TMH BİLİM, ETİK VE EĞİTİM İLİŞKİSİ ÜZERİNE Nuran EROL IŞIK (*) İnsanın yaratılışından beri geçirdiği evrimsel süreç içinde “büyü”den doğan bilim ve sanat iki farklı yaratıcılık pratiği olarak uygarlık tarihi için büyük önem taşır. Bilme ve bilgi üretme ihtiyacını karşılayan bilimin yanında hayatı estetik olarak anlamlandırma kaygısı sonucu ortaya çıkan sanat, aslında insanoğlunun varolma serüveninin önemli boyutlarını oluşturur. Bilme, bilgi, bilim gibi kavramlar evren, toplum ve kendisi üzerinde düşünen insanın hayatı kavrayışında, hayata katılabilmesinde ve doğaya uyum sağlayabilmesinde mihenk taşı olagelmiştir. Eski çağlarda “bilge” adı verilen insanlar, 17.yüzyıldan bu yana ise “bilimci” adı verilen kişiler aracılığı ile biriken ve kayda geçirilen bilgiler sayesinde insanlar, toplumlar daha kaliteli, uyumlu, dengeli ortamlar yaratmak için çabalamışlardır. Bu çabanın sistematik ve kitlesel olarak çeşitli kurumlarda yapılması “eğitim” adı verdiğimiz pratikler bütününü ön plana çıkarmıştır. Bilim, evrensel olarak varlığından şüphe duyulmayan “ilkeler” keşfetme sürecinde “modern” insanın en önemli kılavuzu olmuş ve insanın kendisini anlamada ve analiz etmede, kendisi üzerine düşündüklerini kavramsallaştırmasında başvurduğu bir pratik olarak diğer kurumlar arasında yer almıştır. Batılı toplumların modernizasyon süreci içinde sergiledikleri en önemli özellik, düşünen, sorgulayan ve çözümleyen insan prototipinin aynı zamanda toplumların ve hayatın ilerlemesine katkıda bulunacağına dair fikri kurumsallaştırmaları kalıcı kılabilmeleridir. Kendi üzerine düşünebilen ve bunu ifade edebilen insanın bu özelliği, “modernlik” halinin en temel özelliklerinden biridir. Zamanla farklı bilim dalları ortaya çıkmış, özellikle 18.yüzyıldan sonra bunlar çeşitli üniversitelerde kitlesel olarak aktarılan bilgi bütünlerine dönüşmüştür. Öncelikle doğa bilimlerinin daha sonra ise sosyal bilimlerin gelişmesiyle hem belirli bir insan tipi tanımlanmış, hem de bu tanımlamanın hayata geçirildiği kurumlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, psikoloji alanında yer alan gelişmeler doğrultusunda birtakım terapi teknikleri kullanılmaya başlanmış, belirli tip (*) Doç. Dr., Başkent Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü özellikleri taşıyan kişilerin veya belirli türdeki davranışların meşruluğu kabul edilirken diğerleri dışarıda bırakılmıştır. Doğa bilimlerin “pozitivizm” adı verilen metodolojik yaklaşımı neredeyse bir yasaya dönüştürülerek daha sonra sosyal bilimlerde de kullanılmaya çalışılmış ve ortaya mekanik, aynı tipte ihtiyaçları olan, evrensel “modern” bir insan tipi çıkmıştır. Bilim, genel olarak, özellikleri ve ihtiyaçları aynılaştırılmış bir insan tipini tanımlamada en önemli araçlardan biri olagelmiştir. Tüm bu gelişmeler, aynı zamanda insanoğlunun doğru ve yanlış, normal ve patolojik olan hakkında yaptığı tanımlamaların da toplumsal olarak şekillendiğini, hatta inşa edildiğini göstermektedir. Modern toplumların en temel özelliklerinden birisi, insanlara kendi içinde yer alan kurumların bir yandan “sınır koyucu” diğer yandan da “muktedir kılıcı” pratikler sunmalarıdır. Bu bağlamda, bilim, bir yandan aydınlatmış, insan hayatı için önemli sorunları büyük ölçüde çözmüş, diğer yandan da kendi konu alanına, bu alandaki sorunların tanımlanma biçimlerine ilişkin birtakım sınırlar koymuştur. Bir diğer deyişle, modern toplumla beraber bilim ve iktidar arasındaki ilişki giderek daha görünür hale gelmiştir. Bunun yanında pozitivist bilimin “aydınlatıcı” özelliklerinden hareketle, eğitim ve öğretim alanı toplumsal hayat içinde yer alan önemli pratiklerden biri olarak belirmektedir. Eğitim, her zaman içinde yer aldığı toplumun değerleri ile paralel olan normların hayata geçirilmesini hedefleyen bir kurum olmuştur. Eğitim, tıpkı bilim gibi, toplumun diğer başat kurumlarından doğrudan etkilenen pratikler olarak birtakım davranışların, birey tipinin, düşünme tarzlarının, yaklaşımların diğerlerine oranla daha değerli kılınmasına hizmet edebilir. Ayrıca, eğitim bir yandan okuma-yazma ve düşünme gibi insanın toplumsallaşmasında önemli yer tutan özellikleri kazandırma potansiyeli yanında, diğer yanda oluşturduğu “gizli gündem” ile birtakım değerlerin daha çok tercih edilmesini ve vurgulanmasını meşrulaştırma gücüne sahiptir. Bir diğer deyişle, eğitim ve bilim, içinde yer aldıkları toplumdaki başat değerlerinin meşrulaştırıldığı kurumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki kurum da kendilerinin dışında kalan birtakım toplumsal süreçlerin de etkisiyle, modernliğin TMH - TÜRKÝYE MÜHENDÝSLÝK HABERLERÝ SAYI 423 - 2003/1 25 TMH “sınır koyucu” pratiklerinin dilini kurgulamışlardır. O halde doğru bilgiyi üretme sürecinde insanlar ve toplumlar, hiçbir zaman değişmeyen, nötr, ya da yaygın kullanımıyla “objektif” kriterlere varmışlar mıdır? Bilimin ticarileşme sürecinin dışında kalamaması, bilimsel etkinliklerin maddi temelinin aynı zamanda başta “objektif” olarak kurgulanan değerleri alt üst etme potansiyeli, serbest piyasa dinamiklerinin bu süreç üzerindeki doğrudan etkisi “insani” ve “gayrıinsani” olan bilimsel pratikler hakkında çözümlemeler yapılmasını beraberinde getirmiştir. Evrensel bilgiye ulaştığını iddia eden bilim kurumunun meşru kıldığı ve hatta yüceleştirdiği birtakım değerlere göz attığımızda karşımıza üzerinde düşünülmesi gereken birtakım “etik” sorunlar çıkmaktadır: Örneğin, genetik teknoloji alanında yapılan deneyler, gıda endüstrisinin belirli malların kitlelere pazarlanmasını kolaylaştıracak ‘öneri ve tavsiyeleri’, A.B.D.’de yapay zeka alanında yapılan araştırmaların büyük bir kısmının savunma bakanlığı tarafından desteklenen fonlarla yapılması, belirli anti-depresanların birtakım uluslararası ilaç şirketleri tarafından pazarlanması, kozmetik endüstrisindeki kar paylarını arttırmak için üretilen yeni ürünlere “daha bilimsel” özelliğinin atfedilmesi ve pazarlanması gibi. Bir yanda hayatın bilimselleşmesi söz konusuyken diğer yanda bu bilimselleşmenin ticarileşmesi sonucu farklı toplumsal çıkarlarla eklemlenebilen yeni bilimsel ve eğitimsel gündemler oluşmaya başlamıştır. Dolayısıyla, bilim, hemen hiçbir zaman iktidar pratiklerinden yakasını sıyıramaıştır. İnsanın özgürleşmesinde, tekamül etmesinde bilim, akıl ve sezgi gibi araçlardan faydalanması onun varoluşsal birtakım engelleri aşmaya çalışması ile ilgilidir. Akılsal metodların en sistematik biçimde kullanıldığı bilimin bir kontrol aracı haline gelmesi ve metalaşması etik birtakım değerlerin silinmesine ve bir sözleşme ile kurulan ve farklı tarafların birbirlerinden etkilenmesine ve bu etkilenmenin temel mekanizmalarla dengelenmesine dayanan “toplumsal” hayatın da zarar görmesine neden olur. Toplumsal olan, aynı zamanda etik olanı gerekli kılar; biri diğerinin ön koşuludur. rebilir. Hemen tüm filozof ve sosyologların üzerinde hemfikir olduğu bu düşünce aynı zamanda kültürün yaratıcısı olarak insanın doğru/yanlış arasında seçim yapabilme kapasitesine sahip bir varlık olduğunu da destekler. “Ahlaki olmak”, “iyi olmak” değil, fakat insanın iyi ile kötü arasında bir seçim olarak yazarlık ve/ veya aktörlük özgürlüğünü kullanması demektir. İnsan varlığı etik olmayan toplumsal değerler silsilesi ile şekillendirildiğinde insansal özellikler göstermekten çıkar, varoluşsal krizler yaşamaya başlar. O halde ailede, çeşitli organizasyonlar içinde insanın etik bir varoluş sürdürebilmesi, aynı zamanda kişilerin sağlıklı bir şekilde hayata katılabilmelerine, kendileri ve diğerleri üzerinde düşünme kapasitelerini geliştirebilmelerine bağlıdır. Kısaca, bilim üzerinde etkili olduğu görülen bilim dışı pratikler ve süreçler günümüzde giderek daha başat hale gelmekte, doğru ile yanlışın kolayca yer değiştirebildiği, gerçek olan ile olmayan arasındaki sınırların belirsizleştiği bir dünya tahayyülü zihinlere damgasını vurmaktadır. Üstelik bu tür yer değiştirmelerin, zigzagların sınırları eğitim ve okul gibi kurumlar ile çizilmekte, sonuçta eğitim de bilim de birtakım sanıların gerçek(miş) gibi sayılmalarına hizmet edebilmektedir. Başlangıçta modern toplumu ve insanı muktedir kılıcı hedefleri olan eğitim ve bilim, etikten uzan bir toplumsal organizasyonların hakimiyeti ile beraber insanın insanlıktan çıktığı bir dünyanın araçlarına da dönüşebilmektedirler. Bilimin kendisi, etikten uzaklaştıkça yaydığı ışık insanlığı aydınlatmaz, olsa olsa mum ışığına dönüşür… Etik, toplumsal hayat içinde hangi değerler yeniden üretilmesi ile ilgili olarak önemli bir çalışma alanı olarak karşımıza çıkmakta ve özellikle son yıllarda bu konuda yapılan felsefi, dilbilimsel ve sosyolojik çalışmaların sayısında önemli bir artış görülmektedir. Etik, insanların, toplumların doğrular ve yanlışlar alanında ne yaptığının ya da yapması gerektiğinin tanımlanmasından daha fazla bir şeydir; doğrular ve yanlışlar alanı üzerinde hüküm yürütme, müzakere yapabilme, tahayyül edebilme kapasitesinin geliştirilmesi ile ilgili tüm zihinsel faaliyetleri ifade eder. İdeal anlamda etik, “evrensel olarak” -yani bütün zamanlardaki tüm insanlar için geçerli olan- doğru davranışı tanımlayan bir koddur; bu, bütün insanlar için iyiyi kötüden ayırmaya yarar. İnsan, diğerleri ile beraber yaşayan, yani sosyal olan bir varlık olarak bu özelliğinden dolayı etik birtakım ilkeler ile bir arada yaşayabilme kapasitesini gelişti- 26 TMH - TÜRKÝYE MÜHENDÝSLÝK HABERLERÝ SAYI 423 - 2003/1