Kim Allah’ın İndirdiği İle Hükmetmezse… Dr. Salah Abdulfettah el-Halidî Ürdün Şeriat Fakültesi Öğretim Üyesi Maide Suresinde, Allah’tan başkasına muhakeme olmayı ve O’nun şeriatından başkası ile hükmetmeyi yasaklayan bir takım ayetler yer almaktadır. Bu ayetlere göre, Allah’ın şeriatından başkasına muhakeme olmak ve O’nun dininden başkası ile yönetmek küfür, zulüm ve fısk olarak değerlendirilmekte ve bunu kabul edip bu doğrultuda yasa ve kanun yapanlar kâfir, zalim ve fasık olarak kabul edilmektedir. Biz, (yazımıza) öncelikle ayetleri aktararak başlayacak sonra bazılarının bu ayetleri nasıl yanlış anlayıp mana ve mefhumunu nasıl tahrif ettiklerini zikredecek en sonunda da ayetin doğru yorumunu aktararak bunu Sahabe, Tabiîn ve geçmiş âlimlerin kavilleri ile destekleyeceğiz. Rabbimiz şöyle buyurur: “Şüphesiz ki Tevrat’ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. Onda (Tevrat’ta) onlara şunu da farz kıldık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. O peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı, önündeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona, içerisinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için doğru yola iletici ve bir öğüt olarak İncil’i verdik. İncil ehli Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin. Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. (Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde imtihan etmek için sizi ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir. Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır. Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Oysa kesin olarak inanan bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir ki? (Maide/44-50) Atmosferini yaşayabilme, ibarenin zikredildiği ve üzerinde konuşacağımız bağlamı bilebilme adına bu üç vasfın; yani “kâfir, zalim ve fasık” vasfının içerisinde zikredildiği ayetlerin tamamını aktardık. Çünkü biz, ibarenin zikredildiği genel bağlamın bilinmesinin ve diğer naslar çerçevesinde oranın değerlendirilmesinin zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, her kim bunu ihmal edecek olursa, ibareyi anlama noktasında doğru bir anlayış ortaya koyamayacak ve metinden güzel çıkarımlarda bulunamayacaktır. Bazı çağdaşlar İslamcılar gerek bu ayetler üzerinde gerekse ayetlerin, Allah’ın şeriatına muhakeme olmayan ve onunla hükmetmeyen kimseler hakkında ortaya koymuş olduğu nitelendirmeler hakkında düşünmüşler ve bunların Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, Allah’ın izin vermediği kanun ve yasalar çıkaran ve bu kanunları kâfirlerden ithal eden çağdaş Müslüman yöneticileri kapsamadığını söyleyerek “Bu 1 ayetler günümüz yöneticilerinden bahsetmemekte, uymamaktadır” diye iddia etmişlerdir. ayetlerde anılan nitelendirmeler de onlara Onlar iddiaları şöyledir: “Bu ayetler ve bu ayetlerde zikredilen sıfatlar ancak İslam’dan önceki bazı kavimlerden ve din mensuplarından bahsetmektedir. Bu ayetler Yahudi ve Hıristiyanlardan söz etmektedir!” Onların bu noktada ki delilleri ise; ayetteki lafızların Yahudi ve Hıristiyanlardan söz ediyor olmasıdır. İlk ayette “Şüphesiz ki Tevrat’ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi” denilmektedir. Burada söz Tevrat ve onunla hükmetmeyle alakalıdır. Tevrat Yahudiler için gelmiştir. Allah-u Teâlâ kendilerini Rabb’e adamış kimselerle âlimlerden kendi indirdiği ile hüküm vermelerini talep etmiştir. Eğer bunu yapmazlarsa, işte o zaman onlar kâfir olanlardır. Bundan dolayı ayet “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” nitelendirmesi ile son bulmuştur. İkinci ayete gelince; bu ayet Tevrat’ta kısasla alakalı bazı hükümlerden bahsetmekte ve onunla hükmetmeyen âlimlere“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir” diyerek genel bir nitelendirme ile son bulmaktadır. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenleri "fasık” olmakla nitelendiren son ayete gelince; hiç şüphesiz ki bu ayet Hıristiyanlardan söz etmekte ve onlardan İncil ile hükmetmelerini istemektedir. Eğer onlar bunu yapmaz ise işte o zaman “Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” Ayeti gereğince fasık olmuşlardır. Ayetlerde geçen bu üç vasıf; yani “kâfir, zalim ve fasık” vasfı onlara göre sadece Yahudi ve Hıristiyanlara yöneltilmiştir ve sadece onları kapsamaktadır. Muasır Müslümanlar bu hükmü acaba niçin genelleştirmektedirler? Ve neden bunu Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen çağdaş yöneticilere hamletmektedirler? Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen yöneticiler yanında resmî olarak bazı İslamî görevlerde bulunan bu kimseler, ayetten umum manası çıkaran diğer Müslümanları hatalı çıkarmaya kalkışmaktadırlar. Bunlardan bazıları da ayetlerde yer alan “kâfir, zalim ve fasık” vasfını üç dine de mensup olan kimseler arasında paylaştırarak ayette yer alan “Kâfir” kelimesini sadece Tevrat’la hükmetmeyen Yahudilere “Zalim” kelimesini de sadece İncil ile hükmetmeyen Hıristiyanlara hamletmektedirler. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen Müslümanlara gelince; bunlar onlara göre sadece “Fasık” tırlar! Mezkûr lafızlar için böyle bir taksimat yapmanın herhangi bir delile dayanmadığı açıkça ortadadır. Bunun dayanağı olsa olsa heva ve arzuya gör hareket etme duygusudur. Müslümanlardan bazıları da var ki, onlar bu ayetlere başka bir zaviyeden yaklaşmakta ve mezkûr sıfatları başka bir perspektiften incelemektedirler. Onlara göre bu ayetler kendilerini İslam’a nispet eden günümüz yöneticilerini de kapsamaktadır; ancak bir takım özel şartlarla… Biz, kendisini İslam’a nispet ettiği halde Allah’ın hükmü ile hükmetmeyen bir yönetici gördüğümüzde ona hemen küfür, zulüm ve fısk hükmü veremeyiz. Aksine ona Allah’ın şeriatına göre hüküm vermeyi niçin terk ettiğini ve neden Allah’ın indirdiği hükümlerden başkası ile hükmettiğini sormamız gerekmektedir! Aynı şekilde, Allah’ın hükmüne ve İslam dışı hükümlere bakışının nasıl olduğunu ona sual etmemiz gerekmektedir! Böylesi biri eğer inanarak, doğruluğuna kanaat getirerek ve Allah’ın hükmünden üstün tutarak Allah’ın hükmünden başkası ile hükmedecek olursa, biz, o zaman onun kâfir, zalim ve fasık olduğuna hüküm verebiliriz. Tabi ki, bu, hükmetmiş olduğu kanun Allah’ın kanunun ile çeliştiği zaman geçerlidir! Ancak böyle birisi Allah’ın hükmünün daha üstün olduğuna inanarak başkası ile hükmederse o zaman kâfir olmaz! 2 Böylesi bir yönetici, kendisinin Allah’ın ahkâmını tatbik etmekten korktuğunu, düşmanların saldırısından ve kendisini koltuğundan indirmelerinden çekindiğini, onlara karşı siyaset yaptığını, onları idare etme yoluna girdiğini, inandığı halde Allah’ın şeriatını iptal edip hoşnut olmadığı halde onların yasalarıyla hükmettiğini bize bildirecek olsa, evet tüm bunları söyleyecek olsa bu yönetici bu yaptığından dolayı kâfir olmaz! Evet, biz, böylesi insanların yapmış olduğunun; ayetlerin manasını tahrif etmek, mezkûr vasıfların anlamlarını saptırmak, Kur’an’ın muhkem kavramlarını değiştirip yerine Allah’ın izin vermediği bazı anlamlar getirmekten başka bir şey olmadığına inanıyoruz. Ve yine inanıyoruz ki, bu insanları, bu tahrife sevk eden yegâne unsur; heva ve çıkarlarıdır. Allah’ın şeriatına harp ilan etmiş yöneticilere meyletmeleridir. Onların hoşnutluğunu kazanmaya olan hırslarıdır. Onların vazifelerini, yerlerini ve mallarını kapma arzusudur. Hiç şüphe yok ki bunlar dinlerini ticaret vasıtası yapan tacirlerdir. Allah’ın ahdini bir kenara atmış; doğruluk, yiğitlik ve açık sözlülükten vazgeçerek yerine yalanı, ikiyüzlülüğü ve münafıklığı tercih etmiş insanlardır. Bunlar bu batıl fikirle Allah’ın rızasını, O’nun dinine yardım etmeyi, hakkı haykırmayı ve ilme saygı göstermeyi amaçlamış değillerdir. Aksine onların amacı zalim yöneticilerden hoşnutluk veren bir bakış, övgü ifade eden bir cümle ve kendisi ile övünecekleri bir dünyalıktır. Dinlerini ticaret vasıtası yapan bu resmi müftülerin sözleri batıl ve sapık olmasının yanı sıra aynı zaman da çok basit ve aptalcadır. Onlar, yöneticilere Allah’ın hükmü ile hükmetmemelerinin ve kâfirlerin kanunlarını (Allah’ın hükmüne) tercih etmelerinin sebebini soracaklar ha! Hem de yöneticilere! Acaba buna cesaret edecek kimdir? Bu din tüccarlarından biri mi? Bu soruyu onlara yöneltecek azıcık bir cesarete sahip mi ki onlar? Şayet buna güç yetirip soruyu sordular diyelim, acaba yöneticiler onların bu sorusuna tenezzül edip cevap verecek mi ki? Hem sonra, onların bu soruya cevap verdiklerini farz etsek bile, bize karşı açık sözlü olacaklarını nasıl bekleyebiliriz ki? Hangi yönetici çıkıp ta halkına “Ben, iman etmediğim için Allah’ın hükmü ile hükmetmiyorum, benim Allah’ın hükmünden başkası ile hükmedişim ona iman ettiğimden dolayıdır” diyebilir ki? Acaba hangi yönetici kendisini hesaba çektirmeyi veya aleyhinde kapatılması mümkün olmayan bir kapı açılmasını kabul eder ki? Acaba içlerinden hangisi Müslümanlarla karşı karşıya gelip onlarla yüzleşmeyi isteyebilir ki? Hiç kuşku yok ki böylesi bir şeyi, yapsa yapsa beyin hücrelerini yeterince çalıştırmayan aptal ve saf insanlar yapar! Böylesi bir şeyi hakkı inkâr eden komünist bir yöneticiden başkasının açıksa söylemesi mümkün değilken, yöneticisine soru yöneltip sonra da ondan buna yanıt vermesini ve sorduğu soruyu açıkça cevaplamasını bekleyen birisi var ya işte o beyin hücrelerini çalıştıramayan saf ve aptalın ta kendisidir! Kardeşim! İstisnasız bir şekilde yöneticilerin tamamı, Müslüman halklarla ve onların Allah’ın şeriatını tatbik etmeye yönelik talepleriyle karşı karşıya kaldıklarında kesinlikle “Allah’ın şeriatına inandıklarını, ama süper devletlerin yoğun baskısı altında kaldıklarından ve zamanın uygun olmayıp şartların el vermemesinden dolayı Allah’ın ahkâmını tatbik edemediklerini” söyleyeceklerdir. Biz, Allah’ın yasalarına bakış açılarını ve ona karşı tutumlarını yöneticilere niye soracakmışız ki? Ve neden onlardan açık bir cevap bekleyip sözlerini ve görüşlerini duymaya hırs gösterecekmişiz ki? Farz edelim ki onlar Allah’ın şeriatını kabul ettiklerini ve onu tasdik ettiklerini ilan ettiler, acaba bu, −Allah’ın yasalarını tatbik etmedikleri, aksine onlarla savaşıp yerine Allah düşmanı kâfirlerden elde edilmiş kanun ve yasaları getirdikleri sürece− onlardan kabul edilecek ve lehlerinde şahitlik için yeterli sayılacak mıdır? 3 Şüphesiz ki bu, −lehlerinde veya aleyhlerinde şahitlik edebilmek için− yöneticilerden cevap bekleyenlerin saflığına ve aptallığına işaret etmektedir. Acaba İslam’da hangi şey önce gelir; lisan-ı hal mi yoksa lisan-ı mekâl mi?1 İslam’da ölçü nedir; söz mü amel mi? Söz amel ile çeliştiğinde itibara alınıp tercih edilecek olan hangisidir; söz mü amel mi? Salt söz İslam nazarında neredeyse hiçbir şey ifade etmez. Bunun bir şey ifade edebilmesi için sahibi tarafından amel, davranış ve bağlılık ile desteklenmesi gerekmektedir. Yani bu insanın yaşantısının söylemiş olduğu, inandığı ve ortaya attığı şeylerle uyuşması ve ona muvafakat etmesi gerekmektedir. Eğer yaşantısı, davranışları, tasarrufları ve uygulamaları ağzından çıkan söz ile çeliştiğinde o kişi kınanmaya ve cezaya çarptırılmaya maruz kalır. Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylersiniz. Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir kine yol açar!” (Saf/2, 3) Hiç şüphesiz ki lisan-ı hal (kişinin ortaya koyduğu davranışlar) İslam’da lisan-ı mekâlden (kişinin sözlerinden) daha etkilidir. İslam’da itimat edilmeye en uygun olan şey, sözü onaylayan davranışlardır. Davranışın destekleyip onaylamadığı sözlere iltifat edilmez. Hatta imanda bile söz ve itikadı onaylayan salih amellerin olması kaçınılmazdır. Allah Hasan-ı Basrî’ye rahmet etsin, ne de güzel söylemiştir: “İman temenni ve süsleme ile olacak bir şey değildir; aksine iman, davranışların kendisini doğruladığı kalpte ki inançtır.” Söz ve amel çeliştiğinde itibara alınacak olan “amel”dir; zira amelin delaleti sözün delaletinden daha güçlüdür. “İşittik ve itaat ettik” diyerek söz söyleyip amel edenle “İşittik ve isyan ettik” diyerek söz söyleyip amel etmeyen arasında ne kadar da fark vardır (değil mi?) Sahabe, kendilerine tevcih edilen emirleri dinleyerek, amel ederek ve gereğini yaparak telakki etmekteydi. “Onlar şöyle dediler: “İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.” (Bakara/285) Yahudiler ise kendilerine yöneltilen emirleri almışlar ama onlara muhalefet etmişlerdi. Musa Peygamber onlara “İşittik ve itaat ettik” demelerini emrettiği halde onlar dilleri ile “İşittik ve itaat ettik” demişler, ama uygulama ve tatbik sahasında isyan edip emirlere karşı çıkmışlardı. Bu nedenle onların (Allah’ın emrine) muhalif olan amel yönü (Allah’ın emrine) uygun düşen sözlerine tercih edilmiştir. Rabbimiz şöyle buyurur: “Hatırlayın bir zamanlar sizden söz almış ve Tûr dağını üstünüze kaldırmıştık. (Sonra): «Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun ve söylenenleri dinleyin» demiştik. Onlar ise: «İşittik ve isyan ettik» dediler. İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi. De ki: «Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!»” (Bakara/93) Şimdi, yöneticiler çıkarak binlerce kez “Allah’ın kanunlarına inandıklarını ve Allah’ın şeriatını sevdiklerini” söyleseler ardından söylemiş oldukları bu söze vakıada muhalefet etseler sonrasında da Allah’ın kanunlarını bir kenara atarak O’nun izin vermediği şeylerle hükmetmeye kalksalar, bu sözlerinin hiçbir kıymeti olur mu? Elbette ki bunun hiçbir faydası ve etkisi olmaz. Çünkü itibara alınıp kendisine dayanılacak şey; onların yaptıkları ve ortaya koyduklarıdır. Tabi ki bu, (biraz önce farz ettiğimiz şeyi) açıkça söyledikleri zaman geçerlidir. Peki, (Allah’ın şeriatını kabul edip benimsediklerini) açıkça ilan etmediklerinde o zaman ne olacak? Açıklamadıkları şeyleri onlara nasıl deklare ettirecek ve söylemedikleri şeyleri onlara nasıl söyleteceğiz? Acaba nasıl olacak ta “Onların Allah’ın şeriatına iman edip onun en yüce olduğunu kabul ettiklerini; ama o şeriata bağlanmaktan aciz olduklarını” söyleyeceğiz ki? 1 Davranışlar mı yoksa söz mü? 4 Bu sözü söyleyen, bu perspektiften bakan ve ayeti bu şekilde anlayan kimselerin ortaya koyduğu bu saflık, bizlere avcı ile serçeler arasında geçen şu ibretlik olayı hatırlatmaktadır: Anlatıldığına göre bir avcı soğuk bir günde üç-beş serçe yakalar. Sonra o serçeleri önüne koyarak bir bir kesmeye başlar. Henüz sırası gelmeyen kuşlar (yaşananları) izleyip seyretmektedir. Dondurucu soğuğun ve şiddetli rüzgârın etkisiyle kesim yapan avcının gözünden yaşlar gelmektedir. Kuşlardan ikisi, bir avcıya birde onun akan gözyaşlarına bakarlar. Birisi diğerine: “Şu zavallı avcıya bir baksana... Bizi kestiği için nasıl da üzülüyor? Bize olan şefkat ve merhameti nedeniyle nasıl da ağlıyor?” der. Bunu duyan diğer serçe akıllı ve zekice der ki: “Sen onun gözyaşlarına değil; elinin yaptığına bak!” Allah’ın şeriatını bir kenara atıp yerine kâfirlerin kanunlarını getiren yöneticilerle olan ilişkileri hususunda günümüz Müslümanlarına nasihatimiz şudur: Onların dış görünüşlerine, sözlerine ve beyanatlarına aldanmayın! Aksine siz onların yaptıklarına, davranışlarına ve kendi kanunlarını uygulamalarına bakın. Ya da onlara olan nasihatimiz zeki serçenin sözüdür: “Sen onun gözyaşlarına değil; elinin yaptığına bak!” Konumuzun esasını teşkil eden ayetler yöneticilerden bahsetmektedir. Nerede olursa olsun nerede bulunursa bulunsunlar… Ayetler onları ve onlardan bu suçu işleyenleri Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi terk etmekten sakındırmaktadır. Ayetler böylelerini küfür, zulüm ve fısk ile nitelendirmektedir. “Kâfir, zalim ve fasık” nitelendirmeleri yalnızca Yahudi ve Hıristiyan yöneticilere özgü değildir elbette... Bunlar ret ve inkâr ederek Allah’ın hükmünü iptal edenler için de özgü değildir. Aksine Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen herkesi kapsamaktadır. Gerek Selef, gerekse halef âlimlerinden bu hakikati doğrulayan ve onu pekiştiren onlarca görüş nakledilmiştir. Bu görüşler ayeti doğru bir şekilde tefsir etmekte ve ona doğru bir anlam kazandırmaktadır. Tabiînin değerli âlimlerinden birisi olan İbrahim en-Nehaî bu ayet hakkında şöyle demiştir: “Bu ayetler İsrailoğulları hakkında nazil olmuştur. Allah-u Teâlâ onlar (içerisinde yer alan ahkâm)ı bu ümmet için de uygun görmüştür.” Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: “Bu ayetler Yahudiler hakkında nazil olmuş olup bize de vacip kılınmıştır.” İmam Şa‘bî ayetlerde “Kâfirler, Zalimler ve Fasıklar” şeklinde yer alan üç vasıf hakkında şöyle demiştir: “Bu vasıfların ilki bu ümmet için geçerlidir. İkincisi Yahudiler hakkındadır. Üçüncüsü ise Hıristiyanlar içindir.” Huzeyfe b. Yeman’ın yanında bu ayetler okunduğunda orada bulunan bir kişi: “Bu hüküm İsrailoğulları için geçerlidir” dedi. Bunu duyan Huzeyfe (ra): “İsrailoğulları sizin için ne güzel bir kardeştir! Tüm iyi (hüküm) ler size, tüm kötü (hüküm) ler onlara ha! Hayır, Allah’a yemin ederim ki siz, ayakkabının bağı gibi onların yolundan gideceksiniz” dedi. İbn-i Abbas (ra) şöyle demiştir: “Siz ne iyi bir topluluksunuz! İyi ve güzel olan (hüküm) ler size, kötü ve meşakkatli olan (hüküm) ler Ehl-i Kitab’a ha! Hakîm b. Cübeyr anlatır: Maide Suresinde “Kâfirler, zalimler ve fasıklar” şeklinde yer ayetler hakkında Said b. Cübeyr’e soru sordum ve “Bazıları bu ayetlerin İsrailoğulları hakkında indiğini, bizler için geçerli olmadığını iddia ediyorlar. (Ne dersiniz?)” dedim. Said b. Cübeyr: “Öncesini ve sonrasını oku” dedi. Ben hemen okudum. Bunun üzerine: “Hayır, aksine o ayetler bizler hakkında da geçerlidir” dedi.2 Alkame ve Mervan, Abdullah İbn-i Mesud’a rüşvet hakkında soru sormuşlardı. Abdullah İbn-i Mesud: “Bu Haramdır” dedi. Onlar: “Hükümde mi?” dediler. Abdullah İbn-i Mesud: “Hayır, o küfürdür” dedi ve “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” Ayetini okudu. 2 Tüm bu nakiller için bkz: “ed-Dürrü’l-Mensûr”, 3/87, 88. Bu nakiller özetlenerek alınmıştır. 5 Tabiînin meşhur âlimlerinden birisi olan Suddi’den şöyle nakledilmiştir: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse” Yani kim benim indirdiğimle hükmetmez, kasıtlı olarak onu terk eder ve bile bile zulme saparsa işte o kâfirlerdendir. İmam Taberî bu ayetlerin tefsirinde şöyle der: “Allah-u Teâlâ bu haberle kitabında indirmiş olduğu hükümleri reddedenleri hükmün içine dâhil etmiş ve onların hükmü terk etmeleri sebebiyle kâfir olduklarını haber vermiştir. Reddederek Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kimselerin hükmü de aynıdır. O, Allah’a karşı küfre sapğmıştır.” İbn-i Kesir, Cengizhan’ın, halkı için kanunlaştırdığı “Yesak” adlı kanundan ve Tatarların yasalarından şöyle bahseder: “Onlardan her kim böyle yaparsa (yani İslam’ın kanunlarını bırakıp başka yasalar çıkarırsa) kâfir olur. Allah ve Rasûlünün hükmüne dönene dek onunla savaşmak (ümmete) farzdır. Az veya çok hiçbir konuda Allah ve Rasulünün hükmünden başkası hakem yapılamaz!” “el-Akîdetü’t-Tahâvîyye” adlı eserin Şarihi (İbn-u Ebi’l-İzz) şöyle der: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek bazen dinden çıkaran küfür olur, bazen de büyük veya küçük bir günah olur. Bu küfür, ya mecâzen söylenmiştir. Ya da küçük küfürdür −ki bu noktada iki farklı görüşün olduğu önceki bölümlerde geçmişti− Bu, hâkimin durumuna göre değişir. Eğer hâkim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin gerekli olmadığına veya bu konuda kendisinin muhayyer olduğuna inanırsa yahut Allah’ın hükmü olduğunu bildiği halde onu küçümserse o zaman büyük küfür olur.” Reşit Rıza “Menar” adlı tefsirinde şöyle der: “Bazıları küfrün, genel kaidelerden bilinen bir şarta bağlı olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu şartta şudur: Kim, Allah’ın hükmü olduğunu bildiği halde inkâr ederek ve zulüm olduğunu kabul ettiği için yüz çevirerek Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir! Bu şart, ne imanla örtüşür ne de izanla! Yemin olsun ki, kanun koyan yöneticiler hakkındaki şüphe daha kuvvetli, onlar hakkında cevap vermek daha zordur. Hiç şüphe yok ki insan aklının, Allah’ın dinine boyun eğmiş mümin birisinin (inandığı) kitabın kendisine bir hükmü farz kıldığına inanıp sonra −yüz çevirerek ve üstün tutarak− onu kendi tercihi ile tağyir etmesini ve öz iradesi ile onu başka bir hükümle değiştirmesini, bununla birlikte mümin ve Müslüman olduğunu iddia etmesini tasavvur etmesi gerçekten çok zor bir şeydir.”3 Şeyh Ahmed Muhammed Şakir der ki: “Bu Beşerî kanunlar hakkında verilecek hüküm güneşin parlaklığı kadar açıktır. Şüphesiz ki bu kanunlar, içerisinde hiçbir kapalılık olmayacak şekilde açık bir küfürdür. Bu konuda kendisini İslam’a nispet eden hiçbir kimse için −bu kimse kim olursa olsun− bu kanunlarla amel etme ve onlara boyun eğme noktasında asla bir özür söz konusu değildir. Herkes kendisini sakındırmalıdır; zira herkes kendisinin bekçisidir.” Şeyh’in kardeşi Mahmud Muhammed Şakir de Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen çağdaş yöneticiler hakkında şöyle der: “Bu iş, Allah’ın hükmünden yüz çevirmek, O’nun dinini terk etmek ve küfür ahkâmını Allah’ın kanunlarına tercih etmek demektir. Bu ise −her ne kadar bunu söyleyen ve ona davet edenin tekfir edilmesinde ihtilaf etseler de− Ehl-i Kıbleden hiçbir kimsenin şüphe etmeyeceği bir küfürdür.” Üstat Hasan el-Hudaybî der ki: “Bir şeye veya bir işe Allah’ın emrine muhalif olduğu halde meşruluk vasfı kazandırarak hükmeden kimseye gelince; bu kimse −icmaen− Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmeyi caiz görmüş, kendisi için malum olan nassı yalanlamış, küfre ve şirke düşmüştür.”4 3 Tefsîru’l-Menâr, 6/407. 4 Tüm bu nakiller için “Fi Zilâli’l-Kur’an fi’l-Mîzân” adlı eserimize müracaat edebilirsiniz. Bkz: sf. 218−220. 6 Bu nakillerimizi şehit Seyyid Kutub’un şu cümleleri ile noktalıyoruz: “Bu son derece kesin ve su götürmez bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak “men”in kullanılması ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir. Ayette herhangi bir kapaklık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekân sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür... Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık. Zira Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın ilahlığını reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir. Allah’ın ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir yandan, Allah'ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- sırf küfür kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman olduğunu savlamanın anlamı nedir? Son derece kesin olan bu hüküm konusunda demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil etmeye çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demagojiler ya da teviller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah’ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde değiştiremez.”5 Seyyid Kutub “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir” ayeti hakkında da şöyle der: “Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor. Bu yeni nitelik, daha önce geçen “kâfirler” biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kâfirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah’ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı hak etmekle ve −aralarında yaşadığı−insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir. Gönderme yapılan nokta ve “Allah'ın indirdiği ile hüküm vermeyenler” biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade eden şart edatı “men (kim ki...)” kullanılmış ve aynı noktaya gönderme yapılmıştır.”6 Üstat üçüncü ayet hakkında da şöyle der: “Buradaki nassta da yine genel ve kesin bir ifade kullanılıyor. Yalnız burada, daha önceki “kâfirler” ve “zalimler” biçimindeki niteliklere, “fasıklar” diye bir yenisi daha ekleniyor. Bu, daha önceki ayetlerde bahsedilenlerden farklı bir topluluk ya da değişik bir durum söz konusu olduğu anlamında değildir. Durum yine aynıdır. Olay, bu ayetle, hangi ulustan ve hangi kuşaktan olursa olsun Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye, daha önceki iki niteliğe ek olarak, yeni bir niteliğin daha eklenmesinden ibarettir. Küfür, Allah’ın şeriatını reddederek O’nun ilahlığını inkâr ederek olur. Zulüm, insanları Allah’ın belirlediği şeriat dışında bir sisteme uymaya zorlamak ve onların yaşamlarında kargaşaya ve bozguna neden olmakla işlenir. Fasıklık ise, Allah’ın sistemini bırakıp başka bir sisteme tabi olmak demektir. İşte ilk fiil, bu niteliklerin her üçünü de kapsamakta ve söz konusu fiili işleyen kişi her üç niteliği de −aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın− bütünüyle hak etmektedir.”7 5 Fi Zilal, 2/898. 6 Fi Zilal, 2/900. 7 Fi Zilal, 2/901. 7 Üstat, geçen ayetleri güzel bir şekilde anlamasından kaynaklanan kesin ve kat‘î bir hüküm daha belirtiyor: “Allah’ın indirdikleriyle hüküm vermeyenler, kâfirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridirler. Yönetilenlerden Allah’ın hükmünü kabul etmeyenler de, kesinlikle mümin değildirler.”8 Konumuzun esasını teşkil eden ayetleri doğru anlayabilmek için hüküm, teşri ve bu teşrinin Allah’ın şeriatından alınması gerektiği noktasında ki bazı ayetleri ilave etmemiz gerekmektedir. Rabbimiz şöyle buyurur: “Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf/40) “Allâh, size Kitabı tüm detayları ortaya konmuş olarak indirmiş iken O’ndan başka bir hakem mi arayacakmışım?” (Enam/114) “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa/65) “Aralarında hükmetmek üzere Allah ve Peygamber’ine çağırıldıkları zaman mü'minlerin sözü ancak «İşittik ve itaat ettik» demek olmuştur. İşte felaha erenler bunlardır.” (Nûr/51) “Allah ve resulü bir işte hüküm verdiğinde, mümin bir erkekle mümin bir kadının, işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakları yoktur. Kim Allaha ve Resulüne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.” (Ahzab/36) *** Dr. Salah Abdulfettah el-Halidî Ürdün Şeriat Fakültesi Öğretim Üyesi 8 Fi Zilal, 2/905. Bu meselenin etraflıca tartışmasını öğrenmek isteyenler “Fi Zilâli’l-Kur’an fi’l-Mîzân” adlı eserimize müracaat edebilirler. Bkz: sf. 205−232. 8