MONTESSORİ EĞİTİMİ I Erken Çocukluk Egitiminde Temel Kuram ve Yaklaşımlar Doç. Dr. Müdriye YILDIZ BIÇAKÇI GİRİŞ Erken çocukluk eğitimine ilişkin tarih boyunca sayısız kitap, makale ve araştırmalarda hayat bulan temel kuram ve yaklaşımların tek bir ortak amacı vardır: Çocuğu anlamak. Çocuğu anlamak, insanlığı ve hayatı anlamaktır ve çocuğu anlamak, çocuğu tanımak ve tanımlamaktan geçer. Çocuğa ilişkin yapılan tanımlamalar, çocukluğa atfedilen bilgi, beceri ve özellikler çocukluk döneminin nerede başlayıp, nerede biteceğini, nasıl şekilleneceğini, kısaca dünya üzerinde her yetişkin insanın tatma zevkine sahip olduğu bu sihirli sürecin nasıl geçeceğini belirler. Şöyle bir düşünecek olursak eğer: Kimdir çocuk? Neler yapabilir? Neleri ister? • Çocuk merak eder. • Çocuk soru sorar. Çocuk keşfeder. Çocuk hayal eder. • Çocuk yaratır. • Çocuk çocuk olabilirse eğer, mutludur, mutlu eder. İnsanlık tarihinin ilk gününden itibaren erken çocukluk eğitiminin de varlığından söz etmemiz gerektiğini kabul ederek, bu bölümde, geçmişten günümüze erken çocukluk eğitimine yön vermiş, şekillendirmiş ve günümüzdeki erken çocukluk eğitimi uygulamalarını çerçeveleyen temel kuram ve yaklaşımları birkaç ana başlık altında inceleyeceğiz. ERKEN ÇOCUKLUK EGİTİMİNE TEMEL OLUŞTURAN DÜŞÜNÜRLER Erken çocukluk eğitimi uygulamaları, toplumların, kültürel, dini ve siyasi bakış açılarıyla ve çocuğu nasıl tanımladıklarıyla büyük paralellik göstermektedir. Erken çocukluk eğitiminin felsefesinden, içeriğinden ve uygulamalarından söz etmek için toplumların çocuğu ve çocukluk sürecini nasıl tanımladıklarına bakmak gerekir. Çocuğun ve çocukluğun tanımı da çocukluk yıllarının ne kadar sürdüğüne, çocuk olmaya atfedilen farklı anlamlara ve toplumun çocuğa ilişkin beklentilerinden oluşur ve ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak da değişir. Bir toplum çocuk ve çocukluk hakkında ne düşünüyor ve çocuğu ve çocukluğu nasıl tanımlıyorsa ona uygun şekilde çocuklarını eğitecek ve yetiştirecektir. Tarihte erken çocukluk eğitimine yön vermiş eğitimci ve düşünürlerin görüşlerine de bu doğrultuda bakmak gerekir. John Locke (1632-1704) John Locke, Somerset İngiltere'de doğmuş bir doktor, filozof ve sosyal bilimciydi. Çocuğa atfettiği boş levha (tabula rasa) tanımlaması Locke'un erken çocukluk eğitimine dair ileri sürmüş olduğu en bilinen görüşüdür. Bu görüşün ortaya çıkışında Locke'un kuzeninin ve eşinin kendisinden çocuk yetiştirmeye dair tavsiyeler istemeleri rol oynamıştır. Kuzenine ve eşine yazmış olduğu mektuplar Eğitimi İlişkin Bazı Düşünceler adıyla 1693 yılında yayınlanmış ve böylelikle daha geniş kitlelere ulaşmıştır (Morrison, 1998, 2000). Bu bakış açısıyla Locke insanın doğasına ve öğrenmesine ilişkin olarak doğuştan gelen hiçbir bilginin söz konusu olamayacağını ve doğumda insan beyninin boş, beyaz bir sayfa gibi olduğunu ileri sürmüştür. Locke'a göre doğumda boş bir levha olan insan zihnini sadece çevre ve çevrede edinilen deneyimler şekillendirmektedir. Çocuğun kim olacağını ve nasıl bir insan olacağını doğuştan getirdiği özellikler ve yetenekler değil içinde yaşadığı çevre ve yaşadığı deneyimler belirleyecektir Locke'un bakış açısının eğitime uyarlanmasıyla sıkıca yapılanmış, kontrolün katı bir biçimde sağlandığı, öğretmen merkezli sınıf anlayışı eğitim ve öğretimde baskın yaklaşım olarak yerini almıştır. Locke'a göre toplumun ihtiyaçları öğrenenin ihtiyaçlarından daha önemlidir ve bireylerin ihtiyaçları toplumun ihtiyaçları arasına dahil edilmiş olmalıdır. Toplumun çoğunluğunun yararına olacak uygulamalar, birkaç kişiye az miktarda rahatsızlık da verse uygulanmaya değerdir (Morgan, 2007). Locke bir eğitimci olmadığı halde, eğitim alanında da büyük yankı uyandıran ve ilköğretim, ortaöğretim ve hatta okul öncesi eğitimde kabul gören davranışçı yaklaşımın alt yapısını oluşturması açısından fikirlerinin eğitimde etkileri büyüktür. Jean Jacques Rousseau (1712-1778) Her ne kadar Rousseau ve Locke çoğunlukla aynı bağlamda tartışılsa da, bu bazı fikirlerinin birbirine karşıt olmasından kaynaklanmaktadır. Rousseau’nun fikirlerinin yaşamış olduğu çağın ve içinde yaşadığı toplumunda çok ilerisinde ve bu açıdan kendi zamanı için oldukça radikal olduğu söylenebilir. Rousseau'ya göre "Tanrı var olan her şeyi iyi olarak yaratır; insanoğlu burnunu sokar ve kötüleştirir" Rousseau'nun eğitime ilişkin fikirlerine ünlü romanı Emile'den yola çıkılarak varılmıştır (Morgan, 2007): Rousseau romanında Emile adında bir çocuğun doğumundan ergenliğine kadar olan hayatını ve eğitmeniyle arasındaki ilişkiyi anlatmış ve roman Rousseau'nun ideal öğretmen öğrenci ilişkisini nasıl tanımladığını ortaya koymuştur. Rousseau küçük çocukların doğuştan saf ve soylu olduklarına ve toplumun kötü etkilerinden korunmaları gerektiğine inanır. Bu doğrultuda doğaya dönüşün savunucusu olmuş ve çocukları da doğalcılık (naturalism) adı verilen bir yaklaşımla eğitmek gerektiğini ileri sürmüştür. Rousseau'ya göre doğalcılık toplumun yapaylığından ve kendini beğenmişliğinden vazgeçmek demektir. Doğalcılığı temel alan eğitim, gelişimi yersiz müdahale ve sınırlamalar olmaksızın mümkün kılar. Ailelerin çocuklarının doğal gelişimleri üzerinde, diğer bir deyişle çocukların doğuştan gelen özelliklerine göre kim ve ne olacaklarının olgunlaşma sayesinde yavaş yavaş belirmesi (natural unfolding) üzerinde, hiçbir kontrolleri olamaz. Bu durumda çocukların gelişimlerinin gözlenmesi ve uygun zamanlarda uygun deneyimlerin sağlanması gerekmektedir. Rousseau'ya göre doğayla uyumlu eğitim mutluluk, doğaçlama, meraklılık gibi çocuklara has özellikleri sağlayacak ve destekleyecektir. Aileler ve öğretmenler çocukların doğal yeteneklerine göre gelişmelerine imkan vermeli, toplumun ayartıcı etkilerine karşı koymalı, aşırı korumacı bir tutum izleyerek gelişimlerine müdahale etmemeli ve zorlama eğitim anlayışı dışında yöntemler izlemelidir. Gerçekten de Rousseau romanında doğumdan ergenliğe kadar yetiştirmiş olduğu Emile'in, Daniel Defoe'nun doğada ve doğayla uyum içinde yaşayan becerikli Robinson Crusoe'sunu örnek almasını istemiştir. Bu doğrultuda Rousseau, kıyafet sınırlamaları, devam zorunluluğu, temel yeterlilikler, sık ve standardize testler ve öğrencileri sahip oldukları becerilere göre gruplama gibi modern uygulamalara doğal olmadıkları gerekçesiyle karşı çıkacaktır Locke'un ileri sürdüğü düşünceler davranışçı yaklaşımda hayat bulup, belirli bir dönem anne baba tutumları ve erken çocukluk eğitimi de dahil olmak üzere birçok alanda hakimiyetlerini sürdürmüş olsa da, Rousseau'nun zamanından çok önde olan düşünceleri günümüzde de erken çocukluk eğitimi alanındaki en etkin görüşlerdendir. Rouseau'nun görüşleri geçmişte erken çocukluk eğitiminin temelini atan Johann Pestalozzi, Robert Owen, Friedrich Froebel gibi eğitimcilerin yanı sıra erken çocukluk eğitimini şekillendiren John Dewey, Lev Vygotsky, Jean Piaget ve Erik Erikson gibi kuramcıları ve eğitimcileri de etkilemiş ve onların kuram ve görüşlerinde hayat bulmuştur. Diğer taraftan teknoloji ve modern hayatın yan etkileri arttıkça uygulamaya dökmek mümkün olmayacak olsa bile Rousseau'nun fikirlerinin uzun yıllar etkisini sürdürmesi beklenebilir. Johann Heinrich Pestalozzi (1746-1827) Jean Jack Rousseau tarihte ve günümüzde birçok teorisyen ve eğitimciyi etkilemiş ve çalışmalarına yön vermiş olsa da Johann Pestalozzi en yoğunlukla etkilediği eğitimcilerin başında gelmektedir. Rousseau'nun eğitimde doğalcılık yaklaşımı ve romanı Emile, Pestalozzi'nin erken çocukluk eğitimine ilişkin düşüncelerinde ve savunularında büyük rol oynamıştır. Pestalozzi de Rousseau gibi erken çocukluk yıllarında eğitimin doğayla uyumlu olması gerektiğini ve çocukların en iyi, gözlem yaparak ve somut deneyimler edinerek öğrendiğini iddia etmiştir. Pestalozzi Emile'den ve Rousseau'nun doğaya dönüş yaklaşımından o kadar derinden etkilenmiştir ki tarımda yeni ve deneysel tekniklerin merkezi olması umuduyla bir çiftlik satın almıştır. Çiftçilikle uğraşırken eğitime olan ilgisi artmış ve 1774 yılında çiftliğinde Neuhofadı verilen bir okul açmıştır. Bu dönemde mesleki eğitim, oknma yazma eğitimi ve ev yaşamının bütünleştirilmesi hakkında düşüncelerini geliştirmiştir. Ancak maddi sıkıntılar nedeniyle bu eğitimci girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Rousseau'nun Pestalozzi üzerindeki bir diğer etkisi de kendi oğlunu Rousseau'nun öğretileri doğrultusunda yetiştirme çabasında ortaya çıkmıştır. Ancak oğlu JeanJacques, belki fizyolojik nedenlerden, belki de Pestalozzi'nin soyut düşünceleri uygulamaya dökmede başarısız olmasından dolayı 12 yaşında olmasına rağmen okuma yazmayı öğrenememiş ve bu girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün bu olumsuz deneyimler aslında Pestalozzi'nin en büyük başarısını ve onu l700'lü yıllardan günümüze kadar getirecek ve çalışmalarıyla tanışmış olan birçok kuramcı ve eğitimcinin çalışmalarında hayat bulacak kendi pedagojik düşüncelerini oluşturmasında büyük rol oynamıştır. İçinde yaşadığı dönemde de teorisi ve uygulamaları o kadar çok tanınır olmuştur ki okul ve müfredat konularında dünya genelinde altı yaşın altındaki çocuklar için eğitim programları hazırlayan eğitimcilerin yanı sıra diğer ülkelerin devlet görevlileri tarafından da tavsiyelerine başvurulmuştur Pestalozzi'nin düşüncelerinde etkisi olan bir diğer kişi ise annesidir. Babasını 5 yaşındayken kaybetmiş olması nedeniyle çocukluk yıllarından itibaren gösterdiği her türlü başarı ve kazanımda annesinin rolü büyüktür. John Amos Comenius'tan (1592-1670) sonra eğitimde ailenin ve özellikle annenin rolünü ve çocuklarının eğitim hayatındaki başarılarında annelerin katkısını vurgulayan ikinci kişi olmuş, yüzyıldan daha fazla bir zaman sonra bu fikirleri Maria Montessori tarafından da yeniden şekillendirilmiştir. Pestalozzi çocuklar için en iyi öğretmenin anneleri olabileceğini söylemiş ve Gertrude Çocuklarına Nasıl Öğretiyor (How Gertrude Teaches Her Children) ve Anneler için Kitap (Book for Mothers) adında iki kitap yazmıştır. Pestalozzi'ye göre eğitim duyusal izlenimlere dayalı olarak gerçekleştirilmelidir ve çocukların gerçek potansiyellerine ulaşabilmesi duyusal deneyimler aracılığıyla mümkün olabilir. Birçok kavramı öğrenmede en iyi yolun sayına, ölçme, hissetme ve dokunma için kullanılacak olan manipülatifler olduğunu ileri sürmüştür. En iyi öğretmenlerin, konuları öğretenler değil öğrencileri öğretenler olduğunu söylemiştir. Karma yaş grubu da Pestalozzi'nin savunduğu yaklaşımlardan bir tanesidir. Pestalozzi'nin etkilediği kuramcılar arasında Friedrich Froebel, Jean Piaget, Lev Vygotsky ve Montessori bulunmaktadır ki her biri erken çocukluk eğitimini büyük ölçüde yönlendiren ve şekillendiren kuramcı ve eğitimcilerdir. Altı yaşından küçük çocuklar için öğrenmenin, çocuğun hayatı ve hayattaki deneyimleri anlamlandırmasına imkan vermesi gerektiği görüşü Piaget'nin çalışmalarında da yer almaktadır. Pestalozzi'nin savunmuş olduğu, çocukların bilgiye yetişkinlerin birbirleriyle olan iletişimlerini ve sosyal durumları gözlemleyerek ve yorumlayarak vardıkları ve kendi davranış örüntülerini oluşturdukları görüşü yıllar sonra Vygotsky'nin teorisinde vurgulanmıştır. Friedrich Wilhelm Froebel (1782-1852) Froebel, erken çocukluk çağındaki çocuklar için sistematik bir eğitim programı geliştiren ve öğrenimi destekleyici materyaller tasarlayarak çocuklar için eğitici bir öğrenme ortamı hazırlayan ilk eğitimcidir. Kendisini çocuklar için bir eğitim sistemi geliştirmeye adamış ve çağdaşı olan ve birlikte çalışma imkanını bulduğu Pestalozzföen de önemli ölçüde ilham alınıştır. Hazırladığı bu ortama çocuk bahçesi (kindergarten) adını vermiştir ve vatanı olan Almanya başta olmak üzere birçok ülkede okul öncesi dönemdeki çocuklara eğitim veren programlar için kindergarten terimi kullanılmaktadır. Hayatını küçük çocuklar için bir eğitim programı geliştirmeye ve öğretmen yetiştirmeye adamış olduğu için de tüm dünyada okul öncesi eğitim programlarını babası olarak anılmaktadır (Morrison, 2007). Froebel'in hazırlamış olduğu bu eğitim programına çocuk bahçesi adını vermesinin altında yatan, iyi eğitim alınış okul öncesi öğretmerılerinin, çocukların yeni filizlenen sağlıklı bitkiler gibi olduğu düşüncesine sahip olmaları durumunda erken çocukluk eğitiminin son derece neşeli ve etkili olabileceğine dair inancıdır. Bitkiler gibi çocuklar da gelişim ve olgunlaşma süreçlerinde sulamaya (beslenmeye) ve bakıma (sağlık) ihtiyaç duymaktadırlar. Bu nedenle Froebel öğretmen, öğrenci ve eğitim programı arasındaki ilişkiyi anlatırken eğitim programı çocuk bahçesi, öğretmen bahçıvan benzetmelerini kullanmıştır Froebel'in eğitime en büyük katkısı öğrenme, eğitim programı (müfredat), yöntem ve öğretmen eğitimi alanlarındadır. Çocuklara ve öğrenmelerine dair düşünceleri Pestalozzi'nin düşünceleriyle paralellik göstermektedir. Öğretmen ya da ebeveyn olsun bir eğitimcinin görevi, çocuğun doğal gelişimini gözlemlemek ve çocuk neyi ne zaman öğrenmeye hazırsa o zaman ve o doğrultuda uygulamalar sunmaktır. Öğretmenin görevi çocuğun öğrenmesini sağlayan doğuştan getirdiği nitelikleri geliştirmesine yardımcı olmaktır. Diğer bir deyişle Froebel'e göre öğretmenler çocukların ihtiyaç duydukları faaliyet ve deneyimleri tasarlayan kişilerdir. Erken çocukluk eğitiminde öğretmenin, öğretenden çok öğrenmeyi kolaylaştıran kişi olarak anılması daha sonraki yıllarda Froebel'in etkisiyle Maria Montessori ve Jean Piaget'de de görülmüştür. Froebel'in eğitim felsefesinin çıkış noktası bireyin iç ve dış dünyası arasındaki dengeyi sağlayacak deneyimleri bulma çabasıdır. Froebel'e göre çocuğun dış dünyayı anlaması oyun aracılığıyla gerçekleşmektedir. Froebel'e göre çocuğun iç dünyasına ilişkin arılayışı çocuğun kendi seçtiği ve ona anlamlı gelecek oyunlara yönelmesinden kaynaklanırken, dış dünyaya ilişkin anlayışı çocuğun, oyun oynarken koşarken, zıplarken rüzgarı yönünde hissetmesi veya kendisini durağan nesnelerle karşılaştırması gibi oyununa etki eden doğal güçlerden doğar Froebel'in erken çocukluk eğitimine en büyük katkılarından biri oyuna atfettiği anlam ve önemdir. Froebel'e göre çocuk oyun aracılığıyla birey olarak benzersizliğini ortaya koyar ve oyun yoluyla öğrenir. Bu dönemdeki oyunu eğlencelik ve sıradan bir faaliyet olarak görmemek aksine oyunu son derece ciddi ve önemli bir araç olarak değerlendirmek gerekir. Çocukların oyununu teşvik etmek ve tıpkı toprağı işler gibi işlemek gerekir çünkü oyun öğrenmeye eşdeğerdir ve çocuğun gelişiminin en üst seviyesidir. Çocuğa neşe, özgürlük, huzur verirken iç ve dünyasında soluklanma ve rahatlama ihtiyacını karşılayarak çocuğun dünyayla barışık olmasını sağlar Ancak Froebel Pestalozzi'nin oğlu Jean-Jacques ile olan deneyimlerinden de yola çıkarak yapılanmamış oyunun potansiyel bir tehlike arz ettiğini düşünmüş ve çocuğun kendi kendine sürdürdüğü oyundan çok fazla bir şey öğrenemeyeceğinin de farkında olmuştur. Rehberlik, yönlendirme ve oyun için hazırlanmış bir ortam olmaksızın çocukların öğrenmesinin istenilen seviyeye ulaşamayacağını veya öğrenmenin doğru şekilde gerçekleşmeyeceğini düşünmüştür. Bu nedenle öğretmenin oyun ve öğrenme ilişkisindeki görevi, çocukların yaratıcı ve topluma katkıda bulunan bireyler olabilmesi için rehberlik etmek ve yönlendirmelerde bulunmaktır. Froebel'in tasarlamış olduğu eğitim programının temelini yetenekler (gifts), meslekler (occupations), bestelemiş olduğu şarkılar ve eğitsel oyuncaklar oluşturur. Yetenekler çocukların şekil, hacim, renk gibi sayma, ölçme, karşılaştırma gibi işlevlerde görev alan kavramları öğrenmelerini sağlayacak, ellerine alabilecekleri ve öğretmenin yönergeleri doğrultunda kullanabilecekleri nesneleri ifade eder. Froebel'in tasarlamış olduğu ilk yetenek her biri ayrı renkte altı tane yün yumağından ve aynı renklerde altı tane iplikten oluşan settir. Bu yeteneğin bir amacı renkleri öğretmektir. Froebel topun (küre şeklindeki herhangi bir cisim) eğitimde önemli bir rol oynadığına inandığı için topun kullanımını önemle vurgulamıştır. İkinci yetenek, bir küp, bir silindir ve bir küreyi içermektedir. Meslekler ise, kağıt katlama, yapıştırma, resim çizme, dokuma, boncukları ipe dizme, kesme, oyun hamurundan model yapma, noktaları takip ederek resim oluşturma ve dikiş dikme gibi faaliyetler aracılığıyla başta psiko-motor olmak üzere gerekli becerileri geliştirmek için tasarlanmış gereçleri ifade eder. Froebel gerek altında yatan eğitim felsefesi, gerekse uygulamaları açısından günümüzde okul öncesi eğitim programlarında yer alan birçok uygulamanın temelini atmıştır. Günümüzde okullarda halen uygulanmakta olan bir diğer uygulama işe çember oluşturma olup, çember zamanı çocukların yere daire şeklini oluşturacak şekilde oturup meslekler ve yetenekler aracılığıyla öğrendikleri kavramları pekiştirecek şarkılar söylediği ve günlük programın önemli bir bileşeni olup günümüzde okullarda halen uygulanmakta olan bir diğer uygulamadır. Maria Montessori (1870-1952) Maria Montessori de tıpkı Froebel gibi hayatını çocuklar için bir eğitim sistemi geliştirmeye adamış bir eğitimci ve İtalya'da ilk kadın tıp doktoru ünvanını almış gerçek bir kadın hakları savunucusudur. Üniversiteye mühendislik okumak için girmiş ve yine tıpkı Froebel'in mimarlıktan eğitime geçmesi gibi girdikten kısa bir süre sonra kararını değiştirerek tıp okumaya başlamıştır. 1800'lü yılların Avrupa'sında ilk kadın tıp öğrencisi olmanın türlü zorluklarına rağmen mezun olmuş ve bu başarısının ardından Roma Üniversitesi'ndeki psikiyatri kliniğine yardımcı eğitmen olarak atanmıştır. O dönemlerde zihinsel engelli çocuklarla, akli dengesi yerinde olmayan çocuklar arasında ayrım yapılmadığı için işi gereği akıl hastanesinde yatan zihinsel engelli çocuklarla bir arada bulunmuştur. Bu karşılaşma Montessori'nin günümüze kadar gelen ve dünyanın birçok yerinde birebir uygulanan eğitim programı modelinin temellerini atmasına ön ayak olmuştur. Montessori'nin ilk amacı çocuk hastalıklarını çalışmaktıysa da kısa bir zaman sonra ilgisini zihinsel engelli çocuklara eğitimsel çözümler aramaya yöneltmiştir. Bu ilgisini kendisi "Meslektaşlarımdan farklıydım çünkü içgüdüsel olarak zihinsel engelliliğin tıbbi bir problem olmaktansa daha çok eğitimsel bir problem olduğunu hissettim" diyerek açıklamıştır. İlk okulu olan Casa dei Bambini (Çocukların Evi) 'yi 1907 yılında Roma'da bir gecekondu bölgesi olan San Lorenzo'da açmıştır. Burada düşüncelerini test etme şansı bulmuş ve çocuklar ve öğretim hakkında geliştirmiş olduğu eğitim sistemini mükemmele yaklaştıracak iç görüyü kazanmıştır. Montessori'nin 1900'lü yılların başında geliştirmeye başladığı eğitim modeli günümüzde de ailelerin çocukları için en çok tercih ettiği modellerin başında gelmektedir. Türkiye'de Montessori Yöntemi'nin uygulayan birçok okul bulunmaktadır. Sizce bir Montessori sınıfının en belirgin özelliği ne olmalıdır? Montessori yöntemini oluşturan başlıca ilkeler vardır ve bunlar Maria Montessori'nin düşünce ve uygulamalarının bir sentezini oluşturur. Montessori yönteminin ilk ilkesi olan "Çocuğa Saygı" geriye kalan dört ilkenin de temel taşıdır. Montessori'ye göre her bir çocuk benzersizdir ve bu nedenle eğitim bireyselleştirilmelidir. Çocuklar yetişkinlerin minyatürü değildirler ve arılara bu şekilde muamele edilmemelidir. Montessori'nin üzerine basa basa söylediği, çocuğun hayatının yetişkininkinden ayrı ve farklı olduğudur. Çocuğun eğitiminin kısıtlanmasının bütün sorumluluğu da kendi hayatıyla çocuğunun hayatı arasında ayrım yapamayan ve kendi fikir ve hayallerini çocuklarına yüklemeye çalışkan yetişkinlere aittir.. Montessori bu konuda oldukça vurgu yapmış ve hatta yetişkinleri bencillikle değil ancak benmerkezcilikle suçlamıştır. Yetişkinlerin çocuğun ruhuna dair olan her şeye kendi bakış açılarıyla baktıklarını, bu nedenle yanlış anlaşılmaların daima artışta olduğunu söylemiştir. Yetişkinlerin benmerkezci oldukları için çocukları doldurmaları gereken boş bir nesne, her şeyi onlar için yapmalarını gerektirecek ve sürekli yönlendirmeye ihtiyaç duyacak kadar çaresiz, etkisiz varlıklar olarak gördüklerini ileri" sürmüştür. Bunun sonucunda da yetişkinlerin kendilerini çocuklarının yaratıcısı olarak gördüklerini ve kendi bakış açılarına göre çocuğun davranışlarını iyi ya da kötü olarak yargıladıklarını söylemiştir (Montessori, 1966). Çocuğa saygı duymanın ve bunu göstermenin yollarından biri çocukların işlerini kendi başına yapmalarına ve kendi kendilerine öğrenmelerine yardım etmektir. Bu, bağımsızlığı destekleyeceği ve sağlayacağı gibi aynı zamanda onlara kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve kendi hayatlarını düzenleyebilecek bireyler olarak saygı duyulduğunun bir göstergesi olacaktır. Çocuklar seçme şansı verildiğinde etkili öğrenme, otonomi ve olumlu öz-güven için gerekli beceri ve yeterlilikleri kazanacaklardır. Montessori eğitiminin ikinci temel ilkesi, çocukların öğrenmesinin yetişkinlerin öğrenmesinden yapısal olarak farklı olduğunu ve çocukların zihinlerinin tıpkı bir süngerin sıvıyı emmesi gibi bilgiyi emdiğini ifade eden emici akıl (absorbent mind) ilkesidir: Montessori, çocukların başkaları tarafından eğitilebileceği fikrini reddederken bir çocuğun öğrenmemesinin mümkün olamayacağını da iddia etmiştir. Sadece hayatta kalarak çocukların çevrelerinden öğrendiklerini savunmuştur. Üçüncü olarak Montessori, çocukların belirli davranışlara karşı daha duyarlı oldukları ve belli başlı becerileri öğrendikleri hassas dönemlerin (sensitive periods) var olduğunu ileri sürmüştür. Bu hassas dönemlerin öğrenme sürecinde kullanılabilmesi için yetişkinlerin bu dönemleri ortaya çıktıkları zaman fark etmesi ve destekleyici faaliyetler ve deneyimler sunması gerekir. Burada önemli olan nokta, her çocuk aynı hassas dönemleri yaşasa da bu dönemlerin zamanlamaları çocuktan çocuğa farklılık göstermektedir. Montessori'nin düşüncelerinde ve eğitim yönteminde altını şiddetle çizdiği gözlem, öğretmenler ve aileler için bu noktada çok önem kazanmaktadır. Tıpkı Froebel gibi Montessori de çocukların öğrenmesi için özel olarak tasarlanmış gereçleri içeren hazırlanmış ortamın gerekliliğini savunmaktadır. Ancak Froebel'den farklı olarak Montessori'nin hazırlanmış ortamı, sadece çocukların öğrenmesine hizmet etmekle kalmayacak aynı zamanda onları yetişkinlerden bağımsız hale de getirecektir ki asıl amaçlanan da budur. Çocuklar kendileri için hazırlanmış bir ortamda kendi istedikleri gibi hareket edebilecek, kendi seçimlerini yapabileceklerdir. Çocuk boyutunda eşyaları, mobilyaları ve çocukların kendi başlarına ulaşabilecekleri çocuk seviyesinde raflarıyla hazırlanmış ortam çocukların bir yetişkine ihtiyaç duymadan kendi seçimleri doğrultusunda çalışmalarına ve Montessori eğitiminin son ilkesinde vurgulandığı gibi çocukların kendi kendilerini eğitmelerine imkan verecektir. Montessori'ye göre çocuk öğrenmenin merkezinde olacak ve kendisi için hazırlanmış bir ortamda ve kendisi için tasarlanmış araç ve gereçlerle yetişkinlerden bağımsız olarak, özgürce yaptığı seçimler aracılığıyla kendini eğitecektir. Yetişkinlerin çocuğun öğrenme sürecinde kir olü, öncelikle çocukları öğrenmenin merkezi yapmak, hazırlanmış ortamda, onlara gerekli özgürlüğü vererek çocukları öğrenmeye teşvik etmek, mümkün olan en iyi ortamı yaratınak, ve son olarak hassas dönemleri fark ederek istenmeyen davranışları anlamlı görevlere yönlendirerek engellemek olarak sıralanabilir. Günümüzde Maria Montessori'nin eğitim felsefesi ve yaklaşımını birebire uygulayan programlara yoğunlukla rastlanmakla birlikte birebir uygulanmasa da çocuğa saygı, çocuklar için tasarlanmış ve hazırlanmış ortam, hassas dönemler ve çocuğun kendi kendine öğrenmesi ilkeleri erken çocukluk eğitiminde kalıcı bir etki bırakmıştır. John Dewey (1859-1952) John Dewey'nin ileri sürmüş olduğu fikirler psikoloji, felsefe ve politika alanlarının yanında eğitim alanında da çığır açar niteliktedir. Burlington Vermont doğumlu bir fılozof olan Dewey sadece Amerikan eğitim sistemini etkilemekle kalmamış, tüm dünyada kabul görmüş ve günümüzdeki eğitim anlayışına ulaşılmasına birebire etki etmiştir. Nitekim Dewey Türkiye'de dahil olmak üzere Japonya, Çin, SSCB gibi birçok ülkede eğitim politikaları düzenlenirken önerilerde bulunmak üzere çeşitli ziyaretlerde bulunmuş ve dünyada ve Türkiye'de eğitim politikalarının şekillenmesinde aktif bir rol oynamıştır. Bugün eğitimde kullanılan, çocuk merkezli eğitim, çocuk merkezli okul anlayışı gibi birçok güncel uygulama John Dewey'nin progresivizm (progressivismyenilikçilik) adı verilen reform hareketinin yansımalarıdır. Dewey'nin eğitim felsefesi üzerine yazmış olduğu görüşleri 1900'lü yılların başlarında hem eğitimcileri hem de vatandaşları, eğitim sistemini destekleyecek birçok alternatif çözüm arayışına itmek amacını gütmektedir. Dewey, hem devlet hem de özel okulların öğrencilerinin kendi öğrenme süreçlerine katılımlarını arttıracak yöntemler ve imkanlar yaratması gerektiğini ileri sürmüş ve özellikle o dönemdeki devlet okullarında zaman geçirmiş olan herkesin var olan boğucu kısıtlamalar hakkında birçok şey söyleyebileceklerini iddia etmiştir Dewey'nin (1897) eğitime ilişkin savunduğu görüşlerin temelinde yatan, eğitimin yaşam için bir hazırlık olmadığı, aksine bir yaşam biçimi olduğu düşüncesidir. Bu doğrultuda çocukların yaşamları için gereken bilgi ve becerileri öğrenmelerini sağlayacak aktivitelerin çocukların günlük yaşamlarından hareketle ve günlük yaşamlarıyla ilişkilendirilerek verilmesi gerektiği ileri sürmüştür. Diğer bir deyişle Dewey'e göre eğitim, çocuğun içinde yaşadığı toplumsal koşullara uyum sağlamasına yardımcı olan bir süreç olup, eğitimde derslerin ezberletilmesinden çok problem çözme ve eleştirel düşünme becerisinin geliştirilmesi amaçlanmalıdır. Dewey'nin önderliğini yapmış olduğu progresivizm hareketine göre eğitimde öğrencilere öğretilen konulardan ziyade öğrencilerin ilgi alanları ön planda tutulmalıdır. Dewey'nin ve progresivizmin erken çocukluk eğitimine yansımalarını ele alırsak, Dewey'nin düşünceleri doğrultunda hazırlanan bir sınıfta, koşma, zıplama ve çevrelerindeki malzeme ve gereçlerle haşır neşir olma gibi fiziksel aktiviteler; araç gereçlerin kullanımı; düşünsel uğraşılar ve sosyal etkileşim ön planda olmalıdır. Deweye göre okul öncesi dönem, hayat boyu sürecek olan eğitim sürecinin başlangıcıdır ve çocuk yaparak ve yaşayarak öğrenme yoluyla ilgi alanlarını geliştirmeye başlar. Çocuk bu dönemde birebir katılımını gerektirecek deneyimler yaşayarak, alet ve gereçleri kullanarak ihtiyacı olan bilgi ve beceri donanımını oluşturur. Bunun en iyi yolu da çocuklara yemek pişirme, marangozluk gibi günlük yaşam becerileri ve mesleki beceriler kazanma imkanının verilmesidir. Bunun yanında problem çözme, yeni şeyleri keşfetme ve çevrelerindeki dünyanın nasıl işlediğini çözme gibi düşünsel uğraşılar içinde Dewey'e göre en iyi yöntem, çocuklara araştırma ve keşif imkanının sağlanmasıdır (Morrison, 2007). Son olarak Dewey okullarda eğitimin dayandırılması gereken sosyal etkileşimin de demokratik düşüncenin kazandırılmasında etkili olduğunu ileri sürmüştür Ancak burada karıştırılmaması gereken nokta Dewey hiçbir zaman temel beceri ve alanların öğretilmesine karşı olmamıştır. Dewey'nin görüşleri geleneksel eğitim anlayışına ve öğretmen merkezli eğitim bakış açısına sahip olan kişiler tarafında farklı yorumlanmış ve çeşitli eleştirilere hedef olmuştur. Dewey'nin eleştirdiği ve değiştirilmesi gerektiğini söylediği, öğretilecek bilgi ve becerilerdense bunların çocuklara nasıl öğretileceğidir. Öğretmenin aktif, öğrencinin pasif olduğu ve öğretmenin bilgi ve becerileri öğrencilere empoze etmeye çalıştığı eğitim ve öğretim anlayışına karşı çıkmış ve çalışmalarını da bu doğrultuda yürütmüştür. Dewey'nin öğretmene biçtiği rol de, öğrenilmesi gereken bilgi ve becerilerin çocukların ilgi alanları etrafında veya aracılığıyla gerçekleşmesinde sorumluluk ve planlamaya sahip olması yönündedir ERKEN ÇOCUKLUK EGİTİMİNİ ŞEKİLLENDİREN KURAMLAR Çocuk gelişimi ve eğitimi birçok farklı kuramsal bakış açısıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Her bir bakış açısının kendine has destekleyicileri ve uygulayıcıları olup, her biri insan gelişimi ve öğrenmesinin farklı bir yönünü açıklamaktadır Çocuk gelişim ve eğitimini şekillendiren başlıca yaklaşımlar: Psikanalitik Yaklaşım(Freud, Erikson), Davranışçı Yaklaşım (Skinner, Bandura), Yapılandırmacı Yaklaşım (Piaget, Vygotsky), Ekolojik Yaklaşım (Brofenbrenner) olarak gruplandırılabilir.Kuramlar, gerçekleri açıklamada kullanılan genel ifadeler (kurallar, varsayımlar, prensipler) olup, çocuk gelişimi açısından bakıldığında çocukta zaman içinde meydana gelen değişimleri gözlemlemek, yorumlamak ve açıklamak için bir çerçeve sağlar. Şunu unutmamak gerekir ki bir kuramın doğru veya yanlış olduğuna kolaylıkla karar vermek mümkün değildir, ancak faydalı olup olmadığına karar verilebilir. Bir kuramın ne kadar iyi olup olmadığına karar vermek için birden fazla faktörü dikkate almak gereklidir. Buna göre en iyi teoriler: • gerçekleri doğru biçimde yansıtır. açık ve anlaşılır şekilde ifade edilir. • geçmiş olayları açıklamak kadar gelecekteki olayları da tahmin etmeye yardımcı olur. • pratik olarak kullanılabilir (öğretmenler, doktorlar vs. için pratik değeri vardır) • kendi içlerinde tutarlıdır, kendileriyle çelişmez. • varsayımlara, kanıtlanmamış inançlara dayalı değildir. • yanlışlığı ispatlanabilir. • ikna edici kanıtlara dayalıdır. • yeni gözlemleri dikkate alabilir. • ele aldığı sorular için makul cevaplar sağlayabilir. uzun süre ilgi çeker. • yeni araştırmaları ve keşifleri teşvik eder. • gelişimi anlamlı olarak açıklamakta yeterlidir. Psikanalitik Yaklaşım Psikanalitik yaklaşım kuramlarının erken çocukluk eğitimini ve uygulamaları üzerinde doğrudan bir etkisinden söz etmek mümkün olmasa da, çocuk gelişimine ışık tuttukları ve çocuk yetiştirme tutum ve davranışlarını belirledikleri için erken çocukluk eğitimini de etkileyen kuramlar arasında önemli bir yer tuttukları söylenebilir. Psikoseksüel kuramla Freud, Psikososyal kuramla Erik Erikson Psikanalitik yaklaşımın en önemli iki temsilcisidir. Özellikle Freud'un fikirlerinden etkilenerek oluşturduğu psikososyal kuramıyla Erikson'un erken çocukluk eğitimine teorik ve uygulama alanında çok katkısı olmuştur. Psiko-seksüel Kuram ve Sigmund Freud (1856-1939) Freud'un psikanalitik yaklaşımı gelişim kuramlarının en eskisi ve en çok tartışılanıdır. Tartışmalar, kuramın kurucusu Viyanalı nörolog Sigmund Freud'un (1856 - 1939) etkileyici fikirlerinden kaynaklanır. Freud'un çalışmalarında, Rousseau'nun, çocukların temelde iyi ve soylu oldukları ancak gelişimleri için en elverişli ortam sağlandığında doğuştan getirdiklerini yetenek ve becerilerin ortaya çıkacağı görüşünden etkilendiği söylenebilir. Freud çocuğu psikolojik olarak kırılgan bir varlık olarak değerlendirmiş ve ailelerinin sınırlamaları ve istekleri karşısında son derece endişeli bireyler olabileceklerinin altını çizmiştir. Freud insan gelişimini, içte bulunan ve çoğu bilinçsiz ve irrasyonel olan, farkında olmadığımız itkiler ve dürtülerle açıklar. Freud bir nörolog olarak, ruhsal hastalığın kökenleri ve tedavisiyle ilgilenmiştir ancak hastalarının çoğundaki duygusal sorunların erken çocukluk döneminden, özellikle de aileleriyle olan ilk ilişkilerinden kaynaklandığını görünce psikolojik gelişime ilgisi giderek artmıştır. Freud'un çocuk gelişim ve eğitimi alanına en çok kaynak olan kuramları psikoseksüel gelişim kuramı ve yapısal kişilik kuramıdır. Freud'un yapısal kişilik kuramına göre kişilik üç bölümden oluşur ve bunlar id, ego, ve süper ego olarak adlandırılır. İd kişiliğin temel sistemidir ve ego ve süper ego idden ayrışarak gelişir. Kalıtsal olarak gelen içgüdüleri de kapsayan ve doğuşta var olan psikolojik gizil güçlerin tümüdür. Diğer iki sistemin de çalışması için gereken enerjiyi yakın ilişkide olduğu bedensel süreçlerden alır. Bu nedenle de Freud id için gerçek ruhsal varlık demiştir. Diğer taraftan id gerilimi boşaltarak hemen hazza ulaşmak ister ve haz ilkesi için refleks eylemleri kullanır. Gerilimi giderecek objenin ya da kişinin imgesini oluşturur ama objeler arasında ayırımı yapacak yeteneğe sahip değildir Ego gerçeklik ilkesinin egemenliğinde işler. Gerçeklik ilkesinin amacı, ihtiyacın giderilmesi için uygun obje bulununcaya kadar gerilimin boşalmasını ertelemektir. Gerçeklik ilkesi haz ilkesini geçici olarak engeller ve gerçeklik sınaması yapar. Uygun obje bulununca haz ilkesi ön plana geçer ve gerilim giderilir. Bu nedenle ego kişiliğin yürütme organı gibidir. İd ve süper egonun birbiri ile çatışan istekleri arasında bir uzlaşma yolu bulmak durumundadır. Bebeğin ihtiyaçlarının anne ya da yerine geçen insan tarafından yeterince karşılanması ego gelişimi için önemlidir. Aşırı şımartılan çocuklar engellemeye dayanamamakta ve dış dünyaya uyum sağlayamamaktadır. Süper ego, kişiliğin en son gelişen sistemidir. Anne baba tarafından aktarılan ödül ve ceza sistemi ile öğretilen ve pekiştirilen geleneksel değerlerin ve toplumsal ideallerin içsel temsilcileridir. Süper egonun kişiyi suçlu hissettirerek cezalandıran, vicdan ve gurur ve kıvanç yaratarak ödüllendiren benlik ideali olmak üzere iki alt sistemi vardır. Süper egonun başlıca işlevleri, id'den gelen dürtüleri bastırmak ve ketlemek; egoyu gerçekçi amaçlar yerine ahlaki amaçlara yöneltmektir; kusursuz olmaya çabalamaktır. Olağan koşullarda bu üç süreç egonun önderliğinde bir ekip halinde çalışırlar. İd kişiliğin biyolojik, ego psikolojik, süperego toplumsal yönlerini oluşturur. Freud'un diğer kuramı, psikoseksüel gelişim kuramı (theory of psychosexual development) olarak bilinir çünkü kuram ruhsal enerjinin biyolojik temelli, iç dürtülerin davranışı yönettiği, düşüncelerin ve duyguların vücutta farklı erojen bölgelerde odaklandığı evrensel gelişim basamakları önerir. Tüm Freudyen fikirlerin temelinde davranışı hayatta kalına dürtüsü ve üremek dürtüsü olmak üzere iki güçlü eğilimin yönettiği düşünülür. Freud'un insan gelişiminde seksüel dürtülere çok büyük önem vermesi ve bunlara özel bir terim, libido, atfetmesinin nedeni hayatta kalına dürtümüzün genellikle çevremizce tehdit altında olmaması ancak üreme dürtümüzün çevremizce çoğunlukla engellenmesi ve tasvip edilmez olmasıdır. Libido, cinsel dürtüler için enerji kaynağıdır. Freud'un psiko-seksüel gelişim basamakları 1. Oral dönem (doğumdan 18 aylığa kadar). Bu dönemde zevkin kaynağı emmek, ısırmak, yutmak ve dudaklarla oynamaktır. Bebek itkilerin acele doyumuyla meşgul görünür ve bu dönemde id baskındır. Ağızla ilgili ihtiyaçlar (oral ihtiyaçlar) uygun biçimde karşılanmazsa birey çocukken parmak emme, tırnak ısırma, kalem çiğneme, yetişkinlikte de aşırı yeme ve sigara içme gibi alışkanlıklar edinebilir. 2. Anal dönem (18 aylık-3 yaş): Bu dönem çocuğun yeni yürümeye başladığı döneme denk gelir ve çocuk çişini ve kakasını tutup bırakmaktan zevk alır. Tuvalet eğitimi çocuk ile aile arasında önemli bir konudur. Eğer aile, çocuk hazır olmadan önce tuvalet eğitiminde ısrar ederse veya çok az beklentisi olursa aşırı düzenlilik, aşırı temizlik ya da tertipsizlik, düzensizlik gibi anal kontrolle ilgili çatışmalar görülebilir. Freud bu dönemi id ve ego çatışması olarak nitelendirmiştir. 3. Fallik dönem (36 yaş): Freud'un fallik dönem olarak nitelendirdiği 36 yaş arasında, çocuk genital bölgelerle ilgilenmeye başlar. Bu dönemin en belirgin özelliği cinsel zevkin kaynağı genital organlarını keşfetmek ve idare etmektir. Erkekler için Oedipus çatışması ve kızlar için Elektra çatışması görülür. Freud'a göre erkek çocuk annesine karşı yakınlık duyar, babasının kendisini cinsel organlarından yoksun bırakacağı korkusunu (hadımlık kompleksi kastrasyon) yaşar ve Oedipus kompleksi geliştirir. Kız çocuksa annesine, kendisini eksik organla doğurduğu için kızgınlık geliştirir, sevgi objesi olan anne yerine babasına karşı ilgi duyar ve erkeklere karşı iğrenme duygusu oluşur. Kız çocuk babasının sevgisini yitirmekten korkar. Freud fallik dönemi yunan mitolojisi ile betimlemiştir. Anneye olan rekabeti Elektra Kompleksi ile açıklamıştır. Freud'a göre çocuklar bu dönemde diğer cinsiyetten olan ebeveyne karşı cinsel istek duyar ancak cezadan kaçmak için bu isteklerinden vazgeçerler. Bunun yerine aynı cinsiyette ebeveynin özelliklerini ve değerlerini edinirler ve sonucunda süper ego oluşur. Bu dönemdeki id, ego ve süper ego arasındaki ilişki bireyin temel kişiliğini belirler. 4.Latent (örtük) dönem (6-11 yaş): Bu dönemin en belirgin özelliği cinsel doyuma olan ilginin azalmış olmasıdır. Süper ego gelişmeye devam ederken, çocuk, ailesinin dışındaki yetişkinlerden ve aynı cinsiyetteki oyun arkadaşlarından yeni sosyal değerler edinir. 5.Genital dönem (11-21 yaş). Ergenlik, fallik dönemdeki cinsel dürtülerin yeniden ortaya çıkmasına neden olur ve karşı cinse olan cinsel yönelim bu dönemde başlar. Psiko-sosyal Kuram ve Erik Erikson (1902-1994) Erikson 1902 yılında Almanya'da doğmuş kariyerine 20.yy başlarında Avrupa'da başlamış Amerikalı bir psikanalizcidir. Freud'un çalışmalarının Erikson üzerindeki etkisi büyüktür ve bu nedenle Freud'un takipçisi olarak nitelendirilmektedir (Essa, 2007). Çocuk gelişiminde, Freud'un psikanalitik görüşlerinden etkilenen kuramlar arasında en önemlisi Erikson'ın psikososyal gelişim kuramıdır. Erikson, Freud'un kuramındaki temel unsurları kabul etmektedir ancak kuramını, kültür ve sosyal çevre gibi gelişimi şekillendiren diğer faktörleri de içerecek şekilde genişletmiştir. Erikson, bilişsel gelişimin sosyal gelişimle el ele gerçekleştiğini ve ikisini birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını ileri sürerek erken çocukluk eğitimine belki de en büyük katkısını gerçekleştirmiştir. Erikson'a göre çocukların kişilikleri ve sosyal becerileri içinde bulundukların toplumun koşullarına bağlı olarak ve toplumun (aileler, okullar, okul öncesi eğitim programları ve sosyal kurumlar) isteklerine, beklentilerine ve değerlerine göre gelişir. Yetişkinler, özellikle de aileler ve öğretmenler, çocukların çevrelerindeki birincil kişilerdir ve dolayısıyla çocukların kişilik ve bilişsel gelişimlerine destek olmak ya da ket vurmak açısından çok büyük güce sahiptir. Çocuk gelişim ve eğitimde son yıllarda altı özellikle çizilen bütüncül gelişim çocuğun bütün gelişim alanlarının bir bütün olarak ele alınması, hiçbir gelişim alanının bir diğerine karşı üstün görülmemesi) bakış açısının çıkış noktalarında birisi Erikson ve onun bu görüşleridir Erikson, bebeklikten yaşlılık dönemine kadar uzanan 8 yaş dönemi önermiştir ve tıpkı Freud'un kuramında olduğu gibi Erikson'ın kuramı da her dönem aşılması gereken, bireyin çözmesi gereken kendine has krizler içerir. 1. Güvene karşı güvensizlik (doğum - 1 yaş): Güven, sağlıklı bir kişiliğin temel bileşenlerinden biridir; fakat Erikson yaşamın ilk yıllarında dünya hakkında çok az bilgi olduğundan bebeğin dünyaya karşı güvensizlik duyma eğiliminde olduğunu söyler. Bu dönemde bebeğin yaşamındaki en önemli kişi temel bakım veren kişidir genellikle annedir. Güven ve güvensizlik arasındaki çatışmanın başarılı biçimde çözülmesi büyük oranda bebeğin bu bakım veren kişiyle olan ilişkisine bağlıdır. Bu dönemdeki duygusal ilişkilerin kalitesi iyiyse, çocuk güven duygusu geliştirir ve dünya hakkında olumlu, iyimser düşüncelere sahip olur. Ancak duygusal ilişkinin kalitesi kötüyse bebek, kaygılı ve güvensiz biri olarak yetişebilir. 2. Bağımsızlığa karşı utanma ve şüphecilik (13 yaş): Başlangıçta bebeklerin bir eyleme geçme niyeti yoktur ancak sonraları isteyerek, kasıtlı olarak eylemde bulunurlar. Kendilerini, hareketlerinin yaratıcısı olarak görmezler. Bir davranışta bulunmaktansa, tepki verirler. Ancak bu dönemde, bir eylemde bulunduklarını fark etmeye başlarlar. Bu farkındalıkla birlikte bağımsızlık hissini geliştirirler. Kendi seçimlerini yapmak ve kendi başlarına karar vermek isterler. Aile, çocuğa makul seçimler yapma özgürlüğü tanıdığında ve çocuğu zorlamayıp utandırmadığında, bağımsızlığı teşvik etmiş olur. Ebeveynler, çocukların öz denetimine izin veren destekleyici bir atmosfer yarattıklarında çocukların bağımsızlık hissi gelişir. Çocuklar katı cezaya maruz kalıyorsa, alay ediliyorlarsa ya da utandırılıyorlarsa, kendi yeteneklerinden şüphe duyabilirler ya da genel bir utanç hissedebilirler. 3. Girişkenliğe karşı suçluluk duyma (36 yaş): Artık çocuklar özerk ve bağımsız olduklarını keşfetmişler ve bir birey olduklarının farkındadırlar. Çocukluklarının geri kalan vaktinin çoğunu tam olarak kim olduklarını keşfederek geçireceklerdir. Erikson, çocukların kim olduklarını keşfetmek için önce aileleri gibi olmaya çalıştığını, bir başka deyişle onlarla özdeşleştiğini savunur. Çocuklar bu dönemde bir hedef oluşturup bunu başarmak için çalışabilirler(bloklardan uzun bir kule yapmak gibi). İnisiyatif alma, bir şeyi başarma ve sorumluluk hissi geliştirirler ve aileler çocuklarının inisiyatif alma ihtiyacını desteklemelidir. Aksi taktirde çocuklar, ailelerinin standartlarını karşılamakta başarısız olduklarını düşünüp endişelenebilir ve suçluluk hissedebilirler. • 4. Başarıya karşı aşağılık duygusu (6-11 yaş): Bu dönemde çocuklar kendi kültürlerinin önemli bilişsel ve sosyal becerilerinde ustalaşırlar. Arkadaşlarıyla iyi oynamayı ve başarılı olmak için çalışmayı öğrenirler. Eğer yaptıkları iş öğretmenleri, ailesi ve arkadaşları tarafından önemsiz görülürse, çocuk yetersiz hisseder ve aşağılık duygusuna kapılır. Erikson'un diğer aşamaları kimlik kazanma ya da rol karmaşası (11-20); Yakın ilişkiler ya da soyutlanma (2040); üretkenlik ya da durgunluk (40-70); ve benlik bütünlüğü ya da umutsuzluk (70+)'tur. Davranışçı Yaklaşım Adından da anlaşılabileceği gibi davranışçı yaklaşım gözle görülebilen davranışla ilgilenir ve özellikle deneyim ve davranış arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Davranışçılara göre davranış belirli bir eyleme verilen karşılıkla şekillendirilebilir. John B. Watson (1878), Edward Thorndike (18741949) ve B. F. Skinner (19041990) en tanınmış davranışçılardır. Davranışçılar arasında en sivri görüşlere sahip olan Watson çalışmalarında Freud'dan ve özellikle Freud'un çocukların anne veya babalarına saplantılı olduğunu iddia ettiği görüşlerinden etkilenmiştir. Ancak Watson görüşlerini Freud'un teorisi üzerine kurmuş olsa da çocukların dürtülerini görmezden geldiği ve ebeveynlerin çocuklarına karşı fazlasıyla sert olmaları gerektiğini savunduğu için Freud’un kuramıyla çelişmektedir. Freud'un bahsetmiş olduğu saplantının anne babaların çocuklarını çok fazla öpmesinden, sarılmasından ve sevgi gösterilerinden kaynaklandığına inanmış, Freud'un saplantının ileri derecede olmasının gelişim sürecini olumsuz etkileyeceği görüşünden de yola çıkarak bu görüşü ebeveyn sevgisinin fazlasının çocuklara zarar verdiğini ileri sürecek kadar da ileri götürmüştür. Diğer bir deyişle bu etki onun psikanalitik yaklaşımı kabul etmek yerine reddetmesine ve eğer psikoloji gerçek bir bilim olacaksa, psikologların insan düşüncelerini ve gizli dürtüleri değil (psikanalist yaklaşıma ve özellikle Freud'a gönderme yaparak), sadece görünen ve ölçülebilen insan davranışlarını çalışmaları gerektiğini savunmasına neden olmuştur. Son derece katı ve radikal görüşlere sahip olsa ve aslında çalışmalarının fazla bir bilimsel dayanağı olmasa da Watson 1930, 1940 ve 1950'lerde Amerikan aileleri tarafından geniş çapta kabul görmüş ve çocuk yetiştirme konusunda Amerika'da bir otorite haline gelmiştir. Diğer psikologlar da psikanalitik yaklaşımdaki bilinçsiz dürtüleri çalışmayı zor buldukları için Watson'a kısmen katılmışlar ve ancak fiili davranışın daha nesnel ve bilimsel çalışılabileceğini düşündükleri için davranışçılık geliştirilmiştir. Buna aynı zamanda öğrenme kuramı da denilir çünkü odak noktası, bazı davranışları öğrenme biçimimizdir. Davranışçılara göre tüm gelişim bir öğrenme süreci içerir, bu nedenle yaşa ya da olgunlaşmaya dayanan belirli aşamalarda gerçekleşmez. Davranışçı yaklaşıma göre öğrenme şartlanmayla belirli bir uyaranla harekete geçen belirli bir tepki gerçekleşir ve iki tür şartlanma vardır: klasik ve edimsel şartlanma. Klasik şartlanmada öğrenen kişiye, uyarıcı bir ödülle birlikte sunulur ve uyarıcı ne zaman ortaya çıksa kişi ödülü de beraberinde görmeyi bekler. Klasik şartlanma, Ivan Pavlov'un ünlü deneylerinde köpeklerin daha kendilerine yiyecek verilmeden, kendilerini besleyen eğitmeni gördüklerinde tükürük salgıladıklarını keşfetmesiyle ve köpeklerden hiçbirisi daha önce eğitmenlerinden hiçbirini yemediği için, köpeklerin yemeği getiren kişinin görüntüsüyle yemeğin sunumunu bir şekilde ilişkilendirdiğini tespit etmesiyle ortaya konmuş bir koşullanma çeşididir. Watson da aynı şekilde hayvanlarda ve insanlarda davranışların şartlanabileceğini düşünmüştür. Düşüncesini test etmiş ve çocuk gelişiminde en önemli gücün çevre olduğu ve yetişkinlerin çocuğun davranışını uyaran-tepki bağlantısını kontrol ederek şekillendirdiği sonucuna varmıştır. Skinner, modern davranışçı yaklaşımcılar arasında en çok tanınanıdır. Ödüller ve cezalarla kontrol edilebilen öğrenme hakkında birçok yayın yapmıştır. Öyle ki ismi uyaran-tepki kuramı ve edimsel koşullanmanın bir eşanlamlısı olarak anılmaktadır (Brewer, 2004). Uyaran-tepki teorisinin temel öğeleri pekiştireç, ceza, edimsel koşullanma ve davranışı söndürmedir. B.F.Skinner psikolojinin, davranışın bilimsel çalışmasına odaklanması gerektiği konusunda Watson'a katılmaktadır. Aynı zamanda da Pavlov'la klasik koşullanmasının da bazı davranışları açıklayabildiği konusunda hemfikirdir. Ancak, Skinner edimsel koşullanmanın insan davranışında, özellikle de daha karmaşık öğrenme süreçlerinde çok daha büyük bir rol oynadığına inanmıştır. Edimsel koşullanmada birey, belli bir davranışın belli bir sonuç doğurduğunu öğrenir. Eğer sonuçlar faydalı ya da hoşa gidiyorsa, organizma aynı tepkiyi almak için davranışı yinelemeye meyilli olacaktır. Eğer tepki hoşa gitmiyorsa, organizma davranışı tekrarlamaya meyilli olmayacaktır. Bir başka deyişle hayatta yaptığımız her şey her eylemimiz geçmiş davranışlarımızın sonuçlarından etkilenmiş edimsel tepkilerdir. Edimsel koşullanmada istenilen davranışın görülme ihtimalini arttırmak için sonucun tekrarlanması sürecinde pekiştirme yapılır. Davranışçı yaklaşıma çok eleştiri gelse de gelişim çalışmaları davranışçılıktan fayda görmüştür. Yaklaşımın gözlenen davranışın sebepleri ve sonuçları üstündeki vurgusu, doğuştan olduğu düşünülen pek çok davranışın ve duygusal problemlerin aslında "öğrenilmiş" olduğunu göstermiştir. Eğer negatif bir şey öğrenildiyse, bunun tersinin de öğrenilebilir ya da öğrenilenin değiştirilebilir olması umut vericidir. Böylece bilim adamları, pekiştirmeleri ve geçmiş şartlanmaları inceleyerek istenmeyen davranışın sürmesini sağlayan uyaran-tepki zincirini kırmaya ve sinir krizleri, fobiler, bağımlılıklar gibi istenmeyen problem davranışları gidermeye çalışmışlardır. Bu kuramın önemli eleştirilerinden biri düşünmek, hissetmek, analiz etmek, problem çözmek, değerlendirmek gibi yüksek düşünce sistemlerini ihmal etmektir. Davranışçılar için önemli olan kavramsal süreçler değil, fiili davranıştır. Sosyal Öğrenme Kuramı ve Albert Bandura (1925) Albert Bandura, 1925'te Kuzey Kanada'nın Alberta bölgesinde, Mundere adında küçük bir kasabada doğmuş bir psikologdur. 1952 yılında Iowa Üniversitesi'nde klinik psikoloji alanında doktorasını aldıktan sonraki 1953 yılında Stanford Üniversitesinde çalışmaya başlamış ve Miller ve Dollard'ın Sosyal Öğrenme ve Taklit (1941) adlı kitaplarından büyük ölçüde etkilenmiştir. 1960'lı yılların başında Bandura'nın taklit yoluyla öğrenme üzerine çalışmaları ve taklit yoluyla öğrenmeye farklı bir boyut getirerek gözlem yoluyla öğrenme kavramını ileri sürmesi, davranışçı yaklaşıma bilişsel bir boyut katarak her iki yaklaşım arasında bir köprü oluşturulmasını sağlamıştır. Bandura'nın sosyal öğrenme teorisi bilişsel öğrenme kuramı ile analitik davranışçı kuramın birleştirilerek ortaya konulan bir çeşit orta yol kuramdır ve öğrenmeye getirdiği yaklaşım, sosyal-davranışçılıktır. Bandura Sosyal Öğrenme Teorisi'ni zaman içinde geliştirerek "Sosyal Bilişsel Kuram'' olarak güncellemiştir Albert Bandura göre insanın öğrenmesinin doğasında bir sosyallik vardır ve insan çoğunlukla diğer insanların davranışlarını gözleyerek öğrenir. Bu doğrultuda çocuklar en hızlı, diğer insanları izleyip onları taklit ederek öğrenir (Berk, 2006). Diğer bir deyişle gözleyerek öğrenme sonucunda elde edilen bilgi, diğerlerinin davranışlarının taklit edilerek değil, çevredeki olayların bilişsel süreçlerden geçirilmesiyle kazanılan bilgidir. Her ne kadar ikisi birbirinin yerine sıklıkla kullanılıyor olsa da gözlem yoluyla öğrenme ile taklit yoluyla öğrenmenin birbirinin yerine kullanılabilecek iki kavram değildir, çünkü Bandura'ya göre gözlem yolu ile öğrenme taklidi içerebilir de, içermeye bilir de. Bandura'ya göre sosyal öğrenme teorisinin davranışçı yaklaşımdan ayrılan yönleri şunlardır: Davranış öğrenilir fakat hemen gösterilmeyebilir. Gözlem sonunda kazanılan davranışların hemen gösterilmesi gerekmemektedir. Birey kazandığı davranışı daha sonraki yaşantısında gösterebilir. • Öğrenme her zaman pekiştirece bağlı değildir. • İnsan uyarıcıya karşı tepki veren pasif bir organizma değildir aksine insan davranışı zihinsel işlemlerin sonucunda oluşur. Davranışı sadece bir uyaran-tepki ilişkisi içinde ele almak ya da pekiştireç ve ceza kavramlarıyla açıklamaya çalışmak insan bilişinin oynamış olduğu aktif rolü görmezden gelmektir. Davranış kazandırma, değiştirme ve güçlendirme süreci açıklanırken, insanların birbirlerinden farklı davranabilecekleri ve bunda da insanların düşüncelerinin, fikirlerinin ve beklentilerinin birbirinden farklı olduğu gerçeği göz önüne alınmalıdır. Bu düşünceler zaman içinde değişerek dünyaya ve olaylara bakış açımızı etkileyebildiği gibi nerede, nasıl davranacağımız da zaman içinde farklılık gösterir Bandura model alarak öğrenmenin iki sürecini edinme ve performans olarak açıklar. Birinci süreç olan edinme de kendi içinde dikkat ve bellekte tutma olmak üzere ikiye ayrılır. Dikkatten kastedilen modeli izlemek ve gözlemek, modele dikkatini vermek iken bellekte tutmadan kastedilen gözlem yapan çocuğun gördüğünü kaydedecek bir yol bulması ve aklında tutmasıdır. Tekrar tekrar model olunursa çocuk bilgiyi daha fazla belleğinde tutabilir ve kelime ve görüntüyü aynı anda verilirse, daha iyi hatırlar. İkinci "süreç olan performans, model almadan geriye kalandır ve o da motor hareket durumu ve güdüsel durum olmak üzere ikiye ayrılır. Motor hareket durumu, gözleyenin model aldığı davranışı yapabilecek fiziksel yeterlilikte olmasıdır. Görüntüleri ya da tarifleri gerçek davranışa dönüştürebilmelidir. Güdüsel durum çocuğun gözlediği davranışı uygulamak isteyip istemediğiyle ilgilidir. Dikkat ve bellekte tutma var olduğu halde çocuk hala davranışı gerçekleştirmek için motive edilmelidir. Bandura'ya göre, öğrenileni uygulaması için çocuğa. pekiştireç uygulanabilir. Pek çok öğrenme kuramcılarının tersine, Bandura, çocuğun kendi gelişiminde aldığı aktif rolü vurgulamış ve gelişimi çocuklarla onların sosyal çevresi arasında karşılıklı belirlemecilik (reciprocal determinism) olarak tarif etmiştir. Yapılandırmacı Yaklaşım Bilişsel Gelişimsel Kuramı ve Jean Piaget (1896-1980) Erken çocukluk eğitimini şekillendiren kuramlardan bahsederken kuşkusuz ilk akla gelecek isim Jean Piaget ve bilişsel gelişim kuramıdır. Piaget Neufchatel, İsviçre'de doğmuş ve ilk bilimsel makalesini 10 yaşındayken yayınlamıştır. Biyoloji alanındaki doktorasını 20 yaşındayken almış ve takip eden 10 yıl içinde de biyoloji alanında yirmiden fazla bilimsel yayın yapmıştır. Bilişsel Gelişim Kuramı'nda Piaget, çocukların zekasının gelişimi ve çocukların yetişkinlerden çok farklı olduğunu ileri sürdüğü düşünme biçimleri üzerinde durmuştur. Belirli bir eğitim uygulaması önermese de, eğitimciler çoğu eğitimci ve kuramcıdan çok Piaget'nin teorisini uygulamaya geçirmeye çalışmışlardır. Kuramını ortaya koymadan önce Paris'te Alfred Binet Laboratuarında Theodore Simon ile birlikte çocukların akıl yürütmesini anlamak için kullanılacak testlerin standartlaştırılması üzerinde çalışmış ve bu deneyim daha sonra detaylı olarak ortaya koymuş olduğu bilişsel gelişim kuramının alt yapısını oluşturmasına yardımcı olmuştur. Bu laboratuvarda çalıştığı dönemde Piaget çocukların bilişsel yeteneklerine ilgi duymaya başlamıştır. Çocukların sorulara verdiği yanlış cevapların, doğru cevaplara göre daha çok bilgi verici olduğunu ve yaklaşık olarak aynı yaşlardaki çocukların aynı tür hatalar yaptıklarını keşfetmiştir. Ayrıca bir yaş grubunun yaptığı hatalarla, farklı bir yaş grubunun yaptığı hatalar arasında niteliksel olarak farklar olduğunu görmüştür. Binet Laboratuarı'nda çalıştığı dönemde Piaget çocukların test maddelerine verdiği doğru cevaplarla zekanın kıyaslanamayacağını fark etmiştir. Hayatının en büyük çalışmasına yön veren bu deneyimden sonra Geneva'daki Jean Jacques Rousseau Enstitüsü'nde bilişsel gelişim üzerine çalışmaya başlamıştır. Çalışmalarında kendi üç çocuğu ve onlar hakkında yapmış olduğu detaylı uzun gözlemler büyük rol oynamış ve bu nedenle de birçok eleştiri almıştır. Nitekim 1960lara gelene kadar Piaget'nin çalışmaları psikologlar tarafından, bir kısmı kendi çocuklarına ait, başta gözlem olmak üzere kalitatif yöntemler aracılığıyla oluşturulduğu gerekçesiyle görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Ancak şunun da altını çizmek gerekir ki Piaget bilişsel gelişim kuramını sadece kendi üç çocuğuyla yaptığı kalitatif çalışmalar değil binlerce çocuğu içeren yüzlerce çalışmaya dayandırmıştır ve çalışmalarının detaylı incelemesi sonucunda Piaget'nin çalışması kabul edilmiş, saygı görmüş ve hatta erken çocukluk eğitimcileri arasında daima övgü almıştır. Piaget'nin geliştirdiği ve dünyada birçok alanda çığır açan kuramının altında Piaget'nin almış olduğu biyoloji eğitimi yatmaktadır. Bilişsel gelişimi de canlıların içinde bulundukları ortama fizyolojik olarak uyum sağlama sürecine benzetmiş ve kuramını bu benzerlik üzerine kurgulamıştır. Örnek verecek olursak, nasıl hava sıcaklığı arttığında ya da azaldığında insan yazlık ya da kışlık giysiler giyerek fiziksel olarak uyum sağlamaya çalışıyorsa, çevresindeki değişikliklere de bilişsel olarak uyum sağlamaya çalışmaktadır. Bunu yapmak için de çevresini anlamasını kolaylaştıracak çeşitli şemalar aracılığıyla planlama yapmaktadır. Bilişsel anlamda uyum, birey yeni bir durum ya da deneyimle karşılaştığı zaman meydana gelir. Kişi yeni bilgi ya da deneyimini var olan bilgisine ve psikolojik yapısına uyacak şekilde düzenlemelidir. Ancak bir biyolog olmasına rağmen Piaget, çoğunlukla öğretmenler ve psikologları aydınlattığı için çocuk psikologu olarak anılmaktadır. Piaget de Froebel gibi bilişsel gelişimin altında yatan gücün çocuğun düşüncesi değil çocuğun başlattığı eylem olduğunu ileri sürmüştür. Çocuğun olgunlaşmasında ve gelişiminde sadece insanlar değil bütün canlı türleri için geçerli olan gelişimsel yapıyı belirlemeye çalışmıştır. Bu bakış açısından hareketle çalışmaları sadece psikolojiye değil ancak genel anlamda insan gelişimiyle ilgilenen genetik epistemolojiye mal edilmelidir. Piaget'nin bilişsel gelişim kuramını altında yatan temel varsayımlar: Çocuk dış dünya hakkındaki bilgisini aktif katılım yoluyla doğrudan deneyimleyerek oluşturur. Zeka zamanla gelişir. Çocuklar tabiatları gereği zekalarını geliştirecek motivasyona sahiptir. Zekanın insanlar dahil bütün canlıları içeren biyolojik bir temeli vardır. İnsanlar çevrelerindeki kişiler, eşyalar ve mekanlarla etkileşime girerek çevresel deneyimlere uyum sağlarlar ve bunun sonucunda bilişsel gelişim ortaya çıkar. Piaget'nin bilişsel gelişim teorisiyle birlikte, eğitim ve psikolojide hakimiyetini sürdürmekte olan davranışçı yaklaşım ve yansımaları da önemli bir rakip kazanmış ve etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. Dewey'den sonra Piaget ve Vygotsky'nin önderliğini yaptığı (her ne kadar gelişimin farklı yönlerini ele almış ve gelişimin üzerindeki farklı etkileri vurgulamış olsalar da) yapılandırmacı yaklaşımla (constructivism) birlikte öğrenMe sürecinde odak noktası öğretmenden öğrenciye kaymış, öğrenmenin söz konusu olabilmesi için öğrencinin öğrenme sürecinde aktif katılımının şart olduğu düşüncesi hakim olmuştur. Piaget'nin yapılandırmacı yaklaşımını erken çocukluk eğitimi açısından ele alacak olursak, bu bakış açısına göre, çocuklar çevreleri ve dış dünya hakkındaki anlayışlarını kendileri oluştururlar (yapılandırırlar). Bu durumda bilgi dışarıdan empoze edilemez; ancak birey tarafından içerde oluşturulup dışarıyla paylaşılır. Piaget, davranışçı yaklaşımın savunduğu gibi pekiştireç verilerek bir çocuğa bilginin empoze edilebileceğine inanmaz. Ona göre, çocuklar kendi dünyalarını keşfedip işlerken bilgiyi aktif bir şekilde inşa eder; bir başka deyişle çocuklar pasif bir şekilde diğer insanların onlara problemler sunmasını beklemeyip, aktif şekilde çözecek problem ararlar. Piaget'ye göre meraklı ve sorgulayıcı olmak onların doğalarında vardır. Piaget bireyin çevresindeki dünyayı anlamak için geliştirdiği uyarlanabilir düşünce ve davranış örüntülerine şema (schema) adını vermiştir. Bireyin düzene, belirli bir yapıya ve öngörüye ihtiyacı vardır. Duyu organlarıyla alınan her bilgi parçasında, beyin önceki bilgilere veya zihinsel süreçlere dayanarak bir eşleştirme yapmaya çalışır. Piaget yeni deneyimin çocukta bilişsel bir çatışmaya neden olduğunu ileri sürer. Bu çatışmayı çözümlemek amacıyla çocuk yeni deneyim sonucunda elde ettiği yeni bilgileri özümleme ve düzenleme süreçlerinden geçirerek yeni bir bilgi oluşturur. Böylelikle yeni deneyimin yaratmış olduğu karmaşıklık ve bilinmezlik durumu sona erer ve bir denge oluşur. Özümleme çocuğun çeşitli deneyimler sonucunda ve duyu organları aracılığıyla yeni verilerin (bilgilerin) elde edilmesine veya özümsenmesine işaret eder. Elde edilen yeni bilgiler daha öncekilere uyınuyorsa ya da onlarla çelişiyorsa o zaman çocuk var olan bilgisini değiştirmeye ve güncellemeye ihtiyaç duyar ve devreye düzenleme aşaması girer. Çocuk sahip olduğu bilgiyi değiştirir. Özümleme ve düzenleme aşamaları uyum sürecinin birbirini tamamlayan ve bir bütün olarak hareket eden iç içe geçmiş iki aşaması olarak kabul edilir. Adından da anlaşılacağı gibi denge, özümleme ve düzenleme arasındaki dengedir. Çocuklar yeni deneyimi anında özümseyebilirlerse denge oluşur. Eğer olduğu gibi özümseyemezlerse dengeye ulaşmak için düşünüş şekillerinde, önceden sahip oldukları bilgilerde ve algılarında değişiklik yaparak düzenleme aşamasına geçerler. Eğer bilgi ne özümsenebilir ne de düzenlenebilirse reddedilir: Yeni bilgi çocuğun geçmiş deneyimlerine ve bilgilerinden çok farklı olduğu durumlarda reddetme genellikle görülen bir durumdur. Bu nedenle de yeni bilgi ve deneyimlerin çocukların geçmişteki bilgi ve deneyimleriyle ilişkili olması öğrenme için önemli bir koşuldur. Piaget (1969)'ye göre çocuklar bilişsel gelişimlerini belirli basamaklardan geçerek tamamlarlar ve bu basamaklar her çocuk için aynı olmakla ve aynı sırayı izlemekle birlikte basamakların yaş aralığı ancak bir ortalamayı vermektedir. Çocuğun bir basamağı kaç yaşında atlayıp geçeceği net değildir ancak bir basamağı atlayınca hangi basamağa geçeceği her çocuk için aynıdır ve kesindir. Ancak, bazı çocuklar bu basamakları diğerlerine göre daha hızlı aşarlar ve yavaş aşanlar son basamağa hiç ulaşamayabilirler. Piaget'e göre bilişsel gelişimin aşamaları: 1. Duyusal-motor dönem (doğum18 ay/2 yaş): Bu dönemde bebekler çevrelerindeki dünyayı anlamak için reflekslerini ihtiyaç duyarlar ve elleri, gözleri, kulakları ve ağızlarını kullanarak ve eylemde bulunarak düşünürler. Emmek için ağızlarını, görmek için gözlerini ve tutmak için ellerini kullanırlar ve böylelikle kafalarında neler emilir, neler tutulur gibi şemalar oluşturmaya başlarlar. Bu duyulara dayalı ve refleks hareketlerle bebekler gittikçe daha karmaşıklaşan, kendilerine özgü şemalar geliştirerek dış dünyayı anlamaya başlarlar. Bu nedenle çocukların fiziksel ve bilişsel olarak hangi seviyelere gelecekleri duyularını kullanarak keşfedebilecekleri nesnelerin çeşitliliğine ve deneyimlerinin zenginliğine bağlıdır. Nesne devamlılığı yani nesnelerin görünmese, dokunulmasa veya duyulmasa da var olmaya devam edecekleri anlayışı bu dönemde oluşmaya başlar. Ancak bu dönemde çocuklar soyut (resim, kelime) değil somut nesnelere ihtiyaç duyar: İkinci yılın sonuna doğru duyusal ve refleks hareketlere daha az ihtiyaç duyar ve görünürde olmayan nesneler için kelime ve sembolleri kullanmaya başlarlar. 2. İşlem öncesi dönem (2 yaş-7 yaş): Hızla ilerleyen dil gelişimi, duyusal-motor hareketlere daha az bağımlılık ve semboller ve kelimeler kullanarak olayları temsil etme becerisindeki artış gibi özellikler nedeniyle duyusalmotor dönemdeki bebeklerden ayrılırlar. Ancak bu dönem çocuğu birçok yönden de hala benmerkezcidir ve başkalarının bakış açılarının kendilerininkinden farklı olabildiğini anlamakta zorluk çekerler. Herkesin kendileriyle aynı nedenle ve aynı şekilde davranması gerektiğini düşünür ve kendilerini başkalarının yerine koyamazlar. Nesneleri dikkatlerini ilk çeken tek bir özelliğine göre değerlendirir ve gruplarlar. Örneğin uzun, sarı, yuvarlak bir kalemin ilk olarak hangi özelliği dikkatini çektiyse ona dikkat edeceklerdir. Bu dönemin bir diğer önemli özelliği ise bu yaş grubu çocukların korunum ilkesini (nesnelerin sadece görünümünü ya da düzenlemesini değiştirmenin, nesnenin miktarı gibi ana özelliklerini değiştirmeyeceği fikri) geliştirememiş olmasıdır. Bu dönemde çocukların her şeyin bir nedeni olduğuna ve her şeyin belirli bir nedenden ötürü gerçekleştiğine inanırlar ve bu nedenle de neden, nasıl gibi soruları çok sorarlar. 3.Somut İşlemler Dönemi (7 yaş-11 yaş): İlköğretimin ilk beş yılına denk gelen bu dönemde, benmerkezci konuşma ve düşünce önemli ölçüde azalır, çocuk bilişsel güçlüklerin üstesinden gelmeye başlar. Çocuklar bu dönemde sıralama, sınıflandırma ve karşılaştırma işlemleri için şemalar geliştirirler. Soyut düşünce tam olarak gelişmemiş olduğundan, tümüyle kuramsal olarak verilen bir problem karşısında başarısızlığa uğranabilir. Bu dönemdeki çocuklar "adalet", "özgürlük" gibi soyut kavramları konuşmaları sırasında kullanabilmelerine karşın, içeriklerini kavramada sorun yaşarlar. Olayları değişik yönleriyle irdeleyerek, geleceğe yönelik hipotezler kuramazlar. Somut işlemler dönemi, zihinsel işlem yapma yeteneğinin henüz gelişmediği işlem öncesi düşünce ile mantık işletme yoluyla muhakeme yapılabilen soyut düşünce arasında bir geçiş dönemi olarak kabul edilebilir. 4. Soyut İşlemler Dönemi (12 yaş ve üstü): 11yaşın sorularında başlayan bu dönem, ergenlik çağı boyunca sürecektir. Piaget'ye göre bu dönemde düşünce esnektir ve çocuk karmaşık durumların üstesinden gelebilmektedir. 12 yaşından küçük çocuklar, gördüğü gerçeğin arkasında olabilecek ilişkiyi kavrayamaz; ama ergen ve yetişkin, görünen gerçeğin, gerçeğin kendisi olduğu konusunda kuşkucudur. Olayın arkasındaki nedenleri aramaya çalışır. Inhelder ve Piaget'ye göre, ergenlikte beynin olgunluğu, bu işlemleri yapmaya uygun hale gelmekle birlikte, soyut işlemleri yapabilmesi çevreden gelen taleplere bağlıdır. Yani ergenin soyut işlemleri başarabilmesi için beynin olgunlaşmasının yanı sıra soyut işlem yapmasını gerektirecek bir çevrede bulunması da gereklidir. Diğer bir deyişle gelişimde olduğu gibi soyut işlemler döneminin özelliklerini kazanabilmek için de, olgunlaşma ve ergenin çevresiyle etkileşimleri sonucu yaşantı kazanması gerekmektedir. Piaget, birçok yetişkinin soyut işlemleri geliştiremediğini ifade etmektedir. Bunun nedeni de, içinde yaşadıkları çevrenin niteliğidir. Somut işlemler dönemindeki çocuklarla soyut işlemler dönemindeki ergenler arasındaki temel fark, ergenlerin bir olayın çok değişik yönlerini görebilmeleri ve bilgiyi soyut olarak üretebilmeleridir. Piaget'nin kuramının uygulamaya geçirilmesi amacıyla oluşturulmuş birçok eğitim programı vardır; High Scope Eğitim Programı ve Kamii Devres bunlardan başlıcalarıdır. Dünya genelinde ve Türkiye'de bu eğitim programlarını uygulayan birçok okul mevcuttur. Piaget'nin kuramına ve görüşlerine göre hazırlanmış bir sınıfın başlıca özellikleri ne olmalıdır? Piaget, psikoloji tarihindeki en etkili düşünürlerden biri ve bilişsel gelişim çalışmalarının kurucusu olarak kabul edilmiştir. Bilişsel gelişim araştırmaları en önemli kavramlarını tanıtmış ve büyük bir yüzdesinin yönünü değiştirmiştir. Onun kuramı çocukların gelişimin farklı dönemlerinde nasıl düşündüğü hakkında genel bir taslak sağlamıştır ve çocukların nasıl düşündüğü hakkında büyüleyici gözlemleri vardır. Ancak daha sonraki yıllarda birçok eleştiriye de hedef olmuştur (Berk, 2006). Bu eleştirilerden bazıları: Piaget'nin kuramı çocukların kendi çabalarıyla dünyayı nasıl anlamaya çalıştıklarını ifade ederken, bilişsel gelişime sosyal dünyanın katkısını hafife almıştır. •Aynı zamanda Piaget daima küçük örneklem kullandığı ve tek gözlemci olduğu ve gelişmiş ölçme araçları ve ileri istatistik metotları kullanmadığı için eleştirilmiştir. •Dahası, onun kuramı çocuklar arasındaki bireysel farklılıklar hakkında fazla bilgi vermez. •Eleştirilere karşın, Piaget çocukların dünyayı bizim gibi görmediklerini göstermiştir. •Çocukların akıl yürütmesi gelişim basamaklarının önerdiği gibi tutarlı değildir. •Bebekler ve küçük çocuklar Piaget'nin ön gördüğünden daha yeteneklidir. •Piaget bilişsel gelişimin sosyal bileşenlerini hafife alınıştır. Piaget işlemlerin nasıl işlediğini açıklamaktansa, bunları tarif etmede daha iyidir. Sosyo-Kültürel Kuram ve Lev Vygotsky (1896-1934) 1896'da batı Rusya'nın liman şehri olan Gomel'da doğup büyümüş olan Vygotsky çocuk gelişimine sosyal ve kültürel bir bakış açısıyla yaklaştığı Sosyo-kültüre kuramla ün kazanmıştır. Her ikisi de yapılandırmacı yaklaşımın önemli birer temsilcisi olsa da ve birçok konuda hemfikir olduklarını ileri sürmüş olsalar da aralarında bazı temel farklılıklar vardır. Piaget çocukları, dünyayı kendi başlarına anlamaya çalışan küçük bilim adamları olarak tanımlarken Vygotsky tersine onları, toplumun kendilerine beceri ve anlayış kazandırmaya çalışan bireyleriyle iç içe geçmiş sosyal varlıklar olarak betimlemiştir. Öğrenme ve gelişimde çocuğu, fiziksel çevresi içinde tek başına değil içinde doğup büyüdüğü ve yaşıtları veya yetişkinlerle etkileşimde bulunduğu sosyal çevreyle birlikte değerlendirmenin zorunluluğu üzerinde durmuştur. Vygotsky Piaget'yle aynı yıllarda yaşamış ve onun bir çağdaşı olmasına rağmen Vygotsky'nin çalışmaları uzun yıllar boyunca fazla duyulmamıştır. Bunda Rusya ve Amerika arasındaki o yıllarda var olan soğuk savaş ve Vygotsky'nin daha 35 yaşındayken erken ölümü etkili olmuştur. Diğer taraftan Piaget 80'lerinin ortasına kadar yaşamış ve birçok çalışmaya imza atma şansı bulmuştur (Brewer, 2004). Ancak son yıllarda Vygotsky'nin çalışmaları ve kuramı daha çok tercüme edilir ve üzerinde çalışılır olmuştur. Daha önceki yıllarda erken çocukluk eğitimi dahil birçok alanda Piaget yapılandırmacılığı hakimken Vygotsky'nin çalışmalarının gün yüzüne çıkmasıyla yapılandırmacı yaklaşımda da Vygostky bakış açısı hakimiyeti ele almıştır. Vygotsky, Piaget'nin bilişsel gelişim kuramını ilk eleştirenlerden biridir. Ona göre bilgi bireysel olarak değil, insanlarla etkileşime girdikçe, sosyal olarak oluşturulur. Çocuk ailesinin davranışlarını gözler, konuşmaları dinler ve taklit etmeye çalışır. Aile çocuğun bu çabalarını gerektiğinde düzeltmeler yaparak, gerektiğinde de daha zor görevler vererek destekler. Vygotsky, çocukların bilgiyi aktif olarak aradıklarını ancak zengin bir sosyal ve kültürel çevrenin çocukların düşüncelerini derinden etkilediğini savunur. Ona göre, bebeklerde doğuştan diğer hayvanlarda da olan, yaşamın ilk iki yılında çevreyle doğrudan temas yoluyla geliştirdikleri, temel algı, dikkat ve hafıza kapasitesi vardır. Ancak bireyin düşünce örüntüleri, kültürel kurumların ve sosyal aktivitelerin ürünüdür Vygotsky (1978)'nin çocuk gelişimi alanındaki çalışmaları birbiriyle bağlantılı dört ana başlık altında toparlanabilir. 1.Kültürün ve sosyal etkileşim rolü 2.Dilin rolü 3.Yakın gelişim alanı (zone ofproximal development) ve 4.Oyunun rolü Kültürün rolü ve önemi Vygotsky, öğrenmeyi bilginin sosyal bir ortamda inşa edilmesi olarak tanımlar. O'na göre çocuğun gelişimi içinde doğup büyüdüğü ve etkileşimde bulunduğu sosyal şartlardan ve ortamdan ayrı düşünülemez. Piaget, gelişimin öğrenmeyi mümkün kılacağını ileri sürerken Piaget'nin aksine Vygotsky, öğrenmenin gelişimi mümkün kılacağını savunur. Vygotsky de tıpkı Piaget gibi, çocuğun hayata ve çevresine dair bilgisini kendisinin deneyimler sonucunda yaparak ve yaşayarak edineceğini savunmuştur. Vygotsky'nin bilginin inşası sürecinde Piaget'den farkı, çocuğun çevresindeki yetişinkilerin, akranlarının ve kendinden büyük çocukların (anne baba, abi abla, geniş ailesi, öğretmen, akranları vs) birebir etkisini önemle vurgulamış olmasıdır. Diğer taraftan Vygotsky, semboller ve araçlar kullandığımız için diğer hayvanlara benzemediğimizi düşünür. Vygotsky'e göre nihayetinde değişik kültürler yaratırız ve bir kültürün kendine ait bir yaşam biçimi vardır. Kültürler değişip gelişir ve üyeleri üzerinde güçlü bir etki uygular ve üyelerinin öğrenmesi gereken şeyleri, düşünme biçimlerini ve inanmaları gerektiği varsayılan şeyleri belirler. Bu nedenle, Vygotsky'e göre çocuğun bilişsel gelişimi, içinde yaşadığı kültür bağlamında anlaşılmalıdır. Vygotsky, bireyin düşünme örüntülerinin, doğuştan gelen faktörlerin değil, kültürel kurumların ve sosyal faaliyetlerin ürünü olduğuna inanır. Vygotsky'nin teorisine göre bilgi, Piaget'nin önerdiği gibi bireysel olarak oluşturulmaz, etkileşim içinde olduğu insanlarla birlikte inşa edilir. Vygotsky, hatırlama, problem çözme veya planlama gibi zihinsel süreçlerin sosyal bir kökeni olduğuna inanır. Dilin rolü Vygotsky dilin, düşünmeyi mümkün kıldığını ve sadece kültürün temeli değil, bilinçlilik için de esas olduğunu ileri sürer. Vygotsky'ye göre dilin, sosyal, benmerkezci ve içsel konuşma olmak üzere her biri farklı bir amaca sahip üç biçimi vardır. Yaklaşık 3 yaşına kadar konuşmanın en ilkel biçimi, sosyal konuşma (dışsal konuşma) (external speech) yaygındır. Temel işlevi iletişim kurmaktır: diğerlerinin davranışını kontrol etmek veya basit kavramları ifade etmektir. Çocuk başkalarıyla iletişim kurmak için dili kullanır ve düşünce ve dilin farklı işlevleri vardır. Çocuğun yaşamında 3-7 yaşlar arasında özel konuşma (private speech) baskındır. Bu konuşma türü önceki dönemin sosyal konuşmasıyla bir sonraki dönemin daha içsel (iç) konuşması arasında bir tür köprüdür. Özel konuşma çocuğun faaliyetlerine eşlik eden aralıksız bir monologtur. Küçük çocuklar değişik problemler üzerine çalışırken kendi kendilerine yüksek sesle konuşurlar ve bu konuşmanın amacı davranışlarını ve düşüncelerini ayarlamak/ düzenlemek/kendilerini rahatlatmaktır (kendilerini yönlendirmek için). Diğerleriyle iletişim kurmaya çalışmadıkları için kendilerini böyle söze dökmeleri sosyal konuşmadan ziyade kişisel konuşma olarak görülür. Bu noktada, konuşma hem zihinsel işlev, hem de iletişim işlevi görür. İçsel konuşma (inner speech) ise bizim kişisel içe dönük konuşmamızdır ve Vygotsky'ye göre içsel konuşma düşünceyi mümkün kılar. Bu aşamada, çocuklar özel konuşmayı içselleştirirler. Düşünce ve davranışlarına rehberlik etmesi için içlerinden konuşurlar. Çocuklar "kafalarının içinde'' dili kullanarak, problemlerin çözümlerini ve eylemlerin sırasını düşünebilirler. Yakın gelişim alanı Vygotsky'nin teorisinin psikolojiye ve eğitime en önemli katkılarından biri yakın gelişim alanıdır. Vygotsky, çocukların gerçek gelişim seviyesinden ziyade bilişsel gelişim potansiyelleriyle ilgilenmiş ve her çocuk için bir yakın gelişim alanı bir çeşit gelişim potansiyeli olduğunu söylemiştir. Bir anlamda, bu gelişim alanı çocuğun kendi başına yapabileceği ile diğerlerinin yardımıyla yapabileceği arasındaki boşluktur. Yakın gelişim alanını anlamak için Vygotsky'nin eğitime kazandırmış olduğu bir diğer kavram olan öğrenme eşiğin uygun destek (scaffolding) ve özneler arasılık (intersubjectivity) kavramlarından da söz etmek gerekir. Vygotsky'e göre bilişsel gelişimi desteklemek için bir probleme başlamış farklı anlayışlara sahip iki kişi ortak bir anlayışa varmalıdır (özneler arasılık) ve öğretme sırasında çocuğa sunulan destek çocuğun o anki beceri seviyesine uygun olmalıdır (öğrenme eşiğine uygun destekscaffolding). Özneler arasılık, başlangıçta aile ve bebek arasındaki duygusal alışverişte ve taklit sürecinde bulunurken, daha sonra dil geliştikçe çocuklar 3-5 yaşlarında yaşıtlarıyla "bence'' ve "sen ne düşünüyorsun'' gibi ifadeler kullanmaya başladıkça gelişir. Öğrenme eşiğine uygun destek, bir görev ya da problemde ustalaşmayı öğrenen çocuğa yetişkin desteği sağlama sürecidir. Yetişkin, bir probleme uygun desteği sağladığında, problemin, çocuğun yeteneğini aşan unsurlarını gerçekleştirmiş olur. Diğer bir deyişle çocuğun nasıl ilerleyeceğine dair pek bilgisi olmadığı durumlarda yetişkin doğrudan öğretim kullanır, problemi baş edilebilir parçalara böler, taktikler ve bu taktikleri kullanacağı bir mantık önerir. Çocuğun becerisi artıkça öğrenmeyi destekleyen yetişkinler hassas bir şekilde desteklerini çeker ve çocuğun giderek daha çok sorumluluk almasını sağlarlar. Öğrenme eşiğine uygun destek, sözel ya da fiziksel destek biçiminde olabilir ve çocuklar faaliyetleri kendi başlarına gerçekleştirdikçe daha az rehberlik gerekir. Vygotsky'nin teorisi gelişimi sosyal bir süreç olarak tanımlar ve bilişsel gelişimin çocukların yetişkinlerle ve daha becerikli akranlarla etkileşimi sonucunda gerçekleştiğini savunur. Vygotsky'e göre çocuklar, çeşitli faaliyetlere ortaklaşa katılarak, başlangıçta yeteneklerinin ötesinde olan ancak yakın gelişim alanlarına giren bilişsel becerileri geliştirip pratik ederler. Ancak Vygotsky de çocukların bilme yetisine biyolojik katkılardan çok az söz ettiği için eleştirilmiştir. Bir başka deyişle onun kuramının, gelişime yol açan genlerin rolünü ihmal ettiği görülmüştür. Çoklu Zeka Kuramı ve Howard Gardner (1943) Gardner ve Çoklu Zeka Kuramı son yıllarda erken çocukluk eğitiminde en çok yankı uyandıran yaklaşımlardan biri olmuştur. Gardner'a kadar zekanın genellikle sayısalmantıksal ve sözel bileşenleri üzerinde durulurken, Gardner ve çoklu zeka kuramıyla çocukların bilişsel gelişimi hakkındaki görüşlere 8 çeşit zekadan bahsederek meydan okumuştur. İnsanların zeka kavramını yeniden gözden geçirmelerini sağlanmıştır ve çocuklara her bir zekaya hitap edecek şekilde eğitim verme çabasına girilmiştir. Piaget'ye göre olgunlaşmış biyolojik düşünce yani zeka, ağırlıklı olarak sınıflandırma, sıralama, numaralama, zaman ve uzamsal ilişkiler gibi sayısal-matematiksel eylemleri içerir. Zeka genellikle zeka testiyle ölçülebilen bir dizi bilişsel beceri olarak tanımlanırken Gardner (1993), bu anlayışı kabul etmemiş ve insanların birçok farklı yönde zeki olabileceklerini ileri sürmüştür. Gardner'ın ileri sürdüğü zeka çeşitleri; sözel-dilsel zeka, mantıksalmatematiksel zeka, müzik zekası, bedensel-hareketsel zeka, mekansal zeka, kişilerarası zeka, içsel zeka ve son olarak eklediği doğa zekasıdır. Sözel dilsel zeka, konuşma ve yazma becerileri aracılığıyla öğrenmeyi ve konuşma ve yazma diline duyarlılığı işaret ederken, dili öğrenme ve belirli amaçlar için dili kullanma becerisi içerir. Mantıksal matematiksel zeka, akıl yürütme ve problem çözme aracılığıyla öğrenmeyi, problemleri matematiksel olarak analiz etme becerisini işaret ederken, matematiksel işlemleri yapma ve konuları bilimsel yöntemlerle araştırma kapasitesinden oluşur. Müzik zekası, ritimler ve müzik aracılığıyla öğrenmeyi mümkün kılarken müzik yapılarını icra etme, oluşturma ve değerlendirme becerisini içerir. Bedensel/hareketsel zeka, fiziksel çevreyle etkileşime geçerek öğrenmeyi mümkün kılarken, kişinin problemleri çözmek için tüm bedenini veya bedeninin bölümlerini kullanma becerisini içerir. Mekansal zeka, düşünceleri görsel olarak düzenlemeyi ve görsel öğrenme becerisini işaret ederken, geniş mekan ve sınırlandırılmış alan örüntülerini tanıma ve kullanma potansiyelini içerir. Kişilerarası zeka diğer insanlarla etkileşim aracılığıyla öğrenmeyi mümkün kılarken, diğer insanların niyetleri, motivasyonlarını ve isteklerini anlama kapasitesine ve diğerleriyle işbirliği ve uyum içinde çalışma becerisini işaret eder. İçsel zeka, duygular, tutumlar ve değer yargıları aracılığıyla öğrenmeyi mümkün kılarken kişinin kendi duygularını, korkularını ve motivasyonlarını değerlendirme ve kendisini anlama kapasitesini gerektirir. Son olarak doğa zekası, kişinin kendi çevresinin belirli özelliklerini tanımasını, sınıflandırma, gruplama ve düzenleme becerisini işaret eder. Ekolojik Kuram ve Urie Bronfenbrener (1917-2005) Alfred Bandura'dan sonra Amerikan psikolog Urie Bronfenbrenner da İnsan Gelişiminin Ekolojisi adında bir sosyal öğrenme modeli geliştirmiş ve son yıllarda büyük yankı uyandırmıştır. Ekolojik teori çocuğu, kendisini çevreleyen çoklu düzeylerden etkilenmiş karmaşık ilişkiler içinde görür ve bu teorideki vurgu, kişiyle çevre arasındaki etkileşimlerin ürünü olan gelişimi anlamaktır. Bronfenbrenner çevreyi, çocuğun her gün yaşamını geçirdiği ev, okul, mahalleyi içeren ancak bunların ötesine geçen iç içe yuvalanmış yapılar olarak tasavvur eder. Çevrenin her tabakasının çocuğun gelişiminde önemli bir etkiye sahip olduğu düşünülür. Bu nedenle Bronfenbrenner, gelişimin sadece laboratuarlarda değil, aynı zamanda evlerde, okullarda, mahallelerde ve içinde yer aldığı topluluklarda araştırılması gerektiğini savunur. Bronfenbrenner'ın önemli teorik katkılarından biri, çevrenin kapsamlı tasviridir. Çevreyi; farklı ama birbiriyle ilişkili birkaç seviyede var olan ekolojik güçler, sistemler ve bunların aralarında var olan iki yönlü ve karşılıklı ilişkiler olarak tanımlar. Merkezde çocuğun çevreyle iletişime geçmesine ve çevresel etkilere tepki vermesini sağlayan bilişsel kapasiteleri, sosyal, duygusal ve güdüsel eğilimlerini (mizaç ve kişilik) içeren biyolojikle psikolojik karakteri vardır (mizaç ve karakter). Bireyin biyolojik ve psikolojik özellikleri üzerinde direk ve ani etkisi olan ortamlara mikrosistem denir. Bu ortamlara ev, aile bireyleri, sosyal ve eğitim ortamları (okul, sınıf arkadaşları, sınıftaki imkânlar)ve mahalle ortamı (fiziksel ortam ve arkadaşlar) dahildir. Mezosistem mikrosistem içinde yer alan birçok ortamda gerçekleşen karşılıklı ilişkileri içerir. Örneğin, aile içindeki imkan ve beklentiler, kitaplarla haşır neşir olma ve okumayı öğrenme gibi, çocuğun mikrosistem içinde yer alan okul ortamındaki başarısını ve yaşadığı deneyimleri önemli ölçüde etkileyecektir. Bir başka örnek olarak, boşanmış ailelerin çocukları, iki ev arasında sık sık gidip geleceklerdir. Bu durum da onların yaşıtlarıyla kuracakları arkadaşlıkların derecesini ve türünü etkileyebilecek bir faktördür. Sosyal, ekonomik, politik, dini ortamlar çocuğun bakımını ve eğitimini üstlenen bireyleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecektir. Bu daha geniş ortamlar ekzosistemi oluşturur. Ebeveynlerin iş yeri, esnek çalışma saatleri, ücretli doğum izni, hastalık izni, gibi koşullar ailelerin çocuk yetiştirme sürecinde onlara yardımcı olup, dolaylı yoldan da olsa gelişime etkide bulunurlar. En geniş çevre makrosistemdir. Makrosistem tinsel ve dini değerleri, yasal ve politik uygulamaları ve bir kültürel grup tarafından şekillendirilmiş gelenek ve törenleri içerir. Bir toplumun çocuk yetiştirme hakkında kültürel inançları, eğitimde okulların ve ailenin rolü, aile ilişkilerini sürdürmenin önemi, değişik yaşam biçimlerine karşı hoşgörü, etik ve ahlaki anlaşmalar, çocuğu hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkiler. Bu dört sistem zaman içinde sabit kalmaz, durmadan değişir. Savaşlar gibi tarihi olaylar ve doğal afetler, okul, mahalle gibi mikrosistemleri ve ekzosistemin bir topluma sağladığı sosyal, ekonomik, politik ve dini çerçeveyi altüst edebilir. Yeni bir aile üyesinin katılması, ana-babanın ayrılması, yeni bir eve taşınmak çocuğun değişik zamanlarda deneyimleyebileceği değişikliklerdir. Bronfenbrenner'in bu geçici etkiye verdiği isim kronosistem'dir. Bronfenbrenner'in teorisi de tıpı Vygotsky'nin sosyokültürel teorisi gibi çocuğun gelişiminde içinde yaşadığı toplumun ve kültürün dolaylı ama nihayetinde direk etkisini vurgulamaktadır. Hatta Bronfenbrenner'in Vygotsky'nin çalışmalarını bir üst seviyeye taşıyarak çocuğa en uzak soysal çevrenin bile çocuğun gelişimini nasıl şekillendirdiğinin altını çizmiştir. Bronfenbrenner'in kuramının erken çocukluk eğitimi ve uygulamalarına en önemli katkısı sadece çocuğu değil, aileyi de destekleyecek gerekli sosyal şartların ve düzenlemelerin yapılmasının gerekliliğinin altını çiziyor olmasıdır. ERKEN ÇOCUKLUK EGİTİMİNİ ÇERÇEVELEYEN YAKLAŞIM ve UYGULAMALAR • Gelişimsel Uygunluğa Dayalı Uygulamalar Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nde erken çocukluk eğitimcilerinin üzerinde en çok konulardan biri gelişimsel uygunluğa dayanmayan uygulamaların olası olumsuz etkileridir. Söz konusu uygulamaların son derece didaktik ve öğretmen merkezli olması nedeniyle erken çocukluk eğitimindeki ana eğilim, "seviyeye uygun olmayan'' veya "geleneksel" olarak nitelendirilmiş akademik yönelimli yaklaşımlardan uzaklaşıp, gelişimsel uygunluğa dayalı çalışmaları veya öğrenci ya da öğrenen merkezli, ilerici eğitimi (progressive education) teşvik etmektir. Gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların teorik olarak Dewey, Piaget, Vygotsky ve Erikson'ın çalışmalarına dayanmaktadır. Dewey, Piaget, Erikson ve Vygotsky'nin teorileri, erken çocukluk eğitimindeki eğitimcilerin onlarca yıllık deneyimiyle birleştirilerek ABD'de 1987'de Ulusal Küçük Çocukların Eğitimi Derneği (National Association for the Education of Young Children) tarafından hazırlanan gelişimse] uygunluğa dayanan uygulamalar faaliyet raporunda dile getirilmişve 1997'deve 2009'da yeniden gözden geçirilerek düzenlenmiştir. 1987'deki rapor, erken çocukluk eğitiminde var olan bir dizi inanca biçim vermede en önemli çaba olarak görülür. Gelişimsel uygunluğa dayalı çalışmaların ana düşüncesi yetişkinlerin çocuklarla etkileşim içindeyken ve çocuğun zamanını ve alanını düzenleyerek seviyelerine uygun faaliyetler planlarken, çocukların gelişim seviyesini dikkate almalarıdır. Ulusal Küçük Çocukların Eğitimi Derneği (National Association for the Education ofYoung Children) tarafından belirtilmiş olan gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların prensiplerini yorumlamada genel eğilim Bredekamp (1987) tarafından ilk yıllık faaliyet rapornnda da ortaya konduğu gibi gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların ve gelişimsel uyguıiluğa dayanmayan uygulamaların iki ayrı kutupta olarak tanımlamaktı. Yeniden gözden geçirilmiş gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamalar raporunda Bredekamp ve Copple (1997) dahil diğerleri, gelişimsel uygunluğa dayanan uygulamaları, çocuk merkezli eğitimden öğretmen yönlendirmeli eğitime uzanan bir süreç boyunca var olduğunu düşünmemiz gerektiğini tartışmaktadırlar. Charlesworth ve diğerleri 199l'de "gelişime uygun olmayan'' uygulamaları "öğretmenin büyük grup faaliyetleri ve konu anlatımı yoluyla bilgiyi aktarmaya çalışması" olarak tarif etmişlerdir. Öğretmen, öğrenmeyi kolaylaştıran biri olmak yerine alıştırma sayfaları, alıştırma kitapları, çocuklara sıralarında oturarak egzersiz yaptırma gibi daha şekilci ve doğrudan öğretme yollarını kullanarak bilgiyi yaymaya çalışmaktadır. Gelişime uygun olmayan eğitim programları matematik, fen, sosyal bilimler gibi geleneksel ders içeriklerine bölünmüş; çocukların odada hareket etmesine, seçim yapmasına ve öğrenmeleri için düzenlenmiş çevreyi aktif şekilde keşfetmelerine çok az fırsat verilmektedir. Dahası, program ceza ve dıştan gelen ödül sistemlerine aşırı derecede bağımlı kalırken, standartlaştırılmış ölçüm yöntemlerini kullanılmakta ve çocuklar arasındaki bireysel farklılıklara çok az önem verilmiştir. Bu, gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların yapıldığı, çocuğun bütün gelişim alanlarının (örneğin akademik başarı kadar fiziksel, sosyal, duygusal ve bilişsel gelişim) vurgulanmasıyla nitelendirilebilecek, hem bireyin hem de grubun ihtiyaçlarının düşünüldüğü, toplumsal cinsiyet, kültürel farklar ve engelli öğrencilere ayrıca önem verilen sınıflarda görülenlerin tam tersi bir durumdur. Eğitim programındaki alanlar ilgili ve anlamlı faaliyetlerle bütünleşmiştir ve çevre aktif keşif için fırsatlar sunan, somut, yaparak ve yaşayarak öğrenebilecekleri şekilde düzenlenmiştir. Çocuğun seçimler yapması, dramatik oyun ve diğer oyunlarla öğrenmesi hem sınıf içi hem de sınıf dışı ortamlarda teşvik edilir ve değer görür. Son olarak program katı, kurallarla sabit ve değişmez değildir; kendine özgü her gruba, ilgileri ve ihtiyaçları süre içinde değişirken adapte edilebilecek yapıdadır. Kaynaklar • Erdiler, B. Z. (2010). Erken çocukluk egitimini çerçeveleyen yaklaşım ve uygulamalar. Erken Çocukluk Eğitimi. İ.H. Diken (Edt). Ankara:Pegem Akademi.