Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı MATURİDİDE DİNİ TEKELCİLİK İsmail YALÇINTAŞ Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı Doç. Dr. Kazım ARICAN Sivas Eylül-2011 MATURİDİDE DİNİ TEKELCİLİK İsmail YALÇINTAŞ CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı İçin Ön Gördüğü YÜKSEK LİSANS TEZİ Olarak Hazırlanmıştır. Sivas Eylül-2011 KABUL VE ONAY İsmail YALÇINTAŞ’ın hazırlamış olduğu “Maturidide Dini Tekelcilik” başlıklı bu çalışma, 09/09/2011 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda başarılı bulunarak jürimiz tarafından, “Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı, Din Felsefesi Bilim Dalı”nda Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmiştir. Prof.Dr. Metin ÖZDEMİR(Başkan) Doç.Dr. M. Kazım ARICAN (Danışman) Yrd. Doç.Dr. Nuri ADIGÜZEL Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. ../…./ Prof.Dr. Mehmet ARSLAN Enstitü Müdürü i ÖZET YALÇINTAŞ, İsmail, Maturidide Dini Tekelcilik, Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2011. İslam inanç akidesini sistemleştiren en önemli âlimlerden birisi İmam Mansur el-Maturididir. Semerkand bölgesinde yaşadığı, gelen rivayetlerin çoğuna göre de Türk olduğu anlaşılan Maturidi’nin ehlisünnet akidesinin sistemleşmesinde en önde gelen kişilerden biri olduğu halde onun hayatı ve entelektüel kişiliği hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Ancak onun eserlerinden etkilenerek yetişen âlimler onun düşüncelerini gelecek nesillere aktararak kendisine nisbet edilen Maturidi’ye mezhebini oluşturmuşlardır. Hıristiyan Batı felsefesi ve teolojisi ekseninde tartışılan dini çeşitlilik meselesi 20.yy.ın en önemli din felsefesi problemlerindendir. Bu tartışma çerçevesinde ortaya çıkan meselelerden bir tanesi de dini tekelcilik kavramıdır. Buna göre her bir din, mutlak hakikat ve kurtarıcılık konusunda kendisini ön plana çıkartmakta, diğer din mensuplarını ise ya hiç hesaba katmamakta ya da diğer dinleri kendi dinleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Bu çerçevede İslam dininin inanç sisteminin oluşmasında en önemli payı olan İmam Maturidi’nin görüşleri, son hak din İslam’ın bu meselelere yaklaşımı açısından büyük önem arz etmektedir. İmam Maturidi, Ulûhiyette, Ubudiyette ve Rububiyette tek ve bir olan Allah’a yönelmeyi ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamayı ve teslimiyetin yalnızca Allah’a ait olduğunu dile getiren bir din anlayışına sahiptir. İmam Maturidi’de sağlam delillere bağlı olan ve akla dayalı bir din anlayışı hâkimdir. Ona göre Taklide değil, delil ve burhana dayanan din, hak dindir. Tüm peygamberlere indirilen Allah’ın dini, delilleriyle kendini ortaya koyan Tevhid dini İslamdır. Anahtar kelimeler: Maturidi, Tevhid, Dini Çeşitlilik, Dini Tekelcilik, İslam ii ABSTRACT YALÇINTAŞ, İsmail, Religious Exclusivism in Maturidi, Master Thesis, Sivas, 2011. One of the most important scholars systematized Islamic religious faith is Imam Mansur al-Maturidi. There hasn’t been enough information about his life and his intellectual personality although Maturidi, known being lived in Samarkand and based on the most of narratives having an Turkish origin is found out, is one of the leading scholars on systematization of qualified on the sunna religious faith. Scholars, improved themselves by being impacted of his Works, created Maturidi’ye sect related to him by narrating his thoughts to future generations. Issue of religious diversity debated within the scope of Christianity western philosophy and Christian theology is one of the principal problems of religious philosophy. One of the issues arising within the framework of this discussion is the term of religious exclusivism. Accordingly, each religion trust themselves to the forefront about absolute truth and being a redeemer but they either don't take members of other religions account or they evaluate them in the framework of their own religion. In this context, thought of Imam Maturidi having the greatest role in the formation of belief system of Islamic religion is of great importance in terms of last true religion, Islam’s approach to these issues. Imam Maturidi has a sense of religion that expresses leading towards God who is unique and single in godhead, adoration and magnanimity and accepting nothing that have the same power with him and submission is solely God’s belonging. Imam Maturidi had got a dominant sense of religion that roots tough evidences and based on mind. According to him, true religion is evidential and proof offering, not based on imitation. God’s religion sent to all prophets is proof offering religion of Tawhid, Islam. Key words, Maturidi, Unity, Religious Diversity, Religious exclusivism, Islam iii İÇİNDEKİLER ÖZET ................................................................................................................ İ ABSTRACT ................................................................................................... İİ İÇİNDEKİLER .............................................................................................. iii KISALTMALAR ........................................................................................... vi ÖNSÖZ ………………………………………………………………………...vii GİRİŞ BİR DİN FELSEFESİ PROBLEMİ OLARAK DİNİ TEKELCİLİK A1. 2. 3. BCDEF1. 2. 3. DİNİ ÇEŞİTLİLİK .................................................................................12 Dini Tekelcilik ..........................................................................................14 Dini Kapsayıcılık ......................................................................................16 Dini Çoğulculuk .......................................................................................18 DİNİ TEKELCİLİĞİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ ................................19 DİNİ TEKELCİLİĞİN FELSEFİ VE TEOLOJİK BOYUTU .............21 DİNİ TEKELCİLİĞİN TEMEL ARGÜMANLARI .............................25 DİNİ TEKELCİLİĞİN MANTIKSAL YAPISI.....................................33 VAHİY EKSENLİ DİNLER AÇISINDAN DİNİ TEKELCİLİK .........36 Yahudilik Açısından Dini Tekecilik ..........................................................37 Hıristiyanlık Açısından Dini Tekelcilik .....................................................38 İslam Açısından Dini Tekelcilik ................................................................41 BİRİNCİ BÖLÜM İMAM MATURİDİ’NİN ENTELEKTÜEL KİŞİLİĞİ VE DÜŞÜNCESİ A1. B1. İMAM MATURİDİ’NİN HAYATI ........................................................46 Doğumu ve Nesebi ...................................................................................46 İLMİ ŞAHSİYETİ...................................................................................47 Entelektüel Kişiliği ...................................................................................49 iv 2. 3. 4. C1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Hocaları ....................................................................................................52 Öğrencileri................................................................................................52 Eserleri .....................................................................................................52 MATURİDİNİN DÜŞÜNCE SİSTEMİ..................................................53 Ulûhiyet ....................................................................................................54 Ubudiyet ...................................................................................................57 Rububiyet .................................................................................................58 Nübüvvet ..................................................................................................60 İman-İslam ...............................................................................................63 Epistemoloji .............................................................................................63 Allah-İnsan İlişkisi....................................................................................68 İKİNCİ BÖLÜM İMAM MATURİDİDE DİNİ TEKELCİLİK A1. 2. 3. 4. B1. 2. 4. C1. 2. 3. 4. D1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. EI. HAK DİN, KURTARICI DİN VE SON DİN .........................................71 Delil ve İstikamet Dini Haniflik ................................................................73 Biricik, Üstün, Evrensel, Mükemmel ve Son Din ......................................77 Tevhid, Hak ve Allahın Dini İslam............................................................84 İman, İslam, Doğruluk ve Kurtuluş ...........................................................89 DİN ŞERİAT İLİŞKİSİ...........................................................................94 Tüm Peygamberlerin Dini Bir, Şeriatları İse Farklıdır ...............................95 Aklın Önceliği ve Vahyin Gerekliliği........................................................98 Nesh Edilmeyen Tek Şeriat: İslam Şeriatı ............................................... 104 ASLI DEĞİŞMEYEN TEK HAKİKAT: KUR’AN ............................. 106 Kur’anın İlahi Hakikat Olmasının Delilleri ............................................. 106 Kur’an Mesajının Diğer Mesajların Aslını Doğrulaması.......................... 108 Kur’an Dışındaki Mesajların Hakikat Değeri .......................................... 112 Mutlak Hakikat ve Konuşulan Dil ........................................................... 114 MATURİDİYE GÖRE ÖTEKİ: EHLİ KİTAP ................................... 116 İman Hakikati ve Kriterleri ..................................................................... 116 Ehli Kitabın Tanrı Tasavvuru .................................................................. 119 Hıristiyan Teolojisinin İrrasyonalizmi ..................................................... 121 Maturidi Perspektifinden Hıristiyanlık ve Mesih ..................................... 124 Mutlak ve Hakikatin Bilinçli İnkârı......................................................... 130 Yahudi ve Hıristiyan Düşüncesinde İslama Fobi ..................................... 135 Yahudi ve Hıristiyanların Kurtuluşu........................................................ 139 PEYGAMBERLİK VE SON PEYGAMBER...................................... 141 Hz. Muhammed’in Nübüvveti................................................................. 143 v II. Hz. Muhammed’in Nübüvvetinin Delilleri............................................. 144 a) Kendi Şahsı İle İlgili Deliller .............................................................. 144 b) Hissi Deliller ...................................................................................... 146 c) Akli Deliller ........................................................................................ 146 III. Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin Evrenselliği................................... 149 IV. Hz. Muhammed’in Üstünlüğü ................................................................. 150 F- İMAM MATURİDİ’NİN ÇAĞIMIZ AÇISINDAN DEĞERİ ............. 153 SONUÇ ......................................................................................................... 157 KAYNAKÇA ................................................................................................ 160 vi : KISALTMALAR Ankara Üniversitesi AÜİF. : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ayc. : Ayrıca Bkz. : Bakınız. C. : Cilt Çev. : Çeviri / Çeviren DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı Düz. : Düzenleyen Ed. : Editör H. : Hicri A.Ü. HSAK : Hacı Selim Ağa Kütüphanesi İFAV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları İSAM : İslamî araştırmalar merkezi M. Miladi : s. : Sayfa Sa. : Sayı Sad. : Sadeleştiren No. : Numara TDV. : Türkiye Diyanet Vakfı TRS. : Tarihsiz TSMK. : Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi vii ÖNSÖZ Modern teknoloji ve küreselleşmenin etkisiyle beraber tüm dünyada ortak din anlayışına doğru bir yöneliş gerçekleşmektedir. Küreselleşmenin ekonomide, siyasette ve kültür alanında göstermiş olduğu etki, aynı şekilde dinler üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. Küreselleşmeyle beraber diğer dinlerin tek bir din içerisinde eritilerek tek bir din modeli oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple küreselleşmenin din konusunda bize sunduğu iki şeyden birincisi tek tip din anlayışı, ikincisi ise, bütün dinlerin eşit mesafede kurtarıcılık iddiasının geçerliliğidir. Bu sebeple, küreselleşme, dini çeşitlilik meselesini doğurmakta, bunun sonucunda da dinlerin doğruluk, mutlak hakikat ve kurtarıcılık iddiaları tartışılmaktadır. Dini çeşitlilik meselesi çerçevesinde tartışılan konulardan birisi de dini tekelcilik anlayışıdır. Türkçeye dini dışlayıcılık diye çevrilmesine rağmen asıl çıkış noktası itibariyle Hıristiyan teolojisi ekseninde tartışılan ve tek kurtarıcı dinin Hıristiyanlık olduğunu öne süren ve diğer dinlerin ise uydurma dinler olduğunu dile getiren bir anlayıştır. Bizim gayemiz ise; Hıristiyan teolojisindeki gibi savunmacı ve tutucu bir tutumla bu meseleyi tartışmak değil, İslamın mükemmel Tevhid anlayışını deliller ve burhanlar yoluyla ortaya koyarak, dini çeşitlilik konusuna farklı bir yorum getirmektir. Bu açıdan bu meseleyi İslam akide sistemi çerçevesinde ele alabileceğimiz en iyi kişinin de İmam Mansur-el Maturidi olduğunu düşündük ve bu yönde bir çalışma yapmaya karar verdik. Tezimiz bir giriş, iki bölüm ve bir sonuçtan oluşmaktadır. Giriş bölümünde konunun kapsamı içeriği yöntemi ile ilgili bilgiler verilecektir. Bir Din Felsefesi problemi olan dini tekelciliğin doğuşu, gelişimi ve dinler açısından dini tekelcilik problemine değinilecektir. Birinci bölümde İmam Maturidi’nin düşünce sistemi ve entelektüel kişiliği üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde ise İmam Maturidi’de dini tekelcilik çerçevesinde onun kurtarıcı din, mutlak hakikat ve öteki, ehli kitap hakkında görüşleri, son ilahi hakikat olan Kur’an ve diğer kitapların tahrifatı, nübüvvetin gerekliliği, temellendirilmesi ve Hz. Muhammed’in peygamberliği üzerinde durulacak, İmam Maturidi’nin çağımız açısından değerlendirilmesi ile viii ikinci bölüm sonlandırılacaktır. Sonuç bölümünde ise tezin kısa bir değerlendirmesi yapılacaktır. Tezimiz APA alıntılama sistemine göre yazılmıştır. Ciltli eserlerin cilt numarası kısaltılırken sayfa numarası cilt numarasından önce yazılmıştır. Bunun sebebi ise, APA alıntılama sistemi tarafından otomatik olarak atanmasıdır. APA alıntılama sisteminde yazarın soy ismi, eserin basıldığı yıl ve sayfa numarası görüntülenmektedir. Bir yazarın aynı yıl içerisinde birden fazla eseri varsa tarihin hemen sağına a,b,c gibi harfler kullanılarak birbirinden ayıt edilmesi sağlanmıştır. Ayrıca İmam Maturidi Te’vilatül Kur’an isimli eserinin farklı nüshalarından alıntılar yapılmıştır. Bunun sebebi ise eserler arasında bir karşılaştırma yapmak değil, farklı ayet ve konuları faklı eserlerden okumaktan kaynaklanmaktadır. Bu tezi yazdıran yüce Allah’a hamd ve onun Rasulü Hz. Muhammed (sav) sonsuz salât ve selam olsun. Çalışmamızı hazırlarken yardımlarına ve engin hoşgörüsüne sığındığım saygıdeğer danışman hocam Doç.Dr. M. Kazım ARICAN beyefendiye, her zaman kapısını ve gönlünü bize açık tutan Yrd. Doç. Dr. Ali Osman KURT beye, İmam Maturidi’nin Arapça kaynak eserlerinin tercümesinde zamanını ve ilmini bizden esirgemeyen Sayın Akdağmadeni Müftüsü Nasuf YAYLAGÜL hocama, Tevilatül Kur’an isimli esere ulaşmamda çok yardımcı olan Sakarya üniversitesi araştırma görevlisi Harun ABACI kardeşime, Te’vilat’ül Kur’anın, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi nüshasını ulaştıran İslami Araştırmalar Merkezine (İSAM), Te’vilat’ül Kur’anın el yazmasından faydalanmamı sağlayan Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesine ve bizleri yetiştirip bu günlere getiren Anneme ve Babama çok teşekkür ederim. Ayrıca tezin yazımında bana her türlü ilmi ve fikri desteği veren sevgili eşim MEHTAP YALÇINTAŞ’a teşekkürü bir borç bilirim. Oğlum Muhammed Bayezıd ve Kızım Fatma Zehra’ya…….. İsmail YALÇINTAŞ SİVAS-2011 1 GİRİŞ BİR DİN FELSEFESİ PROBLEMİ OLARAK DİNİ TEKELCİLİK Dini tekelcilik problemi Tanrı tasavvurundan kaynaklanan bir problemdir. Tanrı kavramı ise din felsefesinin en temel problemlerinden birisidir. Bu çerçevede Tanrının varlığı, onun sıfatları, onun hakkında konuşmak ve Tanrının tasavvur edilme şekli ve mahiyeti öne çıkan problemlerdendir. Monoteizm ve teizm ekseninde tartışılan bu meselelerde Yahudilik ve Hıristiyanlık ön planda olmuş aynı gelenekten gelmesine rağmen İslam sürekli ihmal edilmiştir. (Aydın M. S., 2002, s. 177-178) Hâlbuki din felsefesi bir veya birkaç dinin değil tüm dinlerin felsefesidir. Dolayısıyla tüm dinleri ilgilendiren bu tür tartışmalar da tüm din mensuplarını hesaba katmak gerekir ki istenilen sonuç alınabilsin. (Özcan, 1999, s. 9) 20.yüzyılın en önemli din felsefesi problemlerinden birisi ise dini çeşitlilik meselesidir. Dini çeşitlilik fikriyle beraber karşımıza çıkan dini çoğulculuk, dini kapsayıcılık ve dini dışlayıcılık anlayışları Hıristiyan teolojisinde tartışılmakla kalmayıp Hıristiyanlık dışındaki dinleri de etkilemiş, bu tür tartışmalara diğer din mensupları kayıtsız kalamamıştır. (Acar, 2008, s. 1) Günümüzün karmaşık dünyasında modern iletişimler, turizm, eğitim alış verişi, göç ve uluslararası ilişkiler kültürel bir bütünleşme üretmiş, bu tarz iletişim ve etkileşimin yansımaları sonucunda dini geleneklerin inanç sistemleri de bundan etkilenmiştir. (Aydın M. , 2005c, s. 11) (Peterson vd., 2006, s. 380) Ayrıca modern akademisyenlerin farklı dinsel geleneklerden tercüme faaliyetleri ve bu metinler üzerinde yorumları ve kültürel antropologların bu geleneklerin din ve kültür adına yapmış olduğu birçok faaliyeti tasvir etmeleri dünya üzerindeki çeşitli dini gelenekler adına daha çok bilgi sahibi olmamızda etkili olmuştur. (Albayrak, 2007, s. 274-276) Dinlerin doğruluk ve mutlaklık iddiaları tartışılmış ve bunun sonucunda da dini çeşitlilik meselesi felsefi ve teolojik olarak tartışılmaya başlanmıştır. Dini geleneklerin inanç sistemlerinde 2 Tanrı için kullanılan birbirinden farklı kavramlar dini çeşitlilik açısından önemli bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini geleneklerin Tanrı için kullandıkları, “Nihai Hakikat” , “En Yüce İlke”, “İlahi Varlık”, “Aşkın Varlık”, “Sonsuz İrade”, “Sonsuz Zat” ve “Mutlak” gibi kavramlar yerine bu kavramların hepsini içine alabilecek ve kapsayacak tek bir kelime veya kullanım “Tanrı” olarak karşımıza çıkmaktadır. Yalnız bu kavram İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi ilahi karakterdeki dinleri kısmen kapsamakla birlikte Hinduizm ve Budizm gibi Doğu dinlerinin ilah tasavvurlarını tam olarak kapsamamaktadır. (Aslan, 2006, s. 155) Ayrıca dinlerin teolojik sistemlerinde anlamlı olan ve her dinin müntesibi tarafından farklı bir anlam yüklenen bu ilah tasavvurlarından soyutlanmış tek bir Tanrı fikrine ulaşmak çok kolay ve basit bir iş değildir. Her bir dinin kendi geleneği içinde anlamlı olan bu ilahlar kendi geleneğinden koparılarak bir felsefi kavram haline getirilmeye çalışılırsa dini içerik ve fonksiyon açısından büyük sıkıntılar oluşmakta ve istenilen sonuç alınamamaktadır. Bu tarz davranışlar dinlerin ahlaki özelliklerini zayıflatmaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır. (Aslan, 2006, s. 156) Bu açıdan dinin Tanrısı, felsefenin “Mutlak”ından daha aşağı bir düzeyde bulunmadığı gibi onunla da aynı düzeyde değildir. (Aydın M. S., 2001, s. 130) Dindeki Tanrı bir şahsa atfedilen vasıflara sahiptir. Felsefenin Tanrısı ise gayri şahsi olup mutlaktır. Bu sebepten dolayı ikisinin eşit olduğunu söylemek doğru olmaz. Mutlak, sonsuz, hareket etmeyen muharrik gibi şeyler mevcudatı olmayan soyut kavramlardır. Lakin dindeki Tanrının mutlak ve sonsuz olan hareket etmeyen bir yönü vardır. Tüm varlıkların üstünde ilahi aşkın bir varlık olarak tanımlanabilir. (Aydın M. S., 2001, s. 148) Dini geleneklerin hepsinin temelinde mevcut olup hiçbirinin de tıpatıp benimseyebileceği “Mutlak Gerçeklik”, “İlahi Hakikat”, düşüncesi mevcut gözükmemektedir. (Özcan, 1999, s. 11) Dinlerin Tanrı Tasavvurları ve Mutlak hakikat arasındaki ilişkiyi iki ana düşünce çerçevesinde incelemek mümkündür. Birincisi Yahudilikteki “Adonay”, Hıristiyanlıktaki “Semavi Baba” ve İslam dinindeki “Allah” kavramlarının birer zat ve şahıs, ikincinin ise Hint ve Doğu dinlerindeki “Şiva”, “Vişnu” ve “Sunyata” gibi zat ve şahıs olmayan kavramlarla dile getirilen mutlak hakikat düşüncesidir. (Aslan, 3 2006, s. 163)Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin kutsal kitapları incelendiği zaman asli çıkış noktası olarak ortak özelliklerin ve benzerliklerinin olduğu görülmektedir. (Aydın M. , 2005c, s. 11) Vahiy geleneğine sahip olan ve semavi bir karakter taşıyan dinlerin müntesipleri Tanrıyı ilahi şahıs kategorisinde tasavvur etmekte, O’nu iyi, âlim, kâdir ve sonsuz gibi bir kısım sıfatlar ile tasavvur etmektedirler. (Aslan, 2006, s. 163) Dini geleneklerin yerleşmiş inanç sistemlerinde aşılması en güç olan bu problem açısından bakılırsa her birinde farlılık arz eden, biri diğerine uymayan ulûhiyet düşüncelerini bir çatı altında veya bir isim merkezinde toplamak mümkün gözükmemektedir. (Özcan, 1999, s. 15) Semavi karakter taşıyan dinlerin ulûhiyet fikirlerinde bile bir birliktelik mevcut değilken, dini çeşitlilik meselesinde semavi karakter taşımayan dinlerin de hesaba katılması felsefi ve teolojik açıdan tartışılan meseleyi iyice zorlaştırmakta, hatta sonuçsuz bırakmaktadır. (Özcan, 1999, s. 18) Dini çeşitlilik meselesinin tarihi dinler tarihi kadar eski olmakla birlikte, günümüzde tartışılan durumuyla Hrıstiyanlığın Avrupa’da Katoliklik ve Protestanlık olarak ikiye ayrılıp mezhep hüviyetinden daha çok iki farklı din gibi anlaşılmaya başlanmasıyla beraber aynı dini geleneğe sahip iki farklı grubun birbirlerine karşı nasıl bir dini yargıda bulunacağı önemli bir problem oluşturmuş, bunun sonucunda da meselenin günümüze kadar tartışılan bir problem olmasına sebep olmuştur. (Kılıç, 2004, s. 61,69) 20. Yüzyılda çeşitli sebeplerden dolayı Batı ülkelerine Müslümanlar başta olmak üzere diğer din mensuplarının göç etmesi bu tartışmanın hem mahiyetini değiştirmiş hem de sınırını genişleterek tüm dini gelenekleri ilgilendiren bir konuma taşımıştır. Tartışma dini alanla da sınırlı kalmamış felsefi, siyasi ve sosyal açıdan da tartışılmaya başlanmıştır. Böylelikle Hıristiyanlığın iki mezhebi arasında başlayan tartışma zamanla Hıristiyan teolojisi ekseninden çıkarak bütün dinleri kapsayacak şekilde geniş bir alana yayılmıştır. (Kılıç, 2004, s. 62,69) Dini çeşitlilik meselesinin alt başlığı olarak tartışılan problemlerden bir tanesi de dini tekelciliktir. (Kılıç, 2004, s. 68) Tekelci anlayış kendi dini geleneğini ve inancını nihai hakikat kabul edip, diğer inanç sistemleri dışta tutma anlayışıdır ki bu her dini gelenek için söz 4 konusudur. Çünkü her din kendi mensubunu alternatif anlayışlara karşı sürekli diri tutmakta bunu da ancak kurtarıcılık iddiasının olması durumunda yerine getirebilmektedir. (Özcan, 1999, s. 17) Bunu örneklendirmek gerekirse Hıristiyanlar III. yy.dan XIX. yy.a kadar “Kilise Dışında Kurtuluş Yoktur.” dogmasını ısrarla savunup onun dışındaki hiçbir dinin doğruluk değeri bir tarafa Hıristiyanlık dışındaki dinler için ilk defa aziz Justin tarafından dile getirilen “İsimsiz Hıristiyanlar” anlayışını Katolik ilahiyatçı Karl Rahner öğreti haline getirerek “Vaftiz edilmemiş Hıristiyanlar” şeklinde sistemleştirmiştir. Hatta İsa mesihi tanımayan halklar mesihin geleneğiyle birebir irtibat halinde olmasalar da tüm yaşamlarında onun gizemini muhakkak hissetmektedirler. Bu açıdan Misyonerlerin yaptığı faaliyetleri İsa mesihi bu halklara tanıtmak, onların kurtuluşunu sağlamak şeklinde tanımlarlar. (Adam, 2002, s. 14-15) 1962-1965 yıllarında yapılan II. Vatikan Konsülünde Katolik kilisesinin dışarıya açılma kararı almasıyla birlikte gerek Hıristiyan gruplarıyla, gerekse diğer dini geleneklerle diyalog anlayışını öne çıkarmış ve bunun sonucunda günümüzdeki diyalog faaliyetleri başlamıştır. (Gündüz, 2008, s. 107) Ayc. (Altundal, 2002, s. 183) Fakat kilisenin diyalog yapmaktaki amacı; salt insanları tanıma ve anlamaya dayalı bir diyalog değil, karşısındaki kimseyi ihtida ettirmek yani Hıristiyanlaştırmaktır. Onlara göre diyalog, yanlış yolda bulunan kişilerin, örneğin Müslümanların, İsa Mesih’e imana çağrılmasıdır; bu da diyalogun açık ve doğru hedefi olmalıdır. Bu bağlamda diyalog tartışmayı değil, kurtarmayı amaç edinmektedir. Kurtuluş ise beklenilecek ve kendiliğinden oluşacak bir süreç değildir. Bunun karşısındaki insanlarla yapılacak samimi ve arkadaşlık duyguları çerçevesinde gerçekleştirilecek bir diyalog süreci önemlidir. (Gündüz, 2001, s. 108) Bu da misyonerlik faaliyetlerinin bir parçası ve önkoşuludur. Çünkü Katolik dünyasının bir nevi ilmihal kitabı olan Kateşizm’de “Misyonerlik, karşılıklı saygıya dayalı dinler arası diyalogu öngörür.” demektedir. Yani misyonerlik için diyalogu ön koşul olarak sunmaktadır. Daha sonraki başka bir sayfada ise diyalog; “İncili henüz tanımamış kimselere İncili vermek ve okutmaktır.” şeklinde misyonerliğin bir uzantısı olarak ifade edilir. (Altundal, 2002, s. 185) Bu ifadeler Hıristiyanlık anlayışındaki mutlak hakikatin yalnızca kendisinde bulunduğunu gösteren dini dışlayıcılık ifadeleridir. Karşılıklı anlayış ve hoşgörü çerçevesinde oluşturulması düşünülen diyalog faaliyeti bile 5 misyonerliğin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bu anlayışlar Hıristiyanlık çerçevesinde oluşturulan ve bu eksende tartışılan dini dışlayıcılık anlayışlarının tezahürleridir. Hıristiyanlığın diyalogu bile misyonerlik faaliyeti olarak kullanması onun dini dışlayıcılık konusunda tarihinden pek fazla uzaklaşmadığını, kurtarıcılığı ve mutlak hakikati yalnızca kendisinde görme anlayışının bir neticesini göstermektedir. İslam dini ise, kendisinin Hz. Âdemden, Hz. Muhammed’e kadar gelen vahiy zinciriyle oluşmuş dinlerin öz itibariyle bir saydığı için dışlayıcı ve dışarıda tutucu bir anlayışa sahip olmayıp bizatihi kuşatıcı bir anlayışa sahiptir. Bu yönüyle İslam açık ve seçik bir din olup özünde ise tarihi bir evrensellik taşımaktadır. Ayrıca İslam dinine göre gönderilen her rasul ve nebi insanları hak ve hakikate davet etmiştir. (Gündem, 2000, s. 173) Bu bağlamda İslam, vahye yalnızca kendisinin dayandığını iddia etmez. Aksine kendisini semavi dinlerin bir üyesi olarak görür. Diğer bir ifadeyle hakikat sadece Hz. peygamber ve Müslümanlara değil, peygamberler yoluyla tüm insanlığa verilmiştir. Bu açıdan Kur’an, İslam kavramını bütün semavi dinlerin özü ve ortak ismi olarak ifade eder. (Aslan, 2006, s. 29) İslam günümüz Yahudi ve Hıristiyanlarını uydurma bir ilaha ibadet etmekle değil, onu hakkıyla tanımamakla ve gereği gibi ibadet etmemekle suçlamaktadır. Diğer bir ifadeyle Kur’an kendinden önceki vahiyleri inkâr etmek veya hesaba katmamak için değil, aksine İsa ve Musa’nın mesajını bir hidayet kaynağı olarak yeniden tesis etmek için gönderildiğini ifade etmiştir. (Aslan, 2006, s. 202) İslam geldiği toplulukta bir yandan putperestliği eleştirirken, diğer yandan da Yahudilik ve Hıristiyanlık çerçevesindeki yanlış Ulûhiyet düşüncelerini tenkit etmiştir. Kur’an, Yahudilik ve Hıristiyanlık tarihinde bir takım yanlış fikirlerin dine girdiğini, bunun da dinen sakıncalı olduğunu vurgulanmıştır. Buna ise Kur’an, tahrif ve bozulma olarak değinmektedir. Bu görüşün İslam âlimleri tarafından değil, bizzat Kur’andan kaynaklandığını inkâr etmek ise mümkün değildir. (Aydın M. S., 2000, s. 11) 6 İslam, için söylenilen en önemli şeylerden bir tanesi onun evrensel bir din olduğudur. Hak ve hakikat iddiasına sahip olan her din evrensellik iddiasında bulunur. Çünkü hak ve hakikat kişiye, topluma, zamana ve mekâna göre olmayıp bir zamana ve bir topluma da inhisar edilemez. Sınırlı olan şey hakikatin kendisi değil, onunla ilgili düşünceler, yorumlar ve sistemlerdir. Çoğulculuk bu yüzden hakikatin kendisinde değil, onun anlaşılıp yorumlanmasındadır. (Aydın M. S., 2000, s. 10) Bu bağlamda İslamın evrensellik iddiası Hıristiyanların tek kurtuluş fikrinin tezahürü olan dışlayıcı bir tutum şeklinde oluşmamış, İslamın bizzat kendisinin ihtiva ettiği inanç, düşünce ve prensiplerin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bunları ise birkaç başlık altında incelersek; birincisi Kur’an vahyinin Hz. Âdemden beri süre gelen vahiy ırmağının bir devamı olup, bu zincirin son halkası olarak görmek gerekir. “Allah katında makbul din İslamdır.” (Maide, 3/19) Hz. Muhammed insanlığa getirmiş olduğu çağrıyla yeni bir din getirmek ve kendisinden önce gelmiş peygamberleri reddetmek yerine onların getirdikleri dinin aslını ve özünü teyid, tasdik ve tekid için gönderilmiştir. Bu yüzden Tevhid esası dinlerin değişmez özü olmuştur. (Aydın M. S., 2000, s. 12) İslamın Mekke’de mevcut olan puta tapmayan ve bir Allah’a kulluk edenler için Haniflik, onun dışında ise Yahudiler ve Hıristiyanlar için, Ehli Kitap ismini telakki etmesi, kendisinden önce gelen vahiyleri özü itibariyle kendi bünyesinde topladığını göstermektedir. İkincisi ise yeterliliktir. İslam dininin evrensel olduğunu gösteren diğer önemli kanıt ise İslam dininin kendi kendine yeterliliğidir. Buna da Maide suresinin 3. ayeti örnektir. Çünkü İslam âlimleri her şeyden önce son din olmakla, mükemmel din olmak arasında organik bir bağ kurmuşlardır. İslam tarihinde geleneksel bakış açısı çerçevesinde İslamın din konusunda öteki din mensuplardan öğrenecekleri hiçbir şey yoktur. Çünkü dinimiz tam anlamıyla yeterli bir dindir. (Aydın M. S., 2000, s. 13) Lakin son birkaç asırda bu yeterlilik ve mükemmelliği Müslümanların ve Müslüman toplumların sosyal ve ekonomik hayatında görmek mümkün gözükmemektedir. Bu, İslamın mükemmeliyetinde ve yeterliliğinde mevcut olan bir noksanlık değil, Müslümanların İslamı anlama, yaşama ve yorumlama sekliyle birebir bağlantılı olan bir durumdur. İslam, mükemmel ve yeterli olmasına rağmen onun gereklerini yerine getirmeyen Müslümanlar, kâmil ve yeterli olmayabilir. Üçüncü evrensellik ve üstünlük iddiasını 7 ise son peygamber ve son din kavramında görmek mümkündür. Yani Hz. Muhammed’in son peygamber olması ve İslamın son din olması arasında ayrılmaz bir münasebet mevcuttur. (Aydın M. S., 2000, s. 15) İslam evrenseldir, çünkü insanın yaratılmasından itibaren tarih boyunca süre gelen hak dinin, yani “Allah katındaki makbul dinin” (Âli İmran, 3/19) ta kendisi olmaktadır. İslamın son din olması kendi kendine yeterli olmasını gerektirmektedir. İnsanlık var oldukça kıyamete kadar başka din gelmeyeceği için insanların tüm ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte olması onun evrenselliğini gösteren önemli delillerdir. İslam dışındaki diğer dinler bildirdikleri vahiy ve mesaj açısından evrensel olmuş olsalar da zaman ve mekân açısında bu dinlerin evrensel olduğunu söylemek hak ve hakikate aykırıdır. Oysa İslam, zaman ve mekân da dâhil olmak üzere evrensel bir karakter arz etmektedir. Çünkü kendisinden sonra başka hiçbir din gönderilmeyeceği için vahyin gelmeyeceğini, dünya devam ettikçe de İslamın duracağını göstermektedir. İslam düşünce dünyasında yeterlilik fikri kadar İslam dininin vahyin son halkası olup vahyin onunla kemal noktasına ulaşıp sonlanması da, onun tek gerçek ve nihai son olduğuna delildir. (Aydın M. S., 2000, s. 16) Bu şunu göstermektedir ki Allah’ın insanla olan serüveni kıyamete kadar sürüp gider fakat Allah Hz. Muhammed’e(a.s) gönderdiği tarzda bir mesajı, hiçbir insana -ki o insan isterse en mükemmel manada muttaki bir kul dahi olsun-göndermemiştir ve de göndermeyecektir. (Aydın M. S., 2000, s. 17) Bu da İslam dininin tek hak ve yegâne kurtarıcı din olduğunu göstermektedir. İslam bu manada Batı dünyasındaki bir ideoloji veya Hıristiyan teolojisindeki salt bir dışlayıcılık mantığı güderek “Ben varsam başkası yoktur.” anlayışı öngörmez. İslamın evrensellik fikri onun Tevhid dini olduğunu, sadece bir olan Allah’a inanmayı temel almakla kalmayan, birlik ve bütünlük arz eden bir insan ve toplum bilinci kurmayı gaye edinen, tüm insanların kurtuluşu için çalışmayı öngören bir din olmasıyla paraleldir. Ayrıca Kur’an diğer din mensuplarını da kendi evrensel ve değişmez olmayan bir noktaya davet ederek adeta onlara kurtuluş anahtarı sunar. Bu da İslamın birleştirici ve bütünleştirici bir din olduğunu gösterir. (Aydın M. S., 2000, s. 25) İslam ne mistik bir inanç ne de bir felsefi sistemdir. O, Allah’ın yarattıkları için koyduğu kanunlara uygun bir hayat tarzı ve yoludur. İslamın en 8 büyük işi insanın maddi ve manevi hayatı arasında tam bir uzlaşma meydana getirmektedir. (Esed, 2001, s. 23) İslam dünyasında, İslamın Evrenselliği tartışılma konusu dahi edilmemiştir. İslam peygamberi Mekke’de puta tapan insanları bu yanlış inançtan vazgeçirmek ve daha çok Medine bölgesinde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanları da kendi kitaplarının aslına uymaya davet için gönderilmiştir. Puta tapan Araplar İslam peygamberinin getirdiği hak ve hakikate karşı çıkmış, daha sonra ise Yahudiler yeni peygamberlik iddiasına karşı çıkmış, Kur’an da putperestlerden ve müşriklerden sonra Yahudileri de tenkit etmişlerdir. Nihayet bu kavme Hıristiyanlar da katılmıştır. Kur’an bunları da muhaliflerin safına dâhil etmiştir. Bu yolla da İslam yavaş yavaş iki büyük ilahi dinin yanında bir din değil, tek hak din anlayışını yerleştirmiştir. Daha sonraları da İslamın, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi aslı bozulmuş dinlerin yanında evrensel olduğu inancı gelişerek yerleşmiştir. (Aydın M. S., 2000, s. 10) Bundan da anlaşılıyor ki, İslamın evrensellik fikri Kur’an vahyinin bizzat kendisidir. Onun belli şartlar altında yapılmış yorumu ve belli durumlar için öne sürülmüş tatbikatı değildir. Günümüz dünyasında İslamın evrensellik bazında eleştiri alması da bu açıdandır. Zira Kur’an vahyinin evrensel olmadığı değildir. (Aydın M. S., 2000, s. 22) Özet olarak İslam dininin evrenselliği, tüm dünyadaki insanları, toplum hayatının tüm kesimlerini aydınlatmak ve onları iki âlemde de kurtuluşa eriştirmek gibi bir amacı kendinde görür. (Aydın M. S., 2000, s. 17) İslam diğer dinlerden farklı olarak çeşitli kültürel ve sosyolojik durumlarla uzlaştırılması mümkün olan, aklın ruha ait bir yöneliş ve görüşü değildir. Bilakis İslam başlı başına bir kültür âlemi ve sınırları da belli olan sosyal bir nizamdır. Yabancı bir medeniyetin Müslümanlara uzattığı hiçbir şey araştırmaksızın ve sorgulamaksızın kabul edilemez. (Esed, 2001, s. 20) Yaşayan bir din olarak İslam dininin bütün değişimlere kapalı olduğunu iddia etmek ile tarihin seyri içerisinde İslamın modernitenin tüm normlarını kabul edeceğini söylemek aynı şeydir. İslam, Kur’anın bildirdiği itikat esaslarından ve ibadet anlayışından kesinlikle değişmeyecek unsurları barındırdığı gibi Kur’ana dayalı bir dini hayatın oluşturulmasında ise değişime açık unsurları birlikte ihtiva 9 eden bir dindir. Bu açıdan İslamın büyüyüp gelişmesi yalnızca Kurânî hakikatlerin açılımıyla mümkündür. (Aslan, 2006, s. 65) İslam dininin fikri bakımdan, Hrıstiyanlığın zaman içerisinde değişim göstererek modernitenin seküler prensipleriyle uyuşması gibi bir gelişim ve değişim göstermesini beklemek boş bir hayalden başka bir şey değildir. Batı dünyasının inanç hürriyeti ve özel hayatın tercihi çerçevesinde cinsel hürriyet ve eşcinselliğe karşı vermiş olduğu özgürlüğü, İslam dininin bu konudaki kesin tutumu, İslamî prensipler ile modernite arasındaki uçurumu göstermek bakımından çok önemlidir. (Aslan, 2006, s. 66) Aslı bozulmayan ve tek hakikat ve yegâne kurtuluş olan İslam dini reforma ihtiyaç hissetmeyecek kadar mükemmel bir dindir. Çünkü İslam noksanlığı olmayan tam ve eksiksiz bir dindir. Asıl reform Müslümanların yapmaya mecbur olduğu Kurânî emirlere tekrar dönmek, onların gaflet ve tembelliğini reformize etmektir. Zira İslamın sanılan ve mevcut olmayan kusurları değil, Müslümanların kusur ve kötülükleri ıslah edilmelidir ki İslam tarihteki şerefli yerini tekrar alıp, insanlığa tek kurtuluş reçetesi olan barış, huzur ve saadeti sunabilsin. (Esed, 2001, s. 103) Saf ilahi hakikate sahip olması açıdan İslam tüm insanlığın kurtuluşu için kendisini sorumlu ve yetkin olarak görür. Ayrıca Yahudi ve Hıristiyan Tanrı anlayışlarında tahrif unsurlarının bulunması sebebiyle yalnızca İslamın Tanrı anlayışının doğru olduğu dile getirilir. (Watt, 1997, s. 174) Kur’an Allah tarafından vahyedilmiş dini ve ahlaki hakikatleri ortaya koymaktadır. Kur’an bu yönüyle evrensel bir geçerlilik arz etmekte ve 21.yy. ve daha ötesi olan kıyamete kadar geçerli kurallarıyla ayakta sapasağlam kalacak ve insanlığı bir meşale gibi aydınlatacak tek mutlak hakikattir. (Watt, 1997, s. 178) İslamın evrenselliğini tekrar dünyaya hissettirmek için, İslamî temel bir görüş benimsenerek, Müslümanların yaratıcı fikirler üretmeleri Batıyı kayıtsız bir şekilde taklidi bırakmaları gerekmektedir. Çünkü Batıyı taklid eden Müslüman kısa bir zaman sonra tatminkâr ve uyumkâr bir tavır takınmaya başlıyor. Bu ise İslamî ruhu yok ediyor. Müslüman düşünürlere ise bu ruhu veren İslam dinidir. Burada Müslüman düşünürlerin kendi geleneklerini özümseyerek Batı ekseninde geliştirilen her türlü fikri İslamileştirerek temelinde İslamî ruh ve imanın olduğu, kendilerine 10 özgü bir medeniyeti ancak bu şekilde inşa edebilirler. Zira İslamın evrenselliğinin dünyaya hissettirildiği önceki dönemlerde Müslümanlar Hint, Yunan ve Pers bilimlerini bu şekilde kendi medeniyetleri içerisinde eritmişlerdir. (Uyanık, 2001, s. 116-117) Bugün Müslümanların karşılaştığı birçok problemin çözümü yine kendilerinin elindedir. Zira Müslümanların önüne iki seçenek sunulmaktadır. Bunlardan birincisi Batı medeniyetini taklit etmek, ikincisi ise tek hakikat ve kurtuluş olan gerçek Müslümanlık yolunu seçmektir. Birinci yolu seçerse kendini oyalamak ve oyun oynamaktan başka bir iş yapmaz. Şayet ikinci yolu seçerse işte o zaman kendi geçmişiyle ve kudretiyle canlı bir geleceğe doğru yol alacaktır. Bu yol ise kurtuluş bekleyen milyonlarca insanın imanını kurtaracak tek kurtuluş yoludur. (Esed, 2001, s. 78) Bu ise kendimize olan güven duygusunu yenilemekten geçmektedir. (Esed, 2001, s. 107) Yeniden İslamın emirlerine dönmek ve bu emirleri eyleme dönüştürmek için dışarıdan alacağımız hiçbir yeni prensip bulunmamaktadır. Terk edilmiş prensiplere dönüldüğü takdirde hakikat ve mutlaklığın anahtarına kavuşarak hem Müslümanlar kendisini hem de tüm insanlığa kurtarmak için bir adım önde olacaklardır. (Esed, 2001, s. 104) Bu konuyu Merhum Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” dizeleri en güzel şekilde özetlemektedir. (Ersoy, 1992, s. 351) Müslümanların, İslamın evrenselliğini ve mükemmelliğini tüm dünyaya ispat etmelerinin tek yolu da mutlak hakikat olan Kur’anın buyruklarını hayata geçirmelerinde gizli olsa gerektir. İslamın evrensellik ve mutlak hakikat fikrini Tevhid ve Ulûhiyet bağlamında sistemli bir şekilde savunan düşünürlerden birisi de İmam Mansur el-Maturididir. Maturidi’ye göre Fazilet ve üstünlük bakımından İslam dini diğer dinlerden üstün olup, diğer dinler ile bu konuda herhangi bir kıyaslama mümkün değildir. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/401) İmam Maturidi İslam dışındaki dinlerin mensuplarının bir olan Allah’a ezelilik sıfatını nisbet etmelerine rağmen daha sonra O’nun cisme büründüğünü ileri sürmüşler, bir kısmı da onun “oğlu vardır” demişlerdir. Bu tür düşünceler Allah’ı 11 yaratılanlara benzetmektir. Bu ise aklen ve mantıken imkânsız bir durumdur. Ezelde Allah’tan başka hiçbir şey yokken Allah vardı. Şimdi de ezelde olduğu gibidir. Ezelde kendisinden başka hiçbir şey yokken, o nasıl onlara benzeyebilir. Zaten tek olmanın manası da budur. O’nu Yaratılanlara benzetmek, Tevhid ilkesine aykırıdır. Allah zatında, sıfatlarında ve azametinde bir ve tek olup, yaratılanlara benzemez. (ElMaturidi E. M., 2003a, s. 174-175) Allah düşünme yeteneği olan tüm insanlara genel anlamda bir Tevhid anlayışı ve Tevhid inancı vermiştir. Fakat insanların bir kısmı bu inancı çeşitli yorumlarla bozmuşlardır. Yalnızca İslam inancının müntesipleri, Allah’ın kendilerine fıtrat gereği verilen Tevhid anlayışına sadakatle bağlı kalmışlardır. Bu da Tevhid inancını hakkıyla koruyup, gözeten tek dinin İslam dini olduğunu göstermektedir. Diğer din mensupları ise Tevhid anlayışını zaman içerisinde tahrif ederek bozmuşlardır. (El-Maturidi E. M., 2003a, s. 175-176) İmam Maturidi’ye göre tüm peygamberler İslam dini üzerine gönderilmişlerdir. (ElMaturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 611a) Tüm peygamberlerin ve rasullerin dini bir ve tektir. Diğer peygamberler ile Hz. İbrahim’in dini arasında ihtilaf yoktur. Hepsi de tevhide çağırmışlardır. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. 505-507) Tek hakikat olan İslam dini ise bu Tevhid geleneğinin son halkasıdır ve sadece İslam dini insanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna götürecektir. Bu bağlamda Tezimizde Maturidi’nin, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devam edip gelen Tevhid geleneği, birikimsel olarak değerlendirmeye tabi tutulacaktır. “Maturidide Dini Tekelcilik” tezimize hem süre gelen bu gelenek hem de şeriatların tarihi seyri ve birikimselliği açısından yaklaşılacaktır. Ayrıca Maturidi’nin bu meseleye Tevhid ve Ulûhiyet açısından yaklaşması da Tevhid düşüncesini ön plana çıkartmaktadır. Biz İmam Maturidi’de dini tekelcilik konusunu ele alırken İmam Maturidi’nin iki önemli eseri olan Kitabüt Tevhid ve Tevilatül Kur’an adlı eserinde kendisinin de diğer dinleri bu çerçevede değerlendirdiği görmekteyiz. Bu açıdan Maturidi’nin kendi döneminde tartışılmayan ve kendisine yabancı olan dini tekelcilik problemini vahiy eksenli dini gelenekler ve Maturidi’nin Tevhid eksenli düşünceleri çerçevesinde değerlendireceğiz. 12 A-DİNİ ÇEŞİTLİLİK Günümüz din felsefesinin temel görevlerinden bir tanesi de dinlerin birbiriyle olan ilişkilerinde bir düşünce sistemi oluşturmaktır. (Albayrak, 2007, s. 273) Dinler arası ilişkinin hız kazandığı günümüz dünyasında bu ilişkinin bir tarafı olan Hıristiyan Batı dünyası kendi dini geleneğini küreselleşme ve dinler arası diyalog ile Hıristiyanlık dışındaki dinlere sunması sonucunda, diğer dinlerin ve mensuplarının bu olaya kayıtsız kalamayacağı aşikârdır. Dinlerin gayb âleminin varlığı ve özellikleri hakkında doğruluğu bilimsel olarak test edilmesinin imkân dâhilinde bulunmayan hakikat iddiaları ve de her dinin bu iddialarının çoğu zaman birbiriyle çelişmesi, dinlerin çokluğunu bir problem olarak ortaya çıkarmaktadır. (Aslan, 2000, s. 17) Bunun gözüken tarafı ise, günümüz dünyasında insanların bir dini benimsemesinin genel olarak toplumun ve mensup olduğu ailenin etkisine bağlı olmasıdır. Bir insan genel olarak Müslüman bir toplum içerisinde dünyaya gelmiş ise Müslüman, Hindu bir toplulukta meydana gelmişse Hindu dinini benimsemektedir. (Kılıç, 2004, s. 69) Dinlerin metafizik düşünce çerçevesinde ortaya çıkan farklılıkları, mensuplarının kurtuluş için öngördüğü temel prensipler ve mensuplarının mutlak hakikat iddiaları, felsefi ve teolojik anlamda din felsefesinin bir problemi olan dini çeşitlilik meselesini ortaya çıkarmıştır. Dinlerin çeşitliliği ve bununla beraber ortaya çıkan problemler yalnızca tek tanrı inancı ve mutlak hakikat iddiasında bulunan kimseler açısından bir anlam taşımaktadır. Zira dinleri, insanın zihni bir faaliyeti olarak gören kimseler için ne bu dinlerin gerçekliği ne de iddiaları, problem ve sorunları hiçbir mana ve önem taşımamaktadır. (Aslan, 2000, s. 18) Dini çeşitlilik meselesinin tarihi, dinler tarihi kadar eski olmakla birlikte günümüzde bu problemin tartışılan haliyle Avrupa’daki Hıristiyan dünyasının mezheplere ayrılarak Katolik ve Protestanlığın iki farklı din gibi ortaya çıkıp taraflardan birinin diğeri hakkında nasıl bir dini yargıda bulunacağı meselesi bir problem olarak kendini göstermiştir. 20.yüzyılda Batı ülkelerine yaşanan göçler sonucunda sadece Hıristiyanlık ile sınırlı olan bu problem daha sonra hem diğer din mensuplarının bir problemi haline gelmiş, hem de felsefi, siyasi ve sosyal açıdan 13 tartışılan bir problem haline gelmiştir. Bu durum günümüz dünyasında diğer dinler açısından da tartışılan bir problem olmayı sürdürmektedir. (Kılıç, 2004, s. 69) Teolojik bağlamda dini çeşitliliğe felsefi olarak 3 başlık altında yaklaşılmaktadır. Bunlar Tekelcilik/Dışlayıcılık, Kapsayıcılık, Çoğulculuk olarak karşımıza çıkmaktadır. Hıristiyan olmayan insanlara karşı Hıristiyanlığın tutumu ve düşünce tarzı tekelcilik, kapsayıcılık ve çoğulculuk şeklinde cereyan etmektedir. (Arıcan, 2009, s. 26) Dini çeşitlilik meselesi, sadece tek bir dinin hak, doğru ve kurtuluşa ulaştırdığını savunan dini dışlayıcılık veya dini tekelcilik, kabul edilen bu hak din ile birlikte başka dinlerde de kurtarıcılık ve hakikat kalıntıları bulunduğunu kabul eden dini kapsayıcılık, hakikat ve kurtarıcılık açısından tüm dinleri eşit kabul eden dini çoğulculuk şeklinde kategorize edilmiştir. (Kılıç, 2004, s. 68) İnsan hayatında dinin yer edinmeye başlamasıyla birlikte farklı din tezahürleri ortaya çıkmış ve bunun sonucunda da dini çeşitlilik meselesi günümüz dünyasında çağdaş bir problem olarak tartışılmaya başlanmıştır. Burada şu soruyu da sormak gerekir. Eğer tek bir tane mutlak gerçek varsa neden birden çok din vardır? Ya da sadece bir tane din doğru ise diğer dinlerin anlamı ve önemi nedir? Ya da bütün dinler doğru ise tüm dinlerin aynı şeyleri söylediğini düşünebilir miyiz? Farklı şeyleri söylüyorlarsa aralarındaki çelişkiyi nasıl anlatabiliriz veya temel ilkeler açısından aynı şeyleri söylüyorlar mı? Tanrının peygamberler aracılığıyla gönderdiği vahiyler birbiriyle çatışır mı? Tüm insanlığı kapsayacak şekilde mi gelmiştir, yoksa sadece belli bir milleti ve kavmi kurtaracak şekilde midir? Evreni yaratan Tanrı yarattıkları arasında ayrım yapabilir mi? (Albayrak, 2007, s. 277) Bu gibi sorular dinlerin mutlaklık düşünceleri üzerine tekrar bir zihin yormanın gerekliliğini göstermektedir. Bu da bir din felsefesi problemi olarak günümüz dünyasında çözüm üretilmesi ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu meselelerle ilgili sorulara din bilimleriyle uğraşan insanlar birçok farklı görüş ortaya koyarak cevap vermeye çalışmışlardır. İster istemez dinin ve inançların yaşandığı bir dünyada yaşamak insanları dinlerin karşılaştığı bu gibi problemlerle karşı karşıya getirmekte ve hiçbir din mensubu da bu tür meselelere kayıtsız kalamamaktadır. (Arıcan, 2009, s. 27) Dini çeşitlilik bütün dinlerin ve inançların kurtuluş için ortaya koydukları yolları ve esasları ifade eden bir problem olarak gözükmektedir. Dini çeşitliği oluşturan 14 tekelcilik, çoğulculuk ve kapsayıcılık düşüncesine çeşitli din mensupları, kurtuluş meselesi açısından yaklaşmaktadır. Mesele kurtuluş ve mutlak hakikat çerçevesinde tartışılmaktadır. (Arıcan, 2009, s. 29) Dini çeşitliliği oluşturan meseleler üç başlık altında tasnif edilebilir. 1. Dini Tekelcilik Türkçeye “Tekelcilik” veya “Dışlayıcılık” olarak tercüme edilen dışlayıcılık veya tekelcilik (exclusivizm), hususiyetçilik (absolutism) ve kısıtlayıcılık (restrictivism) gibi farklı yaklaşım ve anlam biçimlerini de ifade etmektedir. Dini tekelcilik, kurtuluş, mutlak hakikat, gerçeklik, insanın kemale ermesi veya dinin nihai amaç ve gayesi her ne ise bu iddiaların yalnızca tek bir dinde bulunduğunu ve sadece onun vasıtasıyla gerçekleştiğini ifade eder. (Peterson vd., 2006, s. 383) Yani yalnızca kendi din mensuplarının kurtuluşa ereceğini ve diğer insanların bu dini kabul etmedikçe kurtulamayacağını savunan sadece tek bir dinde mutlak hakikat olduğunu, bununla uyuşmayan diğer dinlerin yanlış ve geçersiz olduğunu savunan bir paradigma olarak tanımlanmaktadır. (Aslan, 1998, s. 146) Ayc. (Yazoğlu & Aydeniz, Dini Çoğulculuk John Hiçk'in Düşüncesi Etrafında Tartışmalar, 2006a, s. 9) Dolaysıyla tek bir doğru din vardır. Bunun dışındaki tüm dini gelenek ve inançlar yanlıştır. Bu tek doğru dinin dışında kalan diğer din mensupları ne kadar ahlaklı, ne kadar yüce bir şahsiyete sahip ve ne kadar kendi dininin emir ve buyruklarını yerine getirseler de bu tek mutlak dine girmedikçe kurtuluşu gerçekleştiremezler. (Arıcan, 2009, s. 31) Tekelci anlayış özellikle Hıristiyanlığın yaklaşımını yansıtmakla beraber diğer dinlerin mensupları da bu görüşü benimseyip kabul etmektedirler. (Köylü, 2001, s. 59) Ayc. (Arıcan, 2009, s. 32) Geleneksel dünya dinlerine baktığımız zaman, çoğunun insanı kurtaran hakikati yalnızca kendilerinde görerek yarıştıklarına şahit olmaktayız. Her dini topluluk kendi kutsal kitabının hakikat, diğerlerinin ise kendi hakikat değeri taşıyan fikirlerinden faklılaşan yönlerini açısından yanlış olarak telakki etmektedir. Bu açıdan her dini gelenek kendisini ve kendi yolunu mutlak hakikat ve sonsuzluğa giden yol olarak görür. Yahudiler açısından Tanrı, ilahi vahyi peygamberler yoluyla 15 İsrail oğullarına bildirmişken; Müslümanlar açısından ise Allah son ilahi vahyi Hz. Muhammed vasıtasıyla insanlığa sunmuştur. (Aslan, 2006, s. 128) Tarih içerisinde tüm dinler kendi kimliklerini bu anlayış çerçevesinde ifade ederek korumaya çalışmışlardır. Hıristiyanlık kendi tarihi boyunca dışlayıcı anlayışı savunmuştur. (Aslan, 1998, s. 146) Yeni ahitte Hz. İsa’nın “Her şey babam tarafından bana verildi. Ve babadan başka hiç kimse oğlu bilmez, oğuldan ve oğlun keşfetmeyi dilediği kimseden başkası babayı bilemez.” (Matta, 11/27) ve “İsa ona dedi ki; yol ve hakikat ve hayat benim ben vasıta olmadıkça babaya kimse gelemez. Eğer beni tanımış olsaydınız. Babamı da tanımış olurdunuz.” (Yuhanna, 14/6) dediği rivayet edilir. Yine yeni ahitte rasullerin işleri bölümünde “Ve başka hiçbirinde kurtuluş yoktur. Çünkü gök altında adamlar arasında verilmiş başka bir isim yoktur ki onunla kurtulabilelim.” (Rasullerin işleri, 4/12) Yeni ahitteki bu ifadelerden hareket eden Hıristiyanlar, Hıristiyanlığın tek kurtuluş yolu olduğu sonucuna varmışlardır. Hıristiyanlık Tarihi içerisinde Katolik anlayış tarafından bu ve benzeri ifadeler “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” şeklinde sloganlaştırılmıştır. (Aslan, 1998, s. 147) İşte İncil metinlerinden alınan bu ifadeler şunu göstermektedir ki; bu metinlere dayanarak gösteren Hıristiyan Batı dünyası yıllarca tek doğru dinin kendisi olduğunu kabul ederek tarih boyunca sürekli misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuşlardır. (Köylü, 2001, s. 13) Katolik Hıristiyan dünyası II. Vatikan Konsülü (1963-1965) ile tarihinde ilk defa dışlayıcı anlayışı biraz yumuşatarak diğer din mensuplarının da kurtuluşa erişebileceği ifade edilmiştir. Katolik dünyası dünyadaki değişmeleri özellikle globalleşme ve küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni durum karşısında dışlayıcı anlayıştan vazgeçerek daha kuşatıcı ve kapsayıcı bir anlayışı savunmaya başlamıştır. Katolik kilisesini bu anlayışa sevk eden en önemli sebeplerden birisi dünyada bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin hız kazanması karşısında eski söylemi (dışlayıcılık) savunmanın artık zor ve güç olmasıdır. (Aslan, 1998, s. 148) Lakin Hıristiyanlık (kilise) bu konsül de diğer dinlerin doğru olabileceğini açıkça ifade etmemiş, diğer din mensuplarını Hıristiyanlığa giriş aşamasında (hazırlığında) olarak görmüş ve diğer din mensuplarını “Anonim Hıristiyanlar” şeklinde 16 tanımlamıştır. (Albayrak, 2007, s. 290-291) Ayc. (Peterson vd., 2006, s. 400) Ayc. (Yaran, 2002, s. 186) Batı Hıristiyan dünyasında dini tekelcilik görüşünü savunanlara göre tek ve yegâne din Hıristiyanlıktır. İnsanlar yalnızca Hıristiyanlık sayesinde kurtuluşa erebilirler. Onun dışındaki tüm dinler yanlış ve geçersizdir. Bundan dolayı Hıristiyanlığın dışındaki insanlar ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, ne kadar güzel işlerle uğraşırlarsa uğraşsınlar ve ne kadar yüce bir ahlaka sahip olurlarsa olsunlar İsa’ya inanmadıkları sürece kesinlikle onlar kurtuluşa eremezler. (Köylü, 2001, s. 13) 2. Dini Kapsayıcılık Türkçeye kapsayıcılık, indirgemecilik veya inhisarcılık diye çevrilen Inclusivism; bir dinin kutsal kitabında ve teolojisinde kendisinin mutlak doğru olduğunu kabul ederken, farklı dinlerin doğru ve Tanrı’nın vahyini faklı yer ve zamanlarda farklı isimlerle başkalarına da gönderebileceğini savunan bir düşüncedir. (Arıcan, 2009, s. 34) Kapsayıcılık paradigması, bir dinin kendisini kurtarıcı hakikatin ve nihai gerçekliğin en doğru, mutlak ya da en mükemmel şekli olarak ifade etmesiyle birlikte aynı hakikatin başka dini gelenekler tarafından da gerçekleştirildiği takdirde kurtuluşa ulaştırmasıdır. (Albayrak, 2007, s. 287-288) Asıl kurtuluş yolunun Hıristiyanlık olduğunu iddia etmekle beraber diğer dinlerde de kurtuluşun mümkün olabileceğini savunan bir düşüncedir. Bu yaklaşım daha ziyade Hıristiyan kaynaklı olduğu için teoloji ve din felsefesi ekseninde sistemleşmiş bir Hıristiyan düşüncesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yahudilik ve İslam açısından henüz temellendirilen kapsayıcılık düşüncesi oluşmadığı için bu olay karşısında Yahudilik ve İslam açısından geliştirilip sistemleştirilen bir paradigma mevcut değildir. (Aslan, 1998, s. 151) Hıristiyanlık âleminde dışlayıcılığın aşırılığının karşısında öteki dünya dinlerine daha pozitif bir yaklaşım olan kapsayıcılık fikri yaygınlık kazanmıştır. Kapsayıcılığa göre kurtuluş sadece İsa mesih yoluyladır. Tanrı tüm dünyayı yaratmış, İsa mesih de tüm insanlık için kendi canını feda etmiş, kutsal ruh da tüm yaratılanlara hayat vermekteyse, kurtuluşu tüm insanlar için görmek yanlış olmasa gerektir. Kapsayıcı anlayışa göre Hıristiyanlığın dışındaki insanlarda kurtuluşun kapsamı içerisindedir. Dışlayıcılık da olduğu gibi yine tek bir doğru ve gerçek dinden bahsedilmekle 17 birlikte öteki dinlerde yanlış ve batıl görülmez. Kesin ve doğru olan bu dinin bazı yansımalarını diğer dinlerde görmek mümkündür. (Yaran, 2002, s. 183) Kapsayıcılığın en önemli temsilcilerinden birisi olan Alman Katolik Teolog Karl Rahner’dir. Rahner’i kapsayıcılık da ön plana çıkaran en önemli olay onun Hıristiyanlığın dışındaki insanlar için kullandığı “Anonim Hıristiyanlar” kavramıdır. Rahner’e göre Hrıstiyanlık dışındaki din mensupları farkında olmasalar da Hıristiyandırlar. Ve bundan dolayı da Allah’ın rahmetine kavuşup kurtuluşa erecekleri ümit edilir. (Aslan, 1998, s. 153) (Yazoğlu & Aydeniz, Dini Çoğulculuk John Hiçk'in Düşüncesi Etrafında Tartışmalar, 2006a, s. 10) Rahner’e göre Hrıstiyanlık dışındaki tüm din mensupları Tanrının faaliyetini Hıristiyan anlayışı ile anlamasalar da Tanrının ruhu onların hayatlarında iş başındadır. Onlar bilinçli ya da bilinçsiz olarak Tanrıyı anar ve ona ibadet ederler. Bu insanlara Rahner “Anonim Hıristiyanlar” ifadesini kullanmıştır. (Peterson vd., 2006, s. 400) Dini kapsayıcılık anlayışına göre Hıristiyan olmayanlar da Hıristiyan kurtuluşunun kapsamına alınmaktadır. Kapsayıcılık anlayışına göre ilahi lütuf bütün dinler de farklı derece de sergilenmiş olabilir. Her ne kadar bu modele göre diğer dinler hakkında yeni ve olumlu şeyler söylense de yine de kurtuluş için kilise zorunludur. (Arıcan, 2009, s. 36-37) Ilımlı ve diyaloga açık görünen kapsayıcı modelin teolojik temelinde İsa mesih itikadı bulunmaktadır. İsa kurtuluşun asli unsurudur. Tanrının hakikati ve kurtarıcı merhametinin ortaya çıkması yalnız ve yalnız İsa’nın ölümü ve yeniden dirilmesiyle mümkün olmaktadır. (Albayrak, 2007, s. 293) Hıristiyanlık çerçevesinde oluşan kapsayıcılık fikri karşımıza kapsayıcılıktan ziyade kaba bir tekelcili veya dışlayıcılık olarak çıkmaktadır. Çünkü tüm dinleri Hıristiyanlığa indirgeme çaba ve gayreti vardır. Ayrıca Mutlak ve Tek Hakikat dini Hıristiyanlık olarak öngörülmekte diğer dinlere onunla eşit ve aynı derecede yer verilmemektedir. Ayrıca Anonim Hıristiyanlık kavramı da diğer din mensuplarını farkında olmadan Hıristiyan olmakla vasıflandırmaktadır. Bu olay ise diğer dinleri Hıristiyanlık içerisinde eritim çabasından başka bir şey gibi gözükmemektedir. (Arıcan, 2009, s. 38) Dini eritimin tek taraflı bir olay olması da buna işaret etmektedir. Karşıdaki dini kendi dini içerisinde tamamen eritmeye yönelik olan bu 18 faaliyet tam olarak başarılı olmasa bile diğer dinleri başkalaştırmayı da ifade eder. (Kılıç, 2004, s. 58) 3. Dini Çoğulculuk Dini çoğulculuk, (pluralizm) Mutlak ve İlahi tek bir hakikat olduğunu, tüm dinlerinde bu hakikate eşit derecede ulaşan farklı yollar olduğunu savunan düşüncedir. (Aslan, 1998, s. 154) Yani söz konusu her bir dini gelenek kendi mensuplarını kurtuluşa ulaştırma noktasında kendi mensupları açısından diğerleriyle eşit geçerliğe sahiptir. (Aydın M. , 2005a, s. 89) Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan din anlayışı dini çoğulculuktan başka bir şey gibi gözükmemektedir. Dini çoğulculuk tüm dinlerin özellikle de günümüzde yaşayan büyük dinlerin Tanrıya eşit seviyede ulaştırdığını savunan görüşün adıdır. Doğruluk ve gerçeklik açısından dinler arasında herhangi bir farklılık yoktur. (Kılıç, 2004, s. 69) Dini çoğulculuk paradigmasından söz edilince ilk akla gelen düşünür J.Hick’tir. (Yazoğlu & Aydeniz, 2006b, s. 11) Dini çoğulculuk düşüncesi J.Hick’in din felsefesinin temel dinamiğidir. J. Hick dini çoğulculuğu global bir din kuramı ve akımı olarak geliştirmeye çalışmıştır. (Arıcan, 2009, s. 43) J.Hick’e göre dinin merkezi teolojik doğrular (Din) değil, dinin birey ve toplum üzerinde gerçekleştirdiği ahlaki davranışlardır. J.Hick’e göre Tanrının gerçekliği tam olarak bilinemez. Tanrı aşkın bir varlıktır. Bundan dolayı da Hick’e göre var olan tüm dinlerin her biri aşkın olup bilinemez Tanrının farklı bir yönünü temsil eder. Bundan dolayı da dinler arasında mutlak gerçeklik açısından bir ayrım yapılamaz. Dinler arasında yapılacak bir karşılaştırma yalnızca bireyin ahlaki davranışlarında gözlemlenebilir. (Kılıç, 2004, s. 70) Hick’e göre her din mensubu mutlak gerçekliği kendi kültüründe var olan Allah, Semavi baba, Adonay, Nirvana, Şiva, Vişnu gibi kavramlarla ifade eder. (Aslan, 1998, s. 157) Bu bağlamda tek bir dini doğruyu kabul etmek insanlığın büyük çoğunluğunun karanlıklar içinde olduğunu kabul etmektir. Bu açıdan dini çoğulculuğu sistemleştiren önemli düşünürlerden birisi olan J. Hick gerçek kurtuluş anlamında tek ve hak bir dinin olduğu düşüncesini reddeder. (Albayrak, 2007, s. 278) 19 Dini çoğulculuk anlayışına göre tüm dinlerin hedefi aynıdır. Bu hedef ise mensuplarını ben merkezlikten uzaklaştırıp Tanrı veya Mutlak Gerçeklik fikrine ulaştırmaktır. Dolayısıyla tüm dinler mutlak gerçekliğin farklı şekillerde tecrübe edilmesinin adıdır. Yalnız dini çoğulculukta her din mensubu kendi dinini ve inancını doğru kabul ederken, diğer din mensubunun da aynı kendisi gibi doğru olabileceğini kabul etmelidir. Yani nasıl ki kendi dini geleneğimizin Tanrıdan geldiğini kabul ediyorsak diğerlerini de aynı gerçeklikten ve hakikatten geldiğini kabul etmeliyiz. Bu anlayışa göre hakikat mutlaktır. (Aydın M. , 2005c, s. 33) Mutlak hakikati ve gerçekliği anlamaya çalışan her dini gelenek göreceli bir anlayışa sahiptir. Çoğulcu anlayışa göre herhangi bir dini gelenek veya şu veya bu dinin kurucusu kurtuluşun yegâne vasıtası değildir. Çünkü kurtuluş yalnızca Tanrıda gerçekleşmekte ve tüm din mensupları bu kurtuluşu farklı tecrübe ve yollar ile elde etmektedir. (Aydın M. , 2005c, s. 34) B- DİNİ TEKELCİLİĞİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ Batı düşüncesinde dini tekelcilik ve dışlayıcılık söz konusu olunca ilk akla gelen din Hıristiyanlıktır. Bu anlayış kendisini “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” şeklinde formülize etmiştir. (Arıcan, 2009, s. 71) Bu yaklaşımın temel kaynağı ise yeni ahitten alınan şu cümlelerdir: “Yol ve hakikat ve hayat benim, ben vasıta olmadıkça babaya kilise ulaşamaz.” (Yuhanna, 14/6) “Başka hiçbirinde kurtuluş yoktur. Çünkü gök altında, insanlar arasında verilmiş başka bir isim yoktur ki onunla kurtulalım.” (Rasullerin İşleri, 4/12) Kilise dışında kalanların kurtulamayacağı sistemleştiren ise Kartaca piskoposu Aziz Kipriyanus (M.S 200258) olmuştur. Kipriyanus “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” dogmasını kilisedeki bölünmeler karşısında formüle eden kilise babasıdır. (Adam, 2002, s. 78) Hatta Hıristiyanlık da kilisenin güç kazanmasında etkili olan azizlerden aziz Agustine (MS.354-430) ayrılıkçı Hıristiyanların yanında putperestlerin, Yahudilerin ve daha ileri giderek İncilin mesajını işitme imkânı bulamadıkları için Hıristiyan olamayanların bile asla kurtuluşa eremeyeceğini ileri sürmüştür. Bu öğretiler kilise gücünü iyice artırdıktan sonra dogma haline gelmiştir. (Adam, 2002, s. 79) 20 Aziz Kipriyanus’un formüle ettiği “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” ifadesi 1208 yılında papa III. İnnocent tarafından savunulmuş, IV. Leteran Konsülünde bir karar haline getirilmiştir. Daha sonra papa VIII. Boniface (MS.1302) bunu teyit etmiştir. Floransa Konsülünde (MS. 1442) ise Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve de öğretir ki Katolik kilisesinin dışında kalanlar ister putperest, ister Yahudi, ister heretik olsun ister yanlış bir inancın mensubu olsunlar ebedi olarak kurtuluşa eremeyeceklerdir. (Adam, 2002, s. 81) Ömürlerinin sonunda da olsa aynı kiliseye dâhil olmadıkça “İblis ve onun meleklerine hazırlanmış olan ebedi ateşe” (Matta, 25/41) gireceklerdir. Papa IV. Pius (MS.1564) yılında yayınladığı bildiri de bir kimse isterse İsa mesih adına kanını da verse Katolik kilisesine iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Bu ilkeyi imanı ikrar ilkesi haline getirmişlerdir. (Adam, 2002, s. 82) II. Vatikan Konsülüne kadar “Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışı tüm papalar tarafından sık sık tekrarlanmıştır. (Adam, 2002, s. 83) Kilise merkezli Batı düşüncesi kendisinden coğrafi olarak uzakta bulunan, bölgesel olarak çalışıp evrensel bir amaç taşımayan ve kuşatıcı olmayan Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm gibi dinlere karşı tekelci ve dışlayıcı bir anlayış benimsememiştir. (Arıcan, 2009, s. 75) Hıristiyanlık inancında dini tekelciğin çıkış noktası 3 temel öğeye dayanır. Birincisi, Yeni Ahit’in Tanrının yazılı vahyi olması ve Yeni Ahitle çelişen tüm inanç sistemlerinin öğretilerinin yanlış olması, ikincisi, Kurtuluşun ancak İsa’nın şahsı ve aracılığıyla mümkün olması, üçüncüsü ise, Tanrının ancak Hıristiyanlık inancında kalanları kurtarmasıdır. Dolayısıyla ortaçağda insanların ırkı ve dini ne olursa olsun kurtuluş için ancak Hıristiyan olmak şart koşulmuştur. (Arıcan, 2009, s. 78) Tekelcilik/dışlayıcılık adına Hıristiyanların tarihte yaptıkları en acı olay Haçlı Seferleridir. Haçlı seferleri Hıristiyanlık adına yapılmış ve binlerce insanın kanı haksız ve mesnetsiz ama din adına akıtılmıştır. Bu dönemde İsa Mesihin yeryüzüne gelmesi an meselesiydi ve insanlar bir an önce tövbe etmeliydi. Ayrıca günahın tövbe yoluyla affı yalnızca hacca gitmekle mümkündü. Hacca gitmek için Kudüs’e gitmek gerekliydi. Kudüs’te Müslümanların elindeydi. (Arıcan, 2009, s. 79) Bu şekilde papalar tarafından motive edilen Hıristiyan dünyası günahlarını affettirmek suretiyle 21 çıktıkları hac ve tövbe yolunda binlerce masum insanın kanıyla affedilmez günahların kapısını aralamışlardır. C-DİNİ TEKELCİLİĞİN FELSEFİ VE TEOLOJİK BOYUTU Sosyal psikoloji açısından her dini gurup bir sosyal toplulukta vücut bulur. Sosyal toplumda insanlar dini bir topluluk, ümmet ya da cemaat gibi toplulukları da görüp şahit olurlar. Dinin birleştirici ve bağlayıcı etkisi olduğundan dolayı din sosyal bir topluluk meydana getirir. Birçok dini gurup, kendisini ötekinden farklı kılan dinin organik yönünü gösteren, hazır kalıplar içerisinde insanlara [mensuplarına] sunarlar. (Günay, 2000, s. 238) Ayrıca her inanç temelde etnosantrik bir karakter taşıdığı için, yani kendi inanç sisteminin en doğru ve en mükemmel olduğu düşüncesine sahip olması diğer inanç mensupları için olumsuz bir tutum olarak algılanabilmektedir. Bu durumdan dolayı da dini tekelcilik anlayışında bir din, inanç sistemi, mezhep ya da cemaatin tek ve yegâne olduğu fikri savunulmaktadır. Her dini grup kendi dinini veya inanç sistemini en iyi şekilde özümseyerek anladığını ifade ederek kendi grubunu üstünlük açısından abartılı bir pozisyona taşıyabilmektedir. (Arıcan, 2009, s. 18) Din insanlar arasında tekelci bir tutum oluşturup, insanlar arasında ayrıma sebep olabilmektedir. Birçok konuda insanlar farklı özellikleri aynı anda paylaşabilirken; mesela bir insanın çifte vatandaşlık statüsüne sahip olması pekâlâ olabilirken aynı kişinin iki ayrı dini benimsemesi pek mümkün gözükmemektedir. Bu da inanç konusunda düalist bir anlayışa imkân tanımamaktadır. Bu ve bunun gibi sebepler inanç konusunda monoteist bir anlayışı beraberinde getirmektedir. Bu ister ekonomik, ister siyasi olsun ülkelerin oluşturacağı her türlü birliğin temelinde muhakkak kültür ve din öğesi mevcuttur. Dini grupların birbirlerini anlamadan birbirlerine karşı önyargı ile yaklaşıp birbirlerini olumsuz yönde algılamaları bu sorunun arka planındaki perspektifin gözden kaçırılmasına ve çözüm üretilmesine imkân tanımamaktadır. (Arıcan, 2009, s. 19) Söz gelimi Hıristiyanlık İslam dininin yayılıp kendisi için bir güç haline geline gelmesiyle birlikte İslam dinini kendileri için bir tehdit unsuru olarak görmeye 22 başlamışlardır. Bunun neticesi olarak da kendi dinlerini koruma uğruna o vakte kadar söylenmemiş birçok yalan, yanlış ve iftiraları dile getirmekten çekinmemişlerdir. Özellikle IX. yüzyıldan itibaren Müslümanların fetih hareketleriyle birlikte Akdeniz’den İspanya’ya kadar hâkimiyetini genişletmesi üzerine Müslümanları kendileri karşı ciddi manada bir güç olarak hissetmişler İslamı ve Müslümanları kendileri için bir korku vasıtası olarak görmeye başlamışlardır. (Adam, 2002, s. 148) Öyleki Hz. Muhammed’in isminden “Bozulma” anlamındaki “Mahound” kelimesi ile bahsedilmiştir. Hıristiyan halk arasında bu kelime şeytanla aynı anlamda kullanılmıştır. Daha sonra ise haçlı seferleri sırasında Hıristiyan bilginler İslam medeniyeti ile tanışma imkânı bulmuşlardır. Fakat İslam kültürü karşısında aşağılık kompleksi ve acziyet durumuna düşmelerinden ötürü Avrupa’ya döndüklerinde İslamı yalan ve yanlış bir şekilde anlatmışlardır. Böylece İslam’ın Hıristiyanlıktan aşağı bir din olduğunu göstermek istemişlerdir. Bu da İslama karşı önyargıları beraberinde getirmiştir. XVI. Yüzyıldan itibaren de “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” şeklinde bir anlayışla Hıristiyanlık, dini tekelciliği teolojik anlamda zirveye taşımıştır. (Adam, 2002, s. 148) Dini Tekelcilik teolojik anlamda Tanrı hakkındaki bilgi ve tecrübeyi yalnızca Hıristiyanlıkla sınırlandırmaktadır. Diğer dinleri değerlendirme ölçüsü kilisedir. Hıristiyanlık bir dinden öte bir şey olup, hiç bir din ile mukayese edilemez. Kilise dışındaki her din insanların uydurmasıdır. Bundan dolayı da onlar kurtuluşa vesile olamazlar. Çünkü yegâne kurtuluş İsa mesih vasıtasıyladır. (Adam, 2002, s. 90-91) Dini tekelciliğin teolojik boyutunu Hıristiyanlık açısından temellendiren en önemli deliller ise Yeni Ahitte geçen “Yol ve hakikat benim. Ben vasıta olmadıkça babaya kimse ulaşamaz.”(Yuhanna, 14/6) “Başka hiç birine kurtuluş yoktur. Çünkü gök altında insanlar arasında verilmiş başka bir isim yoktur ki onunla kurtulabilelim.” (Rasullerin İşleri, 4/12) gibi cümlelerdir. Ayrıca Hıristiyanlar Hıristiyanlık dışında bir kurtuluş olmadığını diğer tüm dinlerin yanlış olduğunu iddia etmişlerdir. Hıristiyan olmayanları da “Pagan” olarak adlandırmışlardır. Hatta Katolik kilisesinin baskıcı anlayışına karşı kurulan Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther’e göre bir insan Yahudi, Müslüman, Putperest, hatta tek Tanrıya inansa dahi Hıristiyan kilisesine iman etmedikçe ebedi gazap ve 23 lanet içerisinde kalacaktır. (Gündüz, 2001, s. 98-99) Hıristiyanların bu katı anlayışı 1962-1965 yılları arasında yapılan II. Vatikan Konsülüne kadar devam etmiştir. (Aydın M. , 2007, s. 108) Bu Konsülde, “Kendi hataları olmaksızın Mesih’in İncilinden ve Kilisesinden habersiz olan ve yine de samimi olarak Tanrıyı arayan ve ilahi lütuf yardımıyla vicdanlarının sesini dinleyerek onlara bildirdiği yol üzere onun murat ettiği şeyleri yapmaya çalışan insanların da ebedi kurtuluşa ereceklerini belirtmiştir.” (Hick, 1997, s. 205-206) Alınan bu karar ile ilk defa Hıristiyanlık dışındaki dinlerin mensuplarından, kurtuluşa erebilecekleri şeklinde bahsedilmiştir. Bu ve buna benzer yaklaşımlara Yahudilik dini içerisinde de rastlamak mümkündür. Bunun en güzel örneklerinden birisi, İsrail oğullarının kendileri seçilmiş millet olarak takdim etme anlayışında bulmaktayız. Tanrı onları kendisine yakın bir grup olarak seçmiş düşmanlarına karşı onları korumuştur. (Adam, 2002, s. 20), Ayc. Bkz. (Adam, 2008, s. 34-35) Yahudilik milli bir din, İsrail oğulları ise Tanrı tarafından seçilmiş etnik bir topluluk olarak telakki edilmektedir. Bu üstünlük ve seçilmişliğin böyle algılanmasını gerektiren kanıtlarla ilgili Yahudi kutsal kitabında birçok örnek bulmak mümkündür. (Katar, 2007, 20/4, s. 458-463) “Allah Kendi kavmini reddetti mi? Hâşâ. Çünkü Ben İbrahim neslinden, Bünyamin sıptından (soyundan) bir israiliyim. Allah evvelden bildiği (seçtiği) kendi kavmini reddetmedi. (Romalılara Mektup, 11/1-2) ve “İnayet seçimine göre bir geriye(bakiye) kalanlar vardır.” (Romalılara Mektup, XI/5) Ayc. (Garaudy, 1998, s. 223) Yahudilik Sami bir din olmakla birlikte İsrail oğullarına özgü bir din olup milli bir karakter arz etmektedir. Bu dine göre Yahudiler Tanrı Yehova’nın güzide ve şekçin kulları olmakla beraber Yehova’da yalnızca Yahudi milletinin Tanrısıdır. Diğer milletler onlara göre daha aşağı seviyededir. (Günaltay, 1997, s. 89) Ayrıca Yahudiler Müslüman kelimesiyle genellikle Arapları anlamışlardır. Araplarla ise aralarında tarih boyu bir düşmanlık süregelmiştir. Bunun sebebi ise Yahudi inanışına göre Hz. İbrahim’in ahdinin ve soyunun İshak(as) tarafından devam ettirilip, Arapların ise Hz. İbrahim’in yanından uzaklaştırdığı Hz. İsmail’in soyundan gelmiş olmalarıdır. (Adam, 2002, s. 44-45) “Fakat gelecek yıl bu muayyen vakitte Sara’nın sana doğuracağı İshak’la ahdimi sabit kılacağım.” (Tekvin, 17/21) Yahudilik de Hz. İsmail’e duyulan bu kin ve nefret zamanla Araplara daha sonra da 24 tüm Müslümanlara yöneltilmiştir. Burada peygamberimizin Hz. İsmail’in soyundan gelmesi de etkili olmuştur. (Adam, 2002, s. 46) Ayrıca Yahudilik inancına göre Müslümanlık (İslam) Yahudilikten çalınma bir dindir. ( (Adam, 2002, s. 52) Meseleye İslam açısından yaklaşırsak İslam yeryüzünde herhangi bir bozulmaya ve değişikliğe uğramayan tek ve yegâne dindir. Bundan dolayı kilise ve Hıristiyan Batı dünyasının etkisinde kalarak benzer şeyleri İslam açısından da değerlendirmek yanlıştır. İslam, filozofların ortaya koyduğu felsefi bir düşünce sistemi değil, peygambere Allah tarafından vahyedilen ilahi dinin adıdır. (Köylü, 2001, s. 60) Bundan dolayı da zamanın ve zeminin değişmesi, fikirlerin gelişip farklılaşmasıyla İslam dininin inanç esasları ve akide sisteminde herhangi bir değişikliğin meydana gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden İslam diğer dinler arasındaki tek, üstün ve yegâne din olma özelliğini muhafaza eder. Diğer dinlerinde doğruluk ve hakikat sahibi olduklarını dile getirmek, bunlar vasıtasıyla da İnsanların kurtuluşa ulaşabileceklerini iddia etmek yalnızca Allah’ın hak olan dinini hafife almakla kalmayıp, diğer insanların ve dinlerin mensuplarının da İslam dininden haberdar olmalarını engellemek gibi bir sonuç doğurur. Bu ise Allah’ın ve peygamberin tüm Müslümanlara yüklemiş olduğu tebliğ vazifesini göz ardı etmektir. (Köylü, 2001, s. 61) Müslümanlar açısından ise Kur’an-ı Kerim, insanları en doğru yola ulaştıracak tek ve yegâne kılavuzdur. Yine Müslümanlar açısından Hz. peygamberin getirip tebliğ ettiği İslam dininin temel ilke ve prensiplerine bağlı kalmakla, kurtuluş eş değerdir. (Okuyan & Öztürk, 2001, s. 163) Yalnız İslam, kurtuluş öğretisini yalnızca kendisinde görmesine rağmen Tevhid geleneğinden gelen Yahudilik ve Hıristiyanlığa diğer dinlerden farklı bir statü tanıyarak onları “Ehli Kitap” adı atında zikretmektedir. Bununla birlikte Ehli Kitap kendi kitaplarını tahrif etmiş, Tevhid anlayışını bozup değiştirmiş ve din geleneğine aykırı hareket ederek peygamberlerin arasını ayırmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/70-72) Kendilerine İslam vahyi ulaşmasına rağmen sırf inat ve kibirden dolayı da İslam dinine tabi olmaktan uzak durmuşlardır. (Arıcan, 2009, s. 21) 25 Her din mensubu kendi inanç sistemini korumak için ve kendi mensuplarını, kendi dinlerinde tutmak için Mutlak Hakikatin ve Nihai Kurtuluş’un kendilerinde olduğunu iddia etmiştir. Toplumsal gruplarda ve cemaat tipi topluluklarda bu tarz düşünceler topluluğu meydana getiren en önemli unsurdur. Dini gruplarda ve zümrelerde insan sahip olduğu sosyal ve dini kimliği korur. Dinlerin ve dini grupların en önemli özelliği ise birbirinden ayrılan farklılık arz eden yönlerini tanıtarak ön plana çıkarmalarıdır. (Arıcan, 2009, s. 22) Burada önemli olan nokta inanç sahibi kişinin, diğer din mensuplarına karşı tolerans ve hoşgörü sınırlarını aşmadan, kendi dinini en mükemmel, yegâne ve tek olarak kabul etmesi ve o şekilde yaşamasının normal olmasıdır. Dini tekelcilik diğer görüşler –Kapsayıcılık, Çoğulculuk- arasında en tutarlı olanıdır. Çünkü çoğulculuk ve kapsayıcılık Satır aralarında Hıristiyanlığı merkeze alan bir anlayış olarak karşımıza çıkmakta, kurtuluşun da yalnızca İsa ile olabileceğini savunarak içinde birçok şüphe barındırmaktadır. Kilisenin diğer dinlere karşı hoşgörü anlayışı ile davranma hissi veren yaklaşımı ise dinler arası diyalog faaliyetlerinin amacının dini olmaktan ziyade siyasi bir amaç taşıdığını göstermektedir. (Köylü, 2001, s. 60) D-DİNİ TEKELCİLİĞİN TEMEL ARGÜMANLARI Dünya üzerindeki tüm dinlerin mutlak hakikat ve gerçeklik, doğruluk, eşsizlik, üstünlük, nihai hakikat, kurtuluş anlamında özü itibariyle dışlayıcı bir anlayışa sahip olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. (Peterson vd., 2006, s. 207) Ayc. (Yaran, 2002, s. 207) Birçok dini gelenek doğruluk iddialarına dayanarak dışlayıcılık karakterini kendinde bulmakla birlikte her birinin doğruluk iddiaları farklı olup birbiriyle buluşmaz bir karakter arz etmektedir. Bundan dolayı da her din mensubu kendi dininin tek doğru diğer dinlerin ise yanlış olduğu ve kurtuluşa eremeyecekleri düşüncesini savunmaktadırlar. (Arıcan, 2009, s. 80) Ortada pek çok dinî gelenek vardır. Bunlar birbirlerinden çok farklı öğretilere sahiptir. Bu dinî gelenekler kendi içlerinde teist ve teist-olmayan dinî gelenek ailelerine ayrılabilirler. Teist dinlerde ilim sahibi olmak, irade sahibi olmak, fiilde bulunmak gibi şahsî sıfatlarla muttasıf bir veya birden çok Tanrı inancı bulunmaktadır. Teist dinî tecrübe ve düşünce içindeki ilahların zenginliğinin yanı 26 sıra, teist-olmayan dinlerde de bir çeşitlilik söz konusudur. Teist olmayan dinî geleneklerde dinen nihai önemde olan şey, gayri şahsî mutlaklar olarak tecrübe ve tasavvur edilmiştir. (Acar, 2008, s. 4) Ayc. (Aslan, 2006, s. 163) Mutlak hakikatin zat (kişisel) olan ve zat olmayan(nonpersonel) olarak tecrübe edilmesi dinlerin farklılık arz eden en önemli problemlerindendir. (Hick, 1997, s. 203) Teist bir inanca sahip olanın teist bir inanca olmayanı dışlaması ile teist olmayan bir kimsenin teist bir inanca sahip olanı dışlaması arasında dışlayıcılık açısından hiçbir fark yoktur. Bundan dolayı teist ve teist olmayan inançların birbirlerini dışlayıcı bir karakter arz etmesi bir mecburiyet arz etmektedir. Bu bağlamda iki teist inancında aynı şekilde birbirleriyle çelişik doğruluk iddiaları gösterip birbirlerini dışlamaları mümkün olmakta, birden fazla dinin aynı anda doğru olabilmeleri ise mümkün gözükmemektedir. (Arıcan, 2009, s. 81) Mesela ilahi kaynaklı olmalarına rağmen Yahudilik, Hrıstiyanlık ve İslam’da din felsefesinin temel problemi olan Tanrı; Adonay, Semavi Baba, Allah isimleriyle teist olma noktasında birleşmelerine rağmen, Hıristiyanlık teslis ve hulul, Yahudilik antropomorfizm, İslam ise Tevhid anlayışı çerçevesindeki Tanrı düşünceleri, birbirleriyle çelişiklik göstermekte kendi içlerinde tekelci bir anlayış göstermektedirler. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 151) Ayc. Bkz. (Aslan, 2006, s. 163) Doğruluğu ve hakikati bunun sonucu olarak da doğruluğu ve üstünlüğü sadece kendi dini geleneğine has gören “tekelci anlayış” kendi dini geleneğini üstün görerek başkalarını dışarıda tutma anlayışı hemen hemen tüm din mensupları için belli ölüde geçerlidir. Bu tekelci tutum din mensuplarının alternatif dini geleneklere karşı kalıp kendi hakikat ve doğruluk iddiaları üzerinde ısrarcı bir tutum sergilemesini gerektirir. (Özcan, 1999, s. 17) Bu bağlamda tekelci anlayış, İsa Mesih’in getirdiği mesajın hak ve gerçek olduğunu diğer dini geleneklerin hakikat iddialarının ise geçersiz ve yok sayan bir düşüncedir. Bu açıdan İsa dışında Tanrı bilgisinin ne mevcut ne de mümkün olduğunu savunmuşlardır. (Köylü, 2001, s. 35) Tekelci modelin temel argümanlarından birisi olan eşsizlik ve nihai hakikat iddiasının kökeni Hıristiyanlığa dayanmaktadır. Hıristiyanlık eşsizlik ve üstünlük fikrini Yeni Ahitteki şu cümlelerden alır: “Yol ve hakikat benim; ben vasıta 27 olmadıkça baba’ya (Tanrı) kimse ulaşamaz.” (Yuhanna, 14/6) Ayrıca yeni ahidin başka bir bölümünde ise ; “Ve Başka hiçbirinde kurtuluş yoktur; çünkü gök altında damlar arasında verilmiş başka isim yoktur ki onunla kurtulabilelim.” (Rasullerin İşleri, 4/12) Ayrıca 1302 yılındaki papalığın VIII. Kutsal deklarasyonunda “Biz imanımızın gereği olarak inanırız ki İsa’nın mesajını yalnızca kutsal Katolik kilisesi temsil eder. Yine biz sağlamca inanır ve şahadet ederiz ki bu kilisenin dışında ne kurtuluş ne de günahların bağışlanması mümkündür.” (Aslan, 1998, s. 47) Bu düşünceyi Hıristiyanlığın önemli bir kısmını oluşturan Protestanlığın kurucusu Martin Luther daha ileri götürerek Hıristiyan imanın dışındaki tüm dini gelenekleri putperest olmakla, diğer dini geleneklerin yaptığı dua ve ibadetleri de puta tapınma olarak nitelendirerek onların ebedi gazap ve lanet içinde kalacaklarını ifade eder. (Gündüz, 2008, s. 99) Ayc. Bkz. (Arıcan, 2009, s. 82) Bu durumu özetleyen başka bir örnek ise; 1438-1445 yılları arasında gerçekleştirilen Floransa Konsülünde Katolikler dışında, sadece paganlar değil, Yahudiler, heretikler ve bölücüler de dâhil hiç kimsenin kurtuluşa eremeyeceği düşüncesidir. Heretiklerden kastedilen ise Müslümanlardır. Kilisenin dışında kalanlar şeytana yardımcı oldukların sebebiyle onunla beraber sonsuz ateşe atılacaklardır. Ancak ölmeden önce kiliseye katılırlarsa kurtuluşa hak kazanabilirler. (Albayrak, 2007, s. 282) Dini dışlayıcılığı savunan bazı Hıristiyan teologlara göre tek ve yegâne din Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık dışındaki tüm dinler yanlıştır, diğer din mensupları dünya hayatında ne kadar iyi ve güzel işler yapsalar da İsa’ya inanmadıkları takdirde onların kurtuluşa ermeleri mümkün olmayacaktır. (Yaran, 2001, s. 13) Ayc. Bkz. (Köylü, 2001, s. 30) Dini tekelciğin temel argümanlarından biri de mutlaklık iddiasıdır. Mutlaklık iddiası her hangi bir dinin başka bir dini geleneği muhatap alarak onlardan üstün olduğunu ileri sürmesi demektir. Bir kimsenin “aşkın nihai gerçekliği” tecrübe etmesinin ve kurtuluşun sadece kendi mensup olduğu din tarafından gerçekleştirileceğine inanarak mutlak hakikat iddiasında bulunması demektir. (Arıcan, 2009, s. 83) Tanrı hakkında gerçek bilgiyi ve tecrübeyi yalnızca kendisiyle sınırlandıran Hıristiyanlık açısından mutlaklık; İsa mesih ve onun yeryüzündeki temsilcisi kilisedir. (Adam, 2002, s. 90) Aynı mutlaklık iddialarını İslam, Yahudilik, Budizm ve Hinduizm açısından da görmek mümkündür. Örneğin, İslam dininde 28 şahadet, Hıristiyanlık da teslis, Yahudilik de cumartesi günü, Hinduizm’de ise tenasüh aynı dereceyi işgal eden inançlardır. Bu ise her dinin kendi içerisinde mutlakıyetçi ve dışlayıcı bir tavır sergilediğini gösterir. (Yitik, 2007, s. 281) Her bir dini geleneğin kendi tarihsel gelişimi açısından eşsiz ve üstün bundan dolayı da mutlak olduğunu gösteren alametleri vardır. Yahudilik açısından Tanrı onları özel olarak Tanrının nizamını korumak ve yasalarını yerine getirmek için seçmiş ve diğer topluluklara üstün kılmıştır. (Cohn-Sherbok, 2005, s. 83) Onlar Tanrı ile eşsiz bir ilişki yaşamak için seçilmişlerdir. Hıristiyanlık açısından ise, İsa Tanrının oğlu olmakla birlikte Hıristiyanlık bizzat Tanrı tarafından kurulmuş bir dindir. Bu açıdan Hıristiyanlığın diğer dinlere göre ayrıcalıklı bir statüye sahip olması gerekir. Müslümanlar açısından da Hz. Muhammed âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber olup, getirmiş olduğu kutsal kitap Kur’anda önceki vahiyleri tasdik eden ve onları mükemmelleştiren son vahiy olarak karşımıza çıkmaktadır. (Hick, 2005, s. 220) Tekelciliğin diğer iddiaların biri olan kurtarıcılık ise diğer dinlerde de mevcut olan bir sürecin adıdır. Birçok din felsefecisi dinlerin nihai hedefinin kurtarmak olduğunu söylemektedirler. Kurtarıcılık her dinin bu hayatta uygulama ve ahlaki özellikleri bir tarafa daha çok yeni bir hayat için öngördüğü necattır. (Arıcan, 2009, s. 83) Dini geleneklerin hemen hemen hepsinde kurtarıcılık fikri bunmaktadır. Çünkü dinlerin var olma sebebi kendi mensubu olduğu insanların kurtuluş ve özgürleşmesini sağlamaktır. Bu açıdan Dinler için hayati önem arz eden en önemli problem kurtuluş ya da hidayet sorunudur. (Köylü, 2001, s. 30) Dinler kendi mensuplarını kurtuluşa ulaştırabilmek için bir takım inanç ve ameli uygulamalar ortaya koyarlar. Bunlar her bir dinin mensubu için sunduğu kurtuluş reçeteleridir. Bu ilkeler kurtuluş için adeta zaruriyet arz etmektedir. Lakin her dini geleneğin sunduğu kurtuluş reçeteleri ise diğerininkine uymamakta ve farklılık arz etmektedir. Bu açıdan her dini gelenek tekelci bir din anlayışı ile karşımıza çıkmaktadır. (Adam, 2002, s. 9) Tekelci tutum anlayışı çerçevesinde kurtuluş; Hıristiyan bakış açısına göre kiliseye, Hıristiyanlığa veya Tanrı olarak İsa Mesih’e iman edenlerle sınırlı bir 29 durumdur. (Arıcan, 2009, s. 84) Hatta diğer dinler pagan olarak itham edilmiş, Hıristiyanlık dışındaki dinlerin yanlış olduğu ve Hıristiyanlık dışındaki dinler aracılığıyla kurtuluşun mümkün olamayacağı vurgulanmıştır. (Gündüz, 2008, s. 98) Kapsayıcı tutum çerçevesinde hakikat ve kurtuluş; her dini gelenekte mevcuttur. Yalnız bu kurtuluş hangi dini gelenekte gerçekleşirse gerçekleşsin daima İsa mesih vasıtasıyladır. Çünkü İsa Mesih Tanrının tek, nihai, eşsiz ve bağlayıcı vahyidir.( (Aydın M. , 2005c, s. 31) Bu bağlamda kurtuluş sadece İsa Mesih’in insanlığın günahına kefaretiyle mümkündür. Yalnız Hıristiyan olmayanlar da “İsimsiz Hıristiyanlar” ve “Gizli İman” anlayışı ile kurtuluş kapsamına alınmaktadır. (Aydın M. , 2005a, s. 88) Ayc. Bkz. (Albayrak, 2007, s. 290-291) Çoğulcu tutum açısından kurtuluş ise, büyük dünya dinlerinin her birinin birbirinden bağımsız olarak hakiki kurtuluşu sağladığı anlayışıdır. Hakikat iddiaları bağlamında dışlayıcılık sadece tek bir dinin yani Hıristiyanlığın, kapsayıcılık sadece tek bir inancın son ve mükemmel hakikate sahip olduğunu bildirmekle beraber diğerlerinde de az derecede de olsa hakikat iddiası bulunduğunu, dini çoğulculuk ise her bir inancın bir birinden bağımsız olarak kurtuluşu sağladığını öngörmektedir. (Aydın M. , 2005b, s. 280) J.Hick’e göre dini çoğulculuk çerçevesinde kurtuluş terimi öncelikli olarak bir Hıristiyan kavramı olmakla birlikte kurtuluşun ifade ettiği mana ve fonksiyon başka dinlerde de bulunmaktadır. Bu bağlamda kurtuluşu diğer dinler açısından da kullanmak mümkündür. (Arıcan, 2009, s. 84) Her din kendi kurtuluş öğretisine sahip olup, bu kurtuluş diğer dinler ile benzerlik arz edeceği gibi farklılık da arz edebilir. Ama her dini gelenek kurtuluşu kendi içerisinde bir bütün olarak sağladığını kendi dininin tutarlılığı ve hususiyeti açısından benimser. Bu açıdan her din tekelci ir karakter arz eder ve he din bir birleriyle çatışan hakikat ve kurtuluş fikirleri sunarlar. Farklı dinler tarafından sunulan kurtuluş öğretilerinin hem bu dünyayı hem de diğer dünyayı ilgilendiren veçheleri bulunmaktadır. Her din kendisine mahsus olan kurtuluş reçeteleri ile dînî kemâlât noktasını gerçekleştirmektedir. Bu ise her bir dinde faklı yollar ile gerçekleştirilmektedir. (Peterson vd., 2006, s. 396) Bu da her dinin kurtuluşa dair iddia edilen ve öngörülen vaadi yerine getirirse her din mensubunun kurtuluşa 30 erebileceğini ve kendi başına geçerlilik arz ettiğini göstermektedir. (Peterson vd., 2006, s. 397) Çok çeşitli kurtuluşlara örnek olarak ise bir kimse kendi hayatından feragat ederek özgürlüğü Nirvana da tecrübe etmesi, diğerinin Mesih’e inanmakla kişisel ölümsüzlüğü elde etmesi, bir başkanın Kofüçyüs’ün öğretileri ile toplumsal bir harmoni elde etmesi gibi her dini geleneğin kendi mensubuna sunduğu kurtuluş reçeteleri birbirinden farklılık arz eden bir görüntü ile karşımıza çıkmaktadır. Birbiriyle çatışan hakikat ve mutlaklık iddialarında bir din mensubu için kurtuluşun yegâne ve vazgeçilmez şartı diğer dini gelenek ve gelenekler açısından hiçbir mana ihtiva etmiyor da olabilir. (Peterson vd., 2006, s. 398) Hinduizm taraftarları Sanskritçe’de “Sanata Dharma” adı verilen Hinduizm’i tek gerçek din ve kurtuluşun tek vasıtası olarak görürler. Bunun dışındaki dinlerin hepsini Hinduizm’in tahrif edilmiş, bozulmuş veya yanlış yorumlanmış şekli olarak görürler. (Gündüz, 2010, s. 25) Klasik dönem düşünürlerinden Şankaracharya’ya göre hakikat bilgisini sağlayan tek bilgi kaynağı vedalardır. Bundan dolayı bu kutsal metnin otoritesini tanımayan hiçbir dini ve felsefi sistemin kişiyi gerçekliğe götüren alternatif yollar dahi olamayacağını belirtir. Bundan dolayı Vedalar’ın otoritesini tanımayan ve bu kutsal metinleri güvenilir bir kaynak olarak görmeyen Caynizm ve Budizm gibi dinler nastika (heretik-sapkın) ismiyle isimlendirilirler. (Adam, 2002, s. 9-10) Hinduizm’de ruhun nihai kurtuluşu temin edecek mutlak bilgi, insanın ölüp ruhun bedenden ayrılıp yeni bedenlerde silsile yoluyla tekrar tekrar dirilmesi ve her bir varoluş süresince cüzlerin tek tek tecrübe edilerek mükemmeliyete ulaşmasıyla mümkün olmaktadır. Tek bir varoluş seresince böyle tecrübenin oluşması mümkün değildir. çünkü İslam dininde şahadet, Hıristiyanlık da teslis, Yahudilik de cumartesi gününün önemi ne ise Hinduizm’de de tenasüh aynı dereceyi işgal eden inanç olup böyle bir düşünceyi benimsemeyen kimse Hindu kabul edilmez. (Yitik, Hinduizm, 2007, s. 281) Budizm ve Caynizm’e göre mutlak aydınlanma ve nihai kurtuluş Tanrının veya benzeri yüce bir kuvvetin idrak edilmesiyle değil, sadece eşyanın aslının 31 kavranılmasıyladır. Eşyanın hiçliğinin kavranması insanın içindeki sürekli varoluş arzusunu sona erdirerek kurtuluşa erdirecektir. (Yitik, 2007, s. 281-282) Hint kökenli dinlerin kurtuluş için sunduğu reçeteler aşağı yukarı birbirine benzer şeylerdir. Her bir Hint dini sisteminin kurtuluş reçetesi teferruatta farklı olsa da hepsi züht hayatı ve yoga egzersizlerini kurtuluşun gerçekleşmesi için zorunlu görürler. Bu yolun dindar bir kişiyi nihai kurtuluşa eriştireceğine inanılır. (Yitik, 2007, s. 283) Buna benzer anlayışları diğer dinlerin hemen hemen hepsinde bulmak mümkündür. Örneğin Yahudilik açısından da mesele biraz daha farklılık arz etmektedir. Yahudiler, Allah’ın Tevrat’ın hükümleriyle amel etmeyi yalnızca Yahudi ırkına has kıldığı için diğer ırkların Yahudiliğe dâhil olmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Yahudiler kendi dışındaki dini gelenekler için Nuh’un inanç ve ahlakla ilgili yedi temel esasına kalben uyanların ahirette kurtuluşa ereceklerini dile getirirler. (Adam, 2002, s. 11) Yahudi olmayanlar, Nuh’un yedi temel esasına uyanların kurtuluşa ulaşacaklarını ve cennet nimetlerinden faydalanacaklarını dile getirmekle birlikte Yahudilerle aralarında bir derece farkının olacağını da iddia ederler. (Adam, 2002, s. 26) Müslümanlar ile Hıristiyanları burada Nuhilik kategorisinde değerlendirirler. Bununla birlikte İslamı ve Hıristiyanlığı gerçek din olarak kabul etmezler. (Adam, 2002, s. 11) Hıristiyanlık açısından ise kurtuluş denilince kilisenin önemli bir yeri vardır. Kilise insanoğlunun dini tarihinde Yahudiliğe az da olsa yer verse de Hıristiyanlığın çıkışından sonra Yahudilik de dâhil hiçbir dini geçerli saymamıştır. Hatta bu bağlamda “Kilise Dışında Kurtuluş Yoktur.” (Adam, 2002, s. 78) öğretisi kilisenin resmi öğretisi haline getirilmiş; kilisenin anlayışına göre, diğer dinler kaba ve ilkel din sayılmıştır. Hatta kilise bu dünyada yaşayan hiçbir insanın İncilin öğretilerine ulaşamaması ve tanımaması için hiçbir sebebin bulunmadığına inanmış ve kilise dışında kalanların cehennem ateşiyle cezalandırılacağını ilan etmiştir. (Adam, 2002, s. 12) Daha sonraları “Tanrının Evrensel Kurtuluş” planındaki konumları Hıristiyan teologlar tarafından uzunca tartışılmasına rağmen bu ciddi tartışmalar Hıristiyanların genelini etkilememiş ve bir gün tüm dünyanın mutlaka 32 Hıristiyanlaşacağı inancı Hıristiyanlar arsındaki geçerliliğini korumuştur. (Adam, 2002, s. 14) 20 yy.a geldiğimiz günümüz dünyasında koloni sisteminin çökmesi, iletişimin gelişip yaygınlaşması, çeşitli dini geleneklerin ve dinlerin birbiri ile iç içe yaşamaya başlamaları Hıristiyanlığı, İsa Mesih’in tek evrensel kurtarıcı ve Hıristiyanlığın da tek geçerli din olduğu ve bir gün herkesin kilisenin çatısı altında toplanacağı inancı üzerinde tekrar düşünmeye sevk etmiştir. (Adam, 2002, s. 104) Bu bağlamda Kilise 19.yy.ın ortalarından itibaren farklı inanç sistemleri ve dini gelenekler üzerinde tekrar düşünme ihtiyacı hissetti. (Arıcan, 2009, s. 85-86) Bunun sonucunda ise 1962-1965 yılları arasında yapılan II. Vatikan Konsülüyle birlikte Hıristiyanlığın ilk defa diğer dinlerden ve onların da kurtuluşa ulaştırabileceğinden bahsetmeye başlamıştır. II. Vatikan Konsülüne kadar dışlayıcı bir yaklaşım benimseyen Katolik kilisesi bundan sonra kapsayıcı bir anlayış benimsemiştir. (Adam, 2002, s. 100) Hıristiyanlık gerçek bilgiyi ve tecrübeyi Hıristiyanlıkla sınırlı tutar. Diğer dinleri değerlendirmenin temel ölçütü kilisedir. Bu ise kilise merkezli bir yaklaşım ortaya çıkarmıştır. Bu anlayışa göre Hıristiyanlık dinden öte bir şey olup diğer dinler ile karşılaştırılıp, mukayese dahi edilemez. Bundan dolayı da insanlığın kurtuluşuna kilise dışında hiçbir dini gelenek vesile olamaz ve kurtuluş ancak İsa mesih vasıtasıyla kilisede gerçekleşebilir. (Adam, 2002, s. 90-91) İslama göre, Allah katında tek makbul din İslamdır. (Ali İmran, 3/19) İslam tüm peygamberlerin getirip tebliğ ettiği ve asla değişmeyen fıtrat dinin adıdır. İslam dininden başka din söz konusu değildir. (Adam, 2002, s. 10) Bu inancın temeli Hz. Muhammed’den nakledilen bir hadis-i şerifte bulmak mümkündür. “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar ama daha sonra onu ailesi kendi dinine çevirir.” [Buhari, Cenaze/680; (Kocaer, 2003, s. 237)] Kur’anda Yahudilerden, Hristıyanlardan ve Sabilerden Allaha ve ahirete iman edip salih amel işleyenlerin Allah tarafından mükâfatlandırılacağı ve onlar için korkunun olmayacağı bildirilmektedir. (Adam, 2002, s. 11) İmam Maturidi Yahudilerin ve Hıristiyanların her ne kadar Allah’a inanıyoruz deseler de Allah’a oğul isnat ettikleri için Allah’ın birliğine inanmadıklarını ifade eder. (Özcan, 1999, s. 117-118) Ahirete ve dirilmeye inanıyoruz deyip fakat ahirette vaat olunana ve hesaba çekilmeye inanmamaları 33 Ahirete inanmadıklarını ve peygamberlerin arasını ayırdıkları ve kitapların bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettiklerini göstermektedir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/59) Bu yüzden gerçek manada Allah’a ve ahirete inanan Yahudilerin ve Hıristiyanların Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul ederek ve Kur’an tabi olarak ayetin muhatabı olacaklarını belirtmiştir. Müslümanların genel inancına göre İslam dışında hiçbir din insanlığın kurtuluşa vesile olamaz. Kurtuluş sadece İslam girip iyi amel işlemekle mümkündür. (Adam, 2002, s. 11) Bu açıdan Hz. Muhammed Tanrının hakiki ve son peygamberi ve onun getirmiş olduğu mesajlar mutlak suretle kâmil noktadadır. Tanrıyı ne onun sistemini bilmenin yegâne kaynağı Hz. Muhammed(a.s) dir. Allah tarafından diğer peygamberlere gönderilen vahiylerin aslı değiştirilmiş ve insan eliyle faklı bir mecraya yönlendirilmiştir. Yalnızca Hz. Muhammed’e gelen vahiy katışıksız, saf ve tahrifata uğramamıştır. Ayrıcı Hz. Muhammed’e Allah tarafından gönderilen vahiy sadece belli bir bölge ve kavme değil tüm insanlığa gönderilmiştir. Hayatın bütün gayesini ve amacını içinde barındırmaktadır. (Peterson vd., 2006, s. 384) E-DİNİ TEKELCİLİĞİN MANTIKSAL YAPISI Her din kendisine özgü bir takım özellikler ve kendisini öteki dinlerden ayıran bir takım ilkeler ile tekelcilik ve dışlayıcılık ekseninde kurumsallaşmaktadır. Bundan dolayı da bir dinin diğer dinlerden kendisini ayıracak ve kendi mensuplarını da teşvik edecek bir takım öğretilere sahip olması gayet tabidir. (Arıcan, 2009, s. 87) Dini tekelciliğin temel mantığı Tanrının insanlık için sadece bir din gönderdiğidir. Bu dinden önce yaşayan insanlar kendi yaşamları boyunca bu dinin getirmiş olduğu mesaja uygun veya o mesaja yakın bir inanca sahip oldukları müddetçe kurtuluş kapsamına girebilirler. Lakin söz konusu dini gelenek ortaya çıktıktan sonra ona tabi olmak zorunlu olup bu mesajdan uzak kalanlar için kesinlikle kurtuluş yoktur. (Arıcan, 2009, s. 88) Çünkü onların dinleri tek doğru ve mutlak, diğerleri eksiktir. Bundan dolayı da mensuplarını kurtuluşa eriştiremezler. (Aydın M. , 2005c, s. 26) 34 Tekelcilik temel olarak doğruluk iddiasına dayanmaktadır. Çünkü dini tekelcilik açısından bir dinin doğru diğer inançların ise yanlış olduğunu ortaya koyacak temel prensiplerinin bulunması gerekmektedir. Bu prensipler dinin mensuplarını tatmin temellendirilmiş ve etmeli, onlar tarafından inancını dıştan gelebilecek içselleştirilerek her türlü doğruluğu etkiye karşı koruyabilmelidir. (Arıcan, 2009, s. 88) Dini tekelcilik açısından bakıldığı zaman her din mensubu inancının doğruluğunu savunurken kendi inancıyla bağdaşmayan her şeyin yanlış olduğuna inanması gerekir. (Johnson, 2006, s. 91) Dinlerin gerçeklik hakkında birbirleriyle çelişen iddialarını bir takım özellikleri göze çarpmaktadır. Bazıları Tanrının var olduğunu, bazıları ise Tanrının var olmadığını iddia ederler. Bazıları Tanrının bir ve tek olduğunu dile getirirken, bazıları pek çok Tanrının bulunduğunu kabul eder. Bazıları Tanrının dünyada bedenlendiğini iddia ederken bir kısmı ise bunu reddeder. Bazıları İsa’nın bedenleşmiş bir Tanrı olduğunu iddia ederken, bazıları bedenleşmiş Tanrının İsa değil Krişna olduğunu söyler. (Peterson vd., 2006, s. 403) Bir diğer örnek ise dinlerin ölüm sonrası ile ilgili inançlarındaki farklılıktır. Batının teistik geleneklerine göre her insanın hayatını, dünya hayatında yaptığının karşılığını göreceği ilahi bir yargılama olan ahiret yurdu takip edecektir inancı mevcut iken, Doğu gelenekleri ölümü takip eden birçok reenkarnasyon (ruh göçü) ve yeniden doğuşu vurgulayan inançlara sahiptirler. (Johnson, 2006, s. 57, 72) Tüm bunların aynı anda doğru olabilmeleri imkân dâhilinde gözükmemektedir. Bu açıdan dinlerin doğruluk iddialarını haklı ve geçerli olduğunu kanıtlayan güçlü ve kuvvetli aklî, naklî ve mantıkî delilin bulunması gerekmektedir. (Peterson vd., 2006, s. 403) Bu açıdan doğruluk iddialarının tamamı zorunlu olarak tekelci ya da dışlayıcı bir karakter arz eder. Belli bir dini önermenin doğru olduğuna inanan din mensubu bu önermenin karşıtı veya bu önermeyle bağdaşmayan bir takım inanç ve prensiplerin yanlış olduğuna inanmaya ve kendi dışındaki inançları dışlamaya götürür. Mantıksal olarak ise bu gayet normal bir durumdur. (Arıcan, 2009, s. 89) Çünkü belirli p önermesi doğru ise bu durumda onun karşıtı olan –p önermesi aynı anda doğru olamaz. (Johnson, 2006, s. 68) Mutlaklık ve hakikat iddialarının çakışan yönlerine bir örnek de Mesih’in çarmıha gerilmesiyle ilgili olarak Hıristiyanlar ve 35 Müslümanlar arasındaki uyuşmazlıktır. Hıristiyanlar Mesih’in çarmıhta öldüğünü iddia ederken Müslümanlar onun çarmıhta ölmediğini savunur. (Johnson, 2006, s. 55) Hz. İsa’nın çarmıhta hem öldüğünü hem de ölmediğini savunmak mantık açısından çelişiklik içeren bir durumdur. İki din birbiriyle çelişen hakikat iddialarında bulunursa bu iki dinin aynı anada doğru olamayacağını iki inançtan birinin yanlış olduğunu gösterir. Örneğin İslam dininin temel esaslarından birisi Allah’ın bir ve tek olduğu, eşinin ve benzerinin olmadığını kabul ederek politeizmi(çok Tanrıcılığı) reddeder. İslam dininin bu iddiasıyla çok Tanrıcılığı kabul eden Hinduizm’in hakikat ve mutlak anlayışını kökten reddeder. (Johnson, 2006, s. 68) Dini tekelcilikte doğru inancın kaynağı nedir? Kurtuluş nerede ve nasıl gerçekleşecektir? Sorularının cevabı tek bir dindedir şeklinde olacaktır. (Arıcan, 2009, s. 89) Çünkü bu modele göre; tekelcilik; doğruluk, kurtuluş, özgürleşme insanın kendini gerçekleştirmesi veya dinin nihai amaç ve gayesi ne ise onun yalnızca bir dinde bulunduğu ve sadece bir dinin bunu gerçekleştireceğini, diğer dinlerde mevcut olup, o dinin öğretileri ile çelişen tüm inançların yanlış olduğunu kabul etmek ve savunmaktır. (Yaran, 2002, s. 207) Tekelci tutumu benimseyenler evrensel bir anlayışı ve kesin bir doğruya mutlak olarak bağlanmış olmaktadırlar ve başka bir doğrunun olabileceğine de imkân tanımamaktadırlar. (Arıcan, 2009, s. 90) Tekelci tutumun temel mantığı, tek doğrunun var olabileceğini, birden fazla doğrunun olamayacağı iddiasıdır. Bu sebeple tekelci modeli benimseyen için tek din vardır. Sadece bu din kurtuluşa eriştirebilir. O da kendi dinidir. Diğer dinler batıl ve boştur. (Adam, 2002, s. 90) Bu düşüncenin sistemli bir şekilde savunulduğu dini gelenek Katolik Hıristiyan dünyasıdır. Bu düşünceyi temellendiren en önemli simge ise “Kilise dışında kurtuluş yoktur.” ifadesidir. Katolik Hıristiyanlık kendi tarihi boyunca Yeni Ahit metinlerinden hareketle tekelci modelin en önemli savunucusu olmuş, bu ilke de bu tutumun mantıksal açıdan temel dinamiği olmuştur. (Arıcan, 2009, s. 91) Ayrıca Her dinin sahip olduğu ulûhiyet anlayışı bağlı bulunduğu toplumun tarihi süreciyle yakından ilgilidir. Bu açıdan tarihi süreç içerisinde her din kendisini 36 geliştirerek ve genişleterek tarihi bir birikimsellik geleneğini “birikimsel bir din anlayışı” veya “birikimsel bir dini gelenek” olarak kendisinden sonra gelen nesillere miras olarak taşımaktadır. (Özcan, 1999, s. 16) Böyle bir dini gelenekten gelen din mensubunun benimseyeceği ilk tutum kendi mensubu olduğu dini geleneğin ulûhiyet anlayışını doğru kabul etmek onun dışındaki ulûhiyet anlayışlarını yanlış görerek kendi dini geleneğinin sunmuş olduğu dini hayat tarzını benimsemek bunu tek doğru ve geçerli yol olduğun kabul ederek kendi “Anlayışını” ve “Yaşayışını” buna göre düzenleyip diğer dini gelenekleri hayatının dışında tutmaktır. (Özcan, 1999, s. 17) F-VAHİY EKSENLİ DİNLER AÇISINDAN DİNİ TEKELCİLİK Her inanç kendisinin dışındaki dini geleneklerle çatışan inançları kabul etmesine rağmen kurtuluş ve özgürlük vaadinde bulunur. (Johnson, 2006, s. 71) Ayc. Bkz. (Yitik, 2007, s. 281) Örneğin Yahudilik de anahtar figür olan Musa, İsrail ulusunu kuşatan politeizmi reddetmiş bir Tanrının yani Yahve’nin dünyayı yaratmış olduğunu ve ona ibadet edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. (Johnson, 2006, s. 87) İslamda ise Hz. Muhammed’in “Peygamberlerin Mührü” olduğu vurgulanmış ve “Kur’an” vasıtasıyla Allah Hz. Muhammed’i kendisine has kılarak önceki vahiyleri tamamlamış ve insanlığa hak dini tekrar hatırlatarak ona davet etmiştir. Yine İslam peygamberi Hz. Muhammed 6. Yy.da Arabistan bölgesinde politeizm anlayışına karşı çıkmıştır. (Hick, 2005, s. 54) Hrıstiyanlığın kutsal kitaplarında, ökümenik inanç esaslarında, temel dogmatik ilan ve ikrarlarında geleneksel Hıristiyan inancının Hıristiyan İncili ve Hristiyan kurtuluş yolu için mutlak bir iddia olduğunda şüphe yoktur. Bu inanç sistemine göre tarihsel İsa beşer hayatı yaşayan Tanrının oğlu, kutsal teslis düşüncesinin ikinci unsuru ve çarmıhtaki ölümüyle tüm insanlara günahları dolayısıyla kefaret ödemiş ve onların kurtuluşunu sağlamıştır. (Hick, 2005, s. 57) Vahiy eksenindeki üç dinin kutsal kitaplarındaki Tanrı tasvirlerine baktığımız zaman üç dininde birbirinden farklılık arz eden ilahi varlıkları benimsediklerini görürüz. Bunlardan ilki bir gurup Sami kabilesinin Tanrısı, diğeri, bir tarafı 37 yeryüzünde onun tezahürü olan ve yeni bir din Kur’an ve birkaç unsurdan oluşan teslis, Üçüncüsü ise Arabistan’da kendisi vasıtasıyla hayatlarını Allah’a adayan ve teslim eden bir topluluk meydana getiren ve bir peygamberi kendine has kılarak vahyi sonlandıran Allah’tır. (Hick, 2005, s. 219) Bu açıdan Yahve’nin, Teslis’in ve Allah’ın zatı ve hikâyeleri öz itibariyle birbiriyle örtüşmelerine rağmen onlar kendilerine ibadet edenlerin aynı Tanrıya ibadet ettiklerini söyleyemeyecekleri kadar birbirinden farklıdır. (Hick, 2005, s. 219-220) 1. Yahudilik Açısından Dini Tekecilik Yahudilik evrensel bir din olmaktan ziyade etnik karakter arz eden bir din olarak karşımıza çıkmaktadır. Yahudilerin seçilmiş halk, üstün millet ve dünya hâkimiyeti gibi düşünceleri Yahudilik dininin bazı karakteristik özellikleridir. Eski Ahitteki şu cümle buna örnektir. “Yeryüzündeki bütün milletlerden-aşiretlerdenyalnız sizi tanıdım. Bundan dolayı bütün fesatlarınızı (suçlarınızı) sizin üzerinizde yoklıyacağım(yok sayacağım)” (Amos, 3/2) Ayrıca Tanrı Yahudi milletini kutsal bir millet olarak seçmiş, tüm milletlerin ve halkların arasından Yahudileri öz halkı olarak ilan etmiştir. (Firestone, 2004, s. 105) Bu açıdan Yahudi kimliği modern çağ öncesinde dindar milliyetçiliğe dayanıyordu. Daha sonraları Yahudilik dinden ziyade etnik bir kimlik haline gelmeye başlamıştır. Kendilerini agnostik veya ateist olarak tanımlayan Yahudilerde bile Yahudi kimliği egemendir. Yahudi kanunları bir kimse ateist dahi olsa onun Yahudi kimliğini geçersiz saymamaktadır. (Firestone, 2004, s. 71) Yahudilik din bakımından Hıristiyanlığı ve İslamı kesinlikle kendisine eşit kabul etmez. Ama güzel ahlak sahibi ve iyi işler yapan Hıristiyan ve Müslümanların cennete gidebileceğini savunur. (Firestone, 2004, s. 76) Bununla beraber Yahudilik, Hıristiyanların ve Müslümanların inanç sistemlerini ciddi anlamda eleştirir. Yahudiliğe göre Hıristiyanların teslis inancı tamamen saçmadır. Yeni ahit de Yahudiliğe göre ilahi vahiy değildir. İsa, onlara göre bir peygamber değildir. Ayrıca Hıristiyan inancını şirk olarak değerlendirip, Yahudilerin herhangi bir kiliseye sanat ve mimari açıdan bile olsa girmesine izin vermezler. (Adam, 2002, s. 43-44) 38 Yahudiliğe göre İslam, Yahudilik gibi bir vahiy dini değildir. Yahudiler İslam dâhil tüm dinlerin Yahudilikten çalıntı olduğunu dile getirirler. Onlara yapılan ilavelerle orijinal gibi gösterilmeye çalışıldığını söylerler. Yahudi bilginlere göre Hz. Muhammed gerçek bir peygamber değildir. O ilk önce mesajını yayarken ve ibadet ederken Kudüs’e yöneliyor, Yahudilerin inanç ve ibadetlerine göre hareket ediyordu. Fakat Yahudiler onu peygamber olarak kabul etmeyince, Yahudi uygulamalarını değiştirmiştir. (Adam, 2002, s. 51-52) Buna rağmen Yahudiler diğer din mensuplarının kurtuluş için, Yahudi olmalarını gerekli görmezler. Bunun için Yahudi bilginler Tevratın yorumundan hareketle Nuhilik kavramını geliştirip bunu da 7 (yedi) madde ile özetlemişlerdir. Nuhiliğin şartlarını yerine getiren insanlarda ebedi âlemde kurtuluşa ereceklerdir. Bu bağlamda Hıristiyanları ve Müslümanları Nuhilik kategorisinde değerlendirmişlerdir. Diğer milletler Nuh yasalarına uyarlarsa ahirette karşılığını alacaklardır. Ama Nuhilerin, Yahudilerle aynı derecede olduğunu söylemek mümkün değildir. (Adam, 2007, s. 232) 2. Hıristiyanlık Açısından Dini Tekelcilik Hıristiyan inancı çerçevesinde dini dışlayıcılık meselesi incelendiği zaman Hıristiyanlık tek ve biricik imanın mevcut olduğu ve kurtuluşu gerçekleştirecek yegâne dindir. 1438-1445 yılları arasında gerçekleştirilen Floransa Konsülünde “Katolikler dışında sadece paganlar değil, Yahudiler, heretikler ve bölücüler de dâhil hiç kimse kurtuluşa eremez.” şeklinde alınan karara göre cennete sadece Hıristiyanlar girmektedir. Heretiklerden kastedilen ise Müslümanlardır. Kilisenin dışında kalanlar şeytana yardımcı oldukların sebebiyle onunla beraber sonsuz ateşe atılacaklardır. Ancak ölmeden önce kiliseye katılırlarsa kurtuluşa hak kazanabilirler. (Albayrak, 2007, s. 282) İsa Mesih’e İman Hıristiyanlıkta merkezi bir öneme sahiptir. Hıristiyanlığın İsa Mesih doktrinine göre İsa’nın Kurtarıcı Mesih olduğuna iman ile onun Tanrı oğlu ve rab olduğuna iman, ayrılmaz bir görünüm arz eder. Yine oğul İsa’nın Çarmıhta öldükten sonra dirilip tekrar semaya yükselmesi inancına dayalı Haç teolojisi, Tanrısal hukukun Mesihle son bulduğu ve Şeriatın sadece bir tek hususa yani sevgiye indirgenmesi Hıristiyanlığın karakteristik özelliklerindendir. (Gündüz, 2001, s. 16) 39 Hıristiyanlığa göre kurtuluşun yegâne anahtarı İsa’ya iman etmekle mümkündür. Hıristiyan dışlayıcı düşüncesinin amacı İsa’yı bilmeyen diğer din mensuplarına tanıtmak ve İsa’ya imanı kabul ettirmektir. (Albayrak, 2007, s. 282) Yeni Ahitteki şu cümle buna delildir. “İsa rabdir diye ağzınla ikrar edersen ve Allah’ın onu ölülerden kıyam ettirdiğine yüreğinle iman edersen kurtulacaksın.” (Romalılara Mektup, 10/9) Hıristiyanlık kendi tarihi boyunca dini tekelcilik anlayışını savunmuştur. Hıristiyanlığın Mutlaklık iddiasında bulunmasının sebeplerinden en önemlileri İncillerdeki dışlayıcı ifadelerdir. (Aslan, 2006, s. 132) Yeni ahit de Hz. İsa’nın “Hiç kimse oğlu tanımadan babayı tanıyamaz ve babayı bilmeden de oğlu bilemez ve ancak oğul istediğine kendini bildirecektir.”(Matta, 11/27) ve “Yol ve hakikat benim; ben vasıta olmadıkça babaya kimse ulaşamaz.” (Yuhanna, 14/6) Ayrıca Rasullerin İşleri bölümünde şu ifadeler vardır. “Ve başka hiçbirinde kurtuluş yoktur. Çünkü gök altında damlar arasında verilmiş başka isimler yoktur ki onunla kurtulabilelim.” (Rasullerin İşleri, 4/12) Hıristiyanlığa göre İsa İncillerdeki bu ifadelerle kendi elçiliğini kabul etmeden insanların Tanrıya ulaşmalarının mümkün olmadığını bildirmiştir. Yeni ahitteki bu ve buna benzer ifadelerden yola çıkan Hıristiyan düşünürler Hıristiyanlığın kurtuluşa erdiren tek ve yegâne yol olduğu sonucuna varmışlardır. 1302 yılında papalığın VIII. Deklarasyonunda Hıristiyan imanın gereği olarak İsa’nın mesajını yalnızca kilisenin temsil ettiği bundan dolayı da kilisenin dışında kurtuluşun mümkün olamayacağı fikri benimsenmiştir. Protestan dünyasında da Martin Luther buna benzer şeyleri söylemiştir. (Aslan, 1998, s. 46) Dışlayıcılığa göre Tanrı bütün çocuklarını kucaklamayı isteyen ve merhamet eden bir baba olmasına rağmen, bu merhametli baba yalnızca İsa Mesih’in tarihsel gerçekliğiyle bütün insanları kurtuluşa eriştirecektir. Bunu sağlayacak olan da yalnızca kilisedir. Kilise dışında hiçbir kurtarıcı güç yoktur. Başka dinlerle yapılan diyalogun amacı sadece onlara İsa Mesih’i anlatmak ve ona iman etmelerini sağlamaktır. Çünkü Tanrı nihayetinde bütün dinlerin Hıristiyanlığa katılmasını istemektedir. Tek bir din olmalıdır ki O da Hıristiyanlıktır. Bunun tarihte gerçekleştirilmemiş olması Tanrının bir hatası değil Hıristiyanlar adına misyonerlik faaliyetinde bulunan kimselerin cesaret ve heyecanlarındaki yetersizlikten kaynaklanan bir durumdur. (Albayrak, 40 2007, s. 283) Katolik kilisesi tarihinde sloganlaştırılan bu düşünce II. Vatikan Konsülüne (1963-1965) kadar savunulmuş, globalleşme ve küreselleşme gibi kavramların geliştirmiş olduğu düşünceler karşısında zaman içerisinde kilise dışlayıcılık fikirlerini yumuşatmak zorunda kalmış veya metot değiştirmiştir. (Aslan, 1998, s. 46-47) Hıristiyan dünyasında dini tekelcilik Hıristiyanlık tarihi boyunca savunulmuştur. Hıristiyanlar, Hıristiyan vahyinin temel ilkeler açısından nihai olduğuna inanmaktadırlar. (Watt, 1997, s. 173) Bu görüşü savunanlara göre tek ve yegâne din Hıristiyanlıktır. İnsanlar ancak Hıristiyanlık sayesinde kurtuluşa ererler. Hıristiyanlık dışında kalan tüm dinler yalan ve yanlıştır. Dolayısıyla diğer din mensupları ne kadar iyilik yaparsa yapsınlar İsa’ya inanmadıkları sürece kurtuluşa eremezler. (Yaran, 2001, s. 13) Hıristiyan kilise tarihinde “Hıristiyanlığın Mutlaklığı” iddiası Hristiyan teolojisinde dini dışlayıcılık fikrini oluşmasında etkili olmuş ve Hıristiyanlığın farklı dinlere bakışını şekillendirmiştir. Hıristiyan dünyası kendi dinini en yüce kabul edince diğer tüm insanlar inançları ne olursa olsun, kime ve neye inanırlarsa inansınlar Hıristiyanlık dinine boyun eğdirilmesi gereken bir konumda görülmüştür. 15. yy.da Yahudilere yapılan zulüm ve işkenceler Hıristiyan dünyasının anti-semitik düşüncelerinin bir sonucudur. Daha sonraki süreçlerde ise Batının sömürge siyaseti ve kolonileştirme süreci bu anlayışın zirveye ulaşarak İsa mesih adına tüm dünyayı ele geçirme ve Hıristiyanlaştırma düşüncesine dönüşmüştür. (Albayrak, 2007, s. 278) Bunu da birçok siyasi ve ideolojik fikirler çerçevesinde “Tanrı Adına Adam Öldürmeyi” meşrulaştıran bir zihniyet ile yerine getirmişlerdir. Ayrıca Hıristiyan inancında mevcut olan komşunu seveceksin inancıyla, günümüz dünyasındaki komşularını tehdit eden bir inanç arasındaki benzerliği(!) de görmek gerekir. (Albayrak, 2007, s. 279) Hıristiyan Batı dünyasında dini tekelciliği en yoğun bir şekilde savunanlardan birisi Hollandalı misyoner Hendrik Kraemer’dir. O Hıristiyanlığın üstünlüğünü şöyle anlatır: Hıristiyanlık Tanrının Mesih yoluyla vahyettiği tek dindir. Hıristiyanlık hakikate ulaştıran tek dindir. Hıristiyanlık dışındaki dinlerde dini hayat ve yaşam ne 41 kadar yoğun ve samimi olursa olsun, bu dinler insanları yanlış yollara sevk ettiği için kurtuluşa eremezler. Hatta Kraemer Hıristiyanlık dışındaki dinleri insanların oluşturduğu normlar olarak görmekte, Tanrı tarafından vahyedilen tek din olarak Hıristiyanlığı görmektedir. Bu açıdan da dinler hakkındaki yargıyı insanlar değil de Tanrı verir demektedir. Tanrı da insanlığa yalnızca Hıristiyanlığı biricik ve tek din olarak göndermiştir. (Aslan, 1998, s. 48) 3. İslam Açısından Dini Tekelcilik İslam dini, yeryüzünde aslı herhangi bir bozulmaya ve tahrifata maruz kalmamış, kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in asla bozulmayacak bir karakter arz edecek şekilde yüce Allah tarafından kıyamete kadar korunacak olması (Hicr, 15/9) İslam dininin kaynak açısından ilk geldiği an gibi taptaze olduğunu gösteren delillerdendir. Bu yüzden İslam dini, felsefecilerin veya bilim adamlarının ortaya koyduğu bir düşünce sistemi olmayıp, bizatihi Allah tarafından seçilen Hz. Muhammed’e hak olarak gönderilen son ilahi dindir. (Köylü, 2001, s. 61) Bundan dolayı İslam dinini özellikle Hıristiyan Batı dünyasında oluşmuş dini tekelcilik anlayışı ve onun gibi birçok felsefi düşünce sistemine indirgemek ve kıyaslamak doğru bir anlayış olmasa gerektir. Çünkü böyle bir çaba hakikati yansıtmayacak kişisel çabaların ötesine geçemez. Bununla birlikte dini tekelciliği mutlak hakikatin gerçekliği açısından ve de kurtuluşun yalnızca İslam dini ve onun peygamberine uymakla mümkün olacağı noktasından hareket ederek İslam dininin diğer dinlere bakışını yorumlayabiliriz. Kur’an-ı Kerim Yahudi ve Hıristiyanları, dini bir geleneğe ve ilahi kitap kültürüne sahip olmalarından dolayı, diğer din mensuplarından ve müşriklerinden ayırarak onları farklı bir şekilde muhatap almış, farklı muamele etmiştir. Bunun en belirgin göstergesi ise Kur’anın, Yahudi ve Hıristiyanlardan Ehli kitap olarak bahsetmesidir. (Arıcan, 2009, s. 21) Kur’an-ı Kerim Ehli Kitaba (Yahudi ve Hıristiyanlara) Tevhid geleneğinden geldiğinden haberdar olmaları ve kendilerine sürekli peygamber gönderilmesinden ötürü onlara ahitlerini hatırlatır. Onları 42 yumuşak bir üslupla hak olan İslam dinine davet eder. (Bakara, 2/63,100) İslamın diğer din mensuplarıyla ilk diyalogu bu şekilde başlamıştır. Medine döneminde yapılan Medine sözleşmesinde taraf olan Yahudiler zaman içerisinde bu sözleşmeye uymadıkları gibi Müslümanların aleyhine işler yapıp, hatta müşriklerle İslam aleyhine gizli anlaşmalar yapmışlardır. Bu ve buna benzer ihanetlerinden dolayı yüce Allah Kur'anda ehli kitaba karşı üslubunu sertleştirmiştir. (Okuyan & Öztürk, 2001, s. 177-178) Onların ihanetlerinin ve inkârlarının ardı arkası kesilmez bir noktaya ulaşmasından dolayı da onlar için lanetlemeye varan ifadeler kullanılmıştır. Bu çerçevede Kur’an Ehli Kitabın çoğunluğunun fasık olduğunu, (Ali İmran, 3/110) kendi kitaplarını tahrif ettiklerini, (Bakara, 2/79 – Nisa, 4/46) gerçek kendilerine apaçık açıklandığı halde sırf kibir ve inatlarından dolayı Müslümanları küfre döndürmeye çalıştıklarını (Bakara, 2/109) Allah’ın ayetlerini inkâr edip hakkı batıl ile karıştırdıklarını (Ali İmran, 3/70,71,72) Üzeyir ve İsa gibi şahsiyetleri Tanrılaştırdıklarını hahamlarını ve rahiplerini rab edindiklerini (Tevbe, 9/30-31) dinlerini hafife aldıklarını, (Maide, 5/57) vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettiklerini, (Bakara, 2/85) peygamberlerin arasını ayırt ettiklerini (Nisa, 4/150,151) Allah’ın dinini ciddiye almayıp menfaat karşılığı sattıklarını (Ali İmran, 3/185) kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayıp öldürdüklerini, (Bakara, 2/87-Nisa, 4/155) kendi dinlerinde aşırı gitmelerini (Maide, 5/77) kendilerini Allah’ın oğulları ve sevgilileri olarak tanıtmalarını (Maide, 5/18) cennete sadece kendilerinin gireceğini iddia etmelerini (Bakara, 2/211) Hz. İbrahim’i Yahudi veya Hıristiyan gibi tanıtmaya çalışmalarını (Ali İmran, 3/65) açıklamış ve onları uyarmıştır. (Okuyan & Öztürk, 2001, s. 178-179) Peygamberimiz Hz. Muhammed(a.s) Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın müntesipleri tarafından arzu ve menfaatlerine göre değiştirildiğini, Allah’ın tek ve hak dinine aykırı olduğunu biliyordu. Kur’an Hz. Âdemden itibaren tüm peygamberlerin insanlığı Tevhide ve Allah’a kulluk etmeye çağırdığını vurgularken, peygamberimiz de bozulmuş ve aslı değiştirilmiş Yahudilik ve Hıristiyanlığın müntesiplerine bu dinlerin de aslı olan Tevhid dinine çağırıyordu. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/505-507) Peygamber efendimiz Yahudi ve Hrıstiyanların Allah’a inandıklarını söylemelerine rağmen onları İslama çağırmasının temel sebebi 43 onların itikat noktasında Tevhid anlayışından sapmış olmaları etkilidir. Asıl itibariyle Yahudilik ve Hıristiyanlık Ulûhiyet konusunda kutsal kitap geleneğine sahip olmasına rağmen bugün itibariyle Allah’a oğul isnat etmeleri, İsa’yı Tanrılaştırmaları ve Teslis gibi inanışlarından dolayı Tevhid anlayışından ve geleneğinden uzaklaşmışlardır. (Güner, 2001, s. 266) Gerek Kur’an gerekse Hz. Peygamber Ehli kitabı kendi peygamberleri tarafından Allah’tan getirilen ve daha sonra politeist Tanrı inançlarıyla karıştırılıp aslı bozulan bu inanç sisteminden vazgeçmeye ve Tevhidin aslına dönmeye çağırmaktadır. (Ali İmran, 3/64) Kur’an insanlığa yepyeni bir öğretiyle gelmemiştir. Tarihte ilk insandan itibaren Allah’ın insanlığın kurtuluşu için göndermiş olduğu peygamberlerin mesajının yeniden hatırlatılması şeklinde gelmiştir. Bu mesaj ise Tevhid ve bu bağlamda İslamdır. Kur’an tüm peygamberler tarafından insanlara hatırlatılan vahyin son halkasıdır. Hz. Muhammed de son elçidir. Bu açıdan Kur’an önceki vahiyleri reddetmeyip bizzat tasdik edip doğrulayan bir kitaptır. Bundan dolayı Kur’an ilk vahiyle son vahyi buluşturan bir kitaptır. Kur’an kendisinden önceki kitapların Allah tarafından gönderildiğini doğrular. Ancak gönderilen bu kitap ve ilahi mesajların değiştirilip bozulduğuna da şahitlik eder. (Bakara, 2/79 – Nisa, 4/46) Burada önemli olan şey daha önce gönderilen ilahi mesajların değiştirildiğidir. Çünkü Kur’anın gönderilme amacı kitabın insanlar tarafından değiştirilip bozulması ve Allah’ın hak yolu tekrar hatırlatmak üzere kendisiyle ilahi mesajı tebliğ edecek yeni bir peygamber vasıtasıyla insanlığa sunmasıdır. (Gündüz, 2007a, s. 73) Peygamber efendimiz sadece Ulûhiyet ve Tevhid konusunda değil, peygamberlerin arasını ayırıp bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmelerini, hepsine karşı takınılmış bir tavır olarak görmüştür. Ayrıca kendi kavimlerine gelen peygamberlere, Hz. peygamberin peygamberliğini duydukları zaman ona tabi olacaklarına dair söz vermelerine rağmen sırf menfaat, kibir ve kıskançlıktan dolayı peygamberimizin risaletini inkâr etmişlerdir (Güner, 2001, s. 223) İslam dinine göre peygamberler arasında hiçbir ayrım yapılamaz. (Bakara, 2/285) Çünkü hepsi Allah katından gönderilmiştir. İslam dininin esaslarına göre Kitapların ve Rasullerin tamamına inanmak şarttır. (Güner, 2001, s. 267) İslamın; Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin peygamber ve kitaplarına verdiği bu değer, nezaket ve saygı endişesiyle 44 değil, onların dinlerinin aslı itibariyle doğruluklarından kaynaklanmaktadır. İslam bu dünyada onlara hoşgörü gösterilmesi gereken bir değer olarak değil, Tanrının vahyettiği meşru bir din olarak bakar. Üstelik onların bu meşruluğu sosyal kültürel ve medeni açıdan değil dini açıdandır. Bu bakımdan İslam eşsizdir. Çünkü dünyada hiçbir din başka dinlerin inanç esaslarını ve doğruluğunu kendi iman ve şahadetinin zorunlu şartı saymamaktadır. (Aslan, 2006, s. 210) Kur’an açıkça kendisinden önce gelen kitapların insanlar tarafından tahrif edildiğini ifade etmektedir. Kur’an ve Hz. Muhammed’in sünnetine ilaveten, günümüz modern bilimsel araştırmaları da açıkça gösteriyor ki bugün elde mevcut olan Tevrat’ın (Eski Ahit) ve İncil’in (Yeni Ahit) Cebrail vasıtasıyla Hz. Musa ve Hz. İsa’ya getirilen Tevrat ve İncil olmadığı apaçık gözükmektedir. (Güner, 2001, s. 267-Ayc. Bkz. s.226-227) Zira Hz. İsa’ya gelen mesajın orjinalini tespit etmek imkânsızdır. (Eliade & Couliano, 1997, s. 118) Günümüzde mevcut olan İncillerin en eskisinin dahi Hz. İsa’nın ölümünden sonra, yaklaşık olarak M.S. 60 yıllarda yazıldığı anlaşılmaktadır. (Gündüz, 2008, s. 50-51) Hıristiyan Araştırmacı-Teologların büyük ekseriyetinin, İncillerin tarihsel gerçekliğine ilişkin yaptıkları sorgulamalarda tarihsel İsa’nın mesajını değiştirerek bozan kişinin Pavlus olduğu anlaşılmaktadır. Pavlus İsa’nın inancına ihanet etmiş, “İsa’nın basit öğretilerini tahrip edip, Hıristiyanlık olarak tanıdığımız dini oluşturan” kişi olarak tanınmıştır. (Gündüz, 2001, s. 17) Yine bu araştırmacıların çoğuna göre Hıristiyanlık, Mesih Mistisizmine dayalı bir “sır dini” şeklinde Pavlus tarafından şekillendirilmiştir. Pavlus, “Hıristiyanlığı Yahudilikten kurtarmış”, “Paganist sır dinlerinin bir adaptasyonu olarak” Hıristiyanlığı oluşturmuştur. (Gündüz, 2001, s. 18) Ku’ran ise hiçbir zaman ve hiçbir şekilde tahrife, bozulmaya ve değişikliğe maruz kalmayan, Tevhidin aslını dimdik ayakta tutan ve Allah tarafından da kıyamete kadar muhafaza edilecek bir kitaptır. (Hicr, 15/9) Bu çerçeveden özellikle Ulûhiyet açısından bakıldığında Yahudi ve Hıristiyanların ciddi açmazlarının olduğu görülmektedir. Yahudilerin Tevhid anlayışını, Allah’ı yaratılmış varlıklara izafe edilen sıfatlarla anıp çocuğunun olabileceğini dile getirmeleri, Hrıstiyanların da varlık açısından teslis (üçleme) anlayışını benimsemeleri, Tevhidin özünü ve aslını, İslam açısından bozan ciddi problemler olarak karşımıza çıkmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 151) 45 Buna rağmen Kur’an açısından bir kimsenin kendisini Müslüman olarak ifade etmesi kurtuluş için yeterli görülmemektedir. Çünkü bir Müslüman iman etmekle beraber ibadet ve ahlaki hayatında, bunu davranışlar yoluyla mükemmeliyet derecesine ulaştırması beklenir. Yine bir Mümin elinden gelen her şeyi yapsa da neticeden mutlak kesin olarak emin olamaz. Çünkü Hz. peygamber dahi kendi durumundan mutlak manada emin olmamıştır. Bu açıdan bir Müslüman sürekli ümit ile korku arasındadır. Bu da inanan bir Müslümanın imanını sürekli diri tutmakta ve onu insanı kâmil noktasına ulaştırmaktadır. (Aslan, 2006, s. 211) 46 BİRİNCİ BÖLÜM İMAM MATURİDİ’NİN ENTELEKTÜEL KİŞİLİĞİ VE DÜŞÜNCESİ A-İMAM MATURİDİ’NİN HAYATI 1. Doğumu ve Nesebi Asıl adı Muhammed olan Maturidi’nin künyesi Ebu Mansur’dur. Tam nesebi ise Muhammed b. Muhammed b. Mahmut Ebu Mansur el Maturididir. İmam Mansur el-Maturidi Semerkand’ın Maturid mahallesinde dünyaya gelmiştir. Bu Mevki(Mekân) şu anda Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer almaktadır. Semerkant şehri Özbekistan Cumhuriyetinin merkezidir. (Bebek, 1998, s. 17) Maturidi’nin doğum tarihi ile ilgili net bir bilgi mevcut olmamakla beraber H.III.asırda yaşadığı belirtilmektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XIX) Maturidi’nin kendisinden bahseden kaynak eserlerin çoğuna göre (H.333-Miladi 999) yılında, doğduğu şehir olan Maturid’de vefat etmiştir. Kabrinin Jakardize’de Ulema ve Eşraf Mezarlığı içerisinde bulunduğu ileri sürülmektedir. (Bebek, 1998, s. 17) Maturidi’ye atfedilen “Kitabüt Tevhid” ve “Te’vilatül Kur’an” adlı eserlerini yazarken kullandığı Arapçanın onun iddia edildiği bir Arap değil, büyük bir ihtimalle Türk ailesine mensup olduğunu göstermektedir. Yaygın kanaatte bu yöndedir. (Bebek, 1998, s. 17) İmam Maturidi’nin hayatı hakkında yeterli bir bilgi mevcut değildir. Çünkü gerek mezhep ve fırkalara dair yazılan biyografi eserleri, gerekse diğer tabakat eserlerinde ondan ya hiç bahsedilmemiş ya da çok küçük bilgilerle geçiştirilmiştir. (Bebek, 1998, s. 17-18) İmam Maturidi’nin hayatı hakkında fazla ve net bilgi verilmemekle birlikte, ondan bahseden eserler genellikle kendisi, Mezhebi ve Eşari ile birlikte Mutezile, Harici ve Şia vb. fırkalara karşı verdiği mücadeleyi konu edinmektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XVII) 47 Ehli Sünnetin akidesini sağlamlaştırıp sistematik hale getirmesi, İslam dininin inanç esaslarını savunması ve İslam dininin açık ve doğru bir şekilde anlaşılması için gösterdiği gayretlerden dolayı (Akgül, 2001, s. 57) İmam Maturidi kendisini takip edenler tarafından “Alemil Hüda” (Hidayet Sancağı) “İmam’ül Hüda” (Hidayet önderi) “İmam’ül Mütekellimin” ( kelamcıların lideri) gibi isimlerle anılmıştır. (Yeprem, 1997, s. 252) B-İLMİ ŞAHSİYETİ İmam Maturidi Abbasi devletinin Doğu bölgesinde doğup yetişmiştir. Bu bölge daha önceden İslam devleti olan Abbasi devletine bağlı iken Halife Me’mun döneminden itibaren bu bölgeyle ilişkiler zayıflamış, bölgesel yönetimler Bağdat’ın otoritesinden uzaklaşmış daha sonra bu bölge Samanoğulları devletinin hâkimiyetine girmiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XX) Samanoğulları Maturidi’nin yetiştiği bölgeye de hâkim olup bağımsız bir devlet kurunca bu bölgede bağımsız, hür ve edebi düşünceler gelişmeye başlamıştır. Samaniler İslami ilimler, Arap dili ve edebiyatının gelişmesi için gerekli kolaylığı göstermişler bu sebeple de bu bölge Irak bölgesine nazaran akıl ve hür düşüncenin daha çok yayıldığı bir yer haline gelmiştir. Samanoğulları devleti hem İslami ilimlerinde hem de tabiat ilimlerinde önemli âlimlerin yetişmesine zemin hazırlamışlardır. Bu dönemde yetişen bu seçkin âlimler geleneksel İslam anlayışına karşı olan fikir akımlarıyla ciddi mücadeleler vermişlerdir. Ayrıca bu Âlimler sayesinde Mutezile mezhebinin çalışma ve yayılma alanı daraltılmış, bölge Müslümanlarının Ehli Sünnet inancına sarılmasında önemli rol oynamışlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXI) Maturidi’nin ders aldığı hocalar göz önüne alındığında Ebu Hanife’nin öğrencilerinden ders aldığı, Ebu Hanife’ye varan bir silsile ile yetiştiği ortaya çıkmaktadır. Öyle ki kendisine nispet edilen Maturidi mezhebi aslında Ebu Hanife’nin görüşleri çerçevesinde oluşmuş fakat kendisi tarafından sistemleştirilmiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXII) Maturidi Ebu Hanife’den bu yana gelen akaid görüşünü, akideden ilme dönüştürmüştür. Ortaya konan usulü keskin delillerle desteklemiş. Füruyu da güçlü 48 kanıtlarla tartıştıktan sonra ilmi diyalog ve tartışmayı da şüpheden arındırmış ve de burhanlar ile sistemli bir hale getirmiştir. Böylece Ebu Hanife ekolünün önderi Maveraünnehir’deki Ehli Sünnet lideri olmuştur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXIIXXIII) Maturidi hocalarına ait sözlü ve yazılı birikimleri, ilkeleri bir âlim olarak talebelerine ulaştırmanın yanında onları geliştirip sistemleştirmiştir. Böylece Ehli Sünnet akidesini oluşturma görevini yerine getirmiştir. Akli ve Nakli delillere dayanmayan inanılması doğru olmayan hususları açığa kavuşturmuştur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXIII) Maturidi Fıkıh ve Kelam alanında istişare ve tartışmalarda (münazara) bulunmak üzere yolculuklar yapmıştır. Bu seyahatler mezhebin isminin yayılmasına ve de kendisine nispet edilmesine vesile olmuştur. Hatta gittiği yerlerde Maturidi’ye isminin Ebu Hanife’nin akaid yönteminin benimseyenlere has kalınmasını, Ebu Hanife’ye yapılan nispetin sadece fıkhı görüşleri kabul edenlere has olunmasını sağlamıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXIII) Maturidi’nin yetiştiği siyasi çevrede huzur ve sükûn olmakla birlikte, birçok farklı din, mezhep ve bid’at akımlarının olduğu bir yer olarak görülmektedir. Mutezile kelamcılarının aklı, nakil karşısında tek ve yanılmaz bir güç olarak kabul etmeleri, hadis ve fıkıh âlemi ile aralarında sert tartışmalara neden olmuştur. Böyle bir ortamda akıl ile nakli birlikte, birbirinin tamamlayıcısı olarak gören Maturidi Şark İslam dünyasında öne çıkmış ve öncülük yapmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXI) Maturidi’nin en önemli özelliklerinden birisi hem akli hem de nakli ilimleri derinlemesine öğrenmesi ve onların ilkelerine vakıf olmasıdır. Ayrıca Maturidi Fıkıh, kelam ve tefsir alanlarında önde gelen bir âlim olmuş ve İmam mevkisine ulaşmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXII) İmam Maturidi akıl olmadan naklin anlaşılamayacağını, nakil olmadan da insanın aklî burhanlarının yeterli olmayacağını vurgular. Öyle ki Tevhide ulaşmanın yolu akıl, kulluk yapmanın şartı ise peygamber vasıtasıyla gönderilen vahiydir. (Kutlu, 2006, s. 41) İmam Maturidi Mutezilenin aklı tek ölçüt kabul etme metoduna karşı, selef âlimlerinin görüşlerini akli temellere dayandırarak, mutezile ve diğer fırkalara karşı reddiyeler yazmıştır. Tartışmalara 49 girmiş, bıraktığı eserler ve yetiştirdiği öğrencilerle Ehli Sünnet akaidini akli temele dayandırarak sistematik bir hale getirmiştir. (Yeprem, 2000, s. 39) Ayc. Bkz. (Akgül, 2001, s. 59) Maturidi din konusunda insanların körü körüne taklide düşmelerinin kendilerini mazur gösteremeyeceğini belirtir. Çünkü Allah herkese akıl ve irade vermiştir. Bu sayede tüm insanlar Allah varlığını ve birliğini idrak etme yetisiyle yaratmıştır. Fakat tüm akıl sahipleri doğrunun (dinin) sadece kendilerinki olduğunu iddia etmelerine ise bu iddiayı ortaya koyan insanların iddialarının doğruluğunu kanıtlamak için akıl ve mantık açısından doğru delilleri ve burhanları insanlara sunması gerekmektedir. Doğru dininin hangisi olduğunu belirleyecek ölçüt ise iddia sahiplerinin iddia merkezine kimi koydukları ile ilgilidir. Kim iddiasının merkezine hak peygamberi koymuş ise o hak ve doğru yoldadır. Doğruluğunu kanıtlayan delillerin varlığı ve hakkın kendisine şahitlik etmesi, diğer tüm din sahiplerine kendisini kanıtlaması ve hepsine üstünlüğü ile doğru orantılıdır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 3) 1. Entelektüel Kişiliği Maturidi’nin en temel eserlerinden olan “Kitabüt Tevhid” ve “Tevilatül Kur’an” adlı eserlerini incelediğimiz zaman kendisinden önceki kelam âlimlerinin tartışmadığı ve yer vermediği birçok konuyu eserlerinde dile getirip tartıştığı daha önce kullanılmayan akli, nakli ve de semantik temellendirmelere yer verdiği, İslam dininin esaslarını sistemli bir şekilde inceleyip gerçek anlamda bir bilim dalı haline getirdiği görülmektedir. (Kutlu, 2006, s. 22) Dinin öğrenilmesinde aklı ve nakli iki önemli bilgi kaynağı olarak gören Maturidi Usulu’d-din ile ilgili konuların çözümünde akla ve istidlali bilgiye çok önem vermiştir. Maturidi kelamla ilgili eserlerinde bilgi kuramı, ilahiyat ve nübüvvet, kaza ve kader, şefaat, büyük günah, iman, İslam gibi konuları akli ve nakli deliller çerçevesinde incelemektedir. (Kutlu, 2006, s. 23) Dini ve akli ilimlerde önemli gelişmelerin birçoğunun altında imzası bulunmasına rağmen kendisine yeterli araştırma ve özenin gösterilmediği ortadadır. 50 Yapılan çalışmalarda onun genellikle kelamcı ve tefsirci yönü ön plana çıkmaktadır. (Özen, 2006, s. 203) Maturidi’nin Te’vilat’ül Kur’an isimli eserini incelediğimiz zaman onun akli yorumlara ağırlık veren dirayet tefsir türünün ilk örneklerinden birisini yazdığına şahit oluruz. (Kutlu, 2006, s. 24) Yalnız Maturidi bu eserin başında Tefsir ve Tevil ile ilgili bir açıklama yaparak ikisi arasındaki farkları belirtir. Tefsir bir işin iç yüzünü ve ayetten ne murat edildiğini tam manasıyla ortaya koymak iken, Tevil ayetin birçok yöne ihtimal verdiğini göstermektedir. Bu yüzden tefsir bu işe bizzat şahit olunup ve işin içinde bulunan sahabelerin işiyken, Tevil onlardan sonra gelen âlimlerin işidir. Çünkü sahabeler birçok hâdise ve olaya şahit olmuş, ayetlerin nüzul sebebine vakıf olmuşlar ve de olup biteni müşahade etmişler ve peygamberimizin meclisinde bizatihi hazır bulunmuşlardır. Bu yüzden ilahi beyanın iç yüzünü bilmek ancak bu şekilde mümkündür. Tevil bir olayın çeşitli yönlerini ihtiva ettiği için, Tevilde kesin olarak sakındırma yoktur. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 3-4) (Kutlu, 2006, s. 24-25) Maturidi’nin tefsir metodu ise şu şekilde karşımıza çıkmaktadır. Ayetin ayetle tefsiri, ayetin hadisle tefsiri, sahabe, tabiin ve diğer âlimlerin görüşlerinden nakiller, Esbabı nüzul ile tefsir ve bazı kişi ya da fırkaların görüşlerini eleştiri ve red ederek yapılan tefsir şeklinde cereyan etmektedir.( (Akgül, 2001, s. 60-64) Maturidi’nin yetiştiği dönemin dini ve fikri yapısını incelendiğimizde Mutezile fırkasının mensuplarının Abbasi devleti tarafından izlenip takip edildiği hadis âlimlerinin devlet desteği ile desteklendiği, Şia, Harici vb. Ehli Sünnet dışı fırkaların yaygınlaşmaya başladığı bir dönem olarak görürüz. Mutezile fırkasının akla büyük görev ve sorumluluk yüklemesiyle birlikte İslam dünyasında akli düşünceye karşı bir önyargı oluştu ve İslam düşüncesi bundan büyük zarar gördü. Bunun yanında din ve dünya görüşünü yalnızca hadis ve gelenek üzerine Kur’an hadis taraftarları, deruni tecrübeyi önceleyen sufiler, imama itaati iman esaslarından kabul eden ve bunu bir inanç meselesi olarak telakki eden Şiiler saygınlık kazanmaya başladı. Maturidi işte tam böyle felsefi ve dini düşünce ekollerinin yaygınlaştığı bir dönemde akıl ile nakil arasında oluşturulmak istenen bir ayrışma, bunalım ve çatışmaya karşı, aklı tekrar dini düşüncenin anlaşılıp yorumlanmasında en önemli yere oturtarak, dini bilgilerin üretken hale gelmesine ve en güvenilir kaynak olarak 51 görülmesine imkân sağlamıştır. (Kutlu, 2006, s. 54) Maturidi’nin akılcılığı, eserlerinde ayet ve hadisleri az kullanmasında veya kullanmamasında değil, onları yorumlarken kullandığı tevil ve teknikle ilgili bir durumdur. (Yazıcıoğlu, 2006, s. 159) Maturidi’nin yorumlarında ifrat ve tefrit arasında orta yol bulan bir nokta hâkimdir. Farklı noktalardan ve görüşlerden ortak bir noktaya ulaşmış ve uzlaşmacı bir tutum sergilemiştir. (Özdeş, 2006, s. 257) Maturidi peygamberlerin getirmiş olduğu şeriatın tebliğiyle birlikte akla dayanmakta ve aklî nazarı gerekli görmektedir. Bu sebeple sırf nakille iş yapan hadis ve fıkıh âlimlerine, aklın yanılıp sapacağını dile getirerek, gerçeğin tek ve yanılmaz otoritesi nakli görmelerine muhalif davranmıştır. (Zehra, TRS, s. 187) Maturidi insanın inanç ve duygu dünyasını oluşturan kalp kavramı ile akıl arasında bir münasebet kurar. Maturidi’ye göre kalp imanın nuru ile düşünüp insanı her türlü kötülükten temizlenmiş akıldan kinaye olarak kullanılır. Akıl bilgiye ulaşmada çok değerli olmasına rağmen aklın gücü mutlak ve sınırsız değildir. Çünkü akıl ilk etapta duyu organlarının vereceği bilgilere muhtaçtır. Çünkü ihtiraslar, kötü duygular, şehvet benzeri şeyler insanın düşünce alanını ve aklını sınırlandırıp duyu organlarını sağlıklı bir şekilde kullanmasını engeller. (Özdeş, 2006, s. 246) Bu açıdan aklın sapma endişesini taşımaktadır. Fakat bu endişesi hadis ve fıkıh âlimlerinde olduğu gibi aklı hiçe sayma anlamı taşımamaktadır. Çünkü maturidi aklı nakle dayalı olarak korumaya almış ve bu şekilde onu ihtiyatlı davranmaya mecbur bırakmıştır. (Zehra, TRS, s. 187) Maturidi’nin yetiştiği bölgenin deliller ve burhanlar yoluyla oluşturulacak bağımsız ve özgür fikirlere olanak sağlaması, Maturidi’nin düşünce, anlayış ve fikirlerinde daha hür ve daha akılcı bir kişilik oluşturmasını sağlamıştır. (Yazıcıoğlu, 2006, s. 164) Maturidi İslam dünyasında birçok gelişme ve değişmenin meydana geldiği bir dönemde yaşamıştır. İtikadi ve siyasi birçok karışıklık ve kargaşanın egemen olduğu bir çevrede metod ve yorum farklılığıyla kendisine özgü bir sistem meydana getirmiştir. Onun eserleri incelendiği zaman yaşadığı çevre ve dönemde din konusundaki ihtilaf ve Ehli Sünnet dışındaki çeşitli fırkalara karşı; ciddi, ilmi, fikri ve felsefi mücadele verdiği anlaşılmaktadır. (Özdeş, 2006, s. 243) Maturidi karşılaştığı problemlere daha akli ve felsefi çözümler üretmiş bu da daha teknik ve 52 felsefi terimleri kullanmasına sebep olmuş, felsefî ve kelâmî tabirlerin terimleşip yaygınlaşmasına vesile olmuştur. (Yazıcıoğlu, 2006, s. 158) İmam Maturidi fıkıhta Hanefi mezhebine tabi olanların itikattaki imamıdır. Başta Türkler olmak üzere İslam dünyasından birçok Müslüman ona tabi olup onun yolundan gitmekte ve düşüncelerinden istifade etmektedir. (Fığlalı, 2001, s. 85) 2. Hocaları Maturidi Semerkant’ta bulunan “Darul Cüzcaniyye” diye bilinen Ebu Hanife’nin ekolüne bağlı bir eğitim merkezinde yetişmiştir. (Kutlu, 2006, s. 18) Hem hocası hem de arkadaşı olan Ebu Nasr El-İyazi’den ders almıştır. Bilinen en meşhur hocaları ise şunlardır; Ebu Nasr Ahmed bin Abbas bin Hüseyin El-İyazi, Ebubekir Ahmed bin İshak bin Salih el-Cüzcani, Nusayr bin Yahya el-Belhi ve Katıl kutat Muhammed bin Mukatıl er-Razi’dir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 23) 3. Öğrencileri İmam Maturidi birçok öğrenci yetiştirmesine rağmen ancak bu öğrencilerden bir kısmının ismine ulaşılabilmektedir. İsmi bilinenlerden bazıları ise şunlardır: Ebu Kasım İshak bin Muhammed bin İsmail el-hâkim es Semerkandi, Ebul Hasan Ali bin Said er-Rüştüğfeni, Ebu Ahmed bin Ebu Nasr Ahmed bin El İyazi ve El-Pezdevidir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XXIII-XXIV) Bunlardan sadece Semerkandinin bir eseri neşredilmiştir. Ancak Maturidi’ye eserleri dolayısıyla ulaşan, dolaylı yoldan öğrencisi olan Pezdevi, Sabuni, El-Muin en-Nesefi ve Ömer en-Nesefi gibi âlimler Maturidiliğin oluşmasında ve fikirlerinin gelişmesinde çok etkili olmuşlardır. Maturidi’nin Îtikâdi görüşlerinin daha iyi şekilde anlaşılarak, günümüze ulaşmasını sağlamışlardır. (Kutlu, 2006, s. 19-20) 4. Eserleri Maturidi’ye nispet edilen ve günümüze ulaşan birçok eser bulunmakla beraber bu eserlerin yazma veya matbu olan nüshalarına ulaşmak pek mümkün gözükmemektedir. Buna rağmen Maturidi’nin kendisine nispet edilen eserlerinden 53 bazıları ve ilgili oldukları alanlar şunlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. XV-XXIX) (Akgül, 2001, s. 59) 1-Kitabü’t Tevhit (Kelam) 2- Kitabü’t Makâlat (Kelam) 3- Kitabü’t Usul (Kelam) 4-Reddi Usulil Hamse (Kelam) 5-Reddi Eza il edile (Kelam) 6-Reddi İmame (Kelam 7-Te’vilat’ül Kur’an (Tefsir) 8-Kitabül meahiziş şerai usulül Fıkıh (Fıkıh) 9-Kitabül Cedel (Fıkıh-Mantık-Felsefe ) 10- Kitabül Beyanı Vehmil Mutezile (Kelam) C-MATURİDİNİN DÜŞÜNCE SİSTEMİ İslam Düşüncesinde “İmam’ül Hüda” olarak kabul edilen Maturidi, (Yeprem, 1997, s. 252) inanç sistemini güçlendirme ve dini temel görüşleri çerçevesinde müdafaa etme konusunda gerek İslâm dışındaki düşünce sistemlerine gerekse Mutezile, Havâric ve Bâtıniye gibi İslâmî mezheplerine karşı ciddi bir mücadele vermiş, aynı dönemde yaşamalarına rağmen görüştüklerine dair herhangi bir bilgi mevcut olmayan Ebü'l-Hasan el-Eş'arî'den daha önce bu alanda etkin bir varlık göstermeye başlamıştır. Maturidi, ilmî çevresiyle beraber Maveraünnehir’de İslâm düşüncesinin belli bir istikrara kavuşmasında, İslâm'ın ve Hanefîliğin Türkler arasında yayılmasında önemli görev yapmış ve bu etkisi zaman içinde artarak devam etmiştir. (Özen, 2003, s. c.28/147-148) Mutezilenin aklı, nasslardan üstün tutan 54 metodu karşısında selef akidesini akli delilerle destekleyerek savunmuştur. Görüşlerinin çoğunu silsile yoluyla hocası durumunda bulunan İmam Azam Ebu Hanife’den almıştır. (Yeprem, 2000, s. 39) Kelâm tarihiyle ilgili kaynaklar Sünnî kelâmın kurucusu olarak Ebü'l-Hasan el-Eş'arîyi gösterirse de günümüze intikal eden eserlerden hareket edildiği takdirde bu kişinin Ebu Mansur el-Maturidi olduğu ortaya çıkar. (Topaloğlu, 2003, s. c.28/151) 1. Ulûhiyet Maturidi’ye göre din de doğru bir ulûhiyet telakkisine ulaşmak son derece önemlidir. Bu açıdan İmam Maturidi ulûhiyet konusuna büyük önem vermiş ve hak din ile ulûhiyet kavramını birbirinin gerektiren ve birbirini tamamlayan iki kavram olarak ifade etmiştir. Maturidi doğru bir ulûhiyet tasavvuru için vahiyle sıkı bir irtibat içerisinde olunması gerektiğini önemle vurgulamıştır. Allah’a nelerin isim ve sıfat olarak verilebileceği konusunda akli ve hissi delillerle desteklenen nakli delili şart koşmuştur. Ona göre isim ve sıfatlar akıl ve kıyasla bilinecek türden şeyler değildir. Çünkü ulûhiyet konusu rastgele konuşulabilecek bir konu değildir. Nitekim sıfatlardan soyutlanmış bir Allah düşünmek veya sıfatları zat ile aynı saymak veya zatta içkin görmek bile bir ta’til olarak yorumlanmış ve ateizme götüren bir sebep sayılmıştır. (Özcan, 1999, s. 15) Maturidi’ye göre, Allah birdir, vahdaniyetinin herhangi bir yönden ikincisinin veya denginin bulunmasına ihtimal yoktur. O tek bir olan gerçek ve hak mabuddur. Allahü Teâlâ vahdaniyetin kendine özgü olması için, yaratmış olduğu mülkünde kendisinin dışında yaratılan her şeyi çift ve karşıtlık ilkesi çerçevesinde ve de kendisinden başka her şeyi kendisine muhtaç konumda yaratmıştır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 96) Bundan dolayı tüm yaratılanların ihtiyaçlarından ötürü ona yönelmesi vazgeçilmez bir gerçeklik olmuştur. Kendisinin dışında her varlığın hayatının devamı için başka bir şeye muhtaç olduğu kavransın diye Kâinatta ihtiyaçlar her tarafı kuşatmıştır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 97) Allah’ın kâinatta nesneleri yararlı ve zararlı olmak üzere farklı özellikte yaratılmasındaki hikmet, yaratılanların birbirine ihtiyaç duyduklarını göstermek ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olanın, Allah olduğunu insanlara tefekkür ettirmek 55 içindir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 139) Çünkü insanlar yaptıklarının sonuçlarını göz önünde bulundurma hissiyle yaratılmışlardır. Allah’ın dünya hayatında yaratmış olduğu birçok şey insanların ibret almaları için, ahiret hayatını canlandırmaktadır. İnsanın kendi yaratılışında iyi ve kötü özelliklerin bulunması da onun bir imtihanıdır. Çünkü insan bu özellikleriyle ne ile sınandığını bilir. Kendisine verilen akıl ve kâinatta tevhide yönelik deliller ile nasıl ve ne şekilde korunacağını bilir, buna göre hareket eder. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 138) Gözlenebilen hiçbir zararlı nesne yoktur ki insanlar için hiçbir faydası olmasın. Ateşin yakma özelliğinin yanında besinleri meydana getiren bir özelliğinin olması, her canlı için hayati önem taşıyan suyun, aynı zamanda ölümü de gerçekleştirebilecek özellikte olması, bir nesnenin mutlak manada iyi ve kötü olduğuna hükmetmenin yanlışlığını gösterir. Kâinatta her şeyin birbiriyle çift, birbirine zıt, birbirine muhtaç olarak yaratılması ve her birinin fayda ve zarar özelliğinin bulunması tevhidin en önemli delillerindendir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 139) Evrendeki her şeyin bir düzen içerisinde kendisini yaratıp, yöneten ve her türlü ihtiyacına cevap veren yüce bir varlığa muhtaç olması, Kâinatın yapısının birden fazla yaratıcının emrine giremeyecek özellikte olduğunu gösterir. Eğer birden çok Tanrı olsaydı her birisi kendi egemenliğini kurmaya çalışacak, bu da kâinatın fesadı olacaktı. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 140) Bu da ulûhiyet açısından Tevhide delildir. Maturidi’ye göre Allah adet bakımından yaratılanlar gibi değildir. Yaratılanların eşleri ve sayıları vardır. Maturidi, Allah’ın birliğini anlatan “Vahid” kelimesini açıklarken onun muhtevasının sayı açısından “Bir” demek olmadığını belirtir. Çünkü sayı dizisine giren her şeyin çok ya da az olması mümkün olup, uzun, enli, kısa vb. olması da muhtemeldir. Fakat Allah zatında, celalinde, büyüklüğünde ve yüceliğinde yaratılanlara benzemez. Beşerde bulunan eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/114) Nitekim insanlar arasında “Filan zamanda topluluğunun tek adamıydı.” gibi ifadeler kullanılsa da bu o adamın seçkinliğini ve onlara olan hâkimiyetini anlatır. Fakat bunu söyleyenler o kişinin bir birey olarak tek olduğunu ifade etmezler; çünkü bireyler sayıca çoktur. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 31-32) Fakat gerçekten İnsanların ve benzeri yaratıkların hallerinden tamamen farklı, Tek, Yüce, Aşkın, Ulu ve her şeyden 56 münezzeh olan yalnızca Allah’tır. (Ebu Mansur El Maturidi/Teviat’ül- Kur’andan Tercümeler 34) Maturidi Yüce Allah’ın dört manada münezzeh ve yüce olduğunu belirtir. Birincisi; Zulüm, yersiz fiil işlemek, şanına yakışmayan her şeyden münezzeh olmasıdır. İkincisi; Yaratılan her şey onun hâkimiyeti altındadır ancak yüce Allah başkasının hâkimiyeti altına girmekten münezzehtir. Üçüncüsü; Onun dışında her şey İhtiyaç ve afete maruzken Allah bütün bunlardan münezzehtir. Dördüncüsü; Allah, Doğru yoldan sapanların ona isnat ettikleri evlat, oğul, şirk, rakip, karşıt ve benzeri her şeyden uzak ve münezzehtir. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 51) İmam Maturidi’ye göre Allah’ın kendi cinsinden veya başka bir cinsten çocuk edinmesi mümkün değildir. Allah’a çocuk isnat etmek ya da tek olan ilahi çoğaltmak, şirk ve küfürdür. Zira ayrı bir ilahın olması yeryüzündeki düzenin bozulmasına ve orada fesat çıkmasına sebep olur. (Enbiya-22) Dünyadaki eşyaların belli bir düzen içerisinde idare ve sevk edilmesi tek bir ilahın olduğuna delildir. Eğer birden çok ilah olsaydı, herkes kendi yarattığıyla baş başa kalır, hayır ve şer durumlarında Tevhid yok olurdu. Maturidi, kralların yeryüzünde birbirine üstünlük kurmak için sürekli savaştıklarını buna örnek verir. Bu gibi deliller ise Allah’ın ulûhiyette ve ubudiyette tek ve bir olduğuna delalet eder. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/415) İmam Maturidi’ye göre Allah ulûhiyetinde, rububiyyetinde, hükümranlığında vb. her şeyde şirkten münezzehtir. Allah’ın dışında hiçbir şeyi ne ibadette ne de itikatta ona ortak kılmadan, ibadeti, itaati ve kulluğu yalnızca Allah’ yöneltmek onun ulûhiyetinin gereğidir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/418) Maturidi’ye göre Araplar ibadet ettikleri her mabuda ilah ismini veriyorlardı. Allah ise, kendisi dışında hiçbir şeyin ilah olmadığını, ulûhiyet ismine layık olanın sadece kendisi olduğunu delillerle ispat etmiş, kendisinden başka bir şeye ilah denilmesini, ibadet edilmesini ve kulluk yapılmasını yasaklamıştır. Ulûhiyetin, en önemli delili ise öldürmek ve diriltmektir. Bu da yalnızca Allah’a mahsustur. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/298) Maturidi’nin vahdaniyet ile ilgili ortaya koyduğu deliller, O’nun bu konuda, Allah’ın dışındaki varlıklardan ulûhiyeti nefyettiğini, birden fazla ilahın bulunacağı 57 iddialarını deliller ile çürüttüğünü, akli ve nakli deliller ile bir tek yaratıcının varlığına istidlalde bulunduğunu göstermektedir. (Yeprem, 2000, s. 21) 2. Ubudiyet İmam Maturidi Kur’anda kulluk kavramını ele alır. Ona göre her ibadetle emir ilk önce Tevhide yöneliktir. Allah’ın inkâr edenleri kasteden ayetlerde kulluk ve ibadetin emredilmesi fiili olarak ibadet değil, yalnızca Allah’ı birleyip tevhide yöneltmek içindir. Çünkü kâfirlerin ilk yapması gereken ibadet, Allah’ın tek ve bir olduğuna inanmaları yani Tevhiddir. Tevhidi yerine getirmeyenin hiçbir ibadeti kabul olmaz. Oysa iman ehline ibadet ve kulluk emredilince inancın gereğini yerine getirmek, fiili olarak nefsine emredileni yerine getirmek kastedilir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/260-261) İmam Maturidi’ye göre Tevhid, kulun tüm ibadetlerinde Allah’ı bir ve tek kabul edip, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve kulluk görevini yalnızca Allah için yapmasıdır. Tevhidi tam manasıyla yerine getirmesi ancak kulun her türlü fiilinde Allah’ı birlemesiyle mümkündür. Kur’andaki “Yalnızca sana kulluk ederiz.” (Fatiha, 1/5) ayeti de Tevhidin en önemli kanıtıdır. Allah’a inanan kişi tüm ümidini ve korkusunu Allah’a yöneltmek zorundadır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 17) Maturidi şeytanın insanları Tevhid’den ve Allah’ın yolundan alıkoyup saptırmasını bazı örneklerle açıklar. Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendilerinin dışında kimsenin cennete giremeyeceğini söyleyerek insanların Kur’ana tabii olmalarını engellemişlerdir. Oysa Allah insanı yaratmış ve ona tevhidi emretmiştir. İbadet ve kulluğu kendisine yapmayı, hiçbir şeyi de kendisine ortak koşmamayı emretmiştir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/504) Şu ayette olduğu gibi; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) Şeytanın saptırma yollarından birisi de insanı yaratılış gayesinin dışına çıkartmaktır. Putlara kurban kesmek, kadınların kaş alması, dövme yaptırmak gibi örnekler Allah’ın insanlar için yarattığı nimetleri gayelerinin dışında tasarruf etmektir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/504) Allah’a değil de ona yaklaştıracağı maksadıyla başkasına ibadet eden kişi, gerçekte ibadeti ve kulluğu O’na yönelmemekle tevhide aykırı bir yol izlemiş olmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 74) Yaratılan her şeyde, Allah’ın kulu 58 oluşunun ilahi bir tesiri ve yüce varlığın tasarrufu altında bulunuşunun delili mevcuttur. Mutlak manada mabud olan sadece Allah’tır. Bütün varlıkların tüm benlikleriyle kendisine yönelip ibadet, kulluk ve itaatte bulunmasına, tek layık varlık O’dur. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 91) Allah’ın yarattığı her şey insanlar için, insanlar da yalnızca Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 94) Allah kullarını sırf kendi yararlarına olan şeyler için kulluğa tabi tutup verdiği nimetlere şükretmelerini istemiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 96) Çünkü Allah’ın kulları üzerinde nimetlerinin olmadığı herhangi bir yön ve herhangi hal yoktur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 97) Maturidi insanların dünyada karşılaştıkları iyi ve kötü her durumda ulûhiyeti ve ubudiyeti Allah’a teslim etmeleri gerektiğini vurgular. Bir kısım insanların sadece dünyadaki arzu ve istekleri yerine geldiği zaman ona ulûhiyeti ve ubudiyeti teslim etmeleri, istek ve arzularına uymayan bir şey başlarına geldiğinde ona isyan etmelerinin şüphe ile kulluk etmek olduğunu söyler. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/359) Bunun ise insanın gerçek manada iman etmemesinden ve dünyada insanın imtihanda olduğunu unutmasından kaynaklandığını belirtir. (Araf, 7/168) Gerçekten iman etmek her halükarda Ulûhiyeti ve Ubudiyeti Rabbine teslim etmek demektir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/359) 3. Rububiyet Rabb, “terbiye eden”, “eğiten”, “ihsan”, “idaresi altına alma”, “yol gösterme”, “üstün gelme” gibi anlamlara gelir. Rabb kavramı, Allah’ın dışında hiçbir şey için kullanılmaz. Rab denilince sonsuz gücü ile kâinatı idaresi altına alan, düzenleyen, terbiye eden ve şekil veren yüce yaratıcı akla gelir. (Ece, 2000, s. 509) Maturidi, Rab kavramını açıklarken, “Rabb sana geldi.”, “Rabb arz üzerine istiva etti.” gibi ayetlerin zahiri anlamına bakarak rabbin bir mekânla veya cisimle nitelendirilemeyeceğini belirtir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. 266-270) Çünkü cisim ve mekân yönleri olan ya da sınırları bulunan üç boyutlu şeyin adıdır. Bu manalara gelen, yaratılmışları andıran cisim ve mekân kavramını Allah’a nispet 59 etmek mümkün değildir. Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 52-53) İmam Maturidi burada rabb geldi demekten kastın ise ilim veya vahiy geldi yani Allah’ın emri veya buyruğu sana geldi şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtir. Allah’ın gelmesi yaratılan varlıkların gelmesi gibi değildir. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. 266-270) Buna da şu ayeti örnek gösterir. “Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).” (Fecr, 89/22) İslam dışındaki dinlerin mensupları bir olan Allah’a ezelilik sıfatını nisbet etmişler. Fakat daha sonra bu din mensupları O’nun cisme büründüğünü ileri sürmüş, bir kısmı da onun “oğlu vardır” demişlerdir. Bu tür düşünceler Allah’ı yaratılanlara benzetmektir. Bu ise aklen ve mantıken imkânsız bir durumdur. Ezelde Allah’tan başka hiçbir şey yokken Allah vardı. Şimdi de ezelde olduğu gibidir. Ezelde kendisinden başka hiçbir şey yokken, o nasıl onlara benzeyebilir. Zaten tek olmanın manası da budur. O’nu Yaratılanlara benzetmek, Tevhid ilkesine aykırıdır. Allah zatında, sıfatlarında ve azametinde bir ve tek olup, yaratılanlara benzemez. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 150) Allah düşünme yeteneği olan tüm insanlara genel anlamda bir Tevhid anlayışı ve Tevhid inancı vermiştir. İslam dışındaki din mensupları Tevhidi zaman içerisinde tahrif ederek bozmuşlar, Yalnızca İslam inancının müntesipleri, Allah’ın kendilerine fıtrat gereği verilen Tevhid anlayışına sadakatle bağlı kalmışlardır. Bu da Tevhid inancını hakkıyla koruyup, gözeten tek dinin İslam dini olduğunu göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 150-151) Yahudiler, Allah’a yaratılmış varlıklarda bulunan özellikleri atfetmişlerdir. Bu sebeple de öncesiz varlıkların sayısı artmıştır. Hatta bu iddialar O’nun çocuğunun olduğuna kadar ulaşmıştır. “Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur.” dediler. Hıristiyanlar da, “Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur.” dediler. (Tevbe-30) Hıristiyanlar ise ontolojik olarak bir Allah’ı benimsemekle birlikte asıl açısından üçlü görüşe sahiptirler. Onlara göre Allah cisim değilken, bilahare cisme bürünmüştür. Bu ise yaratıcıya yaratılan varlıkların özelliğini nispet etmek olup, Allah’ı cisimleştirerek mekâna indirgemektir. Allah ise bundan münezzehtir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 151) 60 Maturidi’ye göre kişinin nefsini tanıması rabbini tanımasıdır. Çünkü insan kendi nefsini tanıdığı zaman, kendi varlığının acze düşmeyen bir kadir, cehalete maruz kalmayan bir âlim, yönetmesinde alternatifi ve rakibi ulunmayan bir cebbar, iradesini her durumda yürüten bir otoritenin yarattığı her şeye tasarruf eden bir malikin bilgisine ulaşır. Bu varlığın da mahlukiyet özelliği taşıyan hiçbir varlığa benzemediğini, (El-Maturidi E. M., 2002, s. 130-131) Yüce Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, Onun dışındaki her şeyin yaratılmış ve ona muhtaç olduğunu, O’nun her şeye güç yetiren, her şeyin rabbi ve ilahı olduğunu kavrar. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 30) Rabb olan Allah sadece insanların değil tüm âlemlerin rabbidir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve malikidir. O, yarattığı her şeyi yönetmekte ve tasarruf etmektedir. Bu tasarrufta yarattıklarının ihtiyaçlarını karşılıksız vermek de vardır. (Ece, 2000, s. 510) Maturidi’ye göre Allah kâinatı, sonradan yaratılmış olduğunu gösteren, bir ve tek yaratıcının mevcudiyeti ile sevk ve idare edildiğine işaret eden deliller ile yaratmıştır. Peygamberimizin ilahi vahyi getirip insanlara sunması da yine bu konuya ayrı bir delildir. Şayet insanlar peygamberlerin getirdiği vahye tam manasıyla uyup, onun getirdikleriyle amel etseler aralarında her hangi bir tefrika ve karışıklığın çıkması beklenemez. Yine Allah’ın emrettiği fiiller ilme yani vahye dayalı olmasaydı, o zaman vahiy de bölünmeye imkân sağlayacak birçok sonuç ortaya çıkardı. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 60) Allah, Tabiatın yaratılışında yapılarının çelişkili olmasına rağmen iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini kendi birliğine ve rububiyyetine delil olması açısından tek bir varlık halinde yaratmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 138) Maturidi’ye göre Allah’ın rububiyyetini, onun yaratış ve yönetişini sorgulamak abestir, Rububiyetin bize yüklediği görev, Allah’ın kendisini tanımak ve ona kulluk etmek, emirlerine uymak yasaklarından kaçınmak, üzerimize yüklediği itaat ve ta’zimi yerine getirmektir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 169) 4. Nübüvvet Allah insanlara doğruluğu göstermek, adaleti tesis etmek ve bunların zıddı olan zulüm ve yalanı tanıtmak ve de mahiyetini bilmediğimiz şeyleri açıklamak için 61 peygamberler göndermiştir. Ayrıca insan nefsinin yapısı kurtuluş umduğu yerde kişiyi helake götürecek, fayda beklediği yerde ona zarar verecek bilgisizlikle var edilmiştir. Nefsin bu özelliği, insanın bütün davranışlarının sonuçlarını bilen bir zâta ihtiyaç duyduğunu kanıtlamaktadır. Bu zât ise Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlerdir. Peygamberler insan nefsinin arzu ve isteklerine uymadan onu eğiten kişilerdir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 224) Beşerin yaratılışından kaynaklanan muhtelif durumlar, arzular ve ihtiras ile baş başa bırakıldığı zaman toplumda çekişme ve kargaşanın hâkim olmasını sağlar. İnsanı ve onun içindeki türlü mahlûkatı yaratan yöneticinin toplumları bu sebepten dolayı rehbersiz bırakması düşünülemez. Herkesin güven duyduğu ve karşılaştığı her türlü probleme çözüm üretecek rehber ve kılavuz olan peygamberlere ihtiyaç vardır. (Topaloğlu, 2006, s. 178) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 3-7) Semavi dinlerin müntesipleri insanların peygamberlere muhtaç olduklarını, beşeriyeti dünya ve bilhassa da ahiret saadetini sağlayacak kural ve kaidelerinin insan aklı ile bilinemeyeceğini kabul ederler. Tarihin genel seyri incelendiği zaman haktan sapan ve doğru yolu terk edip fesat çıkaran topluluklara mutlaka kurtarıcı bir peygamber gönderildiği müşahade edilir. İnsanların peygamberlere olan ihtiyacı hastanın doktora olan ihtiyacı ile aynı ölçüdedir. (Yeprem, 2000, s. 31) İmam Maturidi insan aklının peygamberlere olan ihtiyacını ve onları kabul etmenin gereğini açıklamış bunları sıralarken aklın her şeyi kavrayamayacağını da dile getirmiştir. Bunun sebebini de iki şekilde açıklamıştır. Birincisi insan organlarının sınırlı olduğu gibi aklının aynı sınır dâhilinde olması, aklında arızi konular ile karşılaşabilecek durumda olması, ikincisi ise, Allah’tan gelen haberleri insanlara açıklayacak birisine ihtiyaç duymasıdır ki bu ihtiyacın giderilmesi ancak risalet ile mümkün olur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 229) Maturidi’ye göre insan aklı dini ve dünyevi bazı gerçekleri bulsa da bunların birçoğunda da tereddüde düşer. Bundan dolayı insan aklının tereddüde düştüğü ve aklı vasıtasıyla ulaşamayacağı bilgileri kendisine haber verecek bir peygambere ihtiyaç vardır. İnsan dünyada herhangi bir iş konusunda kendisine yardımcı olacak bir insanı nasıl reddetmezse insanlarda kendilerini hak yola ulaştıracak bir peygamberi aynı şekilde reddetmez. (Yeprem, 2000, s. 31) Maturidi’ye göre nübüvvet akli bir zorunluluktur. Çünkü 62 Allah’ın yarattığı her nesnenin gerçek bilgisini insanlar tecrübe etmeden peygamberler göstermiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 225) Peygamberler insanlara çeşitli meslek ve sanatları öğreterek toplumlara önder olmuşlardır. Peygamberler toplum içerisinde en akıllı ve bilgili kişiler olup, insanların kendilerine her türlü bilgiyi danıştığı nasihatçi ve doğru sözlü kişiler olmuşlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 226) İmam Maturidi’nin peygamberlere olan ihtiyacı birkaç maddede özetler. Birincisi; insanlar arsındaki her türlü anlaşmazlık ve sosyal hayattaki her türlü problem insanların adaletli bir şekilde çözemeyeceği çözse dahi bunun ilahi kanunlara denk olmaz. Birisini memnun eden bir durum diğerini memnun etmeyebilir. Onun için insanları mutluluğa ulaştıracak peygamberlere ihtiyaç hâsıl olur ki onların Allah’tan getirmiş olduğu şeriatlar bu ihtiyaca tam ve mükemmel bir şekilde cevap verir. İkincisi, insanlar hayatta kendileri fayda sağlayacak şeylere ulaşmaya, kendilerine zarar verecek şeylerden de kaçınmaya çalışırlar. Onları bu konuda eğitecek ve başarıya ulaştıracak kişiler bir öğretici olarak peygamberlerdir. Üçüncüsü, akıl bize her ne kadar bir yaratıcının olduğunu ve onun âlemleri yaratığını ve bizlere birçok nimet verdiğini idrak etmeyi sağlasa da ona nasıl kulluk yapılacağını ve ne şekilde ibadet edileceğini bilemez. Bizlere bunu öğretecek kişi ise Allah’ın peygamberleridir. Maturidi’nin ileri sürdüğü deliller onun ufkunun genişliğini ve mantığının tutarlılığını ortaya koymak açısından çok önemlidir. (Yeprem, 2000, s. 32) İmam Maturidi her peygamberin Allah’ın birliği konusunda kendi kavmine delil getirerek kavimlerinin delilsiz iddialarını çürüttüğünü belirtir. Çünkü tüm peygamberler kendi döneminde insanları tevhide çağırmışlardır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/327) Maturidi peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamanın yeni bir din ihdas etmek olduğunu dile getirir. Kur’anın ise iman esaslarının arasını ayıran kişiyi gerçek kâfir olarak nitelendirdiğini vurgular. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/94-95) Maturidi’ye göre Hz. Muhammed tevhid zincirinin son halkası olan “Hatemül Enbiya”dır. Bu açıdan Hz. Muhammed’e iman etmek demek; gönderilen tüm peygamberlere ve onları gönderen Allah’a iman etmek demektir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.XIV/376-379) 63 5. İman-İslam İmam Maturidiye göre iman ve İslam birdir. Ona göre iman ve islam arasında dil ve anlatım yönünden bir farklılık var ise de muhteva ve kendisinden murat edilen anlam açısından aralarında herhangi farklılık yoktur. İman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. İmanın gerçekleşme yeri kalptir. Maturidiye göre iman eden birisinin nasıl ki Müslüman olmadığını söyleyemezsek, İslam’ın şartlarını da yerine getiren birisinin de Mü’min olmadığını söyleyemeyiz. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 511-514) İmam Maturidiye göre amel imandan bir cüz değildir. O yüzden amelleri yerine getirmeyen bir kimse dinden çıkmaz. (Fığlalı, 2001, s. 81) Maturidi imanda kesinlik ve katiyyetin esas olduğunu ifade eder ve imanda istisnayı kabul etmez ve de caiz görmez. Onun için kalpten inanan ve şüphesi bulunmayan kimse “İnşallah Müminim” dememeli, aksine “Ben Müminim” demelidir. (Yeprem, 2000, s. 38) Kişinin “İnşallah Müminim” demesi Allah’a verdiği sözü bozması anlamındadır. (Fığlalı, 2001, s. 82) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 505-506) Maturidiye göre iman bir bilgi değildir ama bilgi imana ulaştıran bir araçtır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 495) 6. Epistemoloji Maturidi, dinin öğrenilmesi konusunda ilke olarak başvurulacak iki bilgi kaynağından yararlanmanın kaçınılmaz olduğuna işaret eder. Bunlardan biri akıl, diğeri de nakildir. Ona göre toplumların farklı din anlayışlarına sahip bulunduğu, bunun yanında her bir grubun kendi anlayışının isabetli, diğerinin ise batıl olduğu yönünde bir kanaat taşıdığı ve bu kanaatin atalarından kendilerine intikal ettiği hususu inkâr edilemeyecek sosyolojik bir gerçektir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 3-4) Varlığın gerçekliğini ve bilgiyi inkâr etmek mümkün değildir. Maturidi, bilginin duyuların ve aklın alanına giren konuların bilinmesini sağlayan nitelik olduğuna işaret etmesine karşılık bazı Maturidiler bilgiyi insanın bilen olmasını sağlayan nitelik veya zihnin her bilgi alanına ait hükmü kabul eder. Bilgi kaynaklan duyular, akıl ve doğru haberden oluşur. (Topaloğlu, 2003, s. c.28/151) 64 Nesne ve olayların hakikatlerinin bilinmesine götüren yollar idrak, haberler ve istidlalden ibarettir. İdrakler duyular vasıtasıyla gerçekleşen haberlerdir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 10) İnsanların yaratıkları ve nesneleri idrak edişi tatma, işitme, görme, dokunma ve koklama olmak üzere beş duyuyla olmaktadır. İnsanların duyular vasıtasıyla elde ettiği bu tür bilgilere duyu bilgisi denmektedir. Duyu bilgileri her bir duyu organının kendisine has objeleriyle ortaya çıktığı için duyu organlarının sağlam olmasıyla doğruluk özelliği kazanmakta ve bağlayıcı bir karakter arz etmektedir. (Kutlu, 2006, s. 31) Akılların tek başına kavramakta yeterli olmadığı iyiliklerin ve kötülüklerin duyular ve haber yoluyla öğrenilmesi sadece algı sahibinin konuşması ve diğer kişilerin dinlemesiyle mümkündür. İnsanların sahip olduğu birçok bilgi kaynağı haber olduğu için, onun bir bilgi kaynağı olduğu kesindir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 10-11) Örneğin dünya üzerindeki hükümdarların yönetimleri, düzeni sağlamak için uyguladıkları kural ve kaideler, risalet ve hikmet iddiasında bulunanların insanlara sunduğu bilgiler ve farklı birçok sanatla uğraşan insanların sanat dallarıyla ilgili bilgilerin kaynağı akıl ve duyu değil, haberdir. (Kutlu, 2006, s. 31) Ayrıca Maturidi peygamberlerin hepsinin Allah’tan getirdiği bilgilerin benimsenmesinin zorunluluğuna işaret eder. (Kutlu, 2006, s. 33) Çünkü peygamberlerin getirdiği haberler doğru haberler olup doğruluğunu ispatlayan mucizelere sahip oldukları için onların getirdikleri haberlerin inkâr edilmesi mümkün değildir. Bu haberlerin akıl tarafından da doğrulanması inkârının mümkün olmadığını zorunlu olarak doğru bilgiler olduğunu ispatlar. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 11) İmam Maturidi açısından insan taklid ile hakikatin bilgisine ulaşamaz bu yüzden de taklit sahibi mazur görülemez. Allah’ın birliğini bilmek ve ona ve onun elçilerine tabi olmak istidlal sayesindedir. Bu açıdan akıl öncelikli olmasına rağmen vahiy de gereklidir. (Alper, 2009, s. 157) Aslında bir anlamda nakli oluşturan toplumsal kabul, tarih boyunca hem yöneticilerin hem nübüvvet iddiasında bulunanların hem de meslek ve zanaat sahiplerinin önem verdiği bir şeydir. Akıl, kendisinin de bir parçasını teşkil ettiği evrenin sadece yok olmak (fena) için vücut bulmadığına, hikmet çerçevesinde beka 65 hedefi gözetilerek inşa edildiğine hükmeder. Evrenin çok farklı, hatta birbirine zıt karakterde ünitelerden meydana gelmiş bir yapısı olduğu gözlenmektedir. (Topaloğlu, 2003, s. c.28/151-153) İmam Maturidi’ye göre insanların dinlere ve mezheplere bağlanma konusunda herkes kendi takip ettiği yolun doğru diğerlerinin yolunun ise batıl olduğunu iddia etmektedir. Fakat herkesin bu dinleri tercih ederken taklit yoluyla benimsediği de aşikârdır. Bundan dolayı kişi inancının kaynağını oluşturan iddiasının doğruluğunu ispat edip akla karşı konulamaz bir delile ihtiyaç duymaktadır. Dinin araştırılmasında delilleri sunan (zat) peygamber diğer insanları haklılığını kabule aklen mecbur bırakırsa işte o hak yoldadır. Bir bakıma doğruluğunu ve hakikatini kanıtlayan delilleri insanlara sunması ve Hakk’ında kendisine şahitlik etmesi sebebiyle bu kişinin benimsediği din diğer muhataplarını kendi mutlak hakikati bünyesinde tekeline almış olur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 3) Nesnelerin ve olayların meşru ve gayri meşru olması, iyi ve kötü fiiller hakkında duyuların algılaması ve haberlerin durumu ve haberlerin gelişi irdelenecekse elde edilecek nihai bilgi ancak akıl çerçevesinde, tefekkür ve istidlal yoluyla ortaya çıkarılabilir. İnsan hem fizyolojik olarak hem de akıl melekesiyle donatılarak yaratılmıştır. Aklın güzel bulduğu bir şey tabiat itibariyle güzel olmayabilir. Birinin benimsediğini diğeri reddedebilir. Buradaki uyumsuzluk durumunda yapılması gereken husus akıl yürütmek ve tefekkür etmektir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 14-15) Haber her şeyden önce kişinin mensup olduğu varlık türünü ve soyunu, kendisini ve sahip olduğu her şeyin adını öğrenmesini sağlayan ve insan hayatının kurulup devam etmesini temin eden bir bilgi vasıtasıdır. İnsanın nesebine ve sağlığına varıncaya kadar hayata dair pek çok bilginin doğru haber dışında bir kaynakla bilinmesi mümkün değildir. (Yavuz, 2003, s. c.28/167-171) Eğitim öğretim ve dil gerçeği bunun diğer bir kanıtıdır. Zira öğretim ve dil haberi ileten araçlardır. Yalan karışacağı endişesi doğru haberi kesin bilgi kaynağı olmaktan çıkarmaz. Çünkü araştırma sonucu bir haberin doğru olup olmadığı belirlenebilir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 13-15) Haber peygamberlerden gelen haberler, mütevatir haberler ve 66 ahad haberler olmak üzere üç kısma ayrılır. Peygamberlerin getirdiği haberlerin doğruluğu mucizelerle sabit olduğu için aklen inanılması zorunludur. Onlardan gelen haberler tevatür derecesine çıkmışsa kesin doğrudur. (Topaloğlu, 2006, s. 179) Yalan olmasını aklın kabul etmeyeceği bir muhteva taşıyan mütevatir haber zorunlu bilgi ifade eder. (Yavuz, 2003, s. c.28/167-171) Haberi Vahid ise iki şekilde değerlendirir ya onunla amel edilir ya da hiç dikkate alınmaz. Burada haberi vahidle ilgili yapılacak şeyin haberi rivayet eden ravilerin durumları inceden inceye incelenmeli haberin ihtiva ettiği mana ile sabit olan nass karşılaştırılmalı ve bu çerçevede güvenilirliği tespit edilmelidir. Burada yanılma durumuna işaret eden maturidi bilgi edinme yollarından en üstün olan algı yönteminde duyuların dahi zayıflığından veya algıladığı şeyin hacimsiz, küçük ya da algılanacak şeyin uzaklığından dolayı yanlış algılanıp yanılma ihtimalinin bulunacağını bildirir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 12) İnsanların gerek duyu gerekse haber yoluyla bilgi edinirken akli istidlalde bulunması zorunlu bir ihtiyaçtır. Lakin duyuların zayıflığından veya algıladığı şeyin hacimsiz, küçük ya da algılanacak şeyin uzaklığından kaynaklanan yanılma ihtimalinin bulunacağını gibi, haberin yanılma ihtimali bulunan ve bulunmayan iki yönünün bulunması, hatta peygamberlerin getirdiği mucizelerle kâhin ve sihirbazların yaptıkları şeylerin birbirinden ayrılması için akli istidlal zorunludur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 13) Bu bağlamda akli istidlal, duyu bilgisini tashih etme konumundadır. Üstelik duyulardan elde edilen algılar sonucunda oluşturduğumuz kavramlar ancak akili istidlal ile mümkün olmaktadır. İnsan aklı tikel nesnelerden tek tek tecrübelerden külli kavramlara ulaşma imkânına sahiptir. Mesela insan ateş ve benzeri birçok şeyi tanıması sadece daha önceki tecrübeleri dolayısıyla akli istidlalde bulunmasıyladır. Ayrıca herhangi haberi akıl dışında değerlendirecek başka merci de yoktur. Bundan dolayı duyu ve haberler yoluyla elde ettiğimiz bilgilerin vazgeçilmez temeli akli istidlaldir. (Alper, 2009, s. 69) Nitekim Allah kendi katından gönderdiği deliller ile sabit olan vahiy dahi aklı kullanmayı ve akli istidlalde bulunmayı emretmekte hatta emretmekle kalmayı bizatihi Kur’an belli konuları ispat etmek için bunu metot olarak kullanmaktadır. (Alper, 2009, s. 70) Kur'anda insanın ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret hayatı hakkında bilgilenmesi için akıl yürütmesi gerektiğine dikkat çekilmiş, hak inançlarla batıl inançları ayırt etme amacıyla doğru bir yöntemle 67 düşünme emredilmiş ve dinî ilkelerin doğruluğuna ilişkin aklî deliller getirilmiştir. (Fussilat, 41/53-54) (Gaşiye, 88/17-20) (El-Maturidi E. M., 2002, s. 125-126 Ayc. Bkz. 138-141) Ayc. Bkz. (Yavuz, 2003, s. c.28/167-171) Allah insanları birçok ayeti kerimede istidlale teşvik etmiş, duyulur âlem aracılığıyla, duyulamayanı anlamaya davet etmiştir. Tefekkür ve tedebbürü emretmiş ve bu şekildeki akıl yürütmenin gerçeğe ulaştırdığını haber vermiştir. Akıl yürütmenin gerekliliği konusunda bir başka husus ise, insanın yaratılan bütün mahlûkatı yönetmek, onlar için her türlü mücadeleye göğüs germek ve onlar için aklen ve mantıken en uygun olanı araştırmak bunlardan iyi güzel ve faydalı olanı tercih etme yetisiyle donatılmıştır. Bu ve benzeri hususları bilmek ise nesne ve olayları inceleyerek ve aklı kullanarak mümkün olabilmektedir. Çünkü bunun dışında bir yöntem mevcut değildir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 14) Ayrıca çeşitli fevkalade olaylar karşısında ve şüphelerin hâkim olduğu durumlarda tüm insanların sığınacağı şey tefekkür ve akli melekelerini kullanmaktır. Bu da istidlal sayesinde aklın gerçek ve hakikate kılavuzluk yapmasıdır. Aynen karışık birçok rengin ayırt edilmesinde gözün, seslerin çeşitliliğinde ise kulağın kılavuzluk yapması gibidir. (Topaloğlu, 2006, s. 183) Maturidi hem Kitabu’t Tevhid hem de Te’vilatül Kur’an adlı eserlerine akla büyük önem verir. Nassları incelerken zahiri manalarının yanında Kur’anın genel hedefleri, toplumun dünya ve ahiret mutluluğu, sosyolojik, kültürel ve ekonomik şartları göz önünde bulundurur. Aklilik ve sistematik yaklaşımı elden bırakmaz (Topaloğlu, 2006, s. 181) Aklı, duyular ve haber yoluyla oluşan bilgilerin anlaşılmasında, yorumlanmasında ve problemlerin çözümünde ve değerlendirilmesinde vazgeçilmez bir unsur olarak görmüş mutlak hakikate ulaşmanın temeli olarak değerlendirmiştir. (Topaloğlu, 2006, s. 183) İslam dininin vahye dayanan bir dindir. bu bağlamda vahyi anlayacak ve kalbin eşliğinde iman haline getirecek olan ise akıldır. İmam Maturidi özellikle de vahyin aydınlattığı akla büyük önem atfetmektedir. Zira ona göre akıl fıtri olarak tevhidi idrak edebilse de, peygamberlerin haber verdiği şeriat unsurlarını bilemez. İşte burada nakil akla kılavuzluk yapmaktadır. (Topaloğlu, 2006, s. 180) Maturidiye göre gerek insanları gerekse cinleri tevhide götüren tek bir yol vardır ki oda tefekkür etmek yani düşünmektir. Bu ise insanlara düşünme melekesi olarak verilen akıl ve aklı kullanmakla mümkün olacak bir durumdur. Ayrıca akıl 68 çeşitli tabiat ve arzularla donatılmıştır. Maturidiye göre herkes aklını doğru kullanıp başarıya ulaşamaya bilir. Başarıyla kullanılmadığı zaman da insanları farklı sonuçlara götürebilir. Çünkü insanların kişisel özelliklerine göre aklı kullanmaları değişir. (Özcan, 1999, s. 79) Bundan dolayı Maturidi “Sağlam Bir Aklın” dinde sorumluluk kaynağı olduğunu belirtir. Maturidiye göre dinin ve onun gerekli olduğunu bilmek için özel bir delile ve ispata ihtiyaç yoktur. Akıl bunları bilmek için yeterlidir. Zaten bu duygu insana doğuştan verilen fıtri din duygusudur. Bunu bilmek ve anlamak için nakle ihtiyaç yoktur. (Özcan, 1999, s. 80) Akıl dinin varlığının şartı ve bekası için ise gerekli bir durumdur. Çünkü delil ve hüccetle ayakta duran Allah'ın dini, delil ve hüccetin bizzat kendisi olan akılla kaim olmaktadır. Bunun için aklına uyan dinini korur, arzu ve heveslerine uyan ise dinin temelini yıkmış olur. (Şahin, 1987, s. 17) Maturidi akla önemli bir fonksiyon yüklemekle birlikte onunda haber ve duyular gibi bilgi elde etme gücünün ve alanının sınırlı olduğunu kabul eder. Ancak bunu aklın kapasitesinin sınırlı olmasına, eşyanın bütün teferruatını bilemeyeceğine, sonradan yaratılmasına, bir takım arızi durumlara ona isabet edebilme durumuna veya incelediği konun karmaşık olmasına bağlamaktadır. Bu gibi durumlarda aklın kendi başına kavrayamadığı iyilik ve kötülüklerin durumunu duyular ve haber yoluyla öğrenmenin gerektiğini belirtir. (Kutlu, 2006, s. 36) İnsan için bilgi edinme yollarını sistemli bir şekilde ortaya koyan Maturidi’nin bu sistem kendisinden sonraki ilim adamları için bir model oluşturmuştur. (Topaloğlu, 2006, s. 200) 7. Allah-İnsan İlişkisi Maturidi’ye göre Allah yaratıcı, her şeye güç yetiren, her şeyin rabbi ve ilahıdır. O’ndan başka her şey yaratılmış varlıklardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 304) Dengi ve benzeri bulunan her şey çokluk statüsüne girer ve sayı ile başlar. Zıddı bulunan her şey de bir yok oluş arz eder ki rakibi tarafından ortadan kaldırılabilir. Bundan dolayı Allah dışındaki tüm varlıklar kendi sonlarına sebep olacak bir zıtlık ve çiftlik kategorisinde bir ben ve denklik içerisinde yaratılmıştır. (El-Maturidi E. 69 M., 2002, s. 36) İmam Maturidi’ye göre Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, süreklidir, rakibi ve dengi bulunmayandır. Bu “O’nun hiçbir dengi yoktur.” (Şura, 42/11) mealindeki ayetin açıklamasıdır. Benzeşme ve farklılaşma aynı konumdaki ve birden çok varlıklar için söz konusudur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 319) Maturidi’ye göre Allah’ın birliğini ispatlayan en büyük delil âlemin, canlı veya cansız kâinattaki tüm varlıkların tüm akıl sahiplerini hayret ve dehşete düşürecek şekilde bir düzen ve asla bozulmayan bir nizam içerisinde akıp gitmesidir. (Işık, 1980, s. 78) Bütün yaratılmışlık özelliklerinden münezzeh bulunan Allah kâinatı sonradan yaratılmışlığına, bir yaratıcının varlığıyla sevk ve idare edildiğine ve bu yaratıcının vahdaniyetine delil olacak şekilde yaratmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 60) Tabiatta gözlenebilen her şeyin sanatkârane bir şekilde düzenlenmesi, mükemmel ve kusursuz bir şekilde işleyen sistem, tüm akıl sahipleri için kâinatı düzenleyen bir mucit ve yaratıcının olduğunu ispatlamaktadır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 30) Allah gerek zatı, gerek sıfatları, gerekse fiilleri yönünden birdir. Zatında bir olması onun bir cüzünün ve parçasının bulunmamasıdır. Sıfatlarında bir olması onun eşinin ve benzerinin bulunmamasıdır. Fiillerinde bir olması Allah’ın kesinlikle bir şerikinin ve ortağının bulunmamasıdır. (Işık, 1980, s. 77-78) Maturidi’ye göre Allah yaratılmışları andıracak herhangi bir isim ve vasıfla nitelendirilemez. Bundan dolayı Allah’ın herhangi bir cisimle isimlendirilmesi ve mekânla nitelendirilmesi mümkün değildir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 132) Çünkü cisim sınırlı bir alanının adıdır. Ayrıca cisimde mekâna yöneltme durumu bulunmaktadır. Bu da her biri diğerinden uzun, kısa veya daha enli olması gereken durumları ortaya çıkarmaktadır. Bundan dolayı Allah hakkında cisim kavramı kullanmak temelden yanlış ve geçersiz bir durumdur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 133) Ayc. Bkz. (Işık, 1980, s. 85-86) Mekân nisbet edilme durumunda ise ihtiyaç gündeme gelir ki yüce Allah her türlü ihtiyaçtan uzak olduğu için mekândan da münezzehtir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 134) İmam Maturidi, Allah-insan ilişkisi bağlamında Allah’ın mutlak kudreti ve iradesini kabul eder; ama o, Allah’ın kudretini rastgele kullanan zorba biri gibi değil; bilgisi ve hikmetiyle ulûhiyete yaraşır bir şekilde kullanan bir varlık olarak algılamaktadır. (Yeprem, 1997, s. 279) Ayrıca Maturidi’nin, Allah’ın yarattıklarında hikmetin olduğunu, kullarına güçlerinin yetmeyeceği şeyleri teklif etmeyeceğini, akıl 70 ile hüsün ve kubuh’un yani iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin bilinebileceğini, hilafet misyonunu gerçekleştirebilmesi için insana kudret, irade ve eylem yapabilme yetilerinin verildiğini savunması ve benzeri düşünceleri onun insanı dikkate alan, insanın merkezinde bir Allah tasavvuruna sahip olduğunu göstermektedir. (Fığlalı, 2001, s. 86-87) Maturidi, Allah'ın varlığının ispatını ağırlıklı olarak evrenin gözlemlenmesine dayandırır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 30) O aynı zamanda Allah’ın isim ve sıfatlarının mevcudiyetini de aynı yönteme dayandırarak kanıtlamaya çalışır. Evrende müşahede edilen mükemmel kuruluş ve işleyiş yaratıcısının ilim, kudret ve irade sahibi olduğunu gösterir. Allah’a bazı sıfatların izafe edilmesi, O'nunla, aynı sıfatlarla nitelendirilen yaratıklar arasında benzerlik oluşturması Tevhid ilkesini zedelemez. Maturidi’ye göre zahirde bir benzerliğin oluştuğunu söylemek mümkündür. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 29-35) Maturidi’nin Allah-İnsan ilişkisinde, en temel istidlal, insanın kendisini bilmesi ve tanıması sonucunda rabbini bilip tanıyacağı düşüncesidir. Çünkü insan kişisel özeliklerinin farkına vardığı zaman, kendi acizliğinin de farkına varır. İşitme, görme, tatma gibi arazlarının inceliklerinden haberdar olmadığını, bünyesinde bozulan herhangi bir şeyi düzeltme gücünün bulunmadığını, hangi mekânlarda neler yaşayacağını ve nasıl davranışlarda bulunacağını bilemeyeceğinin farkına varır. Ayrıca insanın fiziksel ve psikolojik yapısı açısından ortaya çıkacak ihtiyaçlarının, nasıl ve ne şekilde gidereceğini tam olarak bilemez. Kendi varlığını ve yapısını sürekli gözlemleyen insan maddi varlığındaki karasızlığa ve süreksizliğe şahitlik eder. Bütün bu gerçekler karşısında insan sahip olduğu birçok özelliğe rağmen nefsini kendisinin yaratıp yönetmediğini idrak eder. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 130) Bu da insana kendi varlığını acizlik göstermeyecek bir kudret sahibinin, bilgisizlik isabet etmeyen bir ilim sahibinin, idaresinde ve yönetmesinde bir alternatifi ve rakibi bulunmayan bir varlığın sayesinde var olduğunu, Bu varlığın da yaratılmışlık özelliği taşımayan bir varlık olduğunu kavratır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 131) 71 İKİNCİ BÖLÜM İMAM MATURİDİDE DİNİ TEKELCİLİK İmam Maturidi’de dini tekelcilik başlığı altında, dini tekelciliğin ya da dışlayıcılığın ve dini mutlaklığın temel argümanlarına ilişkin tahliller yapmaya çalışacağız. Bu sebeple Batı düşüncesinde ortaya çıkan dini tekelciliğin veya dini dışlayıcılığın mahiyeti ile İmam Maturidi’nin eserlerinde bu hususa işaret edebilecek argümanların bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. İmam Maturidi’nin eserlerinden özellikle “Kitabüt Tevhid” ve “Te’vilatül Kur’an”da tevhid merkezli mutlak bir din anlayışına sahip olup, diğer dini geleneklere de bu çerçeveden baktığını görmekteyiz. Mutlak hakikat bağlamında ise Kur’an merkezli bir hakikat anlayışını öngören Maturidi, Allah’a gerçek manada iman için de peygamberlerin hepsine toptan inanmayı, hiç birisinin arasını ayırmamayı ve özellikle de Hz. Muhammed’e iman etmeyi esas kabul etmektedir. İmam Maturidi’nin fikir ve düşünceleri kendisinden sonra sistemleştirilerek İslam akidesinin temelini oluşturmuş, Maturidi’yi de Müslümanların imamı konumuna taşımıştır. Bu bağlamda konunun tahlili büyük bir önem arz etmektedir. A- HAK DİN, KURTARICI DİN VE SON DİN Allah, insanı fıtrat üzerine yaratmış, bu fıtratı korumak için de insanlara hem akıl vermiş, hem de peygamberler göndererek insanların fıtrata uygun hareket etmesini ve küfürden kaçınmasını emretmiştir. Bazı insanlar fıtratı koruyarak hak olan din üzerinde sabit kalmış, bazıları ise fıtrat dininden saparak hakkı inkâr etmiş, Allah’ın dini olan hak dinden yüz çevirmiş, kendi arzu ve menfaatlerini din edinmişlerdir. Bir dinin kurtarıcı özelliği taşıması ve kurtuluşa götürecek gerçekleri sağlam delillerle insanlara sunması, o dinin, doğru, gerçek ve hak bir karakter taşıdığını gösterir. Bu manada kurtarıcı, hak ve son din olması açısından İslam diğer dinlerden üstündür. Zira bu manada diğer dinler batıl bir karakter arz etmektedir. 72 Din, hak olsun, batıl olsun, insanların benimsediği manevi bir yoldur. Gerçek din ise, Allah’ın kendisine nispet ettiği, Allah’ın insanlara emredip gönderdiği ve insanları da peygamberler vasıtasıyla çağırdığı dindir. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 81) Maturidi’nin din kavramına yüklediği mana, doğrudan Allah’ı birlemeyi ve ona kulluk etmeyi ifade eder. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 2) Maturidi’ye göre tüm peygamberler tek bir din üzerinedir. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 5) O da Tevhid dini olan İslam dinidir. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 4) Bu din peygamberlerin ve nebilerin değişmesiyle değişmeyen, asla neshe maruz kalmadan Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devam edip gelen dindir. Din bir ve tek olup nesh edilmez. Zaman içerisinde değişikliğe uğramaz. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 174b) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/140) Şeriatlar, dini açıklayarak onun anlaşılmasını kolaylaştıran unsurlardır. (El-Maturidi E. M., TRSTSMK, No:180, s. 704b-705a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/120) Dinin değişmezliğini kanıtlayan en önemli delil ise her insanın doğuştan fıtri olarak getirmiş olduğu din duygusudur. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 5) Maturidi’de sağlam delillere bağlı olan ve akla dayalı bir din anlayışı hâkimdir. Ona göre taklide değil, delil ve burhana dayanan din, hak dindir. Tüm peygamberlere indirilen Allah’ın dini, delilleriyle kendini ortaya koyan Tevhid dini İslamdır. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 14) Din, insan fıtratına ve tabiatına uygun olan hak din, hanif din veya halis din diye vasıflandırılan, tüm peygamberlerin hepsine ortak olarak gönderilen Allah’ı birlemeyi ve kulluğu yalnızca ona yapmayı emreden, her türlü dini fiili ve davranışı tevhide yönlendiren, her türlü şirk unsurundan uzak durduran, neshe ve değişikliğe uğraması mümkün olmayan, delil, burhan ve ayetlerle dimdik ayakta duran, adı da İslam olan Tevhid dinidir. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 7) İmam Maturidi din sözcüğünü mutlak olarak söylediğinde bununla hak dinin yani İslam dininin kastedildiğini söyler. ( (Şahin, 1987, s. 30) Tevhid esaslı bu din Hz. Âdemden Hz. Muhammed’e kadar hiçbir değişikliğe uğramadan devam eden evrensel bir dindir. (Sarıkaya, Güz/2010-III/2, s. 7) 73 İmam Maturidi’nin din anlayışında samimiyetle Allah’a teslim olmak ön plandadır. Maturidi, Allah’ın, insanların iş ve davranışlarını ihlâslı bir şekilde kendisine yöneltmesinden hoşnut olacağını dile getirir. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.I/211-212) Kur’an Hz. Muhammed’in çağrısının bir yenilik olmadığını, kendisinden önceki peygamberler ve nebiler zincirinin son halkası olduğunu belirtir. (Ahkaf, 46/9) Bu açıdan İslam kendisinin son din olduğunu, dolayısıyla da günümüzden kıyamet kopuncaya kadar tüm insanlığın dînî ve ahlâkî konularda ihtiyaç duyduğu tüm meselelere çözüm üretecek yeterlilikte ve kapasitede olduğunu iddia eder. Bütün bu teolojik hakikat İslamın yayılmaya başlandığı ilk dönemden bu tarafa mevcuttur. (Watt, 1997, s. 26) Kur’anın çağrısının özü, Allah’ın bir ve tek ilah olduğunu, eşinin, benzerinin ve ortağının olmadığını kabul etmek, onun dışında hiçbir kimseye kulluk ve ibadet yapmamak, dini yalnızca ona has kılmak ve Allah’ın dininin dışındaki dinlere karşı koymaktır. Bu ise tevhidin özü olup İslamın tek hakikat ve yaşayan ve aslı bozulmayan tek mutlak olduğunu göstermektedir. (Mevdudi, 1991, s. 7) 1. Delil ve İstikamet Dini Haniflik Hanif, Kelime olarak “Müslümanlar”, “Tâbii olanlar”, “İstikamet üzere olanlar”, “İslama meyilli olanlar” ve “deliller üzerine olanlar” gibi manaları ifade etmektedir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/500-501) Terim olarak Hanif ise, ihlâslı bir şekilde Allah’a bağlı olan, Allah’ın rabliğine hiçbir şekilde ortak koşmayan, kulluk ve ibadette ona şirk getirmeyen, her an ve her vakit dine meyilli olan, Allah’ın dinine samimiyetle gönül veren Müslüman anlamında kullanılmıştır. (El-Maturidi E. M., Te’vilatül Kur’an, 2005-2009, s. c.IV/274-277) Yine Maturidi’ye göre Hanif Allah’ı birleyen demek olup, insanın yaratılıştan ve doğuştan kendisine verilen mizaç ve tabiata uygun olarak Allah’ın dinine, yani ecdadının benimsediği dine kısacası gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin ortak dinine yönelen, delillere dayanarak Allah’ın birliği ve kulluğun yalnızca Allah’a yapılması ilkesine dayanan, ihlâslı bir şekilde Hakka teslim olup, yönelen kimse demektir. (Özcan, 1999, s. 51) 74 Maturidi, Hanif kelimesinin Kur’anda tek başına geldiğinde İslam anlamında, Hanif kelimesinden sonra İslam kelimesi geldiğinde delil anlamında, bazen de İslama ve hakka meyleden anlamında kullanıldığını ama hepsinde de hak olan İslam dininin kastedildiğini ifade etmiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/253-254) Maturidi’ye göre Allah Kur’anda “Hanif” kelimesini, Hz İbrahim’i heva ve nefislerine uyan diğer din mensuplarından ayırt etmek için kullanmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/274-277) Maturidi’ye göre Hz. İbrahim, hanif dini üzerineydi. Hz. İbrahim’in dini tüm insanların ve onların ecdatlarının ve babalarının asıl dinleriydi. Yani Hz. İbrahim tüm nebilerin ve peygamberlerin dinindendi. O, Allah’a şirk koşmayan hâlis bir Müslümandı. Tüm din sahipleri Hz. İbrahim’in kendi dinleri üzerine olduğunu iddia etseler de Hz. ibrahim, Yahudi ve Hıristiyanların dinleri üzerine değil, bizatihi Hz. Muhammed’in dini üzerineydi. (ElMaturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 189b) (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/200) Kur’anda Allah’ın “Hanif” kelimesini Hz. İbrahimden sonra Hz. Muhammed için de kullanması Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in sünnetlerinin birbiriyle aynı olup, ikisinin de insanları tevhide çağırdığının delilidir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.XI/185-187) Yine Kur’anda Hz. İbrahim anlatılırken “İbrahim’in Milleti’nin” özel olarak zikredilmesi de Hz. İbrahim’in (as.) sünnetinin Hz. Muhammed’in sünnetine uygun olmasındandır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/505-507) İmam Maturidi Hz. İbrahim’e Allah tarafından “İslam ol” emri verilince, “ben âlemlerin rabbi olan Allah’a teslim oldum.” dedi. “ Çünkü Rabbi ona: Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine boyun eğdim, demişti.” (Bakara, 2/131) Maturidi burada İslam kelimesinin insanın yaratıştan getirdiği, kalbin Allah’a yönelmesi şeklinde açıklar. Yani İslama teslimiyetin fıtratın bir gereği olduğunu söyler. Bunun ise her insanın doğuştan Müslüman olması olarak yorumlar. Buna da şu ayeti örnek verir; “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şahit olduk, dediler.” (Araf, 7/172) Bu emri işiten her nefis bulundukları durumda Allah’ın 75 çağrısına cevap verip ona teslim oldular. Bu söz de İslamın ilk emridir demiştir. Fıtrat gereği her insanın bu sözü vermesi, doğuştan ve yaratılıştan Müslüman olması demektir. Burada Hz. İbrahim Allah’a fıtrat gereği olan teslimiyetine, Maturidi şu ayetle de destekler; “İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen argın develer üzerinde sana gelsinler.” (Hacc, 22/27) Olduğu gibi Hz. İbrahimin çağrısına tüm insanlar bulunduğu ortamdan kimisi babasının sulbünden, kimisi ana rahminden kulak verip kabul etmişlerdir. Bu da fıtrat gereği teslimiyete bir diğer örnektir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/249) Bu ise dinin ta baştan beri mutlak ve değişmez olan İslam dini olduğun göstermektedir. İmam Maturidi, fıtrat gereği Müslüman olan Hz. İbrahim’e verilen dinin de İslam dini olduğunu, O’nun Yahudi ve Hıristiyanların iddia ettiği gibi Yahudi veya Hıristiyan dininden olmadığını, Hanif bir Müslüman olduğunu ve çocuklarına da hak din olan İslam dinini vasiyet ettiğini Kur’andan örneklerle açıklar. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/249) Yahudi ve Hıristiyanların seçmiş olduğu dinin, din olamayacağını, Allah’ın Hz. İbrahim için seçtiği ve onun da çocuklarına vasiyet ettiği gerçek dinin İslam dini olduğunu Kur’andan Necm Suresinin “Yoksa insan, her arzu ettiği şeye sahip mi olacaktır?” 24. Ayetiyle delillendirir. Yani insanın arzularının ve isteklerinin din olamayacağını, Allah’ın isteklerinin din olacağını vurgular. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/250) Maturidi Kur’anda Allah’ın Hz. İbrahim için kullandığı “Dinen Kıyamen” kelimesini yorumlarken de Hz. İbrahim’in dininin içinde hiçbir eğrilik ve yanlışlık bulunmayan dosdoğru bir din olduğunu özellikle ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.V/274-277) İmam Maturidi Yahudilerin Hz. Muhammed’e Hz. Yakup, bize Yahudi dinini vasiyet etti, şeklindeki iddialarının aksine Kur’anın tüm peygamberlerin Tevhid dini olan İslam dinini getirip tebliğ edip çocuklarına da bu dini vasiyet ettiğini açıklar. Ayrıca İmam Maturidi Kur’andan delil getirerek Hz. Yakup’a ölüm geldiğinde siz orada şahit miydiniz? (Bakara, 2/133) diyerek onların yalan söylediklerini ortaya koyup orada olmadıklarına Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen tüm peygamberlerin Tevhid dinine yani İslam dinine çağırdıklarını dile getirir. Bu ise Hz. İbrahim’in 76 kendi dinlerinden olduğunu söyleyen Yahudi ve Hıristiyanların sözlerine bir ret olarak karşımıza çıkmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/251) Tüm din mensupları Hz. İbrahim’in dini üzerine olduklarını iddia etmelerine rağmen (El-Maturidi E. M., TRS-HSAK, No:40, s. 471a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/332-333) Maturidi yalnızca Peygamberimizin dininin İbrahim’in dini olduğunu, O’nun müşriklerden de olmadığını bildirmiştir. Bu yüzden peygamberimiz insanları İbrahim’in dinine, yani Hak din olan İslam dinine çağırmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VIII/212) Peygamberlerin hepsi tek bir din üzerine olup, insanları Mutlak ve değişmeyen Tevhid dinine yani İslam dinine davet etmişlerdir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/333) Ayc. Bkz. (Şahin, 1987, s. 14) Maturidi’ye göre İbrahim’in (a.s) dini üzerine olmak doğru ve hak olduğu için tüm din mensupları kendi dinlerinin “İbrahim dini”nin devamı olduklarını iddia etmişlerdir. Öyleki Yahudiler, Hz. İbrahim’in Yahudi dini üzerine olduğunu, Hıristiyanlar ise O’nun Müslüman değil, bilakis bir Hıristiyan olduğunu iddia etmişlerdir. Hâlbuki bu iddialarının hepsi asılsızdır. Çünkü Hz. İbrahim’in dini bütün dinlerden öncedir. Maturidi, onlara İbrahim hakkında tartışmalarının yersiz olduğunu belirterek şu ayeti örnek verir; “Ey Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?” (Ali İmran, 3/65) Maturidi’ye göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Hz. İbrahim bizim dinimizdendi demeleri yerine biz İbrahim’in dinindeniz demeleri daha doğru ve daha gerçekçidir. (Özcan, 1999, s. 102) Maturidi Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyanlık dininden önce yaşadığını, Tevrat ve İncil’in ondan sonra indirildiğini belirterek onun nasıl Yahudi veya Hıristiyan olacağını sorgular. Bunun da aklen ve mantıken mümkün olmadığını belirtir. Ayrıca Hz. İbrahim’in Yahudilerden ve Hıristiyanlardan önce yaşadığını onların onu görüp, ona şahit olmadıklarını, Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olduğuna dair bir vasfı da kitaplarında bulamadıklarını belirtir. Ellerinde herhangi bir bilgi mevcut olmadığı halde aynen Hz. Muhammed’in vasfını ve sıfatları kitaplarında bulup da hasetlik ve inattan dolayı gizledikleri gibi, Hz. İbrahim’in hanif bir 77 Müslüman olduğunu da öyle gizlemişlerdir. Yahudi ve Hıristiyanların Hz. İbrahim’i sahiplenme konusundaki tartışmada Allah İbrahim’e en yakın olanın ona tabi olanların ve ona uyanların olduğunu bildirmiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/326) Bu bağlamda Maturidi vahiy kökenli dinlerin hepsinin temelinde Tevhid inancının olduğunu belirtir. Bu Tevhid inancı da “İbrahim Dini” ya da “Hanif Dini” diye tanımlanmaktadır. (Özcan, 1999, s. 103) Hanif dini çerçevesinde incelediğimiz Hz. İbrahim’in dininin, aslında Allah’ın gönderdiği fıtrat dini olduğu, tevhid esasına dayandığı ve hak olan İslam dininden ayrı bir din olmadığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar tüm din mensupları kendisinin dininin İbrahim dini olduğunu iddia etse de, İbrahim dini üzerine olan tek din delilleriyle tevhidi dimdik ayakta tutan İslam dininden başkası değildir. 2. Biricik, Üstün, Evrensel, Mükemmel ve Son Din İslam, son hak dindir. İslamın son hak din olmasının yanında onu diğer dinlerden ayıran ve mükemmel bir noktaya taşıyıp, diğer dinler arasında biricik ve üstün kılan bazı özellikler vardır. Bu özelliklerin başında ise tüm ilahi dinlerin asıl itibariyle aynı olmasına rağmen, İslam dışındaki dinlerin zamanla değişime uğrayıp özlerini muhafaza edememiş olmaları gelmektedir. Ayrıca İslamı diğer dinler arasında biricik ve üstün kılan diğer özellikler ise, Allah’ın birliğini aslına uygun bir şekilde koruması, tevhid geleneğini sürdürmesi, akıl ve mantığa verdiği önem, fıtrata uygunluk, nübüvvet anlayışı çerçevesinde peygamberler arasında ayrım yapmaması ve Kur’anın korunmuş olması, tahrifata maruz kalmaması, mucizevî bir karakter taşıması ve evrensel bir kitap olması gibi özellikler İslam dininin diğer dinlerden üstün ve mükemmel olduğunu gösteren delillerden bazılarıdır. İmam Maturidi İslamı, “Hudu” yani boyun eğmek, ihlâslı olmak, insanın özünü ihlâslı bir şekilde Allah’a teslim etmek, dinin emirlerini ihlâslı bir şekilde yerine getirmek, Allah’ın emirlerine yönelmek, hiçbir şeyi ona ortak koşmamak, Allah’tan başka hiçbir şeyi hak olarak tanımamak, nefislerine başka rableri şirk edinenler gibi olmamak, Allah’ı inkâr edenlerin yaptığını yapmamak ve Rububiyetin sadece Allah’a ait olduğunu kabul etmek şeklinde tanımlar. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/270) Allah’a özünü teslim eden kişi, amellerini ve dinin emirlerini 78 Allah’a teslim eden, Allah’ın dinine de teslim olan kişidir. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.II/270-272) Maturidi Bunu da; “Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.” (Zümer, 39/29) ayetiyle dile getirip, Allah’a özünü teslim eden kişi ile şirk koşan kişiyi karşılaştırarak nefsini Allah’a teslim eden yani ihlâslı bir şekilde İslama tabi olan kişinin Allah’tan başkasını rab edinemeyeceğini ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayacağını ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/270-272) İmam Maturidi’ye göre İslam, Allah’ın yarattığı tüm eşyaların Allah’ın olduğuna söz ve fiille birlikte inanmak, O’na teslimiyet göstermek, Onun dışındakilerden korkmamak ve O’nun dışındaki herhangi bir şeyden ümit etmemektir. Gerçek İslam’ın da bu olduğunu ifade eder. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.II/272-276) İmam Maturidi dinler arasında hak olan bir dinden bahseder. Onun da İslam dini olduğunu ifade eder. Çünkü din mensuplarının hepsi kendi dinlerinin Allah’ın dini olduğunu iddia etmektedirler. Oysaki Allah’ın dini İslamdır. (Şahin, 1987, s. 30) Hak olan İslam dinini diğerlerinden ayıran en önemli nokta ise tüm akıl sahiplerinin gerekli görüp kabul edeceği, içinde şirk unsurlarını barındırmayan ihlâs ile Allah’a teslim olunan bir din olmasıdır. (Şahin, 1987, s. 30) İmam Maturidi’ye göre içinde kusursuz bir şekilde Tevhid anlayışını barındıran ve de Allah’ın kendisinin razı olduğu din İslam dinidir. Ona göre İslam dini, içerisinde yanlış ve kusur barındırmayan dosdoğru tek dindir. İslam dininin dosdoğru ve sapasağlam olması, onun apaçık deliller ve burhanlar vasıtasıyla ayakta kaim olmasıdır. Bundan dolayı da Maturidi Tevilat adlı eserinde din kelimesiyle mutlak manada İslam’ı kabul etmiş ve onu vurgulamıştır. (Ak, 2009, s. 267) Maturidi’ye göre Allah düşünme yetisine sahip olan tüm insanlara genel anlamda bir Tevhid anlayışı ve Tevhid düşüncesi vermiştir. Fakat her bir grup kendisine verilen bu nimetin kıymetini bilmeyip çeşitli yorumlarla bunu bozmuşlardır. Yalnızca İslam dininin müntesipleri Allah’ın kedilerine bahşettiği bu 79 nimetin kadir ve kıymetini bilerek, bunu bir emanet telakkisiyle koruyup, buna sadakatle bağlı kalmışlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 150) Fazilet ve üstünlük bakımından İslam dini diğer dinlerden üstün olup, diğer dinler ile İslam dininin herhangi bir konuda kıyaslanması mümkün değildir. İmam Maturidi tüm peygamberlerin İslam dini üzerine gönderildiğini belirtmiş, (ElMaturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 611a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/401) bu düşüncesine ise; “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.” (Ali İmran, 3/67) ve “Allah dinden Nuh'a tavsiye buyurduğu şeyi sizin için de bir kanun yaptı ve (Ey Muhammed!) sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” (Şura, 42/13) ayetlerini örnek göstermiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/266-270) Diğer bir örnek ise; Hz. İsa’dan sonra Hz. Muhammed’in “Hatemül Enbiya” olarak gönderilmesidir. Hz. İsa’nın yeryüzünden semaya kaldırılmasından sonra insanlar Allah’ın dinini ve Allah’ın yolunu kaybetmiş, bir boşluğa düşmüşken, Allah Hz. Muhammed ile beraber İslam dinini göndermiş, onlara Allah’ın yolunu açıklamış, onları hak dine çağırmış, kendi ve kendinden önceki peygamberlerin yollarına tutunmalarını sağlamıştır. İslam dininin gelmesiyle birlikte İslam dışındaki tüm dinler, tüm mezhepler, ibadet edilen putlar vb. batıl sayılan her şey ortadan kaldırılmıştır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/187) İmam Maturidi’ye göre Hz. İsa tekrar yeryüzüne indiği zaman tüm din ehli tek bir din üzerinde toplanacaktır. O din de İslam dininden başka bir din olmayacaktır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/533) İslam, Allah tarafından vahiy yoluyla Hz. Muhammed’e gönderilen bir dindir. Kur’an Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerle aynı vahiy geleneğinden gelen bir peygamber olduğunu özellikle vurgulayarak öteki dinleri de Allah’tan vahyedilmiş dinler olarak görür. Museviliğin Hz. Musa’ya Hıristiyanlığın da Hz. İsa’ya gönderilen vahiy kaynaklı dinler olduğunu belirtir. Tüm öteki peygamberlere olduğu gibi bu iki dinin peygamberine gönderilen vahyin öz itibariyle Hz. Muhammed’e gönderilen ile aynı olduğu tasdik edilir. (Watt, 1997, s. 170) Ancak Maturidi, tevhid geleneğinin birikimsel bir sonucu olarak, Allah’ın emrettiği, Allah katında da kabul 80 edilen dinin sadece İslam dini olduğunu özellikle vurgular. Çünkü din mensupları çeşitli ihtilaflarıyla beraber imanı kabul etmekte, lakin İslamı kabul etmemektedirler. İmam Maturidi ise, Allah’ın emrettiği ve içerisinde Tevhid bulunduran tek dinin İslam dini olduğunu, diğer dinlerde ise Tevhidin zedelendiğini veya bulunmadığını ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/211-212) Tüm dinler geldiği toplumda mevcut olan dini inançlara yeni bir soluk getirir ya da bir kısmını tamamen ortadan kaldırır. (Watt, 1997, s. 130) İslam dini ise, ilahi vahyin son halkası olan Kur’an ile insanlığa aslı bozulan ve tahrif edilen hakikatleri yeniden sunmaktadır. Öyle ki İslam; Yahudi ve Hıristiyanların Tanrı ve hakikati tekellerinde görme iddialarının aksine, ilahi hakikatin ve rehberliğin ta en baştan bu tarafa evrensel karakterde olduğunu, yüce Allah’ın bir topluluğa yol göstererek diğerini ötelemesinin mümkün olmayacağını, çünkü bunun Allah’ın “Adl” ismiyle de bağdaşmayacağını belirtir. İslam zaman zaman vahiy ve hakikat mesajlarıyla insanlığa hidayet ve yol gösterme kaynağının bir adı olup, Allah’ın birliğine davet etmekte tüm dinlerin aslıyla aynıdır. Bu mesaj tüm peygamberlerde değişmeyen ortak özelliktir. Bu açıdan insanlara gelen mesajların tamamının ortak noktasının Tevhid olması hasebiyle evrensel karakter taşıdığı gözükmektedir. (Rahman, 2000c, s. 101)Ayrıca İslamın son din olduğu iddiaları aynı gelenekten gelen Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkındaki iddialarla da desteklenir. Kur’an, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın sırasıyla Musevilik ve Hrısyiyanlığın kitaplarını getirip tebliğ eden peygamberler olarak zikreder. (Maide, 5/44-48) Bu ayetler aynı zamanda tüm peygamberlerin Allah’tan aldıkları vahiylerin öz itibariyle Kur’an ile özdeş olduklarını belirtir ve teyit eder. (Watt, 1997, s. 27 Ayc. Bkz. 173) Kur’an bundan dolayı kendisinden önceki peygamberlere ve kitaplara ayrım yapmadan inanmayı emretmektedir. (Bakara, 2/136) Ayrıca Kur’an kendisinin önceki mesajlardan daha mükemmel bir özellikte olduğunu belirtse de önceki mesajların kaynağını ve asli hakikatini de tasdik eder. (Rahman, 2000c, s. 102) Yine Maturidi, Allah’ın İslam ehline verdiği delilin, burhanın, kutsal kitabı Kur’anın ve dini İslamın bir benzerinin başka ümmetlere verilmediğine işaret ederek onun üstünlüğünü vurgular. Ayrıca Tevrat ve İncil ifadelerinin hissi olması münasebetiyle herkes tarafından anlaşılabileceğini, oysa Kur’an ayetlerinin hem hissi 81 hem de akli olması sebebiyle ancak o konuda ilim ve bilgi sahibi kişilerce anlaşılabileceğine vurgu yapar. Tüm bunlar İslam dininin, ilahi kaynaklı diğer dinlerden aslı bozulmayıp ayakta kalan tek hak din olduğunu, Tevhidin en mükemmel örneği ve zirvesi olduğunu ve de üstün din olduğunu gösteren delillerdendir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/338-340) Yahudilik ve Hıristiyanlık karşısında İslamın biricikliği ve üstün olduğu fikri Yahudilerin ve Hıristiyanların kitaplarının aslını bozup tahrif ettiği iddiasına dayanmaktadır. (Watt, 1997, s. 114) Bunu Kur’an ayetleri bizzat doğrulamaktadır. (Bakara, 4/79-Nisa, 4/46) (El-Maturidi E. M., 2003a, s. 175-176) Bu bağlamda Yahudi ve Hıristiyanların kutsal metinlerinin tahrifatı, Müslümanlar tarafından Batının ahlaki açıdan bozulduğu ve bütünüyle iflas ettiği görüşüne ve hakikatin ve ahlakın mükemmeliyetinin yalnızca İslamda olduğu fikrini perçinlemiştir. Bu kanaatler Müslümanlar tarafından dünyada İslam dışında hak ve hakikat ve de insanların iyiliği ve hayrı için çalışan hiçbir dinin ve gücün bulunmadığını ortaya koymaktadır. (Watt, 1997, s. 172) İslam’ın kendi kendine yeterli olduğu fikrinde Allah tarafından Hz. Muhammed’e gönderilen vahye hiçbir şekilde ekleme ve çıkarma yapılmaması da etkendir. Yani Kur’an katışıksız olarak Allah’ın saf ve aslı bozulmayan tek ve son sözüdür. (Watt, 1997, s. 115 Ayc. Bkz. 129) Yine bütün dinler arasında yalnızca İslam insana ruhi yaşayışını bir an bile zayi etmeden, dünya hayatından azami derecede faydalanma imkânı sunar. Bu düşünce Hıristiyan düşüncesinden farklıdır. Zira Hıristiyan inancında insan Âdem ve Havva’nın işledikleri günah sebebiyle sürekli tökezleyip durmakta, bu asli günah da sürekli insana miras kalmaktadır. Oysa İslam inancında kişiye böyle bir mirasın kalması söz konusu değildir. İslam inancına göre İnsan için kurtuluş da bizzat kendi elinde olup onun yaptıklarının karşılığından başka bir şey yoktur. İslam kurtuluşu materyalist Batı gibi ne sadece dünya da “Benim yerim ve yurdum yalnızca dünyadır.” Ne de Hıristiyan batılı gibi “Benim yerim bu dünya değildir.” şeklinde görür. İslam bu konuda sadece orta yolu tutarak: “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver ahirette de iyilik ver.” (Bakara, 2/201) şeklinde kendisini ifade eder. (Esed, 2001, s. 28-29) Diğer dinler içerisinde sadece İslam dini insanın dünya hayatında kemalat noktasına ulaşacağına imkân tanımakta, örneğin Hint dinlerinde olduğu gibi bunu 82 ölüm sonrasına tehir etmemektedir. (Esed, 2001, s. 25) İslamın ibadet anlayışına bakıldığı zaman bile onun diğer dinlerden üstün ve kurtuluş için ehemmiyet ve önem arz eden bir konuma sahip olduğu görülür. Çünkü İslamdaki ibadetler namaz, oruç gibi sırf saygı belirten hareketlerden ibaret olmayıp, insanın tüm hayatını etkileyen ahlaki faaliyetler manzumesi olarak kendini göstermektedir. (Esed, 2001, s. 24) Maturidi Allah’ın İslam dininden başka bir din kabul etmeyeceği gibi, İslamdan başka bir din seçen kişinin hasenatlarının da kabul olamayacağını söyler. Bu yüzden de dinin maksadının Allah’a yaklaşmak olduğunu, Allah’a yaklaşmanın da Allah’ın dininden başka bir din aracılığıyla mümkün olamayacağını, Allah’a sadece İslam dini ile yaklaşılabileceğini, onun dışındaki dinlere inanan bir kimse her ne kadar Allah’a yaklaşmayı istese de böyle bir fiilin ondan kabul edilmeyeceğini belirtir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/351) Diğer din mensuplarının hepsi kendi dinleri vasıtasıyla putları aracı koyup Allah’a yaklaşmayı amaçlamaktadır. Maturidi’ye göre ise hak olan İslam dini Allah ile insan arasındaki şefaatçi ve aracıları tamamen ortadan kaldırarak doğrudan bir bağlantıyı öngörmektedir. Diğer dinler ise aracıyı araç olarak kullanmaktan ziyade onu amaç haline getirerek aracıyı ilahlaştırarak Allah yerine koymaktadır. Bu şekildeki bir din Allah katında kesinlikle makbul sayılacak bir din değildir. (Şahin, 1987, s. 32) Bu yüzden de insanların seçtiği dinin değil, Allah seçtiği dinin din olduğunu ve yalnızca bu din aracılığıyla Allah’a yaklaşılabileceğini, bu dinin de Allah’ın dini olan İslam dini olduğunu ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/211-212 Ayc. Bkz. c.II/352) Maturidi dinin kemale erişip, mükemmel hale gelmesinin İslam diniyle olduğunu belirtir. Daha önceki dinlerde ve şeriatlarda olmayan emirlerin İslam dininde olması, Allah’ın razı olduğu dinin İslam olması gibi özellikler onun mükemmeliyetini gösteren delillerdendir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/150-152) Ayrıca İslam dininin tevhid ekseninde gönderilen dinlerin sonuncusu ve kıyamete kadar O’ndan başka bir dinin gönderilmeyecek olması onun nihai bir özellik taşıdığını gösterir. İslamın nihailik iddiası Kur’an tarafından da desteklenir. (Ahzab, 44/40) Öyleki bu ayet çerçevesinde Hz. Muhammed “Peygamberlerin Mührü” yani “Hatemül Enbiya” olarak gösterilir. Montgomery Watt’a göre bu, Hz. Muhammed’in kendisinden önceki peygamberleri tasdik eden bir mühür özelliği 83 taşıdığını göstermektedir. Ayrıca Müslümanlara göre de kendisi son peygamber olup, ondan sonra da kıyamete kadar hiçbir peygamber gelmeyecektir. Bu da Hz. Muhammed’in evrensel nitelikte bir peygamber olduğu sonucunu doğurmaktadır. (Watt, 1997, s. 27 Ayc. Bkz. 173) İmam Maturidi, Kur’an-ı Kerim’de “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim.” (Maide, 5/3) ayetini, bütün yerleşim yerlerinin anası “Ümmül Kur’a” olan Mekke’nin idaresinin Hz. Peygambere geçtiği ve Allah’ı inkâr eden kâfirlerin artık O’nun dinini ortadan kaldırmaktan ümit kestikleri şeklinde yorumlar. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 90) İslam dininin asırlarca değişmeden günümüze kadar gelmesi ve kıyamete kadar ilelebet payidar kalacak olması onun Allah tarafından mucizevî bir şekilde korunduğunu ve mükemmel bir din olduğunu gösteren delilerdendir. Ayrıca İslamın, Hz. Muhammed’in tebliğini anlatırken “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şuara, 26/214) emriyle başlaması yeni dinin akraba dini olduğunu göstermeyeceği gibi başka bir ayette “Kuranen Arabiyyen” Arapça Kur’an (Yusuf, 12/2-Taha, 20/113-Zümer, 39/28) olması da onun yalnızca Araplara gönderilen bir kitap ve din olduğunu göstermemektedir. Ayrıca Kur’anın Hitabında “Ey Araplar” değil de “Ey İnsanlar” (Bakara, 2/21, Nisa, 4/1-Hucurat, 49/13) ”Ey Âdemoğulları” (Araf, 7/26,27,31,35-Yasin, 36/60,61) gibi ifadelerde İslamın evrenselliğini görmemek mümkün değildir. Ayrıca Kur’an Hz. Muhammed için, “(Resulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ifadesiyle bunu açık ve veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. (Aydın M. S., 2000, s. 11) İmam Maturidi’ye göre Kur’anı, Hz. Muhammed’i ve onun nübüvvetini yani İslam dinini Allah bizzat koruması altına almıştır. Bu bakımdan Maturidi’ye göre; “Dini ilimleri ve hükümleri öğretme hususunda bu ümmetin âlimleri geçmiş ümmetlerin peygamberleri gibidir. Geçmişte bir peygamberin devri sona erip çözülmesi gereken meseleler ortaya çıkınca o meseleyi çözecek bir âlim kalmadığında yeni bir peygamber gönderildiği gibi bu ümmetin içinde de her asırda vefat eden fakihlerin yerine ya yeni âlimler gelir, ya da kıyametin kopması gerekir. Çünkü Allah’ın insanları yol göstericilerden mahrum bırakması düşünülemez.” (Ak, 2009, s. 267) 84 Özetle söylemek gerekirse, Allah’ın İslam dininden başka bir din kabul etmeyecek olması, dinin kemale erişip mükemmel hale gelmesinin İslam diniyle olması ve daha önceki şeriatlarda bulunmayan emir ve yasakların İslam dininde mevcut olması, İslam’ın evrensel bir karakter taşıdığını, mükemmel bir din olduğunu ve kurtuluşun yalnız onda bulunduğunu göstermektedir. 3. Tevhid, Hak ve Allahın Dini İslam Hak din, doğru, gerçek, değişmeyen ve değişmeden kalan din yani tevhid dini demektir. Hak din kelimesinde kullanılan hak aynı zamanda Allah’ın ismi olup, Allah’ın dini anlamına da gelmektedir. Bu özelliklere sahip olan ve asla tahribata maruz kalmayan ve tevhid geleneğini koruyarak günümüze taşıyan tek din ise Allah’ın dini İslamdır. Maturidi’ye göre hak din demek delil, şahit ve ispata dayanan, bundan dolayı da doğru, gerçek, makul, sağlam, güvenilir, geçerli ve yeterli olan, dolayısıyla gerekli ve zorunlu olup, değişmeyen ve değişmeden kalacak olan dindir. (Özcan, 1999, s. 46) “Devamlı olan din” “İçinde riya ve kibir olmayan din” gibi manaları da ifade eden Hak Din, “İnançlı ve samimi olmak” anlamına da gelmektedir. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/500-501) Şu ayette olduğu gibi, “Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur, din de yalnız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (Nahl, 16/52) İmam Maturidi, hak din kelimesinin farklı yönlerine işaret eder. Birincisi, Maturidi’ye göre hak din Allah’ın dinidir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/121) Diğer dinler arasında hak ve gerçek olan Hak din, Allah’a tam bir şekilde şeksiz şüphesiz boyun eğip teslim olmaktır. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 704b-705a)Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/120) Allah’ın dini dosdoğru bir din olup, Allah’ın nitelediği gibi tek ilahlı hanif bir dindir. İnkâr edenler dinlerini heva ve heveslerinden oluşturdukları halde, Allah, dinini, burhan ve delillerle dosdoğru bir din olarak hâkim kılmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.XI/187) Herkes kendi dininin Allah’ın dini olduğunu iddia etmektedirler. Fakat deliller ve ayetler onların dininin Allah’ın dini olmadığını, 85 Allah’ın dininin İslam dini olduğunu ortaya çıkarmasına rağmen, inkâr edenler kibirlerinden ve inatlarından dolayı Allah’ın dinini kabule yanaşmamışlardır. Oysaki dinin Allah’ın dini olmasına en büyük delil, Allah’ın yarattığı her şeyde onun vahdaniyetine dair bir bilginin var olmasıdır. Bu deliller sayesinde her insan Tevhide ve Allah’ın dinine ulaşmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/349-350) Maturidi’ye göre Allah’ın dini aynı zamanda fıtrat dinidir. Fıtrat ise, insanın yaratılıştan getirmiş olduğu Allah’ı tanıma ve bilme duygusudur. Öyleki her insan Allah’ı bilecek ve tanıyacak, Allah’ın birliğine ve rububiyyetine ulaşacak şekilde yaratılmıştır. Küçüklüğünde insan nasıl anne sütüyle ayakta kalabiliyorsa, insanlarda Allah’ın dini ve fıtratına sarılarak ayakta kalırlar. İnsanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için uygun gıdaları almaları ne kadar elzem ise insanların fıtratına uygun hareket etmeleri de o kadar elzemdir. Şu hadis-i şerif bunu daha iyi açıklamaktadır: “Her çocuk fıtrat üzerine doğar, sonra onu annesi ve babası Yahudi, Hıristiyan ya da ateşe tapan yapar.” (Buhari, Cenaze/680) (Kocaer, 2003, s. 237) Her insan fıtrat gereği Allah’ı tesbih, tahmid ve takdis etme duygusuyla yaratıldığı için Allah’ın var, bir, tek ve tüm her şeyin sahibi olduğunu, yaratılıştaki bilgisiyle bilir. Şayet insanlara peygamberler gönderilmeseydi bile, tek başlarına akıllarıyla Allah’ı bulabilirlerdi. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. XI/185-187) İmam Maturidi Allah’ın dininin aynı zamanda fıtri bir din olan halis din olduğunu belirtir. Bu din aynı zamanda İbrahim, Musa ve daha önceden Nuh (a.s.) gibi peygamberlere gönderilen bir dindir. İmam Maturidi’ye göre yaratılışın aslı olan bu dini korumak için, Allah’ı birlemek ve kulluğu yalnızca ona yapmak gerekmektedir. Böylece Allah’ın dininin aslı, yani fıtratı korunmuş olur. (Şahin, 1987, s. 15) Halis dinde ibadet yalnızca Allah’a yapılır. İmam Maturidi’ye göre halis dinin dışındaki dinler, kulluğu gerçek ulûhiyet sahibi olan Allah dışındaki şeylere taşımışlar, Allah’a ibadeti kendilerine layık görmeyip, ona ulaşmak için aracı edinmişler ve bunu da Allah razı olduğu için yaptıklarını söylemişlerdir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/289-290) Maturidi insanları Allah’ın dinine tabi olmaktan men eden üç şeyden bahseder. Bunlar ise; delil eksikliği, dünya işi ile meşguliyet, diğeri ise dünya 86 nimetleri ve metadır. Bu üç şey Allah’ın dinini araştırıp bulmaya ve ona tabi olmaya engeldir. Maturidi, bu maddelere “Şayet İnsanlar gerçekten İslam dinine ulaşmak isteselerdi onu araştırıp, ona ulaşırlardı.” şeklinde bir yorum getirir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/351) Tüm din mensupları burhan ve delillerle Ulûhiyete en layık olan dinin İslam dini olduğuna, İslam dininin de hak ve gerçek olduğuna şahitlik etmişlerdir. Buna rağmen kendi dinlerinin batıl olduğunu bildikleri halde kibir ve inatlarından dolayı o batılda kalmışlardır. Bu gerçeği aklı ile kibirlenenler ve delillerden gafil olanlar inkâr etmişlerdir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/533) Hak olan din insanların delilsiz ve hüccetsiz, gaflet ve hayret üzerine oluşturdukları bir din değil, Allah’ın anlaşılır deliller ve hüccet ile ikame ettiği dindir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/254-255) İkincisi, “Hak din” kelimesindeki “Hakk” kelimesinin dinin sıfatı olduğunu, dinin ise İslam dini olduğunu belirtir. Bu yüzden de İslam dininin hak, diğer dinlerin ise batıl ve şeytanın dini olduğunu söyler. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/533) Üçüncüsü, hak din herkesin kabul edip boyun eğdiği bir dindir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/121) Hak din aynı zamanda Allah’ın dini olup; delil, burhan ve ayetlerle Hz. Peygamberin tüm insanları hidayete çağırarak, diğer tüm dinlere üstün kıldığı, yani imanın; iyilikleri iyilik, hayırları hayır kıldığı bir dindir. Hiç kimse Allah’ın gönderdiği hak dine batıl diye itiraz etmemiş Allah da dinini boyun eğdirip galip gelmekle tüm dinlere üstün kılmıştır. Öyle ki tüm inkâr edenler ve ehli kitap ona boyun eğmişlerdir. Bundan sonra da İslam dininin üstünlüğü, fazileti kıyamete kadar kaybolmayacaktır. Bu da onun hak din olduğunu gösteren en önemli delildir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VI/349-350) Maturidi’ye göre bir dinin hak olup olmaması mensuplarının inad ve kibirle doğruluk iddiasında bulunmalarında değil, dinin sağlam burhan ve delillerle Tevhide dayanıp dayanmamasıyla anlaşılır. İnsanların delilleri araştırıp onlar üzerine düşünmek yerine, taklit yoluyla babalarının izlerini sürmeleri gerçeğe ulaşmalarını engellemekte ve onların kibir ve inatla bilinçsiz bir şekilde mevcut dini tutumlarını sürdürmelerine sebep olmaktadır. (Özcan, 1999, s. 98) Bütün dinler kendilerinin Hak 87 ve Allah‘ın dini olduklarını iddia etmelerine rağmen, Tevhide dayanan ve delillerle sabit bulunan tek Mutlak din İslam’dır. İmam Maturidi’ye göre Allah’ın hak dini diğer tüm dinlere üstün kılması iki şekilde tezahür eder. Birincisi, Allah’ın Hz. Muhammed’i gönderip dinde ihtiyacı olan her şeyi ona vahy etmesi, ikincisi ise, tüm mekân ve yerlerde Allah’ın dininin açığa çıkıp herkesin bu dine boyun eğip teslim olması şeklindedir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/121) Maturidi’ye göre hak din gökten inen yağmura benzemektedir. Gökten inen yağmur suyu gerçekten temiz, saf, hoş ve tatlıdır. Lakin yerin yapısından ve cevherinden kaynaklanan bazı özellikler sebebiyle tadında ve kokusunda bazı değişiklikler meydana gelmektedir. Böylece onun bu hoşluğu, tatlılığı, kokusu ve rengi değişip tuzlu, acı ya da pis olabilmektedir. (Ak, 2009, s. 266) Ama bu yağmur sularının bir kısmı ise kendisini muhafaza edip rengini, kokusunu, tadını ve aslını bozmadan kendini korumaktadır. İnsanlar için yalnızca bu su fayda vermektedir. Diğerleri ise aslını kaybettiği için insanlara hiçbir fayda vermemektedir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/627-628) Tüm ilahi dinler gökten inen yağmur suları gibi saf ve temizdir. Hak Din, aynı yağmur suyu gibi gökten tek ve bir şekilde yeryüzüne inmektedir. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 309a-309b) Allah’ın semadan vahiy yoluyla indirdiği dinler asıl itibariyle bir yağmurun saf ve temizliği ile nasıl benzeşiyorsa, aynı şekilde yeryüzünde birçok maddenin karışımıyla bozulan yağmur suları da Allah’ın dininin ve kitaplarının insanlar eliyle tahrif edilip değiştirilmesiyle aynı şekilde benzeşmektedir. (Ak, 2009, s. 266) Yalnız bu değişiklik, bozulma ve farklılık nasıl suyun kendi yapısından değil de yerin yapısından kaynaklanıyorsa, dindeki değişiklik de ilahi kaynaktan değil, vahyin muhatabı olan insandan kaynaklanmaktadır. Yani yeryüzünde aslı bozulmayan, kendisinden faydalanılan bir tane din mevcut olup, diğerleri kendisinden faydalanılmayan dinler durumundadır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/627-628) Din Allah tarafından yeryüzüne gönderildikten sonra insanlar tarafından değiştirildiği ve bozulduğu için kimi yerlerde faydalanılacak 88 durumda iken, kimi yerlerde hiç faydalanılamayacak durumdadır. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 309a-309b) Ayc. Bkz. (Özcan, 1999, s. 99) İşte bu sebepten hak din İslam dışındaki dinlerin aslı bozulmuş, ilahi kaynaktan gelme özelliğini kaybetmişlerdir. İnsanlara nasıl ki semadan inip de aslı bozulmayan su fayda veriyorsa, aynı şekilde semadan inip aslı bozulmayan, tahrif edilmeyen, tevhidin aslını koruyan ve nihai hakikat olan İslam dini fayda vermektedir. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 309a-309b) Ayc. Bkz (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/627-628) İslam dininin en önemli özelliklerinden birisi tevhid dini olmasıdır. Bu din Allah’ın birliği ve kulluğun sadece ona yapılması esasına dayanır. Tevhid dini aklın gerektirdiği bir din olup, değişmezlik özelliğine sahip olan, akıl dinidir. Maturidi’ye göre akıl insanı tevhide davet eder. Bu açıdan yaratılan her şeyde tevhidin delilleri mevcuttur. İnsanın yaratılışında var olan şahadet bilgisi de bunu desteklemektedir. (Özcan, 1999, s. 47) Bunun amacı Allah’ın dininin hak olduğuna şahitlik etmek içindir. Yani Tevhid dininin kökleri bizzat Allah’ın kendisinin yaratıp insanlara gösterdiği delillere dayanır. (Özcan, 1999, s. 50) Allah’ın varlığını ve birliğini insan aklı, zorunlu olarak bilir. Her insanın Fıtratında, Allah’ın ulûhiyetine ve birliğine dair bulunan bu bilgi, insanın akıl melekesini kullanmasıyla birlikte Allah’ı birlemeye, her işinin yönünü Allah’a yöneltip, ibadet ve kulluğu ona yapmaya, o yolda dosdoğru ilerleyip, kulluk ve işlerin tamamında Allah’ın dışında hiçbir kimseyi nasiplendirmemeye ulaştırır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VII/120) Allah’ın varlığının ve birliğinin akıl melekesi tarafından zorunlu olarak bilinmesi, temeli vahye dayanan, her dini gelenek de değişmeden kalan ve onların ortak özünü oluşturan kısımlardır. Fakat Tevhid anlayışının dışında genel anlamda dinin, ibadet ve muamelatla ilgili bilgilerini insanlara açıklayacak ve onlara önder olacak kişilere ihtiyaç vardır ki onlar da peygamberlerdir. (Özcan, 1999, s. 47) Tüm peygamberler kendi dönemlerinde tevhidi gerçekleştirmek için gönderilmişlerdir. Fakat İnsanların çoğu, Allah’a kulluğu ve tevhidi terk edip, kendi menfaat ve arzularına uyarak, tevhid dininin özellikleri ortadan kaldırmışlardır. (El-Maturidi E. M., Te'vilatül Kur'an, TRS-TSMK, No:180, s. 611a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/400) Bu açıdan tevhid dinini zedelemeden sadakatle ayakta tutan tek 89 din İslam dini, tek ümmet de İslam ümmetidir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/210-211) Maturidi’ye göre aynı kaynaktan farklı dinlerin oluşması mümkün değildir. Vahye dayalı dinlerin hepsinin özünün ve aslının tevhid ve tevhide davet olduğu açık ve kesindir. Dolayısıyla yeryüzünde vahiy kaynaklı sadece tek bir din vardır. O da Tevhid dini olan İslam dinidir. (Özcan, 1999, s. 41) Hak din, tevhid dini ve Allah’ın dini gibi farklı isimlerle ifade edilen bu din, İnsanların yaratılışında mevcut olan, akli delillerle desteklenen, Allah’ın birliği ve kulluğun yalnızca O’na yapılması esasına dayanan ve tek mutlak gerçeklik olan İslam dinidir. 4. İman, İslam, Doğruluk ve Kurtuluş İslam, Allah’a ve ahirete iman etmeyi ve salih amel işlemeyi, (Bakara, 2/62) Allah ve resulüne itaati (Nisa, 4/59) adaletle hükmetmeyi ve emaneti ehline vermeyi emretmektedir. (Nisa, 4/58) İman ise Allah’a ve resulüne inanmak ve onları tasdik etmek demektir. (Nisa, 4/59) İslam dini açısından Resule iman ve itaat ile Allah’a iman ve itaat eş tutulmuştur. Bu açıdan Hz. Muhammed’e iman ve itaat gerçekleşmediği müddetçe doğru bir iman vuku bulmadığı gibi kurtuluş da mümkün olmamaktadır. İmam Maturidi’ye göre İman, kalp ile tasdik olup, yalnızca dil ile ikrardan ibaret değildir. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 146b) Ayc. Bkz. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/39), (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/235-236) İmanın merkezi kalp olup, dil sadece onun habercisidir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 514) İman, her şeyin sahibinin, yaratıcısının ve rabbinin Allah olduğunu bilmek ve onu tasdik etmek, (El-Maturidi E. M., 2002, s. 487) Sonradan yaratılan her şeyi ondan uzaklaştırmak ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. İman da emir ve yaratmanın Allah’a ait olduğunu kabul ve peygamberlerin getirdiğini tasdik etmek vardır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/266-270) İman bir bilgi değildir. Ama bilgi imana vesile olabilecek bir vasıtadır. (Tunç, 1990, s. 19-20) Ayc. Bkz. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 295) İslam ise tüm eşyada her şeyi Allah’a teslim etmektir. 90 Ne mülkünde, ne yaratmasında, ne de takdirinde ona hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/266-270) İslam âlimlerinden imanın bütün iyilikler için kullanılan bir kavram olduğunu kabul edenler (El-Maturidi E. M., 2002, s. 511) “Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Ali İmran, 3/85) ayetinden istidlalde bulunarak, İman ve İslamın aynı manaya geldiğini ilke olarak benimsemişlerdir. Bazıları da “Bedevîler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi…” (Hucurat, 49/14) ve Cibril hadisini (Buhari, İman/47) (Kocaer, 2003, s. 37) örnek göstererek İman ve İslamın farklılığına dikkat çekmişlerdir. Kur’anın dış görünüş itibariyle Araplara İslam ile nitelenmelerine, henüz kalplerinin özü itibariyle imanı taşımadıklarından dolayı bu vasfı kullanmalarına izin vermemiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 512) Maturidi bu ayetteki İslam kelimesinin teslim olmak anlamında kullanıldığını, iman anlamındaki İslam olmadığını belirtir. Bu görüş tüm İslam âlimleri tarafından kabul edilen bir görüştür. Ayetteki İslam dış görünüşte boyun eğip, İslama teslim olmaktır. Ama gerçek İslam ve iman aynıdır. Bir manaya gelir. Çünkü iman Allah-ü Tealanın vahdaniyetine ve rububiyyetine yaratılan her şeyde şahit olup tasdik etmektir. İslamda hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmadan her şeyi Allah’a sağlam bir şekilde teslim etmek manası vardır. İman hissedilen ve dokunulan bir şey değildir. Kalbe girer, çıkar. Kalbin işi doğrulamak ve tasdik etmektir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. 549-550) Maturidi’nin anlayışına göre din örfünde kendileriyle hedeflenen amaç açısından iman ve İslam kelimeleri aynı anlamdadır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 512) İman ve İslam her ne kadar dil yönünden ifade ettikleri mana bakımından ayrı gibi gözükse de aslında dini konular açısından ikisinin de muhtevası aynıdır. Aralarında fark yoktur. Lakin dil anlatımından kaynaklanan bu ayrımdan dolayı kâfirler (Allah’ı inkâr eden) iman ile isimlendirilmeyi reddetmemektedirler. Bu da şundan kaynaklanmaktadır ki imanın yerinin kalp olması hasebiyle gerçek imanın kimde olduğunun bilinmemesidir. Oysa İslam kişinin dışa vurulan davranışlarına 91 verilen isim olup, İslam’a göre amel edenleri Müslüman olarak nitelendirebiliriz. İşte bu sebeple İslam diyarı, küfür diyarı denilir ama iman diyarı, tekzib diyarı denilmez. (Işık, 1980, s. 56-57) Dini açıdan nihai noktada imandan kastedilen; akıl ve nassların, Allah’ın birliği ilkesinin doğruluğuna tanıklık etmesinin adıdır. Yaratmanın ve yarattıkları her şeyin hükmünün Allah’a ait olduğuna, hiçbir mevzuda ona ortak bulunmadığına hükmetmektir. İslam ise kişinin bütünüyle varlığını ve her şeyini tam bir kulluk vazifesi içerisinde Allah’a teslim etmesi ve ona ortak koşmamasıdır. İman Allah’a iman etmek ve zikredilen şeyleri ona tahsis etmek, İslam ise sözünü ettiğiniz hususları Allah’a özgü kılmakla olur. (Zümer, 39/29) (El-Maturidi E. M., 2002, s. 513) Gerçekleşme yeri açısından ikisi farklı gibi gözükse de mahiyet ve maksat açısından ikisi de aynı anlamı görür. Sonuç olarak ikisi de nihai noktada aynı manayı ihtiva ederek birleşirler. (Şahin, 1987, s. 34) İman ve İslam kelimeleri birbirinin müteradifi olup, nihai noktada aynıdır. Tek başına biri zikredildiğinde (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/260) İman derse İslam, İslam derse iman kastedilir. Bazen de İslam kelimesinin sözlük anlamından dolayı, İman ve İslam mana açısından farklılık arz edebilir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 514) İkisi aynı anda zikredilirse başlı başına her biri kendi manasında kullanılır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.V/261) Maturidi’ye göre bir kişinin hakiki ve samimi bir mü’min olabilmesi, yüce Allah’ın gerçek din olarak vasıflandırdığı İslam’ın emir ve yasaklarını eksiksiz olarak yerine getirmekle mümkün olabilir. (Işık, 1980, s. 57) İman–İslam kelimesinin aynı olduğuna en iyi delil olarak ise; bir kişinin imanın tüm şartlarını yerine getirdiği zaman Müslüman olmaması nasıl mümkün değilse, İslamın tüm şartlarını yerine getiren kişinin de mümin olmaması o kadar imkânsızdır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 514) Ayc. Bkz. (Şahin, 1987, s. 34) Çünkü İslamın şartlarından birini ya da bir kısmını kabul etmemek kişiyi İslamiyet’ten çıkardığı gibi imandan da çıkarır. Aynı şekilde imanın şartlarından bir kısmını inkâr eden hem imandan hem de İslamdan çıkmış olur. (Işık, 1980, s. 58) Bir başka mesele ise dinlerin birbirinden bazı fiillerle değil, itikat meseleleriyle ayrılmalarıdır. Bundan dolayı bir kişi imanın veya İslamın 92 şartlarından hangisini yerine getirirse istediği isimle anılır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 514) Maturidi şöyle bir örnek verir; bir mümin A) Ya Allah katında tek hak din olan İslamı benimsemiş, B)Tamamını değil de bir kısmını benimsemiş C) Ya Allah’ın dininden başka bir dine sarılmış ve onu kabul etmiştir. Eğer birinci şıkkı benimsemişse hakka teslim olur. İkinci şıkkı benimserse hak olan bir tutum içerisinde değildir. Hatta Allah böylesinin de kâfir olduğunu belirtir. (Nisa-150-151) Üçüncü şıkkı benimsediyse o zaten mümin değil kâfirdir. İman ilkesini ortadan kaldırmış olur. Buradan da mümin diye vasıflanan kimsenin dinin bir kısmını değil de tamamını benimsemesinin gerekliliği ortaya çıkar. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 515) Maturidi iman ve İslam kelimelerinin Kur’andaki kullanımıyla da aynı manaya geldiğini örneklerle delillendirir. "Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin.” (Bakara, 2/136) Bu ayet kendilerine mümin vasfını kazandıran özelliklerin aynı zamanda da onlara müslim vasfını kazandıracağını belirtmektedir. Bir de Allah ebedi kurtuluş müjdesini bazen iman, bazen ise İslam kelimesiyle zikretmiştir. “De ki: Onu, Mukaddes Rûh (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.” (Nahl, 16/102) peygamberimiz de “Cennete sadece Mümin bir kişi girebilir.” ve“Cennete sadece Müslim bir kişi girebilir.” (Müslim, Kitabül-İman/110-113), (Kocaer, 2005, s. 102,104) şeklindeki farklı rivayetleri de buna örnektir. Ayrıca İslam mezheplerinin mensuplarının tamamı kişiyi imandan çıkaran bir davranışın İslamdan da çıkaracağı konusunda icma etmişlerdir. Tüm mezhepler, ehli İslam için olan mekânın, aynı zamanda ehli iman için de olduğuna ittifak etmişlerdir. Bir başka yön ise İslam dışındaki din mensupları İslam kelimesinin anlamını bilmeselerdi, İslam adından kaçınmazlardı. Kur’anda da tüm peygamberler İslam 93 ismiyle nitelendirilmiştir. (Ali İmran, 3/67-Bakara, 2/128-Hucurat, 49/17) (ElMaturidi E. M., 2002, s. 518, 520) Maturidi’ye göre şeriatlar, insanın dış yönü itibariyle bir uyum ve kabul içerisinde bulunmasını, dini hükümler açısından da belli bir uygulamaya tabi olmasını gerekli görür. Maturidi’ye göre şeriatın bu özelliği gereği, İslam dinine inanmayanlar kendilerine “İman” kelimesinin isnad edilmesinden rahatsızlık hissetmedikleri halde “İslam” kelimesinin isnad edilmesinden rahatsız olmuşlardır. (Şahin, 1987, s. 30) Bu da İslamiyet dışındaki kişilerin uygulamada küfür ehli görülmesine sebep olmuştur. Kelime-i şahadeti söylemek, sadece kalpteki imana bir nevi kılavuzluk yapmaktır. İşin iç yüzünü bilme imkânına sahip olmadığımız için, işin zahirine göre hüküm vermek gerekir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 490) Bu ise şunu gösteriyor ki şeriat mensupları birbirini küfürle itham ederken daha çok dış farklılıklara, yani uygulamaya bakmaktadırlar. (Özcan, 1999, s. 73-74) Burada aslında tevhid dininde bir birlik, şeriatlarda farklılık var anlayışına girersek o zaman büyük bir yanılgıya düşeriz. Çünkü Maturidi’ye göre iman ile İslam her ne kadar farklı gibi gözükse de onlar ile anlatılmak istenen maksat açısından ikisi de aynı anlama gelmektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 514-515) Aslında nesih edilmeyen yegâne şeriat olan İslam şeriatını kabule yanaşmayıp da şeraitlerin arasını ayırmak ve de bir silsilenin sonunu kabul etmemek iman hakikatini kabul etmemektir. (Özcan, 1999, s. 68) Bir kişi Allah’ın var ve bir olduğunu Hz. Muhammed’in onun rasulü olduğunu gönülden kabul etmesiyle hem mümin hem de müslim sıfatını kazanır. Tüm mü’minler ve tüm Müslümanların imanı aynıdır. Farklılık ise sadece amellerde cereyan eder. Maturidi’ye göre iman vasfını kazanan kişi aynı zamanda müslim vasfını da kazanmaktadır. Yani tüm inananlar Müslüman, tüm Müslümanlar mü’mindir. (Kutlu, 2006, s. 37) İmam Maturidi, Mutezile ve Havaric fırkalarının İslama müntesip olduklarını belirtmekle birlikte günah işleyen müminlere nisbet edilecek vasıflar açısından hikmete ters düşen görüşlerinden dolayı da onları eleştirmektedir. Bunlardan Havaric fırkasının iman vasfını her iyi davranışın adı olmakla eşdeğer gördüklerini belirtir. 94 Bu yolla İslamın yozlaşma fikrini ortadan kaldırmakla birlikte İslamın taşıdığı değer ve fazileti de yok etmişlerdir. Çünkü bu grup iman vasfının çerçevesinde hayır özelliği taşıyan her şeyi İslam adına kaydetmişlerdir. Bu da yaratılıştan insanın gönlüne yerleştirilen “İmanı Yüceltme” duygusuyla Allah tarafından akıllara telkin edilen “İslamın Üstünlüğünü Takdir Etme” düşüncesini yıkmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 428) İmam Maturidi, din ile imanı, iman ile İslamı, din ile İslamı, İslam dini ile imanı ve de itikat ile dini aynı kabul etmiş, hepsinin aynı hedef olan tevhid dinine, hak olan İslam dinine ve kurtuluşa götüren anahtarlar olduğuna işaret etmiştir. (Şahin, 1987, s. 36) Sonuç olarak İmam Maturidi kurtuluş için imanı gerekli görmektedir. İman ise ona göre kalp ile tasdiktir. İman aynı zamanda İslam’dır. Yalnız İmam Maturidi’ye göre imanla elde edilecek kurtuluş mutlak olarak cennetlik olmanın alameti değil, istikamet üzerine bulunmanın şartıdır. B-DİN ŞERİAT İLİŞKİSİ İmam Maturidi’ye göre din ve şeriat birbirinden farklı kavramlardır. İmam Maturidi dini, inanılması gereken esaslar yani tevhid inancı, var ve bir olan Allah’a iman olarak tanımlarken; şeriatı, ibadet ve muamelat gibi insan hayatının çeşitli tezahürleri içinde kabul eder. Buradan da anlaşılacağı gibi peygamberlerin getirmiş olduğu inanç sistemlerinin aynı, ibadet ve muamelatlarının ise ayrı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan Allah’ın gönderdiği peygamberlerin dinleri farklı ve çok değildir. Çünkü gönderilen hiçbir resul kendisinden önce gelmiş olan resulün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Bu da peygamberlerin dininin bir ve tek olduğunu, onun da tevhid dini olan İslam dini olduğunu göstermektedir. Bu itibarla mutlak yol, Allah’ın yolu; mutlak din, Allah’ın dini; mutlak kitap, Allah’ın kitabıdır. Bu din, tevhid dini, hak din, hanif dini, fıtrat dini, gerçek ve burhanlarla kaim, kesin delil ve hüccetlerle ayakta duran akıl dini veya mutlak dindir. Şeriat ise peygamberlerden peygambere değişen ve birbirini nesh eden bir özelliktedir. 95 1. Tüm Peygamberlerin Dini Bir, Şeriatları İse Farklıdır İmam Maturidi’ye göre tüm Peygamberlerin ve Rasullerin dini bir ve tek olup, hepsi de tevhide çağırmışlardır. (El-Maturidi E. M., Te'vilatü Ehlissünne, M.2004, H.1425, s. c.I/505-507) Çünkü onların hepsi kendi dönemlerinde tevhidi gerçekleştirmeye ve Allah’a kulluk etmeye davet etmişlerdir. Peygamberlerin getirdiği vahyin çok Tanrıcılığa, Allah’ın ulûhiyetine ve tevhidine zarar verecek veya yaratılanlara benzemeyi kanıtlayan şeyler olması mümkün değildir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 119) Peygamberlerin şeriatları ise çok ve farklı olabilir. Şeriatlardaki bu çeşitlilik ve farklılık dinde ihtilafın olmasını gerektirmez. Çünkü her peygamber tek bir din üzerine gönderilmiştir. Bu din ise, hiçbir zaman aslı ve esası değişmeyen Tevhid dini İslamdır. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 740b705a) Ayc. Bkz. (Özcan, 1999, s. 69), (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/118-119, c.III/384) Maturidi’ye göre dinin tek, şeriatların ise çok olmasının iki sebebi olabilir. Bunun görünen sebebi insandır. Görünmeyen sebebi ise İlahi hikmette gizlidir. Çünkü farklı şeriatlara ayrılmada insanın herhangi bir dâhili yokken, önceki ve sonraki şeriatlar arasındaki tercih ve tutum da bizatihi insanın kendisi etkilidir. (Özcan, 1999, s. 100) Şeriat, Allah tarafından belirlenmiş bir yoldur. Bu yolda insan ilahi iradeyi gerçekleştirmek için hayatını düzenlemektedir. Şeriat bizzat davranışı ilgilendiren pratik bir uygulamadır. Şeriatın hem imanı hem de ameli içine alan bir mahiyeti vardır. (Rahman, 2000a, s. 162) Maturidi’ye göre şeriat ise, bir kural koyup o yolda gitmek demektir. Şeriatın; millet, mezhep ve her peygamberin sünneti olduğunu da belirtmiştir. Tüm peygamberlere vahyedilen ortak payda dindir, şeriat değildir. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/498) Maturidi’ye göre şeriat, dinin bir nevi uygulanma biçimidir. O yüzden her şeriat kendi döneminde din diye anılmıştır. Tüm kural ve kurumlarıyla birlikte şeriata “dinin değişen yönü”, tevhid esasına da dinin değişmeyen yönü denilebilir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 191) Ayc. Bkz. (Özcan, 1999, s. 100) Din ve şeriat birbirinden farklı olmasına rağmen uygulamada ve günlük hayatta birbirlerinin yerine kullanılmakta, bazen de literatürde birbirinin yerine kullanılmaktadır. Maturidi’ye göre bunun sebebi, dinin asıl, şeriatın ise ona yardımcı ve onu açıklayıcı olmasıdır. Şeriata din denmesinin en önemli sebebi ise, şeriatın 96 dine ulaştırması ve ona götüren bir yol olmasından kaynaklanmaktadır. (Özcan, 1999, s. 55) Maturidi’ye göre tüm peygamberler yeryüzünde tevhidi gerçekleştirmek için gönderilmiştir. Fakat onların hükümleri ve şeriatları farklıdır. (Kutlu, 2006, s. 41) Kavimleri ve milletleri farklı olan peygamberlerin getirdiği şeriatın üslubu ve delilleri farklılık göstermiştir. Bu da anlatım, dil ve sunuş farklılığını beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla ortak amaç Allah’ın birliği ve O’na kulluk olmasına rağmen, şeriatların bu tarzda farklılık arz etmesi olağan olmuştur. (Özcan, 1999, s. 59) Allah’ın gönderdiği her peygamberde ibadetlerin miktarı, sayısı, şekli ve şer’i hükümleri değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Din daha çok kalbin fiili iken, şeriat diğer azaların fiilidir. Şeriat, daha çok helal haram gibi kişinin günlük hayatını düzenleyen ameli boyut olup, duyulara hitap eden kısımdır. (Kutlu, 2006, s. 41-42) Peygamberlere vasiyet edilen ortak payda dindir. Şeriatların farklılık arz etmesi tevhid dinine herhangi bir zarar vermemiştir. Allah peygamberlere istisnasız olarak tevhid dinini tavsiye etmiştir. Bu tavsiye tevhid dininin nesih edilmeden ta baştan beri sağlam ve delilli bir şekilde geldiğini göstermekte, nesih kavramının ise sadece şeriatlarla sınırlı olduğunu göstermektedir. Te’vilat’ta Maturidi buna en açıklayıcı olarak Allah’ın Hz. Nuh’a şeriatı değil de dini tavsiye etmesini örnek gösterir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/398-399) “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura, 42/13) ayette geçen din kelimesinin marife olup, cins için kullanıldığını belirtir. Bundan dolayı da Allah’ın bu ayeti kerimede Nuh’a (a.s) ve diğer peygamberlere tavsiye ettiği dinin bir ve tek olduğunu belirtir. Çünkü tüm peygamberler tevhidi yaymak ve Allah’a kulluk için gönderilmişlerdir. Oysa hepsinin şeraitleri ve hükümleri farklıdır. “…(Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik…” (Maide, 5/48) Maturidi’ye göre Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm dinlerin aslı tevhiddir. (Şahin, 1987, s. 44) Bu din ta baştan beri tamdır ve noksanlığı yoktur. Ama şeriatlarda farlılık olabilir. Bunlar ümmetlerin kendilerine özel olup, en iyi ve en doğruyu 97 gerçekleştirmek üzere birbirleriyle imtihan edildikleri şeylerdir. (Şahin, 1987, s. 45) Şeriatlarda değişkenlik söz konusu olmasına rağmen Hz. Muhammed’in şeriatı son şeriat olması münasebetiyle ondan başka hiçbir peygamber ve şeriat gelmeyeceği için nesh edilmeyecek ve İslamın hükümleri kıyamete kadar geçerli olacaktır. (Kutlu, 2006, s. 41-42) Din geneldir ve devamlıdır, şeriat ise özeldir ve peygamberler değiştikçe değişmektedir. (Özcan, 1999, s. 64) Peygamberlerin gönderiliş amacı, ümmetlerin ihtilaf ettikleri ilahi mesajın değiştirilip neredeyse onun izini yok edecek bir duruma varması sonucunda Allah’ın yeni peygamberler göndererek ilahi mesajı tazeleyerek tekrar hatırlatmasıdır. Gelen peygamberler mucizeler göstererek, peygamberlerin izlediği yolu ve rotayı tekrar belirgin bir hale getirir. İnsanlar da bu sayede dindeki yozlaşma ve reformu (bozmayı-tahrifi) anlamış olurlar. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 249) Maturidi’ye göre her şeriat kendi döneminde tevhidi gerçekleştirmek için yeryüzünde görevli ve sorumludur. Bundan dolayı her şeriat mensubu bu durumu bilip, bir peygamber değişikliğinde yeni gelen şeriata karşı inkârcı bir tutum sergilemeden onu benimsemeli, ona karşı kibir ve inatçılık göstermemelidir. Maturidi’ye göre ideal ve istenen bu olmasına rağmen insanlar çeşitli sebeplerden mevcut şeriattan vazgeçmeyip kendi içinde bulunduğu durumun gerçek, kendi yolunun da doğru olduğunda ısrar etmektedir. Genelde bu tarz bir tutum içerisinde bulunup taklit ve içinde yetiştiği toplumun dini geleneğine bağlı kalan kişi, kendi dininin temelinin akıl ve delil esasına dayanan Hak dinin devamı olduğunu söyleyip, bu şekilde bir temellendirmeyle, içinde bulunduğu durumu haklı çıkarmaya çalışmaktadır. (Özcan, 1999, s. 101) İlahi hükmün en önemli noktalarından birisi de Hz. Muhammed (sav) ile vahyi sonlandırmak, tüm insanlığı onun ümmeti olarak belirlemek, dinin değişmeyecek hükümlerini Hz. Muhammed’e bildirip, kendi korumasında bir kitap indirmekten ibarettir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 249) Bu ise Hz. Muhammed’in son peygamber, Kur’anın son ilahi Kitap, İslamın ise son hak din olduğunu göstermektedir. 98 İmam Maturidi, Hak dinin İslam, bunun da değişmeyen ve sabit bir özellikte olduğunu, Şeriatların ise değişken bir karakterde olduğunu İslamın da bunun son halkası olduğunu ve değişmeyecek bir özellikte olduğunu, kıyamete kadar devam edecek tek mutlak hakikat olduğunu ifade etmiştir. 2. Aklın Önceliği ve Vahyin Gerekliliği Allah insanı yaratmış ve insana akıl melekesi vermiştir. Allah’ın insanlara vermiş olduğu bu akıl melekesi insanı Allah’a ulaştıracak, onun varlığını ve birliğini tanıyacak bir karakterdedir. Bu sebeple her insan yaratılış gereği Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşacak delillerle yaratılmıştır. Ancak insan, bu delillere aklî gücünü doğru bir şekilde kullanırsa ulaşabilir. Yalnız insanda bulunan bu akıl melekesi Allah’ı bulmakta yeterli iken, Allah’a kulluğun gereğini olan ibadetleri yerine getirme de yetersizdir. Bu sebeple aklın yetersiz kaldığı bu alanı tamamlamak ve insanların işlerini daha da kolaylaştırmak için Allah onlara peygamber göndermiştir. Dinin temelini oluşturan tevhidi, akıl melekesi idrak ederken; ibadetlerin şeklini ve miktarını bilmek ancak peygamberlerin getirdiği vahiyle mümkündür. Böylelikle İmam Maturidi, din ile akıl arasında, şeriat ile de vahiy arasında bir ilişki kurarak, din-şeriat ayrımı yapar. İmam Maturidi’nin din-şeriat ayrımı fikrini İmam Ebu Hanife’den aldığı göze çarpmaktadır. Maturidi, Ebu Hanife’den aldığı din şeriat ayrımı görüşünü analiz ederek önemli görüşler öne sürmüştür. Maturidi’ye göre genel anlamda Din: “İnsanların ister hak olsun ister batıl olsun inandıkları şey için kullanılan bir kavramdır.” Ancak Maturidi, imanı, din ile itikat olarak tanımlayarak din-şeriat ayrımı yapar. (Kutlu, 2006, s. 39) Böylelikle din ile akıl arasında, şeriat ile de vahiy arasında bir ilişki kurar. Dinle akıl arasındaki ilişkiyi açıklarken “İman dindir. Din ise inanılan inançlardan ibarettir.” İnançların bulunduğu ve varlığını kendisiyle sürdürdüğü yer kalptir. İmam Maturidi’ye göre akıl ile din arasında doğru orantı vardır. Akıl Allah’ın varlığını ve birliğini, iyi ve kötüyü vahiy olmadan bilir. Fakat bu ayrımların insanlar tarafından daha kolay ve daha doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için bir peygambere ve onun vasıtasıyla gönderilen ilahi bir kitaba 99 ihtiyaç hissedilir. Allah da aklı koruyup desteklemek üzere peygamberler vasıtasıyla dinler gönderir. (Ak, 2009, s. 266) Geçmişte gönderilen bütün peygamberler ve nebiler Allah katında mutlak ve değişmeyen tek din olan İslam dini üzerine gönderilmiştir. Bundan dolayı da mutlak yol Allah’ın yolu, mutlak din Allah’ın dini, mutlak kitap Allah’ın kitabıdır. Bu din tevhid dini, hak din, hanif dini, fıtrat dini, gerçek ve burhanlarla kâim, kesin delil ve hüccetlerle ayakta duran akıl dini veya mutlak dindir. Şeriat ise peygamberlerden peygamberlere değişen şeydir. Mutlak din, tevhid, inanç esasları, ibadetin sadece Allah’a ait olması, Allah’a şükran zorunluluğu ve ahlaki ilkeler içermektedir. Akılla bilinmelerinin zorunlu olması sebebiyle bunlara Akliyat da denir. Bunları bilmek buna inanmak kişinin kendi akıl yürütmesi ve istidlali sonucu elde ettiği kesbi ve kesin bilgiyle olur. Hatta imanın güzelliği de akli olmasından kaynaklanır. Akliyat araştırma ve inceleme sonucu ulaşılan Tevhid bilgisi, risalet bilgisi ve diğer bilgilerdir. Allah’ın varlığının ve birliğinin bilgisine insan aklıyla ulaşır. Bu tür bilgilere eğitim ve öğretim yoluyla ulaşılmaz. (Kutlu, 2006, s. 40) İmam Maturidi ve onun geleneğine göre dini konularda Allah’a karşı mazeret uydurulması veya bahane üretilmesi söz konusu değildir. Çünkü insan yalnızca dini hükümler ve ibadetlerin nasıl olacağı konusunda mazeret sahibidir. İşte Allah, insanların bahane üretmemeleri ve bu açığın kapanması için peygamberler göndermiştir. (Nisa, 4/165) Maturidi’ye göre ayetteki hüccet ve delil getirme, ibadetler ve şeriat için söz konusudur. Çünkü bunların bilgisine ulaşmanın yolu akıl değil, vahiydir. Bu tür bilgilere de Semiyyat denir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/272-273) İnsanlar bu konuda Allah’ın peygamber göndermesi neticesiyle Allah’a herhangi bir hüccet göndermedi diye itiraz edemezler. Bu alanın akla bırakılması sonucunda birçok alternatifin oluşması imkân dâhilindedir. Lakin dine bağlanma ve ona ulaşmanın yolu akıldır. Kendilerine akıl nimetinin verilmesi sebebiyle insanların din konusunda Allah’a herhangi bir itiraz hakları yoktur. Maturidi din kavramını akıl ile şeriat kavramını ise vahiyle bilmenin zorunluluğunu belirtir. Semiyyat, Rasullerin getirdiği bilgi ve haberlerdir. Bunları bilmenin yolu ancak peygamberlerden haberdar olmakla olur. Kişinin kendi kendini eğitmesiyle bunlar bilinemez. (Kutlu, 2006, s. 41) 100 Allah her insanı Allah’ın varlığına ve birliğine ulaştıracak bir akıl melekesi ile yaratmıştır. Akıl, Allah’a giden yolu bilir. İnsan biraz düşündüğünde her şeyin yaratılışında mevcut olup tevhide götüren delilleri görür. Bu ise dinin aslının akıl tarafından bilindiğini gösterir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/112) Din insanın yaratılışında mevcut olan bir bilgidir. İnsan ancak bu gizli bilgiyi akli melekeleri vasıtasıyla araştırarak ortaya çıkarabilir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 132) Fakat şeriatı ve ibadetleri bilmek için gerçek delil lazımdır ki o da duymakla olur. Akıl ile olmaz. Akıl sadece dini bulmak içindir. Şeriatı ve ibadetleri açıklayıp öğretmek için ise Allah’ın göndereceği bir elçiye ihtiyaç vardır. Bundan dolayı Allah, şeriat kurallarını belirlemek için ve kâfirlerin getireceği delilleri kesmek için peygamberler göndermiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/112-113) “Eğer biz, bundan (Kur'andan) önce onları bir azapla helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!” (Taha Suresi, 20/134.) Maturidi’ye göre Allah’ı bilmek aklen vaciptir. Eğer Allah hiçbir rasul göndermeseydi, yine de insanların akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini, onu layık olduğu sıfatlarıyla tanımayı, Allah’ın evrenin yaratıcısı olduğunu bilmesi gerekirdi. Çünkü bunları bilmenin yolu akıldır. Dolayısıyla vahiy ulaşmayan kimse bu konuda sorumlu olup mazur görülemez. Peygamberler ise ibadetlerin şekli ve miktarı konusunda gereklidir. (Kutlu, 2006, s. 46) Maturidi’ye göre akli hükümler vacip, mümteni, mümkün olmak üzere üçe ayrılır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 229) Aklen vacip olan, nimet veren Allah’ı tanıma ve ona şükretmektir. Mümteni, nimet veren Allah’ı tanımama ve ona nankörlük etme gibi hususları içine alır. Mümkün ise namazların ve zekâtın ölçüsünü belirlemek gibi dini esasların miktarıyla ilgili hususlardır. Akıl, Mümteni ve vacip olanı kavramada yetersiz kalınca mümkün olan hususları açıklamak, mümkünü vacip ve Mümteni olana yöneltmek için, eşyanın hakikatlerini insanlara öğretecek bir peygamberin varlığına ihtiyaç duyulması zaruridir. Şurası da bilinen bir gerçektir ki; 101 peygamberler aklen vacip olanı pekiştirmek, aklen imkânsız olanın meydana gelmeyeceğini ortaya koymak ve aklen mümkün olanı açıklamak suretiyle doğruluklarını ve günahtan korunmuş olduklarını gösteren apaçık deliller ve mucizelerle gelmişlerdir. (Kutlu, 2006, s. 43) İnsan akıl sayesinde din kısmını oluşturan, vacip ve mümteni olanı anlamakta yeterli iken, Şeriatı içeren mümkün olan kısmı tam manasıyla kavrayıp anlamakta yetersizdir. Bu alanı insanlara açıklayıp insanların işlerini daha da kolaylaştırmak için Allahü Teâlâ peygamberler ve şeriatlar göndermiştir. Kısaca, Allah’ın insanlara vermiş olduğu akıl, Allah’ın kendisine ulaşacak delillerle beraber yaratılmıştır. Bu açıdan akıl, insan tarafından sağlam ve doğru bir şekilde kullanılır ve deliller üzerinde sabit kılınırsa, Allah’ı bulmakta yeterli güce sahiptir. İbadetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağını belirtmek için ise Allah peygamberler göndermiştir. Bu manada mutlak din, tevhid, imanı esasları ve ibadetlerin yalnızca Allah’a yapılması esasına dayanır. Bu bilgilerin ise akılla bilinmesi zorunludur. İbadetler ve şeriatlarla ilgili bilgilere ise sadece vahiy bilgisi ile ulaşılır. Bu bağlamda İslamı diğer dinlerden üstün kılan ve onu tek mutlak hakikat noktasına taşıyan en önemli özellik ise onun akıl dini olması ve son peygamberin getirdiği vahyin aslına herhangi bir zarar vermeden sapasağlam korunmasıdır. 3. Nesh Dinde Değil, Şeriatlardadır. Dini tekelcilik bağlamında önemli problemlerden bir tanesi de nesh kavramıdır. Zira Hz. Âdem’den başlayıp Hz. Muhammed’le son bulan şeriatlar, tarihi süreklilik içerisinde birbiri tamamlayan ve birinin gelmesiyle diğerinin hükmünün kalkmasını gerektiren bir karakter arz etmektedir. Bu tarihi seyir içerisinde İslam kendisinden önceki tüm şeriatları nesh etmiş, en son şeriat olması sebebiyle kendisinden önceki şeriatlarda olmayan birçok emir ve yasağı kendisinde toplamış ve mükemmel bir noktaya ulaşmıştır. Bu süreklilik çerçevesinde son dinin ve son şeriatın İslam olduğu söylemek diğer dinleri dışlamak anlamına gelmez. Aksine İslam’ı ilahi vahyin son halkası kabul etmeyenlerin dini dışlayıcı olduklarını gösterir. 102 Maturidi’ye göre Nesh; belli bir vakte kadar konulmuş hükmün sona erdiğini açıklamaktan ibarettir. Nesh, geçmişte olanı komple yıkmak veya yeni baştan bir başlangıç değil, Bilakis geçmişte olan hükmü ondan daha iyisiyle ve daha güzeliyle değiştirmekten ibarettir. (El-Maturidi E. M., TRS-HSAK, No:40, s. 26b-27a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/101) Neshin anlamı şudur ki; bir hükmün konulmasına esas oluşturan maslahatın ortadan kalkması durumunda mevcut hükmün sona erip, ortaya çıkan yeni maslahat gereği yeni bir hüküm konulması demektir. Kur’anın kendinden önceki kitapları neshi ise mutlak manada bir nesihtir. (Kutlu, 2006, s. 44) Maturidi’ye göre nesh şeriatlarda ve hükümlerde vardır. Neshten kaçınmanın aklen mümkün olmadığı durumlarda nesih caiz, neshten kaçmanın aklen mümkün olduğu durumlarda ise nesh caiz değildir. (El-Maturidi E. M., TRS-HSAK, No:40, s. 316b) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/452) Maturidi din–şeriat ayrımını nesih kavramı ile ilişkilendirerek ortaya koyar. Peygamberlerin tamamı Tevhid dinine davet etmek üzerine gönderildikleri halde şeriatları farklıdır. Din bir ve tektir ve onda nesh edilme ve değişikliğin olması mümkün değildir. Ama şeriatlarda farklılık, çeşitlilik ve nesih mümkündür. Şeriatların ve peygamberlerin değişikliği ve farklılığı dinde farklılık ve çeşitlilik meydana getirmez. Çünkü her peygamber değiştiğinde, din değişmediği halde şeriat değişir, yeni peygamber bir önceki peygamberin şeriatını nesh eder. (Özcan, 1999, s. 65) Maturidi’ye göre bir şeriatın diğer bir şeriat ile nesh edilmesi ilahi hikmet açısından herhangi bir problem teşkil etmez. Çünkü nesh demek belli bir zamana ve döneme ait olan hükmün süresinin sona erdiğini bildirmektir. (Cerrahoğlu, 1997, s. 122) Allah şeriatlarda ve hükümlerde her zaman dimdik ve sağlam kurallar koyar bunu bazen Kur’an ile açıklar bazen de peygamberin diliyle beyan eder. (El-Maturidi E. M., TRS-HSAK, No:40, s. 26b-27a) Nesh geleneğinde önce gelen şer’i hüküm yeni gelen şer’i hükümle değişir. İnsanların ikisi arasında tercih yapma gibi bir alternatifi bulunmamaktadır. Nesihte tercih hakkı insana verilmemiş, tercih edilmesi gereken hüküm bizzat Allah 103 tarafından insanlara sunulmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/242-246) Bu da şunu göstermektedir ki son şeriat olan İslam, kendisinden önce gelen şeriatları nesih ettiği için insanlar diğer nesh olunan şeriatları tercih etme hakkına sahip değildirler. Nesh geleneğinde durum böyledir. Bu da son din olan İslam şeriatında din ile şeriatın birleşip İslam adıyla özelleştiğini göstermektedir. (Özcan, 1999, s. 66) Maturidi’ye göre eğer Allah dileseydi insanları başka bir şeriat ile nesh olunmayan tek bir şeriat üzerine toplar tek bir ümmet kılardı. Allah insanları Tevhid ve iman ehli üzerine bir ümmet kılacak olsaydı bu muhakkak ki İslam dini üzerine olurdu. Küfür Ehli üzerine olsaydı, o zamanda hepsi Allah’ın inkâr eden bir ümmet olurdu. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.III/167-169) Allah, insanları seçtikleri dinlerden dolayı imtihan etmek istediği için tek bir din üzerine yaratmamıştır. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/245-246) Ayc. Bkz. (Özcan, 1999, s. 67) Maturidi’ye göre şeriatların nesih edilmesindeki hikmet, İnsanların tercih edip seçmiş olduğu şeraitlerle imtihan olunmalarıdır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/242-243) “(Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlarda) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın.” (Maide, 5/48) Şeriatların gönderilmesindeki Bir diğer sebep ise Allah’ı inkâr edenlerin Allaha karşı mazeret hakkını- her ne kadar gerçekte böyle bir hakları olmasa daortadan kaldırmak içindir. Çünkü Allah hiçbir ümmete kendi yolunu açıklamadan başıboş bırakmamıştır. İmam Maturidi ayrıca şeraitlerin nesh edilmesiyle ilgili şöyle bir yorumlama da bulunur: Ona göre diğer ümmetler Allah’ın nesh ettiği şeriatı menfaat ve arzularına kolay geldiği için terk etmeyip nefislerini Allah’ın yeni gelen şeriatına tercih ettiler. Allah da hükmü kaldırılan ve nesh edinilen ile hükmetmeyi haram kılarak bir şeraitin gelmesiyle diğerini nesh etti. Bir şeraitin neshi onda bulunan hükümlerin tamamını ortadan kaldırmadığı gibi yeni bir hüküm de getirebilir. Bir ümmetin şeriatında yasak olan diğer ümmetin şeriatında yasak veya serbest olabilir. Bu durum şeraitlerin peyderpey bir halde gelişerek son ve mükemmel şeriat olan İslam şeriatında kemal noktasına ulaşmıştır. Onda ise hiçbir eksiklik ve noksanlık bulunmamaktadır. Bu sebeple de tevhidi gerçekleştirmede en başarılı din İslam dinidir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/244-246) 104 Tüm peygamberlere aynı din gönderildiği için dinde neshin ve değişikliğin olması söz konusu değildir. Kur’an vahyi ile Hz. Muhammed’e gönderilen şeriat daha önceki peygamberlerin dinini değil, şeriatlarını nesh etmiştir. (Kutlu, 2006, s. 43) Fakat Allah İslam dinine tabi olan bu ümmete dinin ana hükümlerini değiştirmeyecek şekilde yaratmış ve bunu da kendi koruması altına almıştır. “Kur’anı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) Bu ise Kur’an sayesinde dinde ortaya çıkabilecek değiştirme ve reform faaliyetlerinin teşhis edilmesini ve kıyamete kadar Kur’anın öğretisi devam etmesini sağlamıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 249) Hz. Âdem’den bu tarafa din tam ve eksiksizdir. Şeriatlar ise birbirini nesh ederek değişen bir karakter arz etmektedir. Bu anlamda aslı değişmeyen tek mutlak din, İslam dini; nesh edilmeyen tek şeriat, İslam şeriatıdır. Hz. Muhammed’e gönderilen İslam şerait ile daha önce gönderilen peygamberlerin dini değil, şeraitleri nesh edilmiştir. Fakat Allah, İslam dini ile İslam şeriatını değişmeyecek ve nesh edilemeyecek şekilde yaratmıştır ve kendi koruması altına almıştır. Bu anlamda aslı değişmeyen tek mutlak din, İslam dini; nesh edilmeyen tek şeriat ise İslam şeriatıdır. 4. Nesh Edilmeyen Tek Şeriat: İslam Şeriatı Mutlak hakikat ve gerçeklik açısından İslam şeriatının, aslının değişmemesi, kendisinden önceki tüm şeriatları ve kitapları nesh ettiği halde kendisinin kıyamete kadar nesh edilmeden süreklilik arz edecek olması, onun geçerli olan tek mutlak hakikat ve şerait olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed’in ve İslam dininin üstün özelliklerinden bir tanesi de İslam dininin ve şeriatının nesih edilmeden kıyamete kadar sürecek olmasıdır. İslam dininin tüm insanlara gönderilmesi ve bundan dolayı onun evrensel nitelikte bir din olması da onun ayırıcı bir özelliğidir. Maturidi’ye göre şerait genel değil, özel olan bir durum olmasına rağmen, İslam şeriatı özelden ziyade genel olma özelliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Hz. Muhammed’in risaletinin sürekliliğini ve de getirdiğini dinin nesih edilmeden devam etmesi söz konusudur. Şu anda geçerli olan tek dinin ve şeriatın İslam olduğunu söylemek Müslümanların dini dışlayıcı 105 olduklarını göstermez. (Özcan, 1999, s. 106) Çünkü bu Müslümanların kişisel zaaflarından veya toplumsal ve kültürel özelliklerinden kaynaklanan bir hasetlik duygusu sonucu oluşan kibir ve inatlaşma değil, aksine dinlerin veya şeriatların zaman içerisinde seyreden ve de süreklilik gösteren mevcut durumunun tezahürüdür. (Özcan, 1999, s. 107) Dinlerin ve şeriatların Hz. Âdemden bu tarafa izlemiş oldukları genel yol, İslam dininin ve şeriatının son nokta olduğunu göstermektedir. Müslümanlar arasında da özellikle Allah katında en makbul din İslam anlayışı, bu şekilde yayılmıştır. Şu anda geçerli olan dinin ve şeriatın İslam olduğu, bunu benimseyen Müslümanların rastgele ve tesadüf eseriyle seçmemesinden, sağlam delil ve hüccetlerle buna tabi olmasından, başkalarının dinlerinde olduğu gibi düşünmeden kaba bir taklit ve kuru bir inattan meydana gelmemesinden, İslam’dan başka din aramanın mantıksızlığından ve Allah’ın dininin de İslam’dan başka bir din olmadığından kaynaklanmaktadır. (Özcan, 1999, s. 109) İslam dininin taklide dayanmaması, sağlam delillerle kaim olması, burhan ve hüccet ile İmanın sarsılmazlığını dimdik ayakta tutması, onun üstün ve faziletli bir din olduğunu göstermektedir. Ayrıca birikimsel olarak en mükemmel hale gelen bir şeriat olması, kıyamete kadar başka bir şeriat tarafından nesih edilmeyecek olması, İslam’ın tek hak din olduğunu gösteren örneklerdendir. (Özcan, 1999, s. 110) İslam dininin haklılığını ve doğruluğunu ortaya koyan en önemli olaylardan bir tanesi de şu anda yeryüzünde tevhid dinini ve de dolayısıyla İbrahim dinini gerçekleştirmek için çalışan tek din olmasıdır. (Özcan, 1999, s. 104) Maturidi’ye göre kendilerinden önce gelen peygamberlerin şeriatını, daha sonraki peygamberler kendi şeriatları içerisinde doğrudan olmamakla birlikte, dolaylı olarak kendi dönemlerine taşırlar. Dolayısıyla önceki ümmetlerde yer alan ve nesh olmayan hükümler daha sonraki şeriatta yer alır. (Özcan, 1999, s. 127) Peygamberlerin ve buna bağlı olarak şeriatların değişmesiyle beraber bir önceki şeriatın veya dinin müntesipleri inat ve kibirlerinden dolayı veya deliller üzerinde yeterince düşünmedikleri için yeni gelen peygamberi ve şeriatı yalanlamışlar. Onun getirdiği vahyi, ilahi olmayıp, sahte olmakla suçlamışlardır. Şeriatlar normalde birbirinin devamı olmasına rağmen bu denli bir kibir ve inat aslında hasetlikten 106 kaynaklanan bir durumdan başka bir şey değildir. (Özcan, 1999, s. 103) İslamdan önceki şeriatlar İslam tarafından nesh edildiği için onların bağlayıcı bir özelliği bulunmamaktadır. Bu açıdan Maturidi nesh olunan şeriat ve hüküm ile amel etmenin haram olduğunu belirtir. (Özcan, 1999, s. 127) İslam dininin son din ve son şeriat olması nedeniyle Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi dini geleneklerini korumak için yeni dini, İslam şeriatını kabul etmemişlerdir. Son din ve son şeriat İslamı anlamamaktan ziyade, anlamak istememeleri sebebiyle yeni bir peygamber ve şeriatın son halkasını kabul etmeyerek inat ve kibirle yüz çevirmişlerdir. (Özcan, 1999, s. 104) Sonuç olarak şu an geçerli olan tek dinin ve tek şeriatın İslam olduğunu söylemek, tutucu bir tutum değil, şeriatın tarihi seyri içerisinde süreklilik arz eden ve İslam’ın son halkayı oluşturan bir konumda olmasından kaynaklanmaktadır. C-ASLI DEĞİŞMEYEN TEK HAKİKAT: KUR’AN 1. Kur’anın İlahi Hakikat Olmasının Delilleri Vahiy özel bir bilgi kaynağı olarak dinin teolojik doğrularının temelini oluşturur. Bir dinin ulûhiyet, kutsal kitap, ahiret vb. teolojik anlayışlarını belirleyen o dinin sahip olduğu vahiy bilgisidir. Öyle ki bu bilginin saf ve berrak olması, bir su gibi aslı ve esası bozulmayan bir karakter arz etmesi gerekir. Dini tekelcilik bağlamında Kur’an Allah’ın katışıksız, saf ve tertemiz bir kitabıdır. Kur’anın herhangi bir tahrifata ve bozulmaya maruz kalmaması, tek ilahi hakikat ve mutlak manada kati bilgiler ifade ettiğini göstermektedir. Ayrıca Kur’anın lâfzî vahiy özelliği taşıması da Kur’anda yanlış bilgi bulunma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Çünkü kaynağı mutlak varlık olan Allah’tır. Lakin İslam dışındaki dinlerin vahiy anlayışları kişi merkezli olduğu için her insan kendi algı ve düşünce dünyasına göre bunu yorumlamaktadır. Bu da diğer dini geleneklerin ilahi hakikat özelliği taşımadığını göstermektedir. 107 Kur’an harikulade dili ve başka dillere çevrilemeyen özelliği ile peygamberimizin en önemli “Mucizesidir.” Üslubu ve bizzat Kur’an tarafından “Bir Benzerinin İnsan Tarafından” oluşturulamayacağı fikri, İslam tarihinin ta başından beri taklid ve tağyire imkân vermeyeceği inancını güçlendirmiştir. Tüm Müslüman mezhepler ve düşünce ekollerinin ortak düşüncesi olan bu inanç Kur’an dilinin, üslubunun ve getirdiği mesajın mucize olduğu ve insan eliyle oluşturulamayacağı Fikri, onun tek hakikat ve kurtuluş reçetesi olduğunu da göstermektedir. (Rahman, 2000b, s. 57-58) Kur’an Cebrail tarafından peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed’e getirilen ve tüm insanlığa sunulan Allah’ın kitabıdır. Tabir caizse Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarına karşı çıkmadan, onları aslı itibariyle doğrulayan ve onlara halef olan yeni bir ahittir. (Eliade & Couliano, 1997, s. 173) Kur’an kıyamete kadar gerçekleşecek tüm olayların ilkelerini kendisinde toplamıştır. Maturidi, Kur’anda her zamana ve her şeye delil ve de her türlü ihtiyaca cevap bulunduğunu belirtir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/533) Bu da Kur’anın ilahi mesaj olduğunun kanıtlarındandır. Kur’anın diğer ilahi kitaplara uygunluğu, Hz. Muhammed ve ümmetinin diğer kitaplarda açıklanması onun ilahi bir kitap olduğunu kanıtlar. Kur’anın ilahi bir kitap olduğunu birkaç şekilde özetlemek gerekirse; birincisi, Kur’anın edebi metni onun insan eliyle oluşturulamayacak bir özelikte olduğunu gösterir. Çünkü Kur’an mükemmel bir lafza ve harikulade bir kompozisyon dizisine sahiptir. İkincisi, Yalnızca Ehli Kitap âlimlerinin bilgisi bulunan tüm hususları Kur’anın açıklamasıdır. Bunun yanında Hz. Muhammed’i tanıyan herkes onun, söz konusu âlimlerin yanına gidip gelmediğini ve onların bilgisini de hiçbir kimseden almadığını ve bilgilerini tekrar edebilmesi için eliyle yazı yazmadığını da bilir. “Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (Ankebut, 29/48) Üçüncüsü Peygamberimize tabi olanların az, düşmanlarının ise kuvvetli olduğu bir zamanda gelecekte meydana gelecek bazı olayların Kur’anda Hz. Muhammed’e müjdelenmesidir. Kendisine nasip olacak birçok fetihler, insanların grup grup İslam dinine gireceği, (Nasr, 110/1,2) İslamiyet’in diğer dinlere galip geleceği (Fetih, 48/28) gibi hususlar Kur’an tarafından haber verilmiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 243) Dördüncüsü, Allah kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün olayların ana 108 prensiplerini Kur’anda toplamıştır. Beşincisi, Kur’anın diğer semavi kitaplarla tam bir uyum içinde olup, Hz. Muhammed ve ümmetinin övgüsünün diğer kitaplarda açıklandığı şekilde vuku bulmasıdır. (Araf, 7/157) Kur’an diğer semavi kitaplarla farklı zamanda inmesine karşın içindeki anlam ve ahenk bütünlüğü ve de gelen mesajların ortak amacının aynı olması da yüce bir kaynaktan geldiğinin delilidir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 244) Altıncısı Hz. Muhammed’e bir konu hakkında sorulan soruların aynen peygamberimizin işaret buyurduğu şekilde tecelli etmesidir. Kur’an 23 yılda peyderpey inmesine rağmen Kur’anın tamamı aynı edebi anlatışa ve kompozisyona bağlı kalmış, bu da Kur’anın konu ve anlatış bakımından tek bir kaynaktan geldiğini gösterir. Şayet Kur’an yaratılmışlardan birinin eseri olsaydı onun herhangi bir yerinde bir tutarsızlığın olması mümkün olurdu. Bu ve benzeri durumlar onun gayb âleminden geldiğini gösteren delillerdendir. Kur’anın Hz. Muhammed’e Tevhidin ne olduğunun bilinmediği bir dönemde gelmesi, onun muazzam ve mükemmel bir eser olması ve de onun delillerini açıklamak için gelmiş geçmiş tüm muvahhitlerin bir araya gelmesinin bile yeterli olmaması, onun hak, gerçek ve mutlak ilahi hakikat olduğunu gösteren delillerdendir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 244-245) Kur’an lâfzî vahiy özelliği taşıyan tek ilahi kitaptır. Aslı ve esası hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Ayrıca Kur’an kaynak olarak Allah’tan gelmiş, geldiği gibi de muhafaza edilmiştir. Diğer dinlerin kişi merkezli vahiy anlayışları çerçevesinde oluşan düşünce ve yorumlardan tamamen farklıdır. Bu manada yalnızca Kur’an ilahi hakikat özelliği taşır. Çünkü insan eliyle ve düşüncesiyle herhangi bir tahrifata ve bozulmaya maruz kalmamıştır. Bu bağlamda Maturidi Kur’anı önermesel vahyin yegâne unsuru olarak görmekte ve içindeki bilgileri de dinin ihtiyaç duyduğu mutlak bilgi olarak kabul etmektedir. 2. Kur’an Mesajının Diğer Mesajların Aslını Doğrulaması Allah insanları yaratmış, onları başıboş bırakmamış ve onları peygamberler ve kitaplarla uyararak fıtrata uygun hareket etmelerini emretmiştir. Allah’ın peygamberler aracılığıyla gönderdiği kitapların birbiriyle tezatlık göstermesi ilahi hakikatle bağdaşmaz. Bu sebeple Allah’ın gönderdiği vahiylerin hepsi aynı 109 kaynaktan geldiği için asılları itibariyle birbirlerini doğrularlar. Kur’an bu anlamda kendinden önceki kitapların asıl itibariyle Allah katından geldiğini tasdik etmekle birlikte, şu andaki şekliyle tahrifata uğramış olduğunu da açıkça beyan eder. Bu ise tek mutlak hakikatin Kur’an olduğunu göstermektedir. Son İlahi Kitap Kur’an kendisinden önce gönderilen ve tevhid zincirini oluşturan bütün kitapları tasdik eder. Onlarla ilgili birçok bilgi kendisinden önceki kitapların hak ve doğru olduğuna da şahitlik eder. Kendisinden önce gönderilen rasul ve nebilerin arasında ayrım yapmadan onların tamamına da iman etmeyi emreder. Yahudiler ve Hıristiyanlar ellerindeki liderliğin sağladığı nimetlerin ve dünyevi menfaatlerin gideceğinden korktukları için Hz. Muhammed’in risaletini ve Kur’anın ilahi bir kitap olmasını, kendi kitaplarıyla muvafık olmasına rağmen kabul etmemişlerdir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/328-330) Maturidi’ye göre Kur’an, diğer semavi kitapları anlam ve hüküm yönünden kendi içerisinde devam ettirmektedir. Bu sebepten Kur’an yeryüzüne indirilen vahyin tamamını temsil etmektedir. Kur’an semavi kitapların sonuncusu olduğu için o bütün kitapların kendi dönemlerinde getirdiği ve de insanlara yol gösterecek her türlü emir, yasak ve mesajı kendi bünyesinde toplamıştır. Bu yüzden Kur’ana ve Hz. Muhammed’e inanan, tüm peygamberlere ve tüm kitaplara inanmak zorundadır. (Özcan, 1999, s. 130) İlahi Kitapların tamamı sanki Hz. Muhammed’e indirilmiş gibidir. Çünkü değiştirilmemiş ve tahrif edilmemiş asıl şekliyle onların bir kısmı diğerleriyle muvafıktır. Kur’an düzen, tertip, dil ve anlatım özellikleri açısından eski semavi kitaplardan farklı olsa da gönderilen tüm kitaplar Allah’ın murat ettiği hikmet ve maksat açısından aynıdır. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 147a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/43) Bu da Kur’anın Hz. Muhammed tarafından uydurulmadığını, onun Allah tarafından seçilen ve vahyedilen bir rasul olduğunu, getirdiği kitabın hak ve gerçek olduğuna delildir. (Özcan, 1999, s. 125) Ancak Kur’anın, günümüzdeki Hıristiyanların ellerindeki İncil ve Yahudilerin ellerindeki Tevrat ile hüküm ve mana açısından aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’anın tasdik ettiği kitaplar şu anki kitaplar değil, o kitapların aslı 110 bozulmayan şeklidir. Kitapların mana ve hüküm açısından aynı olup birbirini tasdik etmesi tüm kitapların aynı kaynaktan geldiğine delildir. Çünkü Allah’ın dışında bir kaynaktan oluşturulmuş olsaydı birbirleriyle muvafıklık yerine birbirleriyle muhaliflik arz etmesi gerekirdi. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 108a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/431) Allah tarafından gönderilen vahyin toplandığı kitabın yani Kur’anın diğer kitaplara uygunluk göstermemesi hem muhteva açısından hem de ulûhiyet açısından çelişiklik ifade eder. Kur’anın hem diğer kitaplarla aynı kaynaktan gelmesi hem de muhteva açısından aynı haber ve bilgilerle dolu olması tüm kitapların birbirlerine muvafık olduğunu gösterir. Ayrıca Allah’ın birbirini doğrulamayan ve de birbirine tezat olan kitaplar göndermesi ulûhiyet açısından kabul edilemez bir gerçektir. (Özcan, 1999, s. 124) Kâfirlerlerin ve Ehli Kitabın Kur’anın Allah katından gelmeyip, onun bir insan tarafından uydurulduğunu, Peygamberimizden de onu değiştirmesini veya başkasını getirmesini istediler. (Yunus, 10/15) İmam Maturidi Kur’anın Allah tarafından indirildiği, başkası tarafından uydurulmadığıyla ilgili iki görüş belirtir. Birincisi bu Kur’an Allah’ın dışında hiçbir kimsenin sözü değildir. Çünkü Kur’an beşer gücünün ve kuvvetinin üstünde bir kitaptır. İkincisi ise; Allah Kur’ana doğruluk ve hikmetler koymuştur. Bu da Kur’anın Allah tarafından gönderildiğini gösterir. Eğer ki bunun aksi olsaydı, içerisinde birçok ihtilaf, hafiflik ve yalan ihtimali olurdu. Çünkü insan eliyle oluşturulan bir şeyde yalan ve çelişkili ifadelerin bulunması söz konusudur. Fakat Kur’an kendisinden önce gelen kitaplar Arapça olmamasına, Peygamber efendimizin de o kitaplar hakkında bilgisi ve onları öğrenme imkânı olmamasına rağmen Tevrat ve İncil’i doğrulayan bir kitaptır. (Ankebut, 29/48) Ayrıca Kur’anın ortaya çıkışı diğer kitaplarla tam bir uyum içindedir. Kur’an levhi mahfuzdan inmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Önceki inen kitapların bozulmamış ilk şekliyle Allah katından indiğinde de hiçbir şüphe yoktur. Kur’an bunu doğrulamıştır. Ne kadar lafızları farklı olsa da hikmet ve doğruluk açısından hepsi aynıdır. Çünkü hepsi aynı kaynaktandır. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.VII/55-56) 111 Yahudiler ve Hıristiyanlar Kur’anı Kerimin kendi kitaplarıyla tam bir muvafakat içinde bulunduğunu biliyorlardı. Eğer kendi kitaplarıyla Kur’an arasında bir zıtlık bulunsaydı o zaman hemen karşı delil getirirlerdi. Bütün bunları bilip de Kur’anı ve onun peygamberini inkâr etmeleri, Yahudi ve Hıristiyanların bilinçli bir inkâr sürecinde olduklarını göstermektedir. Maturidi’ye göre ise bunun da temel kaynağı hasetliktir. Hasetlik, kibir ve inadı beraberinde getirmektedir. Maturidi’ye göre bir kitabı reddeden hepsini, Onu getiren peygamberi reddetmiş olur. Bununla da kalmayıp onu insanlara gönderen Allah’ı inkâr etmiş olur. (Özcan, 1999, s. 116) Maturidi’ye göre geçmiş milletlere Rasuller ve kitaplar ne amaçla geldiyse Kur’an da aynı amaç için gelmiştir. Bundan dolayı Kur’an Yahudileri Tevratta, Hıristiyanları da İncil’de kendilerine emredilen şeye çağırarak onları uyarmaktadır. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 704b-705a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/118-119) Bu bağlamda Hz. Muhammed’in getirdiği mesaj Hz. Musa ve Hz. İsa’nın hatta tüm peygamberlerin getirdiği mesaj ile aynıdır. (Rahman, 2000c, s. 65) Bütün mesajların ve vahiylerin kaynağı aynıdır. Kur’an “Ana Kitap”, “Gizli Kitap” ve “Korunmuş Kitap” olarak adlandırılır. Tüm vahiyler Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla insanlığa sunulmuş olup, son halka ise Kur’andır. Bu açıdan peygamberlik bölünüp parçalanamayan bir vazifedir. Birine inanıp diğerine inanmayan kimse vahyin kaynağına yalan isnad etme durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Tüm peygamberler ilk önce kendi kavimlerine gönderilip kendi dilleriyle bu mesajı iletseler de bu, mesajın yöresel olduğunu göstermez. Mesaj evrenseldir. Tüm peygamberler getirdikleri mesaj açısından evrensel bir karakter taşımaktadırlar. (Rahman, 2000c, s. 66) Kur’anın tüm kitapların aslı doğrulayıp, onların aslının bozulduğunu beyan etmesi, onun dışındaki tüm kitapların tahrif edildiğini göstermektedir. Tevhidin tek kaynağı olarak kıyamete kadar geçerlilikte kalacak olması da onun tek ilahi hakikat olduğuna delildir. 112 3. Kur’an Dışındaki Mesajların Hakikat Değeri İslam dini lâfzî, Hıristiyanlık ise kişi merkezli bir vahiy anlayışına sahiptir. Bu anlamda Kur’an tevatür ile sabit olan vahyin eseridir. O, birinci kaynaktır. O, Allah’ın kelamı olup her türlü tariften ve tahriften ötedir. Bu anlamda Kur’an kesin bilgiler ifade edip, mutlak hakikat özelliği taşımaktadır. Hıristiyanlık açısından mutlak hakikat yoktur. Çünkü kişisel vahiy anlayışı çerçevesinde oluşturulan Hıristiyanlığın kutsal metinleri, Tanrının bildirdiği bir kelamdan ziyade, tarihin belli bir döneminde Tanrının kendisini mucizevî bir şekilde insanlık için açığa vurması ve her insanın kendi kültür seviyesi çerçevesinde O’nu ve bu mucizevî olayı algılayıp yorumlamasından ibarettir. Bu ise ilahi hakikat ve mutlak gerçeklikten öte insanların zihin dünyasıyla ilgili bir durumdur. Bu açıdan Kur’an dışındaki kitaplar ilahi hakikat özelliği taşımaz. Yalnızca Kur’an mutlak hakikat özelliği taşır. Allah tarafından gönderilen ve en son ilahi hakikat olan Kur’an tüm insanlığa gönderilmiş olan bir “Hidayet Kaynağı”dır. (Aydın M. S., 2000, s. 115) Allah’tan geldiği gibi korunması, aslı ve esası değişmeden bize kadar gelmesi yönüyle mutlaktır. Kur’andan başka hiçbir söz Hiçbir kitap bu manada mutlaklık ifade etmez. (Özdeş, 2006, s. 245) Kur’ana göre diğer semavi kitaplar büyük ölçüde tahrif edilmiştir. Kur’an, özellikle Yahudileri Allah’ın ayetlerini değiştirerek vahyin aslını tahrif etmekle suçlar. (Nisa, 4/46) Bu tahrif insanların vahyin bazı emir ve yasaklarını kendi arzu ve isteklerine göre, anlayıp yorumlayarak değiştirmeleri şeklinde olmuştur. (Watt, 1997, s. 28) Bu yüzden Kur’anın bu tahrif edilmiş kitaplarla uyum ve benzerlik içinde olması düşünülemez. Kur’anın tasdik edip doğruladığı semavi kitaplar günümüzdekiler olmayıp ilk asıl olan ve tahrif olmayan kitaplardır. Oysaki Kur’anın şu anki Yahudi ve Hıristiyanların ellerindeki Tevrat ve İncille uygun olduğunu söylemek yanlıştır. Tahrif olmamış ve değiştirilmemiş Tevrat ve İncil hüküm ve mana bakımından Kur’an ile aynıdır. (Özcan, 1999, s. 126) Yahudiler kitaplarını iki şekilde tahrif etmişlerdir. Birincisi, cahil insanlara Te’vil yaparken manasını değiştirerek kitaplarını tahrif etmişlerdir. Kitap da olmayan 113 şeyleri sanki kitaptanmış gibi göstermeye çalışmışlardır. İkincisi, yazıyı ve lafzı değiştirmek suretiyle tahrif etmişlerdir. (Ali İmran, 3/78), (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.III/251) İncil Ehli ise, Allah’ın kendilerine indirdiği kitap ile hükmetmeyi terk edip kendi heva ve arzularına uymuşlar bu şekilde de kitabın aslını tahrif etmişlerdir. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 147a-147b) Ayc. Bkz. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/44) Maturidi’ye göre Allah, Yahudilerin ve Hıristiyanların kitaplarını tahrif edip, daha sonra da onların Allah katından olduğunu iddia etmelerini ve Allah’ın emretmediği hususları Allah’a nisbet etmelerini Kur’anda reddetmektedir. Allah kendisinin bu gibi şeylerden münezzeh olduğunu, bunların birer şeytan işi olduğu Ehl-i kitabın bu ve benzeri şeyleri kıskançlıktan söylediklerini haber vermiştir. Ali İmran, 3/78-Maide, 5/103-Ali İmran, 3/72,77 (El-Maturidi E. M., 2002, s. 397) Yahudilerin Tevratı doğrulayıp ona inanmaları, Kur’anı ise yalanlamalarına rağmen Hz. Muhammed’den Kur’ana göre hüküm istemişlerdir. Maturidi, Yahudilerin doğruladıkları kitabın hükmü yerine, yalanladıkları kitabın hükmünü sormalarının şaşılacak bir durum olduğunu, Yalanladıkları şey ile nasıl amel edeceklerini sorgular. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını, bu ise onların tutarsızlıklarını göstermektedir. Ayrıca Yahudilerin Kur’andan hüküm istemeleri Kur’anın hakikatini açıktan inkâr etseler de gizlice onun Tevratı doğrulayıp doğrulamadığını öğrenmek istediklerinden kaynaklanan bir durumdur. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 146a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/41) İslam dışındaki dini geleneklerin müntesipleri kendi kitaplarını zaman içerisinde bozmuşlar ve kendi menfi düşünceleri doğrultusunda değiştirmişlerdir. Bu sebeple Kur’an dışındaki kitaplar insan eliyle tahrifata maruz bırakıldığı için mutlak hakikat özelliği taşımazlar. Tevhid geleneğini, mutlak hakikati, dinin inanç ve iman boyutunu ve bu bağlamda oluşan kat’i bilgileri, Allah’tan geldiği şekliyle koruyan tek mutlak hakikat yalnızca Kur’andır. 114 4. Mutlak Hakikat ve Konuşulan Dil Allah tarafından insanlara gönderilen vahyin, geldiği toplumun diliyle gönderilmesi ve o şekliyle yazılıp korunarak günümüze kadar ulaşması, o vahyin mutlak hakikat olması açısından çok önemlidir. Özellikle Hıristiyanların günümüze intikal eden ve Hıristiyanlarca kabul edilen kutsal metinlerinin hiçbirisinin vahyin gönderildiği toplumun diliyle yazılıp korunmaması, aksine farklı dillerde yazılarak günümüze intikal ettirilmesi, bu metinlerin Hz. İsa’dan sonra insan eliyle yazıldığını ve tahrif edildiğini gösteren en önemli delildir. Oysa Kur’an geldiği toplum açısından Arapça olarak indirilmiştir. 1400 yıldır hiçbir değişikliğe maruz kalmadan aynı metni muhafaza etmiştir. Bu ise Kur’anın tek mutlak hakikat olduğunu göstermektedir. Maturidi’ye göre, peygamberlerin gönderildikleri toplumun diliyle gönderilmesi zorunludur. Çünkü dil en önemli iletişim aracıdır. İnsanların birbirleriyle anlaşıp, aralarındaki problemleri çözüp, gerçeğe ve hakikate ulaşmalarını sağlayan en önemli nokta dildir. Allah’ın peygamberleri kendi milletlerinin diliyle göndermesi ve kendilerine verdiği kitapların da aynı dilde olması Allah’ın emirlerini ve yasaklarını insanlara ulaştırırken zorluklarla karşılaşmayıp, vahyin daha iyi anlaşılabilmesi için kendi kavminden ve kendi kavminin diliyle gönderilmiştir. (Işık, 1980, s. 114-115) Dil toplumun düşünme biçiminin temel kategorilerini ihtiva eder. Bir dilin onu konuşan topluluğun dünya algılama tarzıyla bağlantılı olması nedeniyle Her kitap gönderildiği topluluğun lisanıyla gönderilmiştir. Ku’ran da Arap topluluğuna gönderildiği için Arapça olarak indirilmiştir. (Watt, 1997, s. 126) Şayet Kur’an başka bir topluluğa indirilseydi muhakkak o topluluğun diliyle indirilirdi. Çünkü her peygamber gönderildiği topluluk için ayetler ve deliller sunar. Peygamberlerin getirdiği kitabın kendi dillerinde olması, vahyin geldiği topluluğun, vahye beşer kelamı dediği zaman benzerini getirmeleri hususunda meydan okumak içindir. Bunun sonucunda da Kur’anın mucizevî özellikleri ve edebi anlatımı karşısında hayret ve acze düşüp bunun beşer kelamı olmadığını anlayacaklardır. Zira Kur’anın benzerini getirmeleri istenen Arap topluluğu da bu istek karşısında acze düşmüştür. 115 Bu acizlik hem Kur’anın ilahi bir hakikat olduğunu hem de peygamberin Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu kanıtlamaktadır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/8) Kur’anın Kendi dilleriyle indirilmesine rağmen benzerini getirmekten aciz kalmaları onun beşer kelamı olmayıp yüce bir kaynaktan yani Allah tarafından gönderildiğine en büyük delildir. Ayrıca Kur’an ve diğer ilahi kitaplar şayet bir insan tarafından oluşturulsaydı onlarda ihtilafın olması mümkün olurdu. Gönderilen kitapların dillerinin kavimlerinin dilleriyle aynı olmasının başka bir hikmeti ise; insanların bilinen, tanınan ve kendilerine yakın olan şeyleri kabul etmelerinin daha kolay olmasıdır. İnsanlar genellikle kendilerinden olmayan veya kendi dillerini konuşmayan bir kimsenin sözünden ve davetinden çok kendilerinin yakından tanıdıkları ve dillerini bildikleri kimsenin sözünü dinleyip, davetine icabet eder. Çünkü insanlar kendi cinsinden olana ve kendi dilini konuşan kimselere daha çok yakınlık duymaktadırlar. (Işık, 1980, s. 115) Bu durum yeryüzünde yaşayan insan topluluğuna daha iyi örnek alabilecekleri insanlardan birini peygamber olarak göndermesiyle aynıdır. Zira insanlar için bir meleğin gönderilmesi, örnekliği bir hayli zor ve hatta imkânsız hale getirirdi. İnsan için kendi cinsi ve türüne benzeyen şeyleri örnek alıp yapması daha kolaydır. Bu yüzden insanlar kendi cinsinden olan peygamberleri daha kolay örnek alabilmekte ve söylediklerini daha çabuk kavrayabilmektedir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/8) Mutlak hakikatin gönderildiği toplumun diliyle gönderilmesi, mutlak hakikati anlayacak, kavrayacak ve uygulayacak olan toplum açısından çok önemlidir. Çünkü farklı bir dilde inen metinlerin kavranması mümkün değildir. Ayrıca mutlak hakikatin gönderildiği toplumun diliyle gönderilmesi, ilahi hakikati kabul etmedikleri takdirde aynı dili konuşmaları sebebiyle bir benzerini getirmelerini istemek ve bundan da insanların aciz olduğunu göstererek, mutlak hakikati mucizevî bir şekilde kabul etmelerini sağlamaktır. Bu manada Kur’an Arapça gönderilmesine rağmen bir benzeri oluşturulamayan ve günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan ulaşan tek mutlak hakikattir. 116 D-MATURİDİYE GÖRE ÖTEKİ: EHLİ KİTAP Dini tekelcilik bağlamında en önemli problemlerden bir tanesi bir dinin diğer dini geleneklere bakışıdır. İslama göre diğer din mensuplarıyla sosyal ve kültürel ilişkilerde bulunmak serbest iken, itikadi konularda ise hak din İslam’ın dışında hiçbir dini geleneği doğru ve gerçek saymak mümkün değildir. İslam diğer din mensupları içerisinde kendilerine kitap gönderilenlerle, kitap gönderilmeyen toplulukları birbirinden ayırt etmiş, kitap gönderilen toplulukları özel bir terimle zikrederek onların konumunu diğerlerinden ayrı tutmuş hatta onlar arasında da birbirlerinden farklı grupların ve insanların olduğunu belirtmiştir. Ehli kitap adıyla zikredilen bu gruplardan kastedilen Yahudi ve Hıristiyanlardır. Kur’an, Bu gruplara özel bir statüyle yaklaşmasına rağmen, bunların çoğunun peygamberimizin zamanından itibaren hem gerçekleri bile bile gizlediklerini hem de gerçek manada Allah’a ve Ahmet’e iman etmediklerini beyan eder. Bu yüzden İslam dini, diğer dini geleneklere kurtarıcı gözüyle bakmamış, Kurtuluş için ise yalnızca İslam diniyle şereflenmeyi şart koşmuştur. 1. İman Hakikati ve Kriterleri Maturidi’ye göre Ehli kitap her ne kadar kendi nefislerinde Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini ifade etseler de, gerçekte onlar Allah’a ve ahiret gününe iman etmemektedirler. Çünkü imanın şartı peygamberlerin ve kitapların tamamına iman iken, onlar yalnızca bir kısmına inanmakta, bir kısmını ise inkâr etmektedirler. (Nisa, 4/150-151) (Özcan, 1999, s. 115) Maturidi, Peygamberlerden bir peygamberi, kitaplardan bir kitabı, o kitaptan bir ayeti veya bir harfi inkârın Allah’ı inkâr olduğunu belirtir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/70-72) Maturidi Peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamanın yeni bir din ihdas etmek olduğunu dile getirir. Kur’anın ise iman esaslarının arasını ayıran kişiyi gerçek kâfir olarak nitelendirdiğini vurgular. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/94-95) Ayrıca Ehli Kitap Allah ve Rasulünün haram kıldığını, haram kılmamış, Allah Rasulünün vasfını gizlemiş, hak din İslam’ı da din edinmemiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.III/329-333) Maturidi tüm rasullere ve tüm kitaplara inanma 117 konusunda Yahudilere kendi kitapları Tevrattan delil getirir. Çünkü onların kitaplarında Rasullerin tamamına iman emredilmiştir ve o bilgileri doğrulayan ve ona uygun düşen Kur’an indirilmiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/177-178) Haniflik dini üzerine gönderilen Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen tüm peygamberler tevhid dini üzerine gönderilmiş, çocuklarına da bu dini vasiyet etmişlerdir. İmam Maturidi burada Yahudi ve Hrıstiyanların peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmelerinin mümkün olamayacağını, Tevhid geleneğinin bütün peygamberler tarafından hassasiyetle uygulandığını ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/251) Maturidi’ye göre Hz. Muhammed’e iman etmek demek; gönderilen tüm peygamberlere iman etmek demektir. Hz. Muhammed’e ve ona indirilen iman etmek, Allah’tan gelen her şeyin hak olduğunu kabul etmek demektir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.XIII/384-385 Ayc. Bkz. c.XIV/376-379) Maturidi’ye göre Peygamberler mezhep ve isimleriyle bilinmez. Onlar apaçık mucizeleriyle bilinir. Peygamberlerin tamamının ismini bilmesek, isimlerini duymamış olsak da hepsine ayrım yapmadan inanırız. Bizler peygamberlerin tek tek ismini bilmekle değil, onların tamamına iman etmekle sorumluyuz. Çünkü Kur’anda Allah tüm peygamberlerin ismini tek tek zikretmemiş ama hepsine imanı emretmiştir. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/184-185) Maturidi Ehli Kitabın Allah’a ve Ahirete inanma konusunda Üç problemini tespit eder. Birincisi: Ehli Kitabın Allah’ı yaratılanlara benzetmesi meselesidir. “Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur.”, Hıristiyanlar da, “Mesîh (İsa) Allah'ın oğludur.” dediler. (Tevbe,9/30) Bu kendilerinden önceki, Allah’ı inkâr edenlerin “Melekler Allah’ın Kızlarıdır.” sözlerine benzemektedir. Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur.” demekle kendilerinden önceki kâfirlere, Hıristiyanlar da “İsa Allah’ın oğludur.” demekle Yahudilere benzemişlerdir. Allah’a çocuk isnat ederek inanmak, Mutlak olarak Allah’a inanmak demek değildir. Onların gerçekten Allah’a inanmaları, Allah’a evlatsız inanmakla ve onu yaratılanlara benzetmemekle mümkün olmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VI/334-338) Maturidi’ye göre Yahudilerin ve Hıristiyanların ahirete ve dirilmeye inanıyorum demeleri de aynı 118 şekildedir. Ahirete ve dirilmeye inanıyoruz demelerine karşın, ahirette vaat olunana ve hesaba çekilmeye inanmamaları da ahirete inanmadıklarını göstermektedir. Gerçek manada ahirete inanmaları da iddia ettikleri dışındaki bir Allah’a imanla olur. (Özcan, 1999, s. 117-118)Allah’ın onlara haram kıldığı birçok şeyi kendilerine helal kılmaları, helal kıldığı birçok şeyi de haram kılmaları yine aynı şekilde Allah’a ve ahirete iman etmediklerine gösterir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VI/329-330) İkincisi: Allah’ın peygamberlerini yalanlamaları meselesidir. Çünkü Allah’ın elçileri demek olan peygamberleri yalanlamak aslında Allah’ı yalanlamaktır. Peygamberler Allah’ın elçileri olup tüm mahlûkata mucize ve burhanla gelmelerine rağmen onları inkâr etmişlerdir. Kitapları da onlara şahit olduğu halde onların peygamberlerini ve kitaplarını yalanlamaları onların gerçek manada Allah’a iman etmediklerini göstermektedir. Allah’a iman onun elçilerine ve gönderdiği kitaplara iman etmektir. Üçüncüsü: Onların imanlarında menfaat duygusunun ön planda olması meselesidir. İmandan menfaat beklemek, İman etmemekle eşdeğerdir. Çünkü dünyalık menfaatleri onları Allah’a tam bir saygı ve ta’zimle inanmaktan ve emirlere uymaktan alıkoymuştur. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VI/338-344) İmam Maturidi Ehli Kitabın Allah’a iman konusuyla ilgili ilginç tespitlerinden biri de Yahudilerin vahiy getiren meleğin Cebrail değil de Mikail olması şartıyla Hz. Muhammed’e inanacaklarını söylemeleridir. Çünkü onlara göre Cebrail sürekli azap indirmekte, Mikail ise rahmet ve bereket getirmektedir. Bundan dolayı Mikail’i kendilerine dost, Cebrail’i ise düşman kabul etmişlerdir. Ayrıca Cebraili kendilerine düşman kabul etmelerinde, Allah’ın peygamberliği Cebrail vasıtasıyla İsrail oğullarına göndermesine rağmen, Cebrail İsrail oğullarına düşmanlığından dolayı vahyi ve peygamberliği İsmail oğullarından gelen Hz. Muhammed’e götürdüğü iddiasıdır. İmam Maturidi Yahudilerin Cebrail’e düşmanlıklarının arka planında aslında Allah’a karşı bir düşmanlıklarının olduğunu belirtir. Yahudiler aslında burada Allah vahyi yanlış kişiye gönderdi diyemedikleri ve Allah’a olan düşmanlıklarını açık bir şekilde dile getiremedikleri için burada düşmanlığı kinaye yoluyla Cebrail’e itham etmişlerdir. Maturidi aslında onların gerçekte Allah’a düşman olduklarını belirterek, Yahudilerin dünyevi arzu ve 119 isteklerine uymadığı zaman, Allah inancını bile yok sayıp, kendi hevalarına uydurduklarını belirtir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/184-185) Ehli kitabın kurtuluşa erebilmesi için ve imanlarının makbul olabilmesi için Tevrat ve İncil’e gerçek manada uymaları onun emirlerini yerine getirmeleri gerekir. Çünkü gerçek manada kitaplarına uydukları zaman Allah’ın bu kitaplarında vasıf ve sıfatlarını bildirdiği son peygambere iman etme ve ona tabi olma emriyle karşılaşacaklar bu emre uymak ise, onları son ilahi kitap olan Kur’ana inanmaya ve son peygamber olan Hz. Muhammed’e tabi olmaya götürecektir. Zira son hak din İslam ve kutsal kitabı Kur’an onların ellerindekini doğrulayıcı özelliktedir. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/186) İmam Maturidi, Ehli kitap inancında her ne kadar Allah inancı bulunsa da içinde birçok şirk unsuru barındırdığını, Peygamber efendimizin de kendi kitaplarından onlara tevhidin aslına yönelik deliller getirdiği buna rağmen tevhidin aslına dönmediklerini belirtir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/328-330) İmam Maturidi Kur’anın Ehli kitaba sizinle bizim aramızda ortak olan bir noktaya gelin çağrısının da “İhlâs” ve “Tevhid” olduğunu beyan eder. Çünkü Onlar yerleri ve gökleri Allah’ın yarattığını kabul ediyorlar Fakat Rab olarak Allah’ı tanımlamada ve Allah’a ibadette şirke düşüyorlardı. Peygamberimiz onları Allah dışında hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ibadet yapmamaya çağırmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/324-325) Sonuç olarak ehli kitabın iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, imanlarının birçok şirk unsuru barınması onların gerçek manada Allah’a ve ahirete iman etmediklerini göstermektedir. Bu ise kurtuluş için gerekli ve ön şartı olan imanı tam anlamıyla özümseyip kabul etmediklerini kanıtlamaktadır. 2. Ehli Kitabın Tanrı Tasavvuru Bir dinin, hak ve üstün olduğunu gösteren en önemli delil, doğru bir ulûhiyet telakkisine sahip olmasıdır. İslam dininde ulûhiyet kavramı vahiyle sıkı bir ilişki içindedir. Öyleki ki Allah’a nelerin isim ve sıfat olarak verileceğini vahiy olmadan 120 belirlemek imkânsızdır. Bu bağlamda Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın aksine İslam dininde nakli delil olmadan yalnızca akıl ve his ile hareket etmek doğru değildir. Yahudiler, Allah’a yaratılmışları andıran özellikler izafe etmişlerdir. Yahudilere göre rab (Allah) birkaç cüzün birleşimidir. Yani Yahudilere göre Tanrı insan biçiminde düşünülen antropomorfist-insan biçimci- bir varlıktır. Hıristiyanlar da varlık açısından tek bir Allah’ı benimsemekle birlikte asıl açısından üçlü görüşe sahip olmuşlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 151) Hıristiyanların “Allah üçün üçüncüsüdür.” iddialarına İmam Maturidi Allah’ın ikincisinin ve üçüncüsünün olmadığı, zaten aklen de böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirtir. Yerin ve göğün yaratılışından örnekler vererek, ilahın tek bir ilah olduğunu delillendirir. İmam Maturidi’ye göre Hıristiyanlar Allahın bir ve tek olduğunu bilmelerine rağmen inat ve kibirlerinden dolayı bunu inkâr etmişlerdir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. IV/280) Allah göklerde ve yerde bulunan her şeyin mutlak sahibidir. Kadın olsun erkek olsun herkes O’nun kuludur. Durum Yahudi ve Hıristiyanların iddia ettiği gibi “Filan Allah’ın oğludur.” (Tevbe, 9/30) veya Mekke müşriklerinin iddia ettiği gibi “Melekler Allah’ın kızlarıdır.” şeklinde olmayıp, aksine erkek ve kadın bunların tamamı Allah’ın kulları ve köleleridir. İnsanlar nasıl kölelerinden evlat edinmezse, Cenab-ı Hak da elbette bunu yapmamaya en layıktır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 29-30) İmam Maturidi Yahudileri ve Hıristiyanların Allaha attıkları iftiradan ve ona çocuk eklemelerinden dolayı neredeyse göklerin parçalanacağını, yerin yarılacağını, dağların yıkılıp çökeceğini ifade etmiştir. (El-Maturidi E. M., Te’vilatül Kur’an, 2005-2009, s. c.VI/344-346) Yahudi ve Hıristiyanlar peygamberliğin bölünmezliği bir tarafa, akide sistemlerinde de çok ciddi ve göz ardı edilemeyecek inanç problemleri bulunmaktadır. Bunların en önemlisi Yahudilerin “Seçilmişlik” Hıristiyanların ise “İnhisarcı” hakikat anlayışıdır. Kur’anın ilahi yol göstericiliği ve aslı bozulmayan mutlak hakikat olması ve de Allah’ın hiçbir milleti rehbersiz bırakmayacağı fikri bu düşünceleri tamamen ortadan kaldırır. (Bakara, 2/113) Kur’anın bu ifadesine rağmen 121 Hıristiyanları Yahudilere nazaran tercih etmesi her ne kadar mekkî ayetlerde tercih edilmişse de medeni surelerde onların inkarnasyon ve teslis düşünceleri başta olmak üzere tevhidi ve Ulûhiyeti zedeleyen düşünceleri sürekli eleştirilmiştir. Bu düşüncenin son noktasında ise bu iki topluluğun özellikle de Yahudilerin peygamberlerle olan bağı kesilmiştir. (Ali İmran, 3/67-Bakara, 2/135) daha sonra da Tevratta geçen tüm peygamberler zincirinin İslam dininden olduğu vurgulanmıştır. (Rahman, 2000c, s. 67) Kur’an bu iki topluluk için kendi kitaplarının aslına rücu ederek yaşamaya davet etmiştir. Bununla beraber Hıristiyanları kitabın çok azına inanmaları sebebiyle İslama davet etmekten ve İsa’yı da peygamber kabul etmelerini istemekten kesinlikle vazgeçmemiştir. Çünkü Yahudilerin ve Hıristiyanların kitapları ilahi hidayeti tam manasıyla kapsamamaktadır. İlahi hidayetin tek kaynağı Kur’an, hakikatin ise yegâne temsilcisi ise İslam dinidir. (Rahman, 2000c, s. 68) Sonuç olarak, Ehli kitabın Tanrı tasavvurunda birçok şirk unsuru bulunmaktadır. Yahudilerin Tanrıyı yaratılmış varlıklar gibi düşünen antropomorfizm yaklaşımı, Hıristiyanların ise Tanrı’nın oğul sahibi olabileceğini iddia etmeleriyle oluşan Tanrı tasavvuru mutlak hakikatle bağdaşlaşmamaktadır. Zira İslam vahdaniyet temeli üzerine kurulmuş olup, tüm akidelerini de bu temele dayandırmıştır. Vahdaniyetin temelinde ise Allah’ın tek, bir, eşi ve benzeri bulunmayan bir varlık olması bulunmaktadır. 3. Hıristiyan Teolojisinin İrrasyonalizmi Bir dinin taşımış olduğu temel argümanların akla ve mantığa uygun olması, o dinin hak, üstün, doğru ve gerçekle bağdaşan bir karakter arz ettiğini gösteren en önemli unsurlardır. Zira vahiyle desteklenen bir dinin insanoğluna akıl ile delil sunamaması o dinin acziyetini ve de ilahi hakikat ile bağdaşmadığını gösterir. Batılı bir Hıristiyan’ın inancını makul göstermesi pek kolay olmamaktadır. Zira inancında taşımış olduğu birçok irrasyonel unsur barındırmaktadır. Bu gün birçok Hıristiyan Batılı Teolog kendi inancının özünde birçok esrarengizlik görmektedir. Bunu ise gözü kapalı bir başlangıç ve sıçrayış ile aşmakta ve irrasyonalizme kapı aralamaktadır. Bu kaçış ise onları Hıristiyan teolojisinin genel bir çizgisi olan “İnanıyorum Çünkü Saçmadır.” Mantığına götürmektedir. Bu 122 bağlamda İslam, Hıristiyanlığa üç temel konuda eleştiri yöneltmektedir. Bunlar Tevhid adına teslisi benimsemesi, Tanrının ezeli ve ebedi aşkınlığına İsa’nın Tanrılığını eklemesi ve Hıristiyan kilisenin Hz. Muhammed’i peygamber olarak tanımayı reddedip onu yalancılıkla suçlamasıdır. (Aydın M. S., 2000, s. 103) Hıristiyanlık, İslam ile olan ilişkilerinde kendisini her daim haçlı saldırganlığıyla göstermiştir. Özellikle İspanyada birlikte ve barış içerisinde yaşamak yerine, İspanyadan Müslümanları kovmayı tercih etmiştir. Ayrıca bir de buna Batılı ve Hıristiyan misyonla gizlenmiş sömürgeciliğin, kilise tarafından kutsanışı eklenmiş, o zaman Hıristiyanlığın din politikasının dinle değil de madde ile olan bağlantısı ortaya çıkmıştır. (Garaudy, 1998, s. 223) Kilisenin yeryüzünde Tanrı krallığının yollarını hazırlamak için, kilisenin hayatı İsevi mesaj yerine kendisine göre seküler bir şekilde yorumlama biçiminin yersizliği, İsevi mesajın bizzat kendisinin ve sınırlarının sorgulanmasını sağlamıştır. (Garaudy, 1998, s. 229) Hıristiyan teolojisinde Hz. İsa’nın ulûhiyeti dolayısıyla teslis, enkarnasyon, aslî günah vs. Hıristiyanlığın aklî yorumlarını güçleştiren ve hatta ortadan kaldırıp, irrasyonelliğine kapı açan bazı konulardır. (Aydın M. S., 2000, s. 103) Ayrıca Hz. İsa’ya gelen mesajın orjinalini tespit etmek de imkânsızdır. (Eliade & Couliano, 1997, s. 118) Maturidi Hz. İsanın ulûhiyeti konusunda Allahü Teâlâ’nın çocuk sahibi olduğunu iddia etmenin O’na büyük bir suç yüklemek olduğunu dile getirir. Çünkü çocuk sahibi olmak O’nun kategorisine girmeyi gerektirir. Böyle olunca da ulûhiyette şerik alternatifi olur ki, bu da tevhidi ortadan kaldırır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 98) Kâinatın tamamının yaratılışı, yaratıcının ortak ve benzerliklerinden uzak olduğuna tanıklık etmektedir. Bunun için Allah Teâlâ’ya evlat nispet etmek temelsiz bir inanç olur. Maturidi Allah’ın evlat sahibi olamayacağını iki şekilde izah eder; birincisi, ihtiyaçların O’na arz edilmesi ve bütün muhtaçların ona ümit bağlaması, ikincisi ise boşluğun olmamasıdır. Evlat sahibi, bedeninde boşluk taşıyan insan demek olup, çocuk da orada zuhur eder. Bu anlamda Allah’a evlat nispet edip de O’nda boşluk bulunmadığını söyleyen kimse kendi iddiasını çürütür. Boşluk taşıyan bir varlık olmadığı halde onun nasıl evladı olur? “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. 123 O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen o’dur.” (En’am, 6/101) Ayrıca evlat sahibi olmanın eşsiz olamayacağını da müşahade etmelerine rağmen, evlat sahibi olmanın boşluk bulunan kimseden olacağını da bilmekteydiler. İmam Maturidi bu zümrenin Allah’ın evlat sahibi olduğu yolundaki telakkisini, boşluk taşımaktan O’nu tenzih etmeleri yolundaki inançları ile çürütür. Diğer bir yorumda bedenlerinde boşluk taşıyanların da çeşitli şeylere muhtaç olmasının gerekliliği düşünülürse Allah’ın bunlardan yani evlat edinmeden Müstağni ve münezzeh olduğu ortaya çıkmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 97) Allah’a oğul isnat etmek onu cisme indirgemek olur ki bu kavramı kullanmak temelden yanlış bir durum olur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 133) Cisim olduğu zaman, zaman ve mekân gerekli olacak ki; bu mekân fikri ise ihtiyacı beraberinde getirecektir. Oysaki Allah bunların hepsinden beri ve uzaktır. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 134) Maturidi Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki yorumlarıyla dinde aşırı gittiklerini belirtir. İlk önce onlar Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in oğlu olduğu konusunda ittifak etmişler. Daha sonra bir grup, “İsa Allah’tır.”, İkincisi grup ise “İsa Allah’ın oğludur”, Üçüncü grup da “Üçün üçüncüsüdür” demişlerdir. Allah Kur’anda bütün bu iddiaları yalanlayıp, Hz. İsa’nın Meryem’in oğlu ve Allahın kulu olduğunu beyan etmiştir. İmam Maturidi’ye göre Şayet Allah çocuk edinecek olsaydı beşer türünden edinmez, kendi katından edinirdi. (Enbiya, 21/17) İsa da ilah olacak olsaydı, annesi ondan daha önce olduğu için ilahlığa daha layık olması gerekirdi. Ayrıca Maturidi bir insanın çocuk edinme sebeplerini birkaç madde ile zikreder; birincisi, ihtiyaçtan dolayı, ikincisi, başına gelen kötü bir olayda teselli bulmak için, üçüncüsü ise; düşman korkusundan emin olmak için çocuk edinir. Fakat Allah korkunun isabetinden veya herhangi bir ihtiyaçtan münezzehtir. İsa yalnızca Allah’ın katından Meryem’e ruh üflenmesiyle ve “ol” kelimesiyle var olan bir kuldur. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/117-120) Hz. İsa’nın Allah’a kulluk yapmaktan ve ibadet etmekten kesinlikle kaçınmayan bir kul olduğu halde, Hıristiyanların Ona İlah ismini vermeleri akıl ve mantık açısından ciddi anlamda sorgulanması gereken bir durumdur. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/120-124) 124 İmam Maturidi Yahudilerin ve Hıristiyanların “Biz Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz.” (Maide, 5/18) şeklindeki ifadelerini Allah’ın onlara azap etmeleri ve onları yaratılışlarının aksine çevirmesi gibi sebeplerden dolayı asılsız ve mesnetsiz bir iftira olarak değerlendirir. Eğer Allah çocuk edinseydi kendi cinsinden edinirdi. Şayet onlar Allah’ın oğulları olsalardı, Allah tarafından sürekli azap ve tehditle karşılaşırlar mıydı? Hangi baba oğluna ve dostuna sürekli azap eder ve onları yaratılışlarının dışına çevirir. Diyerek akıl ve mantık açısından tutarsızlıklarını vurgular. İlk önce Allah’ın kuluyuz deyip, sonra onun oğullarıyız demenin de ayrı bir çelişki durumu olduğunu ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/118-190) İmam Maturidi Yahudi ve Hıristiyanların Allah’a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, ona oğul isnat etmelerinden dolayı onun birliğine iman etmediklerini, bunun da Allah’a iman olamayacağını ve İrrasyonalist bir tutumdan öteye geçmeyeceğini belirtir. Sonuç olarak, bir dinin kurtuluş için sunmuş olduğu prensiplerin hakikat açısından delil ve burhanlarıyla akıl ve mantık çerçevesinde olması çok önemlidir. Bu bağlamda son din İslam’ın, akıl, mantık ve deliller çerçevesinde taşıdığı hakikat değeri tüm dinlere karşı hak ve üstün olduğunu göstermektedir. 4. Maturidi Perspektifinden Hıristiyanlık ve Mesih Hıristiyanlık kişi(mesih) merkezli bir din olup, mesihe insanüstü güçler atfeder ve kurtuluş için yalnızca mesih ve mesihin yeryüzündeki temsilcisi olan kiliseye imanı şart ve yeterli görür. Kurtuluş için yegâne şart olarak vahdaniyet esaslı tevhid anlayışını gerekli gören İslam dini ise Hıristiyanlığın mesih merkezli kurtuluş anlayışının mümkün olmadığını belirtir. Hıristiyanlığın Hz. İsa’ya yüklemiş olduğu Tanrısal güçleri de reddeder. Maturidi, Hz. İsa’nın Tanrı veya ulûhiyetinin imkân dâhilinde olması düşünülürse bunun tüm insanlar için mümkün olabileceğini vurgular. Maturidi Hz. İsa’nın birçok mucize göstermesine rağmen Hıristiyanların onun nübüvvetine inanmamalarını hayret edilecek bir durum olarak görür. Ayrıca Hz. İsa’nın göğe 125 yükseltilmesi ya da ölümü, onlara Hz. İsa’nın kul ve rasul olduğuna inanmaya vesile olmamış, ona Rububiyet atfetmeyi de engellememiştir. (Koçar, 2007/1, s. 24) Maturidi Hıristiyanların, varlık olarak üçlü bir Tanrı anlayışını kabul etmeleri, Allah’ın cisim değilken bilahare cisme bürünmesi gibi hususlardan dolayı Tevhid inancından uzaklaştıklarını belirtir. Maturidi teslis ekseninde Hıristiyanların Hz. İsa’ya Rububiyet atfetmelerini veya onun Allah’ın oğlu olduğunu iddialarındaki tutarsızlıkları akıl yoluyla çürütür. Mantık açısından birçok çelişki barındırdığını dile getirir. (Koçar, 2007/1, s. 25) Hıristiyanların İslamın öngörüp emrettiği Tevhid anlayışından uzaklaşan bir anlayışa sahip olduklarını belirtir. (Koçar, 2007/1, s. 24) Hıristiyanların “Allah, Meryem oğlu İsa Mesihtir.” İddialarını; Hz. İsa ben Allahın kuluyum, İlah veya Allahın oğlu değilim diyerek onlara haber vermiştir. Hıristiyanlar ise Hz. İsa’nın Meryem’in oğlu olduğunu bildikleri halde Hz. İsa’yı Tanrı yerine koyup, ona kulluğu yakıştıramamışlar böylelikle Hz. İsa’yı inkâr etmişlerdir. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/279-280) Hıristiyanlığın genelindeki Tanrı tasavvuru Hz. İsa’nın eseri olmadığı gibi ibadet kuralları da ondan rivayet ile oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla Hıristiyanlığın şu anki Tanrı Tasavvuru ve ona karşı ifa edilen zorunlu kulluk anlayışı sonradan oluşturulmuş bir din anlayışından başka bir şey değildir. (Gölcük, 2006, s. 82) İmam Maturidi’ye göre Hıristiyanlar Mesih hakkındaki düşünceleri itibariyle birkaç gruba ayrılırlar. Bir grup onun için Nasuti, diğeri ise lahuti olmak üzere iki ruh kabul ederler. Nasuti ruh insan ruhuna benzeyip hadistir. Lahuti ruh ise ilahi özellik taşıyıp kâdimdir. Diğer bir grup cüzü değil de Mesihteki ruhu Allah kabul etmiştir. Bu grubun bir zümresi ruhu bir şeyin diğer şeyin içinde varoluşu gibi kabul etmiş, diğeri bedenin onu içermesinden ziyade ruhun beden üzerinde tasarrufta bulunması şeklinde kabul etmiştir. Diğer bir grupta Allah’tan bir cüzün mesihe ulaştığını, diğerinin mesihten ayrıldığını dile getirmiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 266) Maturidi Ruh-Beden ilişkisiyle ilgili Hıristiyanlara birkaç soru sorarak onların iddialarını çürütür. Şöyle ki Mesihteki ruh kendisinin bir parçası iken kadim 126 olduğuna göre ruh, bedenin diğer parçalarına sirayet etmeden Mesih nasıl oğul olur? Eğer ruh bedenin küçük bir parçası ise her bir parça bir oğul demektir. Oğul da babadan küçük olduğuna göre her ikisi nasıl kadim olur? Bedenin hangi parçası oğuldur? Burada babayı kendine oğul yapma gibi bir çelişki de ortaya çıkar ki Eğer ruh mesihin bedeninde parça olmakla birlikte aslından bir şey kaybetmez denilirse aynı kandilden alınan parça gibi ruhun parçası hadis ise oğlun kıdemi suya düşer. Yok, hadis değilse diğer eleştiriler gündeme gelir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 266267) Hıristiyanların Hz. İsa’daki Mucizevî özelliklerden dolayı ona Ulûhiyet isnad etmelerini Maturidi diğer peygamberlerin gösterdiği mucizeleri ve Hz. Musa’daki fevkaladeliklerini örnek gösterir. Musa’nın bunları dua ve niyazla elde ettiği iddia edilirse, İsa’nın da durumunun aynıdır Nitekim İsa yakalandığı gece şöyle dua etmiştir. “Allahım! Şu acı derlerse ki insanın ağlayıp dua etmesi insanlara kadehi herhangi birinden geri çevirmek iradende yer almışsa onu benden geri çevirme.” (Matta, 26/29) Musa’nın da aynı amaç için dua ettiğini, İsa’nın ve Musa’nın her ikisinin de Beytül Makdis’e dönüp dua edip namaz kılması onların aynı ve benzer olduğunu göstermektedir. İsa oğul olmaya salih amel sayesinde ulaşmışsa, o zaman diğer peygamberler için de aynı şeyin olması gerekirdi. İsa sadece ölüleri diriltme ameliyle bunu kazanmıştır iddialarına, Hezekiel’inde bir insan dirilttiği örneği verilir.(Hezekiel, 37/9-10) İsa’nın daha çok adam dirilttiği söylenirse Yahudiler de Hz. Musa’nın daha çok adam dirilttiğini iddia etmektedirler. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 267) Maturidi İsa’nın ulûhiyeti konusunda cisimlerin yaratılmışlığını delil gösterir. Cisimlerin sonradan meydana geldiğini akli olarak düşünürsek o zaman Hz. İsa’nın yaratılmış bir varlık özelliği taşıdığını kabul ederiz. Ayrıca İsa’nın ulûhiyeti konusunda Allah’ın İsa’ya “Sevgili Oğlum” hitabının delil getirerek bundan daha büyük bir iltifat olmaz diyenlere, “Ey baba” demenin daha büyük bir iltifat olduğu söylenir. Çünkü burada bir yüceltme vardır. Bunu kabul edersek babanın oğuldan daha önce olduğunu kabul etmek gerekir. Bir de Hz. İsa’dan öncede “Sevgili oğlum” hitabını hak edecek birçok insan çıkmıştır. Maturidi, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu ve dostu iddiasını, Allah’ın sevgilisi ve dostu olmanın başka bir şey, Aynı cinsten 127 olmayan hele de kul ve Tanrı ilişkisi olan iki varlığın aralarında “Baba-Oğul” ilişkisi isnad etmenin ise çok farklı bir şey olduğunu ifade eder. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 269) Hz. İsa’nın ibadet edilen birisi olmadığını göstermek ve ölümlü bir insan olduğunu göstermek ve Allah ve oğlu ölmez diyenleri yalanlamak için Allah onu öldürmüştür. Hz. İsa yaratılış ve mahiyet itibariyle bir beşerdir. Düşünenler için bu bile Hz. İsa’nın ilah olamayacağına bir delildir. Çünkü her insan gibi ana rahminde yaşaması, doğması halden hale ve mekândan mekâna geçişi onun bir ilah olamayacağını gösteren önemli delillerdir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/315) Ayrıca Hz. İsa’nın Meryem oğlu İsa diye herkesçe bilinmesi ve bir insan olan Meryem’in oğlu olduğunun dillendirilmesi, insanoğlunun ilah olamayacağının ve bir olan Allah’ın da oğlu olamayacağının delilidir. Ayrıca oğul kelimesinde de ilah olamayacağına dair başlı başına bir delil vardır. Çünkü Oğulluk hem bir anadan ve babadan doğmayı, hem anadan ve babadan küçük olmayı gerektirir. Ayrıca kendisinden, annesinden ve inananlardan ölümü defedememesi, olası felaketlere karşı Allah’tan başka koruyanının olmaması gibi nedenler (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.IV/187-188) Oğul olan İsa’nın ancak bir beşer ve kul olduğunu gösterir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/315-316) Nitekim Hz. İsa da kendisinin Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu söylemekten çekinmemiştir. “Çocuk şöyle dedi: "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitabı verdi ve beni peygamber yaptı.” (Meryem, 19/30) Şayet bir beşerin Allah’ın oğlu ve Tanrı olduğuna dair iddiaları doğru olsaydı, Hz. Âdem’in ilk insan olması, doğuran Annesinin olmaması, beşeriyetin aslı olması ve tüm insanların onun çocukları olması gibi özelliklerden dolayı, ilah olması gerekirdi. Hz. İsa’nın ilah olamayacağına başka bir delil de İsa’nın yemek yemesidir. Çünkü Onun yemek yemesi, kendini ayakta tutacak gıdalar almasına ihtiyacı olduğunu, onları vücuttan atmak için tuvalet ihtiyacı olacağını ve bunun da pis yerleri seçme zorunluluğunu doğurması, onun ilah değil, bir beşer olduğunu gösterir. Çünkü Rab 128 olmak hiçbir şeye muhtaç olmamayı, her şeyin kendisine muhtaç olmasını gerektirir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/316) Hz. İsa’nın mucizevî bir şekilde Allah’ın katına çekilmesinde de ilah olmadığına dair bir delil vardır. Hz. İsa’nın düşmanlarının arasından çekilip kurtarılması onun ihtiyaç sahibi bir varlık olduğunu gösterir. Bu da Tanrı değil, beşer olduğunu ispatlar. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/317) Allah’ın katında İsa’nın yaratılması Hz. Âdemin yaratılması gibidir. Hıristiyanlar Hz. İsa’nın göstermiş olduğu; ölüleri diriltmesi, alacılıyı iyileştirmesi, çamurdan kuş yapıp onu uçurması gibi mucizelerden dolayı onu ilah telakki edip, Ona da kul denilmesini kendi inançlarına bir hakaret kabul etmişlerdir. Hıristiyanlar bu yanlış anlamayı Hz. İbrahim’in rabbini tanımlarken rabbinin öldürüp dirilttiğini haber vermesiyle temellendirmişlerdir. Hz. İsa’nın ise peygamber olması ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltme mucizesi göstermesi üzerine, mademki rab öldürüp diriltiyor. O zaman Hz. İsa ilahtır dediler. Bu durum Tamamen bir yanlış anlama ve teşbihten kaynaklanmaktadır. Çünkü Hz. İsa’ya o gücü ve o bilgiyi veren Allah’tan başkası değildir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/319-321) Hz. İsa konusunda fikir ayrılıkları iki noktada toplanmıştır: Birincisi, Ona rububiyyetin nisbet edilmesidir. Yüce Allah ise böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirtir. Çünkü İsa yiyor, içiyor ve defi hacette bulunuyordu. (Maide, 5/75) Allah Kur’anda İsa’yı, çocukluk ve yetişkinlikle vasıflandırmasından (Meryem, 19/29) başka Onu Allah’a ibadet eden (Nisa, 4/172) Tevhide çağıran (Maide, 5/72) peygamberimizi müjdeleyen (Saf, 61/6) ve tüm peygamberlere iman eden (Ali İmran, 3/81) özelliklerle vasıflandırmıştır. Bu gerçekten dolayı ona Tanrılık nisbet etmek anlamsız olur. İlginç olan şudur ki; Hz İsa ne yaşarken ne öldüğünde ona insanlar risaleti yakıştıramamışlar, Nübüvvetine iman etmemişler ve Ona Tanrılık izafe etmişlerdir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 270-271) İkincisi, Allah’ın oğlu olması ihtimalidir. Her şeyden münezzeh olan Allah yaratılmış varlıklara benzemeyen Allah’ın, ihtiyaç duyarak oğul edinmesi imkânsızdır. Baba olması da aynı şekildedir (Enbiya, 21/17) Hz. İsa’nın üstünlüğü sebebiyle oğul oluşuna gelince; duyulur âlemde üstünlük vasıtası oğul olmak değil, rasul olmaktır ve bu daha yücedir. Allah 129 birçok yaratığı farklı özellikler vermiştir ki bu da onun oğul olduğunu göstermez. Ayrıca yaygın olan anlayışa göre “Oğulluk” şöhret ve güç bakımından üstün olanlara değil de, küçük ve zayıf durumda olanlara yöneliktir. Oğul demekle büyükler küçüklere iltifat eder. Üçüncüsü ise her önemli işte ve musibette İsa’nın Allah’a sığınmasıdır. Bu da insan olmanın doğal sonucudur. Allah her zaman İsa’nın sığınağı olmuştur. Bu tüm insanlar için geçerlidir. Bu açıdan yaratıklara “Allah’ın oğlu olma” niteliğinin nisbet edilişi onun bir baba gibi sığınılacak merci teşkil etmesindendir. Bu tür şeyleri kullanmak Ancak nassların izniyledir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 272) Maturidi Hz. İsa’nın öldürülmesiyle ilgili birçok kıssa nakleder fakat bu kıssaların “Ahad Haber” derecesini aşmadığı vurgular. Burada önemli olanın Hz. İsa’nın Allah tarafından katına çekilmesi ve O’na benzetilen birisinin onlar tarafından öldürülmesi söz konusudur. Maturidi’ye göre aslında Yahudiler Hz. İsa’yı öldürmediklerini bildikleri halde diğer insanlara karşı liderlik iddialarından dolayı O’nu öldürdük diye yalan söylemişlerdir. Hıristiyanlar ise Hz İsa’ya Allahın oğlu diyerek ulûhiyet atfetmelerine rağmen Allah’ın oğlunun öldüğüne dair şüpheye düşmüşlerdir. Yahudilerin ve Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki haberlerinin hiç birisi zandan öte geçmeyen bilgilerdir. Allah ise peygamberlerini zillete düşürmekten korumuş ve onun beşerin yapamayacağı bir mucizeyle katına yükseltmiştir. Bu ise Allahın bir korumasıdır. Bu olay ise Hz. İsa’nın davasının doğruluğunu ve risaletinin delaletini gösteren açık bir mucizedir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/100103) Maturidi’ye göre Hz. İsa göğe yükseltildikten sonra insanlar tekrar Tevhid dininin aslını bozmuş ve yollarını kaybetmiş, şaşkınlık ve hayret içerisinde kalmışlardır. Hak ile batılı ayırt edemez duruma düşmüşlerdi. Hz Muhammed işte böyle ortamda gönderilerek insanları daha önceki Nebilerin ve Rasullerin davet ettiği Allah’ın dini olan Tevhide davet etmiştir. (Özcan, 1999, s. 68) İmam Maturidi ibn Mesud(r.a) ve Hafsa (r.a)’dan yaptığı rivayetler ile Hz. İsa’nın kıyamete yakın bir zamanda yer yüzüne ineceğini ve insanları son şeriat olan İslam şeriatına ve Hz. Muhammed’e iman etmeye çağıracağını belirtir. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 134a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, 130 H.1425, s. c.I/525) Yani nesih edilmeyen yegâne şeriata insanları davet edecektir. Bu da Tevhid dininin bir nevi gereğini yerine getirmektir. Hz. İsa yeryüzüne indiği zaman ise İslam dininden başka hiçbir din kalmayacaktır. (El-Maturidi E. M., TRSTSMK, No:180, s. 704b-705a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/120) Sonuç olarak Hıristiyanlığın Hz. İsa’ya yüklemiş olduğu Tanrısal güçler tamamıyla gerçek dışıdır ve mutlak hakikatle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple kurtuluş için yegâne şart, gerçek manada Allah’a iman etmek ve tevhidi zedelemeden dimdik ayakta tutmaktan geçmektedir. Bu ise tevhid dini olan İslam akidesini benimsemekle mümkün olmaktadır. 5. Mutlak ve Hakikatin Bilinçli İnkârı Kur’an ehli kitabın iman durumuyla ilgili ilginç noktalara dikkat çekmektedir. Kur’ana göre Hz. Muhammed’in nübüvvetinin hak ve gerçek, Kur’anın ise Allah tarafından gönderilen ilahi bir kitap olduğunu bilmelerine rağmen, diğer insanlardan farklı olarak hakikatin bilinçli birer inkârcıları olduklarını belirtir. Bundan dolayı da Maturidi onları “Ehli inat” ve “Ehli kibir” olarak isimlendirir ve bu çerçevede değerlendirir. İmam Maturidi Yahudileri tahlil ederken; Yahudilerin, düşmanlarına (kâfir ve inkârcılara) karşı Allah’tan bir peygamber göndermesini istedikleri ve gelecek peygamberin sıfat ve vasıflarını Tevrat’ta anlatıldığı biçimiyle çok iyi bildikleri için, (Bakara, 2/41,91-Ali İmran, 3/4,50-Nisa, 4/47-Maide,5/46, Saf, 61/6) vahiy gelene kadar gelecek peygambere inanmaktaydılar. Ta ki gelen peygamber onların beklenti, arzu ve isteklerine uymayan biri olunca, onu tasdik etmediler. Hatta bununla yetinmeyip, onun Tevrattaki vasfını gizlediler ve ona iman etmediler. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/210-211) Üstelik bu gönderilen peygambere düşman olup, ezeli düşmanlarıyla (inkârcılarla) Allah’ın peygamberine karşı ittifak yaptılar. İmam Maturidi’ye göre Yahudilerin bu davranışı bir iman melesidir. Bildikleri ve daha önceden iman ettikleri bir şeyin dünyevi arzu, istek ve beklentilerine ters düşmesi sebebiyle bile bile inkâr etmeleridir. Bile bile inkârları Allah’ın lanetini onlar üzerine 131 kılmıştır. Yahudiler gerçek anlamda Tevrata inansalardı hem Tevrattan önceki hem de sonraki peygamberlere, özellikle de son ilahi kitap Kur’an ve son peygamber Hz. Muhammed’e iman etmeleri gerekirdi. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/170176) Yahudiler ve Hıristiyanlar Hz. Muhammed’e ait özellikleri kitaplarından okuyup öğrendiklerinden dolayı onu çok iyi tanıyorlardı. Abdullah b. Selam “Oğlumu bildiğimden daha çok Hz. peygamberin peygamber olduğunu biliyordum.” demiştir. Şu ayet buna delildir; “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler.” (Bakara, 2/146)Gizlemek bir şeyi bildikten sonra yapılan iştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/266-270) Hz. Muhammed gönderildiği zaman henüz peygamberimizin vasfı ve sıfatları kitaplarda mevcutken peygamberimiz gönderilip onların istek ve beklentilerini karşılamayınca, o zaman hükmü değiştirip kitabı bozdular. (Özcan, 1999, s. 114) Peygamberimizin vasfını ve sıfatlarını önce silmişler, sonra bahsettikleriniz kitabımızda yok demişlerdir. (ElMaturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/144) Çünkü gönderilecek peygamberin İsrail oğullarından olacağını temenni ederken, gelen peygamberin İsrail oğullarından değil de İsmail oğullarından yani Araplardan olması sonucunda hasetlik yapıp onu inkâr ettiler. Yahudi ve Hıristiyanların Hz. peygamberi inkârları, bilgisizlik ve cahillikten değil, bile bile inkârdan kaynaklanmaktadır. Ayrıca onlar böyle yapmakla kitaplarındaki gerçeği gizlemişlerdir. Bu ise Onların aralarındaki kin, nefret ve hasetlik duygusundan kaynaklanmaktadır. Hasetliğin kaynağı ise ihtirastır. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/177) İmam Maturidi Ehli Kitapla ilgili ayetleri incelerken, onların karakteristik özelliklerini vurgular. Bu özellikleri, onların imanlarının önüne geçmektedir. Örneğin onlar menfaatlerinin ve dünyada kurmuş oldukları düzenin yok olmasından ve kendilerine tabi olan ayak takımının sağladığı menfaatin kaybolmasından korktukları için, insanların Allah’ın hak din diye özellikle vurguladığı İslam dinine girmelerine ve Hz. Muhammed’e tabi olmalarına engel olmaya çalışmışlar hatta iman edenleri de imanlarından geri döndürmeye çalışmışlardır. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.I/204-206) Ehli kitap insanları iman konusunda etkilemek için kendilerine 132 verilen dinin, kitabın ve nebinin benzerinin başka hiçbir kimseye verilmediğini söylemişlerdir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/338-341) Ayrıca insanların hak olan İslam dinine girmemesi için, Yahudi ve Hıristiyanlardan başkasının cennete giremeyeceği iddiasında bile bulunmuşlardır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/210-211) Bu bağlamda Kitap Ehlinden bir grup Hz. Muhammed’e Mescid-i Aksaya yöneldiği zaman ona uymayı, fakat Mescidi Harama -Kâbe’ye- yöneldiği zaman ona kimsenin uymamasını söylemişlerdir. Çünkü onlar Tevratta vasfını ve sıfatını bulduğumuz peygamber zannettik ve O’na iman ettik. Lakin onun kitabımızdaki vasıf ve sıfatları taşımadığını görünce onun dininden döndük diyerek İslam dinini kabul eden kişilerin kafasında şüphe bırakarak İslam dininden dönmelerini planlamışlardır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/334-336) Kendi aralarında Dinimize tabi olanların dışındakilere hakikatte iman etmeyin görünüşte iman ediyor gibi gözükün demişlerdir. Birbirlerine de size öncekiler hakkında verilen bilgileri doğrulamayın diye sürekli uyarmışlardır. Çünkü eğer bilgileri doğrularlar ise o zaman kitapların tahrif olduğu iddiasını kabul etmek zorunda kalacaklardı. Bunun için inanmamayı telkin ettiler. Bu düşünceler onların samimiyetsiz olduklarına ve hasetliklerinden dolayı bile bile inkâr etmelerine delildir. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.II/336-338) Yahudiler ve Hıristiyanlar hak din olan İslamdan insanları vazgeçirmek için birlik oldukları halde Yahudiler, Hıristiyanlar için “Onlar hiçbir şey üzerinde değildirler”, Hıristiyanlar da Yahudiler için “Onlar hiçbir şey üzerinde değiller”, demişlerdir. Maturidi’ye göre ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar bir şey üzerinde değildir. Ta ki onların bir şey üzerinde olabilmesi için kendi kitaplarındaki emirlere uyması gerekir. O emir ise son peygamber Hz. Muhammed’in nübüvvetine ve getirdiği hak din olan İslam tabi olmaktır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/212213) Ayr. Bkz. (Rahman, 2000a, s. 73) İmam Maturidi Ehli Kitapla ilgili bilgi verirken Yahudilerin ve Hıristiyanların Allah’ın onlara gönderdiği din ve şeriatı kendi heva ve arzularına göre değiştirdiklerini belirtir. Öyleki Yahudiler Hz.Musaya peygamberlik verilen Batıyı (Kasas suresi, 28/44) Hıristiyanlar ise Hz. Meryem’in doğum yaptığı doğuyu, (Meryem, 19/16) kendilerine kıble edinmişlerdir. Allah ise Müslümanların kıblesini 133 kendisi seçmiştir. Onların heva heveslerine bırakmamıştır. Bu sebeple Allah peygamberini ehli kitap konusunda sen onların dinlerine-yani arzu ve istekleriuymadıkça senden asla hoşnut olmazlar, diye uyarmıştır. Onların aralarındaki dava ve ihtilaflarında da onları kesinlikle razı edemeyeceği konusunda uyarmıştır. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/223-224) İmam Maturidi Peygamberimizin ehli kitabın dinlerine uymama konusunda uyarılması sadece bu uyarının peygamberle sınırlı olmadığı, zaten peygamberin ismet sıfatından dolayı buna gerek olmayacağını bu yüzden de burada asıl muhatabın tüm Müslümanlar olduğunu belirtir. Hak dinin İslam olduğunu bilmeleri ve buna göre de Ehli Kitabın heva ve heveslerine uymamaları gerektiğine dikkat çeker. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/224-225) Maturidi, Allah’ın Yahudileri âlemlere üstün kılmasını (Bakara, 2/47) ve peygamberlerine verilen nimetlerden dolayı yalnızca kendilerini üstün ve seçilmiş millet görmelerini, Hz. Muhammed zamanındaki Yahudilerin bu üstünlükle ilgilerinin olmadığını ve onlara bir ikaz ve uyarı vererek üstünlüğün Hz. Musa zamanındaki Yahudilere ait olduğunu vurgular. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/118-120) Yahudi ve Hıristiyanlar Müslümanlara biz Allah’ın dostlarıyız ve oğullarıyız ve biz Allah’a sizden daha yakınız demeleri, onların rab kavramını sadece kendilerine ait bir sınırlama yaparak, herkesin ve her şeyin değil de sadece kendilerinin rabbi olduğunu iddia etmeleri, Allah tarafından reddedilmiş, Allah hakkında tartışma yapmadan ona ihlâsla yönelmelerinin gerekliliği vurgulanmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/255) İmam Maturidi, Yahudi ve Hıristiyanların Hz. İbrahim ve onun soyundan gelen peygamberlerin Yahudi ve Hıristiyan olduklarıyla ilgili iddialarının bir nevi gerçeği gizlemek olduğunu haber verir. Onların gerçeği gizlemekle ilgili iki özelliğine dikkat çeker. Birincisi; Hz. İbrahim’in Müslüman olduğunu bildikleri halde, onun için Müslümandı dememeleri, ikincisi; Allah’ın ayetlerde belirttiği gibi Hz. Muhammed’in bilgisi onların kitaplarında mevcut olmasına rağmen, onların bu bilgiyi yok saymalarıdır. Hz. İbrahim’in Müslümanlığını gizledikleri gibi, Hz. Muhammed’in de risaletini gizlemişlerdir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.I/256) 134 Yahudiler ve Hıristiyanlar defalarca peygamberimizle mücadele edip tartıştıkları için ve bunda da inatlaştıkları için, Allah peygamberine ikramda bulunarak onlarla mücadele etmeyi bitirmesini söylemiştir. Maturidi ilginç bir tespit yaparak, Yahudi ve Hıristiyanlar bugün seninle herhangi bir konuda tartışırlar ama ihtimaldir ki onlar Allah’a ortak koştukları ve bir olan Allah’a kulluk etmek hakkında da seninle tartışabilirler diye tartışmayı kesmesini emretti. (Şura, 42/15) (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/270-272) İmam Maturidi Bu bağlamda Yahudi ve Hıristiyanların üç konuda dost edinilmemesi gerektiğini vurgular; birincisi: onları din konusunda dost edinmemektedir. Yani onların dinini din edinmemektir. İkincisi: yardımlaşma ve dayanışmada dost edinmemektir. Çünkü onlar Müslümanlara karşı kâfirlere yardım ediyorlar. Müslümanların düşmanlarıyla bir Müslümana karşı yardımlaşmak küfürdür. “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Ali İmran, 3/118) Üçüncüsü: dünya kazancında dost edinmemektir. Kim onlara meylederek bu fiili yaparsa herhangi bir konuda onların görüşüne göre hareket eder, Bu fiil ise onu fasıklığa götürür. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/248-250) İmam Maturidi bu açıklamaları yapıp Yahudilerin ve Hıristiyanların her ne kadar mezhepleri ve yolları farklı olsa da küfrün tek bir millet olduğunu ve onların birbirinin dostu olduklarını vurgulamış, (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/250252) İnananların da ancak birbirlerinin dostu olduklarını belirtmiştir. (Tevbe, 9/71) Sonuç olarak ehli kitabın, Hz. peygamberin son peygamber, Kur’anın ise son ilahi kitap olduğunu bilmelerine rağmen bile bile bir inkâr sürecine girmeleri ilahi hakikatin Kur’an, mutlak dinin ise İslam olduğunu kanıtlamaktadır. 135 6. Yahudi ve Hıristiyan Düşüncesinde İslama Fobi Batı Hıristiyan dünyası, din ve kültür açısından medeniyetin temsilcisi olarak yalnızca kendilerini görmüş, kendilerinin dışındaki tüm insan topluluklarını ise barbar olarak nitelendirmişlerdir. Bu durumun sebebi ise, İslam dininin sunmuş olduğu bilgilerin evrenselliği karşısında aşağılık kompleksine düşen Hıristiyan bilginlerin ve Batılı müsteşriklerin ilmî olmayan ve gerçek bilgiyle asla bağdaşmayan bir tarafgirlik örneği göstererek İslam’ı Batıya yanlış bir şekilde anlatması ve tanıtmasıyla ilgili bir durumdur. Bu durum çerçevesinde Yahudilerin ve Hıristiyanların İslam’a karşı oluşturmuş oldukları tutucu ve dışlayıcı tutum, Allah’a vermiş oldukları söze ahde vefa göstermediklerini ortaya koymakta ve mutlak hakikatle bağdaşmamaktadır. Allah tüm insanlardan yani Müslümanlardan, (Maide, 5/7) Hıristiyanlardan, (Maide, 5/14) ve Yahudilerden (Bakara, 5/83) kendi emirlerine uymaları ve yasaklarından kaçınmaları konusunda söz almıştır. Hıristiyanlar Tevhid, peygamberin hepsine iman, kitaplara tutunma ve verdikleri sözleri tutup ahde vefa gösterme konusunda kendilerine verilen vaaz ve nasihatleri terk etmişlerdir. Maturidi bundan dolayı Allah’ın onların arasına kıyamete kadar sürecek kin ve nefret yerleştirdiğini belirtmiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IV/182-184) İmam Maturidi bir kısım insanlardan yaptığı rivayetlere göre, Yahudilerin ise gazaba uğrayanlar olduğunu ifade eder. Yahudilerin böyle kötü bir vasıfla anılma sebeplerini ise, azgınlığa varan kibirleri, Hz. İsa’nın nübüvvetini inkâr etmeleri, onu öldürmeye azmetmeleri, ayrıca Allah hakkında “Allah’ın eli sıkıdır.” (Maide, 5/64,181) demeleri, Putperestlere karşı ileride kendilerine gönderilecek bir peygamber sayesinde zafer kazanacaklarını arzu edip dile getirdikleri halde Rasulullah’a iman etmeyişleri, (Bakara, 2/89) Allah’ın Peygamberlerine karşı şiddetli mücadele etmeleri gibi sebepler, sapkınlık vasfıyla beraber özel olarak gazaba uğramalarına sebep olan durumlardır. (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 22-23) Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasındaki fetret dönemi, israiloğullarını kralların yönettiği bir dönemdi. Tevrat’ın ve İncil’in aslı değiştirilmiş, gerçek manada Hz. 136 İsa’ya inanan çok az insan kalmıştı. Krallar değiştirilen kitaplara uymayanları öldürüyorlardı. Krallardan aşırı derecede korkan bu insanlar, toplumdan kaçıp uzaklaşarak dünyadan el etek çeken bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Böylelikle Allah’ın onlara emretmediği ruhbanlığı, Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerine farz kılmışlardı. Sonra da ona hakkıyla riayet etmeyip, icat ettikleri şeyi terk ederek kralların dinine girmişlerdi. Oysa Allah’ın dini ifrat ve tefrit arasındadır. Yani din, aşırı gitmek ve aşırı gevşeklik arasında orta bir yoldur. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.IV/372-376) Maturidi, ayrıca Hıristiyanların ve Yahudilerin hahamlarını ve ruhbanlarını rab edindiklerini dile getirir. Hahamlar; Yahudilerin dağ eteklerinde inzivaya çekilen din adamları, ruhbanlar ise Hıristiyanların ibadet edenleridir. Hıristiyanların ve Yahudilerin yöneticileri ve idarecileri, Allah’ı bırakıp hahamlarını ve ruhbanlarını rab edinmişlerdir. Onlara ibadet etmemelerine rağmen, Yöneticiler ve idareciler yapacakları her işte onlara danışıp onlar ne emrederse onu yapıp, ne diyeceklerini bekleyip ona göre hareket ettikleri için sözlü bir itaat sebebiyle Allah Kur’anda onları rab edindiklerini dile getirmiştir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VI/346347) Burada kastedilen Rablik ibadet ve kulluk açısından değil, söz dinleme açısındandır. İşte Yahudiler ve Hıristiyanlar da hahamlara ve ruhbanlara kulluk etmediler. Fakat onların Mesihe Rap demeleri gerçek anlamdadır. Çünkü onlar Mesihi ilah edindiler ve Allahın oğlu olduğunu iddia ettiler. Ruhbanlık ilk çıkış amacı itibariyle inzivaya çekilip ibadet etme amacı taşırken daha sonra insanı ilahlaştıran ve insanda Tanrı imajını gerçekleştiren çarpık bir sistem haline getirilmiştir. (Özcan, 1999, s. 120)) Maturidi, Ehli Kitabın İman konusunda yanlış bir taklit anlayışına da dikkat çeker. Ehli kitap dinlerinde söz ve ilim sahibi olan rahipleri önder kabul edip, onları taklit etmişler, Rahiplere uyan insanların çocukları da babalarını taklit etmişlerdir. Rahiplerin dini saptırmaları sonucunda, onları önder kabul eden insanlar onları sorgusuz sualsiz kabul ettikleri için, toplumda nesilden nesile yanlış bir taklit anlayışı yayılmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/330-331) Maturidi, onların ilk kuşak gerçek Tevrat ve gerçek İncil üzerine olan-Hz. İsa’nın havarileri gibinesillerini taklit etmelerinin hak olduğunu söyler. Oysa onların taklit ettikleri babalar 137 tahrif edilmiş kitaba iman eden ve onu uygulayan babalardır. Onlar ise hak olan yoldan sapmış ve yanlış din anlayışını sorgusuz sualsiz taklit eden bir nesil olmuşlardır. Maturidi’ye göre kişiyi çocukluktan itibaren bir dini, taklit etmekte ısrarcı kılan en önemli sebep kendi tarihi bilgileri veya haberleridir. (Özcan, 1999, s. 95) Kur’an ise onları kitabı tahrif eden babalarının yolundan dönmeye, ilk kuşak olan babalarının yoluna tabi olmaya çağırmıştır. İşte peygamberlerin gönderilmesi de delilleri üzerine düşünmeyi kolaylaştırmak ve de onlar üzerine düşünmeyi sağlamaktır. (Özcan, 1999, s. 96) Ehli kitabın sapkın görüşleri iki problemden kaynaklanmaktadır. Bunlardan birincisi: dinlerindeki peygamberleri ve din adamlarını saygı ve ta’zim gösterme konusunda, ilahlık mertebesine ulaştıran aşırılıklarıdır. Allah’la beraber başka varlıkların âlemin yaratılıp yöneltilmesinde rollerinin olduğu düşüncesi onları Allah yerine onun dışındaki ibadet yapmaya sevk etmiştir. (Tevbe -31), (Mevdudi, 1991, s. 7, 67) İkincisi ise, Allah’ın vahyine ve kanunlarına uymak yerine Allah’ın kitabından hiçbir esasa dayanmayan ve tamamen kendi nefsi arzularına ve menfaatlerine göre dizayn edilmiş hükümleri tercih ederek adeta hakikatin çehresini değiştirmişler. (Mevdudi, 1991, s. 68) Bu ise Yahudilerin Hahamlarının ve Hıristiyanların rahiplerinin insanların mallarını kendi ellerinde tutmak ve onları da kendilerine kul, köle yapmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.VI/351-352) Maturidi’ye göre Hz. Muhammed’in getirdiği din, Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın Yahudilere ve Hıristiyanlara getirdiği dinden daha aşağı ve daha basit olmamasına rağmen, Hz. Peygamberin Müslüman olun uyarılarına onların olumlu cevap vermemeleri, mantıksız ve tutarsız olduklarını göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 246) Çünkü onlar dünyalık menfaatin ellerinden gideceğinden korkmuşlar, kibir ve inat göstererek iman etmemişler tarih boyunca da bu düşmanlıklarını sürdürmüşlerdir. Batının İslam’a karşı düşmanlığı Muhammed Esed’e göre, Avrupa’ya Yunan ve Roma’nın mirasıdır. Esed’e göre, Yunanlılar ve Romalılar yalınızca kendilerini bir medeniyetin temsilcisi görmüş. Akdeniz’in Doğusunda yaşayan insan gruplarını 138 ise barbar olarak adlandırmışlardır. O tarihten bu yana Avrupalılar kök bakımından başkalarından üstün olduklarına bir realite olarak sürekli inana gelmişlerdir. Bu düşünce hangi millet ve soydan olursa olsun Avrupalı olmayanı küçük görmeye itmiş, bu da Avrupa’nın yüzyıllardır karakteristik düşünce yapısını oluşturmuştur. Yine Esed’e göre, Avrupa’nın İslam hakkında içlerinde gizledikleri sadece bu kadar değildir. Zira onların İslama karşı düşünceleri herhangi bir dine karşı olan önemsiz bir nefret belirtisinden ötedir. Bu nefretin köklerini derinlerde bulmak mümkündür. (Esed, 2001, s. 49) Muhammed Esed bu durumu ilginç bir benzetmeyle izah eder. Ona göre, Avrupalı müsteşrikler ilmi olmayan bir tarafgirlik örneği göstererek İslam dinini sürekli olarak hâkim karşısında ve sanık sandalyesinde oturtmayı, kendilerinin de savcı kisvesi giyerek suçu ispat etmeye çalıştıkları görülmektedir. Bazı müsteşrikler ise İslamın suçlu olduğunu baştan kabul eden bir avukat rolünü benimsemekle birlikte hafifletici sebepleri telkin etmekle görevlidir. Müsteşriklerin yaptığı bu muhakeme tarzı orta çağda Katolik kilisesinin kendi düşmanları için kurduğu engizisyon mahkemelerinin rolünü hatırlatmaktadır. Bu muhakemenin sonucu Batılı müsteşrikler İslamı ve İslama ait olan her şeyi her zaman bozulmuş ve değiştirilmiş şekilde ortaya koyarak Batıya İslamı hep yanlış tanıtmışlardır. (Esed, 2001, s. 50) Bunun sebebi ise, Hıristiyan bilginlerin İslam kültürü karşısında aşağılık kompleksine kapılmış olmaları ve İslamı Hıristiyanlıktan aşağı bir din olarak göstermek istemeleridir. (Adam, 2002, s. 149) Bundan dolayı da Avrupa ve Batı dünyasında ne sebeple olursa olsun bir din ve kültür olarak İslamdan hep yüz çevrilmiştir. (Esed, 2001, s. 51) Bu şekilde oluşan yanlış anlaşılmalar, daha önceki nefret duygusuyla birleşince şiddetli bir zulüm ve İslamı yok etme hareketi olan “Haçlı Seferlerine” sebep olmuştur. Tarihte ilk defa haçlı seferleriyle birlikte İslama karşı bir birliktelik kurulmuş Bu da Avrupa’nın temellerini oluşturmuştur. Avrupa da haçlı ruhundan doğmuştur desek yanlış olmasa gerektir. (Esed, 2001, s. 52) Hristiyan Batı dünyasının İslam karşısında süregelen ve haçlı seferleriyle zirveye ulaşan bu düşmanlıkları Müslümanlarını terörist, İslamı ise terör dini olarak tanıtmaya kadar varmıştır. Bu ise Hıristiyanlığın tarih boyunca sergilemiş olduğu dışlayıcılık ve tutucu düşüncenin farklı bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. 139 7. Yahudi ve Hıristiyanların Kurtuluşu Dini tekelcilik açısından “kurtuluş” önemli bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinler kendi mensuplarını kurtuluşa ulaştırabilmek için bir takım inanç ve ameli uygulamalar ortaya koyarlar. İslam bu manada Batı dünyasındaki bir ideoloji veya Hıristiyan teolojisindeki salt bir dışlayıcılık mantığı güderek “Ben varsam başkası yoktur.” anlayışı öngörmez. İslamın evrensellik fikri onun Tevhid dini olduğunu, sadece bir olan Allah’a inanmayı temel almakla kalmayan, birlik ve bütünlük arz eden bir insan ve toplum bilinci kurmayı gaye edinen, tüm insanların kurtuluşu için çalışmayı öngören bir din olmasıyla paraleldir. Ayrıca Kur’an diğer din mensuplarını da kendi evrensel ve değişmez olmayan bir noktaya davet ederek adeta onlara kurtuluş anahtarı sunar. Diğer dini geleneklerin de kurtuluş için gerçek manada Allah’a ve ahirete iman etmelerini şart koşar. Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah’a ve Ahiret gününe gerçek manada iman etmiş olsalardı, kendi dinlerinde ve mezheplerinde Allah’a ve Ahirete iman konusunda farklı düşüncelere sahip olmazlardı. Yani Yahudilerin ve Hıristiyanların çeşitli fırka ve mezhepleri Allah’a ve Ahirete iman konusunda farklı farklı fikirler ortaya atmışlardır. Ayrıca İmam Maturidi Yahudilerin ve Hıristiyanların peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayarak bir çeşit iman problemi taşıdıklarını Şayet Yahudilerin ve Hıristiyanların çeşitli fırka ve mezhepleri Allah’a ve Ahirete iman etselerdi özellikle bu iki meselede farklılık göstermeyeceklerini belirtir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/56) İmam Maturidi “Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/62) Bu Ayeti Kerimenin zahirinde Yahudiler ve Hıristiyanlar için bir kurtuluş gözüküyor gibi olsa da bu konuya birkaç yorum getirir. Birincisi; İman edenleri “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız”. (Bakara 2/285) ayeti ile tanımlamış, Yahudi ve Hıristiyanları ise "Bir 140 kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" (Nisa, 4/150-151) ayeti ile peygamberlerin arasını ayırdıkları ve Allah’ın gönderdiği kitapların bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettikleri için, Allah onları Kitapların ve Rasullerin tamamına iman etmeye çağırmıştır. Onların arasını ayırmayıp, Müslümanlar gibi topluca iman ederlerse o zaman onlar için korku ve hüznün olmayacağını, böyle bir imanın da zaten İslam olacağını ifade etmiştir. İkincisi: Maturidi, ayette zikredilen Allah’a imanı tanımlarken “Kitapların ve Rasullerin tamamına inanmak” diye tanımlamıştır. Lakin Yahudi ve Hıristiyanlar hakiki manada Allah’ı bilip iman etselerdi kitapların ve rasullerin arasını ayırmazlardı. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/59 Ayc. Bkz. c.II/56) Üçüncüsü, Maturidi, Yahudilerin ve Hıristiyanların her ne kadar Allah’a inanıyoruz deseler de Allah’a oğul isnat etmelerinden dolayı Allah’ın birliğine inanmadıklarını ifade eder. Ahirete ve dirilmeye inanıyorum demeleri de aynı şekildedir. Ahirete ve dirilmeye inanıyoruz demelerine karşın ahirette vaat olunana ve hesaba çekilmeye inanmamaları Ahirete inanmadıklarını göstermektedir. (Özcan, 1999, s. 117-118) Ayette geçen Salih Ameli ise şöyle iki şekilde yorumlar. Birincisi, Tüm insanlar için dünyadaki en büyük iyilik, onların Allah’a iman etmeleri ve Tevhidi dimdik ve kusursuz bir şekilde ayakta tutmalarıdır. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 309a-b) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/627) İkincisi, Rasullerin ve kitapların bir kısmını inkâr etmenin Salih amel sayılamayacağıdır. Bu şekilde bir iman onların gerçek manada iman etmediklerini, ayette zahiren onlarla ilişkilendirilen bir Kurtuluş durumunun ise bu sebepten dolayı iptal olduğunu belirtir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/56) Maturidi, İslamı din olarak kabul edip benimsemeyen bir kişinin, belli bir ibadeti yerine getirse dahi o ibadetin ondan kabul edilmeyeceğini belirtir. Çünkü her ibadetin makbul derecesine ulaşması şüphesiz ilk önce İslam dinini benimsemekle olur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 447) Allah ibadetin makbul olabilmesi için İslamı şart koşmuş, onu da kendi içinde dışarıdan gelecek herhangi bir değişmeye mahal vermeyecek şekilde sürekli kılmış, nesih kabul etmez bir konuma getirmiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 493) 141 İslam dini diğer din mensuplarından ehli kitaba kurtuluş için Allah’a ve ahirete imanı ve salih amel işlemeyi (Bakara, 2/62) şart koşmuştur. Allah’a ve ahirete imanın temelinde ise bir ve tek olan Allah’a şirk koşmadan tabi olmayı, kulluğu yalnızca O’na has kılmayı esas alan tevhid anlayışı bulunmaktadır. İslam dininin öngördüğü tevhid anlayışı çerçevesinde bir kurtuluş mümkün iken, Yahudi ve Hıristiyanların oluşturmuş olduğu teslis ve antropomorfizm merkezli ulûhiyet anlayışları çerçevesinde bir kurtuluş mümkün gözükmemektedir. E-PEYGAMBERLİK VE SON PEYGAMBER Allah insanların kurtuluşunu kolaylaştırmak ve istikamet üzere bulunmalarını sağlamak için onlara sürekli peygamberler göndermiştir. Doğru ve gerçek nübüvvet anlayışına sahip olmayı da imanın temeli saymış, Peygamber arasında da hiçbir ayrım yapmamayı (Bakara, 2/185) emretmiş, rasulüne imanı ve itaati de kendisine iman ve itaat ile eş tutmuştur. Dolayısıyla Allah mutlak manada kurtuluş için son peygamber olan Hz. Muhammed’e imanı şart koşmuş, son peygamber Hz. Muhammed’e iman olmadan kurtuluşun mümkün olamayacağını belirtmiştir. Allah insanlara doğruluğu göstermek, adaleti tesis etmek ve bunların zıddı olan zulüm ve yalanı tanıtmak ve de mahiyetini bilmediğimiz şeyleri açıklamak için peygamberler göndermiştir. Ayrıca insan nefsinin yapısı kurtuluş umduğu yerde kişiyi helake götürecek, fayda beklediği yerde ona zarar verecek bilgisizlikle donatılmıştır. Nefsin bu özelliği, insanın bütün davranışlarının sonuçlarını bilen bir zâta ihtiyaç duyduğunu kanıtlamaktadır. Bu zât ise Allah’ın insanlar arasından seçtiği ve insan nefsinin arzu ve isteklerine uymadan insanı ve nefsini eğiten Peygamberler dir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 224) Maturidi’ye göre Tüm peygamberler kendi döneminde insanları Tevhide çağırmış, Her peygamber de Allah’ın birliği konusunda kendi kavmine delil getirerek, kavimlerinin delilsiz iddialarını çürütmüştür. (ElMaturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/327) 142 Maturidi’ye göre nübüvvet akli bir zorunluluktur. Çünkü Allah’ın yarattığı her nesnenin gerçek bilgisini insanlar tecrübe edip öğrenmeden, peygamberler göstermiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 225) Peygamberler insanlara çeşitli meslek ve sanatları öğreterek toplumlara önder olmuşlardır. Peygamberler toplum içerisinde en akıllı ve bilgili kişiler olup, insanların kendilerine her türlü bilgiyi danıştığı nasihatçi ve doğru sözlü kişiler olmuşlar, İnsanlar arasındaki her türlü anlaşmazlığı giderecek kişi konumunda olmuşlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 226) Maturidi, doğruya ulaşmanın iki ihtimalinden bahseder. Birinci görüşe kişi doğruyu kendi aklıyla bulur. Bu ise her din mensubunun haklı olduğu sonucuna götürür ki, bu sonuç akıl ve mantık açısından imkânsızdır. İkinci ihtimal ise, kişinin doğruyu bulmak için akıllı birinin peşinden gitmesidir. Tercih edilen kişinin aklı Allah nezdinde insanlara gelmiş elçi konumuna geçer. Bu durumda akıl sahibinin şahsiyetini ve kişiliğini bize tanıtacak bir delil lazımdır. Bu delil ise bizi Allah’tan haber getirdiğini hem şahsiyetiyle hem de mucizeleriyle kanıtlayacak olan peygamberdir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 228) İmam Maturidi insan aklının peygamberlere olan ihtiyacını ve onları kabul etmenin gerekliliğini açıklamış, bunları sıralarken aklın her şeyi kavrayamayacağını da dile getirmiştir. Bunun sebebini de iki şekilde açıklamıştır. Birincisi, insan organlarının sınırlı olduğu gibi aklının aynı sınır dâhilinde olması, aklında arızi konular ile karşılaşabilecek durumda olması, İkincisi ise, Allah’tan gelen haberleri insanlara açıklayacak birisine ihtiyaç duymasıdır ki bu ihtiyacın giderilmesi ancak risalet ile mümkün olur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 229) Allah insanlara peygamber göndermese de onların yaratılışında, fıtrat gereği Tevhide ulaştıracak deliller vardır. Fakat Allah insanların kendisine, “Bize niçin peygamber göndermedin.” (Taha, 20/134) diye özür beyan etmelerini engellemek ve Allah’a karşı kulluk görevlerini daha iyi anlamaları için peygamberler göndermiştir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.III/142) İnsan aklı Tevhide ulaştırsa da nübüvveti (şeriatı) bilmede ve belirleme yeterli değildir. Şayet İnsan aklı nübüvveti anlayacak yeterlilikte olsaydı bile nübüvvet yine gerekli olurdu. Çünkü Risalette, insanların işini kolaylaştıran, onlara yol gösteren, yanlış yollara dikkat çeken, uyaran ve hatırlatan faydalar vardır. Böylece insan nübüvvet sayesinde aklını daha iyi 143 kullanıp iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan daha rahat ayırt edebilmektedir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 231) Maturidi’ye göre nübüvvetin ispatı iki kısımda incelenir. Birincisi, peygamberlerin tavır ve davranışlarının en ufak bir şüpheye veya töhmete asla müsaade etmeyecek şekilde olmasıdır. Peygamberlerin bu vasıfları ise onların hiçbirisinin eğitim vasıtasıyla ulaşamayacağı bir mükemmeliyettedir. Bu ise yüce bir varlık olan Allah’ın izniyledir. İkincisi ise, peygamberlerin göstermiş oldukları mucizelerdir. Bu mucizeler feraset ve maharet sınırlarını aşmış, eğitim ve öğretimle gerçekleşecek bir şey olmaktan çıkmıştır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 236) Ayrıca peygamberlerin bizatihi kendilerinde, Allah tarafından gönderildiklerini kanıtlayan deliller vardır. Bunlar; peygamberlerin göstermiş olduğu mucizelerin sihir, büyü, göz yanılgısı ve hayal ürünü olmaktan çok uzak olması, Allah elçilerinin mucizesini peygamber olmayanların iddia edip gösterememesi, peygamberlerin hitap ettiği toplulukların akıbetini önceden bildirmeleri, Bu mucizelerin eğitim-öğretim yoluyla kazanılmaktan çok uzak olması, Allah elçilerinin nefislerine zor gelen şeyleri üstlenip, kendilerine tabi olan insanlara da bunları tavsiye ve nasihat ile emretmeleri ve peygamberlerin peygamberlik iddiaları için gerektiğinde canlarını bile tehlikeye atmalarıdır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 237) Tüm peygamberler tevhid dini olan İslam’ı tebliğ edip, tevhidin aslının bozulmaması için mücadele etmişlerdir. Peygambere iman konusunda onların arasını ayırmak ve onların bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamakla gerçek manada Allah’a iman etmek değildir. Bu bağlamda tevhidin son halkası olan Hz. Muhammed’in nübüvvetini inkâr etmek, gerçek manada Allah’a iman edilmediğini göstermekte ve mutlak hakikatle bağdaşmamaktadır. I. Hz. Muhammed’in Nübüvveti Hz. Muhammed Allah tarafından gönderilen peygamberlerin ve resullerin sonuncusudur. Yüce Allah ilahi hakikati insanlığa son peygamber Hz. Muhammed 144 vasıtasıyla son kez bildirmiş, bu hakikati aklı ve nakli delillerle desteklemiş ve kıyamete kadar değişmeden devam edecek şekilde kaim kılmıştır. Maturidi nübüvveti ispat eden her delilin peygamberimizin peygamberliğini de ispat ettiğini söyler. Yalnız peygamberimizin son peygamber olduğunu gösteren başka mucizeler vardır ki, bunların en başında geleni ve en büyüğü Kur’an-ı Kerimdir. (Işık, 1980, s. 122) Kur’anın kıyamete kadar ortaya çıkacak olaylara ve ihtiyaçlara cevap vermesi, gayba ve ebediyete ait bilgiler vermesi, geçmiş semavi kitaplarda belirtilen bilgileri bizlere haber vermesi mucizevî özeliklerinden bazılarıdır. Özellikle Ehli Kitab helak endişesinden dolayı Hz. Peygamberi apaçık bir şekilde inkâr edememiştir. Hatta peygamberimiz Yahudileri (Bakara, 2/94) ve Hıristiyanları (Ali İmran, 3/61) haksız olan kahrolsun şeklinde mübahaleye çağırmış, diğer din temsilcilerine de meydan okumuştur. Araf, 7/195 Yahudiler ve Hıristiyanlar peygamberimizin tüm vasıflarını bildiklerinden dolayı bu dünyada onun meydan okumasına karşı herhangi bir şey yapamamışlardır. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 239) Rasulullahın fizyolojik ve psikolojik yapısında da onun nübüvvetinin hak olduğunu gösteren bazı deliller vardır. Nesilden nesile geçen nur, sırtındaki nübüvvet mührü, göğsünün yarılması, uzun boylularla bile yan yana gelse daha uzun gözükmesi, asla puta tapanlardan olmaması, inkârcılara karşı tavırlarının açık ve net olması, onlara yaranma, taviz ve tartışma gibi konulara girmemesi, yalan söyleyen birisi olmaması, vb. şeyler inkârcıları aciz bırakmıştır. Ayrıca peygamberimizin büyücü ve sihirbaz olduğunu iddia etmeleri de peygamberimizin nübüvvetinin ve mucizelerinin büyüklüğünü göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 240) II. Hz. Muhammed’in Nübüvvetinin Delilleri a) Kendi Şahsı İle İlgili Deliller Hz. Muhammed’in nübüvvetinin ispatını kanıtlayan en önemli delilerden birisi Hz. Muhammed’in kendi şahsiyeti ve kişiliğidir. Hz. Peygamber kitapları ve böyle bir geleneği olmayan, eğitim ve öğretimin yaygın olmadığı bir toplum içerisinde yetişmiştir. Kitap geleneği olmayan bir toplumda peygamberimizin kendi 145 kendine eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunması söz konusu olamaz. Ayrıca Hz. Peygamber Okuma-yazma bilmeyen ümmi birisiydi. Böyle bir kişi kendi okuyamadığı gibi, başkası tarafından naklolunanı da ezberleyemeyeceği için, kureyş topluluğu peygamberimizin Kur’anı ezberlemesine hayret etmişlerdir. Bu da onun Allah tarafından seçilip eğitilen bir peygamber olduğunu göstermektedir. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 259) Hz. Muhammed’i görenlerin ve onunla birlikte olanların anlatışını dikkate aldığımızda onun eşsiz ve mükemmel bir güzelliğe sahip olduğunu görürüz. Ayrıca O’nun, herkesin düşmandan kaçtığı zamanda bile düşmanlarından kaçmaması, kesinlikle güçlü devletlerin liderlerine ve kâfirlerin reislerine karşı yaranma politikası izlememesi, (El-Maturidi E. M., 2002, s. 260) hiçbir ahlaki kötülükle anılmaması, ona tabi olmayan kimseler tarafından bile kendisine güvenilen ve asla hiçbir şekilde yalan söylemeyen bir kimse olarak tanınması, hiçbir kimseye karşı kendi nefsi için intikam vb. duygular beslememesi, insanlara ve diğer yaratıklara karşı şefkatli ve merhametli olması, cömert bir kişiliğe sahip olması, güç odaklarıyla sırf Allah rızası için mücadele etmesi, davasında vazgeçilmesi şartıyla her türlü mevki ve makamın teklif edilmesine rağmen dünya servetine aldırmaması, (Sad, 38/86) dünyaya fazla değer vermemesi, Allah düşmanlarının kalbine korku salması, yapılacak tüm korkulardan uzak olması gibi kişilik özellikleri onun şahsi olarak onun “Hatemül Enbiya” olduğunu gösteren delillerindendir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 254-255) Yine Peygamberimizin mübarek yüzlerinin ayın on dördü gibi parlak olması, Miskten daha güzel bir kokuya sahip olması, kendisinden şeriatla ilgili herhangi bir yanlış uygulamanın meydana gelmemesi, nefsi hiçbir menfaat beklentisinin olmaması, ağzından herhangi kötü bir sözün asla çıkmaması, (Işık, 1980, s. 121) eşsiz kişiliğinin ve örnekliğinin sonucu olarak ilk başta kendisine karşı amansız düşman olup onun getirdiği mesaja karşı ayak direyip, inat edenler kısa bir zaman sonra onun karşısında diz çöküp ona tabi olmak zorunda kalmaları Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu kanıtlayan özelliklerindendir. (Işık, 1980, s. 120) 146 b) Hissi Deliller Hz. Muhammed’in risaletine delalet eden hususlardan bir diğeri de hissi mucizelerdir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 256) Ayın ikiye bölünmesi, az olan yemeği çoğaltıp bereketiyle birçok insanı doyurması, bir gecede Mescid-i Aksaya gidip gelmesi, Parmaklarının arasından su fışkırtması, az bir su ile birçok kişinin susuzluğunu gidermesi, taşın selam vermesi, kütüğün inlemesi vb. bunlara örnektir. (Işık, 1980, s. 122) Kur’an-ı Kerim’de “Onlar ölümü asla temenni etmezler.” (Altıntaş & Şahin, 2005) ayeti inince Yahudilerin ölümden korkması, Allah’ın onu müşriklere karşı haklı çıkarması (Araf, 7/195) müşriklerin planlarını bilmesi, Hz. Aliye isyan ederek, fitne ve fesad çıkaracak kimselerin öldürüleceğini önceden haber vermesi, Kur’an bazı kimselerin cehennemlik olduklarını söylemesi (El-Maturidi E. M., 2003b, s. 73) ve bu kişilerin de gerçekten küfür üzerine ölmeleri (El-Maturidi E. M., 2002, s. 265) (Tevbe, 9/113) peygamberimizin son peygamber olduğunu gösteren diğer örneklerdir. Ayrıca geçmiş ümmetlerin peygamberlerinden ve bu peygamberler vasıtasıyla ümmetlerinden, Hz. Muhammed’in risaleti için söz alınması ve ümmetler diliyle peygamberimizin müjdelenmesi onun Tevhid halkasının son peygamberi olduğunu göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 256) c) Akli Deliller Bir diğer delil ise akli mucizelerdir. Akli mucizelerden ilki ve en başta geleni kendisine vahy edilen En Son İlahi Kitap Kur’an-ı Kerim’dir. (Işık, 1980, s. 122) Çünkü Kur’an-ı Kerim’in bir benzerinin insan gücüyle oluşturulamayacak nitelikte olduğunu beyan etmiş, Kur’an Hz. Muhammed’in kendi sözüdür, onu kendisi uyduruyor diyenlere de yine Kur’an kendisi meydan okumuştur. (Bakara, 2/23) (ElMaturidi E. M., 2002, s. 260) Araplar, Belagat ve Fesahat da çok ileri gitmelerine rağmen ve de söz sanatını çok iyi bilmelerine karşın K.Kerim’in söz sanatı, belagati ve fesahati karşısında aciz kalmışlardır. K.Kerim’in üslubunun akıcı, söz diziminin ise mükemmel olması, Arapların, şiir ve hutbelerde kullandığı fesahatin ve akıcılığın ötesinde bir üslup ve metot arz etmesi, Kur’anın yaratılmışların gücünü aşan bir 147 özellikte olduğunu, onun anlam ve mahiyetini edebi ilimlerde derinlik kazanan kişilerin anlayabileceğini göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 257) Yine Kur’anın, yaratıcı ve evrenle olan mükemmel ilişkisi ve Kur’anın geldiği toplumda bu mükemmel düzenin istidlallerini ortaya koyabilecek bir kimsenin bulunmaması da ayrı bir akli delildir Ayrıca Kur’an-ı Kerim gelmiş geçmiş tüm peygamberlerden ve gönderildikleri milletlerden ve onların durumlarından o güne kadar hiçbir kimsenin bilmediği birçok bilgiyi bizlere haber vermiştir. (Işık, 1980, s. 125) Kur’anın geçmiş ümmetler hakkında bilgiler vermesi ve gelecek hakkında da verdiği haberler, Kur’anın yüce bir kaynaktan geldiğini, Hz. Muhammed’in de “Hak Bir Peygamber” olduğunu gösteren akli Mucizelerdendir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 257) İmam Maturidi’ye göre, akli delillerden bir diğeri de Hz. Muhammed’in önceden haber verdiği hususların zamanı gelince gerçekleşmiş olmasıdır. Bu bilgiler ise sadece Allah’ın izniyle olmaktadır. İnsanın çabası ve gayreti buna erişemez. (ElMaturidi E. M., 2002, s. 263) Nübüvveti kanıtlayan akli delillerden bir tanesi de Allah’ın Hz. Muhammed’i destekleyeceğine dair vaadidir. Bu vaat diğer peygamberlerin hepsine olan vaadinin gerçekleşmesidir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 262) Hz. Muhammed kendisine insanlığın ihtiyacının en fazla bir dönemde gönderilmesi, (Maide, 3/19) Gönderildiği toplumun bir peygamber temenni etmesi, (Taha, 20/134) Peygamberliğinin İnsanlar için en belirgin ve en bilinen bir şehir olan Mekke’de zuhur etmesi, (Şura, 42/7) Hz. Muhammed’in gönderildiği kavim ve ortamdan hareketle onun Son Hak peygamber olduğuna delildir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 258) Hz. Peygamber ayrıca Kendi getirdiği dinin akıl ve mantık açısından en güzel din olduğunu idrak etmeleri için, inkârcıları diğer dinleri inceleyip araştırmaya davet etmiştir. Bu da İslam dininin Akıl ve Mantık açısından Üstün bir din olduğunu göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 261) Maturidi’ye göre Allahü Teâlâ Hz. Muhammed’in şair, sihirbaz ve yalancı olmadığını peygamberimiz vasıtasıyla inkârcılara açıklamıştır. Bu açıklama ile inkârcılar, peygamberimizin göstermiş olduğu mucizelerin; şair, kâhin ve 148 sihirbazların yaptığına benzer bir şey olmadığını ve emin bir insan olduğunu anlamışlardır. Allah’ın aynı şekilde Hz. Muhammed’e yardım edeceğini ve zafer kazanacağını haber verince müşrikler peygamberimizin yaptığı şeylerin sihir ve kâhinlikle ilgili değil de, bunun Allah’tan gelen vahiyle olduğunu bilmişler, fakat inat edip kibirlenerek iman etmemişlerdir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/291) Sihirbazların ve kâhinlerin yaptığı çoğu şeyler yalan, aldatmaca, şüphe ve zanna dayanan benzetme ve hayal ürünü olan bilgilerdir. Oysa peygamberlerin vahiy yoluyla insanlara sunduğu bilgiler melekler tarafından getirilmektedir. Meleklerinde doğru ve gerçek dışında bilgiler getirmesi mümkün değildir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 264) Bu açıdan Kur’an kendisine has söz dizimiyle şiirden, içerdiği muhteva ve konularıyla da kehanetten daha üstündür. Bu da onun bir beşer kelamı olmadığını açıkça göstermektedir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 261) Tüm bunlar Kur’anın ilahi bir hakikat, Hz. Muhammed’in hak bir peygamber ve İslam dininin de Tevhid dininin son halkası olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed’in nübüvvetinin delilerinden bir tanesi de kendisinden önce gelen peygamberlerin, peygamberimizin risaletini kabul edip, kendi kavimleri adına da ona inanıp, ona dinini tebliğ etmede yardımcı olacaklarına dair Allah’a söz verdiler. Çünkü tüm peygamberler ona iman ettiklerine ve kavimlerinin de şayet ona yetişirlerse ona iman edeceklerine dair söz verdiler. Böylelikle Hz. Muhammed’in peygamberliğine inananlar, nasıl görmedikleri halde gönderilmiş peygamberlerin tamamına iman ettilerse; diğer tüm peygamber ve ümmetler de peygamberimizi görmeden ve onun zamanına erişmeden ona iman etmişlerdir. Bu da tevhidin tek ve bir olduğunu, bir zincir halkası şeklinde süre geldiğini, imanın ise kayıtsız şartsız ve bir bütün halinde hepsine inanmakla gerçekleşmiş olduğuna kanıttır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. cII/348-349) Kur’anda zikredilen Hz. İbrahim’in kıssasında peygamberimizin risaletine delil vardır. Çünkü Hz. İbrahim’in kıssası Mekke’de doğup, büyüyen, Mekke’den ayrılmayan, Mekke dışından hiçbir kimseyle görüşmeyen peygamberimiz için gaybi bir meseledir. Peygamberimiz okuma yazma da bilmiyordu. Üstelik de Arap toplumunda da bu kıssa ile ilgili herhangi bir bilgi mevcut değildi. Ne puta tapanların 149 ne de Yahudilerin ve Hıristiyanların Allah’ın birliğini peygamberimize öğretme durumu da yoktur. İşte bu ve benzeri haberleri peygamberimizin bizlere bildirmesi, onun vahyin diliyle konuştuğunu ve risaletini kanıtlamaktadır. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/138-139) Maturidi’ye göre Peygamberimiz Hz. Muhammed Ehli kitabın sadece kendi önderleri tarafından bilinen ve kitaplarında mevcut olan bilgileri onlara haber vermiştir. Öyleki Ehli kitabın Peygamberimizin ve ümmetinin vasfını gizlemelerini Allah ve Rasulünden başkası bilmiyordu. Onlar da sırları bu tahrifatı kimseye açıklamıyorlardı. Onlara niçin hakkı gizledikleri sorulduğunda, ne zaman hakkı gizledik dememeleri hakkı bilip gizlediklerine delildir. (El-Maturidi E. M., 20052009, s. c.II/334) Bunu ise bütün sırlara vakıf olan Allah peygamberi aracılığıyla ortaya çıkarmıştır. Bu ise Hz. Muhammed’in risaletinin delillerindendir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/330) Peygamberimizin yaşadığı dönemde veya kendisinden önceki peygamberlerin yaşadığı dönemde, gerek Ehli kitap gerekse münafıklar hakkında olsun gizli birçok bilgiyi Allah’ın bildirmesiyle insanlığa açıklaması onun Allah katından ilahi mesaj aldığını ve Allah’ın insanlığa göndermiş olduğu son elçi olduğunun kanıtıdır. III. Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin Evrenselliği Peygamberimiz tüm insanlığa gönderilmiş olup, Allah tarafından kendisine kesin zafer vaat edilmiştir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 262) “Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (Mü’min, 40/51) Hz. Muhammed, kendisinden önceki peygamberlerin aksine tüm insanlara ve cinlere gönderilmiş bir peygamberdir. Cinler dâhil tüm aklı başında varlıkların ona iman etmesi zorunludur. Yani o beyaz, siyah, esmer, kırmızı tüm insanlara gönderilmiştir. (Işık, 1980, s. 126) Hatta bu konuda “Ben siyah ve beyaza gönderildim.” (Müslim, Mesacid/3, Buhari, Salât/56) (Canan, 1991-1994, s. c.12/380-1381) şeklindeki Peygamberimizin hadisi de buna delildir. Diğer 150 peygamberlerin tamamı özel kavimlere, bir beldeye, köye veya sınırlı bir bölgeye gönderilmiştir. Peygamberimizin risaletinin yeryüzünün her tarafına yayılması onun tüm insanlığa gönderildiğinin delilidir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/56) Hz. Muhammed son peygamber olup kıyamete kadar ondan başka hiçbir peygamber de gönderilmeyecektir. (Işık, 1980, s. 126) Hz. Muhammed’in gelmesiyle tüm dinlerin hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Hz. peygamberin risaleti tüm insanları hatta cinleri de kapsayacak şekilde olup ondan başka hiçbir peygamber gelmeyeceği için onun şeriatı kıyamete kadar yürürlükte kalacak tek şeriat olacaktır. (Işık, 1980, s. 127) Her insan bulunduğu zamanda muhakkak ilahi emir ve yasaklarla muhatap olmuştur. Nitekim vahiy kendi döneminde gelsin ya da gelmesin fark etmez. Bundan dolayı şu dönemde yaşayan herkes, Hz. Muhammed’e (a.s) gelen emir ve yasaklara uymakla sorumludur. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 164) Sonuç olarak Hz. Muhammed’in son peygamber olması, evrensel bir peygamber olması, ümmetinin diğer ümmetlerden üstün olması, getirdiği dinin kıyamete kadar sürecek tek ilahi hakikat olması gibi özellikler onun hak ve gerçek bir peygamber olduğunu diğer peygamberlerden de üstün olduğunu göstermektedir. IV. Hz. Muhammed’in Üstünlüğü Peygamberimiz Hz. Muhammed’i diğer peygamberlerden üstün ve mükemmel kılan bazı özellikler vardır. Bu özelliklerin başında ise tevhid halkasının son peygamberi olması gelmektedir. Bunun dışında yine Hz. Muhammed’in risaletinin kıyamete kadar devam edecek olması, tüm insanlara ve cinlere gönderilen bir peygamber olması peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün olduğunu, risaletinin ise hak, gerçek ve evrensel bir karakterde olduğunu göstermektedir. Maturidi’ye göre peygamberler için kullanılan bazı isimler ve sıfatlar bir peygamberin diğer peygamberden üstün olduğunu gösteren delillerdendir. Peygamberlere bu isimler sırf onların derece bakımından yüceliklerini ifade etmek için verilmiştir. (Özcan, 1999, s. 104) Maturidi’ye göre peygamberlerin birbirine 151 üstünlüğü sadece isimler veya sıfatlarla sınırlı olmayıp onların gönderilmiş oldukları topluluklara sunmuş oldukları delillerle de ilgilidir. Ayrıca sadece insanlara mı yoksa hem insanlara hem cinlere mi gönderilmiş oldukları da peygamberlerin birbirine olan üstünlük sebeplerindendir. Hz. Muhammed’in insanlara ve cinlere rahmet olarak gönderilmesi onun üstün özelliklerindendir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.IX/334) Hz. İbrahim ve Hz. Musa sunduğu deliller açısından, Hz Muhammed de hem cinlere hem insanlara gönderilme açısından üstündür. (Özcan, 1999, s. 105) Peygamberlerin birbirlerine olan üstünlüğü kişiliklerinden kaynaklanan özellikler değildir. Çünkü her peygamber Allah tarafından kendisine verilen tebliğ etme vazifesini hakkıyla yerine getirmiştir. Allah’ın elçileri olma açısından bir üstünlükleri söz konusu değildir. Maturidi’ye göre üstünlük, peygamberlerin görevlerinin önemi ve kapsamı dolayısıyla kendilerine verilen hak, yetki ve ayrıcalık değişikliğinden kaynaklanmaktadır. (Işık, 1980, s. 116) Bazı peygamberler Allah’la konuşma ayrıcalığına sahip olmuş, (Nisa, 4/164) Bazılarını Allah kendisine dostHalil- edinmiş, (Nisa, 4/125) Bazılarının emrine ise rüzgâr ve kuşlar verilmiştir. ( Sad, 38/36) Yine Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın kavimleriyle olan sürekli ve büyük mücadeleleri, onlarla yaptıkları büyük tartışmalarda onları mağlup etmek için, son derece güçlü ve etkili delillerle desteklenmiş olmaları, (Yusuf, 12/21,56 ) Bazısının yalnızca insanlara, bazısının hem cinlere hem de insanlara, bazısının sadece bir gruba, bazısının da özel insanlara gönderilmesi peygamberlerin birbirlerine olan üstünlüklerindendir. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. 51a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/212) Maturidi’ye göre Hz. Muhammed diğer peygamberlerden üstündür. Çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de diğer peygamberlere nübüvvet ve risalet ismini eklemeden, (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.XIV/46-47) ebeveynlerinin kendilerine verdiği yaratılıştaki isimlerle “Ey Musa”, “Ey Nuh”, “Ey Lut” gibi hitap ederken, sadece Hz Muhammed’e “Ey Rasul” ”Ey Nebi” şeklinde Risalet ve Nübüvvet ismiyle hitap etmiştir. (El-Maturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 146a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.II/39) 152 Ayrıca bir üstünlük de O’nun ümmetinin diğer ümmetlerden üstün kılınmasıdır. Burada Hz. Muhammed’in ümmetine “Ey iman edenler”, “Ey Mü’minler” gibi ifadeler kullanılırken, diğer ümmetler için “Ey Âdemoğulları!”, “Ey İsrailoğulları!” gibi ifadeler kullanılmıştır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.XIV/46-47) Bu da Hz. Muhammed’in ümmetinin üstünlüğünü göstermektedir. Ayrıca diğer peygamberlerin nübüvveti ve risaleti sona erdiği halde Hz Muhammed’in risaleti ve nübüvveti devam etmektedir. Bu gibi özellikler Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden ve nebilerden, ümmetinin de diğer ümmetlerden üstün olduğunu göstermektedir. (Özcan, 1999, s. 106) Maturidi’ye göre Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu gösteren özelliklerden bir tanesi de Allah’ın O’nun ümmetini insanların içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olarak tanımlamasıdır. Bunu ise iki sebeple açıklar. Birincisi, İslam ümmetinin geçmiş ümmetlerin dillerinde ve kitaplarında hayırlı ümmet olarak anılmalarıdır ki Tevrat ve İncil’de en son “Muhammed ümmeti” diye bir ümmet gelecek, “O, en hayırlı ümmettir” denilmiştir. İkincisi ise önceki ümmetlerin peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederken, İslam ümmetinin ise ayrım yapmadan hepsine inanmasıdır. Ayrıca İmam Maturidi Hayırlı Ümmet olmanın vasfının ise; iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak olduğunu belirtmiştir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.I/299) Hz. Muhammed’in üstün özeliklerinden bir tanesi de kendisinden önceki peygamberler tarafından ümmetlerine müjdelenmiş olmasıdır. Özellikle Hz. İsa, İsrail oğullarına “Kıyamete Yakın” bir zamanda ismi “Ahmed” olan Tevratı doğrulayan ve kendisini tasdik eden bir peygamberin geleceğini müjdelemiştir. (ElMaturidi E. M., TRS-TSMK, No:180, s. 704b-705a) Ayc. Bkz. (El-Maturidi E. M., Te'vilatü Ehlissünne, M.2004, H.1425, s. c.IV/118-119) Allah’ın Hz. peygambere vermiş olduğu en büyük nimetlerden birisi de Ahirette günah işleyen Mü’min günahkârların tüm ümitlerini yitirdikleri ve kendilerine bir şefaatçi ve yardımcı aradıkları sırada Allah’ın izniyle onlara şefaat etmesidir. (Işık, 1980, s. 131) Maturidi’ye göre büyük günah işleyenler Müslüman olup bütün iman vasıflarını taşıyıp, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktadırlar. 153 Bundan dolayı da peygamberimiz Allah’ın izniyle onlara şefaat edecektir. Bu da peygamberimizin üstün özelliklerinden bir tanesidir. (Işık, 1980, s. 132) F-İMAM MATURİDİ’NİN ÇAĞIMIZ AÇISINDAN DEĞERİ Özelde dini tekelcilik daha genelde ise dini çeşitlilik tartışmaları bağlamında düşüncelerini okumaya çalıştığımız İmam Maturidi’nin en temel özelliği evrensel bir İslam tanımını kabul etmesidir. Bu yüzden o dinin temel ilkelerine vurgu yapmış, olgudan hareket ederek bunların üzerine sistematik aklı koymuştur. Maturidi Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e gelen vahiylerin ve dinlerin hepsinin aslının ve özünün Tevhid olduğunu, İslam dininin ise bu geleneğin son halkası olduğunu vurgulamış, İslam dininin evrenselliğini ortaya koymuştur. İmam Maturidi ulûhiyet konusuna büyük önem vermiş ve hak din ile ulûhiyet kavramını birbirinin gerektiren ve birbirini tamamlayan iki kavram olarak ifade etmiştir. Maturidi doğru bir ulûhiyet tasavvuru için vahiyle sıkı bir irtibat içerisinde olunması gerektiğini önemle vurgulamıştır. (Özcan, 1999, s. 15) Tüm peygamberler insanlara Tevhidi anlatmak ve Allah’a kulluk etmeye çağırmışlardır. Lakin onların şeriatları ve hükümleri birbirinden farklı olmuştur. Şeriatların farklılık arz etmesi Tevhid dinine herhangi bir zarar vermemiştir. Allah peygamberlere istisnasız olarak Tevhid dini vasiyet etmiştir. Te’vilat’ta Maturidi buna en açıklayıcı olarak Hz. Nuh’un şeriatını değil de dinini vasiyet etmesini örnek gösterir. (El-Maturidi E. M., M.2004, H.1425, s. c.IV/398-399) Maturidi, dinin öğrenilmesi konusunda ilke olarak başvurulacak iki bilgi kaynağından yararlanmanın kaçınılmaz olduğuna işaret eder. Bunlardan biri akıl, diğeri de nakildir. Ona göre toplumların farklı din anlayışlarına sahip bulunduğu, bunun yanında her bir grubun kendi anlayışının isabetli, diğerinin ise batıl olduğu yönünde bir kanaat taşıdığı ve bu kanaatin atalarından kendilerine intikal ettiği hususu inkâr edilemeyecek sosyolojik bir gerçektir. (El-Maturidi E. M., 2002, s. 3-4) Maturidi insanın inanç ve duygu dünyasını ifade eden Kalb kavramı ile Akıl arasında bir ilişki kurar. Maturidi’ye göre Kalb İmanın nuru ile düşünen, her türlü kötü düşünceden temizlenmiş akıldan kinaye olarak kullanılmaktadır. Akıl bilgiye 154 ulaşmada çok değerli olmasına rağmen, güç açısından sınırlı olup mutlak değildir. (Özdeş, 2006, s. 246) Çünkü akıl ilk önce duyu organlarının vereceği bilgilere göre karar verir. Ayrıca insanın İhtirasları, kötü duyguları ve şehvetleri onun tefekkür dünyasını sınırlamakta, insanların doğru ve sağlıklı bir akıl yürütme yapmalarına engel olmaktadır. (El-Maturidi E. M., 2005-2009, s. c.II/266-270) Maturidi’nin İslam düşüncesine en önemli katkılarından birisi de bilgi teorisidir. Maturidi’nin bilgi teorisinde Epistemolojiye kazandırmış olduğu en önemli şey ise Haberi de bir bilgi kaynağı kabul ederek, vahiyle gelen bilginin bir bilgi kaynağı olduğunu saptamış olmasıdır. (Atay, 2006, s. 175) Maturidi insan iradesine önem vermiş, insanın gerçek anlamda fiil ve davranışlarında hür ve özgür olduğunu vurgulamıştır. Bu hürriyet ve onun getirmiş olduğu sorumluluk bilinci insana her şeyin bilgisini öğrenerek ilmi elde etmesini ve sonucunda da medeniyet inşa etmesini sağlamıştır. Bilginin oluşması ve gelişmesi; İslam kültür ve medeniyetinin oluşmasında çok önemlidir. İslam dünyasında maturidi gibi düşünürler ihmal edildiği için hür düşünce yerine ezberciliğe yönelme başlamış bunun sonucunda da İslam düşünce dünyasında; Bilimde, düşüncede ve kültürde muhtelif düşüncelerin yok sayılmasıyla birlikte sürekli bir tekrar ve donuklaşma baş göstermiştir. (Atay, 2006, s. 174-175) İmam Mansur El-Maturidi, İslam dünyasının birçok gelişme ve değişmelere sahne olduğu, farklı mezhep ve fırkaların faaliyet gösterdiği ve pek çok siyasi ve fikri mücadelenin yaşandığı bir dönemde ve coğrafya da yaşamış olmasına rağmen kendine özgü metod ve yorumlarıyla, İslam ilim ve tefekkürünün gelişimine ve İslam akidesinin sistemleşmesine yapmış olduğu katkılar O’nu çağımız açısından tartışılmaya değer bir fikir adamı olarak karşımıza çıkarmaktadır. (Özdeş, 2006, s. 243) Maturidi yaşadığı dönemde birçok farklı siyasi, felsefi ve gnostik ekollerin çatışma ve bunalım yarattığı bir dönemde akıl ve vahiy arasında dengeli bir din anlayışı ortaya koymaya çalışmıştır. Aklı dini bilginin elde edilmesinde en güvenilir kaynaklardan biri olarak kabul etmiştir. O, Kitabü’t Tevhid’de görüldüğü kadarıyla 155 İnsan bilgisinin kaynaklarını ele alarak analiz eden ilk Müslüman düşünürdür. (Kutlu, 2006, s. 51) O’nun düşüncesi çerçevesinde oluşturduğu kavramlar ve yaptığı yorumlar kendisinden sonraki ilham kaynağı olmuş ve Ehli Sünnet teolojisinin oluşmasına zemin hazırlamış ve Çağdaş araştırmacılar tarafından Liberal Ehlisünnet teolojisinin veya Spekülatif teolojinin kurucusu olarak görülmüştür.(Kutlu, 2006, s. 51-52) Maturidi’nin Kitabu’t Tevhid ve Te’vilatül Kur’an adlı eserleri Türk din anlayışı ve düşünce tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü onun bu eserleriyle birlikte akılcılık ve hoşgörü Türk din anlayışının temel taşları olmuştur. Türk toplulukları içerisinde Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi-ı veli, Yunus Emre gibi büyük Türk mutasavvıflarının yetişmesinde, Şii-İsmaîlî fikirlerin etkisiz kılınarak Türklerin Hanefi- Maturidi din anlayışı etrafında toplanmasında ve Selçuklu-Osmanlı adıyla bilinen büyük Türk devletlerinin kurulmasında onun düşünce ve fikirlerinin önemi büyüktür. (Kutlu, 2006, s. 52) Maturidinin dîni, îtikâdi ve diğer görüş ve düşünceleri günümüz dünyasında karşılaşılan birçok problemin çözümünde çıkış yolu olarak gözükmektedir. Bu bağlamda Maturidi ve onun oluşturduğu düşünce sisteminin Müslümanlar tarafından yeniden okunup değerlendirilmesi gerekmektedir. Özellikle Batı medeniyeti ve modernite karşısında Müslümanların önüne iki seçenek bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Batı medeniyetini taklit etmek, ikincisi ise tek hakikat ve kurtuluş olan gerçek Müslümanlık yolunu seçmektir. Birinciyi seçerse kendini oyalamak ve oyun oynamaktan başka bir iş yapmaz. Şayet ikinci yolu seçerse işte o zaman kendi geçmişiyle ve kudretiyle canlı bir geleceğe doğru yol alacaktır. Bu yol ise kurtuluş bekleyen milyonlarca insanın imanını kurtaracak tek kurtuluş yoludur. Bu yol Maturidi ve onun düşünce sistemi sayesinde kendi inancına ve tarihine güvenip onunla birleşen atalarımızın inşa ettiği büyük medeniyetlerin sırrında gizlidir. (Esed, 2001, s. 78) Bu ise kendimize olan güven duygusunu yenilemekten geçmektedir. (Esed, 2001, s. 107) Sonuç olarak söylemek gerekirse, İslam düşüncesinde önemli bir mihenk taşı olan İmam Maturidi’nin asırlar öncesinden insanlığa sunduğu fikirler hala tazeliğini 156 korumakta, bu manada insanlık ve İslam âlemine yol göstererek adeta rehberlik etmektedir. İmam Maturidi’nin akıl, mantık ve deliller çerçevesinde sunmuş olduğu fikir ve düşünceler, günümüz modern dünyasında insanlığın çözüm beklediği birçok meseleye çözüm üretmek için önemsenmesi gereken bir noktada durmaktadır. 157 SONUÇ Bu çalışmamızda farklı dini geleneklerin mevcut şartlarda birbiri ile zıt gözüken hakikat, doğruluk ve kurtarıcılık iddialarının İslam düşüncesi bağlamında İmam Maturidi örneği üzerinden incelenmeye çalışılmıştır. Dini tekelciliği kısaca her inancın kendisini hak, doğru, üstün ve kurtarıcı olarak görmesi şeklinde tanımlayabiliriz. Her inancının kendi varlığını devam ettirebilmesi ve müntesiplerince gelecek nesillere aktarılabilmesi için kendisini üstün, hak ve doğru görmesi kaçınılmazdır. Çünkü her dini inançlar müntesiplerini rölâtivist değil, kesin ilkelerle kendisine bağlamak ister. Burada önemli olan bir inancın kendisini hak, doğru ve kurtarıcı olarak görmesi değil, kendi dışındaki inançları yanlış ev sapkın görmesidir. Dışlayıcı, tekelci, partikülarist ve eritimci dini tekelcilik ve dini dışlayıcılık ile İslam’ın son ve hak din olduğu tezi aynı anlamsal ve sosyolojik bağlamı bulunan dir durum değildir. Çünkü İslam son ve hak din olduğunu tevhid eksenli bir dini mutlaklıktan almaktadır. Her paradigma ötekine göre mutlak olarak tekelci yada dışlayıcı bir karakter arz eder. Çünkü her doğruluk iddiasında bulunan dini gelenek aynı zamanda diğerinin de yanlış olduğunu iddia etmektedir. Özellikle son yıllarda dini çeşitlilik bağlamında tartışılan dini çoğulculuk mutlak doğru ve başka türlü düşünmeye izin vermeyen ve tüm dinleri eşit seviyeye indirgeyen yapısı itibariyle çağdaş bir dini dışlayıcılık paradigması görüntüsü vermektedir. Batı dünyasında anlaşılan ve sosyolojik bağlamda kurtarıcılık, doğruluk, üstünlük, biriciklik gibi temel argümanlar dikkate alındığında İslam düşüncesinde bu anlayışın Batı düşüncesinde olduğu gibi tamamen olumsuz ve indirgemeci bir tabirle ifade edilmesi yerine teolojik manada Tevhid kaynaklı dini hakikat ve dini mutlaklık gibi terimlerin kullanılması daha doğru olacaktır. Konuyu vahiy merkezinde değerlendirecek olursak İslam ile diğer dinler açısından büyük bir farklılık vardır. Hıristiyanlık kişi merkezli bir vahiy anlayışına sahip iken, İslam önermesel bir vahiy anlayışına sahiptir. Hıristiyanlık kişi merkezli vahiy anlayışına sahip olduğu için doğruluk, mutlaklık ve hakikat iddiası 158 kurumsaldır. Mesajını kilise vasıtasıyla sunduğu için kurumsaldır. Bu da seküler ve dünyevi bir karakter arz etmektedir. Hıristiyanlık kurtarıcılığını İsa mesihten almaktadır. Tanrıya değil kişiye bağlıdır. İsa Mesih hem kendisi kurtarıcı hem de kiliseler onun adına kurtarıcıdır. İslam dininde kurtuluş ise önermesel vahiy anlayışı nedeniyle ilahidir. Doğrudan Allah’ın vaadine dayanmaktadır. Hiç bir kişi ve kurum bu yetkiye sahip değildir. Bunun sonunda da İslam dininde dini tekelcilik tevhid merkezli dini mutlaklık şeklinde tezahür eder, dini eritimci, dışlayıcı ve partikülarist bir karakter arz etmez. Bu bağlamda semavi dinlerin kurtarıcılık ve mutlaklık iddiaları birbirinden farklıdır. Yahudilik de etnik bir karakter arz edip, bir ırkın üstünlüğü merkezine dayanan bir kurtarıcılıktır. Hıristiyanlık da ise kişi ve kurum merkezli bir kurtuluş iddiası bulunmaktadır. Hatta kilise dışında kurtuluş yoktur şeklinde formülize edilmiş zamanla bu kültürel dışlayıcılığa da dönüşmüştür. İslam dini ise Doğrudan İlahi bir kurtuluş vaadine dayanıp, Önermesel vahiy anlayışından kaynaklanan bir kurtuluş anlayışı söz konusudur. Ayrıca İslam dışındaki dinlerde kurtuluş dünyevi bir karakter arz ederken, İslam dininde kurtuluş hem dünyevi hem de uhrevi bir karakter arz ettiği için ilahidir. Öte yandan İslam mensuplarına göre İslam yeryüzünde herhangi bir bozulmaya ve değişikliğe uğramayan tek ve yegâne dindir. İslam, filozofların ortaya koyduğu felsefi bir düşünce sistemi değil, peygambere Allah tarafından vahyedilmiş son ilahi dindir. Bundan dolayı da zamanın ve zeminin değişmesi, fikirlerin gelişip farklılaşmasıyla İslam dininin inanç esasları ve akide sisteminde herhangi bir değişikliğin meydana gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden İslam diğer dinler arasındaki tek, üstün ve yegâne din olma özelliğini muhafaza eder. Diğer dinlerinde doğruluk ve hakikat sahibi olduklarını dile getirmek, bunlar vasıtasıyla da İnsanların kurtuluşa ulaşabileceklerini iddia etmek yalnızca Allah’ın hak olan dinini hafife almakla kalmayıp, diğer insanların ve dinlerin mensuplarının da İslam dininden haberdar olmalarını engellemek gibi bir sonuç doğurur. Bu ise Allah’ın ve peygamberin tüm Müslümanlara yüklemiş olduğu tebliğ vazifesini göz ardı etmektir. 159 İmam Maturidi bu manada hiçbir dinin mutlak hakikati temsil etmeyerek hepsinin eşit doğruluk ve kurtarıcılık iddiasına dayandığı dini çoğulculuk yerine, mevcut dinler arasında yalnızca İslam dininin mutlak, hak ve kurtarıcılık anlamındaki bir dini mutlaklığı savunmaktadır. Çünkü Maturidi, tevhidcilik anlamında mutlakçı ve hakikatçidir. Çünkü o hiçbir zaman Allah’ın birliği kulluğun yalnızca ona yapılması ve Hz. Muhammed’in son peygamber olmasından hiçbir zaman ödün vermemiştir. İmam Maturidi’nin dini tekelcilik bağlamındaki İslamın doğruluk, hakikat ve kurtuluş merkezli teolojik iddiasına tevhitçi anlayış ya da mutlaklık, diğer dinlerin iddialarına ise hususiyetçilik ya da dışlayıcılık denilmesi daha doğru bir durumdur. 160 KAYNAKÇA ACAR, Rahim. (2008). "Dini Çoğulculuğun İmkanı." Din Felsefesi Derneği Konferansları (s. 1-16). İstanbul: Din Felsefesi Derneği-www.dfd.org.tr. ADAM, Baki. (2008). İmam Hatip Liseleri Karşılaştırmalı Dinler Tarihi. İstanbul: MEB Yayınları. ADAM, Baki. (2007). "Yahudilik." Yaşayan Dünya Dinleri (Ed. Şinasi Gündüz) içinde, (s. 205-278). Ankara: İSAM Diyanet Vakfı Yayınları . ADAM, Baki. (2002). Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Diğer Dinler. İstanbul: Pınar Yayınları. AK, Ahmet. (2009). "İmam Maturidi'nin Din Anlayışı." Genç Akademisyenler İlahiyat Araştırmaları Sempozyumu (s. 265-280). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları/İlmi Eserler Dizisi. AKGÜL, Muhittin. (2001). "Ebu Mansur El-Maturidi ve Te'vilatül Kur'an." Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (4), (57-67.) ALBAYRAK, Mevlüt. (2007). Felsefe ve Din, Din Felsefesine Giriş. Ankara: Asil Yayın Dağıtım Ltd.Şti. ALPER, Hülya. (2009). İmam Maturidide Akıl-Vahiy İlişkisi. İstanbul: İz Yayıncılık. ALTINTAŞ, Halil., & Şahin, Muzaffer. (2005). Kur’an-ı Kerim Meali. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Dini Yayınlar Başkanlığı. ALTUNDAL, Aytunç. (2002). Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri. Ankara: Yeni Avrasya Yayınları. ARICAN, Musa Kazım. (2009). Dini Tekelcilik Din Felsefesi Açısından Bir Çözümleme. Ankara: OTTO Yayınları. ASLAN, Adnan. (1998). "Batı Perspektifinde Dini Çoğulculuk Meselesi." İslami Araştırmalar Dergisi (2), 143-163. ASLAN, Adnan. (2000). "Dini Çoğulculuk Meselesine Yeni Bir Yaklaşım." İslami Araştırmalar Dergisi (4), 17-30. ASLAN, Adnan. (2006). Dinler ve Hakikat J.Hick ve S.Hüseyin Nasr'ın Felsefesinde Dini Çoğulculuk. İstanbul: İSAM yayınları. 161 ATAY, Hüseyin. (2006). "Ebu Mansur El-Maturidi ve Bilgi Kuramı." İmam Maturidi ve Maturidilik Tarihi Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Maturidilik Mezhebi (Düz.Sönmez Kutlu), İçinde (s. 173-175). Ankara: Kitabiyat. AYDIN, Mahmut. (2005a). "Dinsel Çoğulculuk Üzerine Bir Müslüman Mülahazası." Yahudi, Hristiyan ve Müslüman perspektifinden Dinsel çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları (Düz.Mahmut Aydın), içinde (s. 87-129). Ankara: Ankara Okulu yayınları. AYDIN, Mahmut. (2007). "Hıristiyanlık." Yaşayan Dünya Dinleri (Ed. Şinasi Gündüz), içinde, (s. 77-205). Ankara: İSAM Diyanet Vakfı Yayınları. AYDIN, Mahmut. (2005b). "Özgürlük Teolojisi Bağlamında Yeni Bir Teolojiye Doğru." Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları (Düz. Mahmut Aydın,) içinde, (s. 279301). İstanbul: Ankara Okul Yayınları. AYDIN, Mahmut. (2005c). "Paradigmanın Yeni Adı: Dinsel Çoğulculuk." Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları (Düz. Mahmut Aydın) içinde, (s. 15-51). Ankara: Ankara Okulu Yayınları. AYDIN, Mehmet S. (2001). Âlemden Allah’a. İstanbul: Ufuk Kitapları. AYDIN, Mehmet S. (2002). Din Felsefesi. İzmir: İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. AYDIN, Mehmet S. (2000). İslam'ın Evrenselliği. İstanbul: Ufuk Kitapları. BEBEK, Adil. (1998). Maturidi'de Günah Problemi. İstanbul: Rağbet Yayınları. CANAN, İbrahim. (1991-1994). Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. (Düz. ve Çev. İbrahim Canan) Ankara: Akçağ Yayınları. CERRAHOĞLU, İsmail. (1997). Tefsir Usulü. Ankara: TDV yayınları. COHN-SHERBOK, Dan. (2005). "Yahudilik ve Diğer İnançlar." Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları (Düz. ve Çev. Mahmut Aydın.) içinde, ( s. 73-87). Ankara: Ankara Okulu Yayınları. ECE, Hüseyin K.. (2000). İslamın Temel Kavramları. İstanbul: Beyan Yayınları. ELİADE, Mirce. & COULİANO, Ioan P. (1997). Dinler Tarihi Sözlüğü. (Çev.Ali Erbaş,) İstanbul: İnsan Yayınları. 162 EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (2003a). Kitabu't Tevhid. (Düz.Muhammed Aruçi & Bekir Topaloğlu.) Ankara: İSAM YAYINLARI. EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (2002). Kitabü't-Tevhid Tercümesi. (Çev.Bekir Topaloğlu,) Ankara: İSAM yayınları. EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (2005-2009). Te’vila'tül Kur’an.(Cilt,I-XIV) (Düz.Bekir Topaloğlu,) İstanbul: İmam Ebu Hanife ve İmam Maturidi Araştırma Vakfı, Acar Matbacılık. EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (M.2004, H.1425). Te'vilatü Ehlisünne (Cilt I-V). (Düz.Fatıma Yusuf Eshami,) Beyrut/Lübnan: Müessetü'r Risale Neşriyat. EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (TRS-HSAK, No:40). Te'vilat'ül Kur'an. İstanbul: Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Nüshası No:40. EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (TRS-TSMK, No:180). Te'vilatül Kur'an. İstanbul: TSMK Nüshası Medine Bölümü No:180. EL-MATURİDİ, Ebu Mansur. (2003b). Te'vilatü'l-Kur'andan Tercümeler (Cilt:1). (Çev.Bekir Topaloğlu,) İstanbul: İmam Ebu Hanife ve İmam Maturidi Araştırma Vakfı Yayınları, Acar Matbacılık. ERSOY, Mehmet Akif. (1992). Safahat. (Düz.Mustafa İsen & Orhan Okay,) Ankara: D.İ.B. Yayınları. ESED, Muhammed. (2001). Yoların Ayrılış Noktasında İslam. (Çev.Hayrettin Karaman,) İstanbul: İz Yayıncılık. FIĞLALI, Ethem Ruhi. (2001). Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri. İstanbul: Şa-To İlahiyat Yayınları. FİRESTONE, Reuven. (2004). Yahudiliği Anlamak-İbrahim'in(Avraam'ın) Çocukları. (Çev.Çağlayan Kartal & Levent Erendağ) İstanbul: Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş. GARAUDY, Roger. (1998). 20.yy. Biyografisi / Garaudy’nin Felsefi Vasiyetleri. (Çev.Ahmet Zeki Ünal,) Ankara: Fecr Yayınevi. GÖLCÜK, Şerafettin. (2006). "Kelam İlmi Açısından Dinler Arası Diyalog." Polemik Değil Diyalog içerisinde, (Ed.H. Karaman ) (s. 79-84). İstanbul: Ufuk Kitap. GÜNALTAY, Şemşettin. (1997). İslam Öncesi Araplar ve Dinleri. (Sad.M.Mahfuz Söylemez & Mustafa Hizmetli,) Ankara: Ankara Okulu Yayınları. 163 GÜNAY, Ünver. (2000). Din Sosyolojisi. İstanbul: İnsan Yayınları. GÜNDEM, Mehmet. (2000). Mehmet S. Aydın ile İçe Kritik Bakış Din-FelsefeLaiklik. İstanbul: İyi Adam Yayınları. GÜNDÜZ, Şinasi. (2008). Hıristıyanlık. İstanbul: İSAM YAYINLARI. GÜNDÜZ, Şinasi. (2007a). "İslam." Yaşayan Dünya Dinleri (Ed. Şinasi Gündüz) içinde, (s. 37-77). Ankara: İSAM Diyanet Vakfı Yayınları. GÜNDÜZ, Şinasi. (2007b). Misyonerlik. Ankara, (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ). GÜNDÜZ, Şinasi. (2001). Pavlus Hıristiyanlığın Mimarı. Ankara: Ankara Okulu Yayınları/Özkan Matbacılık Birinci Baskı. GÜNDÜZ, Şinasi. (2010). Yaşayan Dünya Dinleri. (Anadolu Üniversitesi Komisyon), (s. 2-127). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. GÜNER, Osman. (2001). "Hz. Peygamberin “Öteki”Ne Bakışı." İslam ve Öteki Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (Ed. Cafer Sadık Yaran) İçinde, (s. 217-285). İstanbul: Kaknüs yayınları. HİCK, John. (2005). "Bizler Aynı Tanrıya mı İbadet Ediyoruz?" Yahudi, Hristiyan ve Müslüman perspektifinden Dinsel çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları (Çev. ve Düz. Mahmut Aydın) içinde (s. 215-235). Ankara: Ankara Okulu Yayınları. HİCK, John. (2005). "Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları." Yahudi Hristiyan ve Müslüman Perspektifinden Dinsel çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları (Düz. ve Çev. Mahmut Aydın.) içinde, (s. 51-73). Ankara: Ankara Okulu Yayınları. HİCK, John. (1997). "Hepsi Doğru Olduğunu İddia Eden Birçok İnanç." Klasik ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesi Tarihsel ve Eleştirel Bir Yaklaşımla Felsefe Din İlişkisi: Din Felsefesi Yapmanın Dört Farklı Yolu (Düz. ve Çev. Cafer Sadık Yaran,) İçinde (s. 195-211). Samsun: Etüt Yayınları. IŞIK, Kemal. (1980). Maturidi'nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Fütüvvet Yayınları. JOHNSON, Keith E. (2006). "John Hiçk’in Çoğulcu Hipotezi ve Çatışan Hakikat İddiaları." Dini Çoğulculuk- John Hick’in Düşünceleri Etrafında Tartışmalar (Düz. ve Çev. Hüsnü Aydeniz &.Ruhattin Yazoğlu) İçinde, (s. 47-79). İstanbul: İz Yayıncılık. 164 JOHNSON, Keith E. (2006). "Karşılaştırmalı Dinler: Bütün Yollar Aynı Hedefe Götürürler mi?" Dini Çoğulculuk- John Hick’in Düşünceleri Etrafında Tartışmalar (Düz. ve Çev. Hüsnü Aydeniz &.Ruhattin Yazoğlu) İçinde, (s. 79-95). İstanbul: İz Yayıncılık. KATAR, Mehmet. (2007, 20/4). İsrail Kavminin Seçilmişliği Üzerine Bir Araştırma. İslami Araştırmalar Dergisi, (s.458-463.) KILIÇ, Recep. (2004). Dini Anlamak Üzerine. İstanbul: Ötüken Yayınları. KİTABI MUKADDES. (2006). Kitabı Mukaddes-Eski ve Yeni Ahit(Tevrat, Zebur(Mezmurlar) ve İncil). İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi/Ohan Matbacılık. KOCAER, Abdullah Feyzi. (2003). Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih. Konya, Kelebek Yayınları. KOCAER, Abdullah Feyzi. (2005). Sahihi Müslim (Cilt:2). Konya: Hüner Yayınları. KOÇAR, Musa. (2007/1). "Maturidi'nin Hıristiyanların Tanrı Anlayışına Yönelttiği Eleştiriler." Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (18), (s.15-26.) KÖYLÜ, Mustafa. (2001). "Dinsel Dışlayıcılık." İslam ve Öteki Dinlerin Doğruluk, Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (Ed.Cafer Sadık Yaran,) içinde, (s. 29-67). İstanbul: Kaknüs Yayınları. KUTLU, Sönmez. (2006). "Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle Maturidi." İmam Maturidi ve Maturidilik (Tarihî Arka Planı, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Maturidilik Mezhebi) (Ed. Sönmez Kutlu) içinde, (s. 17-55). Ankara: Kitabiyat. MEVDUDİ. (1991). Kur'ana Göre Dört Terim. (Çev.Osman Cilacı & İsmail Kaya,) İstanbul: Beyan Yayınları. OKUYAN, Mehmet. & ÖZTÜRK, Mustafa. (2001). "Kur’an Verilerine Göre “Öteki”nin Konumu." İslam ve Öteki Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (Ed. Cafer Sadık Yaran) içinde, (s. 163-217). İstanbul: Kaknüs yayınları. ÖZCAN, Hanifi. (1999). Maturidide Dini Çoğulculuk. İstanbul: İFAV Yayınları. ÖZDEŞ, Talip. (2006). "Maturidinin Te’vil Anlayışında Aklın Yeri." İmam Maturidi ve Maturidilik Tarihi Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Maturidilik Mezhebi (Ed.Sönmez Kutlu) içinde, (s. 243-257). Ankara: Kitabiyat. 165 ÖZEN, Şükrü. (2003). "Maturidi." T. D. Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde, (Cilt 28, s. 147-150). Ankara: TDV Yayınları. ÖZEN, Şükrü. (2006). "İmam Mansur El-Maturidi'nin Fıkıh Usulünün İnşası." İmam Maturidi ve Maturidilik Tarihi Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Maturidilik Mezhebi (Ed. Sönmez Kutlu) içinde, (s. 203-242). Ankara: Kitabiyat Yayınları. PETERSON, Michael. &HASKER, Wıllıam.& REICHENBACH, Bruce.& BASINGER, Davıd. (2006). Akıl ve İnanç Din Felsefesine Giriş. (Çev.Rahim Acar,) İstanbul: Küre Yayınları. RAHMAN, Fazlur. (2000a). İslam. (Çev.Mehmet Dağ. & Mehmet Aydın.) Ankara: Ankara Okulu Yayınları. RAHMAN, Fazlur. (2000b). İslami Makaleler-1. (Çev.Adil Çiftçi) Ankara: Ankara Okulu Yayınları. RAHMAN, Fazlur. (2000c). İslami Makaleler-2. (Çev.Adil Çiftçi) Ankara: Ankara Okulu Yayınları. SARIKAYA, Saffet. (2010) "Maturidinin Din Anlayışında Hoşgörü." e-Makalat Mezhep Araştırmaları , (Güz/2010-III/2). (s.145-164.) SHAHAK, Israel. (2004). Yahudi Tarihi Yahudi Dini. (Çev.Ahmet Emin Dağ.) İstanbul: Anka Yayınları. ŞAHİN, Hasan. (1987). Maturidi’ye Göre Din. Kayseri: Yeni Matba Yayıncılık. TOPALOĞLU, Bekir. (2003). "Maturidi'nin Kelama Dair Görüşleri". T. D. Vakfı İslam Ansiklopedisi içerisinde, (Cilt 28, s. 147-150). Ankara: TDV Yayınları. TOPALOĞLU, Bekir. (2006). "Ebu Mansur El-Maturidinin Kelamî Görüşleri." İmam Maturidi ve Maturidilik Tarihi Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Maturidilik Mezhebi (Ed. Sönmez Kutlu) İçinde, (s. 177-202). Ankara: Kitabiyat. TUNÇ, Cihat. (1990). "Maturidinin İman Anlayışı." Ebu Mansut Semerkandi Kongresi (Ed.Hikmet Hulusi Köker) içinde, (s. 17-22). Kayseri/Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hatice Bayraktar Kütüphanesi, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayınları. UYANIK, Mevlüt. (2001). Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları . 166 WATT, W. Montgomery. (1997). İslam ve Modernlik. (Çev.Turan Koç,) İstanbul: İz Yayınları. YARAN, Cafer Sadık. (2002). Bilgelik Peşinde, Din Felsefesi Yazıları. Ankara: Araştırma Yayınları. YARAN, Cafer Sadık (2001). "Giriş." İslam ve Öteki Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (Ed. Cafer Sadık Yaran) İçinde, (s. 9-29). İstanbul: Kaknüs Yayınları. YAVUZ, Yusuf Şevki. (2003). "Maturidiyye". T. D. Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde, (Cilt 28, s. 167-171). Ankara: TDV yayınları. YAZICIOĞLU, M. Sait (2006). "Maturidi Kelam Ekolünün İki Büyük Siması:Ebu Mansur Maturidi ve Ebul-Müin En-Nesefi." İmam Maturidi ve Maturidilik Tarihî Arka Planı, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Maturidilik Mezhebi (Ed. Sönmez Kutlu) içinde, (s. 155-172). Ankara: Kitabiyat. YAZOĞLU, Ruhattin. & AYDENİZ, Hüsnü. (2006a). Dini Çoğulculuk John Hiçk'in Düşüncesi Etrafında Tartışmalar. (Düz. ve Çev. Ruhattin Yazoğlu & Hüsnü Aydeniz.) İstanbul: İz Yayıncılık. YAZOĞLU, Ruhattin. & Aydeniz, Hüsnü. (2006b). "Giriş." dini çoğulculuk- John Hick’in düşünceleri etrafında tartışmalar (Düz. ve Çev. Ruhattin Yazoğlu & Hüsnü Aydeniz) içinde, (s. 7-27). İstanbul: İz Yayıncılık. YEPREM, M. Saim (1997). İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi. İstanbul: İFAV Yayınları. YEPREM, M. Saim (2000). Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi. İstanbul: İFAV Yayınları. YİTİK, Ali İhsan. (2007). "Budizm." Yaşayan Dünya Dinleri (Ed. Şinasi Gündüz) içinde, (s. 307-357). Ankara: İSAM Diyanet Vakfı Yayınları. YİTİK, Ali İhsan. (2007). "Hinduizm." Yaşayan dünya dinleri (Ed. Şinasi Gündüz) içinde, (s. 277-305). Ankara: DİB Yayınları. ZEHRA, Muhammed Ebu. (TRS). İslam'da İtikadi, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi. (Çev.Sıbgatullah Kaya,) Ankara: Anka Yayıncılık (Yeni Şafak Gazetesi Kültür Armağanı) .