarının özgürlük, eşitlik savaşında emperyalizmin sahip olduğu tanklara, toplara ve ordulara ihtiyacı yoktur diyor. Gerekli olan tek ve en güçlü silah haklılığına inanç, savaşma kararlılığı ve cüret. Küba halkı bunlara sahipti ve emperyalizmin devasa ordularına yenilgiyi tattıran askeri bir güç değil, bir halkın tarihsel haklılığıydı. "Haklıyız Kazanacağız" Anadolu halkları Küba'nın aydınlattığı yoldan ilerliyor. Yüzyıllar öncesine dayanan sömürü ve ezilmişliğinin hesabını soruyor halklarımız. Bu topraklar üzerinde kendisine yapılanlara daima bir "red" cevabı vardı 37 yıllık ambargoya rağmen Küba halkı Fidel'e duyduğu güvenle yarınlara yürüyor. halklarımızın. Nasıl ki Küba halkının devrim Öncesinden gelen bir "Hayır, asla" deme geleneği varsa bizim topraklarımızın da oldu daima. Direnmeyi bilen bir halkımız vardır bizim de. Çünkü direnmesi için nedensiz kalmamıştır hiç. Tıpkı Küba gibi... Bugün yaratılanlar dünün devamıdır bir bakıma. Ve gelecek de geçmişin zengin tarihi üzerinde şekillenecektir. Küba Devrimi, halkın yoksulluğa, sömürüye, onursuzluğa karşı verdiği mücadelenin bir sonucudur. Hatta öylesi tarihsel olaylar vardır ki, sonuçta başarısız olsalar da geleceğe olumluluklar taşıyabilmiştir. Yıl 1952. Moncado Kışlası baskınından fiziki yenilgiyle çıkılmıştır. Savaşçıların çoğu ölmüş, Fidel Batista Rejimine esir düşmüştür. Fakat yenilgi fiziki boyutta kalmış, siyasal olarak bir zafere dönüşmüştür. Geniş halk kitlelerine güven verebilmiş, sempati uyandırmıştır. Batista'yı sarsmıştır. Ve ardından Fidel Castro mahkemelerde tarihi öneme sahip savunmasını yapmıştır. "Tarih beni beraat ettirecektir." Bu savunmanın her satırında engin bir vatan sevgisi, sosyalizme ve halka bağlılık vardır. "Devrimciler görüş ve fikirlerini korkusuzca halka ilan etmeli, bağlı oldukları ilkeleri açıklamalı ve amaçlarının ne olduğunu topluma bildirmelidirler. Böylece ne dosta, ne de düşmana ihanet edilmiş olacaktır." Fidel, mahkemelerini halkına seslendiği birer kürsüye dönüştürmüştür. Ve kendi deyimiyle mahkeme bittiğinde savunmada açıklamadığı bir ilke, dile getirmediği bir gerçek ve lanetlemediği bir cinayet olmamıştır. O'nun önderliği böylesi süreçlerden geçerek halkı tarafından benimsenmiştir. Küba halkı bunlardan dolayı Fidel ve Che'nin önderliğinde gerçekleşen bu devrimi tıpkı bu iki adam gibi sahiplenmiştir. Yıl 1972, Kızıldere. Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledilişi. Yirmi yıl önce Monkado Baskınında yaratılan değerler, bu kez Anadolu'nun küçük bir köyünde, halkların kurtuluş yolunu aydınlatıyor. Kızıldere Anadolu halklarının gönlünde devrimcilere duyulan büyük bir sevgi, saygı ve güvenle haklı yerini buluyor. Kızıldere, cüretin, kararlılığın ve teslimiyeti her yerde, her koşulda reddeden devrimci iradenin tarihi mirasıdır. Ve 12 Eylül 1980. Faşist Cunta Kızıldere'nin çocuklarını, Devrimci Solculan tutsak alır. Tıpkı Batista'nın Fidel'i tutsak alışı gibi. Faşizmin yüzü her yerde aynıdır. Katledemediğini kendine benzetmek, sindirmektir amacı. Ama devrimcilerin de buna evrensel bir cevabı olacaktır, olmuştur. Direnmek ve asla teslim olmamak. Bu Küba'da da ülkemizde de böyle olmuştur. 12 Eylül faşist cuntasının mahkemeleri Devrimci Sol'cular tarafından, Fidel'in mahkeme kürsüsü gibi kullanılmıştır. Bu kürsülerden devrimciler, halka ve sosyalizme olan inançlarını ve bağlılıklannı haykırmış, devrimci mücadeleyi sonuna kadar savunmuşlardır. Fidel'in "Tarih beni beraat ettirecektir" diyen sesi 12 Eylül mahkemelerinde yankısını bulmuş, Devrimci Solcuların: "Yargılanan değil, yargılayan olacağız." sesleriyle yıkılmıştır du- Küba Devrimi'nin mesajı Che'nin enternasyonal ruhuyla tüm dünya halklarına ulaşmıştır bugün. Fidel ve Che arasındaki ilişki yoldaşlığın en güzel ve en evrensel örneği olmuştur. Küba halkına aşıladıkları Devrimci Adalet, Ulusal Onur ve özgürlük kavramlarıyla onlar Küba Devrimi'nin olduğu kadar dünya sınıflar mücadelesinin de simgesi olmuşlardır. Küba Devrimini ayakta tutan, liderliğiyim bütünleşmiş bir halk ve onları bugüne taşıyan bu değerler bütüflÜdür. "özgürlüğünü kazanmak istedi mi, halk işte böyle savaşır. Uçaklara taşla karşı koyar, tankları elleriyle devirir." Bugün vatanımızda olmazı olur kılma savaşımı veriliyor. Panzerlerin gözleri, genç savaşçıların elleriyle oyuluyor. Halklarımız dişiyle tırnağıyla koparıp alıyor özgürlüğünü. Küba'nın aydınlattığı yolda bir kez de buradan sesleniyor halk kurtuluş savaşçıları, kutluyorlar Küba Devrimi'nin 37. yılını: "Dünyayı bir kez de Türkiye 'den sarsacağız., * "37. Yılında Küba Devrimini Selamlıyoruz!" TÖDEF ve DLMK'lı öğrenciler Küba Devriminin 37. yıldönümü İçin 1 Ocakla Taksim'de Galatasaray Postanesi önünde telgraf çekip bir basın açıklaması yaptılar. 37. yılında Küba devrimini selamlayan TÖDEF ve DLMK'lılar yaptıkları basın açıklamasında Küba'nın yalnız olmadığın!, Türkiye halklarının genç umutları olarak mücadeleleriyle onların yanında olduklarını vurgulayarak şöyle devam ettiler; "37 yıldır Küba halkı özgür. Tüm dünyayı saran Amerikan emperyalizmi bu küçük ülkeyi teslim alamıyor. Ne 37 yıldır süren ekonomik-siyasal ambargolar ne de askeri müdahaleler Küba halkı ve Castro'yu sosyalizme olan İnancından vazgeçiremediier. Teslim olmaktansa bu adayı batırırız' diyen önderleri ve ona inanan bir halkı var Küba'nın... Direnen Küba bugün dünya halklarının umududur, özgürlüğün, geleceğin, sosyalizmin simgesidir. Ezilen, sömürülen halkların direnç kaynağıdır. İşte bu yüzden Amerikan emperyalizmi teslim almak İstiyor bu küçük adayı."* Habas:"... devrim sürecek" FHKC'nin yayın organı Eel Hedef dergisinin 24 Aralık tarihli sayısında yayınlanan Corc Habaş'ın kitlelere seslendiği mektubunu TARIK ZİYA'nın çevirisiyle yayınlıyoruz.. Mektup FHKC'nin Kuruluşu nedeniyle yayınlanmıştır. Filistin Halkımızın Vatanımızdaki ve Heryerdeki Kitleleri; Arap Ulusu Kitleleri; Kahraman doğuşun, Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesinin kuruluşunun 28. yıl dönümünde kendi adıma hepinize sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Sizi tam bağımsızlığımızın sağlanması ve haklarımızın geri alınması İçin meşru kurtuluşun, ulusal mücadelemizin ve davamızın adaletliliğine imanımızın sıcaklığıyla kucaklıyor, elinizi sıkıyorum. Elinizi tek tek sıkıyorum. Siz asırlardır direniyorsunuz, bileşiyorsunuz dağ gibi yüceliyorsunuz. Sizi, varlığınızı, tarihinizi, bugününüzü ve geleceğinizi hedefleyen bütün düşmanca komploların karşısında duruyorsunuz. Söz veriyorum ve önünüzde andımı tekrarlıyorum: Önümüze dikilen tehlikeler ve zorluklar ne kadar büyük olursa olsun devrim sürecek, mücadele sürecektir. Onurlu şehitlerimize, ailelerine, siyonizmin tutukevlerinde bulunan kahraman esirlerimize söz veriyorum, taş atan çocuklara, İntifada'nın kahraman gençlerine ve hepinize söz veriyorum; halkımız bütün hedeflerine varana, toprağını kurtarana, vatan toprakları üzerinde başkenti kutsal Kudüs olan bağımsız devletini kurana kadar mücadele ve savaş içinde kalacağım. Kuruluşumuzun yıl dönümünde ulusal davamız en tehlikeli ve en hassas sayılan aşamalarından birini yaşıyor. Ulusal programı, ulusal projeyi hedefleyen yaklaşık yüz yıldır halkımızın verdiği bütün emeklerden sonra FKÖ'nün rezilleşen, parçalanmış önderliği, tasfiyeci anlaşmaları imzaladı. Siyonist işgalcilerin iktidarından direkt olarak yönetilen, zayıf Otonomik Yönetimi kurdu. Yerleşimcilik bölgelerinin kaldırılması, Kudüs şehri, mültecilerin geri dönüşü, egemenlik gibi temel konulardan vazgeçti. Bugün, İsrail'in kendisine koyduğu hedeflere ulaşmak için büyük bir çaba ve ısrar içinde olduğunu görüyoruz. Başta Filistin Ulusal Sözleşmesinin değiştirilmesini ve yönlendirilmiş seçimlerin yapılmasını hedefliyor. Ki seçimlerin tek ve biricik hedefi, parçalanmış önderliğin anlaşmalar ına meşruluk kazandırmak, so rumluluğunu Fi listin halkımıza yüklemek ve kendisinin masum olduğunu göstermektir. Yüksek ulu sal sorumluluğu omuzlarında hissetmiş, kuruluşundan bugüne halkımi2in devrimini yaşayan ve yaşatan, halkımızın kan, ter ve büyük emeklerle yoğrulmuş ulusal kurtuluş yürüyüşünde temel parçalardan biri olmuş olan Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi, bölgede olan son sıcak değişmelerden ve Taba anlaşmasından sonra toplanan Merkez Komitesinin toplantısının ardından, Otonomik Yönetimin tasfiyeci anlaşmalarının hedefine ulaşmak için çağrısını yaptığı seçimlere girmeyeceğini ve katılmayacağını vurgular. Bu anlaşmaları ve düzenlemelerini reddeden, muhalif yurtsever şahısların, partilerin, güçlerin yanında olarak bu seçimleri boykot kavgasını yükseltecektir. Bu tavrının iki çıkış noktası vardır. Halkımızın yüksek çıkarları ve çeyrek yüzyıldır halkımızın mücadelelerini düzenleyen ve düzenlemeye devam eden Kurtuluşçu Ulusal Program. Filistin Halkımızın Kitleleri, Anlaşmaların ne getirdiğini açık ve net olarak söylemenin görevim olduğunu düşünüyorum. Seçimleri hızlandıran, belirleyen, şartlarını ve temellerini koyan taraf İsraillilerdir, seçimin hedefi halkımızın çıkarları veya davası değildir. Eğer bundan en ufak bir şüphe duysaydım, ilk onaylayanların arasında beni görürdünüz. Çünkü, özgürlük ve demokrasi aşkıyla çok mücadele etti, çok sızlandı bu halk. Seçim hakkı, bu halkın temel haklarındandır ve görmezden gelinemez. Ama şu anda olan ve çağrısını yaptıkları şey bundan çok çok uzaktır. Şimdi olan Filistin'in satılmasıdır; toprağın, halkın, tarihin toptan satılmasıdır. Özgür, bağımsız, bağımsız iradeyle kaderini belirleyecek olan bir halkın silinmesidir. Halkımızın her ferdine seçimlerin tek hedefinin, uzun çatışmalardan sonra Siyonist işgal başaramayınca halkımız iradesinin, içten saptırılması ve kırılması olduğunu öğretmeliyiz. Yerleşimcilik bölgelerinin kurulmasının meşrulaştırılması; Kudüs'ün iş- gal altında ve "İsrail'in" ebedi başkenti olarak kalması; güvenlik ve halkımızın parçalanması, bölünmesi konularında "İsrail'in" yetkili kalması; Ulusal Programın ve FKÖ Sözleşmesinin yok edilmesi; mültecilerin oldukları yerde vatandaşlaştırılması, geri dönüşlerinin reddedilmesi... seçimlerin gerçek hedefleri bunlardır. Demokrasi ve seçim hakkı, daha büyük tehlikelerin ve saklananların örtüşüdür. Ben herşeyimle inanıyorum ki, mücadelenin terine bulaşan, özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadele eden ve bunun için kafilelerce şehit, onbinlerce tutsak ve tutuklu veren halkımızı bu oyunlar etkilemeyecektir. Sonuçta, hedeflerini değiştirmeyen, meşru, vatan toprağının bir zerresi veya Filistin için düşen şehit kanının bir damlası değerinde bile olmayan şekilsel imtiyazlara karşılık halkın yüksek çıkarlarından taviz vermeyi veya satmayı reddeden güçlerin yanında olacaktır. Bu imtiyazlar Siyonist zindanlardaki esirlerimizin çektiği acılardan ve sürgünde olan milyonlarca halkımızın gördüğü işkenceden çok düşük kalır. Kardeşleri m,Yoldaşlarım Bir çoğunuz soruyorsunuz "seçimleri reddettikten sonra ne olacak, herşey bu mu, buna karşı programınız nedir?" Evet. Bu gibi sorular yüzde yüz meşrudur. Bunları bize sormanız hakkınız. Biz tarihe tavır yazanlardan değiliz. Yasakçı veya savmacı değiliz. Oslo projesini bütün ayrıntılarıyla reddettiğimizden beri, Ulusal Birlik Progamı ve FKÖ'nün programı olan bağımsız devlet, kaderini tayin, geri dönüş haklarına dayanarak mücadele programını açıkladık ve temel dayanaklarını da belirtedik. O zaman da söyledik, bugün de vurguluyoruz; bu program, etkisinin hissedilir olması için bir sihir içermiyor. Sonuçta, zalim anlaşmayı bozacak ve istenen değişiklikleri yapacak mücadele yürüyüşü esnasında tarihi bir yörünge olacak ve aşamalı olarak etkileyecektir. Yoluna devam eden ve gündemi kökten değiştiren -bunu sadece çelişik görmek isteyenler çelişik görür- bu programın ana hatları, işgalin toprağımızdan kalkmadığından, varlığının fiili, güvenlik ve baskı olarak sürmesinden hareketle mücadelenin sürmesi, düşmanla çatışmanın her şekli ve tarzda sürdürülmesidir. Aynı zamanda, halkın doğal hakkı ve kazanımı olan, değiştirilmeyecek veya saldırılmayacak olan demokratik haklara Otonomik Yönetimin saldırılarına karşı, baskıcı kurumlarına, bölücü çatışmalarına, Otonomik Yönetimin kendisine yönelik demokratik mücadele... Burada birincisi Parti olarak, ikincisi demokratik güçler olarak, üçüncüsü yurtsever-islami güç olarak işgale karşı savaşı veya Otonomik Yönetime karşı demokratik çatışmayı yükseltmekte eksik kaldığımıza işaret etmeyi görevim biliyorum. Bu eksikliklerin daha önce belirli bir süreçte açıklanabiliriiliği olsa bile, uzun bir mücadelesi ve tarihi olan, halkımızın her ferdinin tanıdığı bir parti için bugün açıklanabilirliği veya kabul edilebilirliği kalmamıştır. Verdiği mücadelede ve pratikte yanında görmediği hiçbir partiye bakmayan ve gü- venmeyen halka ve kitlelere örnek ve yol gösterici olmak için bütün üyelerimiz, savaşçılarımız, kadrolarımız, önderlerimiz halkın adil haklarıyla silahlanmış, boranların önünde eğilmeyen bir iradeyle savaş meydanlarına koşmalıdır. Otonomik Yönetim ve İşgalle kopuşu sağlayacak çatışmanın yükseltilmesini hazırlamak amacıyla, Ulusal Programın yanında örgütlenen, onu sarmalayan, onunla dolu, kesin kararı ve son sözü söyleyecek olan kitlelere dayanarak bütün alanlarda temel sloganımız "Daha çok, daha çok kitlesel, siyasal, açık mücadele çalışmaları" olmalıdır. Partimizde ve organlarındaki eksikliklerden bahsetttiğim gibi şu anda ulusal çalışmalarını birleştirip, kitle, siyaset ve basın hareketlerinde ve mücadele alanlarında aralarındaki koordinasyonun seviyesini yükseltmesi gereken diğer Filistinli muhalif güçlerden de bahsedeceğim. Filistin sahasında bu güçlerin inandırıcı olabilmeleri ve halk kitleleri tarafından tanınan ulusal bir kurum oluşturabilmeleri ve varlıklarını, birleşik, koordineli ve etkili pratiklerini ispatlamaları için seçimler uygun bir fırsattır. Kardeşlerim; Yoldaşlarım, bu. münasebette daima durur, halkımızın sunduğu fedakarlıkları, Filistin'i geri almak için akan kan şelalelerini düşünürüm. Şehit Gassan Kanafani'yi, Gazze'nin Gueverası'nı hatırlarım. Şehit Ebu Emel'i, Şehit Vedi Haddad'ı hatırlarım. Ebu Cihat El Vezir'i Kemal Nasır'ı Ebu Eyyad'ı hatırlarım. Şehit Ha-lit Nozal'i, İmat Akıl'ı, Fethi El Şakaki'yi hatırlarım. İntifadanın şehitlerini, Filistin Devrimi ve Arap Ulusunun şehitlerini hatırlarım. Bütün bunların en düşük fiyata satıldığını, uğrunda feda oldukları büyük düşün, kurtuluşa ulaşmış Filistin'i karşılama düşünün zayıf bir Otonomik Yönetime değiştirildiğini gördükçe beni bir üzüntü ve nefret seli kaplıyor. Kuruluşunun 28. Yıldönümünde Yaşasın Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi! Halkımızın İradesini Yansıtmayan Seçimlere Hayır! İşgalden Ve Artıklarından Uzak, Demokratik, Hür Seçimlere Evet! Geri Dönüş Hakkına, Kaderini Tayin Hakkına, Başkenti Kudüs Olan Bağımsız Devlete Evet! Halit Ebu Ayşe, Yaser Ebu Govş, İlmenin Şahin Yoldaşlarımızın Yolunda İleri! Onur Ve Şeref Değerli Şehitlerimizindir! Kazanan Biziz! Doctor Corc Habaş Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi Genel Sekreteri 11.12.1995