YÜKSEK FAİZ-DÜŞÜK KUR POLİTİKASI Türkiye’nin kronikleşmiş enflasyon sorununun çözümü için, 2001 yılında İMF ile ortaklaşa hazırlanarak uygulamaya konulan ekonomik programın temel hedefi enflasyonu aşağı çekerek fiyat istikrarını sağlamak olmuştur. Tabi fiyat istikrarının sağlanmasını müteakip, yapılacak ekonomik ve politik reformlarla Türkiye’nin uluslararası sermaye için cazip bir ülke haline getirilmesi de programın diğer temel hedefi olarak belirlenmiştir. Hazırlanan bu paket program 2001 yılı ortalarından itibaren başarılı bir şekilde uygulanarak, TÜFE ve ÜFE oranları Ekim 2001 de ulaştıkları %70 ve %90 düzeylerinden Aralık 2006 sonu itibariyle %10.8 ve %10.92 düzeylerine çekilmiştir. Birinci hedefin başarıldığı konusunda hiç bir kuşku bulunmamaktadır. Peki bu hedefe nasıl ulaşıldı. Cevabı çok basit. “Türkiye’de enflasyonun büyük bir kısmı ithal edilen hammadde fiyatlarının yüksekliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, eğer kur kontrol altına alınabilirse, o zaman enflasyonu aşağı indirmek mümkün olacaktır” şeklinde yıllardan beri süregelen bir ifadeden yola çıkılarak döviz kurunun düşürülmesi yönünde uygulamalarda bulunuldu ve başarıya ulaşıldı. Ancak, bu başarı TÜFE ve ÜFE oranlarının Temmuz 2005 te indikleri %7.8 ve %4.26 düzeyinden çıkışa geçerek 2006 sene sonu itibariyle tekrar iki haneli seviyelere yükselmiştir. Bunun farklı nedenleri farklı akademisyenler ve farklı profesyoneller arasında çok komplike ifadelerle tartışılmaktadır. Kanımca bunun da oldukça basit bir cevabı var. Düşürülen enflasyona koşut olarak faizin düşürülememesi. Türkiye’de, enflasyonun büyük bir bölümü ithal edilmektedir. Ancak, Türkiye yüksek döviz kurundan kaynaklanan ithal edilen enflasyondan kurtulmayı başardı. Fakat, Türkiyenin iç dinamiklerinden kaynaklanan enflasyondan kurtulması ise pek mümkün olmadı. Tabi burada Türkiye’nin yapısal koşullarından kaynaklanan enflasyonun yapılan reformlarla (sosyal güvenlik, vergi, Merkez bankasının Bağımsızlığı vs.) bertaraf edilmeye çalışıldığını ve bunun büyük ölçüde başarıldığını belirtmekte yarar vardır. Ancak, reel faizin yüksek kalmasına neden olan esas yapısal problemler (yüksek borç düzeyi, yüksek cari açık gibi) konusunda hiçbir şey yapılmadığı gibi durum daha da kötüye gitmektedir. Dolayısıyla yapısal faktörler nedeniyle yüksek kalan enflasyonun temel nedeni yüksek düzeyde kalan faiz olarak öne çıkmaktadır. Üretim faktörlerinden biri olan sermayenin maliyetinin yüksek kalması, enflasyonun daha da aşağı inmemesi noktasında en önemli husus olarak yerini korumaktadır. Şöyle ki, maliyetlerden kaynaklanan enflasyonun döviz kaynaklı (hammadde ithalatına dayalı) kısmı bertaraf edilmekle beraber, üretimin bir diğer faktörü olan sermayenin maliyeti yani yerel faiz oranı yüksek kaldığı için enflasyon hedeflenen düzeylerin üzerinde seyretmektedir. Yani Türkiye düşük kur politikası ile enflasyonu düşürebileceği noktaya çoktan düşürdü. Bundan sonra, düşük kurda ısrar edilmesinin enflasyonu aşağı indirmeye yararı olmayacaktır. Tam tersine zararı olmaktadır. Yapılması gereken, bir üretim faktörü olan sermayenin maliyetinin önemli bir parçası olan kredi faiz oranlarının düşürülmesi işlemidir. Hedef enflasyonun %4 ve cari enflasyonun %10 olduğu bir ülkede kredi faiz oranlarının %25 düzeyinde olmasının üretim maliyetlerinin ve dolayısıyla enflasyonun neden daha aşağı inmediğini ortaya koymaktadır. Önemli olan bunu görerek gereken tedbirleri almaktır. Enflasyonun daha fazla düşmemesinin bir diğer nedeni de yerel üretim kaynaklarının fiyatlarının (işgücü, hammadde gibi) düşük kur nedeniyle dünya fiyatlarına göre göreceli yüksekliği olarak düşünülmektedir. Yani, üretim maliyeti düşük kur nedeniyle yükselmekte ve dolayısıyla üretim faaliyeti zorlaşmaktadır. Bu nedenle, eğer üretim maliyetleri düşük kur ile daha fazla indirilemiyorsa bunda ısrar etmenin yararı yoktur. Bugün yapılması gereken faizleri kademeli olarak aşağı çekecek politikaları ve kuru kademeli olarak dengeleyecek politikaları geliştirmek ve uygulamaya sokmaktır. Bu üretim maliyetlerini aşağı çekerek üreticileri rahatlatacaktır. Burada, kurun gereğinden fazla yükselmesi gerektiğini söylemek istemiyorum. Ancak, kurun olması gerektiği düzeylere çıkması yararlı olacaktır. Kurun düzeyi neresidir diye sorarsanız cevabım enflasyonun düşmesine katkı sağlayacak ve yükselmesine neden olmayacak düzey olacaktır. Peki böyle bir durumda kur yükselmeyecekmi? Yükselebilir. Ama bundan korkmamak lazım. Çünkü, özellikle, borsadaki yatırımların %80 küsurunun ve hazine bonosu devlet tahvillerinin gene %50 küsurunun yabancı yatırımcıların elinde olduğu bir durumda Türkiyeye olan “güvenin” maksimum düzeyde olduğunun altını çizmekte yarar vardır. Peki bu yabancı yatırımcıların Türkiye’den gitme tehlikesi yokmudur? Vardır. Ancak, bu yatırımcıların kısa bir süre içerisinde Türkiyeyi terketmelerine imkan bulunmamaktadır. Dolayısıyla Türkiyeye olan “güvenlerini” sürdürmeleri onların yararına olacaktır. Bunun farkında olan yabancı yatırımcılar daha düşük bir reel faize ve reel getiriye razı olarak Türkiyede kalmaya devam edeceklerdir. Yok eğer Türkiyeye güvenmemelerine rağmen, sırf yüksek reel kazanç için Türkiyeye gelmişlerse o zaman bu iluzyonun son bulması da Türkiyenin yararına olacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Yabancı yatırımcılar eninde sonunda pozisyonlarını kapatacaklardır. Bunun ne zaman olacağı bilinmemekle beraber, artık yüksek kazanç (bugüne kadar dolar bazında %35-40 kazanılmıştır) elde edemeyeceğini anladığı anda %35-40 kazancını realize ederek Türkiyeyi terk edecektir. Onların gidişiyle beraber, döviz kuru yükselecek ve yüksek dövizi kontrol etmek için faiz oranları yükseltilecektir. Böylece Türkiye başa dönmüş olacaktır. Bu durumda, eğer proaktif bir davranışta bulunulursa, yani yabancılar Türkiyeden çıkmadan, eğer faizler kademeli indirilip döviz kurunun kademeli olarak yukarılara çıkmasına imkan sağlanabilirse, o zaman yabancılar Türkiyeyi terk etseler dahi %35-40 civarında bir kazanç değil, daha düşük bir kazanca razı olmak zorunda kalacaklardır. Ancak, böyle bir durumda biriken enerji azar azar boşaltılacağı için, 2001 yılından beri elde edilen kazanımlar da yok olmayacaktır. Bu çerçevede, yabancı yatırımcılar ve yatırım bankaları ile müzakerelerde bulunularak bu politikaların uygulanmasında onların da destek ve rızaları alınabilecektir. Böyle bir destek ve rıza onların yararına da olacaktır. Önemli olan bunu iyi bir dille anlatabilmek. Hepimiz aynı gemideyiz. Düşük Kur-Yüksek Faizin Yan Etkileri Yüksek reel faiz ve düşük kur politikası enflasyonun belli bir düzeye kadar düşürülmesine yardım etmekle beraber, cari açık dışında enterasan yan etkiler de ortaya çıkarmaktadır. Bu yan etkiler aşağıda kısaca tartışılacaktır. 1- Yüksek faiz-düşük kur politikasının en önemli yan etkilerinden bir tanesi, düşük maliyeti nedeniyle döviz cinsinden borçlanmak olarak karşımıza çıkmaktadır. 2006 sonu itibariyle reel sektörün döviz cinsi borcu 72.6 milyar dolar düzeyine çıktığı tahmin edilmektedir. Bunun anlamı şudur. Olası bir kur yükselişi döviz borcu olan şirketleri hacimli kur zararları ile 2- 3- 4- 5- 6- 7- karşı karşıya bırakarak çok zor durumlara düşmelerine hatta iflas etmelerine neden olabilecektir. İkinci yan etki ise finansal kesimin yurtdışından döviz borçlanarak YTL cinsinden kredi vermelerini gösterebiliriz. Kur düşük olduğu sürece önemli kar rakamlarını açıklayan finansal kesim, kur yükselişlerinde önemli bedeller ödemek durumunda kalabileceklerdir. Finansal kesimin 2006 sonu döviz borcu 48.6 milyar dolar düzeyinde bulunmaktadır. Özel kesimin toplam döviz borcu da böylece 2006 sonu itibariyle 121.2 milyar dolar olmaktadır. Üçüncü yan etki ise, ithalata dayalı ihracat yapmayan ihracatçıların gelirlerinin düşmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani Türkiye’de yerel kaynaklara dayalı olarak üretilen ürünlerin ihraç edilme şansının yok olması ve dolayısıyla üretimin durması anlamına gelmektedir. Bundan da en çok küçük ve orta boy işletmeler yani kobiler zarar görmektedir. Dördüncü yan etki ise turizm sektöründe yaşanmaktadır. Yerel katma değeri en yüksek olan bu sektör düşük kur nedeniyle hasıla kaybına uğramakta ve rakip ülkeler lehine pazar kaybına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Beşinci yan etki ise, yüksek üretim maliyetleri ve istihdam üzerindeki aşırı yükler nedeniyle Türkiye’deki yerel işletmelerin kayıtdışına kaçmaları ya da üretim faaliyetlerini daha avantajlı olan ülkelere taşıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Altıncı yan etki ise tarım kesiminin (tarım ve hayvancılık) yüksek maliyetler nedeniyle üretimini sürdüremez hale gelmesi ve sübvansiyonsuz ayakta duramamaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Nüfusun büyük bir kısmı günümüzde hala tarım sektöründe bulunmaktadır. Düşük kur ve yüksek faiz nedeniyle bu kesimin ürettiği ürünü karlı satmaları imkanı kalmamaktadır. Yedinci yan etki ise, ödenen reel faizin finanse edilmesi seçeneklerinde yatmaktadır. Reel faizin finanse edilmesi bugün için üretim, ihracat, sermaye gelirleri ile mümkün olmamakta. Bunun finansmanı, (1) devlete ait fabrikalar, araziler, otoyollar, köprüler vs. satılarak, (2) tüketiminden kaçınılması mümkün olmayan ürünlerin (petrol, doğal gaz gibi) fiyatı üzerine konan dolaylı vergilerle, (3) yeni borç alınarak ve (4) halktan toplanan diğer vergi ve cezalarla sağlanmaktadır. Yani düşük kur-yüksek faiz politikasının bedelini bütünüyle toplum ödemektedir. Burada özellikle petrol fiyatının üzerindeki vergilerin yüksekliği enflasyonun belli bir düzeyin altına düşmemesi üzerinde önemli bir diğer engel olduğunun altını çizmekte yarar bulunmaktadır. Bütün bu yan etkilerden kimler kazançlı kimler zararlı çıkmaktadır? Bunun cevabı açıktır. Rantiye kazançlı çıkmaktadır. Yani nakit parası olan ve bundan faiz geliri elde etmeyi amaçlayan kesim bu yan etkilerden en çok kazançlı çıkan kesim olmaktadır. Bu rantiyenin önemli bir kesimi uluslararası yatırım bankaları kanalıyla Türkiyeye borç vermekte ve faiz yüksek olup kur kontrol altında olduğu sürece borç vermeye devam edeceklerdir. Hatta, bir ulusal gazeteye verdiği tam sayfa röportajda, dünya devi bir bankanın Türkiye genel müdürü, ekonomik dengelerin bozulmasına izin vermeyeceklerini ifade ederek, dengelerin bozulması halinde buna müdahale edeceklerini alenen altını çizerek belirtmiştir. Bu şekilde, bu dengelerin devamı için de faaliyet göstereceklerini de ifade eden bu banka, bir bakıma kendisini merkez bankasının yerine koyarak, kendi müşterilerinin menfaatini hangi dereceye kadar korumaya azimli olduğunu göstermiştir. Bundan zarar gören kesim ise Türk vatandaşları ve devlet olmaktadır. Rantiyeye ödenen aşırı faizi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ödemektedir. Bunu, çoğu kişi farkına varmadan dolaylı vergiler yoluyla ödemektedir. Bunu ödemek için ilave borç almak zorunda kalan devlet ödemektedir. Devletin toplam borç stoku 2007 yılında toplam 250 milyar dolar düzeyine çıkmıştır. Bu rakam 2003 yılı başında 150 milyar dolar düzeyinde bulunmaktaydı. Son olarak bu bedeli üretimini durdurmak zorunda kalan tüm üreticiler ödemektedir. Tabi üretimin durması ikinci dalgada işsizlik sorununu beraberinde getirerek halkın bir kez daha bedel ödemek zorunda kalmasına neden olmaktadır. 2000 yılı sonu itibariyle %6.5 olan işsizlik oranı 2006 sonu itibariyle %11.9 düzeyine yükselmiştir. Peki bu yan etkiler nelere sebebiyet verecektir? Bu yan etkiler Türkiye’de önemli bir risk yada enerji birikimine neden olmaktadır. Düşük kur-yüksek faiz reel sektörün ve finansal sektörün döviz borcunu arttırarak kur riskine olan hassasiyetlerini azami ölçüde yükseltmektedir. Bu döviz borç miktarı arttıkça, burada biriken enerji miktarıda artmaktadır. Enerji ne kadar birikirse açığa çıkarken yapacağı etkide o denli yüksek olacaktır. Yerel kaynaklara dayalı üretim yapan kesim özellikle kobiler tesislerinde ürettikleri ürünleri yerel piyasalara karlı satamadıkları yada karla ihraç edemedikleri için üretimlerini durdurmak zorunda kalmaktadır. Tarım kesiminde üretimin rantabl niteliğini kaybetmesi nedeniyle bu kesim sübvansiyonsuz yaşayamaz hale gelmektedir. Petrol ve doğalgaz üzerindeki dolaylı vergilerin yüksekliği nedeniyle toplumun önemli bir kesimi, özellikle çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşanlarla, işçi ve memur gibi sabit gelirliler, kobi sahipleri ile esnaf ve sanatkar gibi toplumun nüvesini oluşturan kesim, artık bu bedeli ödeme gücünü de yitirmektedir. Bütün bu yan etkiler nedeniyle üretime dönük yatırımların sürdürülememesi suretiyle istihdamın artmaması ve hatta işsizliğin artması önemli bir sosyo ekonomik gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumu rahatsız eden başta kapkaç olmak üzere asayiş suçları da bu yan etkilerin kümülatif bir etkisi ve sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ne yapılmalı? Bunun cevabı oldukça basit. Yukarıda yedi başlık altında sıralanan enerji birikimine neden olan koşulları ortadan kaldırmak lazım. Bunun başlangıç noktasını yüksek düzeyde seyreden faiz oranlarını kademeli bir şekilde aşağı çekmek olarak ifade etmek isterim. Bunun mümkün olmadığını, akademisyenlerin ve yerli yabancı profesyonellerin önemli bir kesimi ısrarla ifade etmektedir. Hatta bunun yapılması halinde ülkeden önemli sermaye çıkışlarının olacağının altı çizilerek gözdağı verilmektedir. Haklılar. Çünkü Türkiye kendisine borç veren yatırımcıların olmaması durumunda 350 milyar dolara ulaşan borçlarını döndürebilme iktidarına sahip değildir. Ancak, bugün bir tedbir alınmaması biriken bu enerji miktarının artarak devam etmesi sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla, bugün savaşılacak düzeyde olan bu sorun, tedbir alınmaması durumunda yarın çok daha karmaşık bir yapı ve büyüklüğe ulaşacaktır. Bu nedenle, sonuçları ne olursa olsun bu sorunun üzerine cesaretle gidip, konuyu çözmek lazım. Bugün, faizlerin aşağı çekilmesi, elinde bono olan herkesin karını arttıracaktır. Karlı olan pozisyonları kapatmak çok cazip hale gelebilecektir. İşte bu noktada yatırımcıların nasıl hareket edeceği çok önemlidir. Eğer herkes karını realize etmeye kalkarsa hepsi zarar edecektir. Dolayısıyla, kademeli olarak satış yaparak piyasadan çıkmaları onların yararınadır. Aslında, onların bugün yaptıkları da bundan başka bir şey değildir. Her türlü gelişmenin olumlu tarafını vurgulayıp olumsuz gelişmeleri görmezden gelmek Türkiye’de %70-80 oranında piyasaya sahip olan yabancı yatırım bankalarının yararınadır. Bu nedenle, Türkiye’de faizlerin kademeli indirilmesi sanılanın aksine piyasalarda çalkantılara sebebiyet vermeyecektir. Tam tersine Türkiye’nin elini güçlendirecektir. Faizler inerken, döviz kurlarında kademeli bir yükseliş sağlanması da yine birikmiş enerjinin yavaş yavaş açığa çıkmasını sağlayarak olası bir patlamanın ya da depremin önüne geçilmesini sağlayacaktır. Düşen faiz-dengelenen kur neleri beraberinde getirecek diye düşünürsek aşağıdaki hususları sıralamak mümkün olacaktır. 123- 45678- 9- 10- İlk olarak düşen faizler nedeniyle faiz ödemelerinden sağlanacak tasarruf yatırımlara yönlendirilerek istihdam artışına dönük katkı sağlanabilecektir. Düşen faizler üretim maliyetlerinin aşağı çekilmesine yardım ederek enflasyon düşüşüne katkı sağlamaya başlayabilecektir. Düşen faizler nedeniyle, öteden beri yüksek reel faizin ödenmesinde kullanılan dolaylı vergiler azaltılarak hem üretim maliyetinin düşmesine, hem de toplumun üzerindeki vergi yükünün kaldırılmasıyla toplumun refahında bir artış sağlanabilecektir. Dengelenen kur nedeniyle, üretimini durdurmak zorunda kalan kesimin tekrar üretime dönmeleri sağlanabilecektir. Dengelenen kur nedeniyle yüksek seyreden cari açık problemi kademeli olarak ortadan kaldırılabilecektir. Devletin borçlanma gereği azaltılarak, finansal kesimin özellikle kobilere yönelerek onların finansman sorunlarına çözümler getirebileceklerdir. Üretim platformunun üreticilerin lehine döndürülmesiyle beraber, kayıtdışılık oranı da aşağı çekilebilecektir. Yerel para biriminden borç almanın daha avantajlı hale getirilmesiyle beraber, hem reel kesimin ve hem de finansal kesimin taşıdığı yüksek döviz riski aşağıya çekilerek biriken enerjinin kademeli olarak açığa çıkışı sağlanmış olacaktır. Devlet faiz ödemelerinden sağlayacağı tasarrufla bütçe planlamasında eğitim, sağlık, altyapı, sosyal güvenlik gibi sosyal yönü ağır basan yatırımlara daha fazla pay ayırarak toplumun refahını arttırabilecek ve sosyal adaleti sağlama yönünde önemli adımlar atabilecektir. Herşeyden önemlisi, devlet olası kriz senaryolarının tamamının önüne böylece set çekebilecektir. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Hasan EKEN T.C. Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Finans Kulüp Yönetim Kurulu Üyesi