• Sosyal Hizmet Müdahalesi II • Doç. Dr. M. Zafer DANIŞ Her zaman insanların sorunlarına * çözüm getirmeyi, * ihtiyaçlarını karşılamayı, * sıkıntılarını azaltmayı amaçlayan Sosyal Hizmet Uzmanları; Bireylerin sorunlarıyla, toplumun sahip olduğu kaynaklar arasında “BAĞLANTI” kurarak, çözümler bulmaya çalışırlar. Çünkü sorunlar; bireyin *aile içindeki ve toplumdaki konumunu, *sosyal rollerini ve statüsünü, *“işlevselliğini” olumsuz yönde etkilemektedir. Bireylerin, •duygu ve davranışlarını kontrol etmeleri ve •uyumlu (düzen) bir yaşam sürmelerine yardım ve destek çok önemlidir. Yaşamdaki; *değişikliklere, *yüklere, *zorluklara (travmatik olaylar; savaş, ölüm, ayrılık, ekonomik değişimler vs.) UYUM sağlayabilmek Ve… • Bunlarla başa çıkabilmek için “oturmuş ve dengeli bir kişiliğe” ihtiyaç duyulduğundan, bu yaşam zorluklarıyla “baş etmek”, insanlar için, her zaman kolay olmamaktadır. TOPLUMDA meydana gelen değişmeler; * nüfus, * medeni durum değişiklikleri, * teknolojik değişmeler, * işsizlik, * gecekondulaşma, * gelir yetersizliği, * alkol vb. kötü alışkanlıklar gibi “SOSYAL SORUNLAR” da, birey ve toplum yaşamı ve “İYİLİK HALİNİN KORUNMASI”nı zorlaştıran, ciddi riskler içermektedir. SOSYAL REFAH Sosyal hizmet mesleği, “sosyal refah” kurumunun işlevsellik kazanmasının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve ülkelerin gelişmesini yönetebilecek denli etkili bir hale gelmiştir. Sosyal refah kurumu; • her bir vatandaşın ihtiyaçlarının karşılanması, • yaratılacak uygun sosyal çevre, • yeterli “kaynaklar yoluyla” bireyin; potansiyellerini gerçekleştirmelerine destek sağlamayı amaçlayan bir yapıdır. Sosyal sorunlar ve bunların çözümü, genellikle birey ve sosyal çevresi arasındaki karşılıklı etkileşimlerin bir ürünüdür. Gelişmiş ülkelerde, devlet tarafından sağlanan imkanlarla, “bireyler” ve “aileler” güçlü kılınmakta, birçok sorun erken dönemde, “bireylerde dejenerasyon yaratmadan” çözümlenebilmektedir. Sosyal hizmette sıkça kullanılan BİREYLE ÇALIŞMA yönteminde; bireyin • kendini tanıması, • sosyal destek sağlanması, • düşünce süreçlerini geliştirebilmesi, • bilgi edinmesi, • geleceğini planlaması, • istikrarlı ve toplumla uyum içinde yaşaması ve • toplum kaynaklarını kullanmasıyla ilgili yardımlar organize edilmektedir. Bireyin “kişilik yapısıyla” ilgili “sorunlar”, ilk başta hemen “anlaşılamaz”. Olumsuz yaşam deneyimlerinin tetiklediği, “bir birikimin sonucu” olarak bu sorunlar; Aile yaşantısında veya eşler arasında ciddi anlaşmazlıklar biçiminde, bireylerde ruh hastalığı biçiminde, uyumsuzluklar ve suç işleme biçiminde ortaya çıkarlar. Kişilerin sorunları; ailesi ve sosyal çevresindeki diğer insanlarla ilişkilerini etkilediği gibi, çoğu zaman kendi yaşamında “sıkıntılara ve yetersizliklere” neden olur. (Ekonomik sorunların akademik başarısızlığa sebep olması, arkadaşlarıyla ilişkisini bozması gibi…) Kişi, istemeden ve iradesi dışında böyle durumlarla karşı karşıya geldiğinde, bunları “fark etmekle birlikte”, kurtulma ve çözüm bulma gücünü kendinde bulamayabilir ya da bu imkanlara sahip olamayabilir. Bireysel çalışma yönteminin; günlük yaşamdaki sıkıntıların, Sorun boyutuna ulaşmasını ÖNLEYİCİ; Birey ve ailenin yetersizliklerini giderici, ONARICI ve Sağlıklı ilişkiler kurup, topluma uyum sağlamalarını kolaylaştıracak TEDAVİ EDİCİ “işlevleri” yasal ve örgütsel düzenlemelerle güçlendirilmelidir Esasında “radikal sosyal hizmet yaklaşımı”, insanların sosyal işlevselliğinin sağlan-masında, birey odaklı müdahalelerinin yeterli olmadığını, bir “meydan okuma biçiminde” ortaya koymaktadır. Bu yaklaşımın “sosyal eylem” müdahalesinde, SHU’ları, özellikle sendikalarla ve sivil toplum örgütleriyle birlikte hareket ederek politik ve toplumsal hareketlere katılarak, ihtiyaç duyulan “yasal düzenlemelere” ulaşmaya çalışmalıdırlar. “Bireyle çalışma” da, uzmanlar; müracaatçıların sorunlarını bireyselleştirmezler ve sosyal sorunlar için “kişileri değil”, sosyal sistemi sorumlu tutarlar (Acar, 1999: 95). Bu durum, sosyal hizmet mesleğinde, “sosyal reform”a yönelik yaklaşımların ağırlık kazanmasına yol açmıştır. Gerçekleştirilen “sosyal reformlara” rağmen, zaman içerisinde, “insanların sorunlarını çözmenin”, zannedildiği kadar kolay olmadığı, net olarak anlaşılmıştır. Gerçekten de, birey ve ailelere kısa sürede, etkin bir biçimde yardım edebilmek, gereksinim duydukları hizmetlere bir an önce kavuşmalarını sağlamak; insan davranışları, toplum yaşamı, sağlık vb. konularda, daha güvenilir ve faydalı olabilecek “bilgilerin” kullanılması gerekir. PSİKANALİTİK teorinin “bireyle uygulamalarına kazandırdığı” temel ilkeler; çalışma • her davranışın bir anlamı ve her davranışı belirleyen nedenlerin olduğu; • kişinin bilinçaltındaki bu etkenlerin farkında olmadığı, • bu anlaşıldığı zaman, davranışı düzeltmenin mümkün olabileceği, • davranışları, bireyin yaşadığı sosyal yapı belirlemediği; “bireyin” sosyal yapıya gösterdiği “duygusal tepkinin belirlediği; • Davranışların bir bölümünde, bireyin geçmişteki yaşam deneyimlerinin etkisinin olduğu; • kişinin olumsuz duygusal tepkilerini düzeltmek için bireyin yaşadığı sosyal çevreyi incelemenin yeterli olmadığı ve; • başvuranın iç dünyasının da incelenmesi ve psişik özgeçmişi üzerinde durması gerektiği’dir. 1940-1950 döneminde bireyle çalışma, «psikososyal» niteliğe kavuşmuştur. Davranış bilimleri ve sosyal bilimlerden yoğun bilgi aktarımı olmuş ve “sosyal” nedenleri açıklamak için yeterli olmayan psikanalitik teorinin, uygulamalar için geçerli olup olmadığı tartışılmaya başlanmıştır. Bireyin, toplumsal çevreye “uyum sorunlarının”, sosyal ve ekonomik yapıdaki çeşitli nedenlerle de fazlasıyla ilgili olduğu anlaşılmıştır. İkinci Dünya Savaşı savaş süresince de “sosyal hizmet”; insan kurtarma, gönüllü çalışmalar, para toplama etkinliklerine ağırlık vermiş ve kendi kaynaklarını harekete geçirmeye çaba harcayan, gönüllü çalışmalara ağırlık veren, büyük bir kitle ortaya çıkmıştır. Bu zorlu yıllarda sürdürülen yoğun çalışmalarla, uluslarüstü alanda ordu, hükümet ve diğer kurumlar tarafından sosyal hizmet mesleğinin ve sosyal sorunları çözebilme gücünün, politikacılar ve toplum gözünde “daha fazla tanınması” sağlanmıştır (Cohen, 1958: 249). 1947 yılında ABD’de, “Ulusal Ruh Sağlığı Yasası” kabul edilmiş ve savaşın, tüm dünyada yaratmış olduğu stres ve gerilimleri en aza indirmek konusunda çalışmalara ağırlık verilmiştir. Bu dönemde, Eduard Lindeman’ın önderliğinde, sosyal hizmet açısından çok önemli ÖRGÜTSEL gelişmeler ortaya çıkartılmıştır. Bunlardan ilki, 1946 yılında kurulan ve içerisinde hem ulusal düzeyde gönüllü örgütleri hem de hükümet kurumlarını barındıran “Ulusal SOSYAL REFAH Paktı” (NSWA)’dır. İkinci önemli gelişme, 1952’de, “Sosyal Hizmet Eğitim Konseyi” (CSWE)’nin kurulması ve Üçüncüsü ise, 1955 yılında “Ulusal Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği”nin (NASW) kurulmasıdır (Cohen, 1958: 281). Sosyal hizmette “DAVRANIŞSAL YAKLAŞIMLAR”, 1960’lardan itibaren etkili olmuş ve “değerlendirme” kavramı ön plana çıkmıştır. Davranışsal kurama göre, “davranışların” öğrenme yoluyla kazanıldığı kabul edilmiştir. 1970’lere gelindiğinde ise, bütün sosyal hizmet alanları için destekleyici bir bilgi olarak, “SOSYAL SİSTEM KURAMInın” kullanımı, ivme kazanmıştır. Bu dönemde, “ilişki” kavramı ağırlıklı olarak, bireyle - grupla ve toplumla sürdürülen mesleki çalışmalarda yer almaya başlamış olup bilim insanları “sosyal hizmet”i, “planlı değişim süreci” olarak tanımlamışlardır. “SİSTEM YAKLAŞIMI”, çevreyi ve bireyi ayrı ayrı ele alan analitik yaklaşımdan farklı olarak, bireyle sosyal ve fiziksel çevrenin oluşturduğu karmaşık düzeni, “bütüncül bir yaklaşımla” ele almaktadır (Kut, 1988: 93). SİSTEM yaklaşımı, müracaatçının içinde bulunduğu durumu, bütüncül bir perspektifle değerlendirmeye imkan sağlayarak, sosyal hizmet uzmanına, bireyle formel ve informel kaynak sistemleri arasındaki BAĞlarda “odaklan-masını” sağlamıştır. Sosyal hizmet mesleği; hümanist ve «varoluşçu» görüşlerden” fazlasıyla etkilenmiş ve insanın bireysel gelişimine ve onun «kendi» olabilmesine, “kendini gerçekleştirebilmesine” ve “bireysel gücüne” ulaşabilmesine önem verilmiştir. “Varoluşçu yaklaşım”, müracaatçıların sorunlarını, varoluşçu kavramlarla açıklamaya çalışırken; temelindeki felsefe, “gerçekle nasıl uğraşılsın ki, varlık birçok yetersizliğine rağmen, yaşamı insan için, yaşanabilir kılsın” düşüncesi yatmaktadır (Payne, 1991: 176). 1960’lardan sonra, sosyal hizmet uygulamalarında ortaya çıkan ‘EKOLOJİK SİSTEM YAKLAŞIMI’na göre, sosyal sorunlar; Müracaatçıların psikolojik özelliklerinden çok, müracaatçı ile çevresi arasındaki BİYOPSİKOSOSYAL etkileşime bağlanmıştır (Hartman, 1983; Leighninger, 1980). Çünkü “insan davranışı”, birey ile sosyal çevre arasında süregelen, karşılıklı etkileşimin bir ürünü olup, sosyal ağ içerisinde ev, aile, kültür, alt kültür, toplum, okul gibi sistemler yer almakta ve bir sistemde yaşanan bir değişim, diğer sistemleri de etkilemektedir. Ekosistem yaklaşımına göre, insan organizması ile çevrenin özellikleri karşılıklı uyum içinde olmalıdır (Turan, 1999: 311). Sosyal çevre ve koşullar üzerinde yoğunlaşan “sosyal reform” yaklaşımı, bireylerin, uygun ve elverişli yaşam koşullarına ve imkanlara sahip olduklarında, işlevselliklerinin de sağlanabileceği ve korunacağı varsayımına dayanmaktadır. Bilindiği gibi “MEDİKAL MODELde”, “davranışsal sorunlar”, müracaatçının kendi içindeki hastalığı olarak kabul edilmekte ve müracaatçıya “hasta” gözüyle bakan sosyal çalışmacının ilk görevi, hastanın problemini teşhis etmek ve tedavisini sağlamaya çalışmaktı. Bu çerçevede, bireyin duygusal ve davranışsal sorunlarının nedenleri “bireysel patolojilerde” aranmakta ve ağırlıklı olarak içsel yaşantı ve süreçler üzerinde durulmaktaydı. Bireyle çalışma yöntemiyle ilgili en son gelişme, 1980’li yıllardan başlayarak, uygulamada dikkati çeken, “EKOLOJİK SİSTEM YAKLAŞIMI”dır. Ekolojik sistem yaklaşımına göre, insan organizması ile “çevrenin özellikleri” karşılıklı uyum içinde olmalıdır (Turan, 1999: 311). Bu yaklaşımın anahtar öğesi “çevresi içinde birey” kavramıdır (Ashman ve Zastrow 1990: 3). Ekolojik sistem yaklaşımı; sosyal çalışmacıların, basit gibi görünen sorunların ötesine bakmasına ve sorunların sistemin diğer parçalarıyla ilişkili olduğunu görmesine, yardımcı olmaktadır (Ashman ve Hull, 1999: 11). Sistemin acımasızlığı nedeniyle bireylerin maruz kaldığı baskılar ve olumsuzluklar karşısında onları savunma ihtiyacı ile sistemi değiştirme çabaları ön plana çıkmış ve sosyal çalışmacılar, müracaatçıların kendi içsel sorunlarından ve teşhisten çok, sorunu ortaya çıkartan çevresel nedenler ve bireylerin içinde bulunduğu durumu değerlendirmeye başlamışlardır. Her geçen gün, aile yapısı ve sosyal kurumlar ile çevre içerisinde yer alan diğer sistemlerin işlev ve yapıları değişime uğramakta, yaşam bireyler için daha karmaşık bir hale gelmektedir. Bu durum, bireylerin sosyal çevreye uyumunu olumsuz yönde etkilemekte, ortaya çıkan bireysel talepler ile toplumsal kaynaklar arasındaki dengesizlik durumu ise “strese” yol açmaktadır. Bireyler, stresle baş edebilmek için çevrenin talep ve kaynakları ile kendi olanakları arasında bir DENGE kurmak zorundadır (Compton ve Galaway, 1979: 29). Ashman ve Hull (1999: 10)’a göre “sistem”, belirli bir işlevi yerine getirmek üzere kurallı ve ilişkisel bir yapı içerisindeki öğelerin oluşturduğu bir düzendir. O’Melia, Miley ve Dubois (1998) ile Fraser (2006)’a göre, Ekolojik sistem yaklaşımında birey ve çevresi arasında kurulacak “uyum dengesi” ile bireysel, ailevi ve toplumsal sorunların ortaya çıkmadan önlenebileceği ve sistemler arasında işlev eksikliklerinin giderilebileceği, kabul edilmektedir. İnsan gelişimi ekolojisinde; gelişen insan organizmasıyla, yaşayıp büyüdüğü çevre arasındaki etkileşim, aile, okul, akranlar ve akrabaları içeren “MİKROSİSTEM”; Bireyin yaşantısını ve gelişimini etkileyen kitle iletişim araçları, komşular, sosyal hizmet, eğitim, sağlık, sosyal güvenliğe ilişkin kurumlar ve bütün bu sistemlerin kendi içindeki bağlantılarını sağlayan “MEZZOSİSTEM”; Üst düzeyde sosyoekonomik politikaları ile ülkenin ve toplumun inanç, değer ve ideolojilerini içeren “MAKROSİSTEM” içerisinde bireylerin gelişimi ve “iyilik hali” olumlu ya da olumsuz yönde değişebilmektedir. Merkezde yer alan “birey” açısından, ekosistemin bu farklı yüzleriyle, aileakrabalarıyla birlikte uyum içerisinde çalıştığında, sistemin dengede olduğu, kişinin “normal gelişimini sürdürdüğü” söylenebilir. Bireyle-ekosistem arasında, uyumun olmaması halinde ise, kişinin gelişimsel dönemleri, sağlıklı gelişimi, iyilik hali ve işlevselliği açısından, “çeşitli riskler” söz konusu olabilmektedir. Bireyle sosyal hizmet yönteminde “insan”, potansiyeli olan özne bir varlık olarak kabul edilmektedir. Bu yöntemin “bireyi” ele alışı, “yapıcı” olduğu kadar, aile ve toplum içindeki “konumunu”, YÜCELTİCİ bir nitelik de taşır. Bireylerin ve ihtiyaçlarının ailelerin sorunlarının çözülmesi; giderilmesi yoluyla mümkün olabileceğinden, “toplum” ve “kamu” olanaklarının YETERSİZ oluşu, BSH uygulamaları için ENGELLEYİCİ’dir. SHU, ihtiyaç duyulan program, hizmet ve olanakların “topluma kazandırılması için” sürekli çaba göstermelidir. Yaşadığımız sıkıntılar ve aşamadığımız açmazlarımız; o pek beğendiğimiz aklımızın bir sonucudur. Bundan kurtulabilmek için, “farklı bakış açıları” öğrenmeliyiz.