Abdülhamid Han (Göksultan) (H. Nihal ATSIZ) Toplumun en büyük haksızlığa uğramış tarihî şahsiyetlerinden biri, II. Abdülhamid’dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişahı katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır. Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir? Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;Halbuki o zaman sultan,insan değil, canavardı,Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı!gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamîd düşmanlığı aşılıyordu. Bu düşmanlığı aşılayanlar ilkönce İttihatçılar, yâni hürriyet kahramanları (!) yâni Sultan Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yâni, yabancıları işe karıştırarak Türkiye’yi batırmak için Osmanlı Bankası’nı basan, Anadolu’da kargaşalık çıkaran ve Avrupa’nın gık demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye’yi parçalamak isterken Sultan Hamid tarafından 1897’de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar ); ve Filistin’de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudi’lerdi. Sultan Hamid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar:Türk, Musevi, Rum, Ermeni,Gördük bu rûz-ı rûşeni!şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-ı rûşeni” beklediklerini anlamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı. Sultan Hamid’i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan Aziz’in son zamanlardaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan libaralizmi V.Murat, muhafazakârlığı II.Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa’ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk’ün hâkimiyetini sağlamak içim mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad’ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad’a göstermeyen masonluğun arkasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı. İlk Meşrutiyet Meclisindeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye’nin biran önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid, bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi, elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu. 1 Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere Meclisi kapatması, Sultan Hamid’in en büyük başarısı ve hizmetidir. Bu meclis kapatılmasaydı ne olacaktı? 8 milyon Hırıstiyan ve 12 milyon Müslüman yabancıya karşı, kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türkle bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Araplar, meselâ, resmi dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğunun Avusturya-Macaristan gibi federatif bir devlet olmasını isteseler, bunun, nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu ne ile önlenebilecekti? İşte Sultan Hamid, Meclisi kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi daha da önleyecekti. Fakat onun hizmeti bu kadar da değildi. 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silâhları ile, meselâ mavzer tüfekleriyle silâhlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını tahkim etti. Ve, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu. Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 19141918 savaşı ile İstiklâl Savaşı’nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz’in, Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı. Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açıldı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastahane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa’da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirini alıyordu. Hilâfeti, Osmanlı Hanedanından almak için Mısır’da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Hamid’in adamlarından biri idi. Balkanlıların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi; İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi. Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı. Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökmemiştir. Mithat Paşa’yı öldürttüğü hakkındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa’dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz’i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mı idi? Buna hangi kuvvet engel olabilirdi? Bunu yapmayarak sonra, Talif’te suikasta girişecek kadar az zekâlı mı idi? Memleketi doğrudan tehdit eden Moskof emperyalizmi ile batıdan tehdit eden Avrupa emperyalizmi ve onun temsilcisi İngiltere’ye karşı devleti savunan Sultan Hamid, ayrıca azınlıklar ve gafil hürriyetçiler ile de uğraşmaya mecbur olmuş, güneyden gelen siyonizme de göğüs germiştir. Sultan Hamid için Osmanlı İmparatorluğunu, soyumuzun düşmanı Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere’ye, devletimizin düşmanları siyonizme ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı 2 savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncenin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir. Şimdi bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa’nın ileri sürdüğü İsmail Safa’nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp’ın Türkiye’nin kaderi hakkında söz sahibi olması… Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi? Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu’nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas’ta İsmail Safa’nın ölmesi Sultan Hamid’in kabahatı mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul’da kalsaydı, ölmeyecek miydi? Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa’nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur? “Bu dünyada herkes bir çok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın”. Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille isbat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul hattâ lise diploması yoktur. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattât ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesi’ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmî eserler yazdırarak hizmet etti. Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır. İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi. Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur? O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır? Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlamak için yaşadı. Siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demir yolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu. Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter: Hürriyet kahramanları (!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astıktan 3 sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof çarının Rusya’ya davetini; Selanik’ten Alman gemileriyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun dâvetini reddederek vatanında sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti. Türkiye dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu. Ve sokmadı da… Ne diyelim? Durağı cennet olsun… Nihal ATSIZ Ocak Dergisi , 11. Sayı , 11 Mayıs 1956 Başbuğ ATTİLA (Saadettin Gömeç) Bütün dünya tarihini yakından ilgilendiren ve herkes tarafından da kendi isimleriyle tanınan çok az insan vardır. İste, dünya milletlerinin büyük bir kısmının bildiği ve özellikle Avrupa halklarının çoğunun milli kahramanı, bir bölümünün efsanelerine ve hatta destanlarına kadar giren bir kişidir, Attila. Dünyadaki bir kısım tarihçi için yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük hükümdarları arasında hiç şüphesiz Attila ve Çingiz Han’ın yerleri bambaşkadır. İkisi de sadece mensubu bulundukları milletlerin tarihlerinde ve kültürlerinde değil, dünyanın aşağı-yukarı yarısına yakın bir topluluğunun kaderinde söz sahibi olmuşlardır. Hususiyetle M. Sonra 5. yüzyılda gerçeklesen Hun akınları ve Attila’nın Avrupa’daki faaliyetleri bugünkü Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Tarihte “Kavimler Göçü” diye de anılan bu hareket sonucunda, yer-yüzünden birçok halk kalktığı gibi, yeni yeni devletler ve toplulukların da ortaya çıkması söz konudur. Tarihi kaynaklardan takip edebildiğimiz kadarıyla Hun adıyla anılan Türklerin Asya’da kurdukları hanedanlıklar su veya bu şekilde, 5. asrın ikinci yarısına değin varlıklarını sürdürmekle beraber, daha önceki zamanlarda vukua gelen bölünmeler sebebiyle zaman zaman batıya doğru göçmüşlerdir. Bu göçler ve ayrılıkların en büyüklerinden birisi M. Önce 55’lerde meydana gelince Küçük Yabgu ile 4 beraber büyük bir Türk-Tölös grubunun, dolayısıyla Hun siyasi adı altında birleşen Türk kabilelerinin bugünkü Türkistan ve Kuzey Kazakistan bölgesine geldiklerini biliyoruz. Dolayısıyla Hunlar sadece Asya’da varlıklarını sürdürmediler; onlar Avrupa’yı da dize getiren güçlü bir devlet kurdular. Aslında burada ve daha kuzeydeki İdil-Ural Havzasında, Türkler Mo-tun Yabgu çağından çok önceleri yurt tutmuşlardı. Hem tarihi kaynaklar, hem de Türklere ait destanlar ile efsaneler bunu doğruluyor. Meşhur Oguz Kağan’ın seferlerinden birisi Hazar’ın kuzeyine, İdil-Ural ve Doğu Avrupa topraklarına olmuş, bu mıntıkada bir Türk idaresi tesis edilmişti. Buna bağlı olarak, Karadeniz’in kuzeyinde bugünde varlığını koruyan Türk soylu halklar gibi, birtakım Fin-Ugor kavimlerinin de etnik oluşumunda Türk tesirinin bulunduğunu pek çok ilim adamı savunmaktadır. Konuştukları dillerin içindeki Türkçe kelimelerle, bazı gelenek ve göreneklerini de kapsayan kültürel izler bunu ispatlıyor. İşte M. Önce 1. asırda batıya gelen Hunların bir bölümü Avrupa’da ortaya çıkan Türklerin temelini oluşturdular. Arkasından M. Sonra 155’lerde Asya’daki Hunlar ikinci bir darbeye maruz kalmışlar; tarihi eserlerde Kuzey Hunları diye anılan bu Türklerin büyük bir kısmı, Küçük Yabgu Hunlarına benzer bir şekilde Türkistan’ın batı taraflarına, oradan da İdil-Ural ve Kafkasya sahasına ulaşmışlardı. Onlar, 4. yüzyılın ortalarına (355-365) geldiğimizde Kafkasya bölgesi ve Hazar çevresine hâkimdiler. Hunların başında bu sıralarda önce Balam-er, peşinden de Yılduz Kağan’ı görmekteyiz. M. Sonra 400’lerde Hun başbuğu Yılduz (Uldız) Kağan, her iki Roma’yı da baskı altına almaya başlamış; Roma içten içe kaynar iken isyanlar ve kargaşa da alıp başını gitmişti. Yılduz Kağan karşısında düzensiz ve korkak bir düşman olmasını istemediğinden Roma’ya yardım ederek, isyancılardan temizledikten sonra, 409’da Tuna’yı geçip; Trakya’da Doğu Roma’nın umumi valisiyle barış imzaladı. Kaynakların bildirdiğine göre; Yılduz bu görüşmelerde “güneşin battığı yere kadar her tarafı zapt edebileceğini” söylüyordu. Bu Türk Cihan hâkimiyeti telakkisinin büyüklüğünün bir işaretidir. Yılduz Kağan’ın 410’larda öldüğü sanılıyor. Ondan sonra başa geçen Kara-tonga hakkında maalesef çok az bilgiye sahibiz. Yukarıda belirttiğimiz üzere, Yılduz’ın ardından Türkleri yöneten diğer Türk beyleri Rua (ki bu isim Türkçe bir kelimenin Latin kaynaklarına bozularak geçmiş sekli olmalıdır. Belki Yula/ Boyla/ Börü), Muncuk, Ay-bars ve Oktar hepsi onun izinden yürümüşler, her iki Roma’ya karşı da, Yılduz’ın siyasetini sürdürmüşlerdir. 420 sıralarında Hunların idaresini iste bu çok değerli dört kardeş üstlenmişti. Meşhur Attila da bunlardan Muncuk’un oğluydu ve Muncuk erken yaslarda öldü. Attila’yı amcası Rua yetiştirdi. Bu dört kardeşin en büyüğü olan Rua Kağan seçildi ve 422 senesinde Bizans’ı yıllık vergiye bağladı. İki Roma arasındaki iç mücadeleye de karısan Türkler, her iki taraftan da haraç alıyorlardı. Rua’nın hükümdarlığının son dönemlerinde Hun devletinin içinde birtakım anlaşmazlıkların yaşandığı ortadadır. Bazı Hun beyleri onun hışmından kurtulmak amacıyla Bizans’a sığınmışlarsa da, imparator II. Theodosios’a bir ültimatom yollanarak, bunların iadeleri istendi. Fakat bu sırada (434) Rua da öldü. Böylece, doğuda Türkler bir fetret devri yasıyorlarken, batı da yeni bir güneş doğuyordu ki; bu amcasının yerine devletin basına geçen Attila adındaki Türk asilzadesiydi. O, çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk kahramanıydı. Kardeşi 5 Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; (belki Boyla/ Bolat/ Bilge?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddi bir talebi yoktu. Bir süre devletin idaresinde kardesine yardımcı olduktan sonra her ne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde vefat etmiştir. Derhal harekete geçen Başbuğ Attila, 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Bunun üzerine Doğu Roma, Türklere ateşkes yapmak zorunda kaldı. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen andlasmaya göre; Bizans hiçbir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı. Attila da tıpkı dedesi Yılduz gibi, Roma’yı iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada destekledi. Birçok yabancı kavmi Türk hâkimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, yani Bizans’a 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Avrupalılar kendileri için bunca felakete sebep olan bu kişiden kurtulmanın yollarını aramaya başladılar. O zamanki dünyanın tek efendisi haline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast planı yaptılar. Attila’nın nezdine giden elçilik heyetine sokulan bir casus, Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/ Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı yazılıdır) isimli bir Türk durumu öğrenince, Attila’ya haber vermiş; o da suikastçılara suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır. Bundan sonra Başbuğ Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifine olumlu cevap vererek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz. Arkasından Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde yola çıkan Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde Roma güçlerini Attila’nın kuvvetleri “Turan Taktiği”yle yenmeyi basardı. 452’de Po Ovası ele geçirildi. Hatta bir korku ve telaş başladığından; Papa I. Leo’yu bağışlanmak üzere Romalılar, Attila’ya gönderdiler. Bu durumda bütün Hristiyan dünyası onun himmetine sığınıyordu; dolayısıyla daha fazla üstlerine gitmenin hiçbir anlamı yoktu. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sasani şahlığına gelmişti. Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular. Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenmek suretiyle öldürüldü. Herhalde bu kadının ailesi de Attila’nın ordularından büyük zarar görmüştü ve dolayısıyla o, bu işi gönüllü yaptı. Latin-Bizans vesikalarında; Attila’nın bütün milletleri ve dünyayı korkutan bir adam olarak yaratıldığından, gururlu yürüyüşünden, gözlerinden adeta ışık saçtığından, savaşı sevmesine rağmen hep düşünerek hareket ettiğinden, aklını iyi kullandığından, kendisinden af dileyenleri bağışladığından, sadık adamlarına karsı cömertliğinden, kısa boylu ve geniş omuzlu olduğundan, elbiseleri, ayakkabıları ve diğer silahlarının askerlerinden farklı olmadığından söz açılmaktadır. Neticede Hristiyan dünyasınca isledikleri günahların bedelini ödetmek üzere gönderildiğine inanılan, “Tanrı’nın Kırbacı” veya “Tanrı’nın Kılıcı” diye de anılan, cihan tarihinin en büyük hükümdarlarından birisi ortadan kaldırıldı. Attila’nın sağladığı birlik ve üstünlük maalesef ondan sonra devam etmedi. Daha doğrusu çocukları bunu sürdüremediler. Bunun çeşitli sebepleri vardır: Kardeşler arasındaki taht mücadeleleri ve kabilelerin öne 6 çıkma kavgaları, bunu fırsat bilen Romalı ve diğer Avrupalı kavimlerin saldırıları, Attila Türklerinin varlıklarına son veren etkenlerdendir. Bununla birlikte Avrupa’daki Türk-Hunlar tamamen yok olmadılar. Bunların bir kısmı idil-Ural Türklüğünü (Tatar, Başkurt, Çuvaş) meydana getirirken, bir bölümü de Bulgar Türkleri ve Macarlar vasıtasıyla günümüze kadar geldiler. Çağımızda Attila, Çingiz, Kanuni vs. gibi Türk hükümdarların korkusu halâ Avrupalıların beyinlerinde yaşamaktadır. Bir gün yeniden Türklerin arasından böyle kahramanlar çıkarak, Batıyı paramparça edeceğine inanıldığından, Avrupalı daima Türk dünyasına karsı temkinli davranmaktadır. Bununla beraber 5. asırda Attila’nın tokadını yiyen Avrupa’nın bütün Hristiyan devletleriyle, kendilerini Bizans’ın devamı olarak gören Yunanlılar ve Rumlar, 1071 ile 1453’teki o acı yenilgileri asla unutamadıklarından, her durumda ve ortamda bunun bir şekilde intikamını almak için fırsat kollamaktadırlar. Bir zamanlar kendilerine dünyayı dar eden Türk ırkına gün göstermemek ve uyuyan kurtu uyandırmamak için el birliğiyle çalışmaktadırlar. Ama Atsız Beğ’in dediği gibi; “Attila’nın kanı halâ Türk’ün içinde”. TÜRK BÜYÜKLERİ – IV – ATTİLA Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ Kırk Kahraman ve Kürşad - Alparslan Türkeş "Bir kahramanlık, kendini bekleyen tehlikelerin büyüklüğü ve çokluğu nispetinde kıymet kazanır. Kurtuluş ihtimallerinin sıfır veya sıfıra çok yakın olduğunu bilerek, millet yolunda, kutsal bir dava uğrunda, mücadeleden yılmayanlar, insanlığın üstüne yükselirler ve adeta ilahlaşırlar. Fani bir hayatın esiri olarak günün birinde sönmeğe mahkum bulunan insanoğlu, yeryüzüne daima ebedileşmek imkânlarıyla birlikte doğar. Maddi sevkıtabiîlerden ruhunu biraz kurtarabilmiş olanlar, her zaman tarihte yer almak ve gönüllerde taht kurmak ihtimallerine sahiptirler. Cemiyete hizmet ve tabiata hükmetmek ihtirasları, insanları şahikalara doğru yükselten, en emin yollardır. Böyle çetin fakat asil bir yolu seçmiş olan kahramanlar, yaşadıkları devirler içinde bir meşale gibi parlar ve milletlerine ışık ve ruh verirler. Üzerinden ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, insanlığın üstüne yükselen böyle varlıklar, tazeliklerini ve hayatiyetlerini daima muhafaza ederler. Tarih sayfaları karıştırılarak, mazinin derinliğine doğru bakıldığı zaman, bunlar önümüzde abide gibi yükselirler ve millete ışık saçarak yol gösterirler. Tarihimizden değil, uzak Türk tarihinden, büyük bir kahramanlık olayından bahsedeceğim. Bu olay geçmişin unutma örtüşü altında kalmış çok parlak, parlak olduğu kadar da çok hazin bir harekettir ve İsa'dan sonra 600. yılda meydana gelmiştir. O sıralarda Japon denizinden, Hazardenizi'ne kadar uzanan ve Çin'i, İran'ı, Bizans'ı titreten 7 Göktürk İmparatorluğu, entrikalar yüzünden Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Doğudaki devletle Batıdaki devletin arası, saraya ve orduya sokulmağa muvaffak olan, Çinliler ve diğer yabancılar yüzünden iyice açılıyor . Doğu Göktürk devletinin basında bulunan Kara Kağan kendinden önce hakan olan ağabeysini zehirleyen Çinli yengesiyle evlenmekte mahzur görmüyor ve bu katil kadının fettanlığının esiri olarak Çinlilere alet oluyor. Bu yüzden Göktürk devleti, birçok parlak muharebelere rağmen yıkılıyor ve o bölgede bulunan Türkler Çinlilere esir düşüyor. Çinliler Türkleri Çin'e hicret ettirerek şehirlere dağıtıyorlar. Bu arada Kara Kağan'la kardeşinin iki oğlunu ve diğer Türk ileri gelenlerini Çin'in merkezi bulunan SÎYANGFU şehrine götürerek orada ikamete memur ediyorlar. Çok geçmeden Kara Kağan orada tutsak olarak ölüyor. Bunun üzerine Çinliler rehine olarak Kara Kağan'ın kardeş çocuklarından Tung Yabgu'yu Çin sarayına hapsediyorlar. Serbest bulunan Kara Kağan'ın diğer yeğeni KÜRŞAD ise her gün Türkleri kurtarmak için çareler arıyor. Tam bu sırada diğer Türk beyleri de gizli toplantılar yaparak, Çinlilere isyan edip Çin împaratorunu öldürmeğe ve böylece, yere düşen gök bayrağı yeniden yükseltmeğe karar veriyorlar. Bunun için çok yiğit olan herkes tarafından çok sevilen KÜRŞAD'I kendilerine Hakan seçiyorlar. Fakat bunu duyan KÜRŞAD ihtilale baş olmayı, saldıranların en önünde dövüşmeği kabul etmekle beraber. Hakanlığı reddediyor, '"Millet için dövüşmek ve bu uğurda gerekirse Ölmek bana yeter. Hakanlık sarayda hapis bulunan amcamın oğlunun hakkıdır." diyor. Birçok yalvarmalara rağmen Hakanlığı kabul etmiyor. Böylece herkes, uzun tartışmalardan sonra KÜRŞAD'in feragat örneği olan ısrarı karşısında onun teklifim kabul etmek zorunda. kalıyor. Ertesi akşam saraydan dışarıya gezmeğe çıkacak olan Çin Hükümdarım öldürmeğe ve hep beraber Çin sarayım basarak Tung Yabgu'yu kurtarıp Hakan ilan etmeğe ve yeni bir Türk devleti kurmaya karar veriyorlar. Baskın gecesi sözleşilen zamanda, Çin sarayının etrafında toplandıkları vakit, aksi bir talih eseri olarak bardaktan boşanır gibi bir yağmur yağmaya başlıyor. Yağmurun altında biraz bekledikten sonra, Çin Hükümdarının bu akşam dışarı çıkmaktan vazgeçtiğini öğreniyorlar. Bunun üzerine, Çinlilerin bu teşebbüsten herhangi bir şekilde haberdar olmaları ihtimaline karşı, baskının başka bir aksama bırakılmasını doğru bulmuyorlar. Bu ihtimali önlemek için, baskının geciktirilmeden hemen o gece yapılmasını uygun görüyorlar. KÜRŞAD arkadaşlarının adlarım bir, bir okuyarak hepsini yoklama ediyor. Türk milletinin en ileri gelenlerinden 40 Bey'in orada hazır olduklarım görüyor. Artık daha fazla beklemeden Çin İmparatorunun sarayına saldırıyorlar. En önde yalnız KÜRŞAD yürüyor... Sarayı binlerce Cin askeri muhafaza etmektedir. Saldıranlar ise yalnız kırk kişi... Yıldırım gibi düştüğü yeri yakan, kasırga gibi önüne geleni süpüren 40 kişi... Birkaç dakikada dış kapıdaki muhafızları tepelediler, sarayın bahçesine doldular ve oradan iç kapıya yüklendiler. Orayı da geçtiler... Şimdi İmparatorun dairesine doğru yürüyorlar. Fakat bu Çinli askerler ne kadar da çok... İlerden, geriden sürü, sürü saldırıyorlar. 40 kahramandan ikişer, üçer yaralanıp düşenler var. İşte nihayet İmparatorun dairesine ulaşabildiler. Fakat odalar bomboş. Hiç kimseler yok. Acaba İmparator bu kadar çabuk nasıl da kaçabilmiş? Ne ise uzun boylu düşünmeğe meydan yok. Geri dönmek lazım. KÜRŞAD, "ahırlara doğru çekileceğiz" diye buyruk veriyor ve ahırlara doğru yol alıyorlar. Fakat her adımda karşılarında yüzlerce Çinli peyda oluyor, dövüşe dövüşe yürüyorlar. Beş on Çinli yıkılıyor ve bir kahraman devriliyor. Nihayet kırklardan ancak ondördü ahırlara ulaşıyor. Kendileri yürüyüp gidinceye kadar vakit kazanmak için, üç kişi, ahır kapılarında artçı olarak bırakılıyor. Diğer onbir kişi atlara binerek Vey Irmağına doğru dörtnala koşuyorlar. Yorgun ve yaralı onbir kişi, ırmağın kenarına vardıkları zaman, akşamdan beri yağan yağmurlar yüzünden kabaran suların köprüleri söküp götürdüğünü görüyorlar. Sekiz saat önce, geçit veren sular, şimdi geçilmez olmuştur. Düşman durmadan yaklaşıyor, saldıranlar sürüler 8 halinde binlerle geliyorlar. Karşılarında yalnız onbir kişi var... Yağmur durmadan yağıyor. Ara sıra çakan şimşekler gerilmiş yüzlerin!, büyümüş gözlerin! aydınlatıyor. Ellerinde kılıçları, Türk'e yaraşan bir fütursuzlukla atlarının üstünde dimdik duruyorlar ve ölünceye kadar çarpışmak üzere düşmanın yaklaşmasını bekliyorlar. Artık düşman yaklaşmıştır. Göğüs göğüse atılıyorlar ve çarpışmaya başlıyorlar. Onbir kahramandan her biri birer birer devriliyor. En son da KÜRŞAD gün doğarken 40 yarasından kanlar sızarak can veriyor ve gözleri açık olarak cesedi atinin üstünde dimdik kalıyor. Bu esnada Vey Irmağının suları deli deli akıyor ve yağmur yağmaya devam ediyordu. Bu kahramanlık menkıbesi birkaç gün içinde Cinde bulunan bütün Türklere yayılıyor ve onlar arasında bir kurtuluş ruhu ve bir ihtilal havası yaratıyor. Çok geçmeden de hepsi birden isyan ederek KÜRŞAD'ın yolundan hürriyet ve istiklale kavuşuyorlar. Türk tarihi, uzak ve yakın böyle kahramanlık olaylarıyla doludur. Kahramanlık Türklüğün başlıca vasıflarından biridir. Şairlerimizden birinin dediği gibi Türk milleti için: Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir. Kahramanlık: saldırıp bir daha dönmemektir." * İlk yayın tarihi : 26 Ağustos 1951 Kaşgarlı MahmudSaadettin Gömeç Kahramanlar sadece eli kılıç sallayanlar değildir. Eli kalem tutanlar, ilimleriyle, bilgileriyle toplumlara ışık olanlar da birer kahramandır. Hiç şüphesiz kılıçlarıyla, süngüleriyle savaşanlara vatan ve millet sevgisini aşılayanlar, kalem üstadlarıdır. Dolayısıyla milletler ve onların ortaya koydukları kültürler yalnızca silah gücüyle ayakta duramaz ya da varlıklarını sürdüremezler. Mutlaka bir halkın şekillendirdiği milli kültür sağlam temellere dayanmalıdır. Dolayısıyla bir toplumun hayat devresinin uzun olabilmesi, milli benliğini koruyan kültürünün de çok köklü bulunmasına bağlıdır. Dil, din, edebiyat, mimari, müzik, resim, hukuk vs. hepsi kültürün bir unsurudur. Bunları meydana getirenler elbette halkın kendisi olmakla birlikte, onun içindeki sanatkârlar ve ilim adamlarıdır. Türk kültürüne yön veren, mazimizin abide şahsiyetlerinden birisi de, Kaşgarlı Mahmud’tur. Onun hakkında bugüne kadar çok şey söylendi ve yazıldı. Kuşkusuz ki bundan sonra da söylenecek ve yazılacak. Biz de, burada sizlere Türk milletinin yakından tanıdığı Kaşgarlı Mahmud’u ve 9 onun muhteşem eserini belki de bir kez daha anlatmaya çalışacağız. Divanü Lûgat-it-Türk’ü yazan Kaşgarlı Mahmud bugünkü Issık Köl’ün yakınındaki tarihi Barsgan şehrinden olup, doğum yeri Kaşgar’dır. Kaşgarlı Mahmud daha memleketinde iken kuvvetli bir medrese eğitimi görmüş, devrinin İslam ilimlerini oradaki Türk bilginlerinden öğrenip, icazet almıştı. Kaşgarlı Mahmud Arapça ve Farsçayı mükemmel şekilde bildiği gibi, ana dili olan Türkçeyi de birçok diyalektleriyle biliyor ve konuşuyordu. 11. asrın ikinci yarısında, Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılan bu Türkçe sözlük kitabından Kaşgarlı Mahmud’un yüzde yüz Türk olduğunu öğrenmekteyiz. Bunu söylemekteki maksadımız, zaman zaman Kaşgarlı Mahmud’un Arapça ve Farsçayı mükemmel bilmesinden dolayı, ona başka kimlikler de uydurulması yüzündendir. Hatta, yine Divanü Lûgat-it-Türk’e göre, sadece Türk olmakla kalmıyor, kendisini Kara Hanlı sülalesine de bağlıyor ki, bu da onun kimliği hususunda önemli bir ip-ucudur. Adından da anlaşılacağı üzere Divanü Lûgat-it-Türk, her şeyden önce bir Türk sözlüğüdür. Türündeki en eski Türkçe sözlüktür. Yazarının tarifine göre, malzemesini halk ağızlarından derleme teşkil etmiş, zaman zaman Türk halk edebiyatından da faydalanılmıştır. İrili ufaklı birçok Türk boy ve uruglarından toplanmış bir şiveler sözlüğü karakterini taşımaktadır. Ama Divanü Lûgat-it- Türk, yalnızca bir sözlük değildir. Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına kısacası Türk milli kültürüne ait zengin bilgileri içine alan ansiklopedik bir eserdir. Madde başı olan kelimelerle örnekleri Türkçe, sözlerin açıklamaları Arapçadır. Divanü Lûgat-it-Türk’e bazan bir gramer kitabı da deniyor. Biz buna da karşıyız. Bu eser yalnızca bir gramer kitabından çok farklı özelliklere sahiptir. Onun için kitabı tek bir katagoriye sokmakta yanlıştır. Elbette bu özelliği de inkâr edilemez; ancak Divanü Lûgat-it-Türk’te Türk milletinin büyüklüğünü, kahramanlığını, ilmini, sanatını, devlet teşkilatını, ekonomik hayatını ve daha pek çok konuları da görebiliyoruz. Kaşgarlı Mahmud aynı zamanda büyük bir Türk milliyetçisidir. O, Türklüğe âşık bir bilgedir. Bunun en güzel delili de, İslam camiası içerisinde Peygamberin ırkı olması hasebiyle, Araplara karşı duyulan sevgi ve saygıyla beraber, Arap milliyetçiliğinin karşısında Türkçülüğün savunuculuğunu yapmasıdır. Şöyle ki, Divanü Lûgat-it-Türk’te rastladığımız Hz. Muhammed’e ait pek çok hadis Türk milletinin üstünlüğünü ve seçilmiş bir ırk olduğunu ortaya koymaya yöneliktir. 10 Divanü Lûgat-it-Türk 1072’de Bağdat’ta yazılmaya başlandı. 1072-1074 tarihleri arasında tamamlanmış, 1077 senesinde tekrar gözden geçirilerek Halife el-Muktedi’ye sunulmuştur. Tek nüshası 1266’da kopyalanmıştır. IV. Murad’ın Doğu seferleri sırasın da kâtiplik vazifesinde bulunan Katip Çelebi (1609-1657), Divanü Lûgat-it-Türk’ü görmüş ve Keşfü’z-Zünun an Esamü’l-Kütübi ve’l-Fünun adlı bibliyografyaya ait eserinde bundan söz etmiştir. Divanü Lûgat-it-Türk’ü ilk keşfeden edebiyat tarihçisi, şair ve kitap meraklısı Ali Emiri Efendi (1857-1924) oldu. Talat Paşa’nın aracılığıyla bu Arapça nüsha İstanbul’da Kilisli Rıfat Bilge’nin nezareti altında üç cilt olarak basılmıştır. Divanü Lûgat-it-Türk, Besim Atalay tarafından üçü esas, biri tıpkı basım ve diğeri de dizin olmak üzere 5 cilt olarak 1943 yılında tekrar neşredildi. Eser Arapça kurallara göre meydana getirilmiştir. Hikmet, atalar sözü, şiir, nesir gibi şeylerle süslüdür. Divan’da 7500 kadar kelime, 290 ata sözü, 220 kadar da beyit ve kıt’a bulunmaktadır. Kaşgarlı Mahmud çok ince bir düşünce ile bütün Türk boylarının yerlerini ilk Türk coğrafya haritası diyebileceğimiz haritasında da belirtiyor. Ayrıca bu kabilelerin sosyal hayatlarına dair bilgilerin yanı-sıra şiir ve musiki gibi özelliklerini de konu etmesi bakımından çok değerlidir. Türk kültür tarihçilerinin asla vazgeçemediği ana kaynakların başında Divanü Lûgat-it-Türk gelmektedir. İyi ki böyle bir eser vücuda getirilmiş. Yoksa şimdi bir sürü kültür-dil meselesini halâ tartışıyor olacaktık. Bize büyük bir kolaylık sağladığı için Kaşgarlı Mahmud’a minnettarız. 320 Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ, “Türk Tarihinin Kahramanları: 27- Kaşgarlı Mahmud”, Orkun, Sayı 86, İstanbul 2005 Bilge Kağan – Saadettin GÖMEÇ Eski Türklerde devlet adamlarının görevlerinden birisi de, kendilerinden sonra gelecek olan nesillere hesap vermek amacıyla, kitabe diktirmek veya yazılı vesika bırakmaktır. Yani, bunların içerisinde kendi zamanlarında başlarından geçen acı ve tatlı olayları bildirirler ki, millet benzer hadiselerle karşılaştığında ne yapacağını hesap edebilsin. Türklerdeki bu gelenek Cumhuriyet dönemine kadar gelmiştir ve en son büyük Atatürk, “Nutuk”ta ve “Türk Gençliğine Hitabe”sinde bu alışkanlığın sürdüğünü göstermiştir. Ondan sonra devletimizi yönetenler çok küçük beyinlere sahip olduklarından dolayı, yaptıkları her işi ve sözü basit oy kaygılarıyla düşündüler. Bu yüzden de Türk tarihinde derin bir iz bırakmadan silinip gidiyorlar. 11 Dünya medeniyetinin sahip olduğu en değerli mirasların arasında yer alan Orkun Yazıtları ve yahut da Kök Türk Kitabeleri diye andığımız yazılı belgeler, ünlü Türk hükümdarı Bilge Kağan’ın ağzından taşlara kazınmıştır. Tahminen 683 tarihinde doğan ve 734’te ölen bu Türk büyüğü, kardeşi Köl Tigin için hazırlatmış olduğu yazıtta başlangıçtan 8. asrın 30’lu yıllarına kadar, Türk tarihinde yaşanan hadiseleri zamanın kağıdı diyebileceğimiz taşların üzerine mümkün olduğunca öz bir şekilde sığdırmaya çalışmıştır. Bulunduğu günden itibaren üzerinde en çok çalışılan Türkçe belgelerin başında hiç şüphesiz Kök Türk alfabesiyle yazılmış olan bu kitabeler gelmektedir. Tabiî ki bunların önemi Türk tarihi ve kültürü açısından içerisinde yer alan değerli bilgilerden kaynaklanmaktadır. Çünkü burada Türk tarihini, edebiyatını, sanatını, gelenek ve göreneklerini, dinini, ordu teşkilatını, sosyal hayatını, kısaca Türk milletine ait ne varsa hepsini görmek mümkündür. Bu bakımdan sadece Türkiye Türklerini değil, bütün dünya Türklüğünü ilgilendirmektedir. Elbette ki bu yazıtların değeri Türk tarihi ve kültürüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda onların çağdaşı olan Asya kavimlerinin Çin, İran, Sogd, Kore, Tibet, Moğol vs. ile Bizans, Arap gibi milletlerin tarih ve kültürleriyle de ilişkilidir. Orhun_Abideleri01[1]Ömrü kardeşiyle beraber savaşlarda geçen Bilge Kağan’ın en büyük şansı, yanında Köl Tigin gibi birisinin olmasıdır. Babaları onlar çok küçük yaşta iken öldüğünden (691), Bilge ve Köl Tigin amcalarının yanında yetişmişler ve Bilge 14 yaşına geldiğinde (697) amcası Kapgan tarafından Tarduş Şadlığa atanmıştı ki, Türk devlet teşkilatında dört ana cihet mühim olup; bunlardan da batı yönü büyük Hun Devletinin yıkılmasının ardından, Kağandan sonra devletin başına geçecek olan tiginin vazife gördüğü yer idi. Buna eski Türk hiyerarşisinde “Tarduş Yabgu” deniyordu ki, On Ok boylarından Tarduşların yoğunlukta olduğu bölgedir. Yabgu unvanını Kağanın veliahtı taşır. Diğeri ise Tölös Şadlık’tır. Burası da doğuda yer alan birtakım Tölös kabilelerinin olduğu mevkidir. Bu kişi de umumiyetle yabgudan sonra gelen ikinci oğul veya şahıstır. Buna karşılık, herhalde Kapgan Kağan yeğenleri ile kendi öz çocukları arasında bir çarpışmanın olacağını sezinlediğinden de, oğlu Bögü’yü İni İl Kağan (yani Küçük Kağan), atamıştı. Bilge’nin Tarduş Şad olduktan sonraki en önemli seferi 699 senesinde Yaşıl Ögüz (Hoang-ho) ve Şantung (Shan-tung) Ovasına doğrudur. Amcaları 716’da bir suikast sonucu ölünce, önceden de tahmin edildiği gibi bu kardeş çocuklarının arasında kıyasıya bir mücadele oldu. Fakat geleneğe göre, İlteriş’in oğullarından birisinin başa geçmesi gerekiyordu. Bu sebeple Köl Tigin ve Bilge, İni İl Kağan’ın hâkimiyetini tanımayarak, ona karşı çıktılar. Bu kavga sırasında, cesur Köl Tigin’in bütün herşeyini ortaya koyarak, İni İl Kağan ile birlikte Kapgan’ın bütün çocuklarını ve adamlarını ortadan kaldırması Kağanlığın kaderini değiştirmişti. O, Çin kaynaklarında adı “Mo-chih-lien” şeklinde transkripsiyon edilen ve Kök Türk Yazıtlarında ise “Bilge” olarak geçen ağabeyini Kağanlık tahtına oturttu. 12 Rivayetlere göre, Kök Türkler arasında Küçük Şad olarak tanınan ve sakin yaradılışlı Bilge, kardeşi Köl Tigin’e Kağan olması teklifinde bulundu. Çünkü o her şeyini kardeşine borçlu olduğunu biliyordu. Fakat Köl Tigin büyük bir erdemlilik göstererek bunu geri çevirdi. Bunu şunun için söylüyoruz; daha sonraki yıllarda ve yüzyıllarda hükümdarlık meselesi yüzünden kardeşler arasında çok kanlı savaşlar olmuştur. Özellikle Uygurlar döneminde küçük kardeşlerin, normal olarak tahtın varisi durumundaki ağabeylerini öldürerek başa geçtikleri çok görülmektedir. Neticede Bilge Kağan, Köl Tigin’i Sol Şad tayin etti. Ayrıca ordu komutanlığına da; Inançu Apa Yargan Tarkan unvanı verilen Köl Tigin atandı. Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da; gücü elinde bulunduran Köl Tigin’in ağabeyine bir hainlik yapmayıp, sadece büyük olduğundan dolayı iktidarı ona bırakmasıdır. Köl Tigin isteseydi kendisi de Kağan olabilirdi, ama o buna tenezzül etmedi. Kitabesinde unvanı; “Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kağan” şeklinde geçen bu Türk hükümdarı, tahta kendisini Tanrı’nın çıkardığını ve başı bozulan halkı töre gereğince bir araya getirdiğini söyler. Bilge zamanında Kök Türk Kağanlığı Çin, Tibet, Tangut, Kıtan vs. gibi pek çok yabancı kavme boyun eğdirmiş; Kırgız, Karluk, Oğuz, Çik, Basmıl ve benzeri Türk boylarını da itaat ettirmişti. Tabi ki onun bu başarılarında daha önceden de söylediğimiz üzere kahraman Köl Tigin’in rolünü unutamayız. Köl Tigin ve Tunyukuk hiç şüphesiz Bilge’nin en büyük yardımcılarıydı. Huzurun sağlanmasının ardından Kök Türklerin, bir Çin ordusunu yenmeleri ve Çin’e sığınan bazı Türk ileri gelenlerinin tekrar Ötüken’e dönmelerinden güç alarak, Çin’e saldırmak isteyen Bilge Kağan’a, Tunyukuk henüz devletin tamamen kuvvetlenmediğini, Çin imparatorunun sanıldığından daha kurnaz olduğunu, askerlerin yorgun ve bir süre barışa ihtiyaç duyulduğunu söylemişti. Böyle bir akın için henüz vakit erkendi. Ayrıca Bilge Kağan’ın Türk ülkesinde şehirlerin ve Budist mabedlerinin yaygınlaştırılması fikrine de karşı çıkmış; atlı asker ve konar-göçer Türklerin kentleri savunmalarının zor olacağını, sayıları Çinlilerden daha az ise de güçlü zamanlarında yağma akınları yaptıklarını, zaafa düştüklerinde dağlara ve ormanlara çekildiklerini, Budizmin de Türk karakterini zayıflatacağını ileri sürmüş, Bilge de onun bu fikirlerini kabûl etmiştir. Tunyukuk’un 8. asrın başlarında gördüğü bu farklılığı, İbn Haldun da 14. yüzyılın sonlarında müşahade etmiştir. O, meşhur eserinde göçebelerin doğuştan iyiliğe ve faydaya meyilli olduklarını vurguladıktan sonra; göçebe ve köy hayatı yaşayanlar, kendi canlarını korumaya düşkündürler. Şehirliler gibi kötü huy ve ahlaka yanaşmazlar. Konar-göçerlerin şehirlilere oranla daha uyanık ve tedbirli olduklarını söyler. Ayrıca, ona göre; kentliler rahata alışmıştır. Yataklarındayken mal ve canlarını emanet ettikleri vali ve bekçilere güvenirler. Kale duvarları içinde emniyette olduklarını sanırlar. Bunlar doğru değildir. Silahlarını bir kenara bıraktıklarından, zamanla kendilerini koruyanlarla aynı dereceye inerler. Göçebelerin ise sığınacak surları ve kaleleri bulunmadığından aile ve mallarını kendileri muhafaza ederler. Bu sebepten devamlı silahlıdırlar. Uykuları bile çok hafiftir. Kendilerinden başka kimseye güvenmezler. Dolayısıyla Tunyukuk’un vermiş olduğu bu karar Türk tarihi açısından son derece önemlidir. Çünkü bu sayede devlet yıpranmamış ve kendinden sonra gelecek olanlara sağlam temelli bir yapı bırakılmıştır. 13 Bilindiği üzere Tunyukuk Yazıtı, Orkun’daki Bilge ve Köl Tigin anıtlarından ortalama 500 km daha doğudadır. Bunun sebebi çeşitli şekillerde izah edilmekle birlikte, bize göre; Tunyukuk yaşlandığı sıralarda devlet işlerine pek bulaştırılmamıştır. Ancak bütün hayatı, gençliğinden itibaren devlet idaresi içinde geçmiş bir kişiye bu durum ağır gelmiş olabilir. Dolayısıyla, ya kendiliğinden Köl Tigin ve Bilge’ye kızarak ailesiyle beraber ülkenin doğu sınırlarına gelmiş veyahut da merkezden zorla uzaklaştırılmış olabilir. Herhalde 725 tarihlerinde Tunyukuk’un, Köl Tigin’in de kırk yaşlarındayken, 731’de vefatı Bilge’nin kolunu-kanadını adeta kırmıştı. Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kahramanlarından biri olan Köl Tigin öldüğünde; ağabeyi Bilge Kağan onun cenazesi başına dikilmiş, göz yaşlarıyla ağlamıştır. Onun da cenazesine zamanın pek çok yabancı halkıyla, Türk kabilesi temsilci yolladılar. Bilge Kağan çok sevdiği kardeşinin anısını yaşatmak üzere 732 senesinde ona bir anıt mezar yaptırdı. Etrafı duvarlarla çevrili bu anıt mezarlığın içinde yine herkesin bildiği gibi bir yazılı abide olup, ortasında bark yeri ve en batısında da sunak taşı bulunmaktadır. Bilge de ölünce, onun oğlu babasının hatırasına amcasından 900 metre kadar güneyde benzer bir yapı inşa ettirdi. Özellikle Türk tarihinde ve kültüründe son derece önemli bir mevkiye sahip olan Bilge Kağan, bilindiği gibi daha evvelce kendi adına elçi vazifesi gören, yüksek rütbeli bir adamı (Buyruk Çor) tarafından 734 senesinde zehirlendi. Ölüm döşeğindeki Kağan, kendisine bu fenalığı yapan hainin ve bütün ailesinin ortadan kaldırılmasına da vesile oldu. Onsekiz yıl kadar Türk devletine başkanlık eden bu hükümdarın en büyük ileri görüşlülüğü böylesine eşsiz kıymete haiz kitabeleri kazdırmış olmasıdır. Bilge Kağan ve Köl Tigin Yazıtları bulunduğunda dünyanın pekçok yerinden araştırmacılar Orkun’a gelmişler ve bu yazıların kime ait olduğunu çözmeye çalışmışlardır. Herkesin onları kendi tarihlerine bağlamaya gayret ettikleri sırada, Danimarkalı bir âlim bunların Türklere ait olduğunu ispatlamıştı. Bu durum Türk milletinin ve kültürünün ne kadar yüce olduğunu ortaya koymuştur. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz. Bilge Kağan Yazıtı, oğlu İçen (İ-jan) tarafından 735 tarihinde diktirilmiştir. Köl Tigin abidesinden aşağı-yukarı bir kilometre uzaklıktadır. Kitabenin şekil ve tertibi Köl Tigin Yazıtına benzemektedir. Bununla birlikte Bilge Kağan Kitabesinde tahribat daha fazladır. Bilge Kağan Yazıtı’nın dikilişinden 1266 yıl sonra bölgeye giden Saadettin Gömeç’in başkanlığındaki bir Türk heyeti, 100 yıldır toprağın üzerinde üç parça duran anıtı birleştirerek, yeniden ayağa kaldırmışlardır. Bu kazı çalışmaları sırasında şimdiye kadar Radloff dahil kimsenin bahsetmediği, Bilge Kağan Anıt Mezarlığındaki sunağın kuzeyinde 1.5-2 metre uzaklıkta bir lahdin desenli köşe taşlarının ortaya çıktığını da söyleyebiliriz. Bilim adamlarının arasındaki tartışmalarda bunun buraya daha sonra getirilmiş olabileceği yolunda görüşler var ise de; bir ihtimal Bilge Kağan’ın oğlunun veya çok yakın bir akrabasının sembolik mezarının kalıntıları olabileceğidir. Bir diğer önemli buluntu da, Bilge Kağan Yazıtından 31 metre doğuda, ikinci ya da üçüncü balbal olduğu sanılan taşın üzerindeki iki tamgadır ki, bundan da daha önce hiçbir eserde bahsedilmemektedir. Yazıtın önünden geçen yolun altında tesadüfen jeofizik çalışmaları sırasında görülmüştür. Bu tamgalı balbalın üzerindeki işaretler, muhtemelen bölgeye Kök Türklerden sonra hakim olan, Uygurlar tarafından işlenmiştir. 14 2003’teki kazılar sırasında da Anıt Mezarlığın etrafında tamgalı balballara rastlanıldı. 2001 yılında yapılan araştırmaların bir diğer önemli buluntusu da, Bilge Kağan veya oğluna ait özel eşyaların ortaya çıkışıdır. Bunlar bir hazine kıymetindedir. Anıt mezar inşa edilirken buraya geyik, tas gibi gümüş ve diğer madenlerden yapılma parçalar da konmuştur. Bu hazine değerindeki kalıntılar sunak ile sunak taşının kuzeyindeki sembolik mezar arasında ve en alt zemine gömülmüş bir şekilde keşfedilmiştir. Bilge Kağan veya onun bir yakınına ait bu hazine yüzlerce parçadan meydana gelmektedir. Özellikle sandık olduğu var sayılan nesnenin üzerindeki gümüş süsler binlerce adettir. Türk tarihinde şimdiye kadar ele geçirilen en mühim buluntuların başında geldiği bir hakikattir. “Altın Elbiseli Adam” kalıntılarının ardından böyle bir arkeolojik malzemenin varlığı gözardı edilemeyecek bir keşiftir. Kağanın tacı ve kemeri de dahil olmak üzere çeşitli süs ve ziynet eşyalarının içerisinde bulunduğu bu eserlerin kıymeti hiçbir şey ile ölçülememektedir. Bütün bunlar bir yana Bilge Kağan’ın ölümünden sonra oğulları devlet yönetiminde başarı sağlayamadılar. İçeriden ve dışarıdan vurulan darbelerden sonra Kök Türk Kağanlığı dağıldı, ama Türk’ün güneşi yine batmadı. Bu kez de Uygurların tuğu altında toplandılar. Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ “Türk Tarihinin Kahramanları: 21- Bilge Kağan”, Orkun, Sayı 74, İstanbul 2004 ENVER PAŞA 15 Büyük bir Türk milliyetçisi ve Turancı olan Enver Paşa, tarihte mensubu bulunduğu bu yüce fikir ve ülkülerinden dolayı, kendisine en ağır şekilde saldırılan ve eleştirilen kişililerden birisidir. 1881’de İstanbul’da doğan Enver Paşa’nın babası da kendisi gibi askerdir. 1903’te kurmay yüzbaşı sıfatıyla Harbiye’den mezun olan Enver Bey, 1908 Meşrutiyeti sırasında, Balkanlardaki Bulgar ve Makedon çetecilerle vuruşmaktaydı. Meşrutiyetin ilanı hususunda II. Abdülhamid’e baş kaldıran subaylar arasında olması ve İttihad Terakki’nin içinde de söz sahibi duruma gelmesi, “hürriyet kahramanı” olarak anılmasına yol açmış; bunun ardından da Makedonya’da müfettişliğe atanmış ve 1909’da da Berlin Askeri Ataşeliğine tayin olunmuştur. Belki de Balkanlarda yaşananlardan dolayı Türk’ün Türk’ten başka dostu bulunmadığını anlamış ve Türkçülüğe meyletmiştir. O vatan-millet aşkıyla yanıp-tutuşan, bu uğurda herşeyi ve her görevi gözünü kırpmadan yapan bir Türk milliyetçisiydi. Her insan gibi onun da belki hataları vardır, ama bu onun büyüklüğüne ve Türkçülüğüne gölge düşürmez. Buna bağlı olarak, 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’ı işgal etmeye kalkışınca, Enver Bey de herhangi bir netice alamayacağını bile bile oraya gitti. Burada önemli görevlerde bulunduktan sonra, İstanbul’a dönmüş ve 23 Ocak 1913’teki Bab-ı âli baskınında yer almıştır. İktidar İttihad Terakki’nin eline geçince, Enver Bey de hızla yükseldi. Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklarla çalkalandığı bu yıllarda, 1914’te Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikast neticesinde ölmesi üzerine, bu göreve Enver Bey atandı. Bu arada padişaha da damat olması, onun ününü daha da artırdı. Bugün özellikle birtakım tarihçiler tarafından, Osmanlı Devletini düşüncesizce I. Dünya Savaşına sokan kişi olarak Enver Paşa gösterilmektedir. Esasında Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti tarihçileri çok iyi bilirler ki, I. Dünya Harbi çıkmadan daha evvel büyük Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesi üzerine gizli planları ve andlaşmaları mevcut idi. Savaşın arifesinde Osmanlı devlet adamlarının Rusya ve diğer Avrupa ricaliyle yaptığı görüşmeler ve bunlardan bir sonuç çıkmadığı ortada iken; bizim kanaatimize göre, haksız bir şekilde, harbe girmenin bütün suçunun ve vebalinin Enver Paşa’nın omuzlarına yıkılması bir insafsızlık, insafsızlıktan öte birtakım art niyetlerden kaynaklanmaktadır, sanıyoruz. Savaşa girmeden önce Osmanlı Devleti’nin genel durumunu çizmek gerekirse; ülkemiz 93 Harbi, Trablusgarp ve Balkan Savaşları gibi üst üste patlak veren muharebelerden yorgun, perişan ve önemli bir toprak kaybıyla çıkmıştı. Ordunun elinde doğru dürüst silah olmadığından başka, Osmanlı ekonomik ve siyasi açıdan bir buhran yaşıyordu. Zaten Avrupa’nın gözünde “hasta adam” vaziyetindeki bu memleketin ayağa kaldırılması ya da ipinin çekilerek öldürülmesi yönünde tereddütler vardı. Birkaç sonuçsuz girişimin haricinde, ileriye ve gelişmeye dönük hiçbir çalışma olmadığından, Türkler sanayi ve teknik bakımdan da çağın oldukça gerisinde kalmıştı. Osmanlı’yı asıl zayıflatan neden buydu. Her halukârda I. Dünya Savaşı çıkacaktı ve harbin büyük bir kısmı Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde cereyan edecekti. Çünkü Fransa ve İngiltere gibi Avrupa devletleriyle, Rus çarlığının yeni sömürgelere sahip olma, hammadde kaynaklarına ulaşma, sıcak denizlere inme gibi idealleri sadece Osmanlı Devleti’nin yönetimindeki bölgelerde kazanılabilirdi. Kim galip gelirse gelsin, Türk ülkesi mutlaka parçalanacaktı. Esasında Avrupa’da bu pastanın paylaşımı hususunda Almanya ile diğerlerinin arası açılmıştı. Almanya da aynı amaçlar için harekete geçmiş, bu yüzden onun dünyaya tek başına hâkim olmasını engellemek isteyen ülkeler karşısına dikilmişlerdi. İngiltere, Fransa veyahut da Rusya’nın Alman topraklarını zapt etmek suretiyle sahip olacağı önemli bir menfaat yoktu. Durum Almanya açısından da benzerdi. Yani onlar da İngiltere ve Batı Avrupa’da hâkimiyet kurmakla bir kazanç sağlayamazlardı. Tarihte olduğu gibi, günümüzde de bu topraklar yeraltı ve yerüstü fakiri bölgelerdir. Dolayısıyla doğuya doğru açılmaktan ve buraların hammadde zenginliklerine ulaşmaktan başka çareleri gözükmüyordu. 16 Vaziyet bu merkezde olunca, Osmanlı hükümeti özellikle Rusya ve İngiltere ile ittifak yapma yollarını aramış; kendisine bu ülkelerce soğuk davranılınca, o da ister-istemez Almanya safında savaşa girmek zorunda kalmıştır. Osmanlı ülkesinin teklifleri, zamanın en güçlü ülkesi durumundaki İngiltere’nin dikkatini çekmiyor; yeni iktidarın Osmanlı’yı iyi idare edemeyeceklerini düşünüyorlar ve bu yüzden de ta Londra’ya kadar gelen Osmanlı delegelerini sürekli atlatıyorlardı. Bu hususta Osmanlı Devleti Hariciye Nazırlığının girişimleri ortadadır. Hatta maliye nazırı Cevat Bey de Fransa’da ikili görüşmelerde bulunmuş; Talat Paşa Kırım’a giderek, Rus çarına ittifak teklifini götürmüştü. Söz konusu Avrupa devletleri içinde sadece Almanya, açıkça Türklerden toprak talep etmiyordu. “Denize düşen yılana sarılır” misali, Türkler de Almanlara sarıldılar. Her ne kadar Almanlarla olan uzlaşmanın savaştan önce gerçekleştirildiği söyleniyorsa da, hakikatte andlaşma Avrupa’da harp başladıktan sonra, yani 2 Ağustos 1914’te imzalandı. Sözleşmenin önemli maddelerinden birisi Rusya, Almanya’ya savaş ilan ederse, Türkiye Almanya’nın yanında yer alacak, buna karşılık Almanlar da Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün korunmasına yardımda bulunacaklardı. Yine de Türkler tedbiri elden bırakmamışlar, henüz savaşa hazır olmadıklarından dolayı, bu haberi kimsenin duymaması için gayret etmişlerdi. Hemen aynı gün İngiltere, Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanlığını göstermiş, paraları ödendiği halde, İngilizlere sipariş verilen Reşadiye ve Sultan Osman gemilerine el konulmuş; bunun üzerine de Enver Paşa, 5 ağustosta Ruslarla yeniden anlaşma yollarını bulmak için görüşmeler yapmıştır. O, Kafkasya’daki Türk askerini çekme, Balkan ülkeleriyle Rusya arasında bir savaş çıkarsa, Ruslara yardım etme ve Alman kuvvetlerini Türk topraklarından uzaklaştırma hususunda söz veriyordu. Buna karşılık da, Trakya’dan biraz arazi ile Adalar Denizi’ndeki bazı adaları istedi. Bu arada Cemal Paşa’nın da İngiltere ile tekrar anlaşma zeminleri araması boşa çıktı. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Türkler harbe sadece Enver Paşa’nın maceraperestliği yüzünden dahil olmadılar. Belki de başka çıkar yol bulunmadığından, böyle bir karar alındı. Şartlar Türkleri savaşa girmeye zorlayınca, 29 Ekim 1914’te Goben ve Breslav adlı iki Alman harp gemisine Türk bayrağı çekilerek, Karadeniz’deki bazı Rus limanları topa tutturuldu. Zaten Almanya da Türklerin bir an önce savaşa girmesini istiyordu. Çünkü onlar birkaç cephede harp ettiklerinden başları sıkışmış, iyice bunalmak üzereydiler. Eğer Türkler Ruslara karşı bir cephe açacak olurlarsa, Rus kuvvetlerinin büyük bir kısmı doğuya kayacak, bu suretle batıda Almanya ile Avusturya rahat bir nefes alacaklardı. Süveyş Kanalının kontrolü ve Arabistan’daki çarpışmalar sayesinde de İngilizler önemli bir miktarda ordusunu bu cephede tutacak ve buna bağlı olarak da Almanlar İngilizlerle daha fazla uğraşacaklardı. Bir de Müslüman bir ülkenin Hristiyanlar tarafından saldırıya uğraması, Rusya’nın ve İngiltere’nin tahakkümü altında yaşayan Türk ve Müslümanların infialine yol açacaktı ki, bu durum bile onların başını ağrıtmaya yeterliydi. Nitekim I. Dünya Harbi sırasında hem İngiliz sömürgelerindeki nümayişler, hem de Rusya’daki Türk ayaklanmaları ve Rusya Türklerinin çeşitli yollarla Osmanlı Devleti’ne yardım etmeye çalışmaları, bunun delilidir. Dolayısıyla Avrupa’daki savaştan kısa bir süre sonra kavgaya iştirak eden Türkler, Almanya ile yan yana çarpışmaya başladı. Yine onun Sarıkamış harekâtını gereksiz yere yaptığı iddiasında olanlar vardır. Eğer on binlerce şehite rağmen Allahüekber Dağlarında Ruslar durdurulmasaydı, belki Anadolu’nun içlerine kadar girecekler ve doğu sınırımız da böyle olmayacaktı. Enver Bey, Sarıkamış çarpışmalarının ardından Mustafa Kemal’le görüşmüş ve onun Çanakkale’de 19. Tümen’e kumandan tayin edilmesini sağlamıştı. Harbin bitiminde, Anadolu’da Milli Mücadele’nin başlaması ve vatansever subayların tamamının Mustafa Kemal’in etrafında birleşmeleri üzerine o da Kafkasya’ya geçmiş; Türkistan Türklerinin kurtuluş savaşına kendisini adamıştır. 17 1920’deki Bakü Kurultayına katılan ve burada bir konuşma yapan Enver Paşa’yı artık bütün Rusya Türkleri tanımıştı. Bu arada İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı ismi altında, emperyalizm ve kapitalizmle mücadele için bir teşkilat kurma teşebbüsünde de bulundu. O, doğudan başlayarak büyük Turan Devletinin teşekkülü hususunda planlar yaptı. Belki şimdiye kadar gözden kaçan bir konuya da değinmemiz gerekir ki, Türk Bolşeviklerin Turancılık fikirlerinin temelinde de onun tesiri olmalıdır. Osmanlı Devleti’nin bir paşasının Türkistan’a gelmesi, büyük Türk birliğinden bahsetmesi, bize göre onları şevklendiren önemli etkenlerdendir. O sadece Türklerin değil, umum ezilen Doğu halklarının selametinin Türk-Turan Devletinin gerçekleşmesine bağlı olduğunu görüyordu ki, bunun için çevre ülkelerle de irtibat halindeydi. Enver Paşa’nın buna yönelik gayretlerinin, ekonomik, siyasi ve askeri çalışmalarının hakikaten ciddi bir araştırmaya ihtiyacı vardır. Bugüne kadar çeşitli hatıratlardan yola çıkılarak yapılan incelemeler çok cılız kalmış; akademik mahiyette bir girişim henüz ortaya konmamıştır. Dolayısıyla Enver Paşa’nın doğudaki faaliyetleri hakkındaki bilgiler kulaktan dolma şeyler olup, çoğu arşiv vesikalarına dayanmamaktadır. Tarih araştırmacılarının bu konu üzerinde durmaları lazımdır. Rusya’da bulunduğu sürece başından pek çok macera geçen Enver Paşa, burada başta Lenin olmak üzere Çiçerin ve Zinovyev gibi ünlülerle de konuşmalar yaptı. Ayrıca onun Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki görüşmelerde aracılık ettiği söylenmektedir. Bakü Kurultayı öncesinde, Rusya’nın Anadolu’daki Milli Mücadele’ye yardımda bulunmaları tavsiyelerini ileten Enver Paşa, eylül ayının başındaki kongrede umduğu neticeleri alamadı. Bunun üzerine evvela Almanya’ya, arkasından da İsviçre’ye giderek, orada çeşitli temaslar içinde oldu. 1921’de Moskova’ya dönerek, burada Çiçerin ve Ankara’dan yollanan Bekir Sami Bey ile görüştü. Daha sonra Mustafa Kemal’e bir mektup gönderdi. Rusya’daki genel durumu ve temaslarını bildirdikten başka, gayet nazik bir dille; Rusya’dan gelecek her türlü yardımın alınmasını, bunun Anadolu’daki harekete güç katacağını bildirmiştir. Ve mektubunda o şöyle devam ediyordu: “…beni kendinize rakip olarak telakki ediyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu aklımdan geçmemiştir. Bizce memleketin kurtuluşu esastır. Bunu Ferit Paşa gibi ihtiyar bir herif bile yapsaydı, ona da hürmet eder, yardımda bulunurdum. Cenab-ı Hakk’ın şimdiye kadar size yaver kıldığı talihinize biz de hürmet ederiz. Ben bir idealin peşindeyim. O da İslam’ı ezen Avrupalılarla savaşmak, Müslüman ve Türkleri harekete geçirmek.. .Şimdi ben hürmetle gözlerinizden öper, Cenab-ı Hakk’tan senin için yücelikler, İslam’a ve vatana büyük muvaffakiyetler dilerim”. Özellikle Enver Paşa’ya karşı, kendisini Divan-ı Harp’ten kurtardığı Kazım Karabekir’in büyük bir düşmanlık içerisinde bulunması dikkat çekmektedir. Muhtemelen onun kininin ardında bu sırada yaşadığı eziklik de vardır. Karabekir hatıralarında; Enver Paşa’yı Türkiye’den uzak tutması hususunu, bunun memleketin selameti için lüzumlu olduğunu birtakım gerekçeleriyle kendi zaviyesinden açıklıyor. Zaten Enver Paşa’ya isnat ettiği pek çok suçlama, Paşa’nın bizzat yaptığı veya düşündüğü şeyler değildir. Kazım Karabekir’in kafasında yorumladığı tahminlerden ibarettir. Milli Mücadele sırasında Enver Paşa’dan en çok çekinmesi lazım gelecek kişi olan Mustafa Kemal Atatürk bile, açıktan açığa Enver Paşa’ya karşı bir husumet beslemiyor. Nutuk’ta sadece bir yerde onun ismini anar ve orada da “rahmetli Enver Paşa” der. Hatta bunlar bir yana Enver Paşa, Atatürk ile çalışabileceğine dair fikirlerini mektuplarında yazıyor. Bizce, Enver Paşa’dan esasında Kazım Karabekir korkmuştur. Çünkü Mustafa Kemal ile anlaşıp, Doğu ordularının sevki ve idaresini Enver alsaydı, Karabekir’in hiçbir hükmü kalmayacaktı. Bu yüzden Ankara Hükümeti ile Enver Paşa’nın arasını soğuk tutmak için asıllı, asılsız haberlerle elinden geleni yapmıştır. Ve söylediği gibi asla Türk halkı ne Abdülhamid’e, ne de Enver Paşa’ya karşı bir nefret hissi beslememiştir. 18 Anadolu topraklarına yönelik Yunan taarruzu başladığında, yanındakilerle beraber Batum’a gelen Enver Paşa Anadolu’ya geçmeyi mutlaka düşündü. Ama Milli Mücadele sürerken Mustafa Kemal ile Enver Bey irtibat halindeydiler. Mustafa Kemal Atatürk, İstiklal Harbi sırasında ve sonrasında Türkiye’yi rahatsız etmemesini Enver Paşa’dan istemiştir. Belki bu yüzden Rusya’da biraz vakit geçirdikten sonra Sakarya Zaferinin kazanılması üzerine, Türkiye’de bir karışıklığa sebebiyet vermemek için birlikte olduğu bazı Teşkilat-ı Mahsusacılarla, 1921 Ekiminde Türkistan’a gitmiştir. Onun burada “yaşasın Turan, yaşasın Enver Paşa, yaşasın din-i Muhammedi” nidalarıyla karşılanması, son derece manidardır. Ayaklanmanın liderleri ilk önce Mehmed Emin Beğ başkanlığında Fergana hükümetini kurmuşlardı. Sonra Enver Paşa Türkistan’a gelince hareketin önderliğini üzerine almıştı. Enver Paşa daha önce Bakü’de toplanan Doğu Milletleri Kongresi’nde Türkistan’ın durumunu öğrenmiş, bütün olumsuz şartlara rağmen mücadeleye girmekten geri durmamıştı. Enver Paşa, Bakü yoluyla Türkmenistan’ın Aşkabat şehrine vardığı zaman Gürcistan’dan Moğolistan’a kadar bağımsızlık için kımıldanmalar vardı. Halk onu “Yaşasın Turan, yaşasın Enver Paşa, yaşasın din-i Muhammedî” diye karşıladı. O yeterince hazırlanmadan Buhara ve Fergana’dan mücadeleye başladı. Kazım Karebekir’e yazdığı mektupta, Buhara ve çevresinin gerçekten çok cahil olduğunu vurguluyordu. Hürriyet fikirlerinden dolayı Hindistan ve Afganistan’da kendisini tehlikede hisseden İngilizler ve Buhara’nın işbirlikçileri bu bağımsızlık hareketine karşı cephe aldılar. Seksen yaşındaki Türkmen mücahid Togay Sarı ile Kur’an, ekmek ve tuz üzerine yemin eden Enver Paşa’ya diğer beylerden İbrahim inanmamış, yanındakilerin silahlarını da toplayarak, onu göz hapsinde tutmuştu. Araya Afgan hanı ile Buhara emirinin dayısının girmesi suretiyle işler düzeldi. Hatta 400 Afgan gönüllü ile 400 tüfek kendisine yollandı. Enver Paşa evvela Duşenbe’yi Ruslardan kurtardı ama Türkistanlıların tamamından yardım alamadığı gibi, bu sırada İngiliz ve Rus fitneleri yüzünden Afganistanlı Türk grupları yanından ayrıldı. Daha sonra Ruslar, Basmacıların üzerine gönderdikleri kuvvetlerin sayısını artırdılar. 8 Mayıs 1922’de Türklere karşı iki koldan harekete geçmiş olan Rus kuvvetleri, dağınık şekilde bulunan 30.000 kişilik Enver Paşa’nın güçlerini parça parça yendiler ve bu birlikler dağıldı. 19 Mayıs 1922’de onun Sovyet Rusya’ya bir ültimatom vererek, Kızıl Ordu’nun Türkistan’ı derhal terk etmesini istediğini de görüyoruz. Yanında 1000-1500 kişi kalan Enver Paşa’nın Ruslar ile göğüs göğüse çarpışmaya girmeden önceki son sözleri şunlar olmuştur: “Türkistan için mutlaka savaşmalıyız. Başarırsak gazi, başaramazsak şehitiz. Alınyazımızda ne varsa o olacaktır. Bundan korkmuyoruz. Böyle köpek gibi Rus zulmünde yaşamaktansa, atalarımızın yaptığı gibi şerefle öleceğiz. Bizleri takip edenlerin hürriyet ve mutluluğunun emniyeti bizlerin ölümü göze alabilmemizle mümkün olacaktır”. Rus kuvvetleri karşısında tutunamayan Enver Paşa, Duşenbe yakınlarındaki Belcivan köyüne çekildi. Beraberinde birkaç Anadolu Türkü askerle, Türkistanlı kalmıştı. 4 Ağustos 1922’de Kurban Bayramının 2. günü, bir Tacik’in yol göstermesiyle ilerleyen Rus ordusu üzerine, öleceğini bile bile siperinden çıkarak, tek başına yürüdü. Biri kalbine, diğerleri değişik yerlerine isabet eden beş kurşunla yere yığıldı. Anadolu’da başlayan fırtınalı bir hayatın ardından, Türkistan’da Rusların Türklere yaptıkları kötü muameleleri görünce, birden bire Türkiye hayallerini de bırakıp, Türkistan için mücadeleye giren, Türk ırkının bu kahraman evladı, millet ve şeref uğruna şehit düştü. Üstünde sıradan bir asker elbisesi bulunan Enver Paşa’yı Ruslar tanıyamadı. Daha sonra toplanan 20.000 kişilik bir grup onu Çeken Tepe’sine ilahilerle defnettiler. Ve Buhara’daki ulema onun şimdiye kadar gelmiş-geçmiş en büyük evliya olduğunu söyledi. 19 Enver Paşa’nın şehadeti herkesi bir üzüntüye itti. Çünkü Türklük için, din için, Turan için bayrak açan bir abide şahsiyet vurulmuş, Türkistan’ın bütün ümitleri neredeyse suya düşmüştü. Türkistanlı onu gönülden sevmiş, bir umut ışığı olarak bilmiş ve kendi başına geçirmişti. Enver Paşa’nın ölümü vesilesiyle birçok halk şairi mersiye tarzında şiirler yazmıştır. Fakat bunlar içerisinde bir tane vardır ki, o da Çolpan’ın kaleme aldığı şiirdir ve bütün Türkistan’da zamanında Türkler arasında elden ele dolaşmıştır. Onun yerini alan Hacı Sami ve Mehmet Emin Bey 1937’ye kadar Rusları uğraştırdılar. Enver Paşa’nın bu harekete öncülük etmesine muhalif olan Buhara Emiri, bazı kabile reisleri ve Başkurt lideri Z. Velidi gibi kimseler yüzünden bu ayaklanma hadisesinin başarısızlığa uğradığı da bir hakikattir. Onun dünyadaki son mekânı olan kabri, Türkistanlılarca uzun yıllar ziyaretgâh olarak görülmüştür. Enver Paşa, uğruna şehit düştüğü toprakların koynundan tam 74 yıl sonra alınarak Türkiye’ye gömüldü. Bu hareketin doğru olupolmadığı tartışma konusudur. Ancak uğrunda öldüğü topraklar da Türk yurdu olmasından dolayı, onun burada yatmasında hiçbir sakınca yok idi. Her şeyden öte yıllar sonra o topraklarda doğan insanlar, kendileri için binlerce km uzaklıktaki bir diyardan bir kişinin gelerek şehit düşmesi karşısında vatanlarına daha da sıkı sarılacaklardı. Her zaman bir şeylerle suçlanmak tarihte kaybedenlerin kaderidir. Eğer I. Dünya Savaşını Osmanlı Devleti kazansaydı ve Türkistan’da Enver Paşa başarılı olsaydı, acaba hangimiz onu böyle acımasızca eleştirecektik. O ülkesine ve milletine aşık bir Türk milliyetçisiydi. Hataları ve sevaplarıyla bu milletin bir mensubuydu. En azından birtakım sahte kahramanlar gibi vatanına ihanet etmedi. Onun gereksiz yere Osmanlı Devleti’ni I. Cihan Harbine soktuğu masalına da bugün artık herkes gülmektedir. Tarih elbette ki, herkesi layık olduğu yere oturtacaktır. Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ Kahraman Türk Kadını: Tomris Bu yazımda sizlere, başı tarihin bulutları içinde, efsanelere kansan kahraman bir kadını, bir Türk kadınım tanıtacağım. Bu büyük kadının, bu kahraman insanın adı, Tomristir. Yüce Hakan Tomris Hatun, Hz. İsa’nın doğumundan önce, Altıyüzüncü Yılda Türklerinin hükümdarı idi. Bu sıralarda İran’da da Ahamenid sülalesi hakim bulunuyordu. Bu sülale zamanında İran orduları birkaç defa Doğuya doğru saldırarak Türklerle savaşmışlardı. Tomris’in hükümdarlığı zamanında. İranlıların basında Kirus adında bir hükümdar bulunuyordu. Bu hükümdar önceleri Saka Türkleri ile çarpışarak onları yenmiş ve Batı Türkleri’nin güney kısımlarım ele geçirmişti. Bu savaşlardan on yıl kadar sonra Kirus, Peçeneklere de saldırdı. Harbin sebebi, Kirus’un Tomris’le evlenmek istemesi ve Peçeneklerin kadın başbuğunun bu isteği reddetmesi idi. Tabii bu sebep, o çağlardaki usullere göre çok önemli idi. Çünkü, Tomris, İran hükümdarı ile evlendiği takdirde, hükümdarı bulunduğu ülkeler de, Kirus’un eline ve dolayısıyla İranlılara geçmiş olacaktı. işte, teklifi,. Türklerin kadın Sakam tarafından geri çevrilince, esasen kan dökücü bir insan olan Kirus, çılgına döndü ve kendisiyle evlenmeği kabul etmeyen bu kadın hükümdarın cezasını vermeğe karar verdi. Kirus önce, Tomris’in oğlunun emri altındaki Türk öncü kuvvetiyle karşılaştı ve onları bozguna uğrattı. Tomris’in oğlu düşmana yenilmenin verdiği yasla kendi, kendini öldürdü. Bu savaşı kazanan ve gözleri dönmüş olan Kirus, Türk Hakanı Tomris hatunun da üzerine yürüdü. Türklerle, İranlıları bir kere daha karşı-karşıya getiren bu savaş, pek kanlı oldu. Önce her iki taraf birbirlerine ok atmaya başladılar. Bu oklaşmalar öyle şiddetli oldu ki, iki taraftan yaralanmayan hemen hiç kimse kalmadı. Böylece gayet kanlı bir başlangıçtan sonra, ordular mızrak ve kılıçlarla göğüs göğüse geldiler. Türklerin kadın başbuğu ile İranlıların erkek hükümdarının idare ettiği bu müthiş savaşın sonu çabuk geldi. Her vuruşmada olduğu gibi, bunda da zafer kartalı, kahramanlık, askerlik kabiliyeti ve zekada üstün olan tarafın esiri oldu. Savaşı Türkler kazanmıştı. Yüce Türk Hakanı Tomris Hatun hem milletinin ve yurdunun mukaddes sevgisiyle ve hem de savaşta yenildiği için hayatına kıymış olan sevgili oğlunun, gönlüne saldığı büyük acı ile dövüşmüştü ve başardığı bu kahramanca dövüşle. İran ordusunun büyük kısmım cansız olarak yere sermiş olmakla beraber, Ahamenid sülalesinin azgın hükümdarı Kirus’u da telef etmişti. 20 Kirus hayatında çok kan akıtmış bir hükümdardı. Bunun için, kahraman Türk kadını Tomris, bu kan akıtıcı adama, dünyaya ibret teşkil edecek bir muamelede bulundu ve Kirus’un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak “hayatında kan içmeğe doymamıştın, şimdi, doya, doya iç!” dedi. Bu hadise yüz yıllarca dünya milletlerinin dillerinde söylendi durdu ve bugüne kadar ulaştı. İşte Tomris hakkında tarihin verdiği mevsuk (kaynak) bilgiler bundan ibarettir. Geri kalan birçok hususlar efsanelerle karışmaktadır. Bu zaferin kazanılması büyük bir hadisedir. Çünkü Tomris, o sırada sadece Türklerin bir kısminin, yani yalnız Peçeneklerin hükümdarı bulunuyordu ve kumanda ettiği kuvvetler, bu bakımdan mahduttu. Diğer taraftan Ahamenid hükümdarı ise, butu İran’ın hükümdarı idi ve ordusu nispet kabul etmeyecek kadar büyüktü. Üstelik bu hükümdar bir erkek ve karşısındaki ise bir kadındı. Fakat bu kadın. Sadece bir kadın değil, bir Türk kadını idi ve bu kadın, kendisiyle izdivaç ederek, milletinin ve vatanının hürriyetine istiklaline kasteden kan dökücü bir adama karşı yılmadan dövüşmüştü. Kahraman Tomris, mazimizin göklerin süsleyen şanlı bir yıldızdır. Bu şanlı kadın, bütün Türk kadınlarına örnektir… (*) (*)İlk yayını 12 Ekim 1951 (Alparslan Türkeş) 21