Sayı 17 - 18 ÖZEL SAYI 15-16 TARİH BİLİNCİ Tarih ve Kültür Dergisi Sayı: 17-18 ÖZEL SAYI Mart 2012 üç ayda bir yayınlanır Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hasan KONUK Yazı İşleri Müdürü Zekeriya AÇIKGÖZ Editör Prof. Dr. Mehmet ÇELİK Genel Koordinatör Recep ŞENAY Yayın Kurulu Prof. Dr. Cahid BALTACI Prof. Dr. Mehmet ÇELİK Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK Prof. Dr. Mehmet CAN Prof. Dr. Orhan KILIÇ Prof. Dr. İdris BAL Prof. Dr. Bedri GENCER Prof. Dr. Nihat BULUT Prof. Dr. Yücel OĞURLU Prof. Dr. Tayyar ARI Prof. Dr. Mefail HIZLI Doç. Dr. Mustafa ŞENTOP Doç. Dr. Mazhar BAĞLI Doç. Dr. Ensar NİŞANCI Doç. Dr. Ahmet YILDIZ Doç. Dr. Senai YALÇINKAYA Doç. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU Yrd. Doç. Dr. Bedri MERMUTLU Yrd. Doç. Dr. Şükran YAŞAR Yrd. Doç. Dr. Nazım ELMAS Av. Reşat PETEK Sadık YALSIZUÇANLAR HAKEM KURULU 1. Prof. Dr. Cahid BALTACI 2. Prof. Dr. Mehmet ÇELİK 4. Prof. Dr. Yücel OĞURLU 5. Prof. Dr. İdris BAL 6. Doç. Dr. Ahmet YILDIZ YAYIN İLKELERİMİZ Danışma Kurulu Prof. Dr. Erkan Türe Prof. Dr. Mustafa SAMASTI Prof. Dr. Ziya KAZICI Prof. Dr. Mehmet MAKSUTOĞLU Veli ŞİRİN Emin ÜSTÜN 1 Tarih Bilinci Dergisi "hakemli dergi" olup üç ayda bir yayınlanır. Derginin sahibi "Tarih Bilincinde Buluşanlar Derneği"dir. 2 Dergide tarih ilmi başta olmak üzere sosyal ilimler ve sanatla ilgili yazılara, hakemlerin kontrolünden geçmiş akademik makalelere yer verilir. 3 Dergimizde yayınlanan yazıların ilmi ve hukuki sorumlulukları yazarlarına aittir. 4 Derginin yayın dili Türkçe'dir. Türkçe'nin dışında başka dillerdeki yazılar için Türkçe özet istenir. 5 Dergide yayınlanacak yazılar on sayfayı geçmemelidir. 6 Yazılar elektronik posta ile tarihbilinci@tbbd.org adresine gönderilmelidir. Hukuk Danışmanları Av. Ömer BOZOĞLU Av. Hüseyin ÖZTÜRK Düzeltme / Tashih H. İbrahim ÖZTÜRKÇÜ Grafik Tasarım A4 Grafik - Recep ŞENAY bilgi@a4grafik.net Baskı / Milsan İdare Yeri Ihlamur Sk. Çadırcı İş Merkezi 18/8 Pendik-İstanbul Tel.: 0216 354 20 56 tarihbilincidergisi@gmail.com www.tbbd.org 5 10 40 42 50 54 62 66 76 78 Editörden Dünü ve Bügünü ile Balkanlar Prof. Dr. Mehmet ÇELİK 88 Osmanlı Arşivi'nin Rumeli Araştırmaları Açısından Önemi Dr. Önder BAYIR 92 Orduların İşlevi Bitiyor Mu? Prof. Dr. Mehmet ALTAN 114 Mehmet Akif'in Balkanlara Ağıtı İbrahim ÖZTÜRKÇÜ 116 Güçlü Türkiye Balkanlarda İstikrarın Teminatıdır Prof. Dr. İdris BAL 122 Bosna'nın Avusturya-Macaristan İşgaline Direnişi Prof. Dr. Mehmet CAN - Dr. Mirsad KARİÇ 126 Balkanlar ve Kültürel Birliktelik Nevzat BAYHAN 140 Bulgaristan'daki Türk Azınlığı Prof. Dr. İbrahim YALIMOV 146 Hasan Kâfi Akhisari Prof. Dr. Cahit BALTACI 152 Osmanlı'nın Balkanlardaki İktisadi Mirası Prof. Dr. Mehmet Çelik 158 2 Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin Balkanlar Üzerindeki Etkileri Dr. Necip YILMAZ Balkanlara ve Balkanlardan Göç Doç.Dr. Mustafa ATALAR Selçukluların Anadolusu Osmanlıların Balkanları Ahmet ÖZDAL Tarihten Ders Almak veya Balkanlardan Günümüze Bakmak Hasan KONUK Üsküp'e Damgasını Vuran Bir Fatih: Paşa Yiğit Bey Prof. Dr. Mefail HIZLI Tarihte Balkanlar Cansaran KIZILTAŞ 1878-1918 Arasında Romanya: İç ve Dış Siyaset ve Azınlıklar Doç. Dr.Mehmet Hacısalihoğlu, Bir asırlık “Doğal Arnavutluk Özlemi”nin neresindeyiz? Ramadan ÇİPURİ Ömer Seyfettin'in Eserlerinde Balkanlar ve Balkan Savaşlarının İzleri Tahsin YILDIRIM Prizren Birliği Prof. Dr. Mehmet CAN - Prof. Dr. Hasan KORKUT www.tbbd.org 166 168 171 178 Osmanlı Devrinde Rumeli'nin İlim ve Medeniyyet Merkezi: ÜSKÜP Süleyman BAKİ 219 Gizli Hazinesiyle Yunanistan'ın kurtuluş ümidi: Tepedelenli Ali Paşa İbrahim KAPAKLIKAYA 224 Balkanların Önemi Doç.Dr. Mustafa ATALAR 227 208 210 216 İslam'ın Balkan Coğrafyasına İlk Gelişi Prof.Dr. İbrahim Tatatrlı Osmanlı İmparatorluğu Medine Anlaşmasından Faydalanmıştır Dr. Mirsad KARİÇ Yunanistan'ın Bağımsızlığı Prof. Dr. Ahmet EYİCİL 237 202 Balkanlarda Nadir Görülen Hoşgörü ve Toplumsal BarışDönemi Prof.Dr. Nehat Krasniqi Şehîd Evlâdları Sinan TAVUKÇU 235 194 Balkanların Yerel Müzik Anlayışı Seta KÜRKÇÜOĞLU Savaş Sonrası Bosna Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu 230 183 Balkanlardan Ana Yurda Göçle Gelen Kültür ve Türküler Harun GÜRBÜZ Balkan Halkları İslam'ı Gönüllü Olarak Kabullenmiştir Prof.Dr. İbrahim YALIMOV Saraybosna - Zagreb Gezisi Prof. Dr. Erkan TÜRE Kitap Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik? Sinan TAVUKÇU 246 Rumeli Türkülerinin, Ses Eğitimi için Düzenlenerek Kullanılması Üzerine Bir Analiz Çalışması Yard.Doç.Dr. Tülin MALKOÇ 248 Boşnak Kültüründe SEVDALİNKA Fazıl Cem KÜÇÜMEN 252 3 Kur'an, İnananları İslam Dinini Barış Vasıtası ile Yaymaya Davet Ediyordu Prof. Dr. Muhidin MULALIC İnsanları İyi Olmaya Çağırma Hakkı Dr. Valeria Heuberger MEHMED HÂLİM VANİ YURTSEVER Dr. Erşahin Ahmet AYHÜN TARİH BİLİNCİ NASIL BİR ANAYASA SAYI 15 - 16 Dünü ve Bugünü ile Balkanlar Prof. Dr. Mehmet ÇELİK Evet, sevgili okuyucular... Tarih Bilinci Dergisi bir özel sayı ile daha karşınızda:“Dünü ve Bugünü İle Balkanlar” EDİTÖRDEN Sizlerden gelen yoğun talepler sonucunda “Demokrasimizin Yüzyıllık Serüveni”, arkasından “Ortadoğu”, onun da arkasından “Nasıl Bir Anayasa?” özel sayılarını yayınladık. Bunların her biri her zaman başvurulacak bir kaynak eser olarak binlerce aydının kütüphanesinde yerlerini aldılar. 2012'ye girerken, Balkan facialarının 100. yılı olması dolayısıyla, bir Balkanlar özel sayısı çıkarmak gibi kaçınılmaz bir sorumluluk altında olduğumuzun idraki içindeydik. Bu nedenle altı ay önceden bunun hazırlıklarına başladık. Altı aylık hummalı bir çalışma sonrasında, elinizdeki“Dünü ve Bugünü İle Balkanlar”özel sayısı hazırlandı. Balkanlar sözünü duyan herkesin kafasında hemen “faciâ” kelimesi belirir. Gerçekten de I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı coğrafyası büyük bir faciâ yaşadı. Bu coğrafya adeta bir ateş topuna dönüştü. Başta Yemen, Sarıkamış, Galiçya, Mısır, Filistin, Trablus derken Balkanlar ardı ardına gelen felaketlerle sarsıldı... Yaklaşık 4 milyon km2 toprak, 5 milyon insan kaybettik... Tarihin bu şekilde tekerrür etmesi, sanki Osmanlı'nın kaçınılmaz kaderiydi. Büyürken savaşarak büyümüştü, küçülürken de savaşarak küçülüyordu. Her zaman, hemen hemen her sayıda tekrar ettiğimiz gibi Tarih Bilinci Dergisi, klasik sıradan bir tarih dergisi olmadı, olmayacak da!.. Biz, kronoloji aktaran bir dergi olmadık, olmayacağız da!.. Bu derginin ilk sayısını çıkarırken bu düşüncedeydik, sonuna kadar da bu düşüncede olacağız. Hedefimiz, teknik bilgilerle sarmalanmış kronoloji aktarmak değil. Hedefimiz, tarihin perde arkasını aralamak; O'nu doğru algılamaya ve algılatmaya çalışmak. Galiplerin ve siyasetçilerin hazırladığı belgelere esir olarak, onların istediği biçimde tarihi algılatmak ve aktarmak tuzağına düşmeyeceğiz. Tarih Felsefesi ışığında olayları ve belgeleri sorgulayacağız, yorumlayacağız ve hakikate ulaşmaya çalışacağız. Kanın kutsandığı ve hamasetle yoğrulmuş bir tarih felsefesi, bizce çağını doldurmuştur. Siyasetçilerin nefislerini tatminini perdeleyen inanç, düşünce, kültürel genetik ve hamaset yüklü, sağlıklı olmayan, sokaktan beslenen millî duygularımızın esiri olmayacağız. Hakikat, sadece hakikatin peşindeyiz. 5 TARİH BİLİNCİ NASIL BİR ANAYASA SAYI 15 - 16 Bulgar'a, Sırp'a... iklime, coğrafyaya, açlığa, vs. fatura çıkararak kendini aklamasın. Bir imparatorluğun yok olmasının ana sebebi, subaylarımızın gırtlaklarına kadar politikaya batmış olmalarıydı… Cumhuriyet dönemindeki askeri darbeler de bu damarın devamıdır. Bir ülkeyi yok etmek istiyorsanız, askerini politikaya bulaştırın, yeter!.. Evet, Balkanlar (1912-1913) bir faciâ yaşadı. Evlâd-ı Fatihân diye tabir ettiğimiz Balkan müslümanları çok büyük bir trajedi yaşadılar, soykırıma maruz kaldılar, canlarını kurtarabilenler Baba yurduna sığındılar... Birinci nesilleri bu travmayı bir türlü beyinlerinden ve ruhlarından söküp atamadılar. Acılarını içlerine gömdüler. Biz bu facianın hesabını uluslararası platformlarda bir gün olsun dile getirmediğimiz gibi, adeta üzerini örtmeye çalıştık! Hafızamızdan bu bölümü sildik, attık. Bugün yaklaşık 180 cıvarında üniversitesi olan Türkiye Cumhuriyeti, maalesef bu konu ile ilgili yeterli derecede bilimsel çalışma da yaptırmadı. 450 sene kaldığımız bir coğrafyada geride bıraktıklarımızla yeterli derecede ilgilenmediğimiz gibi, ecdadın yüzyıllarca emek vererek inşa ettiği kültürel varlıklarımızın yokedilmesine seyirci kaldık... Geçmişimize, redd-i miras ettik... Kısaca ihanet ettik!.. Millet olarak, devlet olarak, aydın olarak, asker olarak, tarihten ders çıkaramadığımız için, hâlâ aynı hataları tekrar ederek, kaos ve krizlerle boğuşuyoruz. Sözü daha fazla uzatmadan, bu sayıda yer alan yazılar hakkında kısa değerlendirmelerde bulunayım. Önder Bayır'ın, “Osmanlı Arşivinin Rumeli Araştırmaları Açısından Önemi” başlıklı makalesi, Balkanlar üzerinde çalışma yapacak bilim adamları ve araştırmacılar için son derece önemli bir çalışmadır. Sayın Bayır'ın ömrünü verdiği arşiv çalışmalarına olan derin vukûfiyeti, çalışmaların değerini bir kat daha arttırmaktadır. Bu makale, Balkanlar üzerinde çalışan ve çalışacak olan herkes için bir rehber niteliğindedir. Bu nedenle ayrı bir ”el kitapçığı” şeklinde basarak okuyucularımıza takdim edeceğiz. Peki,“Bu felaketlerden yeni nesilleri için dersler çıkardık mı?”diye bir soru sorulsa, acaba ne cevap verilecek, bu da meçhul!.. Sırf bu soruya cevap vermek ve yeni nesillerimizin buradan istikbal için bir ders çıkarmalarına yardımcı olmak düşüncesiyle soralım: 450 yıl kaldığımız Balkanlardan 158 günde çekildik! Peki bu nasıl oldu?... Tarihe baktığımız zaman bir coğrafyada yenilen bir ordu, 100 - 200 km. geri çekilir; ya bir antlaşma yapar, ya da 200 km. geriden, yeniden tahkimat yaparak yeni bir savaşa hazırlanır. Osmanlı ordusu 450 yıl kaldığı bir coğrafyadan neden 158 günde çekildi?.. Hangi savaşları kaybetti ve hangi zaferleri kazandı?.. Bütün bunlar meçhul!.. Neden?.. Yok ki, ondan!.. İbrahim Öztürkçü, “Hakkın Sesleri: Mehmet Akif'in Balkanlara Ağıtı”. Balkan facialarını en iyi terennüm edenlerin başında gelenlerinden biri de hiç şüphesiz Mehmet Akif'tir. Sayın Öztürkçü'nün bu çalışması, okuyucu tarafından zevkle, defalarca, döne döne okunacaktır hiç şüphesiz. İdris Bal'ın; “Güçlü Türkiye Balkanlarda İstikrarın Teminatıdır” başlıklı makalesi, günümüzde Balkanların istikrarlı bir bölge olmasında Türkiye'nin öneminin ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyan tespitler açısından dikkate değer analizler taşımaktadır. Okuyucunun ufkunu açması açısından önemlidir. Osmanlı Ordusu, ciddi hiçbir orduyla veya ordularla savaşarak bu coğrafyadan çekilmedi. Sırp çetelerinin, Makedon serserilerinin, Bulgar Yunan komitacılarının önünden ricat etti!.. Sebep?.. Bu çetelerin, komitacıların sayı ve silâh üstünlüğü mü vardı Osmanlı Ordusuna?.. Hayır, hayır, hayır!.. Mirsad Kariç - Mehmet Can: “Bosna'nın AvusturyaMacaristan İşgaline Direnişi”. Osmanlı'dan kopuş ve acılara gömülen Balkanlar... Sayın Kariç ve Sayın Can, bu gözyaşı coğrafyasının Bosna Penceresini açmışlar. Hafızamızı tazelemişler. Tarih Bilinci okuyucuları zevkle okuyacaklardır bu makaleyi. Çoğu zaman tek kurşun atmadan bir coğrafyayı terk ediyorduk. İttihatçı subaylarla hürriyetçi subaylar, çeteleri değil, birbirlerini yok etmeye çalışıyordu. İttihatçılar, siyasî rakipleri olan hürriyetçi subaylara karşı, Bulgar Sırp çeteleriyle işbirliği içerisindeydiler. Nevzat Bayhan: “Balkanlar ve Kültürel Birliktelik”. Sayın Bayhan bu çalışmasında Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda “Kültürel Tahkimi” nasıl oluşturduğunu, bu kültürel tahkimin imparatorluğa müspet manada bölgede nasıl bir güç kattığını, çok güzel bir şekilde özetlemiştir. Bu konuda okuyucuya derli-toplu bir kanaat oluşturması açısından son derece faydalı bir çalışmadır. Konuyu uzatmadan şunu söyleyeyim: Özelde Balkanların, genelde koca bir imparatorluğun avuçlarımızın içinden kaybolup gitmesinin en büyük sebebi, Osmanlı subaylarının gırtlaklarına kadar siyasete bulaşmış olmalarıydı... Kimse Ermeni'ye, Rum'a, 6 TARİH BİLİNCİ NASIL BİR ANAYASA SAYI 15 - 16 İbrahim Yalımov: “Bulgaristan'daki Türk Azınlığı”. SayınYalımov'un bu makalesi, geçen yüzyılın başından günümüze Bulgaristan Türklerinin durumunu, çektikleri sıkıntıları maruz kaldıkları eziyetleri konu edindiği kadar; günümüzdeki problemlerini gündeme getirmektedir. Bu nedenle, alanında iyi bir çalışmadır. bizzat şahit olmuş, üstün tasvir gücüyle kısa, öz ama ölümsüz eserler bırakmıştır. Caner Sancaktar: “Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki İktisadî Mirası”. Sayın Sancaktar'ın bu çalışması iktisat tarihi açısından olduğu kadar, Osmanlı çekildikten sonra Balkan devletlerinin iktisadi yapısına Osmanlı'nın etkisi ve bıraktığı miras açısından da son derece önemli bir çalışmadır. Hasan Korkut - Mehmet Can: “Sırp İşgaline Karşı Arnavutluk Ayaklanması: Prizren Birliği”. Sayın Korkut ve Sayın Can'ın kaleme aldığı bu makale, Arnavutluk'un bağımsızlığa giden sürecine ışık tutması açısından son derece kıymetli bir çalışmadır. Ramazan Çipuri: “Arnavutluğun Geleceği”. Sayın Çipuri'nin bu çalışması, geleceğin Arnavutluğunun inşası açısından verilere dayalı bir gelecek öngörüsüdür. Süleyman Baki'nin “Osmanlı Devrinde Rumeli'nin İlim ve Medeniyet Merkezi: Üsküp” adlı kısa ve öz makalesi, buradaki Osmanlı eserleri ile, yine burada yetişen veya burada vefat eden önemli alim ve mutasavvıflar hakkında özet bilgiler vermektedir. Necip Yılmaz: “Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin Balkanlar Üzerindeki Etkileri”. 450 yıl kaldığımız Balkan coğrafyasında Fransız İhtilâli'nden beslenen dönemin siyasi fikirlerinin, bu bölgeyi nasıl etkilediği açısından önemli bir çalışma. Okuyucularımız zevkle okuyacaklardır. İbrahim Kapaklıkaya: “Gizli Hazinesiyle Yunanistan'ın Kurtuluş Ümidi: Tepedelenli Ali Paşa”. Kapaklıkaya bu yazıyı, Yunanistan'ın 2011 yılında yaşadığı ekonomik krizden kurutulmak için basında yer alan “Yunanistan, Ali Paşa'nın hazinesini arıyor” başlıklı, biraz da magazinel bir haber üzerine kaleme aldığını belirterek yazısına başlıyor. Kapaklıkaya'nın bu kısa biyografik yazısı, o dönemin subay ve bölge yöneticilerinin amaç ve hedeflerini, devlet çarklarının nasıl da tefessüh etmiş olduğunu göstermesi açısından faydalı bulduk. Mustafa Atalar: “Balkanlardan Göç Hikayeleri”. Yine Sayın Atalar'ın derlediği göç hikayeleri zevkle üzüntü karışımı bir duygu dünyasına pencere açtığını okuyucu okuyarak görecektir. Ahmet Özdal: “Selçukluların Anadolu'su Osmanlıların Balkanları”. Mukayeseli ve özet bir çalışmadır. Ufuk açıcıdır. Okuyucuya faydalı olacağı kanaatindeyim. Hasan Konuk, “Tarihten Ders Almak ve Balkanlardan Günümüze Bakmak”adlı makalesinde, açısı bir yüzyılın panoramasını çizmektedir. Özellikle genç okuyucuların ufkunu açması açısından dikkat çekici bir özettir. Mustafa Atalar: “Balkanların Önemi”. Balkanların Osmanlı Devleti ve İslam Dünyası için ne derece stratejik bir öneme sahip olduğunu derli toplu ortaya koyan bir yazı. Mefâil Hızlı: “Üsküp'e Damgasını Vuran Bir Fatih: Paşa Yiğit Bey”. Üsküp Fatihi olarak kabul edilen Paşa Yiğit Bey hakkında, Osmanlı kroniklerinde dağınık şekilde bilgiler bulunmaktadır. Sayın Hızlı, bu kroniklerdeki bilgileri derleyip toparlayarak çok güzel bir makale meydana getirmiş. Eline sağlık. Ebubekir Sofuoğlu: “Savaş Sonrası Bosna Bugün Neyi Yaşıyor, Neyi Hissediyor?”. Sofuoğlu bu çalışmasında 1992-1995 yılları arasında Bosna'da yaşanan dramı ve bu dramın daha sonraki süreçte etkilerini konu etmektedir. Cansaran Kızıltaş, “Balkan Tarihi” adlı makalesinde Balkanların Osmanlı yönetimine girişini öncelikle ele almış, daha sonra çıkış sürecini isyanları baz alarak işlemiştir. Ahmet Eyicil, “Yunanistan'ın Bağımsızlığı” adlı makalesinde, Yunanistan'ın Osmanlı'dan kopuş sürecini konu etmektedir. Derli toplu özet bir çalışmadır. Erkan Türe'nin, “Saraybosna Zagreb Gezisi” başlıklı yazısı, okuyucuyu Saraybosna ve Zagreb'de adeta tarihte bir yolculuğa çıkaracaktır. Bu coğrafyada Bihaç, Travnik, Vişegrad, Jajce çok güzel bir tasvirle anlatılmakta, çekilen fotoğraflar da bu gezi notlarına ayrı bir tat katmaktadır. Mehmet Hacısalihoğlu'nun “1878-1919 Arasında Romanya: İç ve Dış Siyaset ve Azınlıklar” adlı makalesi, 1878 1919 arasında Romanya'nın siyasi ve sosyal yapısını inceleyen ciddi bir çalışmadır. Tahsin Yıldırım'ın “Ömer Seyfettin'in Eserlerinde Balkanlar ve Balkan Savaşlarının İzleri” başlıklı makalesi, okuyucuyu bu meşhur hikayecimizle Balkanların o acı günlerine bir yolculuğa çıkaracaktır. Ömer Seyfettin, Balkanlarda görev yaptığı dönemdeki facialara Sinan Tavukçu: “Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik”. Kısa, öz ve akıcı bir yazı. 7 TARİH BİLİNCİ SAYI 15 - 16 NASIL BİR ANAYASA Dergimizin bu bölümü muhterem kardeşimiz, gönül dostumuz, edip mutasavvıf Sadık Yalsızuçanlar ve Mukaddes Mut'un röportajlarından oluşmaktadır. Balkanlardan Esintiler Dergimizin Balkanlar Özel Sayısı, sadece siyasî askerî tarihle sınırlı kalsaydı, büyük bir eksiklik olacaktı. Bu nedenle bir bölümünü de Balkan müziğine ayırdık. Değerli arkadaşlarımızın bu konuda kaleme aldıkları yazıları, okuyucularımızın beğeneceğini ümit ediyoruz. İşte onlar; Nehat Krasnigi: “Osmanlı'nın Gelmesi ile Birlikte, Balkanlarda Nadir Görülen Hoşgörü ve Toplumsal Barış Dönemi Başlamıştır” Mirsad Kariç: “Osmanlı İmparatorluğu Büyük Ölçüde Medine Anlaşması'ndan Faydalanmış, Hoşgörü ve Adalet Kavramlarını Uygulayarak 600 yıl Ayakta Kalmayı Başarmıştır” Tülin Malkoç: “Rumeli Türklerinin, Ses Eğitimi için Düzenlenerek Kullanılması Üzerine Bir Analiz Çalışması”. Musiki ile uğraşanların, özellikle Rumeli türkülerini sevenler için, bulunmaz bir akademik çalışma. Eline, diline sağlık Sayın Malkoç. Muhiddin Mulaliç: “Kur'an, İnananları İslam Dinini Kılıç Zoru ile Değil, Barış Vasıtası ile Yaymaya Davet Ediyordu” Fazıl Cem Küçümen: “Boşnak Kültüründe Bir Müzik Türü Olan Sevdalinka”. Boşnak müziği üzerinde çok güzel bir çalışma. Kültürel zenginliğimize açılan bir pencere. Tarih Bilinci okuyucuları adına teşekkürler Sayın Küçümen. İbrahim Yalımov, “Balkan Halkları İslamı Gönüllü Olarak Kabullenmiştir” İbrahimTatarlı.“İslamın Balkan Coğrafyasına İlk gelişi, SekizinciYüzyıla Kadar” Harun Gürbüz: “Balkanlardan Ana Yurda Göçle Gelen Kültür ve Türküler”. Sayın Gürbüz'ün bu çalışması, bölge coğrafyasındaki kültürel zenginliğimizin, bir başka penceresi... Zevkle okunacak bir makale. Valeria Heuberger: “Dindar Olmak Kendine Bir Işık Tutmayacaksa İnsanları İyi Olmaya Çağırma Hakkını Kendimde Nasıl Bulabilirim” … Seta Kürkçüoğlu: “Balkanların Yerel Müzik Anlayışı Üzerine Genel Bir Bakış”. Bu konuda derli toplu kısa bir değerlendirme yazısıdır. İşte, elinizde “Dünü ve Bugünü İle Balkanlar” Özel Sayısı… Umarım herkes kendi çapında dersler çıkarır okuduklarından. Evlâd-ı Fatihân Gözüyle Günümüzde Balkan Müslümanlarının Durumu Mehmet Çelik 8 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Osmanlı Arşivi'nin Rumeli Araştırmaları Açısından Önemi Dr. Önder BAYIR T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanı T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı dünya arşivleri arasında oldukça mühim ve itibarlı bir konuma sahiptir. Çünkü ihtiva ettiği belgelerin gerek sayısı gerekse bu belgelerin bilimsel ve kültürel önemi itibariyle dünyanın en büyük önemli arşivlerinden biridir. Osmanlı Arşivi'nde 100 milyona yakın belge 365 bin kadar da defter bulunmaktadır; ayrıca Osmanlı Devleti'nin irtibat halinde bulunduğu 40'a yakın Avrupa, Kuzey Afrika ve bir çok Asya ülkesinin tarihine ait bilgi ve belgeler de yine bu Arşivimizde yer almaktadır. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hemen her bürokratik kurumunun yakın dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde bulunmaktadır. devrinde Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa'ya gönderilen 943 (1536) tarihli fermanda1"... Bu hükm-i şerî-füm sûretini defterde kaydeyleyüp ve kendüsin dahi ayniyle defter sandıklarında hıfzedüp dâimâ mazmûn-ı şerîf ile amel eyleyesin...." ifadesiyle defter sandıklarına işaret edilmiştir. Bu sandıkların saklandığı beylerbeyi arşivlerinden, Osmanlı Arşivi'ne vesika intikal etmemiştir. Ancak bazı eyalet merkezlerinde hâlâ Osmanlı dönemi vesikalarının bulunduğu bilinmektedir. Çekoslovak araştırıcı Josef Blaskovic'in bir makalesinde Gyöngös'teki bir vesikaya dayanarak Eğri Divânı'nın, Göngüş kasabasında 1647 yılında çıkan bir yangın üzerine toplanarak, dört yıllık vergi ve hizmetleri affettiğine dair ifadesinden, bir kısım eyalet arşivinin korunarak günümüze ulaştığı anlaşılmaktadır.2 Cumhuriyetin ilk yollarından itibaren Osmanlı dönemi evrakı üzerinde düzenleme çalışmaları devam etmiştir. Osmanlı Arşivi'nde gerçek manada tasnif çalışmaları Hazine-i Evrak'ın kuruluş tarihi olan 8 Kasım 1846 tarihinde başlamıştır. Bugün Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı bünyesinde bulunan Hazine-i Evrak'ın teşkilinden hemen sonra tanzim edilen ve hâlen orijinal yapısını muhafaza eden İrade tasnifleri, Hatt-ı Hümayun tasnifi, Divan-ı Hümayun Sicil Defterleri gibi tasniflerin yanı sıra, Ali Emiri, İbnülemin, Muallim Cevdet ve Kamil Kepeci tasnifleri gibi II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında teşekkül ettirilen değişik tasnif heyetleri tarafından meydana getirilmiş ve tasnif heyeti başkanlarının adı ile anılan fonlar da mevcuttur. Osmanlı Arşivi'ndeki arşiv malzemesi öncelikle defterle ve belgeler olarak ayrılmıştır, bunlar da yine Tanzimat öncesi ve sonrası defter ve belge tasnifleri olarak incelenmelidir. Bu yazımızda Osmanlı Arşivi'ndeki zengin materyal içinde bulunan yalnızca Rumeli'ye ait fonlar ve katalog bilgileri hakkında malumat verilmiştir. Mühimme Defterleri Merkezî devlet dairelerinde, belgelerin saklanmasında ve korunmasında gösterilen arşivcilik anlayışı, taşrada görevli eyalet beylerbeyileri ve mahallî kadılardan da istenmiştir. Taşra teşkilatı görevlilerine, karar ve işlemlerini defterlere kaydetmeleri ve bu defterleri muhafaza etmeleri emredilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman Divân-ı Hümayûn toplantılarında müzâkere edilen dahilî ve haricî meselelere ait siyasî, askerî, içtimaî ve iktisadî önemli kararların kaydedildiği bu defterlere "Mühimme Defterleri" adı verilmiştir. Osmanlı Arşivi'nde H. 961-1333 /M.1553-1915 tarihleri arasında tutul-muş 419 adet Mühimme Defteri mevcuttur. 10 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR XVI. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ilk yıllarına ulaşan bir dönem içinde, küçük zaman bölümleri hariç ortalama 350 yıllık zaman dilimi itibarıyla, hiçbir doğu ve batı devletinde bulunmayan kültür ve tarih zenginliğini ihtiva eden Mühimme Defterleri, Osmanlı Arşivi defter serîleri içinde şüphesiz önemli yer tutar. Ana konularını; devleti ilgilendiren siyasî, iktisadî, kültürel, sosyal ve harp tarihine dair üst düzey kararlar teşkil eder. SAYI 17 - 18 Koniça, Liyobuşka, Lubin, Novasin, Trebin, Berçka, Blene, Graçaniça, Gradaçaç, Kladani, Magley, Srebreniça, Vlaseniçe, Bugoyna - Akhisar, Glamoc, İhlevne, Jobçe, Jopanyaç, Prozor, Yayçe ve Zeniça kazalarına ait hükümler vardır. 986 Numaralı "Kâmil Kepeci Kataloğu"ndaki Ahkâm Defterleri 986 numaralı "Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu"nda H. 927-1168/M. 1520-1658 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 61-73 genel numaralarda kayıtlı 13 adet Ahkâm Defteri mevcuttur. Mühimme defterlerinde Rumeli'nin muhtelif bölge ve idarecilerine gönderilen pek çok hüküm bulunmaktadır. Ahkâm Defterleri Bu seride iki adet 61 ve 62 no'lu, 927 (1520 1521) ve 951 (1544-1545) tarihli iki adet Rumeli Ahkam defteri mevcuttur. Ahkâm Defteri, Divân-ı Hümayûn'dan çıkan hükümlerin kaydına mahsus olan defterlere genel olarak verilen addır. Bu hükümler, padişah adına hazırlanmasından dolayı ferman adını da alırlardı. H. 1155-1326/M. 1742-1908 tarihleri arasındaki hükümleri ihtiva eden 85 adet defterden oluşmaktadır. Hükümler konularına göre değişik defterlere yazılırdı. Başlıcaları Ahkâm-ı Mühimme, Ahkâm-ı Şikayet, Ahkâm-ı Rüûs ve Tahvil olup, Divân Sicilleri'nin bir kısmını teşkil ederlerdi (Divân sicili: Divân-ı Hümayûn'da hazırlanan ve sâdır olan ferman ve beratların hülâsa 3 kayıtlarını tarih sırası ile ihtiva eden defter). Bu defterlerde Rumeli eyaletine bağlı Paşa livası (Sofya), Köstendil, Vize, Çirmen, Kırkkilise, Silistre, Niğbolu, Vidin, Alacahisar, Vulçıtrın, Prizren, İşkodra, Dukakin, Avlonya, Ohri, Delvine, Yanya, Elbasan, Mora, Tırhala, Selanik, Üsküp, Bender ve Akkirman sancaklarına ait hükümler bulunmaktadır. Muhteva itibariyle Şikayet Defterleri'nin devamı olan bu defterler eyaletlere göre tutulmuşlardır. Tarih olarak Şikayet Defterleri'nden 104 sene sonra (Mora Ahkâm Defteri hariç) hepsi H. 1155/M. 1742 tarihinden başlayıp, II. Meşrûtiyet dönemine kadar devam etmektedir. Muhtelif ve Mütenevvî Defterler Divân-ı Hümayûn'un değişik kalemlerine ait veya müstakil olan defterler bu başlık altında toplanmışlardır. Değişik tarihli olup, 1 Numaralı Mahzen Defteri'nde s. 199-201 ve s. 276'da kayıtlıdır. Fakat tasnif faaliyetleri sırasında bu defterler, muhtelif ve mütenevvî olmaktan çıkarılıp ait oldukları fonlara dağıtılmış-lardır. Rumeli Ahkâm Defterleri Vilayet Ahkâm Defterleri, eyaletlere göre şu şekilde tertip edilmiştir: Adana Anadolu Bosna Cezâir ve Rakka Diyarbekir Erzurum Halep İstanbul Karaman Maraş Mora Özi ve Silistre Bu gurupta 3 numaralı ve 1251-1279 (1835-1863) tarihli Rumeli Jurnal Defteri Kâmil Kepeci Tasnifi, Divân-ı Hümayûn Divân Kalemi 986 numaralı katalogda yer almaktadır. Rumeli Sivas Şam-ı Şerif Trabzon Kaymakamlık Mühimmesi Padişah ve sadrazamın aynı anda Dersaadet'ten ayrıldığında, devlet işlerini tedvir etmek üzere tayin edilen Sadaret kaymakamının müstakil olarak akdet-tiği divânlarda alınan önemli kararların yazıldığı defterler. Bosna Ahkâm Defterleri H. 1155-1285/M. 1742-1867 tarihleri arasındaki hükümleri ihtiva eden 9 adet defterden oluşmaktadır. Bu defterlerde Bosna'ya bağlı Banaluka, Bihke, Hersek, İzvornik ve Travnik sancakları ile Derbend, Gradişka, Kostaniça, Pridor, Prinyavor, Teşne, Klivaç, Krupa, Petrovaç, Saneskimoşet, Sazin, Çaniça, Çelebi Pazarı, Foça, Foyniça, Visoka, Viçgrad, Bileke, Gaçka, İstolaç, Mühimme Defterlerindeki kayıtlar, mahalline -muhatap makama- gönderilen berat ve fermanların suretleri hüviyetindedir. Sadrazamın başkanlığında; kubbe vezirleri, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, defterdar ve nişancının katıldığı Divân toplantılarında alınan kararlar, padişah tasdikinden geçtikten sonra kronolojik sıra içinde defterlere kaydedilmiştir. 11 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR 986 Numaralı "Kâmil Kepeci Kataloğu"ndaki Tahvil (Nişan) Kalemi Defterleri 986 numaralı "Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu" (A) kısmında 280-663, 7501-7531 genel 1-400 özel numaralarda kayıtlı H. 921-1317/M. 1515-1899 tarihleri arasında 400 adet; (B) kısmında ise H. 904-1189/M. 1498-1775 tarihleri arasında 6 adet defter bulunmaktadır. Defterler analitik envanter sisteme göre tasnif edilmiştir. Özel No Genel No Defterin Adı / Konusu Hicri Tarih Miladi Tarih 1 280 Belgrad, Ergiri Kasrı, Delvine vs. Kalelerin Muhafızlarına Ait Timar Defteri 921 1515-1516 2 281 İzvornik'deki Haslarla Timar ve Timarın Mufassal Kayıtları 925 1519 3 282 Saraybosna Kazasının Timar Kayıtları 936 1529-1530 4 283 Bosna'nın Timar Kayıtları 937 1530-1531 5 284 Maraş Livasındaki Timara Dahil Ocakların Ruznamçesi 952 1545-1546 6 285 Paşa, Selanik, Bosna, Mora, Niğbolu, Ohri, Avlonya, Üsküp, Sofya Livalarının Timarlıları Mevzuat Defteri 952 1545-1546 7 286 Rodos Cezîresi Livası İcmâl Defteri 954 1547-1548 8 287 Kayseri, Konya, Tarsus, Niğde, İçel, Beyşehri ve Karaman Sipahilerinden Van Seferi'ne Varmayanların Esâmisi 955 1548-1549 9 288 Terakki Verilen Sipahilerin Esâmisi 956 1549 10 289 Muharebe ve Muhasaralarda Hizmette ve Yoldaşlıkta Bulunan Timar ve Timar Erbâbı 961 1553-1554 11 290 Karaman Sipahilerinden Nahcıvan Seferi'nde Yoldaşlıkta Bulunup Terakkiye Müstehak Olanların Mevcudu 961 1553-1554 12 291 Kütahya Livasının Sipahilerinin Yoklaması 961 1553 13 292 Nahcıvan Seferi'ndeki Sipahilerin Yoklaması 961 1553-1554 14 293 Âdilcevaz, Mardin vesair Livalardaki Sipahilerin Timarları 964 1556-1557 15 294 Sigetvar Seferi'nde Bulunanların Yoklaması 964 1556-1557 17 296 Anadolu ve Rumeli Vilayetleri Sipahilerinin Mevcudları 967 1559-1560 25 304 Rumeli Vilayeti Timar Tevcîhâtı 979 1571-1572 29 308 Rumeli Çavuşlarının Defteri 980 1572-1573 31 310 Rumeli Vilayeti Züemâ ve Timar Yoklaması 982 1574-1575 51 330 Rumeli Timarlarının İcmâli 994 1585-1586 52 331 Rumeli Züemâ ve Sipahiyân Yoklaması 994 1585-1586 58 337 Rumeli Timar Tevcîhâtı 998 1589-1590 73 352 Rumeli ve Anadolu Mahlûlât Kayıtları 1011 1602-1603 87 366 Rumeli Mahlûlâtı 1028 1618-1619 101 380 Rumeli Eyaleti Timarları 1036 1626-1627 103 382 Rumeli Timar Tevcîhâtı 1037 1627-1628 107 386 Rumeli Timar Tevcîhâtı 1042 1632-1633 108 387 Rumeli Timar ve Timarlarının Bayram Paşa Tarafından Tahsisi 1042 1632-1633 110 389 Rumeli Timar Tevcîhâtı 1042 1632-1633 12 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR 114 393 Rumeli Timar Kayıtları 1043 1633-1634 115 394 Vezir Mustafa Paşa Zamanına Ait Rumeli Timar Pusula Kaydı 1043 1633-1634 116 395 Timar Tevcîhâtı 1044 1634-1635 117 396 Rumeli Timar Tevcîhâtı 1046 1636-1637 122 401 Rumeli Mahlûlâtı 1055 1645-1646 125 404 Anadolu ve Rumeli Muhtelife Defteri 1059 1649 132 411 Rumeli Eyaleti Muhtelife Defteri 1062 1651-1652 133 412 Rumeli Mahlûlâtı 1062 1651-1652 134 413 Rumeli'nin Gelmedik ve Firar Edenler 1062 1651-1652 137 416 Rumeli'nin Timarları 1063 1652-1653 140 419 Rumeli'nin Timar Tevcîhâtı 1064 1653-1654 152 431 Rumeli, Budin, Bosna, Özi, Tamışvar, Kanije ve Eğri'deki Mahlûl Timarlar 1070 1659-1660 165 444 Cezayir Kalemi, Rumeli Tarafı Mahlûlü 1079 1678-1679 183 462 Rumeli Eyaleti Mahlûlât Defteri 1103 1691-1692 185 464 Rumeli'deki Gedikli Müteferrikalar, Çavuşan ve Divân-ı Hümayûn ve Defter-i Hakanî Kâtibleri ve Şâkirdleri 1104 1692-1693 187 462 Rumeli ve Anadolu Muhtelife Defteri 1104 1691-1692 203 482 Rumeli Vilayetindeki Sıbyân ve Mütekâidîn Cebelüleri 1106 1694-1695 213 492 Anadolu ve Rumeli Dergâh-ı Âlî Müteferrikaları, Kâtibân ve Şâkirdân-ı Divân-ı Hümayûn'un Timarları 1108 1696-1697 223 502 Anadolu ve Rumeli'deki Mütekâidîn ve Sıbyândan Timar ve Timarlarından Aynı Cebelü Alınmasına 1123 1711-1712 224 503 Rumeli Eyaleti Muhtelife Defteri 1123 1711-1712 225 504 Rumeli Eyaleti Tekaüdleri 1123 1711-1712 225 504 Rumeli Eyaleti Tekaüdleri 1123 1711-1712 230 509 Rumeli Eyaleti Serasker Abdi Paşa ve Reisülküttab Mehmed Sırrı Efendi Zamanlarında Timar Tevcîhâtı 1125 1713 231 510 Rumeli, Özi, Bosna, Belgrad, Tamışvar, Kıbrıs ve Cezâyir Eyaletlerinin İbtidası 1126 1714 256 535 Rumeli Eyaleti Sıbyanı 1146 1733-1734 257 536 Niğbolu Sıbyân ve Mütekâidîn Cebelü Bedeliyesi 1147 1734 303 582 Rumeli Valisi Abdi Paşa'nın Hacıoğlu Pazarı'nda Yaptığı Timar Sahipleriyle Züemâsının Yoklaması 1186 1772-1773 305 584 Üsküp ve Köstendil Livalarının Sıbyân ve Mütekâidîn Cebelü Bedeliyeleri 1189 1775-1776 307 586 Hotin Seferi'ne Memur Rumeli Eyaleti Şartlu ve Mütekâidleri 1190 1776-1777 331 610 Belgrad Muhafazasında Bulunan Rumeli Eyaleti Erbâb-ı Timar Mülâzımları Defteri 1206 1791-1792 359 638 Rumeli Eyaleti vesair Mahallerde Sıbyan ve Mütekâidîn Cebelü Bedeliyesi 1228 1813 307 586 Rumeli Eyaletindeki Timar Mülâzımlarının Tatbik Mühürleri 1229 1813-1814 13 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR 369 648 Rumeli'de Bazı Timar Kayıtları 1239 1823-1824 373 652 Anadolu ve Rumeli'deki Bazı Timar Kayıtları 1243 1827-1828 374 653 Yanya Livasındaki Bazı Timar Kayıtları 1247 1831-1832 419 17 Sanî-i Rumeli 1170-1255 1756-1839 525 23 Evvel-i Rumeli 1173-1257 1759-1841 610 24 Atik Mahlûl-i Sanî Rumeli 1182-1256 1768-1840 211 27 Sâlis-i Rumeli 1190-1256 1776-1840 443 28 Mahlûl Bosna, Hersek, İzvornik, Klis 1183-1247 1769-1831 434 31 Mustahfız-ı Rumeli 1197-1321 1782-1903 141 37 Ordu-yı Rumeli 1202-1228 1788-1813 107 38 Defter-i Anadolu ve Rumeli 1221-1228 1806-1813 453 55 Sanî-i Rumeli 1256-1281 1840-1864 171 59 Evvel-i Rumeli 1256-1278 1840-1861 186 68 Rumeli Tahvil Defteri 1279-1312 1862-1894 323 71 Rumeli Askerî Mektebi ve Harbiye Bölüğü Mîrimîranlık 1288-1324 1871-1906 986 Numaralı "Kâmil Kepeci Kataloğu"ndaki Bâb-ı Âlî Mektubî-i Sadr-ı Âlî Kalemi Defterleri 986 numaralı "Kâmil Kepeci Tasnifi Kataloğu"nda 1-38 genel ve özel numaralarda Bâb-ı Âlî Mektubî-i Sadr-ı Âlî Kalemi Defterleri adıyla kayıtlı H. 1186-1228/M. 1773-1813 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 38 adet defter mevcuttur. 21 Sadaret Kaymakamı Hasan Paşa'nın Rumeli'ne Yazdığı Tahrirât Kayıtları 1224 1809 23 Kaymakam Osman Paşa'nın Rumeli'ye Yazdığı Tahrirât Kayıtları 1225 1810 29 Rumeli Tahrirât Kayıtları 1226 1811 31 Kaymakam Ahmed Şakir Paşa'nın Rumeli'ne Yazdığı Tahrirât Kayıtları 1227 1812 31 Kaymakam Mehmed Rüştü Paşa'nın Rumeli Tahrirât Kayıtları 1228 1813 981 Numaralı "Tapu Tahrir Defterleri Fihristi"ndeki Tahrir Defterleri 981 numaralı "Tapu Tahrir Defterleri Fihristi"nde kayıtlı olup H. 835-1300/M. 1431-1882 tarihlerini ihtiva ederler. Defterhâne'de muhafaza edilen Tahrir Defterleri 1086 numaraya kadar olup, mükerrerleri ile birlikte 1.100 adettir. Burada defterin numarası, tarihi, cinsi ve defter hakkında malûmat mevcuttur. Bu defterlerdeki vilayet, liva ve kaza adlarına göre aşağıda zikredilen fihrist teşkil edilmiştir. Fihristte defter numarası yanında hangi padişah devrinde düzenlendiği ve hangi hususları (Maliye, Evkâf,Timar, Askeriye) ihtiva ettiği de belirtilmiştir*. Bu fonda 835-1300 (1431-1882) tarihleri arasında 1100 adetTahrir defteri bulunmaktadır. Bunların dışında "Maliye'den Müdevver Defterler Kataloğu"nda da tahrir defterleri bulunmaktadır. * Bu defterler arasından; 166, 167, 370, 373, 387, 438 ve 998 numaralı defterler, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayınları arasında, hem tıpkıbasım ve hemde indeksli olarak yayınlanmıştır. 14 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR 1000 Numaralı "Ankara Tapu Kadastro Arşivi Tahrir Defterleri Fihristi"ndeki Tahrir Defterleri Katalogda 1087-1141 numaralar arasında kayıtlı bulunan 54 adet defter bulunmaktadır. Tahrir Defterlerindeki Yerleşim Merkezleri ve Bulundukları Defterlerin Fihristi Rumeli Rumeli Ağriboz Akçakızanlık Avlonya 70 (925 ML.E.), 120 (929ML.), 151 (935 Saray), 202 (947 ML.), 223 (950 As.), 224 (950 As.), 226 (950 As.K.), 230 (950 As K.) 240 (952 E.), 303 (964 As.), 309 (965 E.), 325 (967 T.), 354 (973 As.), 357 (973 As.K.), 616 (993 As.K.), 620 (933 As.), 631 (999 As.), 641 (1001 ML.), 770 (1051 As.), 781 (1053 ? ) 784 (1058 S.), 786 (1065 As.), 815 (1097-1098 As. Bah.) 821 (IV.Meh. ML.E.), 826 (IV.Meh. Dah.), 829 (1100-1106 ), 830 (1100 S.), 838 (1104 ML.), 863 (1115-1118 ML.), 865 (1119 T.), 870 (1123 T.), 916 (1145 S.), 923 (1156 T.), 947 (1214 ML.), 999 (? T.), 1004 (Ts. S.) 836 (1104.T.), 846 (1105.T.), 886 (1129-1130.T.), 954 (1233.T.), 989 (Ts.ML.) 172 (938, As.), 643 (1003, As.) 1m (835.T.), 34 (912.T.), 94 (926.T.), 99 (926.ML.As.E.K.), 469 ( 967.T.), 786 (1065.As.), 948 (1290.T.), 1078 (Ts.?) Avretpazarı 759 (1044.E.) Avrethisarı 70 (925.ML.E.), 403 (Kanunî ML.E.K.) Belgrad 144 (934.ML.K.), 316 (967.ML.K.), 437 (Kanunî ML.), 827 (1099.As.) 849 (1105.As.), 948 (1290.T.), 1042 (Ts.As.T.) Bender 860 (1112.ML.), 912 (III.Ahmed ML.), 935 (1190.T.) Bergos 541 (II.Selim ?) 956 Berkofça Bosna Bosna 15 4 82 (I.Selim.T.E.), 130 (932.ML.E.), 495 (978.ML.E.), 538 (983.ML.) 566 (II.Selim ?), 992 (Ts.As.) 5m (883.T.), 24 (894.ML.), 28 (904.ML.), 56 (922.T.), 57 (922.T.), 157 (937.ML.K.), 164 (937 T.Ev.), 193 (946.T.), 201 (947.T.), 212 (948.As.), 211 (948.ML.E.K.), 284 (960.ML), 285 (960.ML.), 379 (Ts.ML.), 411 (Kanunî T.), 432 (947.ML.), 435 (Kanunî ML.), 440 (Kanunî As), 462 (975.E.), 533 (ML.E.K.), 546 (II.Selim M), 553 (II.Selim T.), 556 (II.Selim.T.), 622 (994.ML.E.), 647 (III.Murad.T), 728 (I.Ahmed. T.), 742 (1033.ML.E.), 804 (1083.Dahiliye), TARİH BİLİNCİ Bosna Delvine SAYI 17 - 18 BALKANLAR 861 (1113.ML.), 974 (Ts.ML.), 983 (Ts.ML.), 1009 (Ts.T.), 1013 (Ts. As.), 1014 (Ts.ML.), 1071 (947.Dahiliye), 1072 (Ts.As.) 273 (958 ML.), 462 (975 E.), 608 (991 ML.K.), 786 (1065.As.) Edirne Edirne 306 (965.E.), 311 (965.E.), 370 (Kanunî MLE.K.), 494 (978.ML.), 498 (978.E.), 597 (989.E.K.) 643 (1003.As.), 705 (1017.As.), 719 (1022.E.), 729 (I.Ahm. ML.K.), 799 (1080-1082 As.), 817 (1097 Tapu), 915 (1145.Saray), 932(1174 Saray), 933 (1177 Saray), 979 (Ts.E.), 992 (Ts.As.), 1001(Ts.ML.), 1070 (Ts.Vakıf ) 16 (II.Meh. ML.E.) 704 (1016.As.), 1032 (Ts.T.) 152 (935.T.) Dimitrofça 3 (869 ML.), 7 (883.Fatih), 70 (925 ML.E.), 403 (Kanunî ML.E.) 20 (890 ML.E.), 73 (921-925 T.E.), 138 (934 T.E.), 220 (949 T.E.), 341 (970 E. Hududnâme), 915 (1145 Saray), 932 (1174.Saray), 992 (Ts. As.) 437 (Kanunî ML.) Direger 661 (III.Murad T.) Ezinepazarı 367(Kanunî Dah.), 786 (1065 As.) 59 (922 Ml.E.K.) Direnofça (Direnof ) Dobrican 130 (932.ML.E.), 359 (973.ML.) 133 (932.ML.K.) Feke 178 (943.ML.K.) Fener 36 (? ML.E.) Feslek 44 (Ts.ML.) Dolca 1056 (Ts.ML.) Fiğli 44 (Ts.ML.) Doliçe 1048 (Ts.ML.) Dömeke 36 (?. MLE.) 3 (869.Maliye), 7 (883.Fatih), 143 (934.T.E.), 403 (Kanunî ML.E.) 723 (1022.ML.E.), 932 (1174.Saray), 959 (1273.ML.E.) Demirhisar Dimetoka Draman Drama-Zihne (Selanik) Dubnitsa Dukakin Duragan Edirne Eflâk Eğri Eğrigöz Elbasan Filek 70 (925.ML.E.) Filibe 1043 (Ts.ML.) 367 (Kanunî Dah.), 499 (978 ML.), 786 (1065 As.) 327 (968 ML.E.), 456 (Kanunî E.) 77 (925.ML.E.), 210 (947.E.), 220 (949.T.), 222 (950.ML.), Florina (Manastır) 16 335 (969.T.), 343 (970.ML.K.), 782 (1054.T.), 791 (1070 T.) 1032 (Ts.T) 26 (895.ML.), 151 (935.Saray), 220 (949.T.), 222 (950.ML.), 224 (950.As.), 354 (973.As.), 597 (989.E.K.), 725 (1024.S.), 766 (1046.T.), 992 (Ts.As.), 993 (1177.Saray) 16m.(886.ML.), 235 (951.ML.E.), 722 (1022.ML.), 1058 (Ts.ML.) TARİH BİLİNCİ Firecik 138 (934.T.E.), 341 (970.E. Hududnâme), 915 (1145.Saray) Kelmeriye (Selanik) 736 (1028.As.) Görice Gümülcine Halomiç Halonik Hersek Hersek Hotin İmroz İnebahtı SAYI 17 - 18 BALKANLAR İnebolu 23 m. (892 ML.E.) İpek 17 (890 ML.) 138 (934 T.E.), 702 (III.Meh. ML.K.), 774 (1051 ML.), 915 (1145 Saray), 971 (Ts.ML.), 1051 (Ts.ML.) İpsala 70 (925 ML.E.), 433 (Kanunî ML.E.), 973 (Ts.ML.) 70 (925 ML.E.), 143 (934 T.E.), 341 (970 E. Hududnâme), 597 (989 E.K.) 702 (III.Meh. ML.K.), 932 (1174 Saray) 390 (Kanunî ?), 509 (979.T.), 712 (1022.ML.E.As) 416 (Kanunî ML.As), 452 (Kanunî ML.) 5 (882 Maliye), 68m. (925 ML.K.), 76 (925 T.), 78 (925 T.), 91 (926 T.) 96 (926 -T.), 150 (935 T.), 174 (939 T.), 198 (946. T.As.), 207 (947 T.), 209 (947 T.), 268 (957 T.), 654 (III.Murad ML.), 861 (1113 ML.), 987 (Ts.ML.), 1076 (Ts.), 1027 (Ts.ML.), 1043 (Ts.ML.), 1063 (Ts.ML.) 995 (Ts.ML.) 215 (949.T.) 888 (1131 ML.), 899 (1140 ML.), 927 (1158 T.), 935 (1190 T.) İskenderiye (İşkodra) İstanköy İstolni Belgrad İşgradin İşkodra İştib İvraca İzdin İvranya İznebol (Znepolje) İzvornik 75 (925 ML.E.Bahriye K.), 434 (Kanunî ML.E.), 702 (III.Meh. ML.K.) 105 (927 ML.), 445 (Ts.ML.E.), 487 (977 T.), 664 (III.Murad T.) 731 (I.Ahmed T.), 797 (1079 As.), 886 (1130-1131 T.), 954 (1233 T.) 1060 (Ts.ML.E.) Kalkandelen Kalonya Kaloyan Kamaniçe 17 26 m.(902.T.) 640 (1001 ML.As.K) 497 (978 T.), 657 (III.MuradML.K.) 211 (948 ML.E. K.) 17 (890 ML.), 26 m (902 T.), 367 (Kanunî Dah.), 500 (978 ML.E.K.), 786 (1065 As.), 1029 (Ts.T.As.) 70 (925 ML.E.), 74 (925 T.), 141 (934 T.), 224 (950 As.), 354 (973 As.), 523 (980 T.As.), 975 (Ts.ML.) 416 (Kanunî ML.As.) 74 (925 T.), 523 (980 T.As.) 196 (946.T.E.) 21 (892 T.), 130 (932 ML.E.) 24 (894 ML.), 171 (938 T.), 175 (939 ML.), 259 (955 ML.) 260 (955 ML.E.K.), 376 (Kanunî T.), 395 (Kanunî T.), 05 (Ts.ML.), 655 (III.Murad T.), 728 (I.Ahmed T.), 743 (1033 ML.E.) 4 (881 ML.), 16 m.(886 ML.), 149 (935 ML.E.), 217 (949 T.), 232 (951 ML.E.) 261(955 T.) 3 (869 ML.), 7 (883 Fatih) 805 (1084 ML. Hududnâme Har.) TARİH BİLİNCİ Lemberd 178 (943 ML.K. Leskofça 161 (937 T.E.) 25 (895ML.), 75 (925 ML.E.Bah.K.) 307 (965 ML.T.K.), 434 (Kanunî ML.E.), 702 (III.Meh. ML.K.), 723 (1022 ML.E.) 356 (973), 457 (974 II.Selim ML.K.), 578 (987 ML.K.), 679 (III.Murad T.), 1010 (Ts.T.) 292 (962 ML.K.) Karinâbâd 785 (1060 T.), 797 (1079 As.), 798 (1080 Dahiliye), 799 (1080-1082 As), 801 (1081 T.), 825 (IV.Mehmed ML.E.K.), 980 (IV.Meh. ML.) 70 (925 ML.E), 424 (Kanunî ML.E.K.), 433 (Kanunî ML.E.), 723 (1022 ML.E.) 986 (Ts.ML.E.K.) 915 (1145 Saray) Karinova 126 (931 ML.) Litova Karlı 140 (934 T.) 731 (I.Ahmed T.), 954 (1233 T.) 390 (Kanunî ?), 446 (Kanunî ML.), 509 (979 T.), 560 (II.Selim ML.E.As.), 605 (991 ML.E.), 714 (1022 ML.E.) 4(881 ML.), 16 m.(886 ML.) 73 (921-925 T.E.), 149 (935 ML.E.), 217 (949 T.), 232 (951 ML.E.), 1006 (Ts.(929'dan evvel) K.) 267 (957 ML.) Livâdiye Kandiye Karaferye Karlıili Kartine (Mora) Kıraçova Kırçova Koçanya Köprü Kral (Bosna) 196 (946 T.E.) 4 (881 ML.), 16m (886 ML.), 149 (935 ML.E.), 217 (949 T.), 232 (951 ML.E.) 21 (892 T.), 74 (925 T.), 141 (934 T.), 167 (937 ML.E.K.), 267 (957 ML.), 269 (957 T.), 523 (980 T.As.), 854 (1107-1112 T.), 924 (1157 T.) 18 (890 T.) Kratorya 372 (Kanunî ML. E.K.) Kratova 267 (957 ML.) Krilova 133 (932 ML.K.) Kucacık 16 M (886-ML) Leh 805 (1084 ML. Har. Sınırnâme) Köprülü Köstendil SAYI 17 - 18 BALKANLAR Limnos Limnos Lipova Livâ-i Ekrad 196 (946 T.E.) 506 (978) Livâna 1035 (Ts.ML.) Live 247 (953 As.) Lomniç 316 (967 ML.K.) Londar 879 (1128 ML.) 769 (III.Murad T.), 903 (1140 ML.) 292 (962 ML.K.), 293 (962 ML. K.), 318 (967 ML.), 335 (969 T.), 355 (973 ML.), 356 (973), 400(Kanunî ML.E.), 410 (Kanunî ML.), 412 (Kanunî ML.), 437 (Kanunî ML.), 457 (974 II.Selim ML.K.), 497 (978 T.), 505 (978 T.), 550 (II.Selim ML.), 551 (II.Selim T.), 563 (Ts.ML.K.), 580 (987 ML,Ferman ve Hududnâme K.), 593 (988 ML.E.K.), 612 (992 ML.E.), 632 (999 ML.EK.), 652 (III.Murad T.), 658 (III.Murad T.), 676 (III.Murad ML.K.), 679 (III.Murad T.), 698 (IV.Mehmed ML.E.K.), 981 (Ts. ML.), Lori Macaristan Macaristan 18 1030 (Ts.T.), 1032 Ts.T.), 1037 (Ts.ML.), 1041 (Ts.ML.), 1065 (Ts.ML.) TARİH BİLİNCİ Blasiça Madeni Manastır Modava Mohaç Molova Mora Mora Mostar Moton SAYI 17 - 18 BALKANLAR 133 (932 ML.K.), 859 (1110 ML.) 4 (881 ML.), 16m (886 ML.), 149 (935 ML.E.), 217 (949 T.), 232 (951 ML.E.), 722 (1022 ML.), 817 (1097 Tapu), 988 (Ts.ML.E.), 993 (Ts.ML.), 1058 (Ts.ML.) 9 (Fatih ML.), 133 (932 ML.K.), 364 (974 ML.K.), 552 (II.Selim T.), 579 (987 ML.K.), 671 (III.Murad T.), 1048 (Ts. ML.), 1057 T(s. ML.) 441 (Kanunî ML.K.), 443 (Kanunî ML.K.), 593 (988 ML.E.K.) 261(955 T.), 594 (988 T.) 10 (Fatih ML.), 80 (I.Selim ML.), 114 (929-938 As.), 367 (Kanunî Dah.), 390 (Kanunî ?), 446 (Kanunî ML.), 509 (979 T.), 524 (980 ML.T.K.) 560 (II.Selim ML. E.As.), 565 (II.Selim T.) 605 (991 ML.E.), 607 (991 ML.As. K.), 712 (1022 ML.E.As.), 777 (1052 As.), 796 (1076 ML.), 797 (1079 As.), 876 (1127 ML.), 878 (1127 ML.), 880 (1128 ML.), 881 (1128-1129 T.), 882 (1128 ML.), 884 (1128 ML.), 890 (1131 T. As.), 894 (1138 As.), 1046 (Ts. ML.) 674 (III.Murad T.) 987 (Ts. ML.) Nevrekob Niğbolu Niğbolu Niş Nogeriç Nova Novesin Novigrad Novoberda Novoberda Ohri Olofça Osad 390 (Kanunî ?), 509 (979T.), 560 (II.Selim ML. E.As.), 712 (1022 ML.E. As.) 777 (1052 As.) Ostrova Ösek 19 3 (869 ML.), 7 (883 Fatih), 70 (925 ML. E.), 143 (934 T.E.), 403 (Kanunî ML.E.) 126 (931 ML.), 151 (935 Saray), 317 (967 Saray), 370 (Kanunî ML.E.K.) 382 (Kanunî ML.E.), 416 (Kanunî ML.As.), 439 (Ts.ML.), 452 (Kanunî ML.), 467 (976 T.ML.As.), 625 (994 As.), 664 (III.Murad T.), 718 (1022 ML.E.) 771 (1052 Dahiliye), 775 (1052 Dahiliye), 925 (1156 Saray), 943 (1211 T.) 27 (903 ML.E.), 1007 (922 ML.K.) 354 (973 As. ) 995 (TsML.) 198 (946 T. As.), 462 (975 E.), 1027 (Ts. ML.) 10 (Kanunî ML.), 343 (970 ML.K.), 388 (Kanunî ML.), 449 (Kanunî ML.), 485 ( 977 ML.), 507 (978 ML.), 581 (987 ML.), 661 (III.Murad T.), 981 (Ts.ML.) 11 (Fatih T.), 22 (892 (T.), 28 (904 ML.), 133 (932 ML.K.), 167 (937 ML.E.K.), 977 (Ts.T.) 81 (I.SelimT.), 367 (Kanunî Dah.), 664 (III.Murad T.), 717 (1022 ML.E.K.), 786 (1065 As.) 211 (948 ML.E.K.) 144 (934 ML.K.), 211 (948 ML.E.K.), 316 (967 ML.K.) 3 (869 ML.), 354 (973 As.) 437 (Kanunî ML.), 1000 (Ts.ML.) TARİH BİLİNCİ Pirlepe Pirlepe Platomana Podgoriça Pojega Pravişte Prepol BALKANLAR 4 (881 ML.), 16 m. (886 ML.), 73 (921-925 T.E.), 149 (935 ML.E.), 217 (949 T.), 224 (950 As.) 232 (951 ML.E.), 988 (Ts.ML.E.) 36 (? ML.E.) 108 (928-937 ML.) 17 (890 ML.) 203 (947 ML.), 204 (947 ML.K.), 243 (952 ML.K.), 351 (972 ML.) 486 (977 T.), 650(III.Mur.ML.E.K.) 672 (III.Mur. ML.K.) 723 (1022 ML.E.) Presne 1043 (Ts.ML.) 995 (Ts. ML.), 1063 (Ts. ML.) 973 (Ts.ML.) Prespe 1058 (Ts. ML.) Prepolya Prevadi Preveze Preznik Priştine Prizren Prut Resava Resmo Rumkale Segedin Selanik Semendire 20 (890 ML.E.), 215 (949 T.), 416 (Kanunî ML.As.), 992 (Ts. As.) 99 (926 ML.As. E.K.), 587 (987 ML.) 16 (M. 886.ML.) 9 (Fatih ML.), 133 (932 ML.K.), 234 (951 ML.K.), 1048 (Ts.ML.), 1057 Ts. ML.) 9 (Fatih ML.), 92 (927-937 T.), 167 (937 ML.E.K.), 368 (Kanunî ML.E.) 495 (978 ML.E.), 1029 (Ts. T. As.) 211(948.ML.E.K.) Semendirek Sigetvar Silistre 161 (937 T.E.) 785 (1060 T.), 822 (IV.Meh. ML.E.), 980 (IV.Meh. ML.) 219 (949 T.) 332 (968 ML.K.), 333 (968 T. As.), 551 (II.Selim T.), 554 (II.Selim ML.K.), 570 (986 ML.), 572 (986 ML.K.), 782 (1054 T.), 791 (1070 T.) 1032 (Ts. T.) Siroz 20 SAYI 17 - 18 7 (883 Fatih), 70 (925 ML.E.), 143 (934 T.E.), 167, 225 (950 As.), 374 (Kanunî ML.E.), 403 (Kanunî ML.E.), 424 (Kanunî ML. E.K.), 723 (1022 ML.E.), 736 (1028 As.), 766 (1046 T.), 786 (1065 As.), 836 (1104 T.), 886 (1130-31 T.), 924 (1157 T.), 933 (1177 S.), 959 (1273 ML.E.) 16 (II.Meh. ML.E.), 135 (932 T.E.), 144 (934 ML.K.), 187 (943 ML.), 316 (967 ML.K.), 330 (968 T.), 429 (Kanunî T.), 517 (980 ML.), 978 (Ts.ML.K.) 1007 (922 ML.K.), 1011 (Tz. As.) 75 (925 ML.E.Bah. K.), 434 (Kanunî ML.E.), 702 (III.Meh. ML K.) 503 (978 T.), 638 (1001 T.) 65 (924 T.), 215 (949 T.), 224 (950 As.), 354 (973 (As.), 370 (Kanunî ML. E.K.) 416 (Kanunî ML.As.), 483 (977 ML.K.), 542 (II.Selim E.), 625 (994 As.), 626m (995 As.ML.), 664 (III.Murad T.), 666 (III.Murad), 688 (1006 ML.) 701 (III.Meh. ML.K.), 771 (1052 Dahiliye), 775 (1052 Dahiliye), 847 (1105 T.) 925 (1156 S.), 992 (Ts.As.) 3 (869 Ml.), 7 (883 Fatih), 70 (925 ML.E.), 143 (934 T.E.), 341 (970 E. Hududnâme), 403 (Kanunî ML.E.), 723 (1022 ML.E.), 766 (1046 T.), 915 (1145 S.), 932(1174 S.), 959 (1273 ML.E.) TARİH BİLİNCİ Sis Sisorta Sofya Sokol Solnok Sonisa Tımışvar Tırhala Tırhala Tatarları Tırnova Ustrumca BALKANLAR 178 (943 ML.K.), 450 (Kanunî ML.K.), 562 (II.Selim ?), 696 (1012 T.), 786 (1065 As.), 840 (1105 T.), 969 (932 ML.E.), 998 (932 E.K.) 562 (II.Selim ?) Uyvar Ülgün Üsküb 130 (932 ML. E.), 145 (934 T.), 151 (935 S.), 236 (951 ML.E.), 409 (Kanunî ML.), 492 (978 ML.E.), 539 (II.Selim ML.E.), 566 (II.Selim ? ), 595 (988 As.), 706 (1017-1025 ML.), 992 (Ts.As.) 144 (934 ML.K.), 1043 (Ts.ML.), 1077 (Ts.) 634 (1000 ML.), 658 (III.Murad T.), 782 (1054 T.), 791 (1070 T.), 1041 (Ts.ML.) 41 (II.Bayezid T.), 133 (932 ML.K.), 339 (970 T.) 290 (962 ML.), 298 (963 T.), 364 (974 ML.K.), 365 (974 T. Sınırnâme K.) Üsküb Vaç Valpova Varad Varadin Varna Visoka Vişegrad Vulçıtrın 36 (? ML.E.), 44 (Ts.ML.), 101 (927 T.), 105 (927 ML.), 108 (928-937 ML.), 198 (946 T.As.), 225 (950 As.), 367 (Kanunî Dah.), 453 (Kanunî E.), 664 (III.Murad T.), 695 (1010 ML.E.), 786 (1065 As.), 836 (1065 As.), 924 (1157 T.) Yanbolu Yanova Yanova Yanya 252 (950 As.) 224 (950 As.), 354 (973 As.), 597 (989 E.K.) 74 (925 T.), 141 (934 T.), 523 (980 T.As.) Yanyalu Esnek Yenice Zağra 21 SAYI 17 - 18 698 (IV.Mehmed ML. E.K.), 794 (1075 E.), 1037 (Ts.ML.) 455 (Kanunî ML.E.) 4 (881 ML.), 16m (II.Meh. ML.E.), 73 (921-925 T.E.), 217 (949 T.) 224 (950 As.), 232 (951 ML.E.), 354 (973 As.), 924 (1157 T.) 314 (966 -67 ML.), 410 (Kanunî ML.), 449 (Kanunî ML.) 144 (934 ML.K.), 316 (967 ML.K.) 792 (1072, ML.E.), 795 (1075 T.) 437 (Kanunî ML.) 215 (949 T.) 211 (948 ML.E.K.) 211 (948 ML.E.K.), 314 (966-967 ML.), 410 (Kanunî ML.), 449 (Kanunî ML.) 9 (Fatih ML.), 11 (Fatih T.), 22 (892 T.), 133 (932 ML.K.), 234 (951 (ML.K.), 377 (Kanunî T.), 977 (Ts.T.), 1048 (Ts.ML.) 126 (931 ML.), 224 (950 As.), 230 (950 As.), 354 (973 As.), 382 (Kanunî ML.E.), 597 (959 E.K.), 614 (992 As. K.), 766 (1046 T.), 992 (Ts.As.) 133 (932 ML.K.), 578 (987 ML. K.), 679 (III.Murad T.) 99 (926 ML.As. E.K.), 350 (Kanunî ML. E.K.), 586 (987 (ML.As.E.), 786 (1065 As.), 944 (1214 ML.) 62 (923-937 T.) 26 (895 ML.), 172 (938 As.), 382 (Kanunî ML.E.), 643 (1003 As.) TARİH BİLİNCİ Yenice-i Vardar Zihne (Selanik) Ziştovi BALKANLAR SAYI 17 - 18 Başmukâtaa veya Mukâtaa-ı Evvel Kalemi, Mukâtaa-i Sanî Kalemi, Mevkufat Kalemi, Varidat Kalemi, Kale Tezkirecisi Kalemi, Tezkire-i Ahkâm-ı Rumeli Kalemi, Başbakıkulu Kalemi. 70 (925 ML.), 424 (Kanunî ML. E.K.), 433 (Kanunî ML.E.), 723 (1022 ML.E.), 736(1028 As.), 1058(Ts.ML.) 7 (883 Fatih), 70 (925 ML.E.), 143 (934 T.E.), 403 (Kanunî ML.E.), 723 (1022 ML.E.), 416 (Kanunî ML.As.), 452 (Kanunî ML.) Başbakıkulu Kalemi Defterleri (D.BŞB.) Bir adı da "Ser-gulâmî-i Bakı" olan bu kalemin ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Yavuz Sultan Selim zamanında ihdas edildiği belirtilmekle birlikte bu husus her hangi bir kaynağa dayandırılmamaktadır. Ancak Defterdarlığın bünyesinde böyle bir işi yapan görevlinin bulunması mümkün ise de bunun bir daire şeklinde teşekkülü muhtemelen XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren olmuştur. Bâb-ı Defterî (Maliye Dairesi) Müteferrik Konulu Defterler Vefat eden bazı zengin şahısların geride bıraktıkları malların tespiti ve gizlenenlerin bulundurulması işinde de Başbakıkulu görevlendirilebilirdi. Yine Rumeli kazaskerinin defterdar nezdindeki mirî kâtibi denilen memuru ile birlikte istinâf ve temyize tâbi olmayan malî dâvalarını hallederdi. Bâb-ı Defterî, Osmanlı Devleti'nin bütün malî işlerini yürüten kuruluşun adıdır. Osmanlı resmî terminolojisinde Bâb-ı Defterî olarak anılan "Defterdarlık" müessesesinin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte5 XIV. yüzyılda kurulduğu söylenebilir. Fatih Kanunnâmesi'nde defterdarın vazife ve selâhiyetleri, teşrifattaki yeri tespit edilmiş olduğuna göre XV. yüzyıl ortalarında tamamen şekillenmiş olduğu açıktır.6 Başmukâtaa Kalemi ve Bağlı Birimlerine Ait Defterler Mukâtaacı-yı Evvel Kalemi de denilen bu büro muhtemelen XVI. asrın ortalarında kurulmuştur. Bundan önce mukâtaalarla ilgili kayıtları tutan ve Hazîne-i Âmire kâtipleri arasında yer alan bir mukâtaacının varlığı bilinmektedir. H. 934/M. 1527-28 tarihli bütçedeki kâtipler listesinde ise Rumeli, Anadolu ve Arap vilayetleri mukâtaacılarının isimleri kaydedilmiştir. H. 969/M. 1561-62 tarihli bütçedeki kâtipler listesinde Hazîne-i Âmire kâtipleri arasında mukâtaacı-yı evvel ünvanlı bir görevliye rastlanmış olması bu kalemin Hazîne'ye bağlı olarak kurulduğunu düşündürmektedir. Bunun bir kalem olarak teşkilatının tamamlanması ve görevlerinin belirlenmesi ise XVII. asırda gerçekleşmiş olmalıdır. Bâb-ı Defterî'nin en büyük âmiri "Başdefterdar" veya "Şıkk-ı evvel Defterdarı" denilen zattı. Kendisinden sonra "Anadolu Defterdarı" gelir ve Anadolu'ya ait malî işlerle meşgul olurdu. Sonra sıra ile, "Şıkk-ı sanî Defterdarı" Anadolu yalılarıyla Rumeli ve İstanbul'a ait işlere, "Şıkk-ı sâlis Defterdarı" ise Tuna sahilleri bölgesine ait işlere bakarlardı. Yalnız Nizam-ı Cedîd devrinde bir de "Şıkk-ı râbi' Defterdarı" vardı ki kendisine bu askerin masraflarını karşılayan İrad-ı Cedîd Hazînesi'yle meşgul olmak vazifesi verilmişti. Ayrıca her vilayette bulundukları yere göre bu defterdarların birine bağlı bulunan kenar defterdarları vardı. Bunlardan sonra gelen Bâb-ı Defterî'nin büyük âmirleri bütün maliye hesaplarını kontrolle vazifeli ve bugünkü Sayıştay'ın vazifesini gören Başmuhasebe Kalemi'nin âmiri olan "Başmuhasebeci" veya Muhasebe-i Evvel ve Hazîne-i Âmire Dairesi'nin âmiri olan "Büyük Ruznamçeci" veya "Ruznamçe-i Evvel"di. Maliye'nin bütün kalemleri XVI. yüzyılda dörde ayrılmıştı. Bir kısmı doğrudan doğruya Başdefterdarlığa, öbürleri Hazîne-i Âmire Dairesi'ne, Anadolu Def-terdarlığı'na, Şıkk-ı sanî Defterdarlığı'na bağlıydılar. Başmuhasebe teşkilatı XVII. yüzyılda kurulmuş ve mevcut kalemlerin bir kısmı buraya bağlanmış, yine buraya bağlı bazı kalemler kurulmuştur. XVIII. yüzyılda ise, ihtiyaca göre eski kalemler yeniden şubelere ayrılmış ve bir kısım da yeni kalemler kurulmuştu. Bâb-ı Defterî'nin kalemleri şu isimlerle anılırdı: Başmukâtaa Kalemi, özellikle Rumeli'deki Filibe pirinç sahaları, Kratova, Kili, Varna, İbrâil, İsakçı, Tolcı, Maçin, Ahyolu gibi Tuna nehri kıyısındaki bütün iskele ve tuzlaların mukâtaa hesaplarını denetler, bu mukâtaalar hakkında çıkan emir ve nizamların kayıtlarını tutar ve muhafaza ederdi. Bu arada bazı vazife, has ve salyâne tahsislerine de bakardı. Rumeli'ye ait eminler ve diğer görevlilerin beratları, hüküm ve tezkireleri de bu dairedeki kâtipler tarafından yazılırdı. Görüldüğü gibi görev alanına giren mukâtaaların büyük çoğunluğu Rumeli'de bulunmaktadır. Bundan dolayı savaşlardan sonraki toprak kayıpları ve bir çok mukâtaanın işgal bölgesinde kalması geniş kaynakları azaltmış, buna bağlı olarak da kalemin fonksiyonu azalmıştır. 1. Doğrudan doğruya Başdefterdarlığa bağlı olanlar: 22 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Maliye Nezareti'nin kurulması sırasında H. 1254 /M. 1838 bu kalemin görevleri, mukâtaa işleriyle meşgul olan Haslar, İstanbul ve Mâlikâne kalemleriyle birlikte yeniden teşkil edilen Mukâtaât Muhasebesi'ne devredilmiş, Başmukâtaa Kalemi de lağvedilmiştir. SAYI 17 - 18 Haslar Mukâtaası Kalemi ve Bağlı Birimine Ait Defterler (D.HSK.) Padişah ve hanedan azalarıyla sadrazam haslarının kayıtlarının tutulduğu, senet ve emirlerin yazıldığı ve saklandığı kalemdir. Bundan başka âdet-i ağnâm gibi gelir kaynaklarının hesapları da burada tutulurdu. Özellikle Rumeli'yle Güneydoğu Anadolu'daki bazı mukâtaaları ve mahallî kalemler ve bunların gelirlerinden vezir vs. haslarına karşılık ayrılan tahsisatı yönetirdi. Evlâd-ı fâtihânın (Rumeli fatihlerinin evlâdıyla Rumeli bölgesi fetholundukça Anadolu'nun muhtelif yerlerinden getirilip buraya iskan edilmiş olanlar, sefer zamanında ayrı birlikler hâlinde iştirak ederlerdi.) muayyen maaşları, vergiden muafiyetleri ve diğer imtiyaz işleri de buradan yürütülürdü. Başmukâtaa Kalemi'nin bağlı birimlerine ait defterler onbir birim başlığı altında tasnif edilmiştir. Çeltik Rüsûmu Kalemi Defterleri (D.ÇRS.) Anadolu ve Rumeli'deki bazı çeltik nehirleri ve pirinç ekim alanlarının gelirlerine ait hesaplara bakardı. Ayrıca, Hıristiyan cemaatlerin ruhanî reislerinin pîşkeşleriyle ilgili hesapları da tutardı. Bu kaleme Vâridât-ı Şıkk-ı Sanî Kalemi (D.VRS.) de denmektedir. Haslar Mukâtaası Kalemi'nin bağlı birimi olan "âdet-i ağnâm" defterler 54 adet olup, H. 919-1251/M. 15131835 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eder. Haremeyn Muhasebesi Kalemi ve Bağlı Birimlerine Ait Defterler (D.HMH.) Küçük Evkâf Kalemi Defterleri (D.KEV.) Bu kalemin bir adı da "Evkâf Muhasebesi"dir. Haremeyn'e (Mekke ve Medine) ait ve bunlara bağlı vakıfların kayıtlarını tutar ve her sene muhasebelerini kontrol ederdi. Selâtîn denen büyük camilerin vakıflarına ve bu camilerde hizmet eden görevlilerin maaşlarıyla ilgili işlemlere bakardı. Mekke ve Medine'ye ait olup İstanbul ve Rumeli'de bulunan vakıf arazilere taalluk eden defterler ve kayıtlar burada tutulurdu. İstanbul ve Rumeli'deki din görevlilerinin dinî vazife ve tayinlerinin mutazammın vesikalarını hazırlar ve bunları Maliye Kalemi'ne göndererek oradan beratlarının çıkmasını sağlardı. Ayrıca bazı kişilerin uhdesinde olan Haremeyn mâlikâneleri ve bunlara dair şartlar ve bazı Haremeyn mukâtaalarından tertip edilmiş olan eshâm ve "cihât" tevcihleri ile evkâfa mülhak olan esnaf ve sanat erbabı nizamı ve bazı emirler ile ilmuhaberler de buradan yazılırdı. Bunların yanı sıra bazı kale neferlerinin mevâciblerini, mütekâid ve duâcı vazifelerini de yine bu kalem denetlerdi. Tanzimat'tan önce üç ayrı dairede idare edilen vakıfların bir bölümü "Küçük Muhasebe Kalemi" de denilen bu kalem tarafından yönetilirdi. Diğerleri Haremeyn Muhasebesi ve Anadolu Muhasebesi kalemleridir. Bu kaleme bağlı olarak bulunan vakıflar; İstanbul, Rumeli ve Anadolu'daki bazı vakıflardır. Bu vakıfların idarî işleri, hesapları, tayin ve tevcih gibi işleri Bâbüssaâde ağasının idaresindeki bu kalem tarafından yürütülürdü. Ayrıca nezareti sadrazamlara ait "sadaka tevliyetleri" adlı küçük tevliyetlerin defter ve hesapları da burada tutulurdu. Maden Mukâtaası Kalemi ve Bağlı Birimlerine Ait Defterler (D.MMK.) - Medine-i Münevvere ve Mısır Evkâfı, Maliye kalemlerinden birisi olan bu kalem, büyük gümrük mukâtaalarını, Anadolu ve Rumeli Kıptîlerinin cizyelerini, Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları'ndaki kefere cizyelerini, Erdel Krallığı ve Dobrovnik Cumhuriyeti kefere cizyelerini, Serçin ve Derçin Gümrük Mukâtaasını, Mîzân-ı Harîr Mukâtaasını, Emtia Gümrüğü, Efrenç Eşyası Gümrüğü ve Duhan Gümrüğü mukâtaalarını, maden mukâtaalarını, şaphâne mukâtaalarını, kantar resimlerini, istiridye ve midye çıkarıcılığı, haşhaş rüsûmu mukâtaalarını, Darphâne mukâtaaları ve Simkeşhâne mukâtaasını idare eden ve her sene muhasebelerini hazırlayan bürodur. - Şahısların Medine-i Münevvere'ye tahsis ettiği vakıflarla bunlara ait tevcihat işleri, Maden Mukâtaası Kalemi'ne ve bağlı birimlerine ait defterler şunlardır: Haremeyn Muhasebesi'ne bağlı olan vakıfları şu başlıklar hâlinde toplamak mümkündür: - Sultan vakıflarının hepsi, - Dârüssaâde ağası nezaretinde olan vakıflar, - Evliyâ vakıfları, - Sadrazam ve şeyhülislâm nezaretindeki vakıflar. 23 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Müteferrik Konulu Defterler Yukarıda belirtilen serîler dışında kalan hususlar için de Müteferrik Konular adlı bir katalog teşkil olunmuştur. 632 numaralı "Müteferrik Konular Defter Kataloğu"nda yekün 565 adet defterin hülâsası verilmiştir. 8 7177 Saray Çakırcı ve Şahinci Rumeli'deki Şahincilerin İsimleri ve Şahincibaşıların Tatbik Mühürleri 1234 1818-19 595 Numaralı "BEO. Ayniyat Defterleri Kataloğu"ndaki Ayniyat Defterleri 595 numaralı "BEO. Ayniyat Defterleri Kataloğu"nda 1-1717 numaralarda kayıtlı, muhtelif mevzuları havî Ayniyât Defterleri, H. 1227-1320 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmekte olup, l7l7 adet defterden müteşekkildir. Ayniyât Defterleri tasnif edilirken aşağıdaki çizelgede görüleceği üzere bir çok başlık altında toplanmıştır. Sıra No 193-295 296-309 315-317 321-340 341-345 448-458 819-828 891-896 897-901 1526-1530 1622 967-985 428-466 428-466 450 467-474 467-474 475-483 475-483 484-492 484-492 493-494 493-494 495-499 500-524 500-524 525-553 525-553 554-556 554-556 557 558-566 558-566 567 568 569 570-576 570-576 570-576 570-576 570-576 982 983-1005 983-1005 1006 1007-1008 1009 1010 1011-1012 1013 611 838-840 844-847 853-857 969-975 Mahiyeti Rumeli Adî Rumeli Mühimme Mühimme, Rumeli Hafâyâ Anadolu ve Rumeli Hafâyâ Rumeli Meclis i Vâlâ-yı Rumeli Edirne, Adana, Şarkî Rumeli Rumeli Valilikleri Selanik Rumeli Vilâyâtı Rumeli Şarkî Rumeli Defteri Rumeli Vilâyâtı Rumeli Vilâyâtı Rumeli Jurnal Memurları Bosna Bosna Edirne Edirne Edirne, Yanya, İşkodra Edirne, Yanya, İşkodra Hersek Hersek İşkodra Kosova Kosova Manastır Manastır Prizren Prizren Rumeli i Şarkî Selanik Selanik Serfice Sofya Tırhala Tuna Tuna Tuna Tuna Tuna Sisam Telgraf Rumeli Vilâyâtı Telgraf Rumeli Vilâyâtı Telgraf Edirne Telgraf İşkodra Telgraf Kosova Telgraf Manastır Telgraf Selanik Telgraf Yanya Telgraf Sırplı Maddesine Dair İşkodra Üsküp, Manastır, Prizren Bosna, Yenipazar Tırhala, Yanya, Selanik Gelen Gelen Giden Gelen Gelen Giden Gelen Giden Gelen Giden Gelen Giden Gelen Gelen Giden Gelen Giden Gelen Giden Gelen Gelen Giden Giden Gelen Gelen Gelen Giden Gelen Giden Giden Gelen Giden Giden Giden Giden Giden Giden Giden 24 Hicri T. 1230 - 1282 1259 - 1282 1279 - 1282 1234 - 1277 1251 - 1290 1277 - 1282 1283 - 1296 1283 - 1296 1283 - 1294 1297 - 1310 1302 - 1308 1297 - 1327 1277 - 1329 1327 1278 1289 1289 1295 1278 1295 1278 1328 1278 1327 1291 1327 1321 1324 1321 1294 1293 1294 1292 1327 1287 1327 1294 1327 1294 1328 1291 1327 1291 1291 1290 1290 1290 1302 1300 1328 1278 21328 1278 1306 1299 1294 1293 1277 1272 1295 1282 1295 1281 1301 1295 1312 1296 1314 1291 1312 1303 1325 1301 1303 1283 1312 1303 1312 1295 1312 1303 1312 1303 1312 1295 1312 1303 1241 1240 1296 1283 1294 1284 1294 1283 1296 1283 Miladi T. 1815 - 1866 1843 - 1866 1862 - 1866 1819 - 1861 1836 - 1873 1860 - 1866 1866 - 1879 1866 - 1879 1866 - 1877 1879 - 1892 1884 - 1891 1879 - 1909 1861 - 1911 1909 1861 1872 1872 1878 1861 1878 1861 1910 1861 1909 1874 1909 1903 1906 1903 1877 1876 1877 1875 1909 1870 1909 1877 1909 1877 1910 1874 1909 1874 1874 1873 1873 1873 1885 1883 1910 1861 1910 1861 1889 1882 1877 1876 1860 1855 1878 1865 1878 1865 1884 1878 1895 1879 1897 1874 1895 1886 1907 1884 1886 1866 1894 1886 1894 1878 1894 1886 1894 1886 1894 1878 1894 1886 1826 1825 1879 1866 1877 1867 1877 1866 1879 1866 Adedi 103 14 3 20 5 11 10 6 5 5 1 19 22 16 1 4 4 7 2 6 3 1 1 5 15 10 17 12 2 1 1 5 4 1 1 1 3 4 3 2 7 1 18 5 1 2 1 1 2 1 1 3 4 5 7 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR ğu"nda kayıtlı H. 1255-1274/M. 1840-1858 tarihleri arasındaki emirleri ihtiva eden bu defterin sonunda H. 17 Receb 1291 tarihli bir kayıt da mevcuttur. Meclis-iVâlâ Riyaseti Defterleri (MVL.) Tanzimat ile birlikte Osmanlı Devlet Teşkilatı'nda yerini alan müesseselerden biri de Meclis-iVâlâ'dır. Islâhat hareketlerinin icabettirdiği yeni nizamnâmeleri hazırlamak, memurların muhakemesiyle meşgul olmak, lüzum gösterilen devlet işlerinde rey vermek üzere H. 27 Zilhicce 1253 /M. 24 Mart 1838 tarihinde teşkil olunmuştur. Tanzimat'tan sonra işlerin çoğalması münasebetiyle "Meclis-i Âlî-i Tanzimat" ve "Meclis-i Ahkâm-ı Adliye" birleştirilerek yine "Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye" adı altında bir meclise kalbedilmiş ve bu meclis, İdâre,Tanzimat, Adliye adlarıyla üç kısma ayrılmıştır. Zaptiye Müşiriyeti Dönemi 18 Haziran 1826 tarihinde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı yerine İstanbul'da "Asâkir-i Muntazama-i Mansûre", "Asâkir-i Muntazama-i Hâssa" ve 1834 tarihinde de Anadolu ve Rumeli'nin bazı eyaletlerinde "Asâkir-i Redife" adları altında yeni askerî bir teşkilat kuruldu. Maliye Nezareti Defterleri İdâre kısmı, mülkî ve malî işlerle; Tanzimat kısmı kanun ve nizamnâmelerin tetkik ve tanzimiyle; Adliye kısmı da bazı davalarla meşgul oluyordu. H. 11 Zilkade 1248/M. 4 Mart 1868 tarihinde meclis tekrar Divân-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şûra-yı Devlet olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Maliye Nezareti kurulmadan önceki dönemde bu görevi Defterdarlık yürütmüştür. Defterdarlar devletin varidât ve masraflarına dair malî işlemleri takiple görevli kişiler olup şimdiki Maliye Bakanı hükmünde idiler. Defterdarların doğrudan doğruya harcamaya yetkili oldukları mebaliğ devlet gelirlerinin bir kısmını teşkil ederdi. Çünkü devletin gelirlerinin bir kısmı masârif-ı âdiyenin tesviyesi için Maliye Hazînesi'ne alınır, mühim bir kısmı da masârif-i harbiye ve fevkaladeye karşılık olmak üzere İç Hazîne'ye (Enderun-ı Hümayûn) bırakılırdı. Tasnifi yapılan defterler, Meclis-iVâlâ'nın kayıt defterleri olup, hülâsa kayıtları ve aynen kayıtlar olmak üzere iki kısımda toplanmıştır. Hülâsa Defterleri: Anadolu, Rumeli, Dersaâdet ve Arabistan'dan gelen tahriratın hülâsa kayıtlarını ihtiva etmektedir. Genel evrak kayıt defteri olan Müzekkere Defterleri, meclisten çeşitli makamlara yazılan tezkirelerin Hülâsa Kayıt Defterleri, gelen arzuhallerin kaydedildiği İstida Defterleri bu nevi defterlerdir. Mühim ve adî hususların özetleri de ayrı ayrı defterlere kaydedilmiştir. Ayrıca, irâdesi çıkarılmak üzere Sadaret vasıtasıyla padişaha arz edilen evrakın hülâsa kayıtlarının tutulduğu Maruzat Defterleri vardır. Ülkenin sınırları genişlemeye başlayınca asıl Defterdarlık'tan başka Anadolu Defterdarlığı ve Rumeli Defterdarlığı kurulmuş, böylece Başdefterdar Şıkk-ı Evvel Defterdarı, Şıkk-ı Sanî Defterdarı ortaya çıkmıştır. Daha sonraları ise malî işlerin hepsini Başdefterdar uhdesinde toplayarak, Şıkk-ı Evvel ve Şıkk-ı Sanî Defterdarlıkları işsiz birer mansıp olarak mutekaidin-i ricale tevcih olunmaya başlamış ve III. Selim devrinde Şıkk-ı Sanî Defterdarlığı "Nizâm-ı Cedîd Defterdarlığı"na tahvil edilmiştir. Aynen Kayıt Defterleri: Anadolu, Rumeli, Dersaâdet ve Arabistan'dan gelen evraktan görüşülerek karara bağlananların mazbatalarını ihtiva eder. İlk yıllarda bu mazbataların İcra Defterleri'ne kaydedildiği görülür. Bu sebeple İcra Defterleri, tutulduğu yılllardaki bütün mazbataları içine alır. Meclisten çeşitli makamlara yazılan tezkirelerin aynen kayıtları da, Tezkire Defterleri'nde tutulmuştur. Temettuât Defterleri (ML.VRD.TMT.) Temettû vergisi, tüccar ve esnafın senelik kazançları üzerinden alınan vergiye verilen addır. Temettû vergisinin adı daha sonra "Kazanç Vergisi"ne çevrilmiştir. Temettuât Defterleri'nde kaza, köy gibi iskân merkezleri hâne hâne ele alınarak herkese ait şahsî mal varlığı, emlâk, arazi, hayvanat, ürün vb. bilgiler kaydedilmiştir. 955 numaralı "Meclis-i Vâlâ Defterleri Kataloğu"nda 1478 numaralarda H. 1253-1284/M. 1837-1867 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva eden 478 adet Meclisi-i Vâlâ Riyâseti Defteri mevcuttur. Temettuât Defterleri'nin tasnifi ve kataloglanmasında o tarihlerdeki idarî taksimat esas alınmıştır. Defterler, içindeki bilgiler esas alınarak alfabetik olarak eyaletlere ayrılmıştır. Her eyalet de kendi içinde alfabetik olarak kazalara ayrılmıştır. Defterler H. 1256-1261/M. 18441845 tarihleri arasında toplam 17.747 adettir. Bu defterler analitik envanter sisteme göre tasnif edilmiştir. 989 Numaralı "Divân-ı Hümayûn Defterleri Kataloğu"ndaki Tanzimat-ı Hayriye Defteri Anadolu ve Rumeli'deki bilcümle mahalde tatbik edilecek olan Tanzimat-ı Hayriye Nizamâtına ait evâmir-i âliyye kayıtlarına mahsus defterdir. 514 numaralı defter Sivas'a aittir. 989 numaralı "Divân-ı Hümayûn Defterleri Katalo- 25 Niş, Rumeli, Selanik, Silistre, TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Daha önce Kosova, Manastır ve Selanik olmak üzere idarî, adlî, askerî ve malî sahalarda yapılması düşünülen ıslahat çalışmaları, daha sonra diğer civar vilayetler de dikkate alınarak Yanya, Edirne ve İşkodra'nın da ilavesiyle Müfettişliğin yetki sahası altı vilayete çıkarılmıştır. Sadaret'e bağlı olarak görev yapan Rumeli Müfettişliği, bazen Sadaret'i atlayarak doğrudan Saray'la yazışmalarda bulunmuş, fevkalâde görev ve yetkilerle donatılmış bir müessesedir. Bu yönü ile günümüzdeki Olağanüstü Hâl Bölgesi Valiliği'ne benzetilebilir. Müfettişliğin işlerinin daha kolay ve hızlı yürütülebilmesi için Sadaret'te dört kişiden oluşan bir komisyon bulunmakta idi. Rumeli Müfettişliği evrakı içerisinde, belgelerin yanısıra 244 adet de defter tespit edilmiştir. H. 1319-1327/M. 1901-1909 tarihlerini havî bu defterler, muhtelif mevzularda Sadaret ile Rumeli Müfettişliği'ne bağlı sancak ve kazalar arasındaki muhâberât kayıtlarını ihtiva etmektedir. Bu defterlerin tarihi ve muhteviyâtı aşağıdaki çizelgede zikredilmiştir. 423 numaralı katalogda Rumeli Müfettişliğine ait 13191327 (1901 1909) senelerine ait 244 adet defter bulunmaktadır. Vilayet ve Müfettişliklere (Taşra Arşivleri) Ait Defterler Bilindiği üzere Osmanlı Arşivi'nde muhafaza edilen arşiv malzemesinin büyük çoğunluğu, Osmanlı Devleti'nin İstanbul'daki merkezî devlet dairelerine aittir. Merkezî devlet dairelerinin dışında, Kıbrıs Mutasarrıflığı ve Rumeli Müfettişliği evrakı gibi Osmanlı'nın toprak kaybı ile birlikte İstanbul'a gönderilen bu yerlerin evrakı ayrı başlık altında tasnif edilmiştir. Rumeli Müfettişliği Defterleri İstanbul dışındaki Osmanlı devlet dairelerinden getirilen evraklar arasında Rumeli Müfettişliği evrakının önemli bir yeri vardır. Rumeli Müfettişliği 1877-78 Osmanlı-Rus Muharebesi neticesinde imzalanan ağır şartları havî Ayastefanos Anlaşması'nın tâdil edilmiş şekliyle kabul edilen Berlin Anlaşması gereğince özellikle Avusturya ve Rusya'nın müdahaleleri neticesinde tedricî olarak Kasım 1902'de tesis edilmiştir. Sıra No 1-4 5-11 12 18 19-25 26-35 36 37 38 39-41 42-43 44-46 47-49 50-54 55-57 58-65 66-70 71-73 74-75 76-89 90-98 99-112 113-119 120-133 134-142 143-148 149-153 154-155 156- 157 158-160 161-162 163-164 165-166 167 168-171 172 173 174 175 176 177 178-180 SAYI 17 - 18 Muhteva Fihrist Defteri Makâmât ı Aliyye (Gelen) Makâmât ı Aliyye (Giden) Mâbeyn i Hümayûn Sadaret i Uzmâ (Gelen) Mâbeyn i Hümayûn Sadaret i Uzmâ (Giden) Müfettişlikler (Giden) Müteferrika, Müşiriyyet, Kumandanlıklar, Konsolos, Tüccar Vekilleri, Metropolitler, Sefâret i Seniyye (Gelen-Giden) Müşiriyyet, Tensîkat ve Kumandanlıklar (Gelen-Giden) Müşiriyyet ve Kumandanlıklar (Gelen) Müşiriyyet (Gelen) Müteferrika, Müşiriyyet, Kumandanlıklar, Metropolit, Konsolos, Tüccar Vekilleri, Sefâret i Seniyye (Giden) Müşiriyyet ve Kumandanlıklar (Giden) Müşiriyyet (Giden) Müşiriyyet, Tensîkat ve Kumandanlıklar ve Corci Paşa'dan (Gelen) Müşiriyyet, Tensîkat ve Kumandanlıklar ve Corci Paşa'dan (Giden) Sefâret, Konsolos, Metropolit, Tüccar Vekilleri (Gelen) Vilayet i Selâse (Giden) Manastır (Gelen) Manastır (Giden) Selanik (Gelen) Selanik (Giden) Kosova (Gelen) Kosova (Giden) Yanya, Edirne, İşkodra (Gelen) Yanya, Edirne, İşkodra (Giden) Müteferrika (Gelen) Müteferrika (Giden) Rumeli Müfettişliği Aynen Kayıt Defteri Teblîgât ı Umumiye Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Vâridât ve Masârifât İcmâl Muvazeneleri Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Müfredât Muvâzenesi Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Dahilinde Efrâd ı Mülûkâne ile Çeteler Arasında Vukua Gelen Müsâdemât Defteri Vilâyât ı Selâse Hesâbât Defteri Selanik Hesâbât Defteri Manastır Hesâbât Defteri Muhâsebât ı Askeriye Defteri Selanik, Kosova, Manastır Vilayetlerinin 1325 Senesi Muvâzenelerine Müteallik Pusulalar Vilâyât ı Selâse Dâhilinde Asâkir i Şâhâne ile Bulgar, Rum, Sırp Çeteleri Arasında Vukubulan Müsâdemâtın İstatistiği Vilâyât ı Selâse i Şâhâne Muhâkeme Cetvelleri Selanik Vilayetinde Tehaddüs Eden Havadisin İstatistiği 26 Tarih 1319 - 1326 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1326 - 1327 1321 - 1321 1321 - 1324 1323 - 1325 1325 - 1327 1321 - 1323 1321 - 1326 1326 - 1327 1322 - 1327 1323 - 1326 1324 - 1326 1324 - 1326 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1327 1321 - 1326 1326 - 1327 1326 - 1327 1321 - 1326 1325 - 1327 1325 - 1327 1326 1326 - 1326 1322 - 1325 1323 - 1324 1323 - 1324 1324 1325 1320 - 1326 1325- - 1326 1320 TARİH BİLİNCİ Sıra No 181 182 183-184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207-210 211 212 213-218 219-220 221-226 227-232 233-239 75/1 - 75/2 86/1 153/1 153/2 SAYI 17 - 18 BALKANLAR Muhteva Selanik Muhâkeme Cetvelleri Selanik Cerâim Defteri Manastır Cerâim Defteri Manastır Mahkeme Kayıt Defteri Manastır Cerâim Defteri Kosova Cerâim Defteri Manastır ve Kosova Cerâim Defteri Kosova Cerâim ve Mahkeme Cetvelleri Kosova Cerâim Defteri Selanik, Üsküp, Manastır Jandarma Alayı Heyet i Erkânı ile Muhtelif Bölgelerdeki Askerî Birlikler Erkânı Kayıt Defteri Yol ve Köprü Yapımı, Proje ve Tahrirât ı Keşif Müsveddeleri (Matbu) Hülâsa Defteri Petriç Kazasının Taraf ı Mükellefiyetinin Bakayâsını Mübeyyin Defter İcra Edilen Devirlere Dair Kayıt Defteri Esliha Tezkiresi Koçanı (Selanik Rumeli Müfettişliği'nin Evrak ve Defterlerinin Kayıt Defteri Nezaret, Vilayet ve Kazalara Yazılan Yazıların Hülâsa Kayıt Defterleri Edirne, Selanik, Manastır, Yanya, İşkodra, Kosova Vilayetlerine Yazılan Umum Gazâ ve Tahliye Defteri Rumeli Eyaletine Bağlı Sancaklarda Mukim Yabancı Tebeanın İsimlerinin Kaydedildiği Defter Diyarbakır Hapishânesi'nde Bulunan Bulgar Mahkûmlarından Afv ı Âlîye Mazhar Olanlarının İsimlerini, Suçlarını ve Mahkûmiyetlerini Açıklayan Defter Afv ı Âlî i Umumî Üzerine Manastır Merkez Mülhakât Hapishânesi'nden Salıverilen Şahısların İsim vesairesini Açıklayan Defter Rumeli Müfettişiği'nden Gelen Emir Üzerine Affedilen 23 Şahsın Suçlarını Mübeyyin Defter 1322 Senesinde Şayan Buyurulan Afv i Âlî Üzerine Selanik Merkezinde ve Mülhakât Hapishânelerinden Tahliye Edilen Eşhasın Esâmisini Mübeyyin Defter Afv i Alîye Mazhariyetle Üsküp Hapishânesi'nden Tahliye Olunan Politik Mahkûmların Defteri Zimmet Defteri Manastır ve Selanik Posta Defteri Selanik Posta Defteri Manastır ve Selanik Posta Defteri Müfettiş i Umumî Müstediyât, Hususî Telgrafnâmeler İslâm Ahalinin Arzuhâl Defteri Hıristiyan Ahalinin Arzuhal Defteri Telgraf Arzuhal Defteri Vilâyât ı Selâse (Giden) Manastır (Gelen) Yanya, Edirne, İşkodra (Giden) Yanya, Edirne, İşkodra, Sefâret (Giden) Tarih 1326 1326 - 1328 1320 - 1325 1326 - 1327 1326 - 1327 1320 - 1326 1324 - 1325 1326 - 1326 1325 - 1327 1323 1325 1326 - 1326 1308 - 1323 1333 - 1333 1325 1320 - 1321 1324 1320 - 1321 1314 - 1321 1321 - 1322 1322 1322 1323 1321 - 1321 1323 - 1326 1321 - 1322 1322 - 1323 1323 - 1324 1321 1321 - 1327 1321 - 1327 1323 - 1327 1326 - 1327 1326 1326 1327 Büyük Kale ve Küçük Kale Kalemi Defterleri a. Büyük Kale Kalemi Defterleri (D. BKL.) Önemli bir gider kalemi olan Büyük Kale Kalemi genellikle Mora ve Arnavutluk dışında kalan büyük kalelerin, müstahkem mevkilerin erzak, cephâne, onarım işleri ve personelin maaş işlerini yürütürdü. Ayrıca Yerli Kulu askerlerinin (Mısır, Bağdat, Lahsa, Musul, Diyarbekir, Van, Bosna, Budin, Tımışvar, Şam, Halep, Kars ve Erzurum'a yeniçeri ve onların teşkilatına uygun olarak ulufe ile kullanılan askerler) yoklamalarına bakardı. Bu kalem ayrıca Hazîne tezkiresi vermeye de yetkiliydi. Bosna-Hersek bölgesindeki bütün kaleler Büyük Kale Kalemi'ne bağlı iken Podgorice Kalesi Küçük Kale Kalemi'ne bağlıdır. Tarih Tasnifin (Kataloğun) Adı Genel Numara Sırası 986 Kâmil Kepeci Tasnifi Kat. 4725-4975 892 - 1277 1486 - 1861 250 620 Bâb-ı Defterî Defter Kataloğu (D.BKL.) 32167-32843/A 925 - 1252 1519 - 1836 680 Katalog No 27 Hicri Miladi Defter Adedi TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR b. Küçük Kale Kalemi Defterleri (D. KKL.) Mora, Arnavutluk ve civarı ile Hersek'in bazı kalelerinin yerli kulu neferatının mevâcib hesaplarını tutardı. Mevâcibleri ocaklık olarak nehirlerin vâridatından veriliyorsa havaleleriyle tevcih tezkireleri de bu kalemden verilirdi. Mevâcib; askerlere senede dört defa ve üç ayda bir muharrem, rebîülâhir, receb ve şevval aylarında verilen ücret, ulûfe demektir. ilk üç aylık olanına masar, ikinci üç aylık olanına recec, üçüncü üç aylık olanına reşen ve son üç aylık olanına da lezez tabirleri ad olarak konulmuştur. Bu tabirler, ayların adlarının rumuzlarından oluşmaktadır. Bazı kalelerin muhafızlarına ait mevâcib, hasılâtı iyi olan vilayet ve sancaklara havale suretiyle temin edilirdi. Bu tür havalelerle sağlanan mevâciblere de "ocaklık mevâcibi" adı verilmiştir. Tarih Tasnifin (Kataloğun) Adı Genel Numara Sırası 986 Kâmil Kepeci Tasnifi Kat. 4976-4987 1124 - 1286 1712 - 1870 11 620 Bâb-ı Defterî Defter Kataloğu (D.BKL.) 32844-33117 959 - 1251 1552 - 1835 274 Katalog No Hicri Miladi Defter Adedi Maliye'den Müdevver DefterlerTasnifi 1945 yılında Maliye Bakanlığı'ndan yığın halinde devralınan 26.000'e yakın defterin tasnifidir. Muhtelif Maliye kalemlerine ait defterler olduğu gibi, arazi tahriri, saray, yeniçeri, mevâcip vs. gibi diğer cins defterleri de ihtiva etmektedir. Tasnif yapılırken önce eski harflerle her defterin üç nüsha fişi çıkarılmış ve fişler kronolojik, numara sırası ve konularına göre olmak üzere üç grup halinde kutulara yerleştirilerek araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Bunlardan konu başlıkları ihtiva edenlerin listesi aşağıda verilmiştir. Defterler H. 830/M. 1427 yılında başlayıp H. 1346/M. 1927 yılına kadar gelir.Tasnifteki son defterin sıra numarası 23.138'dir. Sıra No Defterlerin Konu Başlıkları 41 Ahyolu Memlehası 33 Mufassal Haslar (Bosna Livasının) İhtiva Ettiği Yıllar 954 861-1254 Çeltik Rüsûmu Kalemi Belgeleri (D.ÇRS.) Bu kalemin bir diğer adı da "Varidât-ı Şıkk-ı Sanî Kalemi"dir. "Çeltik Muhasebesi Kalemi" de denilen bu kalemin görevi; Hıristiyan cemaatinin ruhanî liderleriyle Rumeli'deki çeltik nehirleri başkanlarının pîşkeşlerine ve beratlarına bakmaktı. Küçük Evkâf Kalemi Belgeleri (D.KEV.) Maliye'nin gelir kalemlerinden olup, nezareti sadrazamlara ait olan "sadaka tevliyetleri" adındaki küçük vakıfların defter ve hesaplarını tutardı. Bu kaleme bağlı olarak bulunan vakıflar; İstanbul, Rumeli ve Anadolu'daki bazı vakıflardır. Bu vakıfların idarî işleri, hesapları, tayin ve tevcih gibi işleri Bâbüssaâde ağasının idaresindeki bu kalem tarafından yürütülürdü. 28 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Tasnife esas alınan "Meclis-i Vâlâ Gelen Evrak Hülâsa Kayıt Defterleri" yıllar arasında mahiyet itibariyle farklılıklar gösterirler. Bu durum göz önüne alındığında birbirinden farklı defter tutma usullerinin uygulandığı üç dönem ortaya çıkmaktadır ki, bunlar sırasıyla şunlardır: Şarkî Rumeli (A.MTZ.RŞ.) 1877-78 Türk Rus Harbi sonucu olarak 13 Haziran 1878 Berlin Kongresi'nde Balkanlar ile Batı Trakya'nın kuzey hududu arasında Şarkî Rumeli vilayetinin kurulması kabul edildi. Vilayet; Filibe, Pazarcık, Zağra-i Atik, Hasköy, İslimye ve Bergos sancaklarına tâbi 28 kaza ve bunlara bağlı yaklaşık 1.300 köyden teşkil edilmişti. "Şarkî Rumeli Nizamnâmesi" Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya tarafından 26 Nisan 1879'da imzalandı. Aleko Paşa vali tayin edilerek Şarkî Rumeli vilayeti resmen 17 Mayıs 1879'da kuruldu. Ancak daha sonra Aleko Paşa'nın Rus kumandanı ile işbirliği yapması sonucu bölge, Bulgar nüfuzuna girmeye başladı. Aleko Paşa görev süresini doldurup ayrılınca Vilayet Müsteşarı Gavril Efendi vezir rütbesi ile vali tayin edildi. Bir süre sonra milislerin desteğine güvenen Bulgar Liberal Partisi'nin 18 Eylül 1885'te yaptığı bir hükûmet darbesi ile vali tutuklanarak Şarkî Rumeli vilayeti Bulgaristan ile birleştirildi. 1. H. 1257-1265 yılları arasında evrak, esas olarak geldiği bölgelere göre sınıflandırılarak; Anadolu/Anadolu Katl-Sirkat ve Rumeli/Rumeli Katl-Sirkat, adlarıyla açılan defterlere kaydedilmiştir. 2. H. 1265-1274 yılları arasındaki evrak ise, geldiği yere bakılmaksızın, ihtiva ettiği kanunun ehemiyyet ve çeşidine göre; Adî, Mühimme, Kanun ve Takrîr olmak üzere dört ayrı deftere kaydedilmiştir. 3. H. 1274-1285 yılları arasına tekabül eden son dönemde hem evrakın geldiği yere göre, hem de konu ve çeşidine göre defter tutmanın beraberce uygulandığı görülmektedir. Defterlerin bu tür bir karmaşık yapı arzetmesi muhtevalarına dair aşağıdaki açıklamanın verilmesini gerekli kılmıştır: Şarkî Rumeli belgeleri H. 1296-1327/M. 1879-1909 tarihleri arasındaki muhaberât kayıtlarını ihtiva etmektedir. - H. 1257-1265 yıllarını ihtiva eden Rumeli defterlerine; Rumeli, Cezâir-i Bahr-i Sefîd ve Dersaâdet'ten gelen evrak, Anadolu Defterlerine de; Anadolu ile Arabistan ve Irak tarafından gelen evrak kayıtlıdır. Siyasî Kısım Belgeleri Bu fon, nezaretler ve vilayetler gelen-giden defterlerinde yer alan H. 1332/M. 1915 sonrası evrakının, Osmanlı Devleti'ni meşgul eden başlıca siyasî meseleler ile ecnebî devletlere göre tanzim edilen dosyalarından meydana gelmiştir. Toplam dosya adedi 73'tür. (Mükerrer dosyalar bu rakama dahil değildir.) - H. 1265-1274 yılları arasındaki Adî defterlerine istidâlar kaydedilirken, mevâdd-ı mühimme, Mühimme defterlerine kaydedilmiştir. Kanun defterleri ise mevâdd-ı cezâiyye de denilen katl ve sirkat ile ilgili konuları havîdir. Takrîr defterleri de genellikle Maliye ve Evkâf nezaretlerinden gelen ve maaş, masârifât vs. tediyesine dair olan takrirleri ihtiva etmektedir. 15 ve 16. dosyalar Rumeli'yle alakalıdır. - H. 1274-1284 yılları arasında ise yukarıda zikredilen her iki usûl bir arada tatbik edilmiştir: Adî defterleri H. 1277'den sonra İstidâ adını alırlar. Anadolu ve Rumeli defterlerinin yanısıra Dersaâdet, Arabistan ve Cezâir-i Bahr-i Sefîd defterleri de açılmıştır. Halbuki, ilk dönemde Dersaâdet ve Cezâir ile ilgili konular Rumeli defterlerine, Arabistan ile ilgili konular da Anadolu defterlerine kaydediliyordu. H. 1274'te başlayan Dersaâdet serîsinin 11. numaradan sonra H. 1276'da Mühimme Defteri olarak devam ettiği, H. 1282'deki 10. Mühimme Defteri'nden sonra serînin tekrar Dersaâdet adını aldığı görülmektedir. Meclis-iVâlâ Riyâseti Belgeleri (MVL.) Meclis-i Vâlâ belgelerinin tasnifinde uygulanan usul şu şekildedir: Dağınık halde bulunan evrak, provenans tasnif sistemi prensiplerine uygun olarak, defter kayıtları esas alınmak suretiyle belli bir düzene kavuşturulmuştur. Daha sonra esas alınan kayıt defterlerindeki hülâsaların karşılarına vesikaların dosya ve gömlek numaraları yazılmıştır. Neticede birbirinden ayrılmış bulunan vesikalar bir araya getirildiği gibi, bu defterlerin evraka ulaşmada birer vasıta olarak kullanılabilmesi ve evrakın geçirmiş olduğu muamelelerin takip edilebilmesi sağlanmıştır. 960 Meclis i Vâlâ Evrakı Rumeli (VII, VIII, IX) 1262 – 1263 1846 1847 961 Meclis i Vâlâ Evrakı, Rumeli (X, XI) 1263 1847 1010 Meclis i Vâlâ Evrakı, Rumeli (XIII, XIV, XV) 1264 – 1265 1848 - 1849 1011 Meclis i Vâlâ Evrakı, Rumeli Katl-Sirkat (II, III, IV, V) 1258 – 1265 1842 1849 29 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Şûra-yı Devlet Belgeleri Şûra-yı Devlet'e gelen ve giden evrakın izlediği yolun şu şekilde olduğu anlaşılmaktadır: Sadaret'ten Şûra-yı Devlet'e havale olunan evrak, evrak odasında, geldiği devâir ya da vilayetler itibariyle ilgili defterine hülâsaten kaydedilerek konusuna göre ait olduğu daireye gönderilmektedir. Burada da dairenin hülâsa defterine kaydedilen evrakın müzakeresi neticesinde yazılan mazbata, tezkire vs. için de ayrıca hülâsa defterleri tutulmuştur. Evrak üzerinde bu kayıtların hepsi bir arada görülebildiği gibi sadece biri ya da ikisi de görülebilmektedir. Şûra-yı Devlet Edirne 1285 1340 1868 - 1922 852 Şûra-yı Devlet İstanbul 1327 1341 1909 - 1922 853 Şûra-yı Devlet İşkodra 1295 1330 1878 - 1912 854-856 Şûra-yı Devlet Kosova 1294 1331 1877 - 1913 857 Şûra-yı Devlet Prizrin 1286 1294 1867 - 1877 858 Şûra-yı Devlet Rumeli i Şarkî 1296 1302 1879 - 1885 Şûra-yı Devlet Selanik 1285 - 1331 1868 - 1913 864 Şûra-yı Devlet Tuna 1285 1295 1868 - 1878 865 Şûra-yı Devlet Üsküp 1285 1287 1868 - 1870 866-867 Şûra-yı Devlet Yanya 1285 1330 1868 - 1912 848-851 859-863 münâsebetiyle bahsi geçen dosyaya 86/1, 86/2 şeklinde numaralanarak ilâve edilmiştir. Yıldız Sarayı Arşivi Belgeleri II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) Yıldız Sarayı'nda biriken defter, belge ve gazetelerden oluşan fondur. Bu fonda, II. Abdülhamid'in özel olarak ilgilendiği konular, Sadaret'ten Saray'a sunulmuş, ancak irâdeleri sâdır olmamış tezkireler, şahısların Yıldız Sarayı'na sundukları çeşitli arîza, rapor ve ihbarlar, Kâmil Paşa, Cevdet Paşa, Namık Kemal, Midhat Paşa vb. önemli şahsiyetlerin metrukâtı, dış basında Devlet-i Aliyye ile ilgili çıkan yazılar, albüm ve resimler, kanun ve nizamnâme suretleri, Abdülhamid'e ait hususî el defterleri ve cüzdanlar ile haritalar bulunmaktadır. Vesikaların büyük çoğunluğu, Kâmil Paşa'nın Aydın Valiliği dönemine ait olup şifreleri çözülmüş telgraflardan ve Paşa'nın kendi el yazısıyla kaleme aldığı müsvedde hâlde bulunan yazışma, lâyiha ve tezkirelerden meydana gelmiştir. Belgeler arasında son döneme ait hemen bütün konularda Kâmil Paşa'nın görüşlerini aksettiren lâyihalar, mütâlaalar mevcuttur. Zararlı yayınların yurda sokulmaması, Şarkî Rumeli, Mısır ve Makedonya meseleleri, Ermeni fesat ve anarşi hareketleri, Devlet-i Aliyye'de yapılacak ıslahatlar, malî sıkıntılara karşı tedbirler, Çakırcalı isyanı gibi konular, belgelerin belli başlı mevzularını teşkil etmektedir. Devletlerarası ilişkiler, Şarkî Rumeli, Ermeni ve Mısır meseleleri, Girid hadisesi, sınır olayları gibi önemli devlet proplemlerinden zaptiye jurnallerinde geçen adî vukuata kadar bu dönemin çeşitli özelliklerini yansıtan bir fondur. Sadaret Hususî Maruzat Evrakı (Y.A.HUS.) Sadaret makamının, yapılan işlerin neticeleri, dahilî veya haricî bazı mesele ve hâdiseler hakkında padişaha bilgi vermek maksadıyla, Saray'a takdim ettiği hususî maruzatı muhtevî olup, umumiyetle beyân-ı hâl ve arzı malûmattan ibarettir. Sadrazam Kâmil Paşa Evrakı (Yıldız Esas Evrakına Ek) Sadrazam M. Kâmil Paşa (1832-1913) I. ve II. Meşrûtiyet dönemlerinde Sadaret makamında bulunmuş, uzun seneler devlet hizmeti yapmış, Osmanlı Devleti'nin son devir meşhur devlet adamlarındandır. Dârülaceze'nin kuruluşu, Polis Teşkilatı'nın eğitimi, Ziraat Bankası'nın teşkilatlanması gibi önemli bir takım hizmetler onun sadareti döneminde tahakkuk etmiştir. Yıldız Sadaret Hususî Maruzatı büyük bir ekseriyetle haricî meseleler, özellikle Şarkî Rumeli, Ermeni meseleleri, Girid hâdisâtı, Mısır meselesi, İtalya'nın Afrika'ya dahli ve benzeri hâdiseler, devletlerarası münasebetler ve Osmanlı Devleti'nin takip ettiği siyaset bakımından ve ayrıca, dış basında Osmanlı Devleti'ni ilgilendiren yazılar ve bunlarla ilgili yazışmalar cihetiyle ehemmiyet arzeder. 1985 yılında Osmanlı Arşivi'ne intikal eden Kâmil Paşa Evrakı, Yıldız Evrakı dosyalarının 86.'sında Kâmil Paşa'ya ait hayli miktarda arz tezkireleri bulunması 30 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Bu fonda yer alan belgelerin konuları genel olarak şöyledir: Rumeli ve Anadolu vilayetlerindeki ıslahat faaliyetleri, özellikle Anadolu Vilayatı Müfettişi Şakir Paşa'nın denetimi altındaki ıslahat hareketleri, ziraatin geliştirilmesi ve ıslahı için yapılan çalışmalar, idari ve mülki taksimattaki değişiklikler, jandarma teşkilatının kurulması, zabtiye alaylarının jandarmaya tahvili, vergi düzenlemeleri ve vergi tahsilinin tahsildarlara bırakılması, Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan yabancıların yönetimde nüfusları oranında temsil ve istihdamları, sosyal ve ekonomik konulardaki diğer ıslahat faaliyetleri. Perakende Evrakı Müfettişlikler ve Komiserlikler Tahnriratı, (Y. PRK. MK.) 1293/1326 - 1876/1909 tarihlerini kapsayan ve 4273 adet belgeden oluşan bu katalog, aşağıdaki belgelerden oluşmaktadır; Müfettişlik ve Komiserlikler tahrîrâtı, Rumeli Vilâyâtı Müfettişliği ve Rumeli vilâyetleriyle ilgibi belgeler, Mısır Fevkalâde Komiserliği (Mısır ile ilgili belgeler), Bulgaristan Komiserliği (Bulgaristan ile ilgili belgeler), Müfettişlik ve komiserlikte görevli personelin yazıları ve gönderen ve alanı belli olmayan fakat Rumeli vilâyâtı, Bulgaristan ve Mısır Fevkalâde Komiserliği ilgili yazı, layiha ve müsveddeler. Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti Seyrüsefer Kelami (DH.EUM.SSM) Perakende Evrakı, Komisyonlar Maruzatı, (Y. PRK. KOM.) Görevi esas itibarıyla, yurda giriş ve çıkışların denetlenmesi, yurt içindeki seyahatlerin kontrol ve olan Seyrüsefer Kalemi'ne ait olan 1333/1340 - 1915/1921 yıllarını kapsayan bu katalogda yer alan belgeler aşağıdaki konuları ihtiva etmektedir: Seyahat Varakası talepleri; yurt içinde ve yurt dışında seyahat edecek yolcuların listeleri; Seyahat Varakası ile seyahat eden yabancılarla ilgili bilgiler (sayıları, tabiiyet, kimlikleri) ve raporlar; Balkan Treni ile gidip gelenlerin listesi; seyahat edecek yolcular hakkında muameleleri gösteren talimatnâmeler; bazı özel kişilere seyahatleri esnasında kolaylık sağlanması; pasaport vize işlemleri; tren veya vapurla gelip giden yolcuların kontrolü; emniyet müfettişliklerinde ve Istıtlâât memurluklarında görevli polisler ile ilgili işlemler. 1294/1341 - 1877/1923 yıllarını kapsayan ve 3292 adet belgeden meydana gelen bu katalog, aşağıdaki makamlarla Saray arasında yapılan yazışmalardan ve belge türlerinden oluşmaktadır. Teftîş-i Umûmî-i Askerî Komisyonu, Dârüşşafaka Evytâm-ı Müslimîn Komisyon-ı Mahsûsu, İâne Komisyon-ı Askerîsi, Umûm Komisyon-ı Muhâcirîn, Aşâir Komisyonu, Türk Yunan Komisyonu Üyeliği, Encümen-i Mahsûs ve Muâyene Komisyonu, Mülkiye İâne Komisyonu, Komisyon-ı Mahsûs Dairesi (Necib Melhame), Emlâk-i Hümâyûn Komisyonu, Lahey Konferansı Heyet-i Murahhasa-i Osmâniyesi (Turhan Paşa), Kaht Komisyon-ı Âlîsi (Dervîş Paşa), Askerî Ceza ve Piyâde Kanunnâmeleri Tadilat Komisyonu, Encümen-i Teftîş Komisyonu, Hicaz Teftîş Komisyonu, İntihâb-ı Memûrîn Komisyonu, Muhâcirîn-i İslâmiye Komisyonu, Mirât-ı Seniyye-i Hicâziye İnşaât Komisyonu, Anadolu'nun bazı vilâyâtına mahsûs iâne komisyonu, Hamîdiye Etfâl Hastânesi, Muhâcirîn Dul ve Eytâmhânesi ile Mektebi'nin günlük mevcutlarını gösterir jurnaller, Muhârebe-i ahîrede olan evlâd-ı şühedâ ve malûlîn -i askeriye İâne Sergisi Komisyonu, Kandiye Laşid Muhâcirîn Komisyonu, Mucâbîn-i Memûrîn-i Mülkiye İâne Komisyonu, Hamîdiye Hicaz Demiryolu (İâne) Komisyonu, Muâyene ve Teftîş Komisyonu, Techîzât ve Tesîsât-ı Askeriyo Komisyonu, Ankara Vilâyeti İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu, Rumeli Vilâyât-ı Komisyonu, Mübâyaât ve Tetkîk-i Masârıfât Komisyonu, Bâbıâlî Teshîlât Sandığı Komisyonu, Mâliye Komisyon-ı Âlîsi, Alasonya Menzil Komisyonu. Vilayet ve Müfettişliklere (Taşra Arşivleri) Ait Belgeler Bilindiği gibi Osmanlı Arşivi'nde muhafaza edilen arşiv malzemesinin büyük çoğunluğu, Osmanlı Devleti'nin İstanbul'daki merkezî devlet dairelerine aittir. İstanbul dışından getirilen belge ve defterler taşra evrakı olması dolayısıyla, merkezî evrak fonlarından ayrı tutularak taşra evrakı (TŞR.) kodu altında tasnif edilmiştir. Arşivimizde bulunan taşra arşivleri evrakı, Kıbrıs ve Rumeli Müfettişliği evrakıdır. Rumeli Müfettişliği Belgeleri (Taşradan Gelen Belgeler) (TFR.) 1902 yılında ihdas edilen Rumeli Müfettişliği; Manastır, Selanik, Kosova, Yanya, Edirne ve İşkodra ile bu bu vilayetlere bağlı sancak, kaza ve nahiye ve köylerine ait tahrirat kayıtlarını ihtiva etmektedir. Rumeli Müfettişliği buralardan Bulgar, Rum, Sırp ve Arnavut eşkiya çeteleri ile fesat komitelerinin zararlı faaliyetleri; yabancı devletlerin zabitleri tarafından yürütülen jandarma ve polis teşkilatı; konsolosların faaliyetleri; Patrikhâne Dahiliye Nezareti Tesrî-i Mumalat ve Islahat Komisyonu (DH.TMİK.S.) 1312 (1894) yılında kurulan bu komisyon, adından da anlaşılacağı gibi ıslahat ve muamelâtın hızlandırılması için kurulmuştur. 31 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR faaliyetleri gibi önemli konularda gelen yazıların dışında, diğer idarî, malî, iktisadî, siyasî, ziraî, adlî ve ticarî konulardaki bütün resmî yazıları ihtiva etmektedir. Kendisini aşan konularda padişah ve sadrazamın emirlerine göre hareket eden Rumeli Müfettişliği, işlerin süratle yapılabilmesi için iyi bir denetleyici ve organizatör olmuştur. Rumeli Müfettişliği Arzuhalleri (TFR.1.ŞKT.) Arzuhaller, H. 1318-1327/M. 1900-1909 tarihleri arasındaki Müfettiş-i Umumîlik kaydını taşıyan pul ve bazı özel mühürleri havî dilekçe yahut telgraf nevinden veya mektup türünden evraktır. Bunlardan resmî müesseselerce tanzim edilen evrak, mazbata; gayr-i resmî ve şahıslar tarafından takdim edilen evrak, durumuna göre istidâ veya mahzar olarak belirtilmiştir. Rumeli Müfettişliği Evrakı'nda, umumiyetle şu hususlar yer almaktadır: Tâyin ve terfî işleri, maaş talepleri, çete ve eşkiyâ faaliyetleri, vergi ve iltizâm işleri, Rum-Bulgar mezheb çatışmaları, adî türden adlî ve hukukî vakalar, idarî yolsuzluklar, jandarma ve polis tenkisatı, bölgenin imâr faaliyetleri, Rum ve Bulgar papaz ve daskallarının bölücü faaliyetleri vs. Muhteviyatı genellikle tâyin ve terfi istekleri, maaş talepleri, çete ve eşkiyâ faaliyetleri, vergi ve iltizâm hususundaki talepleri, Rum-Bulgar mezhep çekişmeleri, adî türden adlî ve hukukî vakalar, idarî yolsuzluk şikayetleri vesairedir. Rumeli Müfettişliği 12 kalemden ibaret olup, evrakı şu kısımlara ayrılmıştır: Bu fona ait kataloglar 6 ciltten müteşekkil olup, TFR.1.ŞKT. olarak kodlanmıştır. 1. Rumeli Müfettişliği Arzuhalleri, 2. Rumeli Müfettişliği Edirne,Yanya ve İşkodra Evrakı, 3. Rumeli Müfettişliği Jandarma Müşiriyet ve Kumandanlığı Evrakı, Rumeli Müfettişliği Edirne, Yanya ve İşkodra Evrakı (TFR.1.ED. -TFR.1.YN. -TFR.1.İŞ.) 4. Rumeli Müfettişliği Konsolosluk, Sefâret ve Müfettişlikler Evrakı, Bu üç vilayetin evrak mevcudu, diğer vilayetlerin evrakından daha az olduğundan ve katalogları da daha derli toplu olduğundan dolayı birleştirilmiştir. 5. Rumeli Müfettişliği Kosova Evrakı 6. Rumeli Müfettişliği Makâmât Evrakı, Konu itibariyle; eşkiyâ olayları, tabiî âfetler, adî suçlar, imar faaliyetleri, adlî, mâlî, idarî ve askerî her türlü resmî yazışmaları havîdir. 7. Rumeli Müfettişliği Manastır Evrakı 8. Rumeli Müfettişliği Müteferrik Evrak, Başka kalemlerin evrakına karışıp da sonradan farkedilen belgeler, kataloğun en son kısmında "Zeyl" başlığı altında toplanmıştır. Ekleri bulunmayan evrakın ekleri için, hem "Zeyl" kısmına, hem de Müteferrik (TFR.1.M.) kataloğuna bakmak gerekmektedir. 9. Rumeli Müfettişliği Sadaret ve Başkitâbet Evrakı, 10. Rumeli Müfettişliği Selanik Evrakı, 11. Rumeli Müfettişliği Umum Evrak, 12. Rumeli Müfettişliği Defterleri Kataloğu. Katalog H. 1319-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki belgeleri ihtiva etmekte olup, Edirne, Yanya ve İşkodra'ya ait evrakın dökümü aşağıdaki şekildedir: 288.213 belge 244 deftere sahip bu fonun 37 adet belge, 1 adet de defter kataloğu vardır. Kataloglara dair bilgiler aşağıda verilmiştir. Katalog No 456 Tarih Tasnifin Kodu Belge Adedi Edirne (TFR.1.ED.) Hicri 1320 - 1327 Miladi 1902 - 1909 Yanya (TFR.1.YN.) 1319 - 1327 1901 - 1909 2.780 İşkodra (TFR.1.İŞ.) 1320 - 1327 1902 - 1909 1.366 32 1.787 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Rumeli Müfettişliği Jandarma Müşiriyet ve Kumandanlığı Evrakı (TFR.1.AS.) Rumeli Müfettişliği ile Müşiriyet, Kumandanlık, Tensîkat ve bunlara bağlı kumandanlıklar arası yazışmalar bu bölümde yer almıştır. Tensikat, Berlin Anlaşması'nın 23. Maddesi'nin Rumeli'de Islahat yapılmasını öngörmesi ve büyük devletlerin baskılarıyla 1904 yılında Avusturya ve Rusya'nın bir araya gelerek hazırladıkları bir ıslahat hareketini yürütmek üzere atadığı umum müfettişin yanında bir Rus ve bir Avusturyalı memurun bulunması; Makedonya'daki polis ve jandarma örgütlerinin ıslahı işinin bir Avrupalı genarale verilmesi ve bunun emrine gereği kadar yabancı subayın atanması gibi maddelerden oluşmaktadır. Bunun üzerine İtalyan De Corci Paşa Tensikât'ın başına getirilmiş ve Makedonya bölgelere ayrılarak güvenlik bu generalin emrindeki Avusturyalı, İtalyan, Rus, Fransız ve İngiliz subayların da bulunduğu jandarma birliklerine verilmiştir. Jandarma Müşiriyet ve Kumandanlığı'na ait fon, 3 katalogdan müteşekkil olup TFR.1.AS. olarak kodlanmıştır. Bu fona ait evrak H. 1318-1327 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir. Katalog No Tarih Tasnifin Kodu 453 454 TFR.1.AS. 455 Belge Adedi Hicri 1318 - 1323 Miladi 1900 - 1905 1324 - 1325 1906 - 1908 10.734 1326 - 1327 1908 - 1909 8.124 11.054 Rumeli Müfettişliği Konsolosluk, Sefâret ve Müfettişlikler Evrakı (TFR.1.KNS. -TFR.1.SFR. -TFR.1.TF.) Bu fon; sefâret ve konsolosluklarla yapılan yazışmaları havî olmakla birlikte inzibat, adliye, maliye, hudut, orman, polis, banka, nâfia, posta ve telgraf müfettişlikleriyle yapılan resmî yazışmaları da ihtiva etmektedir. Başka kalemlerin evrakına karışıp da sonradan farkedilen evrak, katoloğun en son kısmında "Zeyl" başlığı altında toplanmıştır. Fona ait evrak bir ciltte toplanmış olup, H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir. Katalog No 457 Tarih Tasnifin Kodu Belge Adedi TFR.1.KNS. Hicri 1321 - 1327 Miladi 1903 - 1909 TFR.1.SFR. 1320 - 1327 1902 - 1909 1.051 TFR.1.TF. 1320 - 1327 1902 - 1909 1.066 1.667 Rumeli Müfettişliği Kosova Evrakı (TFR.1.KV.) Kosova evrakında Kosova'ya bağlı sancak, kaza ve nahiyelerin yazışmaları yer almaktadır. Rumeli Müfettişliği'nin kurulduğu yıllarda Müfettişliğin merkezinin Kosova olması sebebiyle, bu vilayetten yapılan yazışmalar, diğer vilayetlere nispetle daha fazladır. Kosova vilayeti evrakının tasnifi sırasında genel olarak şu konular tespit edilmiştir: Şekâvet hareketleri ve eşkiyânın takibi, Bulgar, Rum, Sırp ve Arnavut çetelerinin faaliyetleri ile bu çetelerle yapılan müsâdemeler; Rum ve Bulgar daskal ve papazların fesat faaliyetleri, kiliseler arasındaki çekişmeler; Avusturya ve Rus konsoloslarının, azınlıkları bahâne ederek Müfettişliğin işlerine karışmaları; jandarma ve polis teşkilatı; vergi tahsilatları, yeni bütçelerin hazırlanması; bekçi, muhtar ve ihtiyar meclisi âzâlarının seçimi; vilayet dahilinde yapılan imar faaliyetleri; bazı öldürme, yaralama, kundaklama gibi müteferrik olaylar; Bulgaristan'a firar edip tekrar geri dönenler. Bu fona ait kataloglar 8 ciltten müteşekkil olup, TFR.1.KV. olarak kodlanmıştır. Kosova evrakı belgeleri H. 13061327/M. 1889-1909 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir. 33 TARİH BİLİNCİ Katalog No SAYI 17 - 18 BALKANLAR Tarih Tasnifin Kodu Belge Adedi 430 Hicri 1306 - 1321 Miladi 1889 - 1903 431 1321 - 1322 1903 - 1904 5.273 432 433 1322 1904 - 1905 7.500 1323 1905 - 1906 8.634 1324 1906 - 1907 9.152 435 1325 1907 - 1908 9.824 436 1326 1908 - 1909 8.857 437 1327 1909 4.756 434 TFR.1.KV. 5.129 Rumeli Müfettişliği Makâmât Evrakı (TFR.1.MKM.) Makâmât evrakı, Rumeli Müfettiş-i Umumîliği ile nezaretler arasında yapılan yazışmaları havîdir. Evrakın muhtevâsı genel olarak şöyledir: Askerî ve mülkî memurların tâyin, nakil terfi, taltif ve emeklilik işlemleri; yabancı zabitler vasıtasıyla yürütülen jandarma tensikâtı ile polis ve orman tensikatı; Rum, Bulgar, Ulah gibi gayr-i müslimlerin eğitim, öğretim ve dinî meseleleri; bölgede yapılan imar-iskân faaliyetleri ile meydana gelen siyasîâdî olaylar ve benzeri bütün idârî, mâlî, iktisadî, zirâî, siyasî, ticarî konularda ilgili nezaretlerle yapılan yazışmalar; yine bunlarla irtibatlı olarak konularına göre cetveller, hesap pusulaları, harita ve projeler, tahkikât raporları, künyeler ve bazı nezaretlerin genelgeleri. Makâmât Evrakı Kataloğu 1 cilt olup, TFR.1.MKM. olarak kodlanmıştır. Bu katalogdaki belgeler H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir. Katalog No 458 Tarih Tasnifin Kodu Hicri 1320 - 1327 TFR.1.MKM. Miladi 1902 - 1909 Belge Adedi 18.261 Rumeli Müfettişliği Manastır Evrakı (TFR.1.MN.) Bu katalogda H. 1319-1325/M. 1902-1907 tarihleri arasında Rumeli Müfettişliği ile Manastır Valiliği ve Manastır'a bağlı sancak, kaza ve nahiyelerin yazışmaları yer almaktadır. Manastır'a ait kataloglar 6 ciltten müteşekkil olup,TFR.1.MN. olarak kodlanmıştır. Katalog No Tarih Tasnifin Kodu Belge Adedi 424 Hicri 1319 - 1322 Miladi 1902 - 1904 425 1322 - 1323 1904 - 1905 5.732 426 427 1323 1905 - 1906 6.552 1324 1906 - 1907 7.414 428 1325 1907 - 1908 10.013 429 1326 - 1327 1908 - 1909 12.758 TF.1.MN. 8.076 Rumeli Müfettişliği Müteferrik Evrak (TFR 1.M. TFR. 1.FTĞ.) Bu serî, vilayetlerin rejimi; Rüsûmât; Duyûn-ı Umumiye; Orman ve Meâdin Posta ve Telgraf nezaretleri ile Osmanlı ve Ziraat bankaları; Kapı Kethüdâlıkları; Maliye Kupon İdâresi; Muamelât-ı Maliye Direktörlüğü gibi resmî müesseselerle yapılan resmî yazışmalarla birlikte diğer fonlara konulmayan veya diğer fondaki evraka ait olup da birleştirilemeyen bazı kopuk belgeler ile hesap pusulaları ve gelir-gider cetvellerini ihtiva etmektedir. Ayrıca, Bulgar, Sırp ve Rum tebeanın sivil ajanlara, konsoloslara ve ruhanî reislere verdikleri arzuhalleri ve şikayet mektuplarını, komitelerin ve çete reislerinin birbirlerine yazdıkları gizli mektupları, ecnebî fabrikalar ve bankaların Fransızca yazılarını da havîdir. 34 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Müteferrik evrak belgeleri 1 cilt katalogda toplanmış olup, TFR.1.M. olarak kodlanmıştır. Katalogda ayrıca Rumeli Müfettişliği ile alâkalı fotoğraflar da bulunmaktadır. Belgeler H. 1297-1338/M. 1880-1920 tarihleri arasındaki kayıtları ihtiva etmektedir. Katalog No 460 Tarih Tasnifin Kodu Müteferrik (TFR.1.M.) Hicri 1297 - 1338 Miladi 1880 - 1920 Fotoğraflar (TFR.1.FTĞ.) 1313 - 1325 1895 - 1907 Belge Adedi 7.654 97 Rumeli Müfettişliği Sadaret ve Başkitâbet Evrakı (TFR 1.A.) Bu fon H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasında Rumeli Müfettişliği'nin Başkitâbet ve Sadaret ile yaptığı yazışmaları havîdir. Bu fon 2 ciltten müteşekkil olupTFR.1.A. olarak kodlanmıştır. Katalog No 451 452 Tarih Tasnifin Kodu TFR.1.A Hicri 1320 - 1323 Miladi 1902 - 1906 1324 - 1327 1906 - 1909 Belge Adedi 12.581 5.865 Rumeli Müfettişliği Selânik Evrakı(TFR.1.SL.) Selânik Evrakı H. 1320-1327/M. 1902-1909 tarihleri arasındaki Rumeli Müfettişliği ile Selânik Valiliği ve Selânik'e bağlı sancak (mutasarrıflık) kaza ve nahiyelere ait resmî yazışmaları ihtiva etmektedir. Selânik vilayeti, Müfettişliğin çalışma yaptığı yıllarda fikrî guruplardaki canlılık, Dersaadet'le yakın ilişkisi, çoğunluğun Müslüman Türklerden oluşması, denizle bağlantısı ve özellikle Bulgaristan sınırındaki eşkiyâ hareketleri bakımından çok dikkat çeken önemli bir merkezdir. Ulaşım, fikrî tesiri gibi yönleriyle, Umumî Müfettişlik içinde büyük bir önemi vardır. Selânik vilayeti evrakı genel olarak şu konuları ihtiva etmektedir: Bulgar, Rum, Sırp ve Arnavud çetelerinin faaliyetleri, bunlarla yapılan müsâdemeler ve eşkiyânın takibi; Rum ve Bulgar papaz ve öğretmenlerinin menfî faaliyetleri ve kiliseler arasındaki çekişmeler; siyasî ve âdî olarak işlenen öldürme, yaralama, kundaklama, bombalama, yolları tahrip etme, meskene tecavüz telgraf tellerini kesme gibi suçlar; özellikle Avusturya ve Rus konsoloslarının, azınlıkların şikayetlerini bahane ederek Müfettişliğin işlerine karışmaları; jandarma ve polis tensikâtı; Bulgaristan'a firar edip tekrar geri dönenler; bekçi, muhtar, ihtiyar meclisi âzâlarının seçimi ve bunların vazifeleriyle ilgili yazışmalar; vilayet tahsilatı, yeni bütçelerin hazırlanması; vilayet dahilinde yapılan bayındırlık ve imar çalışmaları; resmî ve gayr-i resmî şahıslar hakkında yapılan tahkikatlar; hapishâneler ve mahkûmlar hakkında bilgiler; ihtidâ hareketleri, vukuat olmadığına dair bilgi, maaşların ödenmesi gibi müteferrik konular. Bu fona ait evrak 7 cilt katalogda toplanmış olup,TFR.1.SL. olarak kodlanmıştır. Katalog No Tarih Tasnifin Kodu Belge Adedi 438 Hicri 1320 - 1321 Miladi 1902 - 1904 439 1321 - 1322 1904 - 1905 7.054 440 441 1322 1905 - 1906 7.362 1324 1906 - 1907 8.848 442 1324 - 1325 1907 - 1908 8.899 443 1325 - 1326 1908 - 1909 8.000 444 1327 1909 4.161 TFR.1.SL. 35 6.057 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Rumeli Müfettişliği Umum Evrak (TFR 1.UM.) Umum evrak, esas itibariyle Vilayet-i Selâse olarak bilinen Selânik, Manastır ve Kosova vilayetleriyle yapılan her türlü resmî yazışmaları havîdir. Burada sözü edilen evrak, Edirne, İşkodra veYanya vilayetleriyle 3. Ordu Müşiriyyeti, Tensikât Dairesi, Jandarma Kumandanlıkları, Maliye Komisyonu, Osmanlı ve Ziraat Bankaları gibi müesseselere tamim şeklinde gönderildiği için "Umum Evrak" adını almıştır. Başka kalemlerin evrakına karışıp da sonrada farkedilen evraklar, kataloğun en son kısmında "Zeyl" başlığı altında toplanmıştır. Katalog No 459 Tarih Tasnifin Kodu Hicri 1320 - 1327 TFR.1.UM. Miladi 1902 - 1909 Belge Adedi 21.174 Büyük Kale ve Küçük Kale Kalemi Belgeleri a. Büyük Kale Kalemi Belgeleri (D.BKL.) Önemli bir gider kalemi olan Büyük Kale Kalemi genellikle Mora ve Arnavutluk dışında kalan büyük kalelerin, müstahkem mevkilerin erzak, cephâne, onarım işleri ve personelin maaş işlerini yürütürdü. Ayrıca Yerli Kulu askerlerinin (Mısır, Bağdat, Lahsa, Musul, Diyarbekir, Van, Bosna, Budin, Tımışvar, Şam, Halep, Kars ve Erzurum'a yeniçeri ve onların teşkilatına uygun olarak ulufe ile kullanılan askerler) yoklamalarına bakardı. Büyük Kale Kalemi ile Haslar Kalemi evrakı içinde bulunan "hüccet-i zahriyye"ler diğer evraktan ayrılarak, mukâtaa isimlerine göre kendi içerisinde kronolojik sıraya konduktan sonra her yılın bitimine tekabül eden dosyalarda toplanmışlardır. Bu durum katalog sahifelerinin açıklamalar kısmında gösterilmiştir. Katalog No 631 Tarih Tasnifin Kodu Hicri 890 - 1207 D.BKL. Miladi 1485 - 1792 Belge Adedi 413/ 41.065 b. Küçük Kale Kalemi Belgeleri (D.KKL.) Mora ve Avlonya'da bulunan kalelerin ve müstahkem mevkilerin erzak cephâne, onarım işleri ve personelin maaş muamelelerinin yürütüldüğü yerdir. Ayrıca bu kalelere ait ocaklık (kale muhafızlarının veya şehir yerli neferlerinin ulufelerine karşılık olarak tahsis olunan öşür veya örfi hasılat) şeklindeki mevaciblerine bakmak da görevleri arasındaydı. Katalog No 635 Tarih Tasnifin Kodu Hicri 982 - 1207 D.KKL. Miladi 1574 - 1792 Belge Adedi 268/ 28.502 Eyâlât-ı Mümtâze İrâdeleri Eyâlât-ı Mümtâze, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı hususî imtiyaz anlaşmalarıyla idâre olunan eyaletlerdir. Bunlar, devlete maktû bir vergi ve bazıları sefer zamanında asker vererek, dahilî işlerinde tamamen serbest bulunurlardı. Muhtelif tarihlerde görülen Eyâlât-ı Mümtâzelikler şunlardı: Mekke Şerifliği, Mısır Hidivliği, Sisam Beyliği, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Kıbrıs Adası, Bulgaristan Prensliği, Bosna-Hersek, Kırım Hanlığı, Erdel Krallığı, Eflâk-Boğdan Voyvodalığı ve Aynoroz Emaneti. Bu teşekküllerden 1908 inkılâbından sonra elde kalanlarının imtiyazları ilga olunmuştur. 36 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Tarih İrâdenin Ait Olduğu Yer Mısır (İrâde-1) Hicri 1255 - 1300 Miladi 1839 - 1882 Mısır (İrâde-2) 1301 - 1331 Mısır (Taltîfât-1) İrade Adedi Leff Adedi 1.108 2.118 1883 - 1912 785 813 1257 - 1312 1841 - 1894 313 320 Mısır (Taltîfât-2) 1312 - 1326 1894 - 1908 122 59 Yunanistan1 1255 - 1315 1840 - 1898 1.082 -- Yunanistan-2 1316 - 1322 1898 - 1905 65 768 Cebel i Lübnan 1258 - 1323 1842 - 1907 302 924 Sisam 1256 - 1326 1840 - 1908 271 768 Bulgaristan 1255 - 1327 1839 - 1909 1.775 2.607 Girid 1255 - I327 1839 - 1909 1.408 3.539 Mesâil-i Mühimme İrâdeleri Hazîne-i Evrak'ın kuruluşu sırasında yapılan ilk tasnif talimatnâmesi esaslarına göre arşiv malzemeleri, devletin kuruluşundan H. 1255/M. 1839'a kadar olanlar, H. 1255-1265/M. 1839-1849 tarihleri arası ve bu tarihten sonra teşekkül edecek olanlar olmak üzere üç ana gruba ayrılmıştır. Yapılacak tasnif çalışmalarına esas ve örnek olmak üzere, ikinci grup olan H. 1255-1265 yılları arasındaki evrakın tasnifi gerçekleştirilmiş ve buna "Mesâil-i Mühimme İrâdesi" adı verilmiştir. Tasnifte konu esas alınmış ve Abdülmecid'in tahta çıkış tarihinden itibaren H. 1265 yılına kadar mühim meselelere dair irâdeli evrak bölümlere ayrılarak gruplandırılmıştır. Hazîne-i Evrak'ta yapılan ilk tasnif bu olup, orijinal katalogları ile günümüze kadar tertibini muhafaza etmiştir. İki grup halindeki bu irâdelerin dökümü şöyledir. Mesâil-i Mühimme İrâdelerinin Listesi Sıra No İrâde Gurubunun Adı / Konusu Evrak Sıra No Tarih 18 Yunan Devleti Mesâiline Dair 853-896 Hicri 1256 - 1264 20 Rum Milleti'ne Dair 916-931 1262 - 1264 1845 - 1847 24 Karadağ Meselesine Dair 944-946 1256 1840 30 Sırp Meselesine Dair 978-1004 1261 - 1264 1845 - 1847 32 Eflâk'a Dair 1008-1030 1258 - 1264 1842 - 1847 33 Eflâk-Boğdan'a Dair 1031-1042 1253 - 1264 1837 - 1847 37 Sırbistan'a Dair 1565-1637 1256 - 1260 1840 - 1844 44 Eflâk Meselesine Dair 1841-1923 1264 1847 54 Tırhala'ya Dair 2075 1262 1845 63 İşkodra Eyaletine Dair 2242-2246 1258 - 1262 1842 - 1845 64 Selanik Eyaletine Dair 2247-2263 1261 - 1264 1845 - 1847 65 Yanya Eyaletine Dair 2264-2273 1261 - 1262 1845 - 1845 66 Üsküb Eyaletine Dair 2274-2278 1260 - 1262 1844 - 1845 68 Bosna Eyaletine Dair 2288-2330 1258 - 1264 1842 - 1847 74 Niş Eyaletine Dair 2419-1429 1257 - 1264 1841 - 1847 37 Miladi 1840 - 1847 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Sadaret Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi Belgeleri (A.MTZ.) Eyâlât-ı Mümtâze, idare şekilleri muâhede ve imtiyazlarla belirlenmiş ve dahilî idâreleri hususî kanunlara tâbi olan yerler hakkında kullanılır bir tabirdir. "Vilâyât-ı Mümtâze ve Muhtâre" de denirdi. 1908 Temmuz inkılâbına kadar her türlü imtiyaza mazhar olan yerler şunlardı: Mısır Hidivliği, Sisam Beyliği, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Kıbrıs Adası, Bulgaristan Prensliği ile Bosna ve Hersek. Bu eyaletlere taalluk eden işler, Bâb-ı Âlî'de "Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi Müdürlüğü" tarafından görülürdü. Eyâlât-ı Mümtâze'ye müteallik evrak, Bâb-ı Âlî'nin diğer kalemlerinde olduğu gibi, "leffiyle tahrirât" veya "meâlinden bahisle tezkire" sûretinde havale olunmaz; "Vilâyât-ı Mümtâze Kalemi'ne" tarzında kaleme tevdi edilirdi. İş sahipleri de doğrudan doğruya kalem müdürüne müracaat ederdi. Kalemce tetkikat yapılarak, havâle olunan evrak ve yapılan müracaat üzerine ne yapılmak, ne yazılmak lâzım geleceği tayin edilerek yazılır; lüzûm görülen hâllerde Müsteşarlık, yahut Sadaret makamından istîzân olunarak ona göre icâbı icra edilirdi. Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi'ne, bu eyaletlerden hemen her mevzuda (bilhassa adlî, iktisadî, askerî, maârif vs.) tahrirât havale olunur ve icâb eden yerlere sevkolunurdu. 1) Kanûnnâme, Âtıf Efendi Kütp., nr. 1734, vr. 12a. T: Timar. 2) J. BLASKOVİC, "Osmanlı Hakimiyeti Devrinde Slovakya'daki Vergi Sistemi Hakkında" İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul 1979, sayı 32, s. 191. As: Askeriye. 3) SERTOĞLU, a.g.e., s. 88. 4) Ts:Tarihsiz. ML: Maliye. K: Kanunnâmesi var (Kanunnâmesi olan defterlerin altı çizilidir). 5) Erhan AFYONCU, "Defterhâne", DİA., c. IX, s. 100. 6) Mübahat S. KÜTÜKOĞLU, "Defterdar", DİA., c. IX, s. 95. 7) M. Zeki PAKALIN, a.g.e., c. I., s. 577. E: Evkâf. 38 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Orduların işlevi bitiyor mu? Prof. Dr. Mehmet ALTAN Bundan yıllar önce, Amerikan gazetelerinin 'Kosova krizi' nitelemesini 'Balkan krizi' üst başlığına dönüştürdüğü, televizyonların ise askeri harekât dairesini andırmaya başladığı bir ortamda yolum, dünyanın en ünlü mühendislik okullarından birisi olan Massachusetts Institue ofTechnology'e (MIT) düşmüştü. Lester Thurow ise gelmekte olanın eşkâlini çizmekteydi. Önce 'ulusal ekonomiler' oluşmuştu. 'Ulus-devlet' de ulusal ekonomilerin varlığını sürdürmesi için gerekliydi. Ulus-devletin gücü de 'ulusal parayı ve enformasyonu' denetlemesinden geliyordu. Parayı istediği gibi dağıtıp, haberleri gönlünce çarpıtabiliyordu. Hâlbuki şimdi para ve enformasyon artık merkezi hükümetlerin denetimi dışına çıkmıştı. Ekonomi, 'ulusal' sınırları aşmıştı.Thurow, 'orduların da bu nedenle işlevinin bitmekte olduğu' sonucuna varıyordu. MIT, mühendislikten gelen ayrıcalığının yanı sıra, ekonomide de çok güçlü bir okul. 'Kıran Kırana' ve 'Kapitalizmin Geleceği' adlı kitaplarıyla Türkiye'de de tanınan ve ülkemize de gelmiş olan Lester Thurow da bu okulun hocası. Kendisi, MIT'in geleneksel 'Teknoloji ve Kültür Forumu' nun konuşmacısıydı ve 'Global Hükümet Olmadan Global Ekonomi Yürüyebilir mi' konusunu tartışıyordu. *** Olaylara Thurow'un mantığıyla bakınca, NATO'nun Yugoslavya'yı bombalaması da başka bir anlam kazanmaktaydı. Artık global ekonomi nedeniyle 'ulusal egemenlik' yöneticilerin 'halka zulmetmesinin' kalkanı olmaktan çıkmaktaydı. 'İnsan hakları', 'ulusal egemenlik' söyleminin önüne geçiyordu. NATO harekâtının ne ölçüde insan haklarına dönük olduğu tartışılsa da insan hakları konusu Amerika ile İngiltere'nin NATO için önerdiği yeni 'stratejik konsepti' oluşturmaya başlıyordu. 'Globalleşen ekonomilerde, para dolaşımının sınır tanımadığını, vatan sınırlarının kaybolduğunu ve kaybolan sınırlar nedeniyle ordulara ihtiyaç kalmayacağını' da söz konusu konuşmasında söylemişti. NATO'nun Yugoslavya'daki günlük 'sorti'lerinin 400'e çıktığı bir ortamda, Amerikan'ın en önemli üniversitelerinden birinde, en ünlü hocalardan birinin ağzından 'ordulara ihtiyaç kalmayacağını' duymak, günün çalkantısını yaşarken, geleceğin sırlarını da soğukkanlılıkla çözmeye çalışmak gibi, en çok Amerika'ya mahsus bir özelliği göstermekteydi. *** Toplumsal belalar ise 'yeniyi' kabul etmeyen ya da algılamaktan uzak diyarlarda patlak veriyordu. Ayrıca, Thurow'un konuşması 'bilimciler' ile 'politikacılar' arasındaki farkı da ortaya koyuyordu. Bilimciler 'trend' izlerken, 'politikacılar' günün içinde kayboluyordu. Balkanlar da böyle bir bölgeydi. Örneğin, Miloseviç'in Yugoslavya'sı sürekli fakirleşiyor, 'kişi başına düşen geliri' sürekli eriyordu... *** Miloseviç, 'ulusal-devlet', 'ulusal sınırlar', 'ulusal egemenlik' ve 'milliyetçilik' kavramlarının demokrasiden uzak yaşayan ülkelerde en çok 'yönetimlerin' ekmeğine yağ sürdüğünü gösteren iyi bir örnekti.Tıpkı Irak gibi. O dönemde, taşınması güç bir insanlık trajedisine dönüşen son Balkan krizi de olup biteni 'güncel gelişmeler' olarak izleyenler ile 'yeryüzünün yöneldiği istikameti' algılamaya çalışanları ayrıştırmış, hatta bir ölçüde karşı karşıya getirmiş gibi gözüküyordu. Thurow ise ulusal hükümetlerin sadece 'eğitim ve altyapı' için var olmaları gerektiğini söylüyordu. HâlbukiYugoslavya'daki gibi hükümetlerin amacı 'yerel egemenliklerini' kaybetmemek için çağın gereklerine kapıları kapatmak noktasında yoğunlaşıyordu. Olup biteni 'güncel gelişme' olarak izleyenler, aşılmış bulunan Sanayi Dönemi'nin kavramları ve 'ulus-devlet' mantığıyla konuşuyor, milliyetçiliğe tapınıyorlardı. 40 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Sanayi Dönemi'nde yerel burjuvazinin 'sermaye birikimi' yapmak için icat eylediği, egemen ırka dayalı 'ulus devlet', AB örneğinde olduğu gibi onu yaratan burjuvazi tarafından bizzat boğulmaktaydı... Sermaye günümüzde artık ulusal sınırlara sığmayacak kadar büyüdüğü için yerküreyi hedeflemekteydi... 'Yeni dönemi', en açık ve en keskin bir şekilde 'bir devletin sınırlarından daha yüksek değerler vardır' diyen geçenlerde yitirdiğimiz eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel anlatmaktaydı... *** Bir yanda, dünün değerlerinin hipnozu içinde zenginleşemeyen Yugoslavya vatandaşlarını boğazlarken, Amerika'nın asıl zenginliği ise hem dünyanın en güçlü ordusuna, hem de 'ordulara ihtiyaç kalmadığını' söyleyen etkin bilim adamlarına aynı anda sahip olmasıydı… Sadece güncel gelişmelerden bakınca, zikzaklar ile yalpalayarak ilerleyen insanlığın bir sürü tutarsızlığını da görüyorsunuz. Örneğin, zaman içinde savunma harcamaları azalır, orduların sayıları küçülür ve nitelikleri dönüşürken, dönem dönem de silahçılar gündemden nasiplenebiliyorlar. Amerika, 'politika' ile 'bilim' ayrımına saygı gösterip, bugünün 'günceli' ile yarının 'trendini' aynı bilinçle değerlendirirken, ne yazık ki Balkanlar kan revan içinde kalıyordu... İlkelerin her yerde aynı duyarlık ve hızla uygulanmadığı da doğru... Bir yandan 'Sanayi Sonrası' dünya anlayışına doğru yol alınırken, bir yandan da Soğuk Savaş dönemi özlemlerinin hortlamaya çalıştığı da görülmekte… *** Hiç şüphesiz Balkanlar'da yaşayan insanlar da yüksek bir refah düzeyine, 'sanal ortamlardan zenginlik üreten' girişimcilere, NATO'nun yeni stratejik konseptinin 'insan hakları' olmasını isteyen liderlere, çaplı bilimcilere layıktı. Ama ne yazık ki o dönemde ordular ve sınırlar söylemi koyulaştıkça, insanların birey olarak fakirleşip, özgürlüğünü yitirdiği bir dünyada yaşıyorduk, aynenYugoslavya'da olduğu gibi… Ama bunların hiçbirisi 'yarının doğrusu' değil. *** Balkanlar'da 'eskinin' bütün lügatleri kullanılmaktan aşınmış ama 'insanların' yoksulluğu ve mutsuzluğu giderilememişti. Ekonomik olarak kendi başına ayakta durmakta çok zorlanan ülkelerin yeni çağın sinyallerini duyarak, ortak yararlanacakları bir 'ekonomik alan' oluşturmaları gerekliyken, Yugoslavya Devleti'nin Arnavut kökenli vatandaşlarına karşı uyguladığı şiddet politikaları sonucu, bir yıl içinde iki bin kişinin ölüp, dört yüz bin kişinin göçe zorlanması, Amerika'nın önderliğinde NATO'yu harekete geçirmiş, NATO, Kosova halkını, Yugoslavya Devleti'ne karşı 'şiddet' kullanarak korumaya girişmişti... *** Bugün ise çıldıran Miloseviç milliyetçiliğine, Kosova' daki zulme dur diyen bir dünya yok sadece… Bütün dünyanın uzunca bir süredir yakından takip ettiği Sırp seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanlığı için yarışan adaylardan Batı yanlısı, geleceği AB'de gören Boris Tadiç'in, katılımın yüksek olduğu seçimde oyların yüzde 51'ini alarak seçimleri kazanması var… Zafer konuşmasında Tadiç, seçimleri kazanmış olmasının Sırbistan'ın büyük bir Avrupa demokrasisi olduğunu gösterdiğini vurguluyor, ülkesinin bütün komşularıyla barış içinde yaşamak istediğini söylüyordu. Sırp ordusu ise olup biteni 'tarihin yeni bir sayfası' olarak değerlendiriyordu... *** Gerçekten de bir 'egemen devletin kendi sınırları' içindeki vatandaşlarını 'devlet terörüne' karşı korumaya yönelik bir NATO savaşı, bundan böyle şüphesiz herkes tarafından 'tarihin yeni bir sayfası' olarak değerlendirilecekti... *** Uluslararası çekişmelere ve kargaşalara rağmen, dünyalı bir siyasetçinin seçimi kazanması ve Yugoslavya'yı un ufak eden Miloseviç ırkçılığının kaybetmesi, bugün dünyanın tek gerçeği. 41 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Hakkın Sesleri: Mehmed Âkif'in Balkanlara Ağıtı İbrahim ÖZTÜRKÇÜ uygun olan birer ayet, bir tanesi ise bir hadis-i şeriften ilham alınarak yazılmışlardır.3 Son manzume Hazret-i Peygamber'i bu hadiseler üzerine imdada çağıran hazin bir şiirdir:“Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” Mehmed Âkif, Türk şairleri arasında, şiirin konusunu en fazla genişletenlerin başında gelir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın dediği gibi, onun şiir kitabı Safahat manzum bir romana benzer.1Toplumsal konulara değinmek için manzumelerini bir araç olarak kullanan Mehmed Âkif'in Safahat adlı eserinde Türk tarihinde büyük bir dönüm noktası olan Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı'na dair izler bulmak mümkündür. Hatta denilebilir ki, Türk edebiyatında hiçbir şair Mehmed Âkif kadar toplumsal felaketlerden olan savaşları onun kadar çarpıcı ve etkili bir biçimde ele almamıştır. 1912-1922 yılları arasında adeta fasılasız bir savaş cenderesinin içinde kendini bulan Türk milleti, bu yıkımlardan derinden etkilenmiş ve bir felaketin yaralarını sarmak için adeta fırsat bile bulamadan diğer bir felâketle karşı karşıya kalmıştır. Bu savaşlar, Türk tarihine unutulmaz destanlar kazandırdığı gibi büyük yıkımları ve parçalanmaları da beraberinde getirmiş ve savaş sonrası yılları bu kayıpları telafi ile geçmiştir. İlk manzumesi 27 Kânunuevvel 1328 (9 Ocak 1913) tarihinde yazılan Hakkın Sesleri'nin son manzumesi ise 7 Şubat 1328 (20 Şubat 1913) tarihinde kaleme alınmıştır. Sonunda Darülfünûn profesörlerinden Ferid (Kam) Bey'in 30 Mayıs 1329 (12 Haziran 1913) tarihli, Mehmed Akif'e hitaben ve onun dilini, sanatını öven bir yazısı vardır. Hakkın Sesleri'nin birinci basımı Recep 1331'de (MayısHaziran 1913) Sebilürreşad Kütüphanesi'nin yedinci kitabı olarak, İstanbul'da Selanik Matbaası'nda yapılmıştır. 64 sayfadır. İkinci basımı Recep 1336'da (Mart-Nisan 1918) yapılmıştır. 48 sayfadır. Mehmed Âkif gibi şiirlerinde cemiyetimizin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde geçirdiği bütün maceraları büyük bir samimiyet ve açıklıkla anlatan bir şairin, bu savaşlara karşı bigâne kalması imkânsızdı. O, milletimizin yaşadığı bu en galeyanlı günleri aruz vezni ile fakat genellikle manzum-hikâye tarzında yazdığı şiirlerle anlatmıştır.2 Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsü'nde, Hatıralar, Âsım ve kısmen de Gölgeler adlı Safahat kitapları bu savaşların canlı, fakat hazin tablolarla bize anlatıldığı bölümlerdir. Üçüncü basımı İstanbul'da Gündoğdu Matbaası'nda 1928'de yapılmıştır. 38 sayfadır. Bundan sonraki basımları diğer ciltlerle birlikte yapılmıştır. 8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913 yıllarında cereyan eden Balkan Savaşı Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ gibi küçük Balkan devletlerinin4 Osmanlı Devleti'ne karşı birleşerek, ondan toprak kopartmak, Türkleri Rumeli'den atmak gayesi ile başlattıkları bir savaştır. Yedi ay süren bu savaş, Türk ordusunun içine tefrika sokulduğu, ordu İttihatçı ve Halaskar Zâbitan olarak ikiye ayrıldığı ve ayrılan taraflar düşman karşısında dahi birbirlerine yardım etmedikleri için yenilgiyle sonuçlanmıştır. Safahat'ın Üçüncü Kitabı olan Hakkın Sesleri, toplumsal felaketler karşısında insanları uyarmak için Mehmed Akif'in Kur'ân hükümlerinden ve Hazret-i Peygamber'in hadislerinden nasıl ilham aldığını gösterir. Toplamı 482 dizeden oluşan on manzumenin sekizi muhtevaya 42 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR İşte bu savaş sonunda Çatalca'ya kadar bütün Rumeli, Balkan devletlerinin eline geçmiş, ancak daha sonra birbiriyle anlaşmazlığa düşen bu devletlerin kendi aralarındaki mücadeleden istifade eden Osmanlı Devleti, Edirne şehrini geri alabilmişti. Türk ordusunun Rumeli' den çekilmesinden sonra, bu topraklarda kalan Türk halkı hunharca öldürülür, altı asır yaşadığımız ve yüksek bir medeniyet kurarak meydana getirdiğimiz bütün eserler yok edilir. Düşman elinden kaçmayı başaran yüz binlerce Rumeli muhaciri İstanbul'u doldurur. Şehir, bu muhâceretin tesiri ile büyük bir ekonomik krizin eşiğine gelir. Pek çok şair ve yazarımız, eserlerinde Balkan bozgunu ve faciasını işlerler. Balkan bozgunun sebep ve sonuçları üzerine çığlıklar halinde feryat edenlerden biri de Mehmed Âkif'tir. Mehmed Âkif, 1913 yılında kaleme aldığı Hakkın Sesleri adlı eserinde Balkan faciasına çağdaşı olan yazarlar gibi tarihî, sosyal, politik ve ferdî açılardan bakar. Ama onlardan ayrıldığı başka bir husus, meselenin dinî tarafıdır. Mehmed Âkif, başta Türkler olmak üzere bütün İslam âleminin o günlerde içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulması için gördüğü tek çare, İslamiyet'in özüne dönülmesidir. Âkif, bu konuda yazdığı heyecanlı şiirlerinden çoğunun başına, Kur'ân' dan birer ayet alıp onun meâlini vermiştir. Bir tanesinin başında ise hadis-i şerif vardır. Bu ayet ve hadislerin manaları ile şiirlerin muhtevaları arasında da organik bir bütünlük bulunmaktadır. Âkif'in Kuran'ın hükümleri ile aktüel meseleleri birleştirmesi, doğrudan doğruya bağlı olduğu ideoloji 5 ile alakalıdır. dilediğine verirsin; Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın; Sen dilediğini aziz edersin; Sen dilediğini zelil edersin; hayır yalnız Senin elindedir; Sen hiç şüphe yoktur ki her şeye Kâdir'sin! (Âl-i İmran Suresi, ayet 26)” ayetinden ilham alan Âkif, altı yüz bin Müslüman'ın birden boğazlanmasından dolayı Hakk'a yalvarmaktadır. Mülkün Sahibi'ne ehl-i salîbi şikâyet eden Âkif, ezanların susturulduğunu, artık gökleri çanların inlettiğini, Müslüman Şark'ın semasından Hilal'in ışığının göçtüğünü hazin hazin anlatır. Bütün bu infiâller karşısında Hakk'ın cemal ile tecelli edeceğini beklerken O celaliyle tecelli buyurmuştur. Fakat Müslüman'a düşen çalışmak ve Hak'tan ümidini kesmemektir diyen Âkif, manzumenin sonunda“İnsan için kendi sa'yinden, emeğinden başka bir şey 7 yok!” ayetini hatırlatarak ümit ve iman dolu bir şekilde şiirini bitirir. Tükürün Ehl-i Salîb'in O Hayâsız Yüzüne! “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurdları!...“ Neml suresinin 52. ayetinden ilham alan ikinci manzumesinde Mehmed Âkif, Balkanları İslam'ın çiğnenmiş bir diyarı olarak görür ve öyle de resmeder. İslâm'ın şu çiğnenmiş diyârından ve şu yüz binlerce yurdun kanlı, ziyaretçisi kalmamış mezârından geçenler varsa, geçtiği yerlerde yürek parçalayan bir inilti dinler sadece. Bu mâtem, kim bilir, kaç kırılmış kalbin küllenmiş tozundan yükselmektedir ve bu feryatlar son ümmîdin son inkisârıdır! İslam Birliği'ni kendisine mefkûre edinmiş olan Mehmed Âkif, bu mefkûrenin başka İslam memleketlerindeki temsilcileri gibi, İslamiyet'in menşeindeki sâfiyetine dönülmek lüzumuna inanmıştı. Bu inanış Âkif'i âyet ve hadislerin tefsiri yoluyla eserler yazmaya yöneltmiştir. Bu tarz eserlerin ilk örneğini 1908'de Muhammed Abduh'tan çevirdiği Asr Suresi Tefsiri adlı eseriyle vermişti. 24 Şubat 1327 (8 Mart 1912)'den başlayarak bu yılda otuz iki ayet ile bir hadisin 1913'te üç, 1919'da bir ayetin tefsini yaptı. Bu çalışmalar Mehmed Âkif'in ayet ve hadislerin tefsirini içine alan manzumeler yazmasına da yol açmıştır. Üçüncü Safa-hat'ı teşkil eden Hakkın Sesleri'ndeki manzumelerin son manzume ve bir hadis-i şerif'in 6 dışında- hepsi ayetlerin tefsirinden ibarettir. Mazideki mefâhiri manzumelerinin birçoğunda işleyen Mehmed Âkif, bu ıssız âşiyanların bir zamanlar candan muazzez olduğunu; bu damların böyle baykuş seslerinden çın çın ötmediğini; şu kurbağlar seken vâdîde, ceylânların koşup gezdiğini; şu coşkun, fakat ağlayan ırmağın ne sevinçli gölgeler sezdiğini bir mazi hasretiyle dile getirir. Ona göre bu levhalar artık maziye karışmıştır. Çünkü bütün mâzîyi bir tûfan boğup ezmiştir! Artık vefasız bir yurt haline dönen bu topraklara şair sitemli bir eda ile seslenir: “Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefâ yok mu? 1913'te basılan bu manzumelerden birincisinde İslam Birliği'ni kuvvetlendirmek, İslam unsurlarını iyimserliğe yöneltmek gayesi güdülmektedir: “Ya Muhammed, de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım, Sen mülkünü Feryadına ses vermeyen vatandan ümidini kesen şair, yegâne iltica makamı olan Hakk'a yalvarır çaresizce: İlâhî, kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu? Vatansız, hânümansız bir garîbim... Mültecâ yok mu? Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziyâ yok mu?“ 43 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler! Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler: Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkàz-ı beşer! Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından, Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can! İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün, Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! Bütün sualleri cevapsız kalan şair, kendisine müspet veya menfi bir cevap verilmeyince çaresizliğini yansıtan şu dizeyle sanatının ve isyanının doğruğuna ulaşır: Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir «Yok!» der sâda yok mu? Osmanlı Devleti'nden ayrılan toprakları terk etmeye hazırlanan veya kendisiyle birlikte bu toprakları ziyaret edip elemini paylaşan bir yolcuyu muhatap alan Mehmed Âkif, manzaranın korkunçluğunu ve o topraklarda yapılan katliamın boyutunu gözler önüne serer: Bütün bu feci manzaranın sebebi ise Avrupa'nın Müslüman kanı dökmekten zevk alan bin yıllık Haçlı zihniyetidir ve onlara göre bu ceza Müslümanlara azdır: Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük! Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım: Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım: Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!... Daha sonra bu hazin manzarayı gökten temaşa eden ve bu toprakta birer na'ş-ı perîşan bırakıp, göklere yükselen, ervâha seslenen Âkif, onlara hitaben, sakın arza bakıp şehâdet şevkiyle coşan bir kan olduğunu sanmayın, der. Âkif'e göre “Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var“dır. Bu tespitten sonra da, ervahı hem bu manzara karşısında sessiz ve hissiz kalanların, hem de millete alçakça darbe vuranların, Haçlı zihniyetini alkışlayanların ve onlara alkış dağıtanların yüzlerine tükürmeye çağırır: İttihad-ı İslam mefkûresi zaviyesinden meseleyi analiz eden şair, bütün bu toprakları vatanın bir parçası olarak gördüğünü ve bütün bir vatanın kabristana döndüğünü ve bu manzara karşısında insanın yerlere geçmemesinin imkânı olmadığını dile getirir. Öyle ki vatan topraklarındaki mezarların nerede başlayıp nerede bittiği bile belirsizdir artık: Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu! Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza! Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün! Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün! Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayâsız yüzüne! Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün: Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün! Bunun bir “hicrân-ı müebbed” ve “hüsrân-ı mübin” olduğunu belirten şair, bu manzara karşısında gökyüzünün ezildiğini ve zeminin kalbinin parçalandığını dile getirir. Daha sonra savaşın vehametini ve korkunç manzarayı gözler önüne sermek için savaş meydanındaki manzaraları yansıtır dizelerinde. Azıcık toprakların kurcalanmasıyla ortaya çıkacak manzara görülecek gibi değildir: Hele i'lânı zamânında şu mel'un harbin, «Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb'in; O da Allâh'ı bırakmakla olur» herzesini, Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!...8 Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar! Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler! Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler! Manzumenin sonunda bütün bu kin ve öfkesine sebep olan şeyin “hicrân ile çılgınlığının üstünde olmasına bağlayan şair, kendisine artık vahdet gibi bir yâr-ı müsâidin gerekli olduğunu ifade eder. Gerisi Âkifçe'dir: Bütün bu manzara «medeniyyet» denilen vahşetin eseridir. Ve bu suçun fâili ancak lâ'netlere layıktır. Fakat resim bu kadar küçük ve ortadaki medeniyet adına işlenen cinayet bu kadarla sınırlı değildir. Artık ey yolcu bırak... Ben, yalınız ağlayayım! Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler! Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden! Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden! Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat; Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat! Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! Hakkın Sesleri'nde bulunan daha sonraki manzumelerde sırasıyla bir hadis9, Yusuf suresi (ayet 87), A'raf suresi (ayet 155), Zümer suresi (ayet 9), Âl-i İmran suresi (ayet 110), Bakara suresi (ayet 11-12), Rum suresi (ayet 50) ayetleri zikredilmiştir. 44 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Mehmed Âkif'in şiirlerinde Balkan Savaşı'na dair cephe tasvirleri yer almaz. Doğrudan doğruya savaşın, daha doğrusu bozgunun neticeleri üzerinde durulur. Bu bozgunun neticesini, en acı şekilde Rumeli'deki Müslüman halk ödemiştir. Âkif'e göre bu savaş sonunda öldürülen Türklerin sayısı altı yüz bini bulmaktadır. Şair onlar hakkında genellikle “masum” sıfatını kullanmaktadır. Kadın, ihtiyar, çocuk… Bu savunmasız insanlar korkunç şekilde boğazlanmış, süngülenmiş, yakılmış, parçalanmış, ismetleri çiğnenmiş, açlıktan öldürülmüştür. Bu insanların kabahatleri nedir? En başta Müslüman olmak, yenilmiş bir millete mensup olmak! Âkif, manzum bir şekilde, fakat ordu raporlarına yakışır bir açıklıkla bu mezâlimi anlatır. Ama bu tasvirlere, aynı zamanda samimi ıztırabını da geçirir. Bu da şiirlerine lirik bir hava verir. Edirne şehrinde kırk bin ocak sönmüştür. Şehirden duyulan tek ses, “enîn-i istimdad”dır. Sarayiçi'nde cesetlerden yığınlar meydana gelmiştir. Arda nehrinin suları kıpkızıldır. Çünkü aylarca mazlum halkın kanı sel gibi akmıştır. Gümülcine şehrinde Bulgarlar, “Ya Bulgar ol, ya geber!” nidalarıyla, bu teklifi kabul etmeyen herkesi hunharca şehit etmiştir. Âkif, onların şehitliğin en yüksek mertebesine vardıklarını düşünür: SAYI 17 - 18 tedir. Zira bu seferki yangın ona göre pek müthiştir: Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk, Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk! Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş... Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!12 Bir tek kıvılcım kabarıp öyle bir cehennem kusmuştur ki kol kol bütün bir yurdu sarmıştır. Öyle bir yangın ki söndürmediği ocak kalmamış ve öyle bir tufandır ki bütün vadiyi yakıp yıkmıştır. Bütün bu felaket karşısında âşina bir çehre arayan şair, her şeyin sessizliğe büründüğü kuru bir çölden başka bir şey görememiştir. Öyle ki yakılan bunca insanın cesetleri dahi ortada yoktur. Bu yangının küllerini yoklayan kömür olmuş iki üç parça kemikten başka bir şey bulamayacaktır. Babasının vatanı, dedesinin can ektiği toprağı bir daha geri gelmemek üzere üç kaltabanın (namussuzun) hırsına kurban gitmiştir. Meşhed'in beynine artık haç saplanmıştır. Ahırlara dönüveren mescitlerin üstünde Hırvat'ın hora teptiğini babasına en hazin cümlelerle anlatan Âkif, canlı bir hatıranın bile bırakılmadığını ve şehitlerin türbelerinin de yerle bir edildiğini dile getirir. Karadağ haydudunun, Sırp eşşeğinin, Bulgar yılanının, sonra Yunan itinin, çepçevre kuşatttığı vatanımız ve bütün ordumuz târumâr edilmiştir. Bütün bu felaketlere sebep ise tefrikadır. Âkif, bu tefrikaya örnek olarak Arnavut milliyetçileri olan Başkım'cıları gösterir. Ve Balkan hezimeti karşısında büyük hülyalarından eser kalmayan milliyetçilere haklı olarak sorar: Hani Başkım' cıların kurduğu yüksek hülyâ? «Salîb'e secdeye varmak Hudâ'ya isyandır.» Deyip Hudâ'sına kurbân olan şehîdandır.10 Başındaki sarıkları feda etmeyen Müslüman ahâli, toplu olarak o kadar katledilir ki Âkif'e göre ne yeryüzünde, ne de gökyüzünde onlar için mezar yetişir. Kosova civarında Sırplılar, Müslümanları sırf sayıca Hıristiyanlardan fazla oldukları için katlettiklerini söylemektedirler. Çünkü onlara muvazene politikası gerekmektedir. Bu politika için de fazla sayılan Müslümanlar öldürülerek, mesele halledilmiştir. Vardar nehrinin boğduğu kadının erkeğin hesabı yoktur. Dalgaları hâlâ cenaze yutmaya doymamaktadır. Selanik ve Serez haydut yuvasına dönmüştür. Âkif buraları tasvir ederken, mısralar boyunca durmadan “kızıl” kelimesini tekrar 11 eder. Yani kanı ve vahşeti çağrıştıran kelimeyi… Ona göre masum halkın hunharca öldürülmesi ancak insanlık dışı vasıfları taşımakla izah edilebilir. Mazluma ve masuma kalkan elin haklı bir gerekçesi olamaz. Bu Avrupa'nın Müslüman kanı dökmekten zevk alan tabiatının bir tezahürüdür. Her manzumede hadisenin başka bir boyutunu ele alan Âkif, üçüncü manzumede baba yurdu olan Arnavutluk ve Arnavut milliyetçisi olan Başkımcı'lar üzerinde durur. Mehmed Âkif, bütün Rumeli için Meşhed kelimesini kullanır. Bu da onun, bu harbin neticesinde öldürülen Türkleri Peygamberimizin ahfâdı kadar yücelttiğini ve onları şehit edenlerden de Yezit kadar nefret ettiğini gösterir... Balkan savaşı neticesinde, sadece altı yüz bine yakın günahsız insan şehit edilmiştir. Türk milletinin orada yaptığı ve şahsiyetinin damgasını vurduğu pek çok eser yok edilmiştir. Enbiyâ yurdu, şühedâ burcu olan bu yer bir yangın yerine dönmüştür. Kala kala vatan namına koskocaman bir kabristan kalmıştır… Mazinin şeref verici hatıralarının, Kosova'nın Yıldırım'ın, Murad' ların mübarek isimlerinin ve onların sembolize ettikleri İslam vahdaniyetinin bütün zaferleri sona ermiştir. Onların yerine ne kalmıştır? Meşhede mukabil meyhane, kandil yerine peymane, harîm-i ismetimiz olan mübarek yerlerde şapkalı zafer sarhoşları, şehitlerimizin çiğnenmiş göğüsleri, en alçak neferlerin çizmelerini sildiği Müslüman sarıkları. Artık bu topraklarda hâkim olan Murad, Yıldırım, Süleyman... değil, Ferdinand, Savof'tur. Artık camilerde ezan sesleri duyulmuyor. Arnavutluk Yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş! Bir hadisten yola çıkarak yazdığı üçüncü manzumesinde Mehmed Âkif, babasının öz vatanı olan Arnavutluk'taki yangından misaller getirerek, bu yangına şahitlik için babasının kabrinden kalkmasını istemek- 45 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Sekizinci manzumede ise Mehmed Âkif, milleti ayakta tutan din, namus, hayâ, aile gibi kutsal kavramlar üzerinde durur. “Onlara: Yeryüzünde fesad çıkarmayın” denildiği zaman, “Biz ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz” derler. Gözünü aç, iyi bil ki: Onlar yok mu, işte asıl müfsid onlardır, lâkin farkında değiller.” (Bakara suresi, ayet 11-12) ayetinden ilham alan Âkif, milleti, bir yığın kundakçıdan yangın görenlerin şu müdhiş âyetin yeni inmiş olduğunu zannedeceğini belirtir. Ve şimdi milletin din ve namusuna göz diken kundakçılara şöyle seslenir: Hilalinde sanatın güneşinin parladığı dört minareli Selimiye Camii'nin sinesinde, ne Huda, ne Nebi fikri kalmıştır. Camilerden gelen çan sesleridir. İslam'ın demirden surları birer birer yıkılmış, geride Müslümanlık ruhundan uzaklaşmış, bomboş üstelik akıllara dehşet verecek derecede kanla kirletilmiş bir diyardan başka hiçbir şey kalmamıştır...13 “Medeniyyet!”in çoktan beri Müslümanlara diş bilediğini belirten Âkif, onların asıl niyetinin evvelâ parçalamak, sonra da yutmak olduğunu ifade eder. Bu meselede Arnavutlar herkese ibret olacakken, hâlâ, bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da'vâyı anlamak mümkün değildir. Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar! Milletin, az çok, duran bir dîni, bir nâmûsu var. Şimdi nevbet onların... Yansın da onlar, öyle mi? 16 Târumâr olsun bütün bir Müslümanlık Âlemi! Çoğunun gittiği yanlış yolu görmediğini söyleyen şair, rehberlik eden haydudu artık kovmanın vakti gelmiştir, der. Manzumenin sonundaki dizelerde Âkif, İslam mefkûresi sahibi bir Arnavut olarak gerçeği haykırır: Âkif'e göre bunlar, haya namında bir hissin vücudundan bile pek haberdar olmayan yüzsüz ve hayasız kimselerdir. Âkif, onların içyüzüne dair bir ayrıntıya da yer verir. Milletin din ve namusuna göz diken kundakçılar en denî bir şöhretin arkasından taklak atan kimselerdir. Âkif, onların artık maskesinin düştüğünü belirtir. Ve artık milletin namusuyla ve vicdanıyla oynamamalarını ihtar eder: Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum... 14 Başka bir şey diyemem... İşte perîşan yurdum!... MEHMED ÂKİF'E GÖRE BALKAN HARBİ'NİN SEBEP ve SONUÇLARI Arkasından taklak attın en denî bir şöhretin; Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyyetin! Bir külâh kapmaksa şâyet bunca hırsın gâyesi; Kendi nâmûsun olur ergeç onun sermâyesi. Yoksa, nâmûsuyla, vicdânıyla halkın oynama... 17 Sonra kat kat nâsiyenden sarkacak birçok yama! 1-Doğru İslamiyet ve İslamiyet'e Layık Doğruluk Hakkın Sesleri'ndeki manzumelerin geneline baktığımızda Mehmed Âkif'e göre başımıza gelen bu felaketin birtakım sebepleri vardır: Birincisi Müslümanların İslam dinin gerektiği gibi anlayamamış ve yaşayamamış olmasıdır. Bu teze dair manzumelerde birçok örnek vardır. Üçüncü manzumede Âkif, nüfus sayımına gelen memura nâ-mahrem olduğu gerekçesiyle kızlarının ve karısının ismini söylemeyen ve sorulması halinde öldüreceğini belirten er kişilerin, fuhşu i'laya koşan bir sürü namerdin haremlik ve selamlık dinlemeden hanelerine tecavüz ettiğinde nerede olduğunu ve neden sessiz kaldıklarını sorar: Bir kızarmaz çehreden başka sermayeleri bu canîler, hem bütün dünyayı ifsad edip hem de muslih görünmektedir. Âkif, niyetlerini sezdiği bu insanlara çok ağır ifadeler kullanır. Ancak milletin masum evladını mel'ûn temayüllere sevketmemelerini söyler. Her kutsalı gayesiz bir fikir ile yerle bir olmuş bu milletin yıkılmadık tek bir şeyi kalmıştır: O da ailedir. Âkif, ailenin yıkılmasıyla doğacak felaketlere dikkati çeker: Lâkin, Allâh etmesin, bir düşse şâyet âilât, En kavî kollarla hattâ kalkamaz imkânı yok. 18 Kim ki, kalkar der, onun hayvan kadar iz'ânı yok! Hani “Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın, Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın!” Diye, tahrîr-i nüfûs istemeyen er kişiler! Hani, göstermediler eski celâdetten eser; Fuhşu i'lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden, 15 Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken! Aile ile birlikte milletin taarruza uğrayan bir kutsalı daha vardır: Din. Mehmed Âkif, milleti ifsad eden alçakların dine bakışını anlattıktan sonra dünyada dinsiz bir milletin yaşayamayacağını, en büyük kavimlerin dini her şeyden üstün tuttuklarını hatırlatır: 46 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bir de halkın dîni var sık sık ta'arruzlar gören. Hâle bak: Millette hissiyyâtı oymuş öldüren! Dîni kurbân etmeliymiş mülkü kurtarmak için!.. Tut da, hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin! Her cemâatten beş on dinsiz zuhûr eyler, bu hâl Pek tabî'îdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhâl. Hangi millettir ki efrâdında yoktur hiss-i din? 19 En büyük akvâma bir bak: Dîni her şeyden metin. SAYI 17 - 18 bütün bir milleti müzmin bir hastalığa müptela ettiği bir zamanda Kur'ân eczahanesinin ilaçlarından devalar istimal etmeyi Kur'ânî bir prensip olarak görmektedir. “Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı” dizeleri bu anlayışın en güzel örneklerindendir. İttihad-ı İslam fikrinin müntesiplerinden olan Mehmed Âkif, meseleye sadece millî bir zaviyeden bakmaz, onu bütün İslam âleminin meselesi olarak görür. Âkif, âvâre milleti bu alçakların isfadına karşı uyarır. Ve bunların hepsinin irfanına pek muhtasar vâkıf olduğunu belirtir. Şarktan ve garptan haberdar bile olmayan bu insanların bütün sermayesinin kızarmaz bir yüz ve yaşarmaz bir gözden ibaret olduğunu belirtir: 3- Cehalet: Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu? Mehmed Âkif'in “Son ders-i felâket” olarak nitelendirdiği Balkan Harbi felaketinin bir sebebi de Safahat'ın birçok yerinde müzmin bir illet olarak ifade ettiği 24 “cehalet”tir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayetinden ilham alarak yazdığı manzumede Âkif bu konuya değinir. İnsan ile hayvan bir olmadığı gibi, bilenle bilmeyenin de bir olamayacağını belirten Âkif, milletin en başta “cehâlet” denilen yüz karasından kurtulmaya azmetmesi gerektiğini belirtir. “Kâfî mi değil yoksa, bu son ders-i felâket?“ diye soran şair, son ders-i felâketin neye mâl olduğunu düşünen bir kimsenin beyninin eriyip yaş gibi gözünden damlayacağını ifade eder. Son ders-i felâketin ne demek olduğu sorusunu yine şair kendisi cevaplar:“Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir!” Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi; 20 Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi! 2- Fikr-i Kavmiyet,Tefrika ve Particilik Mehmed Âkif'e göre Balkan Savaşı'nda yenilmemizin bir diğer sebebi, Allah'ın ve Peygamberin de tel'în ettiği “fikr-i kavmiyet” ile “tefrikacılığa” düşmemizdir. Âkif tefrikacılığın ülkemizde estireceği felaket rüzgârlarını daha Safahat'ın İkinci Kitabı olan Süleymaniye Kürsüsü'nde belirtir: Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize? Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı, Aynı milliyyetin altında tutan İslâm'ı, Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir. Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir. Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.. Son siyâset ise Türklük, o siyâset yürümez. Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan; 21 Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan. Âkif'e göre İslamiyet tevhid dinidir. Şiirlerinden birinin 22 başına koyduğu bir hadiste , insanların birlikte ve beraberlikten ayrılıp kavmiyet fikrine sarıldıkları takdirde, hepsinin felakete uğrayacağı, Allah'ın yardımının üzerilerinden kalkacağı, başlarına kılıç musallat olacağı beyan edilir. Ona göre Türk Arapsız yaşayamaz, Türk Arap'ın hem sağ gözü, hem sağ elidir. Bizim için tek bir milliyet olabilir: İslam. Âkif, devrinin Türkçülük ve Turancılık fikrinin o devirde karşısındadır. Irkçılık fikri ile hareket edenleri“kaltaban”(namussuz) olarak adlandırır... Kendisi aslen Arnavut'tur ama hiçbir zaman kavmiyet davasına düşmemiştir. Balkan Savaşı'nda yenilmemizin sebebi, ordumuzun ortak düşman karşısında bile, kendi arasındaki “particilik” ihtilafından vazgeçmemiş olmasıdır. İşte bugünkü İslam alemi dininin özü olan “tevhid” fikrinden uzaklaştığı için üzerine “teslis” ile beraber bir zulmet 23 çökmüştür. Zaten o, tefrikanın bir kangren halinde 47 Mehmed Âkif, insanlığın coşkun bir ırmağı andıran gelişmişlik seviyesi ile Osmanlı Devleti arasında bir tahlil yapar. Ona göre insanlık coşkun koca bir sel gibi, müstakbale doğru seyrine şiddet vererek koşmaktadır. Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek istediği halde o, ne yüksek, ne de alçak demeden her engeli aşmaktadır. Kavimler ise o büyük nehre katılmış birer ırmaktır. Hiç bir millet, bu muazzam akışa kayıtsız kalmazken, bizler ki bu müdhiş, bu muazzam cereyanla, uğraşmadayız... Bu da bizim ne kadar çılgın olduğumuzun bir göstergesidir. Bu durum, kurşun gibi sür'atli, denizler gibi taşkın bir çağlayanın dehşet verici menbaına doğru yüzerek tırmanmaya benzer. Daha sonra, cehaletinin kurbanı olan milleti uyandırmak için seslenir şair: Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık, Silkin de: Muhîtindeki zulmetleri yak, yık! Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır; Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır! Mehmed Âkif, milletin din ve namus gibi mukaddeslerini ayaklara altına alarak sine-i İslam'a çöken ve kapkara bir kabusu andıran cehalete dikkatleri çeker. Ardından bize düşmanları üstün çıkaran elin, bu hasm-ı hakikinin en evvel öldürülmesi gerektiğini dile getirir: TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet... Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet, Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs! Ey sîne-i İslâm'a çöken kapkara kâbûs, Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel: Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el! SAYI 17 - 18 yatan şaşkın insanları da uyanmaya davet eder: ......................................................................................... Nevmîd olarak rahmet-i mev'ûd-i Hudâ'dan, Hüsrâna rızâ verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! Telafi edilecek bunca zarar varken, feryadı bırakıp kendine gelme zamanıdır. Aksi halde, sahipsiz kalan memleketin batması içten bile değildir. Daha sonra cehaletine kurban gidecek millete seslenir Âkif: Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun! İslâm'ı da “batsın!” diye tutmuş, yediyorsun! Allah'tan utan! Bâri bırak dîni elinden... 25 Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen! Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... Uğraş ki: Telâfî edecek bunca zarar var. Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır! Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! “İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!” deme; yılma. 27 Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma. 4- Ümitsizlik: Âtîyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak... Âkif'e göre bu musibetin bir başka sebebi, halkımızın içinde bulunduğu durumdur. Balkan Harbi'nde yenilmiş ve şimdi yangının saçakları sardığı bir memlekette yaşayan halkımız, içinde bulunduğu vahim durumun farkında mıdır? Hayır! Bu halk Âkif'in bütün şiir kitaplarında nefretle üzerinde durduğu bir tembellik, âtalet, gevşeklik ve rahatlık içindedir. Adeta dipdiri bir meyyittir, uyanmadığı takdirde de cehline kurban gidecektir. Kendisi sağlam olmasına rağmen hissi ve ruhu ölmüştür. Âkif'e göre dünya uyanıkken uyumak 26 maskaralıktır. Ve geleceği karanlık görerek azmi bırakmak bir alçaklıktır. İmanı olan kimse de bu ümitsizlikle asla ölmemelidir. Hissiz, hareketsiz, acı duymayan ve adeta leş kesilmiş bir topluluk haline gelen insanlar Mehmed Âkif'e hayret vermektedir. Hissiz ve hareketsiz bu kitleyi harekete geçmeye çağırır ve onlara şöyle seslenir: Bu dizelerle insanlara ümit aşılamak isteyen Mehmed Âkif, milleti ayakta tutan en büyük kuvvetin azim ve ümit sahibi bireyler olduğuna dikkati çeker. Ona göre, milleti çepeçevre saran bu atalet belasından bir an evvel kurtulmak gerektir. Aksi halde, bu kâbus milletin sinesine çökerse, müzmin bir illete ve düşenin boğulduğu bataklığa inkılâp edecektir. Süleymaniye Kürsüsü'nde Âkif, ye'si, ümitsizliği en büyük düşman olarak nitelendirir: …Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum; 28 En büyük hasmım olan ye'si nihâyet boğdum. Yine Safahat'ın aynı kitabında Mehmed Âkif, zerrece imanı olanın ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini Sibiryalı âlim Abdürreşid İbrahim Efendi'nin dilinden anlatır: Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı; Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı! Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz. Ye'se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan; 29 Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman. Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan, Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın, Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın? Ye's öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun. Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar; Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar. 5-Bin Yıllık Haçlı Kini: Sen ki, Son Ehl-i Salîb'in Kırarak Savletini... Mehmed Âkif'e göre Balkan yenilgisinin bir başka sebebi ise ehl-i salîb'in, Haçlı zihniyetinin ve Avrupa'nın İslamiyet'e karşı olan bin yıllık düşmanlığıdır. Ehl-i salîb, Batı dünyası bin yıldan beri İslam âlemini yıkmak ve birliğini bozmak için karşımıza daima birleşerek çıkmaktadır... Bunun için yegâne çare ittihad-ı İslam'dır ki Mehmed Âkif, Mısırlı âlimlerden Cemaleddin Efganî, Muhammed Abduh ve Ferid Vecdî çizgisinde bu anlayışın bizdeki temsilcilerinden sayılabilir. Ümitsizliğin insanı boğan bir batatlık olduğunu belirten şair, hayatta ve ayakta kalanların sadece azimli ve ümitli kimseler olacağını ifade eder. Elleri böğründe 48 TARİH BİLİNCİ 32 II. Meşrutiyet döneminde İslâmcılığın ideolojik olmayan yönü ile savunucusu olan Mehmed Âkif'in kaleme aldığı İstiklâl Marşı'nın muhtevası ve mesajlarına baktığımızda “Müslüman Türk” anlayışı olarak değerlendirilecek bir anlayışın tezahürü hemen göze çarpmaktadır. Bu anlayış onun ümmet fikrinden vazgeçtiği ya da bu fikri geri plana ittiği anlamına gelmemelidir. bu manzumelerin arasında olmasaydı” dediği Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi adlı manzumedir. Bu manzumede Âkif, Peygamber Efendimizi, güneşli bir geceden matem gecesine dönen üç yüz elli milyon Müslüman'a imdada çağırmaktadır. Harîm-i pâki Şer'in çiğnendiğini, namusa yabancının mahrem olduğunu, beyninde öten çanın sesinden binlerce minarenin ebkem kesildiğini dile getiren Âkif, ruh-ı pâk-i Nebî'ye yalvarır: Mehmed Âkif'in başyazarı olduğu Sırat-ı Müstakim dergisinin hâkim görüşü İslâmcılık olmakla beraber “Müslüman Türk” anlayışının desteklenmesi sayılabilecek bir tarzda Türk dünyası ile ilgilenmiştir. Zaten o dönemde İslâmcılık demek bir nevi “Müslüman Türk” anlayışını savunmak demekti. Bu anlayıştan dolayı o neslin aydınları Türk dünyasına bigâne kalmamıştır. Meşrutiyet'in ilk yıllarında İslâmcı ve Türkçü aydınların arasında çok büyük ihtilafların bulunmadığı bilin30 mektedir. Mehmed Âkif, Balkan Savaşı ile ilgili yazdığı şiirlerin hiçbirinden meseleyi sadece Türklük açısından ele almaz. İttihad-ı İslam fikrinin ülkemizdeki en canlı savunucusu olan Âkif, bozgunu bütün İslam âleminin dumura uğrayışı olarak nitelendirir. Sık sık “üç yüz elli milyon can” diyerek, o devirde yaşadığı Müslümanların sayısını verir. Durum böyle devam ederse üç yüz elli milyon Müslüman'ın sonu gelmiş demektir. O Haremeyn gibi, Hicaz gibi dinimizde kutsal olan yerlerin de 31 salibin eline geçmesinden korkmaktadır. Balkan savaşı onun bu korkularının haklı olduğunu gösteren bir misaldir. Balkan faciasından alınmayan dersin sonucu olarak Birinci Dünya Savaşı, onun korkularında ne kadar haklı olduğunu gösteren bir neticeyle bitecek ve bütün kutsal mekânlar birer birer elimizden çıkacaktır. Mehmed Âkif'in, Balkan Savaşı'na dair feryadını yansıtan manzumelerin sonuncusu, Emin Erişigil'in “keşke 1) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, Mehmed Âkif'in Şiirlerinde Savaş, Ölümünüm 50. Yılında Mehmed Âkif Ersoy, Marmara Ünv. Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1986, s. 135. 2) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m., s. 136. 3) Emin Erişigil, İslamcı Bir Şairin Romanı adlı eserinde Âkif'in manzumelerin başına birer ayet koymasına dair ilginç bir hatıra nakleder. 1919 yılında Fındıklı Sarayı'nın bir odasında dört beş mebusun manzumelerin başına konan ayetleri okuyarak şairin manzumesindeki fikirler arasında bir uygunluk olup olmadığını münakaşa ettiklerini yazar. Girit İsyanı'nda görev alan emekli bir generalin hikâyesiyle konuya açıklık getiren Erişigil, bu ayetlerin lâale't-teyin manzumelerin başına konulduğunu ve böyle bir tartışmanın gereksiz olduğunu ima eder. Manzumelerle ayetler arasında bir uyum olduğunu iddia eden Eski Baytar Dairesi Kâtibi' nin bu hikâye karşısında yüzü kızarır ve iddiasını tekrara mecal bulamaz. Erişigil, bu ayetli hadisli manzumelere dair ilginç bir noktayı da dile getirir: “Yazık ki bu ayetli hadisli manzumeler, Âkif'i tanımayanlara onu bir softa imiş gibi gösterdi durdu!” Bkz. Emin Erişigil, İslamcı Bir Şairin Romanı, Türkiye İş Bankası Yay.,Ankara 1986, s. 165-166. 4) Mehmed Âkif bu devletleri zulümlerinin büyüklüğüne uygun gördüğü sıfatlarla tavsif eder: “Karadağ haydudu, SAYI 17 - 18 BALKANLAR Allâh için, ey Nebiyy-i ma'sûm, İslâm'ı bırakma böyle bîkes, 33 İslâm'ı bırakma böyle mazlûm. Sonuç olarak bulunduğu devrin yazarları arasında Balkan faciasını eserlerinde en çok işleyenlerden ve en çok acı duyanlardan biri olan Mehmed Âkif, Balkan Harbi sırasında millî dayanışmayı sağlamak için partiler üstü olarak kurulmuş olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin İrşad Hey'eti Neşriyat Şubesi'nde (Hey'et-i Tenvîriye) Abdülhak Hâmid, Süleyman Nazif, Cenab Şahabeddin, Hüseyin Kazım ve daha birkaç yazar ile birlikte çalışmıştır. Heyetin kâtibi olarak da gazete ilanları ile halkı yardıma ve bu maksatla yapılan toplantılara çağırmıştır. Ayırca bu maksatla İstanbul'un üç büyük camiinde halka hitap etmiştir. Mehmed Âkif'in Balkanlar'ın elimizden çıkışının sebep ve sonuçlarını irdelediği, yaşanan faciaya karşı bütün İslam âlemini harekete geçmeye çağırdığı Hakkın Sesleri adlı kitabı, ders alınmayan bir felaketin daha büyük felaketlerin habercisi olduğunu gösteren en önemli eserlerdendir. Bu eseriyle Mehmed Âkif, bütün bir İslam dünyasının, devrinin ve ülkesinin meselelerini iyi anlamış, bu meselelere karşı mefkûresi doğrultusunda devalar göstermiş, teknoloji ve sanayi ile gittikçe güçlenen Batı'ya karşı yegâne çarenin“çalışmak”olduğunu dile getirmiş, devrinin yazarlarına göre toplumsal sorunlara karşı sesini yükseltmiş, cehalete ve tefrikaya savaş açmış bir münevver ve mütefekkir şair olduğunu göstermiştir. Sırp eşşeği, Bulgar yılanı / Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı…” Mehmed Âkif Ersoy, Safahat (Haz. Ertuğrul Düzdağ), Çağrı Yayınları, İstanbul 2007, s. 183. 5) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 136-137. 6) Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif Ersoy (HayatıEserleri), Mehmed Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s. 63-64. 7) Necm suresi, ayet 39. 8) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 178-180. 9) Hadis-i Şerif (Nuaym b. Hammad, Fiten 1-396, Kahire 1412). 10) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 256. 11) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 137-138. 12) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 181. 13) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 138-139. 14) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 184. 15) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 183. 16) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 193. 17) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 193. 18) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 194. 19) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 194. 49 20) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 194. 21) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 160. 22) Üçüncü manzumenin başındaki hadisin meali şöyledir: “Nizar evladı: Yetişin ey Nizar oğulları! Yemenliler de: Yetişin ey Kahtan oğulları! dedi mi, hemen tepelerine felaket iner, hemen Allah'ın nusreti üzerilerinden kalkar; hepsine birden de kılıç musallat olur.” Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 181. 23) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 140. 24) Zumer suresi, 9. ayetin bir kısmı. 25) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 189-190. 26) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 141. 27) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 185-186. 28) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 156. 29) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 163-164. 30) İsmail Kara, “Tanzimat'tan Cumhuriyete İslâmcılık Tartışmaları”, Tanzimat'tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c. 5, s. 1409. 31) Yard. Doç. Dr. Sema Uğurcan, a.g.m. , s. 142-143. 32) Bkz. Emin Erişigil, a.g.e. , s. 166. 33) Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 197. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Güçlü Türkiye Balkanlarda İstikrarın Teminatıdır Prof. Dr. İdris Bal, Kütahya Milletvekili 1995'lere kadar Bosna Savaşı Balkanlarda önemli bir problemken, 1995'de Dayton barış anlaşması ile geçici de olsa bir çözüm bulunmuştur. 1998-1999'da ise Kosova, daha sonra ise Makedonya'daki problemler Balkanlarda öne çıkan sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Yine Arnavutluk Soğuk Savaş sonrası ekonomik problemler yüzünden istikrarsızlaşmış, yer yer ayaklanmalar görülmüş fakat daha sonra Arnavutluk hükümeti ülkeyi kontrol altına almıştır. Tüm olumsuzluklarına rağmen Soğuk Savaş döneminin sinir harbi ve korkunun içinde ve silahların gölgesinde bile olsa belki olumlu denebilecek bir tarafı, bu dönemde dünyada genel anlamda istikrarın olması, çatışmaların sınırlı kalması, başka bir değişle kalp ve kafalardalerin dışarı vurulamamasıdır. Bu nedenle Soğuk Savaş haritayı dondurmuştu. Soğuk Savaş'ın tüm dünyada etkisi olduğu gibi, özellikle Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu'da haritayı dondurmuştu. İran-Irak savaşı ve Arap İsrail savaşları bunun istisnalarıydı. Soğuk Savaş sonrası dönemde tüm bu bölgeler istikrarsızlaştı. Soğuk Savaşın sona ermesi etnik, dini her türlü içe atılmış arzuların dışa vurulması için uygun zemin hazırladı. Akabinde ise birçok çatışmalar, savaşlar çıktı. Bu çatışmaların çıktığı yerlere bakıldığında, Türkiye'nin hareketlenen, istikrarsızlaşan bölgelerin tam ortasında olduğu görülecektir. Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar Türkiye'yi çevreleyen ve istikrarsızlaşan bölgelerdir. Bölgenin konumu, etnik yapısı ve tarihi kökenli problemler ve anlaşmazlıklar nedeniyle bölgede yeni sorunların çıkması için uygun zeminler mevcuttur. Örneğin Makedonya Cumhuriyeti nüfusunun üçte biri ile dörtte biri arası kısmı etnik Arnavutlardan oluşmaktadır. Günümüzde Makedonya sakinleşse de, gelecekte problemler çıkabilir. Yine Yunanistan ve Bulgaristan'da Makedon bölgelerin olması da potansiyel problem olarak değerlendirilebilir. Problemlere başta Arnavutluk olmak üzere diğer ülkelerin dahil olma ihtimali vardır. Ayrıca Makedonya bağımsızlığını ilan ettikten sonra Yunanistan ile aralarında problemler ortaya çıktı. Yunanistan'ın Makedon bölgesi olduğu içinYunanistan bu isimden rahatsız olmuştu. Fakat 1995 sonrası Yunanistan bölge ülkeleriyle ve Makedonya ile yakınlaşmaya başladı. Bu yeni politika Yunan firmaları için yeni pazarlar anlamına geldiği gibi Balkan ülkelerini sert ve dışlayıcı politikaları ile küstürerek Türkiye'ye kazanç sağlamanın da önünü almaktaydı. Bu probleme adil ve kalıcı çözüm bulunmadığı takdirde Balkan ülkeleri arasında yeni sorunlara yol açabilir. Balkanlar etnik ve dinsel grupların iç içe geçtiği, geçmişte de birçok sorun yaşanan, birinci ve ikinci dünya savaşlarının başlamasında role sahip, halen sorunlar bulunan bir bölgedir. Eski Yugoslavya'da Tito döneminde istikrar vardı. Tito 1980 yılında öldü. Daha sonra Sırp milliyetçiliği yükselişe geçti ve diğer milliyetçilikleri de besledi. Sırplar en büyük etnik grubu oluştursalar da, nüfusları Yugoslavya'nın yüzde otuzunu geçmemekte, Sırplar bile eski Yugoslavya'da çoğunluğu oluşturamamaktaydılar ve hassas bir etnik yapı mevcuttu. 1989 Doğu Avrupa'daki devrimler ve Doğu Bloğunun dağılması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi de Yugoslavya'yı etkileyen, çözülmeye gitmesinde rol oynayan faktörlerdendi. 1991'de Yugoslavya'da etnik ve dini guruplar arasında, federe cumhuriyetler arasında çatışmalar başladı. Her ne kadar Sırp-Hırvat ve Sırp-Hırvat-Müslüman (Boşnak) savaşları uluslararası topluluğun müdahalesi ile sona erdirilse de Balkanlar hala istikrarsızlık potansiyeline sahiptir. Yunanistan ve Bulgaristan'daki Türk nüfusu geçmişte sorunların çıkmasına yol açmıştı. Özellikle 1980'lerde Bulgaristan'ın Türkleri Bulgarlaştırma politikası Türkiye ile Bulgaristan arasında ciddi sorunlar oluşturmuştu. Gelecekte de ırkçı bir rejimin Bulgaristan'da iktidara gelmesi problemleri yeniden başlatacaktır. Türk tarafının Bulgaristan'daki Türk nüfusa kapılarını açması Bulgar Türklerinin nüfus olarak erezyona uğraması gibi bir sonucu ortaya çıkarmıştır. 50 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Türkiye'nin Balkanlar ile etnik, kültürel ve tarihi bağları bulunmaktadır. Osmanlı imparatorluğu bölgeyi dört asır yönetmiştir. Tarihi geçmiş, coğrafi yakınlık, kültürel ve etnik bağlar Türkiye'ye Balkanlarda aktif rol oynama imkanını vermekte ve Türkiye'yi stratejik olarak önemli bir ülke haline getirmektedir. Bosna Savaşı'nda ve aşağı yukarı her çatışmada dikkatler Türkiye'ye yönelmekte, ister istemez Türkiye işin içerisine girmekte, başı sıkışanlarTürkiye'ye göç etmektedirler. Türkiye'nin bölgede pozisyonu önemlidir. Türkiye Soğuk Savaş son-rası çatışmalara sahne olan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun merkezinde yer almaktadır. Türkiye geçmişte bu bölgeleri yönetti ve bu bölgelerle kültürel, tarihi, etnik bağlara sahip bulunmaktadır. Bölge insanlarının çoğunluğu İslam dinine inanmaktadır ve Türkiye ile güçlü bağları vardır. Bu nedenle bölge insanları genellikle Türkiye'yi ikinci vatan olarak kabul etmektedir. Geçmişte de, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi ve dağılması sürecinde, yüz binlerce insan Balkanlardan Türkiye'ye göç etmiştir. Bölgenin Müslüman halkı Türkiye'yi anavatan olarak kabul ediliyordu ve hala bölgenin Müslüman halkları zorda olduklarında Türkiye'yi sığınacak veya bir şekilde yardımlarına koşacak ülke olarak değerlendirmektedirler. Son göç dalgası Bosna Savaşı ve Kosova probleminin ortay çıktığı dönemlerde görüldü. Günümüzde, bölgede Türk kimliği ve Türkiye'ye yönelik büyük saygı ve itibar mevcut olup, bölgedeTürk imajı en üst noktadadır. Aslında Türk halkı Orta Asya'dan, Kafkas-lardan, Balkanlardan ve Ortadoğu'dan göçen ve ilave olarak Anadolu'da yerleşik olan bazı insanların tarih, kültür, inanç, gelenek, güç gibi cezp edici unsurlar etra-fında bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Bu durum Türki-ye'ye hem fırsatlar ve avantajlar sağlamakta hem de sorumluluklar yüklemektedir. Soğuk Savaş sonrası bölgedeTürkiye ister istemez problemlerin içerisine sürüklenmiş, bölgedeki istikrarsızlıktan etkilenmiş, bazı aktif adımlar atmak ve sorunların çözümünde rol almak zorunda kalmıştır. Bu nedenle istikrarlı bir Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya için Türkiye'nin anahtar bir aktör olarak rolü önem arz etmektedir. Türkiye'nin İslam dünyasında yeri önemlidir, şahsına münhasır yeri vardır. Batılılaşma tecrübesinin yanında, Batı ile işbirliğini ve Batı'ya yakınlığı savunmakta ve temsil etmektedir. Gerçi bu güne kadar Batı'dan istediğini elde edemediği de bir gerçektir. Günümüzde Türkiye'nin başarılı, dünyada hızla büyüyen bir ekonomisi, işleyen demokrasisi, çoğulcu toplumu mevcuttur. Bu bağlamda dünyaya entegre olmada, demokratikleşmede, Batı ile barışçı ilişkiler kurmadaTürkiye önemli tecrübelere sahiptir. İstanbul'da Arnavut köy, Yeni Bosna gibi Türkiye'nin bölge Müslümanları için önemini gösteren mahalleler vardır. Bu insanlar Türkiye'ye göç etmiş ve bazı bölgelere bu insanların geldikleri yerlerden esinlenilerek isimler verilmiştir. Zaten Osmanlı zamanında da karşılıklı göçler ve kaynaşma olduğu açık bir gerçektir. Bu nedenle Türkiye Balkanlardan ayrı düşünülemez. İstikrarlı Balkanlar için Türkiye'nin yardımı, Balkan ülkeleri ve uluslararası toplum ile işbirliği önem arz etmektedir. Kosova ve Bosna savaşındaTürkiye aktif rol alarak, sorunların çözümünde uluslararası topluma aktif katkıda bulundu. Türkiye'de tarihten günümüze köklü tolerans ve hoşgörü geleneği yerleşmiştir. İstanbul'un 1453'te fethinin hemen arkasından Fatih Sultan Mehmet, Yahudileri Osmanlı topraklarına davet ederek onlara millet statüsü tanıdı. 1492'de ise İspanya'da Endülüs Emevi devletinin sona ermesinin ardından tüm Avrupa'da söz konusu olan Yahudi düşmanlığı çerçevesinde İspan- Her ne kadar Soğuk Savaş'ın hemen sonrasında Türkiye'nin Batı için öneminin azaldığı yönünde bir anlayış hakim olsa da, hemen sonrasında Körfez savaşı, Balkanlar ve Kafkaslardaki gelişmeler Türkiye'nin önemini hala koruduğunu, hatta çevre ülkesi olmak yerine merkez ülkesi haline geldiğini gösterdi. Türkiye'nin dünyada önemli ve hassas bir yer işgal etmesinden dolayı Soğuk Savaş sonrası gelişmeler Türkiye'yi uluslararası ilişkilerde aktif adımlar atmaya zorladı. Günümüzde Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarla ilgili çatışmaların çözümünde Türkiye hesaba katılmak zorundadır ve belirleyici bir aktördür. Yine bölgeyle ilgili senaryosu olan global güçler Türkiye'yi hesaba katmak mecburiyetindedirler. 51 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Sonuç olarak Balkanlarda barış ve istikrarın olabilmesi için hoşgörüye, saygıya, radikalizmi besleyebilecek ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne ihtiyaç vardır. Türkiye ise özellikle 2002 sonrasında AK Parti iktidarları ile Ankara merkezli bağımsız politikalar takip etmeye, komşularımız başta olmak üzere, bölge ülkeleri ile daha sıkı ilişkiler geliştirmeye başladı. Yeni Türk dış siyaseti barış esasına, kazan kazan mantığına, ahlaki değerlere dayanmaktadır. Türkiye'nin itibarı ve saygınlığı Bosna'da, Arnavutluk'ta olduğu gibi Sırbistanda bile yüksektir. Türkiye'nin bölge ülkeleri nezdindeki saygınlığı, Sırbistan ve Bosna arasında bile arabuluculuk yapması büyük önem arz etmektedir. Türkiye'nin köklü hoşgörü kültürü, gelişen demokrasisi, güçlü ekonomisi, bölge ile tarihsel etnik bağları Türkiye'nin Balkanların barış ve istikrarı için olumlu rol oynayabileceğini göstermektedir. Ayrıca bölgenin Avrupa ve dünya ile entegrasyonu da barış ve istikrar için olumlu bir gelişme olacaktır. ya'dan kovulan Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu topraklarını açtı. 1992'de bu olay 500. yıl dönümü adına Türkiye'de İsrail'de çeşitli etkinlikler düzenlendi. Osmanlının Yahudilere kucak açtığı yıllarda diğer dünya devletleri Yahudilere hiç de hoşgörü ile yaklaşmamışlardı. Örneğin Yahudiler 1290'da Fransa'dan, 1392'de İngiltere'den, 1492'de İspanya'dan ve 1497'de Portekiz'den kovuldular. Bunların bir kısmı Doğu Avrupa ülkelerine göç ederken önemli bir kısmı da Osmanlı egemenliğindeki topraklara yerleşmişlerdir. Arı'nın değindiği gibi, “1996'da Türkiye'yi ziyaret eden İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, büyük annesinin ve büyük babasının Türkçe konuştuğundan ve babasının Osmanlı ordusunda doktorluk yaptığından söz etmekteydi. Ayrıca yaklaşık 20,000 dolayında oldukları tahmin edilen Türkiye'deki Yahudilerin büyük bir kısmının İsrail'de akrabaları bulunmaktadır. Ayrıca İsrail'de Türkiye'den göç etmiş ve dolayısıyla Türkçe konuşan kalabalık bir Yahudi topluluğu yaşamaktadır.” Özetle Türkiye Balkanalarla olan tarihi kültürel yakınlığı yanında, hoşgörülü yaklaşımı ile bölgeye istikrar getirilmesinde önemli roller oynayabilir. 52 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Bosna'nın Avusturya-Macaristan İşgaline Direnişi Dr. Mirsad Karic - Prof.Dr. Mehmet Can mkaric@ius.edu.ba - mcan@ius.edu.ba International University of Sarajevo, Hrasnička Cesta 15, 71000 Sarajevo, Bosnia and Herzegovina 1887'de Rusya, Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan etmişti. Aslında Ruslarla, Avusturyalılar arasında Osmanlı memaliğinin Balkanlardaki bölümünü paylaşma konusunda pazarlıklar çoktan başlamıştı. 1878 başlarında Rus orduları Yeşilköy önlerinde göründüğünde, Ruslar Osmanlılara istediklerini yaptırma imkânına ulaşmışlardı. Ayastefanos (San Stefano) anlaşmasıyla Rusların Balkanlardaki uydusu Bulgaristan topraklarını iki katına çıkarmış, üstelik tam bağımsızlığa yakın bir muhtariyete kavuşmuştu. Bu anlaşmaya göre Bosna yine Osmanlı memaliğinde kalıyordu ama Osmanlı İmparatorluğu tarafından burada geniş reform sözü veriliyor, anlaşmanın 18. Maddesine göre de ilk üç sene Bosna'dan elde edilen gelirin yine Bosna'ya harcanması taahhüt ediliyordu Ayastefanos Anlaşması: Bosna'ya Muhtariyet Ayastefanos Anlaşması'nın 14. Maddesi Bosnalılara muhtariyet hakkı tanıyordu. Bu madde, Bosna'nın Müslüman beylerinde 1833'ten beri unutulmaya yüz tutmuş, Osmanlı Devleti içinde muhtar olma arzularını yeniden kamçılamıştı. Bu isteklerini her fırsatta öyle belli ediyorlardı ki, İmparatorluğun Bosna'daki yöneticileri ve memurları, Müslüman Bosnalılardan, Hıristiyan Bosnalılar kadar tiksinir olmuşlardı. Bosna eşrafı anlaşmanın muhtariyetle ilgili maddesinin yürürlüğe konması için Osmanlı Hükümeti'ne bir ittifak name gönderdiler. 5 Haziran 1878'de Bosna'nın en üst düzey siyasi temsilcisi olarak Bosna Millet Meclisi kuruldu. Meclis'in 20'si Saraybosna şehrinden olmak üzere 32 üyesi vardı. Saraybosna'lı 20 üyenin 12'si Müslüman, 5'i Ortodoks, 2'si Katolik, 1'i de Yahudi idi. Hareketin manevi öncüsü Şeyh Abdullah ef. Hadžijamaković idi. İşte 1878 Temmuzunda Ayastefanos anlaşmasını yeniden yazmak için Berlin Kongresi'nde bir araya geldiklerinde Avrupa güçlerinin önünde böyle bir 1 Bosna tablosu vardı. Berlin Kongresi: Bosna-Hersek Avusturya'ya Avrupa'nın Rusya dışındaki güçleri için Rusya'nın Balkanlardaki nüfuzunu dengelemek ve onun Akdeniz'e yol bulmasını engellemek çok önemliydi. Ayastefanos Anlaşmasında Bulgaristan'a bırakılan topraklar yarıya indirilmekle kalmadı, Bosna-Hersek'in de nazariyatta Osmanlı toprağı kalmakla birlikte, uygulamada Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmesi ve yönetilmesine karar verildi. Avusturyalılar Bosnalıların kendilerini çiçeklerle karşılayacaklarından çok emin olmalılar ki, Berlin Kongresi 13Temmuz 1878 günü sona ermeden, Avrupa gazeteleri daha Berlin Kongresi kararlarını haberleştirmezden on gün önce, 3 Temmuz 1878'de Avusturya-Macaristan dışişleri bu kararı telgrafla Saraybosna'ya ulaştırdı. Haberi sadece güvenilir Bosnalılarla paylaşmasını tembih etmeyi de unutmadı. Kendisine haber ulaştırılanlar arasında Mehmedbeg Kapetanovic-Ljubuşak da vardı. Ancak haber kısa zamanda Saraybosna şehrinin her yanında duyuldu. 54 Le reveil de la question d'Orient Şark meselesi çözüldü: Bulgaristan bağımsızlığını, Avusturya da Bosna Hersek'i aldı. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 4 Temmuz 1878 günü Avusturya'nın Bosna maslahatgüzarı Vasic, Osmanlı İmparatorluğunun Bosna sivil valisi Mazhar Paşa'ya Avusturya'dan aldığı talimatlar konusunda bilgilendirdi. Mazhar Paşa, İstanbul'dan hiçbir talimat almadığını söyleyerek, Avusturya-Macaristan ordusu Bosna sınırını geçmeğe kalkarsa, işgale karşı direnme emri vereceğini söyledi. SAYI 17 - 18 Begova (Gazi Hüsrev Bey) Camii Aynı gün öğleden sonra Mazhar Paşa Vilayet İdare Meclisi'ni olağanüstü toplantıya çağırarak, işgale karşı direnme yanlısı olduğunu bildirdi. Bosna'da seferber edebilecekleri asker gücü ve silah konusunda bilgi verdi. Bosna'nın işgale direnebileceğinden emin görünüyordu. O güne kadar Vilayet İdare Meclisi'nin, Valinin hemen hemen her teklifine oy birliği ile katıldığına şahit oluna gelmişti. Ancak bu sefer bazı üyeler Mazhar Paşa'ya İstanbul'un hatt-ı harekâtının ne olacağı sorusunu yönelttiler. Paşa İstanbul'un planından haberi olmadığını söyleyince, İstanbul'a sorulmasına karar verildi. Aynı gün yatsı namazında Gazi Hüsrev Bey (Begova) camisinde üç Bosnalı sözü dinlenir âlim; Derviş Efendi Gorajdak, Muhamed Hacıyamaković ve Kaukçiya Efendi cemaate seslendi. Derviş Efendi, yaz kurtlarının caneriği yapraklarını yiyip talan etmesinin, yaklaşan bir felaketin habercisi olduğundan yola çıkan bir benzetmeyle, Bosna'yı zor günlerin beklediğini anlattı. Diğer iki âlim, Bosna işgalinin tamamen Sultan'ın bilgisi dâhilinde gelişmekte olduğundan söz ettiler. O gece hiçbir karar alınmadı. süredir hoşlanmadıkları Veli Paşa'nın istifasını istedi. Veli Paşa, yerine Saraybosnalı İsmet Paşa Uzunić'in getirilmesi şartıyla istifa etmeyi kabul etti ve Bosna'dan ayrıldı. O gün bitmeden Vali İstanbul'dan telgraf aldı. Telgrafta halkın sükûneti muhafaza etmesi, görüşmelerin devam etmekte olduğu bildiriliyordu. Çarşıdaki isyan 10 Temmuza kadar sürdü. Dükkanlar açılmadı, ahali Begova (Gazi Hüsrev Bey) ve Sarayevo (Fatih Sultan Mehmet) camilerinin avlularında toplanıp durumu tartıştı. Hacı Loyo yine başroldeydi. Ertesi günü Cuma idi. Namazdan sonra Sancak Begova Camiinin bahçesine çıkarıldı. Muhamed Jelić bayraktar seçildi. Asıl adı Salih Vilajetović olan Hacı Loyo adlı Saraybosnalı cami avlusunda halkı isyana ve Avusturya işgaline karşı direnişe çağırdı. Cuma cemaati Avusturya maslahatgüzarının bir halk temsilcisi tarafından Bosna'yı terke davet edilmesine karar vermişken karar, bu daveti Bosna Valisi Mazhar Paşa'nın yapmasının daha doğru olacağı düşünüldü. 11 Temmuz'da Vali, Avusturya maslahatgüzarına, İstanbul ile Avusturya arasında anlaşmaya varıldığını, İstanbul'dan telgrafla alacağı talimata göre hareket edeceğini bildirdi. Ancak İstanbul'dan Bosna'ya telgraf ancak 11 günde ulaşabiliyordu. 12Temmuz'da yeni askeri komutan Hafız Paşa Bosna'ya ulaştı. Bosna'da gördüğü gergin bekleyişi hemen İstanbul'a rapor etti. 13 Temmuzda “Bosna” gazetesi Berlin kongresi protokolünün imzalandığını ve 25. Maddesi ile Bosna'nın Avusturya'ya bırakıldığını duyurdu. Haber Avusturya işgal gücünü silahla karşılamayı düşünenler arasında heyecan doğurdu. Heyecan, camilerde hocaların yaptığı konuşmalarla günden güne büyüdü. Kalabalık, Sancak ve Hacı Loyo önde olduğu halde Vali Konağı'na doğru yürüyüşe geçmişti bile. Vali Mazhar Paşa, askeri kumandanVeli Paşa ve eşrafın ileri gelenleri Konak'ta toplantı halinde olacakları bekliyorlardı. Veli Paşa, “askerlerimi çağırıp şunları dağıtayım”dediyse de Vali bunu onaylamadı. Sesi en çok çıkan Hacı Loyo idi ve halk Padişah'ın hakikaten Bosna'yı Avusturya'ya verip vermediğini öğrenmek istiyordu. Halk, uzun 55 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Bazıları askeri komutanın aslında direniş yanlısı olduğunu ancak mesleği itibariyle İstanbul'un kararının dışına çıkamadığını söyledilerse de diğerlerine söz geçiremediler ve Hafız Paşa 28 Temmuzda halk tarafından tutuklandı. Tutuklayanlar, Hafız paşanın gizli planı olduğunu, halkın güvenini kazandıktan sonra direniş zamanı geldiğinde taraf değiştireceğini iddia ediyorlardı. Bosna İşgale Direnecek Bazı Bosnalılar, “Bosna bizim vatanımız, Sultan verecekse, İstanbul'u versin” demeğe başladılar. Bosna'daki askeri komutan Hafız Paşa ortalığı yatıştırmaya çalışıyor, askeri tecrübesine dayanarak: “Avusturyalılar, kadınlara, çocuklara ve savaşmayanlara kötü davranmaz, ancak savaşmak isteyenler varsa, sonucuna katlanmak şartıyla, savaşsın” diyordu. Osmanlı birlikleri direnişe katılmayıp, kenarda kalacaktı. Vali de direnişe katılmak isteyenleri yatıştırmaya çalıştı ama boşunaydı. İnsanlar İstanbul'daki baş vezire bir mektup yazıp, Bosna'nın düşman ordusu ile savaşmaya hazır olduğunu bildirmek istiyorlardı. Saraybosna'daki bu hareketlilik Bosna içlerine de yayıldı. İlk ayaklanan Osmanlı İmparatorluğuna 43 sadrazam verdiği için sadrazamlar şehri olarak anılan Travnik oldu. Ağızdan ağza dolaşan slogan, “Bosna bizim vatanımız, Sultan isterse İstanbul'u verebilir, ama Bosna'yı vermeye hakkı yoktur”idi. Ortodoks Hıristiyan Bosnalılar baştan eğer savaşmak gerekirse, Müslümanlarla birlikte savaşırız dediler. Ancak gönüllü yazımı başladığında korktular. Halkı bu istikamette tahrik eden çığırtkanlardan bir tanesi bilhassa dikkat çekiyordu: asıl adı Salih Vilajetović olan Hacı Loyo. Bu zat Bosna'daki Osmanlı devlet yetkilileriyle sık sık takışmasıyla şöhret bulmuştu. Aslında Bosna'da Avusturya işgaline karşı hazırlanan 2 planları bozarak mukavemete çok zararlı olmuştu. 2 Ağustos 1878 günü Müslüman gönüllüler, birkaç Katolik dışında tamamen Ortodokslardan oluşan Hıristiyan lejyonu ile birlikte ortak bir geçit düzenlediler. Hacı Loyo'ya Hıristiyan desteği çok uzun sürmedi. Bir Hıristiyan köylüyü tabancayla vurup öldürmesi üzerine Papazlar nezdindeki itibarı düştü. Bosna Hersek Milli Hükümeti Ortodoks Hıristiyan süvariler Gracanica manastırı önünde Ortodoks Hıristiyan köylüler şehirli Ortodoks Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki ittifaka bakıp gülüyorlar, Saraybosna tüccarları kendi adlarına konuşsunlar, biz köylüler adına söz vermesinler diyorlardı. 20 Temmuz 1878'de Saraybosna gazetesi Avusturya işgalinin yaklaşmakta olduğunu haber verdi. 27 Temmuz 1878 günü Saraybosna'da Osmanlı yöneticilerini istifaya zorlamak amacıyla isyan başlatıldı. 28 Temmuzda Bosna valisi Mazhar Paşa ve yardımcısı Ermeni asıllı Konstan Paşa görevlerinden istifa ederek Saraybosna'dan ayrıldılar. Mazhar Paşa Bosna'dan ayrılırken “Bu bahtsız memleketi terk ederken, burada bulunduğum sürece Sultan Hazretlerine sadıkane hizmet ettiğim kanaatindeyim. Tek üzüntü kaynağım sizin beyinsizliğiniz yüzünden fakir ahalinin çekeceği sıkıntı ve zulümdür”demişti. Aynı gün Millet Meclisi Bosna Hersek Milli Hükümetini seçerek görevlendirdi. Hükümet beş üyeli idi. Askeri işlerle Smail beg Selmanović'e verilmişti. Temmuz başlarında Pljevlja Müftüsü Mehmed Vehbi Šemsekadić Saraybosna'ya gelmişti. Kısa zamanda Avusturya işgaline karşı direnme hazırlıklarında iyi bir teşkilatçı ve askeri önder olduğunu kanıtladı. Tuzla ve Banya Luka, işgale karşı direnmeyeceğini, İstanbul'dan gelecek talimata göre hareket edeceklerini açıkladı. Bu karışıklık döneminde Bosnalıların metanetini muhafaza etmesi, yağmacılık, çapulculuk gibi hadiselere rastlanmaması gerçekten dikkate şayandı. Bu sırada Hacı Loyo, Bosna'nın Osmanlı yönetiminden kurtulacağı için bayram yapan, Osmanlı'dan sonra, Avusturya yönetimine girmekten de hiç hoşlanmayan Ortodoks kilisesinin önde gelen papazlarından büyük moral desteği alıyordu. 56 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Smail beg Selmanović bir konuşma yaparak halkı “İslam, Hıristiyan, Latin” ayırımı olmaksızın Bosna halkını, düşmana karşı direnmede birlik olmaya çağırdı. Konuşmada Sultan'a ve İstanbul'a hiçbir atıf yoktu. Bosna Hersek'in muhtar olduğunu ve kendi kendini savunacağını vurgulamak istediği belliydi.3 Ancak bu davete Müslümanlardan başka cevap veren olmadı. Avusturyalılara karşı direnmeye hazırlanan Müslümanların sayısı ülke çapında toplam 40.000 kişiyi bulmuştu. Ortak bir Müslüman-Ortodoks şenliği düzenlendi. Başpapaz Sava Kosanović ve papaz Risto KantaNovaković eşkıya başı gibi giyinmişler ve kemerlerine tabancalar ve kamalar sokmuşlardı. Kalabalığın başına geçmişler Sırp kahramanlık şarkıları söylüyorlardı. 30 Temmuzda Hacı Loyo bir densizlik daha yaparak Avusturya Maslahatgüzarı Vasic'le pazarlığa gitti. Direnişsiz teslim için şartlar ileri sürdü: 1) Kur'an ülkenin tek yasası olacak. 2) Bosna ordusu dağıtılacak 3) Vergi %10'a indirilecek 4) Hıristiyan veYahudilerden cizye alınacak. Ertesi günü Osmanlı Askeri komutanı Hafız Paşa, Muhamed Efendi Hacuyamakovic, Kaukciya Efendi ve Petraka halk adına Maslahatgüzarı Vasic'e gittiler ve Konsülün kendisi de dahil olmak üzere bütün Avusturyalıların Bosna'yı hemen terk etmelerini istediler. Konsül, Avusturya İmparatoru'nun Bosna halkına gönderdiği fermanı çıkardı ortaya. Petraki efendi fermanı okumak istediyse de Hacıyamakoviç onu “Bosna halkı ne Berlin Kongresini, ne de İmparatorunuzu tanır. Düşmanın saldırısı Allah'ın yardımıyla defedilecektir” diyerek ona mani oldu. Aynı gün 12 araba içinde 96 Avusturyalı Bosna'yı terk ediyordu. Avusturya-Macaristan birliklerinin sınırı Una üzerinden Kostajnica'da, Sava üzerinden de Gradiška'da geçtiler. Avusturya-Macaristan Birlikleri Sınırı Geçiyor Bosna Milli Hükümeti bıkmadan, usanmadan direnişe katılacak gönüllülere silah temin etmeye çalışıyordu. 1 Ağustosta İlk kötü haber gelmekte gecikmedi. Bir gün önce Banya Luka direnişsiz teslim olmuştu. 2 Ağustosta ilk gurup gönüllüler Saraybosna'dan hareketle çatışma bölgelerine gittiler. Ulusal Hükümet göreve başladıktan bir gün sonra, 29 Temmuz 1878'de telgraflar ilk Avusturya-Macaristan birliklerinin sınırı Una üzerinden Kostajnica'da, Sava üzerinden de Gradiška'da geçtiklerini duyurdu. Ağustosun 3'ünde halk Gazi Hüsrev Bey (Begova) camisinin avlusunda toplanarak şu hususları kararlaştırdı: 1) Bütün yabancılar, Osmanlılar, Arnavutlar, Niksiç'ten gelen sığınmacılar silahlandırılarak çatışma alanlarına gönderilecek. 2) Yahudiler, şeriat hükümler gereğice savaştırılamayacağından, bir milyon Grosa savaş vergisi ödeyecekler. 3) Saraybosna zenginlerinden Fadıl Paşa Şerifovic 150.000 grosa savaş vergisi ödeyecek. 4) Halk Milli Hükümet'in çalışmasından memnundur ve kuvvetle desteklenecektir. Avusturya-Macaristan birlikleri sınırı Sava'yı Gradiška'da geçerken 57 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Sonunda 3 Ağustos günü Osmanlı Baş Vezirine Bosnalıların Temmuz ayı içinde gönderdikleri telgrafın Bosna ve ahalisinin akıbeti ile ilgili cevabı ulaştı. Cevapta ezcümle şöyle deniliyordu: “ Payitaht telgrafınızı almıştır. Sultanımız adına Berlin Kongresi protokolünün imzalandığını bildirmek isteriz. Bu protokole göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Bosna'yı geçici olarak işgal etme hakkı bulunmaktadır. Bununla birlikte bütün ayrıntılar henüz karara bağlanmış değildir. Bosna halkına göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Bosna'yı işgaline silahla mukavemet etmemeleri tavsiye edilir. Böyle bir direniş, ne halkın ve ne de memleketin menfaatinedir.” Bosnalılar protokolü tanımadılar. Silahlanmışlardı, İstanbul'un tavsiyelerine ihtiyaçları yoktu. Vatanı ve Din-i İslam'ı kanlarının son damlasına kadar müdafaa edeceklerine ant içmişlerdi. Osmanlı Askeri Komutanı Hafız Paşa halkı, İstanbul'un tavsiyesini tutmaya ikna etmeye çalıştıysa da, boşunaydı. Saraybosna şehrinin o günlerde yapılmış ayrıntılı krokisi Bu arada iyi haberler de geliyordu. Müslüman gönüllüler Maglay ve Doboy'u işgalcilerden geri almıştı. General Szapary Bosna Müslüman ordusunun bir ara geri almayı başardığı Doboj'u tekrar kuşattı. Aşağıdaki resim, Generalin etrafındaki kadınlı erkekli Katolik yerlilerin, Müslümanların topa tutuluşunu nasıl izlediklerini gösteriyor. 4 Ağustos'ta Pljevlje Müftüsü Mehmed Vehbi Şemsikadic efendi Saraybosna'ya geldi. Heyecanlı bir konuşma yaparak özetle “Allah, kâfirlere karşı savaşta Allah zafer vaat ediyor.” Dedi. Bu sırada Mostar'dan kara haber geldi. Hatırı sayılır bir Katolik nüfus barındıran şehir, direnmeden Avusturya ordusuna teslim olmuştu. İşgalci Hırvat Komutan Baron Josip Filipović Avusturya kuvvetleri 82.000 askerden oluşuyordu. Bunlardan 9400 kadarı işgal birliği idi. Görevleri, Dalmaçya'dan içeri sarkıp, asıl savaşçı birliğin ele geçirdiği mevzileri muhafaza etmekti. Hırvat komutan Baron Josip Filipović komutasındaki bu asıl güç, kuzey Bosna'dan içeri sızdı, Banja Luka, Maglaj ve Jajce'yi ele geçirdi. General Szapary Bosna Müslüman ordusunun bir ara geri almayı başardığı Doboj'u tekrar kuşatıyor. Cephelerden gelen kötü haberlerin artması üzerine Bosna Milli Meclisi bir bildiri yayınladı. Bu bildiride Bosna halkından ve tarihinden bahis vardı ama Osmanlı İmparatorluğunun adı geçmiyordu. Bosna'nın kendi kendisini savunacağı vurgulanmak istenmişti. Bu bildiriden sonra Saraybosna'ya sükûnet geri döndü ve sahipleri cephelerde olmayan dükkânlar açıldı. Avusturyalılar hem iyi teçhiz edilmişti ve hem de Bosna' nın şehirleri, yolları, köprüHırvat Baron Josip Filipović leri hakkında çok esaslı bilgi sahibiydiler. Bosna Katoliklerinin gönüllü rehberliği bir yana, bir Avusturyalı askeri uzman, Sterneck 1871-1873 yılları arasında ülkeyi fark ettirmeden karış karış gezmiş ve gerekli malumatı toplamıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun İstanbul maslahatgüzarı, Babı Âliden aşağıdaki bilgiyi aldığını telgrafla hükümetine bildirdi: 1. Saraybosna'daki Milli Hükümetin başkanı Hafız Paşa Avusturya işgal kuvvetleri komutanı Hırvat Baron Josip Filipović ile görüşerek Bosna halkı adına merhamet dileyecek. 58 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 savaşmadan teslim olmasına karar verdi. Ancak öyle olmadı. Muhamed Hacıyamakovic ve beraberindeki direnişçiler, Visoko'nun düşmesinden sonra Saraybosna şehrine dönmüşlerdi. Hacıyamakoviç Milli Meclis'in kararını kabul etmedi: “Kim Avusturyalı olmak istiyorsa, şehirde kalsın ve saklansın, kim Müslümansa, silahını alsın ve alçak Almanlarla savaşsın” dedi. Halkın aklı karışmıştı. Hacıyamakovic elini çabuk tutup, şehri savunmak için bütün tertibatı çabucak aldı. Vali Hafız Paşa, Hacıyamakovic'i fikrinden caydırmak için büyük gayret sarf ettiyse de başaramadı. Sonunda valilikten istifa ederek Hacıyamakovic'i olacaklardan tek sorumlu olarak bıraktı. 2. Osmanlı Paşalarından Mehmet Ali Paşa Bosna'ya giderek halkı yatıştıracak. Ne var ki Josip Filipović, Avusturya-Macaristan'ın Bosna'yı işgalinin, Berlin Kongresi kararlarının icrası olduğundan, bu kararların İngiltere tarafından desteklendiğinden ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından tasdik edildiğinden bahisle Hafız Paşa'nın taleplerinin yerine getirileceği konusunda hiçbir garanti veremeyeceğini, kendisinin emirleri doğrudan Avusturya İmparatorundan aldığını, başka hiçbir şeyin kendisi için önemli olmadığını bildirdi. Hafız Paşa'ya ve beraberindekilere halkı silahları bırakmaları için ikna etmelerini, aksi halde işgal kuvvetlerinin çok sert davranacağı hatırlatıldı. Hacıyamakovic'in Salihaga Merhemic, Hacı Edhemaga Cesrija, Hacı Muhamedaga Sokolj, Mehaga Handzic, Muzaferija Kardeşler, Ahmed Efendi Nako gibi başka destekçileri de vardı. 11 Ağustos'ta İstanbul'dan bir telgraf daha geldi. Telgrafta halktan direnmemesi isteniyordu. Ahmet Efendi Srzvo ve Bosna eşrafından diğer bazı kişiler, “Allah adına kâfirlerle cihad”diye bağırıştılar. 18 Ağustosta Avusturyalılar artık Saraybosna'nın kenar mahallerine yaklaşmışlardı. O gün savunma hazırlıklarıyla geçirildi. Gorica'ya, Bakiye düzündeki Araptabya'ya, Yekovac'taki Sarı-tabya'ya toplar yerleştirildi. Bir top da Vrace'ye kondu. Batıdaki Bistrik çayından itibaren şehri doğudan batıya geçen Milyaçka nehrinin güneyindeki mahallerin üst taraflarındaki tepelere gönüllüler yerleştirildi. Mesela Ziatiste'de Mehaga Handzic komutasında 300 kişilik bir kuvvet vardı. Milyaçka'nın kuzeyindeki tepelere, Gorica, Solak, Humka ve Bakiye'ye asker yerleştirilmişti. Kadınlar ve kızlar da dahil olmak üzere sayıları 5.000'i geçmeyen bu kahramanların istisnasız hepsi Müslüman'dı. Sıra Travnik'e gelmişti. Travnik daha önce direnmeyeceğini ve İstanbul'dan gelecek talimata uyacağını bildirmişti. Ahmed ve Abdullah iki kardeştiler. Ahmed Travnik'te hükümet konağında katipti. İşgale karşı direnme yanlısı olan kardeşi Abdullah'a karşı İstanbul'un talimatlarına göre hareket etme tezini savunuyordu. İşgal kuvvetlerinin Travnik'e yaklaştığı günlerden birinde eskiden beri tanıdığı iki Katolik kadın onun yolunu kestiler. “Artık bundan sonra Bosna'ya bizim insanlarımız egemen olacak. Sizler de bize tabi olacaksınız” diye böbürlendiler. Bu Ahmed'e çok dokunmuş, kardeşine katılıp direnişçilerden olmuştu. Saraybosna'nın İşgali Ne var kiTravnikliler, daha işgal ordusuTravnik'e yaklaşmadan, şehri savunmak için Saraybosna'dan ve Bosna' nın öteki yerlerinden gelen bütün direnişçileri şehirden sürüp çıkardılar. Vezirler şehrinin bu şekilde boyun eğmesi, Saraybosnalı direnişçileri çileden çıkarmıştı. Avusturyalılar şehre farklı taraflardan girmeyi planlamışlardı. Mesela batıda Ilıca üzerinden Blazuj'a, Debelo tepesinden Lukavica'ya ulaşıp oradan şehre saldıracaklardı. Yine Radave üzerinden Paşino tepesine ulaşıp Saraybosna Kalesi'ni arkadan vuracaklardı. Başka bir kol Kobilya başından şehrin kuzeydoğu mahallesi Pofaliçi'ye girecekti. Son bir kol da Hum'u ele geçirerek Milyaçka nehri boyunca uzanan yolu denetim altında tutacaktı. Avusturya ordusunun Saraybosna'ya saldıran birliklerinde destek kıtaları dışında 14.000 muharip bulunuyordu. 15 Ağustosta Bosna Milli Meclisi toplandı. Hafız Paşa çok ciddi bir konuşma yaparak askeri nokta-i nazardan direnişin her türünün çılgınlık olacağını, tek çarenin Avusturya-Macaristan işgaline sessizce boyun eğmek olduğunu izah etti. Bosna Milli ordusu şehirleri ardı ardına kaybediyordu. 14, 15 ve 16 Ağustos günlerinde Saraybosna şehrine sadece 30-40 kilometre uzaktaki Kakanj, Busovaca, Kiseljak ve Visoko kasabaları birer birer düştü. 19 Ağustos günü 5.30 sularında Hırvat General Baron Josip Filipoviç komutasındaki Avusturya-Macaristan işgal ordusu piyadeleri top ateşi eşliğinde şehre saldırıyı başlattılar. Avusturyalıların ilk top atışı, şehrin doğusundaki Barice sırtlarından yapılmıştı. Buna ArapTabya'daki top cevap verdi. Şehri savunanlar Avusturya ordusuna bilhassa şehrin kuzeydoğusundaki Pasion tepesinde iyi dayandılar. Avusturya ordusu 16 Ağustosta Vitez yakınlarındaki Klokoti mevkiinde bir Bosna birliğini mağlup etti. Smailbeg Selmanovic komutasındaki Bosna Milli Ordusu, Saraybosna'nın kenar mahallesi Ilıca'ya kadar çekildi. 17 Ağustos'ta Bosna Milli Meclisi, Saraybosna şehrinin 59 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Saat 06.00'dan 09.00'a kadar Ravne Bakiye'de 500-600 Bosnalı Avusturya askerleri ile göğüs göğse çarpıştı. Yoğun topçu ateşi altında kalan Bosnalı direnişçiler saat 9.00 sularında şehrin doğusundaki Gorica ve Koşovo tepelerindeki mevzilerinden çekilmek zorunda kaldılar. Milyaçka nehrinin doğusundaki mevzilerde çarpışanlar da dört saatlik bir direnişten sonra çekiliyorlardı. Avusturya ordusunun bundan sonraki hedefi Debelo Tepesi idi. SAYI 17 - 18 Dreka isimli bir kız, Jezero'daki evlerinden ateş açarak bir çok işgalci asker yaraladı. Evi kuşatan işgalciler, kızı ele geçirerek tasallut ettiler ve öldürdüler. Kardeşi o gün işgalciler tarafından öldürülen Sevdija Handzic Pita bir işgalci askeri yaraladı. Kada Preljevic ve Fata Hadzavdic isimli kadınlar erkek elbisesi giyerek BakiyeTabyasına mühimmat taşıdılar. Bazı Saraybosna'lı kadınların işgale tepkileri o kadar büyüktü ki, ölünceye kadar hiç sokağa çıkmadılar ve cenazelerinin camiye götürülmeden doğrudan mezar4 lığa defnedilmesini vasiyet ettiler. İşgal Askerleri Saraybosna Sokaklarında Avusturya ordusu şehri çevreleyen tepelerde hedeflediği mevzileri ele geçirdikten sonra şehir içinde mahalle aralarındaki savaşa sıra gelmişti. İskenderiye'deki Ali Paşa Camisi, Askeri Hastane, Koşovo, Bjelave, Budakovici, Sirokaca, Zagrici işgalciler için zorlu direniş noktaları olmuştu. Ali Paşa Camisi civarındaki sokak çatışması ise en şiddetli olanıydı. Burada cami avlusuna mevzilenen bir kadın direnişçi gurubu, Avusturyalı işgalcilere güç anlar yaşatmıştı. İşgal Askerleri Başçarşı'da İşgal Kuvvetleri komutanı Josip Filippoviç'in Avusturya makamlarına yazdığı raporda Avusturya işgalcilerinin şehirde karşılanışı şöyle tasvir ediliyordu:“Üzerlerine her evden, her pencereden, her aralanan kapıdan kurşun yağıyordu. Kadınlardan oluşan bir birlik, şehrin İskenderiye bölgesindeki Ali Paşa Camisi avlusundan Avusturya askerlerine ateş açtı.” Koşevo deresindeki değirmene kendilerini kilitleyen direnişçiler, Avusturyalı işgalcilere büyük kayıplar verdirdiler. Sonunda Avusturyalılar değirmeni ateşe vererek elli kadar direnişçiyi şehit ettiler ve kırk kadar atı diri yaktılar.Yakınlardaki bir türbeyi de yıktılar. Koşevo'da Kemalbeg Kız Mektebinden ateş eden 12 direnişçi, teslim olduktan sonra Mekteb'in önünde kurşuna dizildiler. Budakovic mahallesinde 30 ev ve cami Avusturyalılar tarafından yakıldı, 50 erkek kadın ve çocuk şehit edildi. Bjelave'de mekteb, üç ev yakıldı. Hubyaraga mahallesinde 10 ev yakıldı ve birçok insan şehit edildi. Soukbunar mahallesinde üç ev, içindekilerle birlikte yakıldı. Birçok yerde Avusturyalı işgalciler erkek, kadın, çocuk demeden şehit ettiler. Avusturya askerlerinin Saraybosna Başçarşıda: her evden, her pencereden, her aralanan kapıdan kurşun yağıyordu. Saraybosna'nın Kadın Direnişçileri Çatışmalar saat 1.30 sularında durdu. Avusturyalıların 57 ölüsü ve 314 yaralısı vardı. Bosnalı Müslümanların şehitlerinin sayısı bilinmiyor. Hacı Loyo esirler arasındaydı. Avusturyalı komutan bu ihtiyarı merak etmişti. Karşısına çıkardılar. Saraybosna'lı Kadınlar, Avusturyalı işgalcilerle bizzat silahlı çatışmaya girerek, çatışma alanlarına silah, cephane, yiyecek ve su taşıyarak, yaralıları tedavi ederek bu direnişe katıldılar. Birkaç örnek olmak üzere, Ali Paşa Camisi avlusuna mevzilenen bir kadın direnişçi gurubu, Avusturyalı işgalcilere önemli zayiat verdirdi. - Sen deli misin, bu kadar kalabalık ve teçhiz edilmiş Avusturya ordusuna karşı bir avuç başı bozukla ne yapabileceğini sandın? Habiba Agic-Arnautovic Prijeka çeşmesinde bir işgalciyi tüfekle vurarak öldürdü. Diğer bir işgalci ona bıçakla saldırdıysa da öldüremedi. Habiba tedavi edilerek hayata döndürüldü. Hacı Loyo: - Farz et ki bir aslan bir kediyi pençelerinin arasına almış. Kedinin aslanı alt etmek gibi bir imkânı yok. Yine de can havliyle ve son gayretiyle tırnaklarını aslanın suratına geçirmekten geri durmaz. 60 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Avusturyalılar Hacı Loyo'yu bir sure hapiste tutmuşlar. Sonra rivayete göre yüklü bir sermaye verip, yaşamının kalan kısmını Bosna'dan uzakta tamamlamak üzere serbest bırakmışlar. SAYI 17 - 18 Avusturya ordusu elliyi aşkın mevkide Bosna Müslüman ordusu ile çarpıştı. 2008 yılında bir vesileyle Uluslararası Saraybosna Üniversitesinden öğrencimiz Amir Omerović'i Saraybosna Sebilinin üst tarafındaki Nakşi Milne Tekkesinin şeyhi Sait Skrič Baba'ya göndermiştik. Skrič baba, babasının hacca gittiğinde Hacı Loyo'yu Medine'de gördüğünü söylemiş. Hacı Loyo orada bir otel satın almış, onu işletiyormuş. Skrič Baba 2009 sonunda rahmete gitti. Bu bilgi bu makale vesilesiyle gizli kalmadı. Makalenin okuyucularına kadar ulaştı. Bosna Müslüman ordusu zaman zaman AvusturyaMacaristan ordusu tarafından işgal edilen şehirleri geri alma başarısı da gösteriyordu. Doboj bir ara Avusturyalılardan geri alınan şehirlerden biriydi. Avusturya ordusu, yeşil sancaklı Bosna Müslüman ordusu karşısında ağır kayıplar veriyordu. Bosna Müslüman ordusunun kahramanca direnişine rağmen, 20 Ekime 1878'de Bosna-Hersek'in Avusturya Macaristan ordusu tarafından işgali tamamlanmıştı. Avusturya işgal güçleri Ağustosun geri kalan kısmında ve Eylül boyunca Hersek'e doğru ilerleyerek Novi (Yeni) Pazar'a girdiler. Ülkenin her karışında şiddetli bir dirençle karşılaşmışlardı. İşgale karşı mukavemet, Bosna Milli Hükümeti tarafından yönetilmiş, direnişte bir çok yerel komutan ve savaşçı görev almıştı. Mecburi AskerlikYasası 1881 Ekiminde Bosna'da 12840, Hersek'te de 4.000 Avusturya askeri konuşlanmıştı. Eğer Avusturyalılar Bosnalı gençleri Avusturya ordusunda silah altına almaya kalkmasalardı, belki bu askeri varlık ulkede asayişi temine 5 yetebilirdi. Ancak Avusturya yönetimi 4 Kasım 1881'de “savunma Yasası” dedikleri bir kanun çıkardılar.6 Askelik 20 yaşında başlıyor ve üç yıl sürüyordu. Bosna uleması“kâfir ordusunda asker olmak caiz midir?” sorusunu uzun süre tartıştı. “Caiz değildir” diyen ulemanın fetvasına göre hareket edecek olanlara göç yolu görünmüştü. Anavatanın müşfik kollarına gittiler. Avusturya askerleri şaşkın şaşkın yıkılan köprülerini seyrediyor. Avusturya ordusunun Sava'yı geçmek için Doboj'da inşa ettiği köprü, kullanıldıktan az sonra Bosna Müslüman ordusu tarafından tahrip edilmişti. 1881 “Savunma Yasası”na göre Avusturya Ordusu'nda silah almış Bosnalı Müslüman askerler Başta Bosna baş müftüsü Hilmi Omerovic olmak üzere “caizdir” diyen ulemanın fetvasına uyanlar Bosna'da kaldı. Kaderlerinde bir sene önce çarpıştıkları, “svabo” diyerek küfrün en sunturlusuna layık gördükleri işgal ordusunun üniformasını giymek vardı. Avusturya ordusunun Müslümanlarla çatışmalarının bilançosu ağır olmuştu. 1) Noel Malcolm, Bosnia, A Short History, Macmillan 1996, s.134. 2) Mustafa Imamović, Bosnia and Herzegovina, Evolution of its Political and Legal Institutions, Magistrat, 2006. S. 187 3) M. Imamović, a.g.e., s. 188. 4) Hamdija Kresevljakovic, Izabrana Djela [Selected Works] Vol.4, Sarajevo: Veselin Maslesa, 1991, pp.75-117. 5) N. Malcolm, a.g.e. s.138. 6) Sarajevski List, No. 102, Novembar 3, 1881. 61 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR BALKANLAR ve KÜLTÜREL BİRLİKTELİK SAYI 17 - 18 Nevzat BAYHAN Günümüz düne benzemediği gibi yarınlarımız da; teknolojisi, ekonomisi, diplomasisi, idaresi ve coğrafik sınırlarıyla kesinlikle bugünkü gibi olmayacak. Gelecek bilimciler tarafından yarınları biçimleyecek, gelecekte söz sahibi olacak ülkeler sıralanırken ülkemizin de günümüzden daha güçlü, belirleyici, etkili bir ülke olacağı konusunda hemfikir oldukları görünüyorlar. Her şeyden önce Türkiye derin kökleri olan bir ülkedir. Öyle kökler ki inanç birliği koluyla Malezya ve Endonezya olmak üzere ta uzak doğuya, soydaşlık koluyla Orta Asya'ya, bir diğer konu, dini ve sosyal birliktelikler nedeniyle Ortadoğu, Afrika içlerine, kuzeydeki dost kollarıyla Kafkasya'ya, Kırım'a, Balkanlara, diasporası itibariyle Avrupa ve Amerika içlerine uzanan ve oralarda gittikçe sempati kazanan uçlara sahiptir. Böyle bir alt yapı ülkemizi gelecekte önemli bir noktaya taşıyor. uyumlu çalışmasını sonuçlamış, ayrı dil, din ve ırktan da olsalar aynı ideali savunur olmuşlardır. “Devşirme” kurumuyla Müslüman ve Hıristiyanlar arasında bürokraside yakınlaşma sağlanmıştır. Yetenek, ehliyet ve sadakati gözeten Osmanlı'da din ve kökeniyle ilgili herhangi bir sorun yaşamamış, sadrazamlığa kadar yükselmiş devşirmeleri yadırgamamıştır. BALKANLARLA İLİŞKİLER Köklerimiz ve Balkanlar arasındaki ilişkilere bir göz attığımızda Balkanların, bölünmüşlük üzerine kurgulanmış bir tarihe sahip olduğunu görmekteyiz. Bölgedeki sosyal doku, sosyo-ekonomik yapı, onlarca değişik ırk, kültürel ve linguistik arka plan sürekli savaşan ayrışan, sınırları sıkça değişen bir coğrafyayı tarih sayfalarına not düşmüştür. İşte böylesi bir bölgede huzuru ve refahı Osmanlı İmparatorluğu sağlamış, 16. Yüzyıldan itibaren başlayan sosyo-ekonomik düzenlemelerle yaklaşık üç asır bu değişik ve farklı kültürleri milletleri, geniş kitlelerin gönlünü kazanmayı başarmış, ortak bir gelecek için onları yanına çekmeyi başarmıştır. KÜLTÜREL BİRLİKTELİK Hayatın her karesinde kendisini hissettiren kültür, aynı zamanda insanın maddî ve manevî dünyasında her 'an'ın ifadesidir. Modernleşmenin değerlerini standardize eden törpüsü, küreselleşmenin 'öz'e ait ne varsa bütün dünya değerleriyle hallaç edip harmanlaması... Farklı bir süreci başlatmıştır. Küreselleşen, küreselleştikçe aynılaşan ve bir o kadar da sıradanlaşan bir dünyayı, özlenilecek ve özenilecek bir noktaya taşıyacak olan da kültürdür. Dolayısıyla, ekonomiden sanayiye, tarımdan hayvancılığa, siyasetten teknolojiye, sanattan diplomasiye kısaca hayatın her kesim ve katmanına, ülkenin her kişi ve köşesine nüfuz eden bir iksirdir kültür. Medeniyetlere beşiklik etmiş, doğunun batısı, batının doğusu bu kavşak noktasında, geçen bütün bu medeniyetlerin bıraktığı zenginliklerin varisi olarak bizler dünyanın diğer noktasında yaşayan insanlardan çok daha fazla şanslı aynı zamanda sorumluluğu daha da ağır olan bir köprüde bulunuyoruz. Bu zenginliğin yaşatılması ve sorumluluğun ifası adına kültürel çeşitliğimizin oluşturduğu gökkuşağının güzelliği ve temsil ettiği bereketi de insanlığa sunmamız gerekiyor. Osmanlılar, farklı etnisite, dil, dinî özelliğe sahip, birbirleriyle kanlı bıçaklı olan, Balkanlar'daki gruplara karşı iki seçenek arasında seçim yapmak zorundaydılar. Ya herkesi kılıç zoruyla kendi çizgilerine getirmeye kalkışacaklardı ya da bir temel çerçeveye uyarak Balkan milletlerini özelliklerini korumada serbest bırakacaklardı. Tarihin şahit olduğu bütün imparatorluklar gibi Osmanlı'da bu ikinci yolu tercih etmiştir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar'da hâkim olmuş diğer imparatorluklardan farklı olarak 2-3 asır bölgeye gerçek huzuru yaşatmıştır. Gerek köylü ve çalışan kesimine yönelik yaptığı devrim niteliğindeki iyileştirmeler, gerekse padişahların Hıristiyan prenseslerle evlenmesi, soylu kesimin Osmanlıyla 62 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİNİN TOPLUMSAL BARIŞA ETKİSİ Ülkemiz, hatta dünyamızı; insanı sayısınca renklerden oluşan sosyokültürel ve 'biyopsikososyal bir gökkuşağı' olarak görüyoruz. Bu zaviyeden baktığımızdan; küreselleşmenin körüklediği neoliberalizmin kimliksiz, tek tip ve farklılıkları yok eden, insanlığı çatıştırma tehdidine karşı bir duruş sergilemek; kültürel çeşitliliği bir tehdit değil bir zenginlik olarak görüp geliştirmek, birlikte yaşamayı bir sanat olarak görmekten geçen, yeni ve doğru kültür politikalarının oluşturulması gerekmektedir. Çok kültürlü bir toplumda kültürel hayatın demokratik düzeyde yaşanması, en başta bu farklı kültürlerin varlığının kabul edilmesi ve onlara gelişimlerini sürdürebilecekleri imkân ve ortamları oluşturmaya bağlıdır. Gelişmiş bir toplum olmayı, 'muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmayı' hedefliyorsak çok kültürlülük, çok kimliklilik ve çoğulculuk gibi kavramları içselleştirerek onların neşvu nema bula-cakları iklimi oluşturmak zorundayız. KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİNİN TOPLUMSAL BARIŞA ETKİSİ Bir birinden güzel ve şirin devlet ve şehirleriyle Balkanlar, birçok yerleşme kültürünün yeşerdiği büyük bir cazibe merkezidir. Üst üste istif oluşturup bohçalanan uygarlıkların bu coğrafyada bıraktığı hazine gelecekte bu toprakları görülmeden geçilmez bir destinasyon yapacaktır. Hepimizin bildiği gibi, evrensel demokratik yaklaşım, kültürel çeşitliliği toplum ve bireylerin zenginliği olarak görür ve bunu bir sanat olarak tanımlar. Böyle bir yaklaşım, birlikte yaşama bilincini de besleyip geliştirecektir. Katı, statükocu anlayış ise 'ben en iyisiyim ve benden başka iyi, doğru- güzel yoktur' yaklaşımıyla; milliyetçilik adına ırkçılığa varabilecek bir düşünce ve eğilimin zaman içinde palazlanıp yayılmasını özendirir ve farklılıklar arasındaki köprülerin yıkılıp toplum birliğinin uçuruma uçmasına neden olacaktır. Farklı olanın zararlı görülüp köşe bucak saklandığı, inkâr edildiği, istenmediği ve ezildiği bir yapı yerine, farklılığın paha biçilmez sosyokültürel zenginlik sayıldığı ve bu yüzden korunup kollandığı çözüm ve girişimler, toplumun huzurlu geleceği açısından vazgeçilmez yapılanmalar olarak karşımızda durmaktadır. Farklıkları ayrılık ve ayrımcılık olarak gören anlayış, yıllarca huzur içinde ve kardeşçe yaşayan toplulukları mezhepsel, kökensel ve bölgesel ötekileştirmelerle birbirinden uzaklaştırmış, medeniyetler çatışması kandırmacasına destek verircesine Balkanlar ve Anadolu' muzun bu eşsiz dayanışma ve kardeşlik kültürünü üzülerek söylemeliyim ki- erozyona uğratmış ve yozlaştırmıştır. KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİN ÖNEMİ Mekânı, insanı, florası ve faunasıyla bu ayrışmaya adeta başkaldıran 'İstanbul anlayışı' bütün bu çabaları da boşa çıkaracağı gibi, sadece farklı din ve etnik kökenler arasında biraradalığı değil, aynı zamanda demokrasiyi geliştirecek, onu bir yaşama biçimi olarak güçlendirip kültürler arası birlikteliği de sağlayacak güce ve tecrübeye sahiptir. ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK ve MEDENİYETLER Arnold Toynbee, 1930'larda kaleme aldığı medeniyetler tarihi açısından klasikleşen A Study of History adlı eserinde insanlık tarihinde yirmi altı medeniyetin kurulmuş olduğunu, bunlardan on tanesinin bugün de hayatiyetini sürdürmekte olduklarını, ancak bu medeniyetlerden dokuzunun, Batı medeniyetinin hegemonik etkisinin oluşturacağı ekonomi-politik düzen karşısında zamanla buharlaşarak (annihilation) yok ya da asimile olacağını iddia etmişti.(1) Dini ritüellerinden mezhepsel ayinlerine, alışveriş kültüründen yeme içmeye, düşünce ve felsefeden sanat, edebiyat ve müziğe, komşuluk anlayışından akraba sevgisine uzanan geniş ve renkli bir yelpazede yaşam kültürümüzün omurga bileşenleriyle, TÜRKİYE ve BALKANLAR HALISI'nı; nakış nakış, ilmek ilmek birbirini tamamlayan, ayrılmaz, parçalanmaz bir hazinemiz olarak görüyoruz. 63 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Bunun üzerine Samuel Huntington 'Medeniyetler Çatışması' tezini geliştirmişti. merkezleri, marka alışkanlıkları, hayat ritimleri ve (3) biçimleri arasındaki iç içe geçmişliğin yansımalarıdır' Daha önce tek medeniyetten bahseden Batılılar, zaman içinde farklılıkları kabul etmek zorunda kaldılar. Ancak, bu sefer de medeniyetlerin düşmanlık ve çatışma sebebi olacağı üzerinde durmaktan çekinmediler. MEDENİYET MEKÂN ve KENTİN ÖNEMİ Medeniyetler kültürlerin somutlaşmış ve küreselleşmiş halidir. Bu özelliğin yansımaların en güzel şehirler teşhir eder. Ünü ülkelerin bile önüne geçmiş şehirler statik yönleriyle aslında çok mesaj verir, tarihe çok önemli kayıtlar düşerler. Fukuyama ve izleyenleri; 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren gerek İslam, gerek Çin ve Hint medeniyet havzalarında ciddi gelişmelerin gözlendiğini ileri sürerken diğer taraftan Afrika, Latin Amerika gibi medeniyetlerin hâlâ hayatiyetlerini sürdürdüğünü ifade ediyor, ancak; bunu da insanların savaşacakları ile ilgili noktaya çekiyor ve Huntington ile birlikte “Medeniyet”gibi olumlu ve kurucu bir kavramı yıkıcı ve çatışmacı bir eğilimin öznesi yapmaktan çekinmi(2) yordu. Nasıl ki; Mohenjo-Daro Aryan-öncesi Hind, Babil Mezopotamya, Pekin Çin, Atina Yunan, eski Kahire Mısır, Persepolis İran, Roma Roma, Medine İslam, Konya Selçuklu, İstanbul Osmanlı medeniyetinin sırlarını mekânlarında barındırıyorsa, günümüz kültürlerini de New York, Tokyo, Londra, İstanbul, Moskova, Paris şehirleri üzerlerinde yaşatmaktadırlar. MEDENİYETLER ÇATIŞTI MI? SONUÇ Söylenen ve bilinenlerin aksine medeniyetler tarih boyunca varlıklarını sürdürmelerine rağmen çatışmanın katalizörü olmamışlardır. Tam aksine sayısal ve istatiksel olarak bakıldığında da medeniyetler arası çatışmalar, medeniyetler içi çatışmalara oranlandığında yok denecek kadar az olduğu görülecektir. “Dünya, ülke ve yöre barışına katkı sağlamak istiyorsak; küresel düşünecek ve küresel aktörlerle işbirliği imkânları araştıracak, bölgesel duyarlıklara dikkat ederek yerel harekette öncü olacağız. Çünkü medeniyetler insanlığın ortak birikimlerinin ürünüdürler ve yaşanabilir bir dünyaya ciddi hazineler bırakmışlardır. Hâsılı, önyargı ve peşin fikirliliğin toplumu ve dünyayı götüreceği uçurum gösterilerek geleceğimizin güvence altına alınması için dinlerin, kültürlerin, kökenin ve adetlerin birleştirici yönlerini ön plana çıkarıp sahip çıkmak zorundayız. Bu gün de 27 devletle kurulup sayısı kısa zamanda yüz yirmileri aşan ve Başbakanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan'ın eş başkanı olduğu 'Medeniyetler İttifakı Projesi' bu düşüncenin bir ürünüdür. Bir iş yapılmaya başlandığında aslında hiç de zor olmadığı görülecektir. H.Ford'un da dediği gibi; “Zor iş, zamanında yapmadığımız kolay işlerin birikmesiyle oluşur. “ Çünkü Hind Brahmanları, Yunan sofistleri, İslam âlimleri, modern entelektüeller dünyamızı daha renkli, daha heyecanlı kılıyor. Aborjinlerden, Kızılderililere, pigmelerden Afrika yerlilerine varan tipolojiler yeryuvarımızı gezip görülecek cazip bir mekâna dönüştürüyor. Asya, Avrupa, Afrika, Amerika hâsılı her kıta dünya mozaiğimizin paha biçilmez parçasını oluşturuyor. Yunus'ça bir çağrı ile; "Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim, sevilelim Bu dünya kimseye kalmaz.“ Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Sn. Ahmet Davutoğlu'nun ifadesiyle: 'İnsanlığın ortak evrensel değerleri ile medeniyetlerin kendi değer sistemleri arasındaki ilişki küreselleşme sürecinin getirdiği aktarım hızı ve yoğun etkileşim ile son derce renkli bir eklektik alan oluşturmaktadır. Batı şehirlerinde artan Çin mahalleleri, yoga kursları ve İslam kültür merkezleri ve camileri ile eşzamanlı olarak Hint, İslam ve Çin şehirlerinde gözlenen Batı alışveriş DİPNOTLAR 1) Arnold J. Toynbee, A Study of History, (Oxford University Press:N.Y.,1965), vol.1, p.54. 2) Williams, John Alden, (1971), Themes of Islamic Civilization, Los Angeles: University of California Pres, p.2-3. 3) Anayasa Mahkemesi Kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmadan 64 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Bulgaristan'daki Türk Azınlığı Doç. Dr. İbrahim Yalımov 93 Harbinden sonra kurulan Üçüncü Bulgaristan devletinin sınırları içinde oldukça kalabalık bir Türk azınlığı oluşmuştur. Bunların belirli bir kesimi buralara Osmanlılar'dan önce gelmiştir. Çoğunluğu ise Osmanlı devletinin Balkanlar'ı fethinden sonra bu topraklara yerleşmiştir. Söz konusu dönemde Anadolu'dan Rumeli'ye sürekli bir göç akını başlamıştır. Ama daha önceleri de buralara bazı Türkî grupların yerleştiği bir gerçektir. Tarihsel kaynaklardan anlaşıldığı gibi, Türkî kabileler Balkanlar'a daha IV yüzyılda gelmeye başlamış ve VII yüzyılda göç daha da yoğunlaşmıştır. Bazı tarihçilerin kanısınca, Tuna Bulgar devletini kuran Otobulgarlar'ın bir kesimi Osmanlılar gelene kadar Türkî kimliliğini koruyabilmişlerdir. XI, XII yy. buralara birçok Oğuz, Peçenek, Kıpçak boyları göç etmiştir. Daha bu dönemde Güneydoğu'dan da bazı grupların Rumeli, oradan da Balkanlar'a geçtiği anlaşılmaktadır. Bizans imparatorunun kızı Anna Komnina'nın bildirdiğine göre, Arda nehri boylarında, yani Kırçali bölgesinde daha XII yy. belirli bir Türk grubu yaşıyormuş. XIII yy. 60'lı yıllarında belirli bir zaman Dobruça'da konuklanan Sarı Saltık grubundan hiç değilse bazılarının buralarda kaldığı zannedilmektedir. Öyle ki daha Osmanlılar gelmeden önce bugünkü Bulgar topraklarında belirli bir Türk topluluğu bulunmakta imiş. Polonyalı dilciT. Kovalski ve Mutafçiev gibi bazı Bulgar tarihçileri bu gerçeği vurgulamaktadırlar. Bulgar toprakları Osmanlı toprakları sınırları içine alındıktan sonra buraya yönelik Türk göçleri daha da yoğunlaşmış. Herşeyden önce strateji önemi olan bölgelere askeri birlikler yerleştirilirmiş. Öte taraftan idareci, memur ve din görevlileri de yeni yerlerde göreve başlamışlar. Bunlar yanlarında aile efradını ve hizmetkârlarını da getirmişler. Merkezi idare daha Murat döneminde Anadolu'dan Rumeli'ye Yürük denilen belirli kabileleri aktarmaya başlamış. Bunlar Trakya, Rodoplar, Kuzeydoğu Bulgaristan ve diğer bölgelere yerleşmişler. Daha önce buralara göç eden ve kimliğini koruyan Türkler, İslâmiyeti kabul ederek kolonizasyon yoluyla gelen Osmanlılara katılıyorlar. Böylece XVI yy. Türk ve öteki Müslümanlar şehir ahalisinin çoğunluğunu oluşturmaya başlıyorlar. Buralarda yaşayan Türkler Anadolu ve Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki bölgelerinde bulunan Türk milletinin bir kesimini teşkil ediyordu. Kovalski'nin tesbitlerine göre, konuştukları dil 1 Osmanlıca'dan farklı değildi. Çek tarihçi K. İreçek'in de belirttiği gibi, arada belirli lehçe farkı olsa da dilin 2 gramer yapısı ve lügat terkibi aynı idi. 66 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 93 Savaşı döneminde yüzbinlerce Türk yok ediliyor, bir milyon da Rumeli'den çekilen Osmanlı ordusuyla birlikte doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalıyorlar. Buna karşın yeniden kurulan Bulgar devletinde önemli sayılacak kadar Türk kalıyor. 1881 yılı nüfus sayımına göre Prenslik Bulgaristan'da yaşayan iki buçuk milyon ahalinin yüzde 26'sı Türk idi.3 Doğu Rumeli özerk ilinde ise Türkler ahalinin yüzde 34,5'ni oluşturuyordu. Bazı illerde ahalinin hemen hemen tümü Türk idi. Örneğin, Osmanpazarı ve Kurtbunar ilçelerinde Türkler 94%, Kırçali ilçesinde ise 98,8% idiler. 93 Savaşı'ndan sonra, hele de XX yy. Bulgaristan Türkleri'nin sayısı durmadan değişiyor. Bir yandan göç sonucu bu sayı giderek azalıyor, bazı savaşların getirdikleri sınır değişikliği sonucu ise çoğalıyordu. Örneğin, Üçüncü Bulgar devletinin kuruluşundan on yıl kadar sonra bu devlet sınırları içinde 569 720 Türk yaşıyordu. Bunlar tüm nüfusun yüzde 17,2'sini oluşturuyordu. Ellili yılların ortalarında Türkler'in sayısı 675 500'e çıkıyor, ama nüfus içindeki oranları yüzde 9,6'ya düşüyor. 1992 sayımına göre, yani en büyük ve zorunlu göçten sonra, Bulgaristan'da 800 052 Türk bulunuyor. Bunlar tüm nüfusun yüzde 9,44'nü oluşturuyor. 2001 Martı'nda yapılan nüfus sayımının verilerine göre, Bulgaristan Türleri'nin sayısı son iki sayım arasında 42 bin kişi ile azalmıştır. Bugün Bulgaristan'da 758.000 Türk yaşamakta. Bunlar tüm nüfusun yüzde 8,5'ni teşkil etmekte. Kırcali ve Razgrad illerinde Türkler çoğunluktur. Şumen, Tırgovişte ve Silistre illerinde de ahalinin üçte birinden fazlasıTürk'tür. SAYI 17 - 18 kalmak istedi. Ayaklanma Hasköy ve Harmanli'den gelen askeri birliklerin yardımıyla bastırıldı. Ama birkaç zaman sonra Aytos bölgesinde benzeri bir ayaklanma oldu. Sözkonusu dönemde en önemli direniş hareketi Rodop köylülerinin hareketidir. Daha 93 Savaşı biter bitmez 21 köy halkı kazan kaldırdı ve Osmanlı Devlet sınırları içinde kalmak istedi. Benzeri direnişler başka bölgeleri de kapsadı ve birkaç yıl sürdü. Bu nedenle Türkiye ile Bulgaristan arasında 5 Nisan 1886'da imzalananTophane Antlaşması gereğince Kırcali ve Rupços bölgeleri Osmanlı Devletine bağlı kaldılar. Bulgaristan bu bölgeleri ancak Balkan Savaşın'da (1912) ele geçirebildi. BulgaristanTürk azınlığı giderek içinde bulunduğu yeni politik ve sosyo-ekonomik ortamla uyum sağlama zorunda olduğunu anladı. Yeni koşullara göre bir azınlık topluluğu olarak örgütlenip kurumlaşmaya başladı. 1878 Berlin Antlaşması ve 1879'da onaylanan Tırnovo Anayasası ona bu alanda belirli olanaklar sağladı. Berlin Konferansı'na katılan Avrupa devlet temsilcileri Bulgaristan'da çeşitli etnik ve dinsel topluluklarının yaşadığını gözönünde bulundurarak imzaladıkları antlaşmanın 4. maddesinin 2. fıkrasında gerek Prensin seçiminde, gerek Bulgaristan anayasasının hazırlanmasında azınlıkların, bu arada Türk azınlığının “hak ve çıkarları gözetileceği” vurgulanıyordu. Anlaşmanın 5. maddesi azınlıkların hak ve özgürlükleriyle ilgili somut ilkeler koymuştu. Bu maddeye göre, Bulgaristan'da din ve mezhep ayrımı gözetilemez. Azınlıklar, tıpkı Bulgar çoğunluğu gibi bütün medeni ve siyasal haklardan yararlanırlar. Devlet görevlisi olabilirler, istedikleri mesleği veya sanatı seçebilirler. Bulgar hükümeti azınlıklara din ve ayin özgürlüğü sağlamakla yükümlüdür. Aynı dinden olan azınlıklar kendi dini ve toplumsal 4 örgütlerini kurabilir ve dini liderlerini seçebilirler. 93 Savaşı sonucunda Bulgar devleti yeniden kurulunca sözkonusu bu topluluk Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışında kaldı. 1908'de Bulgaistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra bura Türkleri Osmanlı Devleti'nden ve dolayısıyla Türk ulusundan hiç değilse hukuksal bakımdan koptu. Kültürel ve manevi bakımdan Türk ulusu ile ilişkileri sürdürse de artık yeni bir politik ve sosyo-ekonomik ortamda yaşamaya başladı. Yeni Türk azınlığının yaşamını ve kaderini çok radikal biçimde etkiledi. Şöyle ki, Bulgaristan her alanda Avrupalılaşmaya başladı. Hukuk yapısı, politik sistemi değişti. Avrupa saat ayarı, arşın yerine metre, okka yerine kilogram gibi ölçüler uygulanmaya başladı. Tatil günü cumadan pazara aktarıldı. En önemlisi de Türk azınlığı yabancı bir ulusun egemenliği altına düştü. Böylesine değişik ortamı Bulgaristan Türkleri ilk yıllarda yadırgadı. Bu nedenle belirli bir kesimi Türkiye'ye göç etti. Diğer bir kesimi de direnişe geçti. Önce 1880 Şubatı'nda Kırcali bölgesi ayaklandı. Bura ahalisi Doğu Rumeli Özerk İli'ne katılmayı reddedip bağımsız 67 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Böylece Berlin Antlaşması Türk azınlığının medeni ve siyasi haklarının hukuksal temelini oluşturdu. Daha sonra Prenslik Bulgaristan'ınTırnovo Anayasası adı verilen Anayasası ve Doğu Rumeli Özerk İli'nin Kurumsal Tüzüğü hazırlanırken Berlin Antlaşması'nın içerdiği ilkeler belirli ölçüde gözönünde bulundurulmuştur. Tırnovo Anayasası'nı onaylayan Kuruluş Meclisi'nde 11 Türk milletvekili bulunuyordu. Bunların da katılımıyla ve özellikle Liberal Parti milletvekillerinin çabaları sonucu oldukça demokratik nitelikte bir anayasa oluşturulmuştur. Dolayısıyla azınlıklara da belirli hak ve özgürlükler sağlanmıştır. Her şeyden önce yurttaşlar arasında eşitlik ilan edilmiştir. (m. 57). Din ve ayin özgürlüğü Anayasa kapsamına alınmıştır. 42. madde gereğince dini azınlıkların, Bulgar yasaları doğrultusunda, özliderleri tarafından yönetilmesi hükme bağlanmıştır. SAYI 17 - 18 Türk azınlığı içinde bulunduğu yeni sosyo-politik ortamda etnik, kültürel ve dinsel kimliğini koruyabilmesi için özel çabalar harcamak zorunda idi. Buna giden tek yol topluluğun kendi arasında ilişkileri geliştirmek, birleşmek ve kurumlaşmaktı. Önde duran başlıca görev, etnik kültürü canlandırıp geliştirmekti. Böylesine bir sorun, ancak Türkiye'de gelişmekte olan kültürden yararlanarak yerli kültüre gelişme olanakları sağlamakla çözülebilirdi.Türk aydınları zamanın gündeme getirdiği bu gereksinimlerin bilincine vararak eski eğitim ve dini kurumları canlandırmaya ve yeni dernekler kurmaya başladılar. Kültür ve eğitim alanında en önemli kurum okullardı. Tanzimat döneminde, hele de Mithat Paşa'nın Rusçuk valiliği döneminde, bugünkü Bulgar topraklarında yeni yeni okullar açılmıştı. Tüm kasaba ve büyük köylerde sıbyan okulları bulunuyordu. Şumnu gibi büyük şehirlerde rüştiyeler açılmaya başlamıştı. İşte bu yasal haklardan yararlanarak Türk azınlığının temsilcileri ülke yönetimine katılmaya başladılar. Belirtildiği gibi Prenslik Bulgaristan'ın Parlamentosu'nda ve Doğu Rumeli Meclisi'nde Türk milletvekilleri bulunuyordu. Gerçi merkez yürütüm organlarında Türkler'e yer verilmiyordu. Ama ilçe yürütüm kurullarına Türk temsilcileri de katılıyorlardı. Dragan Tsankov hükümeti döneminde (1883) Türkler'in yoğun olduğu ilçelerde, bu azınlığın temsilcileri kaymakam yardımcısı görevine atanmışlardı. Güney Bulgaristan'da Kırcali ve Rupços'tan başka Aytos kaymakamı da Türk asıllıydı. Birçok köy muhtarı daTürk'tü. 93 Savaşı esnasında öğretim düzeni bozulmıştu. Okulların hemen hemen tümü kapanmış, okul binaları kışla, depo, tiyatro salonlarına veya postahaneye dönüştürülmüştü. Ama savaştan 5-6 yıl sonra okullar yeniden açılmaya ve okul ağı genişletilmeye başlandı. Bulgaristan istatistiklerine göre 1894-95 öğretim yılında 1300 ilkokulda 72 582 Türk öğrencisi okuyordu. 16 rüştiyede 5 (orta okulda) da 554 öğrenci bulunuyordu. 1885'te yürülüğe konan “Kamu ve Özel Okullar Yasası” ileTürk okullarının faaliyeti yasal temele oturtuldu.Yasa 1891 ve 1909 yılında yenilense de genel hükümleri yürürlükte kaldı. Öğretim yasası özel ve tüzel kişilere Eğitim Bakanlığı'nın izni ile özel okullar açma hakkı tanıyordu. Türk okulları işte bu madde gereğince eğitimi sürdürdüler. Onlara özel okul statüsü tanındı. Böylece okullarımız belirli bir özerklik elde ettiler. Eğitimi kendi başlarına düzenleyip yürütüyorlardı. Ama tüm özel okullar gibi Türk okulları da Bulgar Eğitim Bakanlığı'nın denetimi altında bulunuyordu. Bakanlık gereken yasal hükümleri uygulanmadığı kanaatına varınca, özel okulları kapatabiliyordu. 1909'da onaylanan yasaya göre, Bulgar dili, tarihi ve coğrafyası zorunlu ders durumuna getirildi ve daha sonra bu derslerin Bulgarca okutulması hükme bağlandı. Ne ki Berlin Antlaşması veTırnovo Anayasası hükümleri Türkler'in ekonomik, özellikle mal-mülk haklarını tamamen güvence altına alamadılar. Gerçi Berlin Antlaşması'nın 12. maddesine göre, Prenslik Bulgaristan'dan göç eden Türkler taşınamayan mallarını koruyabilecek veya kiraya verebileceklerdir. Ama uygulamada bu madde hükmüne sadık kalınmadı. Geçici Rus yönetimi de, onu izleyen Bulgar hükümetleri de Türkler'in topraklarına el koyma olaylarının önünü almak istemediler. Bulgar köylüleri hele de Trakya ve Makedonya göçmenleri savaş yıllarında yurtlarını terk edenlerin topraklarına el koyuyor ve giderek bunların sahibi oluyordu. 1880'de onaylanan bir yasa bey ve çiftçilerin topraklarını on yıl işleyenlere çok az bir para karşılığında bu topraklara sahip olma hakkı tanıdı. 93 Savaşını izleyen 15-20 yıl içinde Türkler'in sahip olduğu toprakların çoğunu Bulgarlar “satın” aldı. Böylece Bulgaristan'ın işlenir toprağının dörtte biri el değiştirdi. Bu dönemde geleneksel zanaatların çöktüğü de gözönünde bulundurulursa Türkler'in ekonomik ve sosyal durumunun ne kadar kötüleştiği tahmin edilebilir. Bulgar yasaları gereğince özel okullar devlet okullarıyla eşit kabul edilmiyordu. Türk rüştiyelerinden mezun olanların diplomaları tanınmıyordu. Devlet, Türk öğretmenlerine bazı belirli dönemler dışında maaş ve emekli maaşı sağlamıyordu. 68 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR XX yy. başlarına kadar Türk okullarında eski öğretim sistemi ve metotları uygulanmaya devam etti. XX yy. başlarında öğretim ve eğitim sistemi yenileştirme eğilimi güçlendi. Tutucu çevrelerinin direnişine rağmen sınıf sistemine geçildi, tek müfredat programı uygulama denemelerinde bulunuldu. Öğretmenler Derneği'nin 1907'de Rusçuk'ta toplanan kongresinde müfredat programı ve okul kitapları sorunu ele alındı. Sözkonusu yenilikle ulaşılmak istenen başlıca amaç, öğretimi pedagoji biliminin ilkeleri temeline oturtmak, dünyevi ve dini dersler arasında daha tutarlı bir denge kurmak, kısaca okur-yazar gençler yetiştirmekti. Gerçekten de bu doğrultuda belirli adımlar atıldı. Özellikle rüştiyelerde dünyevi derslere daha geniş yer veriliyordu. SAYI 17 - 18 yürüttüler. Talimatname yalnız Müslüman cemaatinin çalışmalarını konu edinen ilk başlı başına bir devlet belgesidir. O, Müslüman cemaatinin yönetim sistemini, encümenlik ve müftülüklerin görev ve yetkilerini belirlemektedir. Kısaca bir yönetim yapısı ve mekanizması oluşturmaktadır. Eğitimin gelişmesinde 1906 tarihinde kurulan Muallimini İslamiye Cemiyeti önemli rol oynadı. Geçen yüzyılın 20'li yıllarında onun BulgaristanTürkleri'nin başlıca ve en ilerici örgütü durumuna geldiğine tanık oluyoruz. Bu dönemde Türk Öğretmenler Birliği adını alan dernek ulusal bilincin pekişmesi ve Atatürk devrimlerinin Bulgaristan'da da uygulanması doğrultusunda çabalar harcadı. Kültür kurumları arasında Türk basını da önemli yer almaktadır. Basın tarihimizin kökenleri Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. İlk Türkçe gazete, “Tuna” 1865'te yayın hayatına başlamış ve 1877 yılına kadar çıkmıştı. 1865'ten 1985'e kadar Bulgaristan'da Türkçe 173 gazete ve dergi yayınlanmıştır. Basın Türkçülüğün yayılmasında, etnik kültürün gelişmesinde önemli rol oynadı. Tüm gazeteler kültür sorunlarına önemli yer ayırıyor, özel sahifelerinde şiir ve hikayeler yayınlıyodu. Bu dönemde politik partilerin yayın organlarına seyrek rastlanmaktadır. Ancak “Sebat” (1894-95) Bulgaristan'daki Liberal Parti'nin görüşlerini savunuyordu. 1910 yılında da Bulgar İşçi Sosyal-Demokrat Partisi “Tütüncü Amele Gazetesi”ni yayınladı. Öte yandan “Resmi Gazete” de 1879'da Türkçe yayınlanmaya başlandı. 1909 İstanbul Protokolü'ne ek ve 1913'da imzalanan Bulgar-Türk Antlaşması'na ek “Müftü Sorunuyla İlgili Sözleşme” dini teşkilat, müftülükler, cemmat-ı İslamiye, vakıflar ve şeriat mahkemeleriyle ilgili yeni hükümler getiriyor, dini hakları ve kurumları daha sağlam temellere dayandırıyordu. Bulgaristan, Müslüman dolayısıyla Türk azınlığının hak ve özgürlüklerini güvence altına almayı yükümlenmişti. Türk okullarının giderleri devlet bütçesince karşılanacaktı. Vakıflar, İslam-Türk eserleri korunacaktı. En önemlisi, bu antlaşmalar izmalandıktan sonra Türk azınlığı sorunu ve kurumları Bulgaristan'ın iç işi olmaktan çıkmıştı. Türkiye'ye bu konuda söz hakkı tanınmıştı. Öte taraftan müftülükler Türk azınlığının özel kurumları olarak ele alınmıştı. Başmüftülük bu azınlığın başlıca temsilcisi olarak görülüyordu. Aslında müftülükler dini işlerle birlikte dünyevi işleri de görüyordu. Okullar, vakıflar ve yargı kurumları onların yönetiminde bulunuyordu. 23 Mayıs 1919'da onaylanan “Bulgaristan Müslümanları Müessesat-ı Diniyye İdare ve Teşkilat Nizamnamesi” tüm önceki sözleşmelerde yer alan halkları kapsıyor ve yürürlüğe koyuyordu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dini kurumlar işte bu tüzük doğrultusunda faaliyet gösterdiler. Aynı zamanda BulgaristanTürk azınlığı dini temel üzere de kurumlaştı. Dini kurumlar Türklerle birlikte öteki Müslüman azınlıkları da kapsamaya devam ettiler. Bu kurumların çoğu Osmanlı döneminden kalmaydı. Ekrem Hakkı Ayverdi'nin bildirdiğine göre, Osmanlı döneminden 2356 cami ve mescid, 174 tekke ve zaviye, 6 142 medrese, 400 vakıf vb. kalmıştır. Bulgaristan ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 1925'te imzalanan Dostluk Antlaşması ve Ek Protokol Türk azınlığının dini ve kültürel kurumlarının çalışma olanaklarını daha da genişletti. Ek Protokole göre, her iki hükümet, azınlık haklarının korumasıyla ilgili Neully Antlaşması'nda yazılı hükümlerin tümünden Bulgaristan uyruğu Müslüman azınlıklarını ve Lozan Antlaşması' nda yazılı hükümlerin tümünden Türkiye'de oturan Bulgar azınlığını yararlandırmayı karşılıklı olarak yükümlendiler. Gerçi 93 Savaşı yıllarında bunların çoğu dağılmış ve faaliyetlerini durdurmuştu. Ama savaşı izleyen yıllarda çoğu yeniden canlandırılarak yeni koşullara uygun biçimde çalışmaya başladılar. Dini kurumlar savaş sonrası başlıca 15 Eylül 1895 tarihli 63 No'lu Prens iradesiyle onaylanan “Müslüman İdare-i Ruhaniyelerine Dair Muvakkat Talimatname”ye yaslanarak faaliyet 69 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bu antlaşmada 1909 ve 1913 sözleşmelerinde olduğu gibi, Müslümanlar'dan veya Müslüman azınlıklardan sözedilmekte. Gerçi bundan yararlanarak totaliter sosyalizm döneminde ve özellikle zorla ulusal kimliği değiştirme kampanyası esnasında iktidar çevreleri ve bazı tarihçiler, Bulgaristan'da hiçbir zaman Türk azınlığı bulunmadığını ileri sürdüler. Ama aslında o dönemde “Müslüman” ve “Türk” adları eşanlamda kullanılıyordu. Zira din hala başlıca tarihsel, kültürel, psikolojik ve töresel bir belirleyici ölçüt olarak niteleniyordu. SAYI 17 - 18 olarak nitelendiriliyordu. 1947'de yürürlüğe giren Anayasa'nın 79. maddesinde şöyle deniyor: “Ulusal azınlıklar, Bulgarca'yı öğrenme şartıyla ana dillerinde öğrenim görme ve ulusal kültürlerini geliştirme hakkına sahiptirler”. Gerçekten 50'li yıllarda eğitim ve kültür alanında önemli adımlar atıldı. Türk okullarının sayısı arttı. 1156 okulda, 105 000 öğrenci eğitim görüyordu. Bu arada sekiz lise, üç öğretmen okulu açıldı. Sofya Üniversitesi'nin üç fakültesinde Türk şubeleri oluşturuldu. Üç Türk tiyatrosu çalışmaya, birkaç gazete yayına başladı. Eğitim ve kültür düzeyinin yükselmesiyle birlikte Bulgaristan Türkü'nün ulusal bilinci de pekişti. İşte bundan tedirgin olan totaliter rejim Türk azınlığı konusundaki politikasını değiştirmeye yöneldi. Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Merkez Komitesi'nin (MK) 1958 kararları gereğince Türk azınlığının hakları kısıtlanmaya başlandı. Her şeyden önce okullarımız “Türk ulusçuluğunu yayan birer ocak” ilân edilerek kapatıldı. Gerçi MK'nin onayladığı kararlarda Bulgaristan Türkleri “sosyalist bir ulusal azınlık” olarak niteleniyordu. Ama aynı zamanda bu azınlığın “burjuva Türk ulusu” ile 8 herhangi bir ilişkisi olmadığı iddia ediliyordu. Bulgaristan Türkleri hele de 20'1i yıllarda bir azınlığa özgü tüm belirtilere sahiptiler. İşte bu nedenle Bulgar hükümeti Neully Antlaşması'nda yazılı olan azınlıkları korumaya ilgili tüm hükümlerden Türk azınlığını yararlandırmayı yükümlendi. Onlara Bulgarlar ile eşit siyasi, yurttaş ve dini haklar tanıdı. Din, dil, yayın vb. özgür7 lükler vaadetti. 1925 yılı Antlaşması ve Ek Protokol'de yazılı bu haklar iki dünya savaşı arasında zaman zaman iktidara gelen otoriter rejimlerce oldukça kısıtlandı, tamamen uygulanmadı. Buna rağmen Türk azınlığı okullarını, dini ve hayır kurumlarını yaştabildi. Dahası da var, 20'li yıllarda Türk Öğretmenler Birliği'ni çağın koşullarına göre yeniledi ve ulusal ilkeler temeline oturttu. Öte taraftan “Türk Kültür ve Spor Dernekleri Birliği-Turan”tipinde yeni örgütler oluşturuldu. “Çiftçi Bilgisi”, “Ahali', “ Deliorman', “Rehber”,“Ziya”gibi yeni gazeteler yayın hayatına atıldı. Benzeri dernek, örgüt ve kurumlar 19 Mayıs 1934 tarihinde gerçekleştirilen hükümet darbesine kadar oldukça düzenli çalışmalarda bulundular. Bu çabalar sonucu 20'1i yıllarda önemli bir kültürel atılım sağlandı. Özellikle Bulgar Çiftçi Birliği Hükümeti'nin iktidarda bulunduğu (1919-1923) yıllarda birçok yeni okul açıldı. Şumnu'daki “Nüvvab”ın lise (tali) bölümü işte bu yıllarda çalışmaya başladı. 1918'da öğretime kapılarını açan öğretmen Lisesi - Darü'l-Muallimin de dolu dizgin çalışmaya basladı.Tüm okullarda Eğitim Bakanlığınca onaylanan müfredat programları uygulanmaya ve belirli ders kitapları kullanılmaya başladı, Öğretmenler Birliği, öğretmenlerin pedagojik hazırlığını geliştirebilmek için özel kurslar düzenledi. Böylece öğretim düzeyi bir hayli yükseltildi, öğretim ve kültürel çalışmalar Bulgaristan Türkleri'nin ulusal bilincinin gelişip pekişmesinde çok önemli rol oynadı. İlk zamanlarda bu sözüm ona teoretik temele dayanarakTürk ulusundan ayrı birTürk topluluğu oluşturma amaçlandığı izlenimi yaratıldı. Ama giderek Bulgar ulusuyla“birleşme”politikası uygulanmaya başlandı. Bu politikanın özü, azınlıkların ulusal kimliğini yavaş yavaş ortadan kaldırmaktı. Okullardan sonra bazı gaze-teler de kapatıldı. Folklor grupları, Türk halk türküleri yerine Bulgar türküleri söylemeye başladı. Türkçe'ye suni olarak Bulgarca deyimler sokuldu. Töre ve geleneklerimizi sözüm ona sosyalist törelerle değiştirme yeltenişinde bulunuldu. Pomaklar'ın adları değiştirilmeye başlanıldı. Bununla birlikte Bulgaristan Türkleri'nin bir ulusal azınlık olmadığı tezi de ortaya atıldı. Totaliter rejim Bulgaristan Türkleri'nin oy ve desteğini kazanarak belirli bir sosyal temel oluşturmak zorundaydı. İşte bu iç ve diş faktörlerin etkisiyle 40'lı yılların ikinci yarısında azınlık haklarını kısıtlayan yasa ve yönetmelikler kaldırıldı. Eski hakları geri çevirmekle birlikte azınlıklara, bu aradaTürk azınlığına da, bazı yeni haklar verildi. Resmi devlet yasa ve Komünist Parti belgelerinde Bulgaristan Türkleri bir “ulusal azınlık” 70 Komünist Partisi'nin bu yeni politikası Bulgaristan Türkleri arasında tepkiler uyandırdı. 312 000 küsür kişi Türkiye konsolosluklarına dilekçe göndererek göçmek istediklerini bildirdiler. Bazı bölgelerde direniş grupları oluşturuldu. Nevrokop bölgesinde direnişe geçen Pomaklarla güvenlik güçleri arasında çarpışmalar oldu. Bu durum karşısında totaliter rejim geçici olarak bir adım geri çekilmek zorunda kaldı. Türklerin bazı hakları geri çevirildi.Türk dili öğrenimi zorunlu kılındı, bazı yeni gazeteler yayınlanmaya başlanıldı, Bulgaristan Türk topluluğunun azınlık statüsünü koruduğu resmen bildirildi. İktidardaki Komünist Parti'nin MK 1958 Ekim toplantısında onaylanan kararlarında“Ülkemizdeki Türk ahalisi bir ulusal azınlıktır ve gelecekte de bir azınlık 9 olarak gelişecektir”denmekte. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ne ki bu politika uzun sürmedi. 60'lı yılların sonlarında Komünist Parti yönetimiTürk azınlığını yavaş yavaş eritme politikasını benimsedi. 70'li yıllarda okullarda Türkçe okutulmaz oldu. Türkçe kitap yayınına son verildi. Türkçe gazetelerin çoğu kapatıldı. Yayın hayatına devam eden “Yeni Işık”gazetesi ile “Yeni Hayat”dergisinde yayınlanan yazıların üçte ikisi Bulgarca'ydı. İşte bu dönemde “Türk azınlığı” deyimi tamamen kullanılmaz oldu. 1969 Akraba Göçüyle ileri ilgi görüşmeler esnasında Bulgaristan Dışişleri Bakanı İvan Başev ülkemizdeki Türk topluluğunun bir ulusal azınlık olarak nitelemeyeceğini ileri sürdü. SAYI 17 - 18 çıkan Demokratik İnsan Haklarını Koruma Birliği Bulgaristan Türkleri'ni örgütleme çabalarında bulundu ve bu azınlığın durumunu ve isteklerini dünya kamuoyuna, uluslararası kurumlara bildirdiler. 1989 ilkbaharında ülkede ve dünyada totaliter sosyalist düzen bunalıma girince Türkler'in direnişi yığınlaşarak etkin bir güç durumuna geldi. Açlık grevlerine, hele de miting ve gösterilere onbinlerce insan katıldı. Giderek azınlık haklarını savunmakla birlikte hareket, rejimin demokratikleşmesini de amaçlamaya başladı. Böylece rejimin değiştirilmesi uğrunda savaşım veren demokratik hareketle bütünleşti. İşte bu ortak savaşın sonucunda 1989 Kasımı'nda Todor Jivkov ve grubu iktidardan uzaklaştırıldı ve ülke demokratikleşme dönemine girdi. Bu dönemde Türkler'in başlıca beklentisi totaliter rejimin getirdiği antidemokratik kurum ve kısıtlamaların bir an önce ortadan kaldırılması ve özellikle “soya dönme” adı verilen asimilasyon sürecine son koymaktı. Ama iktidara gelen yeni yetkililerin hemen hepsi T. Jivkov'un yakın çevresindendi. Bunlar asimilasyon politikasının yürütülmesine aktif olarak katılmış oldukları için bu politikanın değiştirilmesinde acele etmiyor, çekimser davranıyordu. Bu durum karşısında Türkler ve öteki Müslümanlar yeniden harekete geçti. Sofya, Kırcali, Gotsedelçev, Madan ve diğer şehir ve kasabalarda mitingler ve gösteriler düzenlendi. Aralık sonlarında Türk ve Müslüman bölgelerden büyük bir grup başkente gelerek açlık grevine başladı. Direnişe katılanlar insan hak ve özgürlüklerini, bu arada Türk isimlerinin iade edilmesini, ana dillerini konuşma ve din özgürlüğü istiyordu. Ülkede etnik gerginlik giderek artıyor ve iç savaş tehlikesi doğuyordu. Bunu gören Komünist Partisi Merkez Yönetimi 29 Aralık 1989 tarihli toplantısında “Türk ve Müslümanlarla İlgili Politikada Hataları Düzeltme” kararı almak zorunda kaldı. Zorla kimlik değiştirme girişimleri kınandı. Azınlıklara eski adlarını ve dillerini kullanma hakkı, din özgürlüğü tanındı. Aynı gün Devlet Konseyi ve Bakanlar Kurulu ortak toplantılarında bir bildiri kabullenerek ad seçme, ana dilini kullanma ve dini özgürlükleri kısıtlama girişimlerini yasadışı olarak niteledi ve Parlamento'yu tüm siyasi suçluları afa davet etti. Neden olarak, bu topluluğun uluslararası hukukun azınlıklara verdiği haklardan daha geniş haklara sahip olduğu ortaya atılıyordu. Gerçekte ise Bulgaristan Türkleri'nin Türkiye Cumhuriyeti'nden ve Türk ulusundan kopararak bir küçük topluluk gibi gösterip önemini azaltma amaçlanıyordu. İşte bu amaçla “Türk ahalisi”, “Bulgar Türkleri”, “Türk asıllı Bulgar vatandaşları” gibi çeşitli deyimler ortaya atıldı. Zaman zaman bu topluluğun Bulgar ulusu içinde bir etnograf grup olduğu iddia ediliyordu. Böylece Bulgaristan Türkleri'nin ulusal özellikleri, kendine özgü kültürü, dili, dini ve töreleri olduğu gerçeyi göz ardı edilmek isteniyordu. Benzeri sözümona bilimsel teorilerle etnik bakımdan monolit bir Bulgar ulusu bulunduğu tezini ortaya atabilmek için zemin hazırlanıyordu. Nitekim 80'li yılların ortalarında Bulgaristan'da Türk asıllı vatandaş bulunmadığı, Türküm diyenlerin aslında Osmanlı döneminde Türkleştirilmiş Bulgar olduğu idia edilerek zorla ad değiştirildi. Daha 1985'te Türkler ad değiştirme ve genellikle asimilasyon politikasına karşı direnişe başladılar. Kırcali ilinin Mestanlı kasabasında, Benkovski ve Kirkovo köylerinde, İsliven'in Yablanovo ve Nojarevo köylerinde, Tırgovişte ilinin Krepçe ve Golyamo Gradişte köylerinde ve başka yerlerde gösteri ve mitinglere katılanlar ile polis ve ordu güçleri arasında kanlı çarpışmalar oldu, birçok Türk şehit düştü. Zorla ad değiştirme kampanyasını izleyen yıllarda birçok bölgede kırktan fazla illegal örgüt veya grup direnişi sürdürdü. Bunlardan Bulgaristan'da Türk Milli Kurtuluş Hareketi, Uzun Kış grubu ve 1988 sonlarında legal olarak ortaya Bu ilk demokratik girişimler Türk ve öteki etnik ve dini topluluklarca coşku ile, Bulgar şövinistleri, komünist parti ve devlet bürokrasisi tarafından ise tepki ile karşılandı. Bunlar zorla ulusal kimlik değiştirme politikasının devam etmesini istiyordu. Parti elemanları ve bunların desteğiyle kurulan aşırı sağcı ve şöven partiler gösteri, miting ve grevler düzenleyerek etnik toplulukların haklarının iade edilmesine engel olmaya yeltendiler. Mitinglerde “Bulgaristan, Bulgarların”, “Türkler Türkiyeye”sloganları atılıyordu. 71 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Oysa zorla ulusal kimlik değiştirme politikası tamamen iflas etmişti. Bu politika sonucu Bulgaristan Türkleri'nin ulusal bilinci, yok olmak şöyle dursun, daha da güçlendi, ulusal duygular iyice şahlandı. Türkler öz kültürüne, dil, din, gelenek ve törelerine daha büyük bir içtenlikle sarıldı. SAYI 17 - 18 Bizler de seçme ve seçilme hakkından yararlanarak toplumsal yaşama örgütlü olarak katılmaya başladık. Hak ve Özgürlükler Haraketi 1990 Haziranı'nda yapılan Büyük Halk Meclisi seçimlerinde 418 000 oy alarak 23 milletvekiliyle ilk olarak Parlemento'ya girdi. 2001 Parlemento seçimlerinde HÖH listesinden 21, 2005 seçimlerinde ise 33 milletvekili seçildi. Bu, ona seçimler sonucunda hükümet ortağı olma olanağı sağladı. 2009 Parlamento seçimlerinde HÖH milletvekili sayısını 37'ye çıkardı. Bugünedek Cumhurbaşkanları ancak HÖH desteği ile seçilebilmektedirler. Parti yerel yönetime de etkin biçimde katılmaktadır. Demokrasiye geçişle birlikte azınlık haklarını sağlama doğrultusunda belirli adımlar atılmaya başladı. Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Aralık 1989 tarihli oturumunda onaylanan kararname ve onu izleyen Parlamento Bildirisi ile Bulgaristan'da azınlıkların bulunduğunu endirek olarak kabullendi. Bulgaristan daha totaliter rejim zamanında BMT İnsan Hakları Bildirisini, UluslararasıYurttaş ve Siyasi Haklar Bildirisini, Avrupa Zirve toplantılarının nıhai belgelerini onaylamıştı. Ne ki Bulgaristan Türkleri'nin iktidar kademelerinde temsili ve özellikle kendi toplumuyla ilgili kararların oluşturulup onaylanma sürecine katılma sorunu teoretik açıdan dahi çözümlenememiştir. Anayasanın 11. madde ve 4. fıkrası Bulgaristan'da etnik ve dinsel temel üzere parti kurmayı yasaklamaktadır. Öte taraftan Parlamento'da bulunan milletvekillerine öz toplumlarının etnik ve kültürel kimliklerini koruyup geliştirmeleriyle ilgili serbestçe öneri sunma olanağı sağlanmamıştır. Uzun tartışmalardan sonra Bulgaristan Parlamentosu 1999'da Ulusal Azınlık Haklarının Savunılmasıyla ilgili Çerçeve Antlaşmasını onayladı. Bu Antlaşma etnik topluluklara mensup yurttaşlara kimliklerini koruma özgürlüğü getiriyor. Antlaşmayı onaylayan devletlere azınlık durumundaki yuttaşlarına kültürlerini, dil, din ve geleneklerini koruyup geliştirme olanağı sağlamalarını, ırk ve etnik ayrımcılığını yasaklamalarını öneriyor. Dini haklar konusunda da benzeri bir çelişkiyle karşılaşmaktayız. 1991 Anayasası evrensel hukukun öngördüğü düşün, vicdani özgürlüğü ve din seçme hakkına (m. 37, f. l) ve dinin devletten ayrılması (m. 13) gibi önemli hükümlere yer vermektedir. 2002'de onaylanan Dini Cemaatlar Yasası, bu cemaatlerin haklarının temel hak olduğunu (m. 2, f. l), dini inanç oluşturma ve seçme özgürlüğünü ilan etti, mahkeme siciline geçmiş olan dini cemaatlere lise düzeyinde okul ve yüksek okullar açma hakkını tanıdı (m. 3, f. 6, 7). Azınlık haklarının tanınıp yasallaşmasında 12 Temmuz 1991'de onaylanan yeni Anayasa, önemli rol oynadı. Kuşkusuz, bu Anayasa geçmiş dönemin izlerini taşımakta, bazı demokrasiyle tam olarak uymayan hükümler de içermekte. Ama genel olarak politik sistemin ve dolayısıyla toplumsal yaşamın giderek demokratikleştirilebilmesi için hukuksal temeli oluşturmaktadır. Her şeyden önce temel insan hak ve özgürlükleri anayasal temele oturtulmakta. Bu konularda evrensel hukuka öncelik tanınmakta. Anayasaya hükümlerinin belirli bir kesimi doğrudan veya dolaylı olarak başlıca azınlık haklarını güvence altına almakta. Örneğin, 6. madde yurttaşların eşit olduğunu, etnik, ırk ve dini nedenle haklarının kısıtlanamayacağını hükme bağlamakta. Etnik azınlıklarının asimilasyonu yasaklanmakta (m. 29, f. l), etnik topluluklara ana dillerini öğrenme (m. 36, f. 2), kendi kültürlerini geliştirme 54. maddede haklarını tanınmakta. Aynı zamanda düşunce, vicdan ve din seçme özgürlüğü tanınmakta (m. 37, f. l). Gerçi Anayasa'da azınlık deyimi kullanılmamakta ama, söz konusu maddeler Bulgaristan'da belirli etnik ve dini topluluklar olduğunu açıkça yansıtmaktadır. Müslümanlar bu haklarına sahip çıkarak din öğretimini yeniden canlandırmaya başlayabildiler. 2011 nüfus sayımının tam olmayan verilerine göre Bulgaristan nüfusunun yüzde 16,7'si, yani 1 milyon 200 bin Müslümandır. Bugün ülkede 1035 küsur cami ve mescid ibadete açıktır. 90'lı yılların başlarında Şumnu, Rusçuk ve Mestanlı'da birer İmam Hatip Lisesi, Sofya'da da üç yıllık bir İslam Meslek Okulu açıldı. 1998/1999 ders yılı başında meslek okulu Yüksek İslam Enstitüsü'ne dönüştürülerek özel bir yüksek okul statüsü kazandı. İHL'rinde ve Yüksek İslam Enstitüsü'nde 250 dolayında oğlan ve kız çocuğu eğitim görmektedir. 1999/2000 ders yılında Müslümanlar'ın yoğun oldukları bölgelerdeki bazı belediye okullarında da seçmeli ders olarak İslamın esasları öğretilmeye başlandı. Bu okullara ve İHL'ne gerekli öğretmenler Yüksek İslam Enstitüsü'nde yetiştirilmektedir. Devlet özel Müslüman okullarından başka belediye okullarında okutulan dini derslerin mali yükünü üstlenmemektedir. Genellikle belediye okullarında okutulan din derslerinin konumu mevzuat açısından hala tartışılmaktadır. Bu nedenle bu derslere devam eden Müslüman çocukların sayısı 4-5 bini aşmamaktadır. Anayasa'da insan haklarıyla ilgili hükümler daha sonra onaylanan Eğitim ve Televizyon, Dini Cemaatlar, Diskriminasyondan Koruma vb. yasalar ile daha da somutlaştırıldılar. Dolayısiyle tüm yurttaşlarla birlikte azınlıklar da belirli hak ve özgürlükler elde ettiler. Her şeyden önce yurttaş ve siyasi haklar kapsamında yaşam ve mülk hakkı, eşıtlik gibi haklar yasal temele oturtuldular. 72 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Öyle ki dini haklar da tam olarak sağlanmamıştır. Bunun başlıca nedenleri, Anayasa ve Dini Cemaatler Yasası'ndan kaynaklanmaktadırlar. Anayasa dinler arasında eşitlik ilkesine aykırı olarak Ortodoks dinini Bulgaristan'ın geleneksel dini ilan etmektedir (m,13, f. 3). Dolaysıyla öteki dini cemaatlerin çalışabilmeleri için mahkeme siciline geçmeleri zorunluluğunu getirilmektedir. Böylece Dini Cemaater Yasası'nın 4. maddesi 2. fıkrasının getirdiği hüküm, yani devlet dini cemaatlerın ve kurumların iç teşkilatına muhadele edemez hükmü anlamını yitirmektedir. İktidar çevreleri sicil işleminden yararlanarak Müslüman cemaati genel konferanslarının onayladığı karar ve seçmiş oldukları yönetim kurumlarını gayriyasal ilan edebilmekte ve böylece suni bunalımlar yaratmaktadırlar. SAYI 17 - 18 zorunlu bir ders konumuna getirilmemiş olmasıdır. O, İngilizce, Almanca gibi Batı dilleri, bilgisayar ve ilmihal ile birlikte seçmeli dersler grubuna alınmıştır. Yeteri kadar ders kitabı ve yardımcı kitaplar bulunmamaktadırlar. Eldeki ders kitapları 1992 yılında basılmış olup son derece yıpramışlardır. Ozel olarak belirtmek gerek ki, ana babalar da Türkçe eğitimiyle yeteri kadar ilgilenmemektedirler. Öte yandan Bulgaristan Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Antlaşmasını onaylamadı. Oysa bu Antlaşma Türkçe'nin kullanma olanağını genişletecek, ana dili eğitimini daha sağlam temellere oturtacaktır. Genellikle bugünkü eğitim sistemi, azınlık çocuklarına Bulgar yaşdaşlarıyle eşit eğitim görme olanağı sağlamamaktadır. ZiraTürk bölgelerindeki okulların altyapısı çok yetersizdir. Bu okullarda çağdaş bir öğretim, özellikle bilgisayar, İngilizce gibi Batı dili öğrenimi gerçekleştirme olanakları çok dardır. Son yıllarda yasa gereğince mecburi öğrenim kapsamındaki (7 i1e 16 yaş arası) çocukların oldukça büyük bir kesimi okul dışında kalmaktadır. Bazı verilere göre, Türk çocuklarının 24% IV. sınıftan sonra okullardan ayrılmaktadırlar. Dahası da var. Okullar çocuklarımıza Türk kimliği bilincini aşılayamamaktadırlar. Zira eğitim felsefesi interkültür öğretim doktrinine yaslanmamaktadır. Bu doktrin azınlık çocuklarına anadillerini öğrenme, öz tarihleri, kültürleri ve gelenekleri konusunda bilgilenme, çoğunluk çocuklarına da öteki kültürlerle tanışma olanağı sağlamaktadır. Hele de kültürel haklar alanındaki atılan adımlar son derece yetersizdirler. Her şeyden önce anadili eğitimi radikal bir çözüme kavuşturulamadı. Büyük Halk Meclisi'nin kararıyla 1991/1992 ders yılında Türk bölgelerindeki okullarda seçmeli ders olarak anadili okutulmaya başladı. İlk zamanlar Türkçe üçüncü sınıftan başlayarak sekizinci sınıfa kadar haftada dörder saat okunuyordu. 1994/1995 ders yılı Türkçe dil öğretimi birinci sınıfta başladı. 23 Aralık 1998'de onaylanan Halk ÖğretimYasası Türkçe'nin zorunlu seçmeli ders olarak birinci sınıftan onikinciye kadar her sınıfta okutulabileceği hükmünü getirdi. Öte yandan Türkçe basın da gereken boyutlara uluşamadı. Gerçi geçen 20 yıl esnasında 15 kadar gazete ve dergi basın hayatına atıldı ama, bunların 4-5'i ancak birer-ikişer yıl ayakta kalabildi. Hala yayını sürdürenlerden en önemlisi çocuk gazetesi “Filiz”dir. 26 Nisan 1990'dan beri Başmüftülük Türkçe ve Bulgarca olarak “Müslümanlar” gazete veya dergisini ayda bir yayınlamaktadır. 2000 yılının başlarında Türk Kültür Merkezi “Kaynak” dergisini yayınlamaya başladı. 1992'lerden beri İstanbullu“Zaman”gazetesi haftada bir defa Sofya baskısı yapmakta. Aynı yazı grubu 1995'te “Ümit” dergisini de yayınlamaya başladı. 90'lı yıllarda “Işık” ve onun devamı olan “Güven”, HÖH'ün yayın organı “Hak ve Özgürlük”, “Balon” ve “Gönül” gibi dergiler ve gazeteler de yayın hayatına atıldı. Ama mali kaynak yetersizliği nedeniyle bu gazetelerin yayın hayatı pek uzun sürmedi. Yayınlamaya devam eden dergi ve gazetelerin tirajları çok düşük olup sırasıyla çıkamamaktadırlar. Radyo yayınları bakımından biraz daha şanslıyız. Ulusal Bulgar Radyosu 10 Ekim 1993 tarihinden buyana sabah yarım saat öğle ve akşamları birer saat Türkçe yayın yapmaktadır. Ama günde onar dakikalık Televizyon yayını ihtiyaçları karşılamaktan çok uzaktır. Dersi okutabilecek ehliyetli öğretmen yetiştirebilmek için 1992'de Şumnu Üniversitesi'nde, 1993'te Filibe Üniversitesi'nin Kırcali bölümünde Türk Dili ve Edebiyatı anabilim dalları oluşturuldu. Buna rağmen okulların çoğunda nitelikli öğretim yapılamamakta. 1995 yılından itibaren anadili eğitimi gören Türk çocuklarının sayısında hızla azalma başladı. 1990'da 93 000 olan bu sayı 2010'da 10 000'e düştü. Bunun başlıca nedeni, Türkçe'nin hatta bugün dahi tam olarak müfredat programları kapsamına alınarak 73 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Kitap yayını ise hala başlangıç döneminde bulunmaktadır. Son yıllarda bazı şair ve yazarlar birkaç kitap yayınlayabildi. Bunlar Bulgaristan Türk edebiyatının ulaşabildiği aşamayı yansıtmamaktadırlar. Ama edebiyatımız çok ağır gelişmekte. Genç kuşaklar arasında şiir, öykü, yazı yaratıcılığına ilgi gösterenler çok azdır. Kitap ve gazete yayımının gereken boyutlara ulaşamamasının başlıca nedeni malî kaynak yetersizliği ve Bulgaristan Türkü'nün ana dilinde eser okuma geleneğini totaliter dönemde yitirmesidir. Bulgar devleti, birçok Doğu Avrupa devletlerinden farklı olarak, malî açıdan azınlık yayımını desteklememektedir. Bu nedenle edebiyat, tiyatro ve diğer sanatlar gerektiği ölçüde gelişememektedirler. Türk aydınları öz kültür ve tarihleri alanında bilimsel araştırma yapma olanağına sahip değildirler. yoğun olduğu bölgelerdeki sanayi işletmeleri, maden ocakları kapatıldı. Türkler'in yüzde 80'ninden fazlası tarımla uğraşmaktadır. Oysa çoğu piyasa üretimi yapmak şöyle dursun, ailelerini geçindirebilecek kadar toprağa sahip değildirler. Türk bölgelerinde sanayi ve hatta tarım üretimi yapabilmek için gerekli altyapı bulunmamaktadır. Devlet özel bir bölge planı hazırlayıp yürürlüğe koyamamaktadır. Çalışma alanında hala diskriminasyon oldukça yaygındır. Türkler patronlarca işe alınmıyor. Onlar da yurt dışına çıkmak zorunda kalıyorlar. İşte bu nedenle buralarda işsizlik ve fakirlik öteki bölgelerle kıyasla daha fazladır. Mart 2011 tarihinde gerçekleştirilen anket sonuçlarına göre Bulgaristan Müslümanlarının 64% fakirler grubu kapsamındadırlar. Öyle ki kültürel kimliğimizi koruyup geliştirebilmek için gereken koşulların sağlandığını söylemek oldukça güçtür. Son yıllarda ulusal kültürlerin entegrasyonun zorunlu olduğu ileri sürülerek azınlık kültürlerinin gelişmesinin gerekli olmadığı görüşü telkin edilmektedir. Demokrasiye geçiş döneminde Bulgaristan Türkleri'nin en önemli sorunu, sosyo-ekonomik haklar sorunudur. Özelleştirme gerçekleştirilirken ayrı ayrı bölgelerin etnik yapısı göz önünde bulundurulmadı. Türkler'in 1) Kovalski, T. Les Turqes e la lanque turque de la Bulgarie du Nord est. Krakourie, 1933, p. 26 2) Иречек, К. Пътуване по България, С. 1974. 3) Данаилов, Т. Изследвания върху демографията на България, С. 1930, с. 35. Kısaca totaliter rejimden demokrasiye geçişle birlikte zorla asimilasyon politikasına son verildi ama elde ettiğimiz sosyo-ekonomik ve kültürel haklar hala evrensel hukukun sağladığı düzeye ulaşamamışlardır. Dahası da var. Bulgaristan AB'ne üye alduktan sonra bu hakları sağlama sürecinde bir gerileme eğilimi belirdi. Türkler yargı ve eğitim sisteminin, ordu ve polis örgütünün üst kademelerinde görev alamamaktadırlar. Öz kimliğini koruyup geliştirmeyle ilgili konularda serbestçe önerilerde bulunma olanağına sahip değildirler. Dolayısıyla Bulgaristan Türkleri, etnik, dini ve kültürel kimliklerini koruyup geliştirebilecek koşullara sahip olabilmek için daha çaba harcamak zorundalar. 4) Международни актове и договори, С. 1958, с. 157 5) Şimşir, B. Bulgaristan Türkleri, İst. 1986, s. 23. 6) İslamAnsiklopedisi, c. 6, s. 403. 7) Кесяков, Б. Принос към дипломатическата 74 история на България, С. 1926, c-92-102.0 8) ЦДА, ф. 1, оп. 5, а.е. 352. 9) ЦДА, ф. 1, оп. 6, а.е. 3371, 1166. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Akhisar (Prusac) BOSNALI BİR MÜDERRİS HASAN KÂFİ AKHİSARÎ Prof. Dr. Cahit BALTACI Rum ve Abdalân-ı Rum'un Avrupa'daki izlerini bugün bile görmek mümkündür. Endülüs dışında Avrupa'ya İslam'ın girişi ve yayılışı Osmanlı Türkleri eliyle olmuştur. Orhan Gazi (12811362)'nin oğlu Süleyman Paşa'nın (v.1358) 1352'de Bolayır'daki Çimpe(Çimbi)'yi üs edinerek Avrupa'ya geçmesi ile İslam Avrupa'ya taşınmıştı. Vakıa Türkler bundan önce de 17 defa Avrupa'ya geçmişlerdi .1 Bu geçişlerin bir kısmında gidenler tekrar dönmüşler, bir kısmında da Hıristiyanlaşarak Avrupa'da kalmışlardır. Ancak bu 18. geçişte Osmanlı Türkleri İslam'ı Avrupa'da yayma misyonunu beraberinde götürmüş ve asırlarca misyonu ayakta tutacak temeller atmışlardır. Osmanlılar XX. Yüzyılın başında Trakya'ya kadar çekilmişlerse de Avrupa'da İslam devamlı olarak yayılma istidadı göstermiştir. 1965'lerden sonra Türkiye Müslümanlarının Avrupa'ya gelişleri de İslam misyonunun Balkanlardan Avrupa'ya kadar ulaşmasının başka bir versiyonudur. Diğer taraftan Osmanlıların Balkan coğrafyasına getirdikleri adalet ve Anadolu'dan buraya yapılan iskânlar da bölgeye huzur ve refah getirmiştir. Bu huzur ortamı içinde yetişen birçok ulema ortaya koydukları eserleri ve bayındırlık hizmetleriyle bu coğrafyada âdeta yeni bir medeniyetin yerli temsilcileri olmuştur. Ortaya konulan ilmi çalışmalar, camiler, tekkeler, medreseler ve bunlar için kurulan vakıflar âdeta yeni bir Balkan coğrafyasının doğmasına sebep olmuştur. Balkan coğrafyasının yetiştirdiği yüzlerce ulemadan birisi de Hasan Kâfi Akhisarî'dir. Bosna'nın Travnik sancağına tabi Akhisar (Prusac) kasabasında doğan Akhisâri XV. asrın sonlarına doğru Arnavutluktaki İskodra'dan Akhisar'ın Zib köyüne yerleşmiş ve Bosna kadısı Bâlî Efendi'den ve diğer ulemadan ilim tahsil ederek 986/1578-79'da tahsili tamamlamış2 kadılık mesleğini seçerek bazı kazalarda kadılıktan sonra 1025/1616'da Berat gecesinde vefat etmiştir. Akhisar' da kendi yaptırdığı külliyede medfundur. İslam tarihi boyunca fütühat hareketleri dışında kolenizatör dervişlerin ve kurulan müesseselerin İslam'ın yayılması ve Müslümanların iskânı konusunda önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Osmanlıların Avrupa'ya yönelik fütühat hareketlerinde de aynı anlayışın yürürlükte olduğu bilinmektedir. Gaziyan-ı Rum, Raciyân-ı 76 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bosna'nın yetiştirdiği bu mümtaz ilim adamı, hem telif ettiği ilmi eserlerle ve hem de Akhisar'ın Nevâbad olarak anılan mahallinde inşa ettirdiği; cami, tekke, medrese, sibyan mektebi ve hamamı ihtiva eden külliyesiyle yeni bir şehir oluşturmuştur. D- Fıkıh: Evliya Çelebi'nin Halveti Şeyhi olarak tanıttığı Hasan Kâfi Efendi, ilmi eserleriyle de temayüz etmiştir. Dil, şiir, mantık, kelam, fıkıh, biyografi ve siyaset alanlarında 18 eser vermiştir. 3- Hadikatu's-sılât fi şerhi muhtasari's-salat. SAYI 17 - 18 1- Semhatü'l vusul ila ilmi'l-usul. (Ebu'l-Berekat Nesefi'nin“Menâru'l-envar”adlı eserinin muhtasarı) 2- Şerhu semti'l-vusûl ilâ ilmi'l-usûl. 4- Risâle fi haşiyeti Kitabi'd-Da'râ Lisadri'ş-seria. 5- Seyfu'l-kudat fi't-Ta'zir. E- Biyografi: Nizamu'l-ulema ilâ hatemi'l-enbiya. (Eser, Hz. Muhammed'in sireti ile Ebu Hanife'den itibaren kendi hocası Hacı Efendi Kara Yılan'a kadar meşhur Hanefi ulemasının biyografilerini muhtasaran yazmış ve sonuna da talebelerinden meşhur üç öğrencisinin biyografisini eklemiştir). A- Dil: Türkçe, Arapça ve Farsça şiirleri bulunan Akhisâri'nin dil alanındaki eserleri: 1- Temhisatu't-Telhis fi ilmi'l-belaga (Hatib elKazvinî'ninTelhisu'l-Miftah'ının muhtasarıdır.) 2- Risale fiTahkiki lafz-ı Çelebi. Siyaset: Usûlü'l-Hikem fi Nizami'l- âlem. Hasan Akhisâri'nin en meşhur ve önemli eseridir. Müellif eserini 1004/1596'da Arapça kaleme almış ve bir yıl sonra da Türkçe tercümesini yapmıştır. Giriş, mukaddime, dört bölüm ve hatîmeden meydana gelen eser, önemli bir nasihatu's-selatindir. Osmanlı devletinin devlet teşkilatlarının bozulmaya yüz tuttuğu bir devirde yanlış gidişatı tenkit etmiş ve olması gerekeni tavsiye etmiştir. Akhisâri, Osmanlı devletinin bozulma sebepleri ve düzelmesi için tavsiyelerde bulunan ilk aydınlardandır.3 3- ŞerhuTemhisi't-Telhis. B- Mantık: 1- Muhtasarı'l-Kâfi Mine'l Mantık. 2- Şerhu Muhtasarı'l- Kâfi Mine'l Mantık. C- Kelam: 1- Ravzatu'l Cennat fi usûli'l-İtikâdât . 2- Ezharu'r Ravzât fi Şerhi Ravzâti'l Cennat . DİPNOTLAR 3- Nûru'l-yakîn fi usuli'd-din. 1) Hammer, Devlet-i OsmaniyeTarihi (trc.M.Ata) İst.1329, I,168 vd.) 2) Ata,s.583. 3) Hasan Kâfi Akhisarî bibliyografyası hakkında daha geniş bilgi için bakınız. Muhammed Aruçi,Türkiye DiyanetVakfı İslam Ansiklopedisi, Hasan Kâfi Akhisarî maddesi. 77 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Osmanlı'nın Balkanlar'daki İktisadi Mirası Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar, Kocaeli Üniversitesi 3 Miras, tarihsel bir süreklilik olarak geçmişten alınarak 1 bugüne devredilen bir şeydir. Sosyo-kültürel anlamda miras ise, belli bir kültürün modern dünyaya yani şu anki uygarlığa yaptığı etki ve bıraktığı izdir.2Bu anlamda, tarihteki tüm imparatorluklar (Roma, Bizans, Moğol, Selçuklu, Osmanlı, Habsburg imparatorlukları gibi) hüküm sürdükler bölgelere, ülkelere ve toplumlara önemli miraslar bırakmışlardır. İmparatorlukların miraslarını “bütüncül” biçimde ele almak yanlış olacaktır. İmparatorluk mirasının “parçalı” olarak incelenmesi gerekir. Yani her hangi bir imparatorluğu mirasını “bölge” temelinde (Anadolu'daki miras, Kafkasya'daki miras, Kuzey Afrika'daki miras gibi) ve “alan” temelinde (iktisadi miras, siyasal miras, kültürel miras, demografik miras gibi) incelemek daha doğru ve açıklayıcı olacaktır. koparak kurulan Balkan ülkelerine bıraktığı “iktisadi miras” incelenip açıklanmaktadır. Osmanlı Devleti bölge ülkelerine bıraktığı iktisadi mirasını büyük ölçüde tımar sistemi, lonca teşkilatları ve merkezi yönetimin kentler üzerinde kurduğu sıkı denetim yoluyla gerçekleşmiştir. Tımar Sistemi Osmanlı Devleti tımar sistemini Bizans toprak düzeninden (pronia veya timarion) ve Selçuklu toprak düzeninden (ikta) miras almıştır. Yani tımar sistemi başlı başına bir“Osmanlı icadı”değildir. Osmanlılar iktisadi, siyasi ve sosyal yönden kendilerinden daha ileri düzeyde olan Bizans ve Selçuklu medeniyetleri ile karşılaşmış ve onların toprak düzenlerini büyük ölçüde benimseyip devam ettirmişlerdir. Çünkü daha geri bir konumda olan topluluklar, fethettikleri veya gelip içine yerleştikleri daha üst medeniyetin alt-yapı ve üst-yapı kurumlarını yıkıp yerine yeni kurumlar koyamazlar. Fethedilen veya içine dâhil olunan medeniyetin mevcut kurumları, benimsenip devam ettirilir ve zamanla bu kurumlar üzerinde bazı değişiklikler yapılır. Çünkü imparatorluk, modern ulus-devlet mantığından çok farklı biçimde örgütlenir ve yönetir. Modern ulusdevletlerde yasalar merkezi yönetim tarafından alınır ve devletin egemenlik alnının tamamında uygulanır. Oysa imparatorluklarda merkezi yönetim tarafından alınan çıkarılan yasalar veya kararlar imparatorluğun egemenlik alanının tamamında aynı şekilde uygulanmaz. Kararlar / yasalar, imparatorluğun değişik bölgelerinde değişik şekillerde uygulanır, bazı bölgeler ise karar ve yasalardan muaf tutulur. Osmanlı Devleti'nde tımar sisteminin ve bu sistem ile ilgili kararların / yasaların Eflak ve Boğdan bölgelerinde uygulanmamış olması buna bir örnek olarak verilebilir. Osmanlı Beyliği de fethettiği veya anlaşma yoluyla aldığı Bizans (Doğu Roma) topraklarında hazır olarak bulduğu müesseseleri benimseyip devam ettirdi ve zamanla bunlar üzerinde bazı değişiklikler gerçekleştirdi. Buna dayanarak Yalçın Küçük “Duraklama dönemine kadar Osmanlı Devleti'nu, Greko-Romen gücün devamı olarak kabul etmek doğru olur”4 diye yazıyor. Ayrıca İlber Ortaylı da Osmanlı Devleti'nu tarihteki üçüncü ve “Müslüman Roma” olarak değerlendiriyor. Çünkü Osmanlı Devleti, Roma'nın müesseselerini devralmış ve onun varisi olmuştur. Nitekim II. Mehmet, İkinci Roma (Bizans) İmparatorluğu'nun başşehri Konstantinopolis'i fethettikten sonra “Kayzer-i Rum” 5 unvanını almıştır. 1299'da kurulup 1918'e kadar varlığını sürdürmüş olan Osmanlı Devleti bu süre zarfında Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde hüküm sürdü ve etkili oldu. Doğal olarak bu büyük imparatorluk tarihteki diğer büyük imparatorluklar gibi ele geçirdiği ve yüzyıllar boyu hâkimiyetini kurumsallaştırdığı bu değişik bölgelerde iktisadi, siyasal, kültürel ve demografik miraslar bıraktı. Bu çalışmada Osmanlı Devleti'nin, kendisinden 78 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bizans (Doğu Roma veya İkinci Roma) düzeninden etkilenmiş olan Osmanlı Devleti'nde topraklar, mülkiyet ilişkileri açısından dört kategoriye ayrılıyordu: (1) Devlet mülkü (miri) topraklar, (2) özel mülk topraklar, (3) vakıf toprakları ve (4) aşiret toprakları.6 SAYI 17 - 18 ledikleri sahte görevlendirme fermanları ile köylüler11 den vergi topluyorlardı. Kural olarak tımar babadan oğla miras kalmıyordu. Bu uygulama sayesinde padişaha ve merkezi yönetime karşı çıkabilecek “toprak soylu aristokrat” ailelerin oluşması engellenmiş oluyordu. Ama baba tımarlı sipahi öldükten sonra oğula (veya oğullara) verilecek olan tımarın büyüklüğü babanın tımarının büyüklüğüne ve 12 önemine bağlıydı. Özel mülk topraklar; padişah tarafından bazı üst düzey yöneticilere ve özellikle söz konusu toprakların fethinde büyük katkısı olan komutanlara bağışlanan topraklardır. Vakıf toprakları; dinsel ve eğitim, sağlık gibi çeşitli toplumsal hizmetler veren vakıflara padişah tarafından bağışlanan topraklardır. Kural olarak vakıf emlakı ve malları padişah tarafından müsadere edilemiyordu. Bu nedenle çok sayıda üst düzey yönetici kendi özel mülklerini güvence altına almak yani müsadereden kaçırmak amacıyla vakıflar kurmuşlardır. Böylece Osmanlı Devleti'nde özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda çok sayıda vakıf kuruldu. Vakıf kurmak yoluyla mülkiyetini güvence altına alma yöntemi özellikle Balkan Müslümanları arsında çok yaygındı.7 Aşiret toprakları ise; bazı aşiret beylerine (özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da) bırakılmış topraklardı. Tebaadan alınan vergi sadece öşürden ibaret değildi. Bunun dışında cizye (gayrimüslimlerden alınan baş vergisi), avarız (askeri seferler zamanında alınır), imdad-ı hazariye (barış zamanında eyalet birliklerinin bakımı için toplanır), arpalık veya peşkeş (hediye anlamında toplanır), resm-i aruzane (evlilik izni harcı), bad-ı have (hayvanlara ve mülke zarar verenden alınan vergi), resm-i curum (suç işleyenlerden alınan vergi) gibi çok sayıda vergi türü toplanıyordu. Tımar sistemiyle ilgili olan resm-i çift (raiyyet rüsumu veya çift resmi) ise, köylünün, devlete ait toprağı tasarruf etmesi karşılığında ödediği vergi idi. Yani resm-i çift, bir nevi top13 rak kirası idi. Osmanlı Devleti'nin toprak düzenine damgasını vuran miri topraklar olmuştur. 1828 yılında tüm toprakların %87'sini devlete ait olan miri topraklar oluşturuyordu. Miri topraklar getirilerine göre has (100.000 akçeden fazla gelir getiren ), zeamet (20.000 ile 100.000 akçe arası gelir getiren) ve tımar (20.000'den az gelir getiren) olarak üçe ayrılıyordu. Has, beylerbeyi, vezir gibi büyük yöneticilere; zeamet, subaşılara; tımar ise askerlik hizmeti karşılığında sipahilere veriliyordu.8 16. yüzyılın sonunda 9 imparatorluk çapında yaklaşık 12 bin tımar mevcuttu. Bu tımarlar Sırp, Yunan (Rum), Romen, Ermeni gibi gayrimüslim sipahilere de veriliyordu. Fakat bunların 10 sayısı Müslüman tımar sahiplerine göre daha azdı. Tımar sisteminde köylü toprağın sahibi değildi, sadece toprağın tasarruf hakkına sahip olan sürekli kiracı statüsündeydi. Köylü ölünce toprağın tasarruf hakkı varis-çi oğla geçiyordu. Fakat eğer ölen köylünün birden çok çocuğu var ise toprağın bölünmesine izin verilmiyordu. Çocuklar birlikte toprağı işliyorlardı. Köylünün yükümlülüğü kendisine tasarruf hakkı verilen toprağı işlemek ve istenen vergiyi vermekti. Köylü eğer üç yıl üst üste toprağını boş bırakırsa toprağın tasarruf hakkı köylüden alınıp başka birisine veriliyordu. Eğer köylü toprağını terk etmek isterse bağılı olduğu tımar, zeamet veya has sahibinden izin almak zorundaydı. İzin verildiği takdirde ise köylü “çift bozan resmi” ödemek zorundaydı. Çift bozan resmini ödemeyen köylünün toprağını terk etmesine müsaade edilmezdi. Bu vergiyi ödemeden toprağını terk eden 14 köylü suçlu durumuna düşüyordu. Osmanlı Devleti'nde tımarlar, bağımsız bir köylü işletmesine yetecek kadar büyüklükte topraklara bölünüyordu ve bu toprakları Müslim veya gayrimüslim fark etmeksizin köylüler ekip biçiyorlardı.Tımar sahibi hasat zamanı şehirden köye iner ve toplam ürünün 1/10 ila 2/10'unu öşür vergisi olarak alıyordu. Savaşa katılan tımar sahibi vergilerin toplandığı hasat zamanına yetişemediyse eğer, tımar sahibinin yerine görevlendirilen bir başak kişi öşür vergisini topluyordu. Bu gibi durumlarda genellikle köylüler ile tımar sahibinin yerine vergiyi toplayan görevli kişi arasında anlaşmazlıklar çıkıyordu. Hatta bazı dolandırıcılar, kendi adlarına düzen- Tımarlı sipahinin temel yükümlülüğü, vergileri toplamak ve ilk 3.000 akçeyi kendisine ayırdıktan sonra her 3.000 akçe için cebellu denilen atlı asker beslemekti. Aynı zamanda sipahi, kasabada düzeni sağlıyor ve kadı mahkemesine çıkarmak üzere tutuklamalar yapıyordu. Fakat sipahi, yönettiği toprağı kendine mülk edinemez, 79 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 köylüyü yargılayamaz, cezalandıramaz, topraktan kovamaz veya toprak üzerinde köylünün yerini değiştiremezdi.15 Bu şekilde özetleyebileceğimiz tımar sisteminin beş amacı vardı: Birincisi, toprakların boş kalmasını ve tarımsal üretimin azalmasını önlemek. İkincisi, devleti bir maliye örgütü kurma külfetinden kurtarmak. Üçüncüsü, orduya asker sağlamak. Dördüncüsü, Osmanlı Devleti'nin merkezi yönetimine ve padişaha karşı koyabilecek “toprağa dayalı yerel güçlerin / ailelerin” ortaya çıkmasını engellemek. Beşincisi, köylü isyanlarını tımarlı sipahiler vasıtasıyla çabuk ve yerinde bastırabilmek.16 nu ödeyemeyen köylünün topraksızlaşması ve “borç kölesi” haline gelmesi sürecini başlattı. Buna bağlı olarak 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarımda özel mülkiyet gelişmeye başladı. Buna, devlet görevlilerinin de tefecilerle ilişkiye girmesi eklenince özel mülkiyetin gelişmesi hızlandı. Tımar Sisteminin Bozulması ve “Balkan Hajdukları”nın Yükselişi Klasik tımar sistemi, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozuldu ve yerini iltizam sistemine bıraktı. Yani vergiler sipahiler aracılığıyla değil mültezimler aracılığıyla toplanmaya başlandı. İltizam sistemine göre devlet, vergi toplama yetkisini açık artırma yöntemiyle mültezim olarak adlandırılan kişilere veriyordu. Açık arttırmada en yüksek parayı veren mültezim, vergi toplama yetkisini elde ediyordu. Mültezim, kendisine verilen bölgeden mümkün olduğu kadar çok vergi toplamaya çalışıyordu. Mültezimden daha önce parayı almış olan devlet ise mültezimin vergi toplama işine karışmıyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda özellikle Balkan memleketlerinde özel çiftlikler ortaya çıkıp gelişti. Bu çiftliklerin sahipleri genellikle mültezimler ve tefeciler idi. Mültezimler ve tefeciler, borcunu ödeyemeyen ve ağır vergilere dayanamayıp toprağını terk eden köylülerin topraklarına el koymak suretiyle kendi özel çiftliklerini kurdular. Tabi ki bu yöntem imparatorluk yasalarına aykırıydı. Ama yerel devlet görevlileri mültezimler ve tefeciler ile birlikte hareket ediyordu ve merkezi yönetimin taşradaki denetimi giderek zayıflıyordu. Bu nedenle mültezim ve tefecilerin, köylülerin tasarrufuna bırakılmış olan toprakları yasalara aykırı biçimde ele geçirip kendi özel çiftliklerine dönüştürmeleri engellenemedi. İşin içine bir de tefeciler karışıyordu iltizam sisteminde. Çünkü mültezimler vergi toplama yetkisini elde edebilmek için açık arttırmada en yüksek parayı önermek zorundaydılar ve bu nedenle de tefecilerden faiz karşılığında borç para almak zorunda kalıyorlardı. Mültezim, tefecilere olan borcunu, köylülerden topladığı vergilerden ödüyordu. Öte yandan ise, mültezime verilmesi gereken vergi miktarını zamanında denkleştirmeyi başaramayan köylüler de tefecilerden faizle borç almak zorunda kalıyorlardı. Bazı yerlerde ise iş iyice çığırından çıkmıştı. Çünkü mültezim ile tefeci aynı kişi idi.Yani aynı kişi hem vergileri topluyor hem de vergi miktarını denkleştiremeyen köylüye, vergisini tam olarak ödeyebilmesi için faizle borç para veriyordu. Örneğin 18. yüzyılda Ege bölgesindeki Karaosmanoğulları, hem köylüden vergi toplayan hem de köylüye faizle para veren bir“mültezim-tefeci aile”haline gelmişti.17 Merkezi yönetimi güçlendirip merkez-kaç güçleri zayıflatan tımar sisteminin yerine merkezi yönetimi zayıflatıp merkez-kaç güçleri güçlendiren iltizam sistemine geçilmesinin iki temel nedeni vardır: Birincisi; Avrupa'da savaş teknolojisinin gelişmesi sipahilerin savaş alanındaki üstünlüklerini kırdı. Böylece, devlete cebellu yetiştiren tımar sisteminin önemi azaldı. İkincisi; fetihlerin azalması, savaş/savunma masraflarının artması ve iktisadi hayatta para-meta ilişkilerinin gelişmesi sonucunda memurların ve askerlerin maaşlarının eskiye göre daha fazla oranda nakdi olarak ödenmesi gerekiyordu. Ayrıca dış ticaret açığının ve borçların artması nedeniyle devlet, eskisine göre daha fazla nakit paraya ihtiyaç duymaya başladı. Klasik tımar sistemi bu nakit para ihtiyacını karşılayamıyordu. Bu nedenle, açık arttırmalarda en yüksek nakit parayı ödeyen kişiye (mültezime) vergi toplama yetkisini veren ve böylece hazineye nakit para kazandıran iltizam sistemi uygulanmaya başlandı. Böylece tefeci sermaye, vergi toplayan mültezim ve vergi veren köylü aracılığıyla tarımsal mülkiyet ilişkilerine sızdı. Bu durum, vergisini ve tefeciye olan borcu- 80 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bu sistem adım adım tarım alanında özel mülkiyeti geliştirdiği gibi, aynı zamanda köylülerin topraklarını terk etmelerine neden oldu. Çünkü iltizam sistemi, köylüleri, hem mültezimin hem de tefecinin yükünü taşıyamaz/karşılayamaz hale getirdi. Böylece tarımsal üretim azaldı, kıtlık, enflasyon ve yoksulluk arttı. Ayrıca tımar sisteminin çökmesiyle birlikte kırsal kesimlerde asayişi mekanizması çöktü, kargaşa arttı ve merkezi yönetimin otoritesi azaldı.18 SAYI 17 - 18 Batı Avrupa'da toprağını terk eden köylüler kentlere göç edip buralardaki manüfaktürlerde çalışma yani işçileşme fırsatı buluyorlardı. Ama yoğun sömürüye ve keyfi uygulamalara daha fazla dayanamayıp topraklarını terk etmek zorunda kalan Osmanlı köylü-lerinin gidebilecekleri sadece üç yer vardı: Dini tarikatlar; paralı askeri birlikler (lejyonerlik) ve hajduk/klephtis çeteleri. Çünkü bu köylüleri emebilecek ve işçiye dönüştürebilecek manüfaktürler Osmanlı kentlerinde Batı Avrupa kentlerindeki gibi ortaya çıkıp gelişmedi. Bunun temel nedeni, Osmanlı kentlerindeki güçlü lonca teşkilatları ve merkezi yönetimin kentler üzerindeki sıkı denetimi idi. Meşhur Celali İsyanları en yoğun ve en şiddetli olarak tımar sistemini bozulduğu ve iltizam sisteminin yaygınlaştı 1590-1650 döneminde gerçekleşti.19 Yine aynı şekilde Balkanlar'da köylü ayaklanmaları da dalga dalga bu dönemde yayıldı. Örneğin; mültezimlerin ve tefecilerin sömürüsü ve yerel devlet görevlilerinin keyfi uygulamaları altında ezilen ve yoksullaşan Makedonya köylüleri 1595-1616 döneminde kitlesel ayaklanmalar düzenlediler. Yoksullaşan, topraksızlaşan ve mevcut düzenden umudunu kesen köylülere kucak açan, dağlarda ve sınır bölgelerinde üslenen, yağmacılıkla geçinen Balkanlar'ın meşhur çeteleri çoğaldı 16. yüzyıllın sonlarından itibaren. Slav dillerinde hajduk, Yunancada klephtis olarak adlandırılan bu çetelerin liderleri, silahlı adamlarını, topraklarını terk eden köylüler arasında topluyorlardı. Balkan hajdukları / klephtisleri özellikle Nisan ve Ekim arasında Müslim ve gayrimüslim mültezimlere, tefecilere, beylere ve devlet görevlilerine saldırılar düzenliyorlardı. Böylece hajduklar/klephtisler, bu kesimler tarafından sömürülen ve ezilen köylü halkın sempatisini topladılar. Hajdukların belli bir siyasal ideolojileri veya köylülüğü sömürüden kurtarıp daha adil bir düzen kurmak gibi bir sosyo-ekonomik programları yoktu. Nadir de olsa hajduk liderleri, sömürüden ve çeşitli murdarlıklardan usanan yoksul köylüleri yanlarına çekerek kitlesel ayaklanmalar da örgütlemişlerdir. Bunlardan en bilineni Makedon hajduk Karpos'un büyük ayaklanmasıdır (1689-1690). LoncaTeşkilatı Hajduklar ve klephtisler, “zalim” mültezimlere, tefecilere, beylere ve devlet görevlilerine zarar veren saldırılar düzenledikçe, bu kişiler tarafından sömürülen ve aşağılanan köylüler, intikamlarının alındığını hissediyorlardı. Bu nedenledir ki Balkan köylü halkaları hajduklar ve klephtisler adına sayısız kahramanlık türküleri yakmışlardır. Rum halk türküsü “Klephtisin Ölümü” ve Sırp hajduk Marko Kraljevich 20 adına yazılan türkü bunlara örnektir. 81 Tımar sistemi gibi lonca örgütlenmesi de Osmanlı Devleti'nin buluşu değildir. Osmanlı Devleti'nden önce Bizans'ta, Selçuklularda, Irak'ta, Azerbaycan'da, İran'da, bu teşkilatlara rastlanmıştır. Moğol istilası sırasında Anadolu kentleri ahi teşkilatları tarafından yönetilmekteydi. Nitekim Osmanlı henüz bir beylik iken ahi örgütleri kentleri yönetiyordu. Osmanlılar merkezi yapıyı kurarken bu teşkilatlardan faydalandı. Osmanlı Devleti merkezi yönetimi güçlendikçe ahileri ortadan kaldırdı. Ancak Osmanlı kentlerindeki zanaat ve esnaf teşkilâtları olan loncalar, ahilik ilkelerini ve geleneğini sürdürmeye devam ettiler. Loncalar, Osmanlı kentlerinde aynı meslek dalından esnaf ve zanaatkârların oluşturdukları birliklerdi. Bu birliklerin katı kurallarla örülmüş hiyerarşik bir yapısı vardı. En tepede lonca üyelerinin seçtiği ve kent kadısının onayıyla görevine başlayan kethüda, ikinci sırada yiğitbaşı bulunuyordu. Bunlardan birincisi devleti, ikincisi lonca esnafını temsil ediyordu. Kethüda, lonca üyelerinin yasa ve yönetmeliklere uygun davranmalarını sağlamakla yükümlüydü. Lonca kethüdalarının üstünde bir de şehir kethüdası vardı. Şehir kethüdası, kentin diğer ileri gelenleriyle birlikte kent nüfusunu TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 devlete karşı temsil ediyordu. Yiğitbaşı loncanın içişlerini yürütür, gerektiğinde kethüdaya vekâlet ederdi. Yiğitbaşının görevleri arasında, loncaya gerekli olan hammaddelerin sağlanarak ustalara dağıtılması, üretilen malların kalitelerinin standartlara uyup uymadığının denetlenmesi, bu malların diğer lonca ve dükkânlara iletilmesi gibi sorumluluklar yer alıyordu. Lonca içinde bulunan dükkânlarda yamaklık, çıraklık, kalfalık ve ustalık mertebeleri lonca kurallarına bağlanmıştı. İki yıl ücretsiz olarak çalışan yamak çıraklığa yükseliyordu. Üçer yıllık çıraklık ve kalfalıktan sonra ustalık seviyesine geliniyordu. Ustalık seviyesine yükselmek, ayrı bir dükkân açabilme yetkisini elde etmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla kentteki dükkân sayısına ve piyasanın büyüklüğüne göre kalfalara ustalık belgesi veriliyordu. Dükkân sayısı arttıkça ve piyasa daraldıkça loncadan ustalık belgesi almak ve yeni bir dükkân açmak zorlaşıyordu. Başka bir ifadeyle, bir kentte ve bir sektörde yeni bir yatırım yapmak, beceriye ve sermaye gücüne bağlı değildi; yatırımlar, tamamıyla loncanın iznine bağlıydı. Ayrıca esnaf ve zanaatkârlar arasında rekabet söz konusu değildi. Çünkü iktisadî ilişkiler, lonca teşkilâtı tarafından belirlenen kurallara tabiîydi. Loncaların, kentlerdeki iktisadi faaliyetlerin vergilendirilmesinde oynadıkları rol de önemliydi. Kısacası; imparatorluğun merkezi yönetimi, kırsal kesimi nasıl tımar sistemi aracılığıyla denetliyorsa, kent ekonomisini ve hayatını da lonca teşkilatları vasıtasıyla kontrol 21 altında tutuyordu. Bu yapısal özellikleriyle lonca teşkilatları ve düzeni, Batı Avrupa'da modern sanayinin ve kapitalizmin temelini oluşturan manüfaktürlerin kurulması için gerekli koşulları yaratmadı. Bunun dört temel nedeni vardır: Loncalar, devletin (merkezi yönetimin) denetiminde çalışıyordu. Lonca sayısı ve örgütlenme düzeyi geliştikçe loncalar üzerinde devlet denetimi daha fazla sıkılaşıyordu. Osmanlı Devleti'nin loncaları ve kent ekonomisini denetlemek ve düzenlemek amacıyla koyduğu kurallar bütününe ihtisab adı veriliyordu. İhtisab kurallarının belirlenmesinde devlet, loncalarla işbirliği yapıyor ve en önemli kararlar kadı tarafından lonca temsilcileriyle birlikte alınıyordu. Bu düzenlemeyi devlet adına yürüten kişiye muhtesip adı veriliyordu. Devlet lonca işbirliği; hammaddelerin nereden, hangi fiyattan, hangi miktarda alınıp lonca üyelerine nasıl dağıtılacağı, hangi maldan ne miktarda nasıl üretileceği ve hangi fiyattan nereye, ne kadar satılacağı, ne kadar yeni dükkân kimler tarafından açılacağı gibi kentteki üretim ve ticaret ilişkilerini sıkı kontrole bağlayan kuralları belirliyordu. Yani kent ekonomisi ve hayatı devlet-lonca işbirliğinin tekelindeydi. (1) Loncalar, el zanaatlarının ayrılmasına ve yetkinleşmesine yardımcı olmuş, ama işyeri içinde işbölümüne olanak vermemiş, bir ustanın çalıştırabileceği kalfa ve çırak sayısını sınırlayarak üretim araçları sahibi olan ustanın fiili olarak üretim araçlarından ayrılmasını ve bu araçların sermayeye dönüşmesini engellemiştir. (2) Lonca düzeni, kentlerde üretim ve geçim araçlarından yoksun olan ve bu nedenle de yaşam ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kendi emek-gücünü satan işçilerin ve aynı zamanda bağımsız yatırım kararı alabilen girişimcilerin oluşmasını engellemiştir. Çünkü loncalar çalıştırılacak kişi sayısını, yeni yatırımların yapılmasını ve var olan esnaf ve zanaatkârların çalışmalarını çok sıkı kurallara bağlayıp sınırlandırıyordu (3) Devlet, kentlerde merkez-kaç güçlerin gelişmemesi için, lonca teşkilatları ise, rakip bağımsız girişimcilerin ortaya çıkmaması için sermaye sahibi tefecilerin, mültezimlerin, yerli zanaatçıların ve yabancı tüccarların kendi bağımsız manüfaktürlerini kurmalarını engelledi, yasakladı. Osmanlı Devleti'nin loncaları ve loncalar üzerinden kent ekonomisini ve hayatını denetlemesinin kendi açısından son derece haklı ve rasyonel gerekçeleri vardı. Her şeyden önce, kent nüfusunun temel tüketim ihtiyaçlarının karşılanması hem iktisadi hem de siyasal açıdan çok önemliydi. Kent nüfusunun temel tüketim ihtiyaçlarının karşılanamaması, siyasal istikrarın bozulması anlamına geliyordu. Bu bağlamda, loncalar iktisadî açıdan kent yaşamında en önemli yere sahipti. Bunun dışında sarayın, ordunun ve donanmanın gereksinmelerinin düzenli bir biçimde sağlanması da loncaların desteği ve denetlenmesiyle mümkündü. (4) Loncalarda üretim piyasaya göre değil, bir takım “ahlaki” normlara ve “fütüvvet” ilkelerine göre düzenleniyordu. Amaç ise, sermaye birikiminden çok, kıt kaynaklar kullanılarak ihtiyaçları karşılamak idi. Dolayısıyla loncalar, esnaf ve zanaatkârlar arasında rekabeti değil, meslek dayanışmasını ve usta-kalfa-çırak hiye22 rarşisini içeriyordu. 82 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 İşte bu dört nedenden dolayı Osmanlı kentlerinde, topraklarını terk eden köylüleri “işçileştirecek” ve ellerinde sermaye bulunan tefecileri, mültezimleri, esnaf ve zanaatçıları “burjuvalaştıracak” manüfaktürler kurulamadı ve böylece kapitalizmin gelişimi gecikti. Osmanlı Devleti'nde kapitalizmin doğuşunu geciktiren lonca düzeni ancak 19. yüzyılda tam olarak yıkıldı. Bunu sağlayan faktör ise, Osmanlı ekonomisinin kapitalist Batı ekonomisine entegre olmasıdır. Kapitalist Batı ekonomisine entegrasyon ilerledikçe lonca düzeni çözüldü ve loncaların yerini, piyasaya dönük atölyeler 23 almaya başladı. Ataka Partisi ve Sırbistan'daki Radikal Parti, bu resmimilliyetçi tarih anlayışını halen benimseyen ve devam ettiren aşırı milliyetçi çevrelere örnektir. Balkanlar Üzerine“İktisadi”Tartışma Bu şekilde düşünen akademisyenlerden birisi olan Michael Palairet Balkan Ekonomileri adlı çalışmasında Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya'da Osmanlı hâkimiyeti altında tarım, hayvancılık ve tekstil imalat sanayi alanlarında geliştiğini, ama Osmanlı Devleti'nden ayrıldıktan sonra Birinci Dünya Savaşı'na kadar iktisadi durgunluk dönemi yaşandıklarını açıklıyor. Palairet, bu ülkelerde bağımsızlık / ayrılma sonrasında ortaya çıkan iktisadi durgunluğu dokuz nedene bağlıyor: Öte yandan bazı akademisyenler ise Osmanlı Devleti'nin iktisadi yönden bölgeye olumlu etkilerde bulunduğunu yazıyor. Bosna-Hersekli profesör Kazım Hacımeyliç'e göre “Osmanlının ilk hakim olduğu yıllarda birer küçük yerleşim yeri olan Saraybosna, Mostar, Travnik, Poçitel, Stolac, Banyaluka, Bihaç ve Zvornik (Osmanlı hakimiyeti altında) iktisadi ve ticari hayatın artmasıyla kısa bir dönemde büyük şehir görünümüne gelmişlerdir.”26 Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'a iktisadi etkisi konusundaki en büyük tartışma, imparatorluğun Balkanlar'ın iktisadi gelişimine engel olup olmadığı üzerinedir. Balkanlı milliyetçi tarihçiler arasında yaygın olan kanı Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'ın gelişimine engel olduğudur. Bu yaygın kanıyı paylaşanlardan birisi ünlü Bulgar tarihçi Nikolai Todorov'dur. Todorov, Osmanlı hâkimiyeti süresince Bulgaristan'ın kültürel ve iktisadî yönden Batı Avrupa'daki gelişmelerden koptuğunu ve bir 24 durgunluk dönemi yaşadığını ileri sürmüştür. (1) Osmanlı Devleti'nin sağladığı güvenlik şemsiyesi altında düzenli biçimde işleyen büyük bir piyasanın imparatorluktan ayrılma sonrasında kaybedilmesi. (2) Bağımsızlık sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ devletlerine uyguladığı baskılar ve yüksek gümrük tarifeleri. (3) Bağımsızlık sonrasında ortaya çıkan siyasal istikrarsızlığın iktisadi yıkıcılığı. (4) Tarımı ve kent yaşamını organize eden ve tarımsal işgücünün önemli bir kesimini oluşturan Müslüman nüfusun bu ülkelerden gönüllü veya zorunlu olarak göç etmeleri. (5) Müslümanlara ve Osmanlı Devleti'ne ait tarım alanlarının bağımsızlık sonrasında yerli Hıristiyan köylülere dağıtılması sonucunda tarım topraklarının çok küçük parçalara bölünmesi ve bunun verimsizliğe yol açması. (6) Bağımsızlık sonrasında yeni kurulan hükümetlerin uyguladıkları oportünist siyasetin sonucunda kırsal kesimde ormanların ve otlakların köylülerce yağmalanması. (7) Bağımsızlık sonrasında kurulan hükümetlerin oportünist vergi siyasetleri sonucunda kırsal nüfusta ortaya çıkan tembelleşme ve disiplinsizlik. (8) Bağımsızlık sonrasında kır ve kent ekonomilerinde ortaya çıkan kopukluk. (9) Bağımsızlık sonrasında yeni kurulan hükümetlerin yabancı sermayeye şüpheyle yaklaşmaları ve yerli sermayeye iktisadi kaynakların peşkeş çekilmesi. Balkan ülkelerindeki resmi-milliyetçi tarih görüşüne göre Osmanlı işgali nedeniyle Balkan ülkeleri ve toplumları Batı Avrupa'da meydana gelen Rönesans, Reform, hümanizm ve aydınlanma hareketlerinden koptu. Osmanlı işgali Balkan kültürünün ve entelektüel hayatının taşıyıcısı olan din adamlarını ve aydınlarını fiziksel olarak yok etti veya bu kişiler hayatlarını kurtarabilmek için ülkelerini terk edip Avrupa'nın başka kentlerine sığınmak zorunda kaldılar. Ayrıca Osmanlı devleti ve yönetim şekli (despotluğu), Balkan kentlerinde burjuvazinin, aristokrasinin ve entelektüellerin gelişmesini engelledi. Bu nedenle Balkanlı resmi-milliyetçi tarih yazıcılarına göre Osmanlı hakimiyeti dönemi Balkanlar için tam anlamıyla bir “Karanlık Çağı”dır. İşte bu “Karalık Çağ” nedeniyle Balkanlar'da bilim, kültür ve iktisat Batı Avrupa'ya göre geri kaldı. Bu resmi-milliyetçi tarih anlayışı özellikle ilk bağımsızlık yıllarında Balkan ülkelerinde çok yaygın ve hakim idi. Asıl amaç; tarihi açıklamak değil, bağımsızlık sonrasında “milli kimliği” ve “milli devleti” inşa etmek idi. Bu nedenle de Osmanlı Devleti ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti, yani “Barbar Türkler”, tüm geriliklerin ve kötülüklerin nedeni olan “öteki-düşman” olarak kurgu25 landı. Bu resmi-milliyetçi tarih anlayışı, günümüz Balkan tarihçileri ve entelektüelleri arasında gücünü büyük ölçüde yitirmiş olsa da, aşırı milliyetçi çevrelerde halen yaşıyor ve etkisini sürdürüyor. Bulgaristan'daki 83 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR İktisadi gerilemenin nedenlerini bu şekilde açıklayan yazara göre Bosna Hersek, 1878'de fiilen (1908'de resmen) Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp AvusturyaMacaristan İmparatorluğu'na geçtikten sonra iktisadi gerileme yaşamadı. 4 Haziran 1882 tarihinde BosnaHersek'e Finans Bakanı olarak atanan Benjamin Kalay'ın yoğun çalışmaları, altyapı yatırımları ve uyguladığı rasyonel-modern ekonomi politikaları sonucunda ulaşım, tarım, madencilik, ticaret, imalat sanayi, enerji ve kent hayatı alanında Osmanlı Devleti döne27 mine göre çok daha fazla gelişme kaydedilmiştir. SAYI 17 - 18 ce özgür (yani serfleşmemiş) köylüler ve tarımda temel üretim birimi olarak küçük çiftçi arazileri, bağımsızlık sonrasında Balkan ülkelerinin (Romanya hariç) temel 30 özelliği oldu. Balkanlar'da toprak beyleri, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tımar sisteminin bozulup iltizam sisteminin gelişmesi ile birlikte oluşmaya başladı. Fakat bu durum imparatorluğun merkezi yönetimi tarafından sınırlandırıldı. Böylece Balkanlı toprak beyleri hiçbir zaman güçlü“aristokrat aileler”e dönüşemediler. Ayrıca tımar sisteminin bozulup yerini iltizam sistemine bırakması Balkan memleketlerinde hajduk / klephtis adındaki çetelerin güçlenmesine neden oldu. Çünkü iltizam sistemi tımar sistemine oranla köylülerin sırtına daha ağır vergiler yükledi ve bu yeni sistem içinde köylüler, mültezimler ile tefeciler tarafından ağır biçimde sömürüldü. Mültezim ve tefecilerin sömürüsünden kaçan Balkan köylüleri dağlarda ve sınır boylarında üslenen hajduk / klephtis çetelerine katıldılar. Bazı hepsi değil hajduk / klephtis liderleri ise, 19. yüzyılda yaygınlaşacak olan bağımsızlık isyanlarına katılıp silahlı adamları ile birlikte Osmanlı paşalarına ve askerlerine karşı savaştılar. Bu hajduk / klephtis geleneği 20. yüzyılda da Balkan ülkelerinde varlığını devam ettirdi. Örneğin; ilk olarak Balkan Savaşları'nda, daha sonra Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nda sahneye çıkan meşhur “Sırp Çetnik Birlikleri”nin tarihsel kökeni ve geleneği Sırp hajduklarına dayanır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Tito'nun liderliğindeki Komünist Partizan Birlikleri tarafından bozguna uğratılan Sırp Çentikleri, Sosyalist Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde Hırvatistan ve BosnaHersek'te yaşanılan savaşlarda (1991-1995) yeniden hortlayacaktır. Kentlerde ise iktisadi hayata lonca teşkilatları hakim idi. Loncalar kent hayatını iktisadî açıdan canlı tutuyor, üretim ve ticareti kesintiye uğratmıyor ve kentlerde toplumsal düzen ve asayişin hakim olmasında önemli rol oynuyorlardı. Ama aynı loncalar kentlerde manüfaktürlerin, rekabetçi piyasa ilişkilerinin, güçlü ve bağımsız bir burjuvazi sınıfının, kalabalık bir işçi sınıfının ve kapitalizmin oluşmasını / gelişmesini engelledi. Ayrıca loncalar ve kentler, merkezi yönetim tarafından Batı Avrupa kentlerine oranla sıkı denetim altındaydı. Batı Avrupa'da serbest ticaret, manüfaktürler, sanayi, burjuvazi ve işçiler yani bir bütün olarak kapitalist ekonomi tarzı merkezi yönetim tarafından sıkı denetlenmeyen (veya denetlenemeyen) bağımsız veya özerk kentlerde doğup gelişti.31 Fakat Balkan kentleri Osmanlı Devleti'nin merkezi yönetimi (İstanbul) tarafından sıkı biçimde denetleniyordu ve kentler, diğer Ortaçağ İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devlet yönetimine “tâbi”idi.32 Bu durum, Balkan kentlerinde manüfaktürlerin, burjuvazinin, işçi sınıfının ve nihayet bir bütün olarak kapitalizmin gelişimini geciktirdi. İktisadi Miras Osmanlı Devleti Balkanlar'a beş önemli iktisadi miras bıraktı: (1)Yaygın küçük köylülük (2) Zayıf burjuvazi (3) Zayıf aristokrasi (toprak soylu sınıf) (4) Zayıf işçi sınıfı (5) Kapitalizmin geç gelişmesi. Osmanlı Devleti bu miraslarını, büyük ölçüde, (1) kırda uyguladığı tımar sistemi, (2) kentlerdeki lonca teşkilâtları düzeni ve (3) kentler üzerinde sıkı devlet denetimi aracılığıyla yarattı. Osmanlı Devleti fethettiği yerlerdeki yerel feodal beyleri, aristokrasiyi ve onların uyguladığı feodal düzeni yok etti. Ardından buralarda kendi tımar siste-mini uyguladı.28 Daha önce anlattığımız gibi, tımar sistemi toprakta özel mülkiyetin ve böylece Avru-pa'dakine benzer biçimde toprağa dayalı güçlü bir aristokrasinin (toprağa dayalı soylu sınıfın) oluşmasını ve köylülerin serfleşmesini engelledi. Osmanlı hâkimiyeti süresince tımar sistemi Raguza (bugünkü Dubrovnik), Transilvayna (Erdel), Eflak ve Boğdan bölgelerinde uygulanmadı. Buraları vergi veren özerk bölgelerdi. Tımar sistemi kapsamına alınmayan bu özerk bölgeler kendi geleneksel sosyal ve iktisadî ilişkilerini ve kurumlarını devam ettirebildiler. Bu nedenle Eflak ve Boğdan bölgelerinde “boyar” olarak adlandırılan büyük toprak beyleri ve boyar aileleri mevcuttu: Stroici, Ureşe, Mavila, Baleni, Buzeşti, Ruset, Kostin aileleri gibi... Eflak ve Boğdan voyvodaları bu boyar ailelerden çıkıyordu. Boyarların hâkimiyeti altın29 da çalışan köylüler ise“yarı-serf”konumundaydılar. Fakat tımar sisteminin uygulandığı diğer Balkan topraklarında Eflak ve Boğdan'daki boyar aileleri kadar güçlü toprağa dayalı aristokratik aileler gelişmedi. Ayrıca tımar sisteminin uygulanmış olduğu topraklarda köylüler, Eflak-Boğdan köylülerinden daha özgür idiler yani Eflak-Boğdan köylüleri gibi yarı-serf konumda değillerdi. Bunun sonucu olarak, zayıf aristokrasi, göre- 84 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 lenen komünist/sosyalist partiler de, işçi sınıfının hem nicel (nüfus) hem de nitel (örgütlülük) olarak zayıf olması nedeniyle büyük ölçüde köylülüğe dayandı. Bu nedenledir ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balkan ülkelerinde faşizme karşı komünist partizan direnişleri en çok köylülükten beslendi.36 Ayrıca iki savaş arası dönemde Balkan ülkelerinde ortaya çıkan faşist partiler ve monarko-faşist rejimler de köylülere yönelik sahte bir halkçı propaganda uyguladılar ve taraftarlarını büyük ölçüde köylülerden topladılar. Örneğin Yugoslavya Krallığı'nda ortaya çıkan Hırvat faşist Ustaşa örgütü, büyük ölçüde köylülüğe dayanmaktaydı ve milislerinin çoğunluğunu Hırvat 37 köylüleri arasından devşirmekteydi. Böylece Osmanlı Devleti'nden bağımsızlığını kazanan Balkan devletleri, güçlü burjuvazisi, güçlü aristokrasisi (tımar sisteminin uygulanmadığı Romanya hariç) ve güçlü işçi sınıfı olmayan, ama yaygın küçük köylülüğü olan devletler olarak 20. yüzyıla girdiler. Böyle bir toplumsal yapı, Balkan krallarının siyasette etkili olmalarında önemli rol oynadı. İki Dünya Savaşı arası dönemde, krallar Balkan siyasetinde son derece etkili oldular. Kralların en büyük toplumsal dayanakları yaygın köylülük oldu. Ancak zamanla burjuvazi ve işçi sınıfı geliştikçe kralların ve köylülüğün gücü sınırlandı. İkinci Dünya Savaş sonrasında ise Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk'ta kurulan sosyalist rejimler “köylülük sorunu” ile karşılaştılar. Çünkü komünist düşünce ve hareketi, özü (işçi sınıfı) ve amacı (“proletarya diktatörlüğü” yoluyla sınıfsız-sömürüsüz toplum kurmak) itibariyle köylülüğe değil, işçi sınıfına dayanır. Fakat bu ülkelerde işçi sınıfı nicel (nüfus) ve nitel (örgütlülük) olarak zayıf, ama köylülük yaygın ve güçlü idi. Bu durum, doğal olarak, Balkanlı ülkelerde sosyalist rejimlerin kuruluşunu, gelişimini ve meşruiyetini zorlaştırdı. Osmanlı Devleti'nin bir mirası olarak, güçlü aristokrasinin olmadığı ortamda köylüler Balkan siyasetine damgalarını vurdular. 19. yüzyıldaki milli kurtuluş hareketleri ve milliyetçilik, aristokrasiye değil köylülere, cumhuriyetçi aydınlara ve az da olsa zayıf burjuvaziye dayandı. Bağımsızlık sonrasında kurulan meşruti monarşi rejimlerinin kralları, yerel güçlü aristokrasi olmadığı için Avrupalı devletlerden ithal edildi. Büyük güçler arasında yapılan pazarlıklar sonucunda belirlenen Avrupalı hanedan üyeleri, Osmanlı Devleti'nden kopan genç Balkan devletlerin başına kral olarak getirildiler. Böylece Balkan ülkelerindeki Osmanlı-Türk nüfuzu sona ererken, diğer Avrupalı büyük güçlerin nüfuzu arttı. Bu durum, Balkan ülkelerinin ve milletlerinin bağımsızlık sonrasında iktisadi, siyasal ve kültürel gelişimini olumsuz etkiledi.33 Ayrıca 1991-1995 döneminde Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde Hırvatistan ve Bosna-Hersek'te yaşanılan savaşlarda köylüler kentlilere oranla daha aktif ve etkili rol oynadılar. Bu savaşlarda Sırp ve Hırvat silahlı gruplarının en önemli kaynağını Sırp ve Hırvat köylüleri oluşturdu. Boşnak köylüleri de, Sırp ve Hırvat silâhlı grupların saldırılarına karşı Bosna-Hersek kentlerini korumak için silahlarıyla birlikte köylerinden çıkıp kent38 lere aktılar. Sonuç İktisadi, siyasal ve askeri yönden üstün olan bir devlet, kaçınılmaz olarak iktisadi, siyasi ve askeri yönden kendisinden daha zayıf olan devletleri ve toplumları etkiler. Dolayısıyla, kendi çağında Balkanlar bölgesinde iktisadi, siyasi ve askeri üstünlük sağlayan Osmanlı Devleti kaçınılmaz olarak bölgeyi derinden etkiledi ve kendisinden koparak bağımsızlığını kazanan Balkan ülkelerine değişik alanlarda (iktisadi, siyasi, kültürel, demografik) miraslar bıraktı. Balkanlar'da iktisadi alandaki Osmanlı mirası son derece güçlü oldu. Bağımsızlık sonrasında köylüler Balkan siyasetinde son derece etkili oldular. Özellikle iki savaş arası dönemde (1919-1939) Balkan ülkelerinde çok sayıda köylü partileri kuruldu. Bu partiler siyasal alanda etkili roller üst34 lendiler oldular. Buna en güzel örneklerinden birisi, Stanboliyski'nin köylü partisinin (Bulgaristan Çiftçi Birliği) iki savaş arası dönemde Bulgar siyasetinde son 35 derece etkin ve güçlü bir biçimde yer almasıdır. Balkanlar'da 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmaya başlayan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında güç- 85 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Osmanlı merkezi yönetimi, tımar sistemi aracılığıyla kırsal alanı denetleyerek toprağa dayalı güçlü bir aristokrasinin (toprağa dayalı soylu sınıfın) ortaya çıkmasını ve köylülüğün serfleşmesini önledi. Ayrıca merkezi yönetim, lonca örgütleri ve atadığı resmi görevliler aracılığıyla kentleri kendi denetimi ve kontrolü altına aldı. Kentlerdeki lonca-devlet tekeli/denetimi burjuva SAYI 17 - 18 ve işçi sınıflarının doğmasını engelledi. Bu ise, Balkanlar'da kapitalizmin gelişimini geciktirdi. Böylece (1) zayıf aristokrasi, (2) zayıf burjuvazi, (3) zayıf işçi sınıfı, (4) yaygın küçük köylülük ve (5) kapitalizmin geç gelişmesi, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'a bıraktı önemli iktisadi miraslar oldu. Kaynakça Adanır, Fikret: “Tradition and Rular Change in Southeastern Europe During Otoman Rule”, The Origins of Backwardness in Eastern Europe: Economics & Politics from the Middle Ages until the Early Twentieth Century, Berkley, University of California Press, 1989, s. 131-209. Ateş,Toktamış: SiyasalTarih, İstanbul, DerYayınları, 1997. Baechler, Jean: Kapitalizmin Kökenleri, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, İmge Kitabevi, 1994. Beldiceanu, Nicoara: “Osmanlı Devleti'nin Örgütü (XIV-XV. Yüzyıllar)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. ServerTanilli, İstanbul, CemYayınevi, 1995, s.145-170. Bora, Tanıl: Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul, 1994. Castellan, Georges: Balkanların Tarihi, Çev. Ayşegül Yarman Başbuğu, İstanbul, MilliyetYayınları, 1995. Erdost, Muzaffer İlhan: Osmanlı Devleti'nin Mülkiyet İlişkileri, Ankara, Onur Yayıncılık, 1993. Faroqhi, Suraiya:“İktisatTarihi (1500-1600)”, TürkiyeTarihi - 2: Osmanlı Devleti, 13001600, Ed. Sina Akşin, İstanbul, CemYayınevi, 2002, s. 147-205. Faroqhi, Suraiya: “İktisat Tarihi (17. ve 18. Yüzyıllar)”, Türkiye Tarihi - 3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul, CemYayınevi, 2005, s. 191-216. Hacımeyliç, Kazım:“Bosna-Hersek'te Tasavvuf”, Uluslararası Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu - II, Bildiriler, Cilt I, Ed. Ünal Şenel, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi Yayını, 2010, s. 519-543. İnalcık, Halil: “The Meaning of Legacy: The Otoman Case”, Imperial Legacy: The Ottoman Imprint On The Balkans and the Middle East, Ed. L. Carl Brown, New York, Columbio University Press, 1996, s. 17-29. Keyder, Çağlar: “Small Peasant Ownership in Turkey: Historical Formation and Present Structure”, Review, Cilt 7, No 1,Yaz 1983, s. 53-107. Kunt, Metin:“Siyasi Tarih (1600-1789)”, TürkiyeTarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin,İst.,CemYayınevi, 2005, s. 19-73. Küçük,Yalçın: El Kitabı, İstanbul, AkışYayıncılık, 1997. Ortaylı, İlber: İmparatorluğun En UzunYüzyılı, İstanbul, İletişimYayınları, 2005. Ortaylı, İlber: Osmanlı Barışı, İstanbul, Ufuk Kitap, 2006. Özyüksel, Murat: Feodalite ve OsmanlıToplumu, İstanbul, DerYayınları, 1997. Palairet, Michael: Balkan Ekonomileri, 1800-1914, Çev. Ayşe Edirne, İstanbul, Sabancı ÜniversitesiYayınları, 2000. Savran, Sungur: Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri, İstanbul, KardelenYayınları, 1992. Stavrianos, L. S.: The Balkans since 1453, NewYork, Holt, Rinehart andWinston, 1958. Todorov, Nikolai: A Short History of Bulgaria, Sofia, Sofia Press, 1977. Todorova, Maria: Balkanlar'ı Tahayyül Etmek, Çev. Dilek Şendil, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003. Todorova, Maria: The Balkan City, 1400-1900, Seattle, University ofWashington Press, 1983. Todorova, Maria:“The Ottoman Legacy in the Balkans”, Balkans: A Mirror of the New International Order, Ed. Günay Göksu Özdoğan, Kemal Saybaşılı, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 55-74. Toprak, Zafer: “İktisadi Tarih”, Türkiye Tarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul, CemYayınevi, 2005, s. 219-271. Veinstein, Gilles: “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, İstanbul, CemYayınevi, 1995, s. 349-413. Veinstein, Gilles:“Büyüklüğü İçinde İmparatorluk (XVI.Yüzyıl)”, Osmanlı DevletiTarihi I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. ServerTanilli, İstanbul, CemYayınevi, 1995, s. 195-276. Wolff, Robert Lee: The Balkans In OurTime, NewYork,W.W. Norton & Company, 1967. Dipnotlar 1) Maria Todorova, “The Ottoman Legacy in the Balkans”, Balkans: A Mirror of the New International Order, Ed. Günay Göksu Özdoğan, Kemal Saybaşılı, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 55 ve Todorova, Balkanlar'ı Tahayyül Etmek, Çev. Dilek Şendil, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 336. 2) Halil İnalcık, “The Meaning of Legacy: The Otoman Case”, Imperial Legacy: The Ottoman Imprint On The Balkans and the Middle East, Ed. L. Carl Brown, New York, Columbio University Press, 1996, s. 17. 3) Tarihsel sırasıyla Osmanlı Devleti'nde bağımsızlığını kazanan Balkan devletleri şöyledir: Yunanistan (1832), Sırbistan, Romanya ve Karadağ (1878), Bulgaristan (1908),Arnavutluk (1912). 4) Yalçın Küçük, El Kitabı, İstanbul, Akış Yayıncılık, 1997, s. 337. 5) İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, İstanbul, Ufuk Kitap, 2006, s. 45, 47. 6) Bu konu için bkz.: Muzaffer İlhan Erdost, Osmanlı Devleti'nin Mülkiyet İlişkileri, Ankara, Onur Yayıncılık, 1993, s. 124-154. 7) Gilles Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s. 389393. 8) Georges Castellan, Balkanların Tarihi, Çev. Ayşegül Yarman Başbuğu, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1995, s. 127. 9) L. S. Stavrianos, The Balkans since 1453, New York, Holt, Rinehart and Winston, 1958, s. 100. 10) Nicoara Beldiceanu, “Osmanlı Devleti'nin Örgütü (XIV-XV. Yüzyıllar)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s. 158. 11) Suraiya Faroqhi, “İktisat Tarihi (1500-1600)”, Türkiye Tarihi - 2: Osmanlı Devleti, 1300-1600, Ed. Sina Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 2002, s. 162. 12) Veinstein, “Büyüklüğü İçinde İmparatorluk (XVI. Yüzyıl)”, Osmanlı Devleti Tarihi - I: Osmanlı Devletinin doğuşundan XVIII. yüzyılın sonuna, Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s. 244. 14) Murat Özyüksel, Feodalite ve Osmanlı Toplumu, İstanbul, Der Yayınları, 1997, s. 105-109 ve Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 400-401. 15) Faroqhi, a. g. e., s. 158-159. 16) Castellan, a. g. e., s. 129. 17) Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, Der Yayınları, 1997, s. 46-47. 18) Faroqhi, “İktisat Tarihi (17. ve 18. Yüzyıllar)”, Türkiye Tarihi - 3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 2005, s. 195. 19) Tımar sisteminin bozulup yerini iltizam sisteminin alması ve özel çiftliklerin oluşması hakkında bkz.: Sungur Savran, Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri, İstanbul, Kardelen Yayınları, 1992, s. 19-22 ; Özyüksel, a. g. e., s. 137-154 ; Castellan, a. g. e., s. 214-219 ; Erdost, a. g. e., s. 86-98 ve Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 393-398. 20) Metin Kunt, “Siyasi Tarih (1600-1789)”, Türkiye Tarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 2005, s. 21-22 ve Colin Imber, Osmanlı Devleti, 1300-1650: İktidarın Yapısı, Çev. Şiar Yalçın, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2006, s. 9396. 21) Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 398399 ve Stavrianos, a. g. e., s. 108-109. 22) Loncalar konusunda başvurulan kaynaklar: Castellan, a. g. e., s. 135-136 ; Ateş, a. g. e., s. 53-55 ; Özyüksel, a. g. e., s. 123-127 ve Erdost, a. g. e., s. 66-73. 23) Zafer Toprak, “İktisadi Tarih”, Türkiye Tarihi-3: Osmanlı Devleti, 1600-1908, Ed. Sina Akşin, İstanbul, Cem Yayınevi, 2005, s. 222. 24) A. e., s. 223. 25) Nikolai Todorov, A Short History of Bulgaria, Sofia, Sofia Press, 1977, s. 42-43. 26) Todorova, Balkanlar'ı…, s. 361-363. 86 27) Kazım Hacımeyliç, “Bosna-Hersek'te Tasavvuf”, Uluslararası Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu - II, Bildiriler, Cilt I, Ed. Ünal Şenel, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi Yayını, 2010, s. 520. Alıntı içinde yer alan parantez bana aittir. 28) Bkz.: Michael Palairet, Balkan Ekonomileri, 18001914, Çev. Ayşe Edirne, İstanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2000, s. 248-271. 29) Stavrianos, a. g. e., s. 112 ve Robert Lee Wolff, The Balkans In Our Time, New York, W. W. Norton & Company, 1967, s. 66-67. 30) Veinstein, “Balkan Eyaletleri (1606-1774)”, s. 352353, 356, 372-373. 31) Bkz.: Çağlar Keyder, “Small Peasant Ownership in Turkey: Historical Formation and Present Structure”, Review, Cilt 7, No 1, Yaz 1983, s. 53-107 ve Fikret Adanır, “Tradition and Rular Change in Southeastern Europe During Otoman Rule”, The Origins of Backwardness in Eastern Europe: Economics & Politics from the Middle Ages until the Early Twentieth Century, Berkley, University of California Press, 1989, s. 131-209. 32) Bkz.: Jean Baechler, Kapitalizmin Kökenleri, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, İmge Kitabevi, 1994, s. 97121. 33) Todorova, The Balkan City, 1400-1900, Seattle, University of Washington Press, 1983, s. 3-8. 34) Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 57, 103. 35) Stavrianos, a. g. e., s. 610-612. 36) Bkz.: Todorov, a. g. e., 79-85. 37) Wolff, a. g. e., s. 108. 38) Bkz.: A. e., s. 116-119 ve Stavrianos, a. g. e., s. 697699. 39) Bkz.: Tanıl Bora, Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 95-108. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin Balkanlar Üzerindeki Etkileri Dr. Necip YILMAZ 1789 Fransız ihtilâli ile ortaya çıkan siyasi yapı tüm dünyayı olduğu gibi Osmanlı Devleti'ni de etkilemiştir. Hürriyet, adalet ve eşitlik fikirlerinin yaygın havası içinde Fransa, İngiltere ve Rusya Osmanlı Devleti'ndeki gayrimüslim tebaayı kendi menfaatleri yönünde teşvik ettiler. Ortaya çıkan yeni siyasi anlayışlar doğrultusunda çok uluslu devletlerin yapıları bir bir çözülmeye başladı. Bu hürriyetçi dalga Osmanlı Devleti'ni de sardı. Devlet yöneticilerinin yeni gelişmeler karşısında geliştirdikleri siyasi anlayışlar dağılma sürecini hızlandırdı. Önce Namık Kemal, Şinasi gibi önderlerin öncülüğünde örgütlenenYeni Osmanlılar Kanun- Esasiyi ilan ettirmeyi başardılarsa da bu girişim iç ve dış nedenlerden ötürü istenen sonucu doğurmadı. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti önderliğindeki Jön Türk hareketi de İttihat Ve Terakki'nin iktidarı ele geçirmesiyle iş başına gelseler de devlet yönetmedeki tecrübesizlik ve geleneksel Osmanlı siyasi anlayışının parçalanmasından ötürü başarılı olamadı. Bu siyasi düşünce özellikle Balkanlar ve Balkan halkları arasında milliyetçilik fikrinin ortaya çıkması ve yayılamsı üzerinde etkili oldu. Osmanlıcılık akımı ve ardından Türkçülük akımı dağılma sürecini durduramamış, aksine hızlandırarak ivme kazandırmıştır. Bu sonuçların oluşmasında 20.Yüzyılın başında dünyadaki gelişmelerin etkisi de büyüktür. imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile Rusya, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Ortodoks tebaanın koruyuculuk hakkını elde etmişti. Bunu zaman içinde genişleterek kendi emperyalist emelleri doğrultusunda kullanan Rusya'ya karşı Düveli Muazzama'nın da aynı şekilde hareket etmesiyle bu yüzyıl ortalarında milletler sorunu ortaya çıktı. Bütün Balkan halkları bu dönemde Düveli Muazzama'nın koruması altına girmiştir. Bu süreçte Yunanlılar diğer etnik yapılarda daha farklı bir ilgi görmüşlerdir. Bulgarlar ise sınırlı bir alaka 2 ile karşılanmışlardır. Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Osmanlı millet sistemi altında çeşitli etnik ve dinsel gruplar tarafından yüzyıllar boyu uygulanan karşılıklı hoşgörüyü zayıflatarak zaman içersine tümüyle orta3 dan kaldırmıştır. GİRİŞ Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemi salt iç dinamiklerle açıklanamaz. Bu dönemin iyi anlaşılabilmesi için emperyalizm olgusunu ve 20. yüzyıl başlarında oluşan dünya dengesini göz önünde bulundurmak gerekir. 1870'lerden itibaren dünya yeni bir döneme girdi. İngiltere artık Avrupa ve dünyada mutlak tek güç olmaktan çıkmış ve kapitalizm de tekelci üretim aşamasına ulaşmıştı. Emperyalizm kendine yeni ülkeler arama peşindeydi. Bu bakir alanlardan birisi de Balkanlardı. 1878-1914 yılları arasındaki dönemi Balkanların tarihinde emperyalizm ve kapitalizm çağı olarak gör1 mek gerekir. Bu yeni gelişme içersinde Osmanlı İmparatorluğu'nun temel sorunlarından birisi millet sisteminin çözülmesi ve buna bağlı olarak artan siyasal bilinçlenme ve milliyetçilik hareketleri olmuştur. Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanan milliyetçilik hareketleri, Osmanlı egemenliği altında yaşayan halklar ulusdevlet olma sürecine sokmuştur. Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki hâkimiyetini sekteye uğratmak için Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri dinsel ve mezhepsel farklılığı bir nüfuz alanı olarak kullanmışlardır. Dış ve iç dinamiklerin yanında bu gelişmelere ivme kazandıran etken Jön Türklerin siyasi fikirlerinin mevcut gelişmeler karşısındaki yetersizliğiydi. Ortaya çıkan tablo sonucunda 20. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki varlığı büyük ölçüde sona ermiş ve siyasi harita yeniden şekillenmiştir. Milletler sorununun ortaya çıkması, kuşkusuz salt dış etkenlerin sonucu değildir. Özellikle Tanzimat döneminde gerçekleştirilen toplumsal eşitliği sağlamaya dönük düzenlemeler, doğrudan ve dolaylı yönden bu sorunun gündeme gelmesine yol açmıştır. Geleneksel Osmanlı devlet sistemi içinde millet adı altında temsil edilen gayri Müslim unsurlar; özgürlük, eşitlik, adalet v.b modern değerlerin yanı sıra, kendilerini emperyalist çıkarları doğrultusunda destekleyen Düveli Muazzama'nın de etkisiyle siyasal yönden bilinçlenerek, 19. yüzyılda ayrılıkçı hareketlere yöneldiler. Daha önce ulusal ayaklanmalara şiddetle karşı çıkmış olan gayrimüslimlerin dini yöneticileri, otoritelerini yitirmeye başlayınca ayaklanmaları destek vermeye, teşvik etmeye 4 başladılar. Aslında mevcut şartlar içinde yapılmak isten sorunların çözümünde bir arayıştı. Fakat yapılan reformlar etkili olamamış, bu yüzden de eleştir almıştır.5 Osmanlı Devleti'nda milletler sorununun ortaya çıkması 18. yüzyılın sonlarına kadar dayanır. Bu sorunun kronik bir hal alması Tanzimat dönemi (1839-1876) içinde olmuştur. 1768-74 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda 88 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Kökleri Tanzimat ve bilhassa 1856 Islahat fermanlarına dayanan Osmanlılık kavramı, 1864 yılında çıkarılan vatandaşlık kanunu ile tarihte ilk kez Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlara devlet eliyle yeni bir kimlik vermek amaçlanmıştı. Resmî “Osmanlılık” tanımı ise 1876 Kanun-i Esasîsi'nin 8. maddesinde yer almıstır:“Devlet-i Osmaniye tâbiyetinde bulunan efradın cümlesine her hangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna Osmanlı tabir olunur…” Bu anlayış, millet sisteminin çözülme sürecine girdiğinde Tanzimatçıların, yaşanılan boşluğu doldurmak için geliştirdikleri bir plandı. Tanzimat'ın resmi doktrini olarak kabul edilen Osmanlıcılık tüm Osmanlı tebaası arasında eşitlik getirmekte 6 ve “millet-i hâkime” anlayışına son vermekteydi. Osmanlıcılık, bütün tebaanın eşitligi prensibi, yeni bir Osmanlı vatanseverligi meydana getirmeyi amaçlıyordu. SAYI 17 - 18 kanun önünde eşitlik prensibi idi. “Genç Osmanlılar” ya da “Yeni Osmanlılar” olarak adlandırılan Namık Kemal ve arkadaşları Avrupa'da egemen olan liberal anayasacılık fikirlerinden etkilenmişlerdir. Osmanlı Devletinde Siyasi Düşüncenin Farklılaşma Süreci Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren çoğulcu yapısının hem yönetim olarak hem halk olarak hep korumuştur. Varlığı bir anlamda bu çoğulcu yapıya bağlıydı. İslam din olarak her ne kadar etkin bir din olsa da barındırdığı nüfus itibariyle mevcut yapıya uyum sağlamış ve adaleti ön planda tutmuştur. Bu uyum asırlar içersinde kendini korumakla beraber zaman zaman iç çatışmalar sırasında kısmen yara alsa da mevcut ahenk süregelmiştir. 19.yüzyılda Tanzimat ile başlayan reform süreci içinde Osmanlı Devleti'nin öncelikli sorunlarından birisi de; geleneksel “millet sistemi”nin çözülmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal eşitliğin sağlanması problemi olmuştur. Tanzimat Osmanlıcılığı, Fransız İhtilali'ne tepki olarak doğmuştur. Yeni Osmanlılar Cemiyeti 1865'te İstanbul'da gizli olarak kuruldu. Cemiyetin nizamnamesi ve programı da vardı. Amaçları meşruti bir idare kurarak Hıristiyan teba-i Osmaniyen'in ıslahına çalışmaktı. Ali Suavi, "Bugün Osmanlı Devleti'ndeki insanların tek bir milliyeti vardır: Osmanlı" derken, Mustafa Fazıl Paşa; "Müslüman, Katolik. Rum, Ortodoks olmak kamu hizmetinde görev almak için önemli değildir, önemli olan ehliyet ve vatanseverliktir." diyordu. Böylece devletin tüm tebaası Osmanlı olacaktı. Bununla beraberYeni Osmanlılar hükümetin resmi reform programına Hıristiyanlara çok fazla imtiyaz verildiği ve Avrupa devletlerine ülkenin iç işlerine karışma fırsatı yaratıldığı iddiaları ile karşı çıktı. Onlara göre reformlarla İslam hukuku ve kültürü yara almıştı. Vatandaşlık kavramı köklü değişmelere ve yeni gelişmelere neden oldu. Osmanlıcılığı Hristiyan teba asimilâsyon olarak algılamış, millet-i hakime ise var olan statülerinin ellerinden alındığını düşünmüşlerdir. Bu duruma Cevdet Paşa Tezâkir'inde şöyle değinmektedir: “Ehl-i İslamdan birçoğu; aba ve ecdadımızın kanıyla kazanılmış olan hukuk-u mukaddese-i milliyemizi bugün gaib ettik. Millet-i İslâmiye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehl-i İslâm'a bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür deyû söylenmeye başladılar. Teb'ai gayri müslime ise ol gün raiyyet silkinden çıkıp millet-i hâkime ile tesâvi kazanmış olduklarından 7 anlarca bir yevm-i meserret idi.” Tanzimat'la başlayan ve giderek ivme kazanan bu yeni dönemde imparatorluğun karşı karşıya kaldığı ayrışma ve dağılma tehlikeleri karşısında, imparatorluğun siyasi birliğinin korunması için diğer yapısal reformların yanında, Osmanlılık ya da Osmanlıcılık olarak adlandırılan sosyopolitik formül devreye sokulmuştur. Osmanlıcılık milliyetçiliğe bir tepki olarak gelişmiştir. Fakat bir yerde 9 de milliyetçilik de bu grup kültüründen beslenmiştir. Osmanlılığın getirdiği politik kimlik algılaması; yalnızca gayrimüslim unsurlar arasında değil, Türk kimliği arayışı sürecini de hızlandırarak ve Osmanlı kimliği ile Türk kimliği arasında milli soruna evirilmiştir. Türk olmayan unsurlar arasında ise Osmanlıcılık gizli Türkleştirme politikası olarak algılanmıştır. Geleneksel Osmanlı siyasi sisteminin değişime uğramaya başladığı Tanzimat sonrasında kanun-i esasinin ilanı ve ıslahat fermanı ile yeni bir dönemin kapılarını açmıştır. I. Meşrutiyet Osmanlı-Rus harbi dolaysıyla kısa sürse de uzun sayılabilecek II. Abdülhamit'in saltanatının sonlarına doğru Namık Kemal'in başlattığı hareketin bir devamı olarak Abdullah Cevdet İshak Sukuti ve arkadaşları yeni siyasal muhalefetin önderleri oldular. Bunlarda kanun-i esasinin yürürlüğe girmesini istiyorlardı. Ülkenin yaşadığı sorunların çözümünü hürriyet, teba arasındaki eşitlik, adalet ve kardeşlikte görüyorlardı. 1889'da İttihad-ı Osmanî adıyla kurulan ve sonradan İttihad ve Terakki adını alan cemiyet 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyeti ilan ettirmeyi başardı. Aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında parlamenter seçimi yapıldı. İttihatçılar bir ülke içinde yaşayan insanların ırk, din ve etnik kimliklerine göre ayrı ayrı sınıflandırılmasını yanlış buluyor ve hürriyet, eşitlik, adalet ve kardeşliğe dayalı bir vatandaşlık anlayışının yerleşmesi ile sorunların çözülebileceğini savunuyorlardı. Yeni Osmanlıların amacı Osmanlı İmparatorluğu'ndan bir “meclis-i meşveret”in kurulmasını sağlayarak siyasi iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak, bir kuvvetler ayırımı sağlamaktı. Kuvvetlerin dengesi, yürütmeyi, kurulacak olan meclise karşı sorumlu tutmakla elde edi8 lecekti. Tanzimat'ın temel felsefesi, 89 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ancak yaptıkları inkılâpla siyasal düzeni yerleştirmeyi amaçlamışlardı. Herkes birinci sınıf vatandaş olduğunda sorunlar bitecekti. Ütopik siyasi anlayışları böyle bir sistemin kurulmasına yeterli olamamıştır. Geçmiş dönemden daha çok otoriter bir yapı kurmuşlardır. Bununla birlikte toplum arasında mevcut olan ahenk de kaybolmuştur. Diğer taraftan devlet daha önce kiliseler, havralar ve camilerce üstlenilmiş olan eğitim gibi birçok işlevi kendi üzerine almak isityordu. Bu yüzden dini gruplar yeni düzende toplumdaki rollerini kaybediyorlardı.Yeni düzen dini grupların çıkarlarına aykırı 10 olduğu için yeni yapılanmalara sıcak bakmıyorlardı. SAYI 17 - 18 kullanarak Avrupa gibi olmaya çalışmaktır. Dönemin temel muhalefet odaklarını azınlıklar ile Osmanlıcıların devamı olan Jön Türkler oluşturmuştur. Jön Türkler bundan sonraki olayların akışında önemli bir siyasal aktör olarak fonksiyon görmüştür. Milliyetçilik FikrininYayılışı XIX. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı modernleşmesi içinde devleti kurtarma düşüncesiyle ortaya çıkan siyasal düşünce akımlarından birisi de Türkçülüktür. II. Meşrutiyet döneminde özellikle Balkan Savaşları sonucunda İttihad ve Terakki yönetiminin de bu düşünceyi benimsemesiyle yükselişe geçen Türkçülük, daha önce ortaya çıkan Osmanlıcılık ve İslamcılık tezleri arasında farklı bir sentez yaratmaya çalışmıştır. Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler Avrupa'dan gelen hürriyet rüzgârının ülkeyi kurtacağı savıyla faaliyetlerini yürüttüler. Gerek 1887 yılında açılan meclis ve gerekse 1908'de açılan meclis istenen değişimi ve ülkeyi kurtarmaya yetmedi. Çünkü zihinsel olarak çoğulcu yapıya sahip olan Osmanlı Devleti ırkların bağımsızlığını önceleyen Fransız ihtilali birlik yerine ayrışmayı beraberinde getirdi. Yeni dünya şartları müvacehesinde İngiltere'nin artık önü alınamaz ve ayakta tutulamaz öngörüsüyle buna bir de hürriyetçi fikirler eklenince Osmanlı Devleti topraklarını bir bir kaybetmeye başladı. Özellikle Balkanlar üzerindeki etkileri daha çok Jön Türk hareketinin siyasal anlamda dayandığı ırkçı ve seçkinci yapıdan kaynaklanmıştır. Irkları bir arada tutan unsur adaletti. Yeni yapıda özgürlükten dem vuran İttihat Ve Terakki cemiyeti tam bir despotik hava estirdi. Önce Osmanlıcılık düşüncesi etrafında bir yapılanma olabilir mi diye bir çaba içine girildi. Ardından Balkanlarda bir bir bağımsızlıklar oluşup her halk kendi milliyetçiliği peşinde koşmaya başlayınca bu kez Yusuf Akçura, Ziya Gökalp Tekin Alp'ın fikri yapısı çerçevesinde Türk milliyetçiliği temelinde bir yapı meydana gelmeye başladı. Türk milliyetçiliğinin doğuşuna yol açacak olan Türkçülük akımının ortaya çıkışında iki ana faktör yer almaktadır: Rus Çarlığı içinde yaşayan Türklerin başlattıkları çalışmalar ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da başlayan Türkoloji araştırmalarının itici gücüyle Osman-lı aydınlarının bu yöndeki çalışmalarıdır. Osmanlı Devleti'nin yüz yüze geldiği siyasi ortam milliyetçiliğin yeşermesine zemin hazırlamıştır. İttihat ve Terakki'nin Türk milliyetçiliğini sistemleştirmede etkin rol alan başta Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura olmak üzere kurum olarak Türk Ocakları'dır. Ancak İttihat ve Terakki 1912'ye kadar Osmanlıcılık ve Türkçülüğü gizli olarak iç içe geçtiği ikili bir söylem kullanmıştır. Bu dönemde Türkçü politikalara uygulanmak istense de hâkim anlayış 11 Osmanlıcılık olmuştur. Bu anlayışın tabi sonucu olarak millet sistemi ve çok hukukluluk İttihat ve Terakki tarafından ayrılıkçılık için münbit bir zemin olarak görülmüş ve bunun sonucu olarak bu sistemin geleneksel mirasını reddeden standartlaştırıcı ve homojenleştirici 12 tedbirler devreye sokulmuştur. Jön Türklerin Siyasi Fikirlerinin Balkan Ülkeleri Üzerindeki Etkileri ve Siyasi Sonuçları Siyasal olarak Jön Türk fikirlerinin dayandığı anlayış ayrımcı ve seçkincidir. İttihat ve Terakki Fırkası bu ayrımcı siyasetini hep korumuş, onun mirasına sahip çıkanlarsa bu siyaseti Cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür. Bu ayrımcı anlayış yerleştirmeye çalıştığı siyasi düzenle Balkanların çözülmesine sebep olmuştur. Mevcut yapı içersinde sadece haklar vermek de çözüm için yeterli değildir. Nitekim Balkan savaşlarının en büyük nedeni ve başarısızlığının altındaki en önemli etmen İttihat ve Terakki fırkasının devlet yönetimindeki tecrübesizliğidir. Devlet belli dengeler üzerinde yürütülür. Milliyetçilik meşrutiyetle birlikte temellerini atmıştır. Daha sonraki süreçlerde bu yapı üzerinde gelişimini sağlamıştır. Jön Türklere Osmanlı imparatorluğu'nun yayılmış olduğu alan içinde yaşayan çeşitli din, etnik ve mezhepten oluşan halkları ve toplulukları kurtarmaktan ziyade İstanbul'da örgütlenmiş olan merkezi devleti kurtarmaya çalışmıştır. Bu devlet Osmanlı yönetimini oluşturan merkezi üst bürokrasi ve onun oluşturduğu kurumlardan meydana gelen devletin üst yapısıdır. Bütün sorun Avrupa'nın düşüncesini ve kurumlarını 90 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Bir takım hakları vermek düzeni hiçbir zaman düzen kurmak için yeterli olamadı ve gelecekte olması zordur. Jön Türklerin siyasi fikirlerinin hayata geçmesinden en çok etkilenen bölgelerden biri de Balkanlar olmuştur. Osmanlı Devleti Balkan Savaşlarından yenilgi ile ayrılarak çok önemli topraklarını kaybetmiştir. İttihat ve Terakki siyasetleri Arap, Arnavut ve diğer anasıra mensup entelektüeller tarafından Türkleştirme amaçlı eylemler olarak kabul edilmiş, bu siyasetin bir Osmanlı vatandaşlığı ihdas etme arayışı olması bunlara gösterilen tepkide herhangi bir azalmaya yol açmamıştır. Jön Türkler Abdülhamit rejimine karsı mücadelelerinde ülkenin her yanındaki gruplarla ortak idiler. Ancak ayrılıkçı gruplarla olan beraberlikleri çok kısa sürmüştür. İttihatçıların Balkanlarda takip ettiği yanlış siyaset sonu-cunda 1913 yılında Rumeli sorunu Balkan Harbi yenil-gisiyle 13 sonuçlanmış, meşrutiyetin ilânıyla Bosna-Hersek ve 14 Bulgaristan gibi iki büyük kayba sebep olmuştur. yüzyılın başında Arnavut milliyetçiliginin yükselmesi Jöntürk hareketinin gelişmesiyle aynı zamanda olmuştur. Siyasi hedeflerinin gerçeklestirilmesi ideali Arnavut milliyetçiliğini Jöntürk hareketi ile örtüştürmüştür. Arnavutluk'un özerkliğinin gerçekleştirilmesi konusunda Arnavut milli hareketinin en önemli görevi, anayasal düzenin kurulması için Jöntürk hareketine destek vermekti. Bu nedenle, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni kuruluşu sıralarında ve yönetiminde Doktor İbrahim Temo gibi Arnavutlar da bulunmaktaydı. İsmail Kemal, İbrahim Naci ise hareketin en aktif üyelerindendi. Bundan ötürü Arnavut Milli Komiteleri, Jöntürk komiteleri ile 18 yakın ilişki kurdular. Arnavut-Jöntürk ortak komiteleri Arnavutların Jöntürklerle işbirliği düzeyini göstermektedir. Bundan dolayı Arnavut komitelerinin bazıları 19 Jöntürk komiteleriyle birleşti. Daha sonra gelişen siyasi olayların etkisiyle de Arnavutlar ayrılma sürecine 20 girdiler. Jön Türklerle işbirlikleri şartlar oluşana kadar devam etti. 1908'de çok partili hayatın sağladığı imkânlardan yararlanan Türkler, Osmanlı birliği, adalet, beraberlik, eşitlik kişinin temel hak ve özgürlüklerine dayanan çok sayıda dernek ve siyasi teşkilatlar oluşturdular. Türk olmayanlarda aynı imkânlardan yararlanarak yaşadıkları yerlerde genellikle ırkçılık, milliyetçilik, Osmanlı Devleti'ne ve Türk milletine karşı kin nefret ve öç alma gibi düşmanlık duyguları besleyen, devletin birliğini ve bütünlüğünü parçalamak isteyen çok sayıda edebiyat, sanat ve yardımsever dernekleri ve siyasi amaçlı teşki15 latlar kurdular. Osmanlı Devleti'nin yeni girmiş bulunduğu parlamenter hayatta Hıristiyan ve diğer gayrimüslim cemaatlerin vicdan hürriyeti ve önceleri verilmiş bulunan imtiyazları artık her padişahın değişmesiyle yenilenmesine gerek kalmayacak bir şekilde, bu 16 anayasa rejimi ile de pekiştirilip, sağlamlaştırılmıştır. Bu kazanımlar örgütlülüğün daha da sağlam bir yapı üzerinde yükselmesi sonucunu doğurmuştur. Milliyetçilik dalgasının yaygınlaşmasından en çok etkilenen devlet Osmanlı olmuştur. Milliyetçilik akımları Osmanlı 17 Devleti'ne Avrupa'nın müdahalesinin yolunu açmıştır. Sonuç ve Değerlendirme: 1789 Fransız ihtilaliyle boy veren milliyetçilik akımı 19. yüzyılın başlarında Balkan Yarımadası'nda hızla yayıldı. Jön Türklerin Osmanlı Devleti'ni kurtarma yönündeki çabalarının bir sonucu olarak geliştirdikleri Osmanlıcılık ve Türkçülük akımları anasır-ı muhtelife arasında kendi kimliklerine bir saldırı olarak algılandı. Düveli Muazzama'nin ortaya çıkan yeni siyasi şartları değerlendirmek istemesi ve Osmanlı Devleti'ndeki Hıristiyan halkları teşvik etmesiyle milliyetçiliğin yayılması kolaylaştı ve politik hale geldi. Gerek Namık Kemal'in önderliğindeki Yeni Osmanlı örgütlenmesi ve gerekse Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, İshak Sukûti v.b. önderlerin öncülüğündeki İttihatçı yapılanmanın geliştirdikleri siyasi anlayış Osmanlı Devleti'ni yeni gelişen siyasi durum karşısında kurtarmaya yetmedi. Aksine süreci hızlandırdı. Bunun en belirgin biçimde olumsuz etkilerini Balkan halkları arasında yayılan ayrılıkçı hareketlerde görmekteyiz. Jön Türklerin siyasi örgütlenmesiyle Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri hız kazanmıştır. Örnek olarak 20. Dipnotlar 1) Georges Castellan, BalkanlarınTarihi, İst. 1995, s. 354 7) Cevdet Paşa,Tezâkir, Ankara 1991, s.68 2) MariaTODOROVA, BalkanlarıTahayyül Etmek, İstanbul 2003, s. 175 8) Mardin, a.g.e, s. 33 3) Kemal KARPAT, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Ankara 2004, s. 199 4) Stanford Shaw,“Osmanlı İmparatorluğu'nda Azınlıklar Sorunu”, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, C.4, İstanbul 1985, s. 1005 5) Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İstanbul 2000, s.131 6) Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene (Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları 1919-1938), İstanbul 2001, s.55 9) İlber Ortaylı, “Osmanlı'da Ulusalcılık”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C.6, İstanbul 1988, s.1799 10) Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İstanbul 2001, s. 220 11) Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat veTerakki Cemiyeti ve JönTürklük, İst. 1986, s.7 12) Mardin, a.g.e., s.185. 13) Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler I-III, İstanbul 1989, 152 14) Fahir Armaoğlu, 19.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara 1999, s.627 91 15) Mevhibe Savaş, II. Mesrutiyet'in Balkanlar'daki Osmanlı İdaresine Etkileri, (Yüks. Lis.Tezi), Ankara 2000, s. 79 16) Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul 1980, s.61 17) Özer Özbozdağlı, İttihat Terakki Ve Balkan Siyaseti 1908-1914 (Yüksek Lis.Tezi), Hatay 2005, 55 18) İlhan Saygılı, Balkanlardaki Milliyetçilik Hareketlerinin Osmanlı Devletinin Dağılma Sürecine Etkileri ( Yüks. Lis.Tezi), Ankara 2007, s. 54 19) Gazmend Sphuza, “Arnavutlar ve Jön Türk Devrimi”, Osmanlılar Ansiklopedisi, Cilt 9, Ankara 1999, s.465-473 20) Bilgin Çelik, İttihatçılar ve Arnavutlar (II. Mesrutiyet Döneminde Arnavut Ulusçulugu ve Arnavutluk Sorunu), İstanbul 2004, s.104 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 [BALKANLAR ve GÖÇ ] BALKANLARA ve BALKANLARDAN GÖÇ Doç.Dr. Mustafa ATALAR Balkanlar ve Türkler deyince ilk akla gelenlerden biri de herhalde 'göç'tür. Tarih boyunca Türkler dünyanın en çok göçen milleti, Balkanlar da dünyanın en çok göç alan, göç veren ve göçe maruz kalan bölgesi olması nedeniyle her ikisinin kaderlerinin belirlenmesinde bu göçlerin çok önemli bir yeri ve fonksiyonu olmuştur. Kırım'da yaşayan Müslüman nüfusun Ruslar'ın silahlı saldırısına uğramasıyla bu insanlar Osmanlı yönetimi altındaki topraklara göç etmek zorunda kalmışlar böylece Osmanlı Devleti ilk defa göç olgusuyla yüzyüze gelmiş, bundan sonra da göç trajedile-rimizin önü bir daha alınamamıştır. Bu ilk göç hareketi genelde Osmanlı Devletinin yönetimindeki yakın bölgelere, Balkanlara doğru olmuş, göç dalgalarının yoğun bir biçimde Anadolu'ya ulaşması uzunca bir süre almıştır. Osmanlı Devleti'nin çözülmeye başlamasıyla birlikte, 1785'den itibaren Kafkasya ve Kırım'ın yanısıra Balkanlar'dan Anadolu'ya göçler başlamış ve 1912'ye kadar devam etmiştir. Osmanlı-Rus-Avusturya savaşları (1788-1792) öncesinde, sırasında ve sonrasında (17801800 arasında) sadece Kırım, Kazan, Kafkasya ve Özi bölgelerinden Türkiye'ye göç edenlerin sayısı 300 bin500 bin arasındadır. İslamla şereflendikten sonra yepyeni bir kimlik ve kişiliğe sahip olan Türkler, 1071'deki Malazgirt Zaferi'yle Anadolu'nun kapılarının kendilerine açılmasıyla, İslamı ve onunla eş anlamlı hale gelmiş olan Türklüğü bütün dünyaya yaymak için Anadolu'yu bir üs ve gerektiğinde bir sığınak haline getirmeyi de başardılar. Anadolu artık Türkler için yeni göçlerin merkezi durumuna geldi. Anadolu'nun en çok göç verip aldığı yerlerin başında da Balkanlar gelir. Önce Anadolu'dan Balkanlara, sonra da Balkanlardan Anadolu'ya olmak üzere herhalde Balkanlarda Osmanlı döneminde de göçün yaşanmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bu göçlerin en acılı ve en çilelileri de kuşkusuz Osmanlı Devleti'nin gerileme ve çöküş dönemlerinde yaşanan göçler olmuştur. Bu göçlerle ilgili olarak çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir ama yazılanlar ve söylenenler yaşananların yanında hiç mesabesindedir. İki yüzyıldan daha uzun bir süreden beri başta Kırım, Balkanlar, Kafkasya üzere dünyanın pek çok yöresinden Anadolu'ya doğru gerçekleşen göçleri tanımlamaya, 'göç trajedisi' ifadesi bile yetmez. Tarihimizin pek çok olayı gibi hala karanlıkta kalan Balkanlara ve Balkanlardan göçlerimizin acı, tatlı ama çok öğretici ve ibretlik olayları hepimizin çok iyi bilmesi, gereken ibret ve dersleri çıkarması gereken olayların başında gelmektedir. Anadolu topraklarına yönelik ilk göç hareketi, 17851800 döneminde Balkanlar, Kafkasya ve Kırım'dan, son göç hareketi ise 1989'da Bulgaristan'dan olmuştur. 17. ve 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da her toprak kaybedişinde, Türkler ve Müslümanlar göçe zorlanmışlar, bölge asırlar boyunca sürekli göç dalgalarıyla çalkalanmıştır. Rumeli'deki Türkler ile diğer Müslümanlar 19. yüzyıl itibariyle Karadağ'dan BosnaHersek'e, Sancak'a, Arnavutluk'a, Yugoslavya-Makedonya'nın diğer kesimlerine ve Anadolu'ya yönelmişlerdir. Sadece 1877-78 savaşı sırasında 350 binden fazla Türk katledilmiş, 1 milyondan fazlası da göç etmek zorunda bırakılmıştır. Balkanlar'daki Sırp İsyanı (1804-1816), Yunan İsyanı (1821), Romen Prenslikleri'nin İsyanı (1857), Girit Ayaklanmaları (1866-1869), Bosna-Hersek ve Karadağ'daki Ayaklanmalar (1858-1869), Bulgar Ayaklanması (1870'li yıllar) gibi tüm bağımsızlık hareketlerinin hepsinde bunların bağımsızlıklarını haklı çıkarmak ve daha önce azınlıkta olan "Hristiyan"ları çoğunluk durumuna getirmek için korkunç bir katliam ve soykırım gerçekleştirilmiş. Anadolu'ya doğru yönelen tersine göçün başlıca nedenleri arasında; savaşları, katliamları, yağmaları, tecavüzleri, baskı ve ayrımcılıkları, tecritleri, sürgünleri ve zorla asimilasyonları, cana, mala, ırza, namusa, dini ve/ veya milli kimliğe açıkça saldırıları veya ağır saldırı tehditlerini sayabiliriz. Osmanlı toprakları üzerinde, bu gibi nedenler yüzünden yaşanan ilk göç hareketi, 1771'de Kırım'ın Ruslar tarafından işgaliyle başlayan göçlerdir. 92 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 koca bir imparatorluktan, ulus devlete geçişin sancıları, sıkıntıları ve sorunları yaşanıyor, bu arada 'Millet' ve 'Türklük' gibi kavramların yeniden tanımlanmasına da çalışılıyordu. Osmanlılar döneminde göçmen kabul etmede “Müslüman” (“Dindaş”) olmak tek ölçüt olarak kabul edilirken, Cumhuriyet döneminde bu sadece “dolaylı ve bağımlı bir ölçüt” olarak dikkate alınmaya başladı. Bunun yerine genelikle “Soydaş” olma ölçütü esas alındı.“Ümmet”ten“millet”e dönüşmenin bir gereği olarak göçmen kabul etmede de“Dindaş”ölçütü yerine “Soydaş” ölçütünün esas alınması gerektiği düşünülüyor, bu durum, “din birliğine” dayanan “ümmet” yapısından kurtulma ve “kültür birliğine” dayanan bir “millet” yapısına kavuşma politikasının bir parçası ve gereği olarak açıklanmaya çalışılıyordu (ÇAVUŞOĞLU, Milyonlarca Türk ve Müslüman geride öldürülmüş anababalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak Osmanlı Devleti'nin sürekli daralan sınırlarına doğru kaçmak zorunda kalmıştır. Bu zavallı "göçmenler" in büyük çoğunluğu da yollarda Hıristiyan çetelerinin saldırıları, açlık, perişanlık, sefalet ve çeşitli salgın hastalıklar yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdir. Halim, (Bahar 2007),“Yugoslavya-Makedonya” Topraklarından Türkiye'ye Göçler ve Nedenleri, Bilig, sayı 41: 123-154). Daha ilk mübadeleler sırasında kimin Türk kabul edilip kimin edilmeyeceği, kiminTürkiye'ye göç etmesine izin verilip, kimin verilmeyeceği, kimin Türkiye'den başka ülkelere gönderilip kimin gönderilmeyeceği konusunun kolay halledilebilecek bir sorun olmadığı anlaşıldı. Örneğin, Türkçe konuşan, etnik olarak da Türk soylu kabul edilen Gagavuzlar Türkiye'ye kabul edilecekler miydi? Ayrıca Anadolu'da, Anadolunun Türkler tarafından fethinden çok önce, Bizanslılar tarafından İslam akınlarını önlemek amacıyla buraya getirilip yerleştirilmiş, bu arada Hıristiyanlaştırılmış Türk boylarına mensup Ortodoks Türkler de vardı. Bunların büyük çoğunluğu Anadolu'nun Türkler tarafından fethinden sonra İslamiyeti kabul etmişler, Anadolu'nun hızla Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında bunun da çok önemli bir rolü olmuştu. Fakat Anadolu'da hala eski dinlerinde kalmaya devam eden Türk soylu, Türkçe konuşan ama Hıristiyan Ortodoks Türkler de vardı. Örneğin, Yunanistan'da yıllarca iktidarı ellerinde bulunduran Karamanlis ailesi de bunlardandı ve bunlar Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğullarıyla aynı soydan geliyorlardı. Bunların Hıristiyan olması bizim yöneticiler için hiç bir sakınca oluşturmuyordu ama bunlar kendilerini Türk saymıyorlar, din bağı nedeniyle Ortodoks Rum hissediyorlardı. Bunların durumları ne olacaktı? Nitekim mübadelede sırasında bunların Türkiye'de bırakılmaları, ya da Yunanistan'a gönderilmeleri konusunda bir hayli tereddüt yaşandı. Bir başka tereddüt konusu da kaybedilen Osmanlı topraklarında kalan, etnik kökenleri ve dilleri farklı olsa da kendilerini asırlardan beri Türk ve Müslüman sayan, öz yurtlarında da kendilerine Türk ve Müslüman gözüyle bakılan, bu yüzden zulme, baskıya ve soykırıma uğrayan, daha önce yakınları Türkiye'ye göç etmiş çok büyük bir kitlenin mevcudiyetiydi. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'ya göç etmiş bulunan milyonlarca BalkanTürkü ve Müslümanı haklı olarak yakınlarının da kabul edilmelerini istiyorlardı. Bunların başında da Boşnak, Arnavut, Torbeş, Pomak gibi Müslüman gruplar geliyordu. Hristiyanlar'ın baskı ve katliamlarından kurtulmak için Osmanlı topraklarına göç eden binlerce "Müslüman" göçmen hiçbir şeyleri olmadan geliyorlardı. Çoğunluğu İstanbul'a gelen ve kentin sokaklarını dolduran bu zavallı insanların beslenmeleri, giydirilmeleri ve barındırılmaları da çok büyük bir sorun oluşturuyor, bir süre camilerde ve okullarda barındırıldıktan sonra kırsal yörelere gönderiliyorlar, nerede boş toprak varsa oraya yerleştiriliyorlardı. Göçler Osmanlılar döneminden sonra Cumhuriyet döneminde de devam etti. Geray, 1923-1960 döneminde Türkiye'ye "göçmen" ve "mübadil" ve“sığınanlar”olarak gelenlerin sayısını 1.204.205 olarak vermektedir. Bunlar arasında (384 bini "mübadil" olan)Yunanistan göçmenlerinin sayısı 407 bin 788 (%33.9), Bulgaristan göçmenlerinin 374 bin 478 (%31.1), Yugoslavya-Makedonya göçmenlerinin 269 bin 101 (%22.4), Romanya göçmenlerinin ise 121 bin 351 (%10)'dir. (Geray, Cevat, (1962), Türkiye'den ve Türkiye'ye Göçler, Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), sayfa: 7-9, 11-13, Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Doğanay ise Cumhuriyetin kuruluşundan 1997 yılına kadar büyük bölümü Balkan ülkelerinden olmak üzere Türkiye'ye gelen göçmen sayısının yaklaşık 1 milyon 600 bin olduğunu söylüyor (Doğanay, Filiz, (1997), “Türkiye'ye Göçmen Olarak Gelenlerin Yerleşimi” Toplum ve Göç, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Mersin 20-22 Kasım 1996, Ankara: DİE Sosyoloji Derneği Yayını, ss: 196-200). İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte Türkiye'nin göçmen kabul etme politikalarında bazı değişikliklere gidildi. Kuruluş aşamasındaki Türkiye Cumhuriyetinde, kültürler, dinler, diller, etnik kökenler mozayiği olan 93 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 1934'te çıkarılan 2510 sayılı Göçmen Kanunu'nun 3. maddesiyle Türkiye'ye kabul edilecek göçmenler için “Türk soyundan olma veya Türk kültürüne bağlı bulunma (Türk bilinci taşıma)” ölçütü ve şartı getirildi. Belirlenen yeni ölçütlere göre, Türkiye'ye göçmen olarak gelebilmek artık hiç de kolay bir iş değildi. Bir göçmen adayının bölgedeki Türk temsilciliklerinden Türkiye'ye "serbest göçmen vizesi" alabilmesi çok zor, uzun, yorucu, bıktırıcı bir süreci gerektiriyordu. Türkiye'ye göç etmek isteyen bir göçmen adayının önce yerel makamlardan “milli" (etnik) kökeninin Türk olduğunu belirten bir belge alması şarttı. Eğer aday, yerel makamlardan “milli” (etnik) kökeninin Türk olduğunu gösteren bir belge alabilirse, o belgeyle bölgedeki Türk temsilciliğine başvuracaktı. Burada da uzman memurlar tarafından (elindeki belgeye dayanarak, ancak belgeye rağmen) Türkçe bilip bilmediğinin, Türk kültürüne bağlı olup olmadığının, dolayısıyla Türk bilinci taşıyıp taşımadığının da sınanması gerekiyordu. Başvuru sırasında adaydan, (varsa) Türkiye'de akrabaları ile ilgili (yakınlık derecesi, nerede ikamet ettikleri gibi) ayrıntılı bilgiler isteniyordu. Bölgedeki Türk temsilcilikleri ile Türkiye'deki makamlar arasında yapılan bilgi alışverişine dayanılarak yürütülen araştırma sonucunda, başvurunun uygun bulunması halinde adaya "serbest göçmen vizesi" veriliyor, aksi takdirde verilmiyordu. SAYI 17 - 18 Ölçütler ve uygulamalar konusunda yaşanan sorunlar ve sıkıntılar kısa zamanda içinden çıkılmaz hale geldi. Bu işlemler sırasında en büyük sorun "dil" konusunda çıkmıştı. Çünkü adayların çoğunun Türk bilincine sahip oldukları anlaşılmasına rağmen Türkçe bilmiyorlardı. Bir zamanlar Anadolu'dan Balkanlara göç etmiş Türklerin bile önemli bir kısmı gittikleri yerlerde zamanla Türkçe'yi unutmuşlar veya çok zor konuşur hale gelmişler, bulundukları bölgenin dilleri onlar için anadil olmuştu. Ayrıca en önemli ölçüt kabul edilen "Türk bilinci", Hıristiyanlaşmış olanTürklerde hiç bulunmadığı halde, Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak gibi Balkan Müslümanlarında bu bilinç çok üst düzeydeydi. Bunlar Türkçe bilmemelerine rağmen kendilerini Türk sayıyorlar, Türk olarak tanımlıyorlardı. Balkan Müslümanları en başından beri hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler Türklükle Müslümanlığı ve Osmanlılığı özdeş sayan bir anlayışa sahiptiler. Kendilerini “Türk” olarak tanımladıkları, “Türk” kimliğini benimsedikleri gibi yüksek bir Türklük bilincine de sahiptiler. Oran bu gerçeği şöyle ifade ediyor: "Bu ülkede [Makedonya'da] en azından orta yaşlı Arnavutlar arasında Müslümanlık ile Osmanlılık özdeş kavramlardır. Buna örnek olarak da, birçok Arnavut'un yemin ederken, hala, ''Türklük dinimin hakkı için' demesini gösterebiliriz." (Bakınız: ORAN, Baskın, Bu mevzuatı ve işlemleri uygulamak durumunda olan bazı görevlililerin zaman zaman ortaya koyabildikleri haksız, yersiz, gereksiz, yanlış ve keyfi tutum ve uygulamalar, konuyu daha da tatsız, üzücü, travmatik ve içinden çıkılmaz hallere sokabiliyordu. Aslında Türkiye'ye göç etmek isteyen Balkan Müslümanlarından pek çoğunun akrabaları zaten daha önceden Anadolu'ya gelip yerleşmişlerdi. Daha önceden Türkiye'ye göçmüş olanlar doğal olarak kendi akrabalarını da yanlarına almak istiyorlardı. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'nun kapıları bütün Müslüman unsurlara sonuna kadar açılmışken, şimdi yeni Türkiye'de bazı Balkan Türklerinin ve Müslümanlarının göç taleplerinin etnik kökenleri gerekçe gösterilerek reddedilmesi, üstelik bunların en çok değer verdikleri Türklüklerinin de tartışma konusu yapılması çok çeşitli sorunlara, sıkıntılara ve huzursuzluklara sebep oluyordu. Müslümanlığı benimsemekle kendilerini eski Slav kimliklerinden çıkmış ve tam bir Türk olmuş sayan, kimliklerini böyle tanımlayan Müslüman halkın bu tür bir tartışmayı anlayabilmesi ve kaldırabilmesi kolay bir şey değildi. Ortaya çıkan bu yeni durum hem Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek için Türkiye'ye göçmekten başka çare göremeyen göçmen adaylarını, hem de onların Türkiye'deki yakınlarını ve akrabalarını çok üzüyor, şaşırtıyor, kırıyor, rencide ediyor, küstürüyor, ruhlarda da derin izler, yaralar açılmasına, travmalar yaşanmasına ve tepkiler doğmasına neden oluyordu. (1993a), “Balkan Müslümanlarında Dinsel ve Ulusal Kimlik” (Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya ve Kosova Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme) A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 48, No:1-4, Ocak-Aralık, Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayını, 109-120, (1993b) “Balkan Türkleri Üzerine İncelemeler” (Bulgaristan, Makedonya, Kosova), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 48, No: 1-4, Ocak-Aralık, Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayını, 121-147). Gittikçe büyüyen baskılar ve ortaya çıkan çeşitli sorunlar yüzünden bu 'soydaş' ölçütünün yumuşatılması gereği vazgeçilemez ve ertelenemez hale geldi. Yavaş yavaş aslen Türk olanların yanısıra, 'etnik' bilincin eşlik etmesi şartıyla“Türk”kültürüne bağlı olanların ve“Türk” bilinci taşıyan grupların da “göçmen” olarak kabul edilmeleri gereği kabul görmeye başladı. 94 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 zorunda kaldılar. Bu şekilde önemli sayıda Balkan Müslümanı dünyanın değişik bölgelerine dağıldı. Buna özellikle 1975'lerden sonra iş aramak gibi ekonomik sebeplerle Batı ülkelerine göç eden Balkan Müslümanları da eklenince sonuçta dünyanın çok geniş bölgelerine yayılmış bir 'Balkan Müslümanları diasporası' ortaya çıktı. II. Dünya Savaşından sonra özellikle Yugoslavya'da meydana gelen rejim değişikliği de Balkan Türklerinin ve Müslümanların sorunlarını hafifletmedi, aksine daha da artırdı. Örneğin Yugoslavya'da kurulan Komünist Tito rejimi burada yaşayan Müslümanlara ve Türklere karşı o zamana kadar uygulanan baskı ve zulümleri azaltmak yerine daha da artırarak devam ettirdi. Nitekim 1923-1960 döneminde Yugoslavya'dan Türkiye'ye göç eden 269 bin 101 kişiden % 56,4'ü, bu baskılar yüzünden l953-1960 döneminde göç etmek zorunda kalmıştır (Geray, Cevat, (1962), Türkiye'den ve Türkiye'ye Göçler,Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Artan baskılar yüzünden Türkiye'ye yönelik göçler, 1960'dan sonra da sürmüş, 1952-1975 arasında 296 bin kişi olan Yugoslavya'dan Türkiye'ye göçenlerin sayısı 1996 yılı itibariyle 350 bini bulmuştur (Hamza, Yusuf.//XAMZA, Jucuf, “Makedonya'da Josip Broz Tito Türk Sorunu”, Birlik gazetesi, 1 Ağustos 1996 Perşembe, Üsküp: “Nova Makedoniya” R.E. Marketing). Sonuçta, kendi kimliğini "Türk" olarak tanımlayan ve "Türk bilinci" taşıyan adaylar için anadil ve Türkiye'deki akrabalar gibi, başlangıçta öngörülen kuralların zamanla yumuşatılması yoluna gidildi. Bu gelişmede Türkiye'nin dış temsilciliklerden gelen raporların da önemli etkileri ve katkıları oldu. Örneğin Belgrad Büyükelçiliği'nden Türk Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen 6 Temmuz 1963 tarihli resmi yazıda Arnavut kökenliler hakkında şu bilgilere yer verilmektedir: "Gerek Kosmet'te (Kosova ve Metohiya), gerek Makedonya'da yaşayan Müslüman Arnavutlar'ın münevveri ve köylüsü arasında temayül ve hissiyat bakımından büyük fark vardır. Köylü Arnavut için, tıpkı köylü Bosnalılar için olduğu gibi, Müslüman ve Türk kelimeleri birbirinin müradifidir ve aynı manayı ifade eder. Köylü Arnavutlar'da dini hisler kuvvetli olduğu için, bunlar dinsiz bir devlet olarak tanıdıkları Arnavutluk'tan ziyade dinin serbest olduğu Türkiye'ye bağlıdırlar ve ... kendilerini Türk hissederler. ... Kosmet ve Makedonya'daki Arnavut münevverlerine gelince, bunlar koyu Şoven ve Arnavutluğa derin milli hislerle bağlıdırlar" (Dışişleri Bakanlığı, Göçmen Kanunu'nun 3. maddesi göçmen gönderen ülkeye kendi yurttaşları olan göçmen adaylarına yardımcı olma yükümlülüğünü de veriyordu. Türkiye'ye göçmek zorunda kalan Türk ve Müslümanlar her şeylerini Yugoslav'yada bırakarak gelmek zorunda kalıyorlardı. Bu sorunun hafifletilmesi için yapılan görüşmeler ve varılan anlaşmalar da pek bir işe yaramamıştı. Örneğin Türkiye ile Yugoslavya arasında göçmenlerin Yugoslavya'da kalan arazi, çiftlik ve emlakının tasfiyesi konusunda yapılan uzun müzakeler sonucunda 27 Kasım 1933'te Belgrad'da "Dostluk, Ademi Tecavüz, Adli Tesviye, Hakem ve Uzlaşma Muahedesi", bunun ardından da 28 Kasım 1933'te Ankara'da "Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı Arasında Mütekabil Mutalebatın Tesviyesine Müteallik İtilafname" imzalanmış, bu çerçevede iki taraf uyruklarının diğer ülke sınırları içinde bulunan malvarlıkları karşılaştırılarak, Türk tarafı lehine ortaya çıkan 476.520 TL'lik fark, Yugoslavya tarafından Türk makamlarına ödenmiştir. Fakat mal varlıklarının sahipleri olarak Yugoslavya tarafından teslim edilen listelerden mal varlığı sahiplerinin tespit edilemediği gerekçesiyle, bu para da asıl sahiplerine verilmemiş, Kızılay'a bağışlanmıştır (Dışişleri Bakanlığı, (1969), Dış Türkler (Belgeler), sayfa: 644). Ankara, T.C. Dışişleri Bakanlığı AZEM Dairesi.) Türkiye'ye göç etmek isteyip de kabul edilmedikleri için gelemeyen ancak Balkanlarda da varlıklarını ve kimliklerini koruyamayacak duruma gelen Balkan Müslümanlarının önemli bir kesimi çaresiz bir şekilde Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, ABD, Avustralya, Arjantin ve Arap ülkeleri gibi başka ülkelere göç etmek (1969), Dış Türkler (Belgeler), Ankara: T.C. Dışişleri Bakanlığı AZEM Dairesi, s: 641-642, 622, 667; Ökçün, A. Gündüz ve Ahmet R., (1974), Türk Antlaşmaları Rehberi (1920-1973), Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, s: 22, 468). 95 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR BALKANLARDAN GÖÇ HİKAYELERİ SAYI 17 - 18 Makedonya'da hem de bütün Balkanlarda, Türk olmak demek, Türk olduğunu söylemek, her zaman Müslüman olmakla ve Müslüman olduğunu söylemekle aynı anlama geliyordu.Türk eşittir Müslüman demek olunca da ister istemez, Arnavut da olsa, Torbeş de olsa, Boşnak da olsa bütün Müslümanlar kendilerini Türk görüyorlar, kendilerini tanıtırken, milliyetlerini ifade ederken de bunu “Elhamdülillah Türküm!” diye ifade ediyorlar. GÖÇMEK Mİ ZOR, KALMAK MI ZOR? Osmanlı Devleti'nin her toprak kaybedişinde, işgal bölgesinde kalan Türklerin ve Müslümanların önünde her biri diğerinden daha zor üç seçenek vardı: Ya Türklüklerinden ve Müslümanlıklarından vaz geçmek, ya ölüm dâhil her şeyi göze alarak öz yurtlarında varlık ve beka mücadelesi vermek, ya da anavatan Türkiye'ye göç etmek... Ecdat yadigârı olan, binlerce şehidin kefensiz yattığı ana baba ocaklarını, öz yurtlarını, öz vatanlarını terk etmek herkese çok zor, kabul edilemez, onur kırıcı geliyor, bunu bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Öte yandan onlara Türk ve Müslüman olarak bu topraklarda hayat hakkı tanınmayacağı her gün yaşanan zulümler, baskılar, tecavüzler, saldırılar ve ayırımcı uygulamalar ortaya konuyordu. Balkan Müslümanlarının çok az bir bölümü bu dayanılmaz baskı ve zulümlerden biraz olsun kurtulabilmek ümidiyle dinlerinden vaz geçmeden etnik kökenlerine göre Müslüman Sırp veya Müslüman Hırvat gibi kimliği benimsemekten yanaydı. Ama bunu Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından çoğuna kabul ettirebilmek mümkün değildi. Örneğin ne eski Yugoslavya dönemi hükümetleri, ne de yeni Makedonya hükümeti bütün baskılarına rağmen Makedonya'daki Müslüman Torbeşlere bir türlü Makedon olduklarını kabul ettirememişlerdi. Bunlar her şeye rağmen inatla “Biz Türk'üz!” demekten, hatta hükümetten kendilerine Türkçe eğitim verecek okullar açmasını istemekten vazgeçmiyorlardı. Özellikle baskı ve zulümlerin arttığı dönemlerde bazı BalkanTürkleri ve MüslümanlarıTürklüklerini ve Müslümanlıklarını daha iyi yaşayabilmek için Türkiye'ye göç etmekten başka çarelerinin olmadığını öne sürüyorlardı. Her şeye bütün olup bitenlere rağmen Balkan Müslümanlarının büyük çoğunluğu, İslamla ve İslam sayesinde kazandıkları ve asırlardır iftiharla taşıdıkları Türk kimliklerinden, kişiliklerinden, milliyetlerinden vazgeçmeye de Sırp veya Hırvat kimliğini kabul etmeye de, göçe de şiddetle karşı çıkıyorlar, göç edenlere de pek iyi gözle bakmıyorlardı. Göç edenler, bunu severek, isteyerek değil çaresizlikten yapmak zorunda kaldıklarını belirterek kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Yine de yaptıkları bu işten dolayı son derece mahcup, başları öne eğik, öz yurtlarında kalma cesaretini gösterebilenlerin gözlerine bile bakamadan, utançlarını gizlemeye çalışıyorlar, geride kalanlara hiç de yerine getiremeyecekleri halde: - Sizi hiç unutmayacağız! - Hep aklımızda, fikrimizde kalbimizin en değerli yerinde olacaksınız! - Kalbimiz hep sizin için atacak!' gibi sözler veriyorlardı. Komünist hükümetler de Torbeşlere kendilerinin aslen Türk değil Makedon olduklarını kabul ettiremeye çok uğraşmışlar, fakat bir türlü kabul ettirememişlerdi. Basın yayın organlarına da yansıdığı üzere, komünist dönemde üst düzey bir yetkili ile kendisine aslen Makedon olduğunu anlatmaya çalıştığı ihtiyar bir Müslüman Torbeş arasında şöyle bir konuşma geçmiş: - Sen necisin? Yani hangi millettensin? İhtiyar hiç tereddütsüz: Gözyaşları içindeki vedalaşmaların ardından gidenler, trenlere binip uzaklaşıyorlardı. Kalanlar gidenleri: - Bir gün mutlaka gelecekler!' diye umutla bekleseler de ne gelen oluyordu, ne de dönen! Kalanlar zamanla artık gidenlerin kendilerini tamamen unuttuklarını, onları ölmeden mezara koyup gittiklerini düşünmeye başlıyorlar, gözlerinden uzak eski dostlarını gönüllerinden çıkarıyorlar, kalplerinin artık bir daha onlar için atmasına gerek olmadığına inanıyorlardı. Gidip de bir daha geri dönmeyenler kalanlar için artık sadece: - Ben Türk'üm! diye cevap veriyor. - Senin esas vatanın neresi? - Türkiye! - Bindim treni, unuttum seni! - İyi ama bak, sen tek kelime bile Türkçe bilmiyorsun! Eğer aslen Türk olsaydın, ana dilin de Türkçe olurdu. Dolayısıyla sen nasıl Türk olabilirsin? Şeklinde meşhur olmuş bir özdeyişle hatırlanıyordu. Göç edenlerin çoğu da geride bıraktıklarını çok çabuk unutuyorlar, bazıları gittikleri yerlerde geldikleri yerlerin adıyla çeşitli dernekler kurarak geride bıraktıklarını unutmadıklarını göstermeye, böylece vicdanlarını rahatlatmaya çalışıyorlardı. - Olsun, ben yine de Türk'üm! Komünist yetkili ne demişse ihtiyar Torbeş'e aslen Türk değil, Makedon olduğunu kabul ettirememiş, onu 'Ben Türk'üm!' demekten vaz geçirememiştir. Müslüman halkın büyük çoğunluğu bu anlayıştaydı. Çünkü hem 96 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR PROF. KEMAL KARPAT ANLATIYOR Balkan Türkleri ve Müslümanları için artık Türk ve Müslüman olarak Balkanlarda kalabilmek gittikçe daha da zorlaşıyordu. Ama Türkiye göçebilmek de hiç de kolay bir iş değildi. Bunun için önce bütün mallarını mülklerini, kazanımlarını gavurlara terk etmeye razı olmak, ondan sonra da çok uzun, çok üzücü ve çok can sıkıcı bir göçmenlik vizesi prosedürünü tamamlayarak Türk makamlarından göçmen vizesi alabilmek, göç sonrasında da maddi ve manevi pek çok sıkıntılara katlanmayı göze alabilmek gerekiyordu. Göçmen vizesi almakla ve Türkiye'ye göç etmekle dertler çileler bitmiyor, beklenen sıkıntıların yanında hiç hesapta olmayan, hiç tahmin edilmeyen problemlerle de karşılaşma, bunlarla mücadele etme gereği doğuyordu. SAYI 17 - 18 hine değiştirildiğini, dedesinin zaman zaman Türkiye'ye gidiş gelişlerini, hatta yerleşmek amacıyla Bandırma'dan arazi satın almasını, babasının da Türkiye'ye 7 kez gidip geldiğini, Türkiye'ye göç etmeyi çok istemesine rağmen buna ömrünün yetmediğini ifade eder. Daha sonraki yıllarda Romanya'nın Komünist rejime geçmesiyle daha da mağdur olan Türkler'in Türkiye'ye göçmekten başka çare bulamadıklarını, kendilerinin de 1946'da Türkiye'ye göçtüklerini, Babadağ'da şimdi birkaç evin dışında hiçbirTürk'ün kalmadığını belirtir. Kemal Karpat'ın henüz Romanya'da ve 12-13 yaşlarında iken yaşadığı, hafızasından silinmeyen bir göç olayı, muhacirliğin, göçmenliğin, hele de Balkan göçmeni olmanın ne hazin bir trajedi olduğunu gözler önüne serer. Kemal Karpat, 810 arabayla Anavatana göç etmek için hazırlanan akraba ve köylülerinin köyden ayrılma sahnesini şöyle tasvir ediyor: Balkan göçmeni olarak Türkiye'ye göç etmenin ne gibi zorlukları, sıkıntıları, meşakkatleri olduğunu bizzat yaşayanlardan, en iyi bilenlerden ve anılarında anlatanlardan biri de dünyaca ünlü Balkan kökenli ilim adamımız Prof. Dr. Kemal Karpat'tır. “Nihayet diğer köylerden arabalar da geldi. Yol kenarına dizildiler. Tanımadığım insanlar, çocuklar, hatta köpekler, kediler arabadan indiler. 'Hadi hazır mısınız? Vatana göçüyoruz, gidelim!' dediler. Babadağ'da oturan ve imamlık yapan uzaktan akrabamız Salim Hoca, tam hareket edilecekken, 'Durun!' dedi. O zaman ilk defa tarihle göçün, acının kaynaştığını gördüm. Salim Hoca'nın geçmişinin ne olduğunu, bilgisinin nereden geldiğini bilmiyorum, fakat orada çok etkileyici bir nutuk çekti: 'Biz bu topraklara gelmişiz, burada herkesle kardeş gibi yaşamışız. Dedelerimiz, büyük dedelerimiz yüzlerce yıl burada yaşamış, hepsi burada gömülü! Bu topraklar bizim kanımıza işlemiş ve şimdi biz kurbanız! Gidiyoruz, vatanımıza dönüyoruz. Bir zamanlar bir rüya varmış, şimdi o rüya bitti, dönüyoruz vatana! Buraları terk ediyoruz. Mağlup olarak dönüyoruz!' Heyecanlanarak devam etti: 'Gerçi yenildik ama yok olmadık! Şimdi yeni bir geleceğe doğru gidiyorsunuz. Ve siz geleceğin kahramanları, hadi çıkarın kalpaklarınızı!' Rumenler, Bulgarlar toplanmış seyrediyorlar… 'Hadi kalpaklarınızı çıkarıp bu adamlara selam verin' diye bitirdi. Kalpak çıkarmak orada hürmet ifadesidir, herkes kalpağını çıkardı ve sonra tekrar taktı. Salim Hoca, 'Hadi yürüyün artık!' dedi ve arabalar yavaş yavaş yola koyuldu. Yola koyuldular ama yavaş yavaş, yol da biraz bayır yukarı ya, atlar sanki gitmek istemiyorlarmış, sanki o toprakları terk etmek niyetinde değillermiş gibi adımlar ağır ağır, gönülsüzce atılıyor. Ve kafile yavaş yavaş köyümüzden çıkmaya başladı; köpekler havlıyor, gitmek istemiyorlardı…Yurdundan ayrılmak ne kadar acıymış!... Kim olursa olsun, Allah korusun! Zorla kopar gibi, arabalar gıcırdayarak, atlar istemeyerek, kadınlar ağlayarak, çocuklar sızlayarak, erkekler başı öne eğik arkaya bakmamaya gayret ederek Köstence'nin yolunu tuttular. 1923 yılında Romanya'nın Dobruca bölgesinde doğan, 1946'da Türkiye'ye gelerek T.C. vatandaşlığına geçen, TBMM Onur Ödülü sahibi, Wisconsin Üniversitesi emekli öğretim üyesi, Türkiye'de sosyal bilimler denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Prof. Dr. Kemal Karpat, Türkiye'de Haydarpaşa Lisesi'ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra ABD'ye gidip New York Üniversitesi'nde doktora yapmış, ABD'nin en önde gelen üniversitelerinde dersler vermiş, kürsü başkanlıkları ve ODTÜ'de hocalık yapmış çok değerli bir tarihçimizdir. Eserlerine bütün dünyada en çok atıfta bulunulan sosyal bilimcimizdir. Ömrünün kahir ekseriyeti doğduğu yerlerin ve vatandaşı olduğu Türkiye'nin dışında geçmesine rağmen kalbi hep Türkiye için atmıştır. Emin Tanrıyar'la yaptığı anı söyleşi 2008 yılında Dağı Delen Irmak adıyla kitaplaştırılmıştır. Söz konusu kitapta Balkanların önemi ve Türkiye'de Balkan göçmeni olmanın nasıl bir şey olduğuna dair de çok önemli, ilgi ve dikkat çekici tespitler vardır. Kemal Karpat'ın ilginç yaşam öyküsünün anlatıldığı 622 sayfalık kitabın ilk bölümünde, Türklerin Balkanlardan 200 yıllık ricatlarının acı öyküsü kendi aile ekseninden anlatılır. Memleketi Babadağ'ın önceleri Türkler lehine olan nüfus kompozisyonun nasıl Türkler aley- 97 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ormana giden yol, mezarlığın yanından geçiyordu. Sanki emir verilmişçesine bütün arabalar mezarlıkta durdu. Herkes arabadan indi, çoluk çocuk mezarlığa doğru avuçlarını açarak dua ettiler. O manzara hiçbir zaman gözümün önünden silinmez. Yurduna, her şeyine veda edip giden bir sürü insan durmuş, dua ediyor... Sonra kervan tekrar yola koyuldu ve yavaş yavaş tozlar içerisinde eridi gitti. Nereye? Anadolu'ya… Sonra akşam hayat dolu o evler kapkaranlık, bomboş kaldı. Baykuşlar geldi hemen, sanki oradan ölü çıkmış gibi acı acı bağırdılar. Bir süre göçmenleri takip eden köpekler bir yerde durup, sılaya, terk ettikleri yere dönüp havlayarak sahiplerini aradılar. Sahipleri ise çoktan Anadolu yolunu tutmuşlardı. Havladılar, havladılar... Kimse onlara kapı açmadı, yemek vermedi. Etraf bomboştu. Ondan sonra geldikleri yola dönerek, giden arabalara ulaşmaya çalıştılar. Bazıları ulaştı, bazıları yolda ölüp kaldı. Yani köpek dahi doğduğu yeri terk etmek istemiyordu (s.44).” SAYI 17 - 18 Anavatana göç etmek, her Balkan göçmeni gibi, Kemal Karpat için de ne yazık ki de bütün acıların, sıkıntıların sonu anlamına gelmiyor. Her Rumeli, Balkan göçmeninin karşılaştığı sorunlarla, sıkıntılarla, olumsuzluklarla o da karşılaşıyor. Tabii anavatanında karşılaştığı hoş olmayan olaylar, her Balkan göçmeni gibi ona da gâvurlardan gördükleri muameleden çok daha ağır ve acı verici geliyor. Kemal Karpat, anavatanda karşılaştıkları olumsuzlukları da şöyle özetliyor: Kemal Karpat'ın hatıra Kitabının önemli bölümlerinden biri de “Evlad-ı Fâtihân, Evlâd-ı Perîşân Oldu!” başlığını taşıyor. Aslında tek başına bu başlık bile Balkanlarda Türklerin ve Türk ortak kimliğinde ve kategorisinde değerlendirilen bütün Müslümanların 1800'lü yılların başından bugüne kadar yaşadıkları acıları, felaketleri, musibetleri, kıyımları, hak gasplarını, soykırımları, tecavüzleri özetlemeye yeter. “Biz nereye gitsek yabancı muamelesi gördük. Romanya'da bizi “Türk” diye aşağıladılar, buraya geldik. “Romanyalısın, sen hakiki Türk değilsin, olamazsın!” dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. Siz dışarıdan gelmişler, hakikî Türk değilsiniz! Sizin kanınıza gâvur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız!” gibi lafları çok işittim!”Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu sırada 11-12 milyon olan nüfusumuzun 7-8 milyonu Balkanlardan ve Kafkaslardan göçlerle anavatana gelmiş insanlarımızdan oluşuyordu. ROMANYA'DATÜRK AMATÜRKİYE'DE DEĞİL! Göçmenlik trajedisi Türkiye'e göçmekle de bitmiyordu. Türklüğü ve Müslümanlığı için, daha doğrusu Türklüğünü ve Müslümanlığını daha iyi yaşayabilmek için anavatan bildikleri Türkiye'ye gelen Balkan Müslümanlarının burada gördükleri muameleler, yaşadıkları hayal kırıklıkları ve travmalar üzerine anlatılabilecek çok şey vardır. Ülkemizin en tanınmış Balkan göçmenlerinden biri olan Prof. Kemal Karpat'ın Dağı Delen Irmak adlı kitabında bu konuda da çok ilginç bilgiler ve tespitler vardır. BOSNA'DATÜRK,TÜRKİYE'DE BOŞNAK! Türklükleri ve Müslümanlıkları için öz yurtlarını terk ederek Türkiye'ye göç etmek zorunda kalan bu insanlara, Türkiye'de bazı kendini bilmezlerin başka gözle bakmaları, onları gerçek anlamda Türk saymamaları gerçekten acı ve talihsiz olaylardan olmakla beraber ne yazık ki hiç de nadir değildi. Dışarıda, yani gâvur içinde, yaban ülkede Türk sayılıp da, Türklüğün anavatanı olan ülkede bazı kendini bilmezler tarafından da olsa ötekileştirilmek, yabancı sayılmak, başka değerlendirilmek gerçekten kolay katlanılabilecek bir şey değildir. Bunun doğuracağı üzüntüye, kedere, acıya ve travmaya katlanabilmek de herkesin harcı değildir. Bu tür tutum ve davranışların muhataplarını ne kadar çok üzdüğünü, sinirlendirdiğini, öfkelendirdiğini, çileden çıkardığını tahmin etmek zor olmasa gerekir. Ben de böyle tutum ve davranışlara maruz kalan kişilerin gösterdikleri olağanüstü tepkilerle ilgili pek çok olay dinledim. İşte Bursa'lı Sayın Nusret Uluca'dan dinlediğim benzer olaylardan biri: Kemal Karpat; 23 yaşında iken ailesiyle birlikte ata toprağı Romanya'dan kalkıp, anavatan bildiği Anadolu'ya göç edişlerinin nedenlerini de şöyle anlatıyor: “... Türk olduğum için aşağılık, istenmeyen bir yabancı durumuna düşürülmüştüm. Okullarda Türkler aleyhine kitaplar okutuluyor, bize “işgalci, yağmacı” diyorlar ve biz bunlara cevap veremiyoruz… Türk “kötü, kana susamış” bir insan olarak tasvir ediliyor, damgalanıyor. Halbuki ben bunun böyle olmadığını kendi gözlerimle görüyorum. Göz göre göre kötüleme, tarihi iğfal etme ve kendi milletini en yücelere çıkarmak için diğerini aşağılama var.” 98 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 ve Müslüman sayılmamasınaymış. Onun Boşnaklığından hiçbir şikâyeti ve memnuniyetsizliği yokmuş ama kendisi için her şeyden daha önemli olan ve önde gelen Türklüğünün ve Müslümanlığının bazılarınca tanınmaması onu çileden çıkarıyor, böyle aşırı tepkiler vermesine neden oluyormuş. Bu da bütün Boşnak Türk ve Müslümanların ortak derdi, tasası, düşüncesidir. Bir zamanlar Bursa Sanayi veTicaret Odası'nda Ali Erhan Selimbegoviç (Selimbeyoğlu) adında yedi yabancı dil bilen, Boşnak asıllı, eski gazeteci bir tercüman çalışıyormuş. İri yapılı, boylu, boslu, yaşlıca bir zat olan Ali Erhan Bey, alkolik denebilecek kadar içki mübtelasıymış. Buna rağmen Türklük ve Müslümanlık konusunda çok hassasmış. Her türlü şakayı, hatta küfür ve hakareti bile bir yere kadar hoş görürmüş ama sıra Türklüğüne ve Müslümanlığına gelince çok tahammülsüz olur, Türklüğüne ve Müslümanlığına hiç laf söyletmez, bu konularda şakayı da hiç kaldıramazmış. HİÇTÜRK KALMASAYİNETÜRK OLMAK Gerçek Balkan Türklerinin ve Müslümanların en temel ilkelerinden biri dünyada başka hiç Türk ve Müslüman kalmasa yine Türk ve Müslüman olma azminde, kararlılığında ve gayretinde olmaktır. Zaten onların dünyanın en güzel beldelerinden biri olan Balkanları terk etmelerinin, kendilerine yeni vatan aramalarının tek sebebi de budur. Ben bunun en güzel örneğini, yine bir Balkan göçmeni olan son devirde yetiştirdiğimiz, daha doğrusu kendi kendisini yetiştirmiş Ali Yakub Cenkçiler Hocam'da görmüşümdür. Aşağıda anlatacağım olay da bunun en bariz delilidir. Ali Erhan Bey, yine bir sabah akşamdan kalmanın derin mahmurluğu ve uyuşukluğu ile evinden işine gidiyormuş. Yolunun üzerindeki Koza Han'ın avlusundan geçerken, kendisini yakından tanıyanlardan biri ona takılmak istemiş. Uzaktan el sallayarak: - Hey Koca Boşnak! Ne haber? Nedir bu halin? diye seslenmiş. Aralarındaki samimiyete güvenerek şakayla söylenen, bu 'Koca Boşnak!' lafı Ali Erhan Bey'i çok sinirlendirmiş. Öfkeden deliye, çılgına dönen Ali Erhan Bey, yaşından ve cüssesinden beklenemeyecek bir çeviklikle hızla koşup kendisine seslenen adamın yakasına ve boğazına yapışmış: İstanbul'un eski mahallelerini en ara en sapa sokaklarına kadar gezip dolaşmayı çok seven Ali Yakup Hoca, günlerden bir gün, karışık, dolaşık, daracık sokaklı eski bir İstanbul mahallesinde dolaşırken, boylu, boslu, açık kumral, Avrupai görünümlü, mini etekli, oldukça serbest kılık kıyafetli iki genç kızla karşılaşır. Sıkıntılı, tereddütlü, telaşlı hallerinden mahallenin yabancısı oldukları anlaşılan kızlar, biraz mahcup, fakat son derece nazik, saygılı ve ölçülü bir tavırla Hoca'ya yaklaşırlar. İçlerinden daha cesur görünen yeşil gözlüsü hemen özür dileyerek söze girer: - Ulan Bana bak! Sen kime 'Koca Boşnak!' diyorsun? Diye sıkmaya başlamış. Bir yandan da: - Ulan, ben Türk'üm ve Müslüman'ım anladın mı? Üstelik ben gelip burada Türk ve Müslüman olmadım. Ben geldiğim, doğduğum, büyüdüğüm memlekette de Türk'tüm. Orada gâvurlar bile beni Türk bilirler, Türk tanırlardı. Bana onlar bile 'Boşnak' demezler, 'Türk!' derlerdi. Bana sövdükleri zaman bile önce Türklüğüme söverlerdi. Sonra da Türk anama, Türk babama, Türk dinime söverlerdi. Ulan ben buraya, Türklüğümü, Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, göğsümü gere gere, hiç kimseden çekinmeden, sıkılmadan Türklüğümle, Müslümanlığımla iftihar edebileyim diye geldim. Sırf Türklüğüm için onca çilelere, fedakârlıklara katlandım. Türk yurdu, ana vatanım bildiğim buraya hicret ettim, muhacir oldum. Şimdi sen bana nasıl 'Koca Boşnak!' dersin? Ulan ben oralarda, gâvur içinde Türk idim de, şimdi buraya Türkiye'ye gelince 'Boşnak' mı oldum? - Af edersiniz amca, sizi rahatsız ediyoruz! Ama biz buranın yabancısıyız. Otobüs durağına gideceğiz ama yolumuzu kaybettik. Epey zamandır aynı yerde dolanıp duruyoruz, bir türlü ana yola çıkamadık. Bize en yakın otobüs durağını gösterebilir misiniz? Hoca: - Estağfirullah, ne rahatsızlığı kızım! Ben de o tarafa doğru gidiyorum. İsterseniz durağa kadar birlikte yürüyebiliriz, deyince kızlar yaşlı adamın bu teklifini memnuniyetle kabul ederler. Oldukça konuşkan olan kızlar, kendilerine yol arkadaşlığı yapan Hoca'ya, bir çırpıda Sağmalcılar taraflarında oturduklarını, bir yakınlarının arabasıyla bu civarda oturan bir akrabalarını ziyarete geldiklerini, dönüşte kendi başlarına otobüs durağını bulabileceklerini zannettiklerini ama bu karışık sokaklarda yollarını kaybettiklerini, epeyce dolandıkları, Ali Erhan Bey o kadar sinirlenmiş ve gözü dönmüş ki etraftan yetişip adamı elinden almasalar nefessiz bırakıp boğacakmış. Beş altı kişi araya girip aralarını ayırmışlar, Ali Erhan Bey'i zor teskin etmişler. Biraz yatıştırdıktan sonra anlamışlar ki, Ali Erhan Bey'in esas tepkisi kendisine Boşnak denmesine değil, bazılarınca Türk 99 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 bir iki kişiye de sordukları halde, bir türlü otobüs durağını bulamadıklarını, ona rastlamalarının kendileri için büyük bir şans olduğunu anlatıverirler. Kızların sözü bitince, sıkıcı bir yol arkadaşı olmamak için, Hoca da onlara birkaç kelam etme gereğini hisseder. Önce isimlerini, sonra da biraz da Balkan göçmeni olduklarını tahmin ettiği için, memleketlerini sorar. Kızlar isimlerini söyledikten sonra, birisi biraz çekingen bir tavırla: -Amca biz muhaciriz. Ailemiz biz küçükken Yugoslavya'dan İstanbul'a göçmüşler! arıyorlarmış? Tahmininde yanılmadığını anlayan Hoca'nın gözleri ışıldar ve onlara: - Bizimkiler de çok geniş bir aileymiş. Saraybosna'da kimi ticaretle, kimi sanayiyle uğraşırmış. Fabrikaları, atölyeleri, iş yerleri, dükkânları varmış. Oraların en zenginlerindenmişler. - Yaa, öyle mi kızım? Desenize hemşehriymişiz. Biliyor musunuz, ben de muhacirim?! Hem de Kosova'lıyım, yani sizin gibi Yugoslav göçmeniyim. Peki sizinkiler Yugoslavya'nın neresinden gelmişler? - Amca benim ailem Saraybosna'dan gelmiş. - Yok amca, olur mu öyle şey? Aksine bizimkiler Yugoslavya'da çok zengin, çok varlıklıymışlar! Her şeyleri varmış! - Bizimkiler de öyle! Makedonya'da çiftçilikle, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Çok geniş arazileri, tarlaları, çiftlikleri, hayvanları varmış! Hepsini bırakıp gelmek zorunda kalmışlar. - İyi ama kızım, bunca mala mülkü ne yapmışlar? İnsan durup dururken onca serveti, zenginliği, malı mülkü, refahı bırakır da her şeyini terk eder yeni maceralar peşine düşer mi? Başına nelerin gelebileceğini, neler yaşayacağını bilemediği başka bir yere göçer mi? - Bizimkiler de Makedonya'dan, Üsküp'ten gelmişler. - Ne güzel! Ben, Üsküp'ü de Saraybosna'yı da çok iyi bilirim. Gençlik yıllarımda her ikisinde de medresede okudum. Her ikisi de çok güzel yerler. Peki, siz oraları hatırlar, bilir misiniz? Kızlardan biri: - Durup dururken olur mu amca? Oralar gâvur eline geçmiş. Gâvurlar tutmuşlar, bizimkilere de ya bizim gibi Hıristiyan olacaksınız, ya da buraları terk edeceksiniz demişler. - Eee, sizinkiler ne demiş? - Yok amca, nereden bilip, hatırlayacağız?! Ailelerimiz, zaten daha biz doğmadan buralara göçmüşler. Şimdiye kadar bizim hiç gidip gelme imkânımız ve fırsatımız olmadı. Sadece arada sırada büyüklerimizin anlattığı kadarıyla bazı şeyler biliyoruz, hepsi o kadar. - Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor, büyükleriniz? - Ne anlatacaklar amca! Oraların çok güzel yerler olduğunu, ama bırakıp gelmek zorunda kaldıklarını, muhacirliğin çok zor olduğunu, dayanılmaz acılar, çileler, sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar çektiklerini… İşte bunun gibi bir sürü şeyler anlatıyorlar! - Büyükleriniz doğru söylemişler kızım! Muhacirlik gerçekten de çok zor derttir. Başına gelmeyen, çekmeyen bilmez. Benim ömrüm de hep gurbetlerde, muhaceretlerde geçti. Hele Kosova gibi, Balkanlar gibi bana göre dünyanın en güzel, en verimli, iklimi en mutedil, en yaşanmaya değer, her şeyin bol olduğu, cennet gibi yerleri bırakıp da başka yurtlar aramaya mecbur kalmak, kolay katlanılabilecek dert değildir. Ben de Kosova'yı görmeyeli, göremeyeli çok uzun yıllar oldu. Ama inanır mısınız, ben hala kendimi rüyalarımda hep oralarda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerlerde görürüm?! Peki kızım, o zaman sizinkiler ne diye o kadar güzel yerleri bırakıp da muhacir olmuşlar. Orada çok mu fakirmişler? Buralarda daha rahat, daha iyi bir hayat mı - Ne desinler amca? Elbette, biz ölürüz, her şeyimizden vazgeçeriz de dinimizden vaz geçmeyiz demişler. - Sonra ne olmuş? - Ne olacak, bizimkiler de her şeylerini orada bırakıp Türkiye'ye göçmeye razı olmuşlar. Türkiye'ye geldiklerinde yıllarca barınak gibi küçücük evlerde, birkaç aile bir arada, üst üste yaşamak zorunda kalmışlar. Bu onların o zamana kadar hiç tanımadıkları, alışmadıkları çok zor bir hayatmış. - Peki ama, madem Yugoslavya'da o kadar varlıklı ve zenginmişler, Türkiye'de niçin bu kadar fakir bir duruma düşmüşler. Mesela, mallarını, mülklerini, servetlerini, paralarını, pullarını alıp niye Türkiye'ye getirmemişler? Oradaki varlıklarını, mallarını, mülklerini satsalar, burada daha rahat bir hayat sürdüremezler miydi? Böylece bu kadar çok çile, fakirlik ve yoksulluk da çekmezlerdi. Öyle değil mi? - Nasıl getirsinler amca, getirememişler ki?! Gâvur bırakmamış! Türkiye'ye göçmek isteyenlerin oradaki her şeylerine, bütün mallarına, mülklerine, varlıklarına el koymuşlar. 100 - Nasıl yani? TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 - Amca siz de hem Yugoslav göçmeni olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de nasıl olduğunu, orada olup bitenleri hiç bilmiyormuşsunuz gibi bize soruyorsunuz. din farkı gözetmediği söylenir. Sizinkiler hiç olmazsa komünizm döneminde rahat ve huzur yüzü görememişler mi? - Haklısın kızım! Bilmez miyim, elbette ben de biliyorum ama hem sohbet olsun diye, hem de sizinkilerin yaşadıklarını da sizin ağzınızdan duymak için soruyorum. Ben Kosovalı'yım, sizler Saraybosnalı ve Makedonya'lıymışsınız. Belki sizin oralarda bizde yaşananlardan farklı şeyler yaşanmış olabilir! Ayrıca olup bitenlerden, yaşanan acı ve sıkıntılardan bu kadar haberdar, her şeyin bu kadar farkında ve bilincinde olmanız da beni çok memnun etti. Onun için soruyorum, kusuruma bakmayın! - Nerede rahat yüzü görecekler amca! İdeolojisi, ekonomik, siyasi veya sosyal sistemi, rejimi değişse de gavur yine aynı gavurmuş. Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavrı ve düşmanlığı komünist dönemde de değişmemiş, hiç azalmamış. Hatta gavurlar rejim değişikliğinden sonra, Müslümanlara zarar vermek için bu sefer de komünizmi araç olarak kullanmaya başlamışlar. Komünist dönemde de, yine en çok Müslümanların mallarına el konuluyormuş. Göstermelik halk mahkemeleri kuruluyor, malı mülkü olan Müslümanlar, bu sefer de halk düşmanı ilan edilerek, bu mahkemelerin önüne çıkarılıyorlar ve güya yargılanıyorlarmış. Aslında bu mahkemelerin amacı da, sonucu da, verilecek da ceza çok önceden belliymiş. Halk mahkemelerinin üyeleri, başta Sırplar olmak üzere hep Hıristiyanlardan oluyormuş. Zaten daha sözde yargılama başlar başlamaz, gavurlar hep bir ağızdan 'İdam! İdam!' diye tempo tutmaya başlıyorlarmış. Kısa ve uydurma bir yargılamadan sonra, mahkemeye çıkarılan hali vakti yerinde Müslümanların hem mallarına el konuluyormuş, hem de bunlar idam sehpalarında can veriyorlarmış. Bizim yakınlarımızdan pek çok kimse de böyle idam sehpalarında can vermişler, mallarına mülklerine el konulmuş. - Estağfirullah amca! Sanki olanları hiç bilmiyormuşsunuz gibi sormanız garibimize gitti de onun için biraz şaşırdık. - Olabilir kızım! Ailelerinizin oradaki malının, mülkünün gâvurlar tarafından ellerinden nasıl alındığını anlatıyordunuz. İsterseniz yarım kalmasın? - Evet amca! Hıristiyan olmak istemeyen, oradaki baskı ve zulümlere de dayanamayan diğer Müslümanlar gibi bizimkiler de çareyi Yugoslavya'dan Türkiye'ye göç etmekte görmüşler. Ama gavurlar, bütün mallarından, mülklerinden, servetlerinden, arazilerinden, topraklarından, tarlalarından, dükkanlarından, iş yerlerinden, fabrikalarından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden, yani neleri varsa hepsinden vazgeçmedikçe, hepsini orada bırakıp gitmeye razı olmadıkça onların Türkiye'ye göçmelerine izin vermiyormuşlar. Hatta sonradan kalkıp da hak iddia edemesinler diye hepsinin elinden 'Yugoslavya'da benim hiçbir malım, mülküm yoktur' diye yazılı, imzalı kâğıtlar, belgeler de alıyorlarmış. - Sizinkilerin hepsi bunu yapmışlar, o belgeleri imzalamışlar mı? - Tabii amca, başka ne yapabilirler ki? Eğer yapmasalar, imzalamasalar Türkiye'ye göçmelerine izin verilmiyormuş. - Yaaa! Ama bu gerçekten çok büyük bir fedakârlık! Bu fedakârlığı acaba niçin yapmışlar? - Niçin olacak amca siz niçin yapmışsanız onlar da onun için yapmışlardır. - Ben sadece ve sadece dinim, Türklüğüm ve Müslümanlığım için yapmıştım. - Bizimkiler de öyle amca! Başka niçin olabilir ki? - Haklısınız kızım! Ama kızım, çok eskiden ben Kosova'yı terk etmeden önce Sırp çeteleri, çetnikler vardı. Köyleri, kasabaları, şehirleri basarlar, insanları kadın erkek, çoluk çocuk demeden vahşice öldürürler, mallarını, mülklerini, arazilerini yağmalarlar, onları öz vatanlarından göçe zorlarlardı. E benden sonra, Yugoslavya'ya komünist rejim geldi. Komünizmin daha insancıl olduğu, - Peki, bu Sırpların, gâvurların dertleri neymiş? Ne istiyorlarmış bu zavallı insanlardan? - Ne olacak amca, tek dertleri bizimkilerin Müslüman, kendilerinin Hıristiyan olmalarıymış. Buna bir türlü tahammül edemiyorlarmış. Bizimkilerden de illa kendileri gibi Hıristiyan olmalarını istiyorlarmış. Yoksa her şeylerine el koyuyorlar, onları ölümlerden ölüm beğenmeye mecbur ediyorlarmış. - Demek ki, sizinkiler de benim gibi her şeylerini tek bir şey için, yani sırf Müslümanlıkları için feda etmişler. Müslümanlıkları için, hiç tereddütsüz vatanlarını da, ülkelerini de, yuvalarını da, yuvalarını da, mallarını da, mülklerini de, hatta bazıları canlarını da feda etmekten çekinmemişler. Sırf dinlerini kurtarabilmek ve özgürce yaşayabilmek için buralara can atmışlar, hicret etmişler, muhacir olmuşlar. Gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Öyle değil mi, kızım? - Evet öyle amca, haklısın! Kızlardan biraz daha uzun boylu olanı, yarasına tuz basılmış gibi acı dolu ve titrek bir ses tonuyla Hoca'nın sözlerine bazı eklemelerde bulunma ihtiyacı duyar: - Öyle ama amca, göçmekle, muhacirlikle de her şey bitmiş, her iş düzelmiş, yoluna girmiş olmuyor ki! İnsan muhacirlikte maddi sıkıntılardan başka pek çok manevi sıkıntılarla, psikolojik baskılarla da karşılaşıyor. Bence katlanılması en zor olan da bu! 101 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 - Onlar ne gibi sıkıntılar, yavrum? - Ne bileyim, bunlar saymakla bitmez ki! Ama muhacirlikte bence insana ağır ve en acı gelen şey, sonradan geldiğiniz yerde bazılarının sizi yabancılaması, el görmesi, dışlamaya kalkması! Bu sözler karşısında şaşıran ve duraklayan Hoca, kızcağıza dönerek: - Ne o, sizi buralarda dışlayan, yabancı ve el görenler de mi var? diye sordu. - Var tabii amca, olmaz olur mu? Hem de ne kadar! Bizi Türk kabul etmeyenler mi dersiniz, Müslüman saymayanlar mı dersiniz, nelerle karşılaşıyoruz, hangi birini sayayım size! Hâlbuki örneğin biz, aslında evlad-ı fatihandanmışız. Bizim dedelerimiz çok önceden Anadolu'dan, Konya'dan göçmüşler oralara! Ama adımız yine de Balkan göçmeni! Çoğu insanların bizi Türk ve Müslüman sayası gelmiyor. Bu sözler karşısında beyninden vurulmuşa dönen Hoca, önce heykel gibi olduğu yerde dikilip kaldı. Sonra hiç farkında olamadan sesini yükseltmeye, neredeyse bağıra çağıra konuşmaya başladı. Yoldan gelip geçenler de, şaşkın ve meraklı bakışlarla bu yaşlı adamın kime, neye ve niçin kızdığını, öfkelendiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ama Hoca'nın hiç umurunda değildi ve aynı minval üzere sayıp söylemeye devam ediyordu: - Daha da neler! Öyle söyleyenler ve düşünenler halt etmişler! Ah bana böyle bir şey söyleyecekler veya ihsas ettirecekler ki, onların ağızlarının payını bir güzel vereyim. Bir kere burası bizim anavatanımız. Biz Balkan Müslümanları, her zaman Türkiye'yi ana vatanımız olarak gördük. Mesela ben yıllarca Mısır'da yaşadım, orası da Müslüman bir ülke, ama ben orasını hiçbir zaman kendi vatanım olarak benimseyemedim. Türkiye'ye geldiğimde ise, kendimi öz yurduma, anavatanıma gelmiş gibi hissettim. İçimde, sanki ben aslen buralıymışım, burada doğmuşum da başka yerde gurbet hayatı yaşıyormuşum gibi bir his vardı. Yaşım kırkı aştığı halde, Mısır'da evlenmedim bile! Çünkü aklım, fikrim hep Türkiye'ye gelmekte, Türkiye'ye yerleşmekteydi. Türkiye'ye gelince de hiçbir yabancılık çekmedim, kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Bir eziklik, muhacirlik duygusu yaşamadım. Bu konuda gerekirse kendisini en saf kan Türk sayanlarla bile yarışmaktan, tartışmaktan çekinmem. Aslında sizi yabancı ve el görmeye, dışlamaya kalkanların, öyle aptalca ve cahilce düşünceler taşıyanların Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmek lazım! Türklük ve Müslümanlığın mührü, Balkanlara Anadolu'daki pek çok yerden daha önce vuruldu. Sizin gibi aslen Anadolu Türkü olup da, Balkanlara hicret eden, oraları asırlar boyunca vatan edinen, daha sonra o topraklar elimizden çıkınca tekrar muhacir olarak Anadolu'ya göçmek zorunda kalan evlad-ı fatihanınki de, benim gibi oraların esas yerlisi iken sonradan Türk ve Müslüman kimliğini kazanan, o kazanımları kaybetmemek için öz vatanlarını terk edenlerinki de denenmiş, sınanmış, ispat edilmiş gerçek ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktır. Ya o sizin Türklüğünüze ve Müslümanlığınıza laf söyleme cüretinde bulunan densizlerin, ahmakların, aptallarınki nasıl bir şey acaba? Hiç denenmiş, sınanmış mı? Aynı musibet onların başına gelseydi, kim bilir sonları ne olurdu? Türklük de, Müslümanlık da sadece boş birer iddiadan ibaret değildir. Irk ve kan bağıyla babadan evlada geçen başka miraslara da benzemezler. Eğer öyle olsaydı, Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmazlardı. Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir, ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. Arada din bağı, inanç bağı, gönül ve fikir bağı, duygu bağı, kaderde, kıvançta, tasada, sevinçte birlik olmadıktan sonra, kan bağı hiç bir işe yaramaz? Ben bunu kendi çevremde de yaşıyorum. Mesela, benim çok saygın, itibarlı, mevki ve makam sahibi çok yakın bazı akrabalarım var. Sağ olsunlar, arada sırada, bayramda seyranda unutmazlar, ziyaretime gelirler, evlenme, cenaze gibi vesilelerle de bir araya gelir, oturur konuşuruz. Ama inanır mısınız, bazen bu kısacık buluşmalar bile, benim için de, onlar için de işkenceye dönüşür. Bazen birbirimizle konuşacak laf bulamayız. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Bazen birbirimizin havadan sudan bahsetmelerinden bile hoşlanmaz hale geliriz. Sıkıntı içinde bir müddet öyle kös kös oturur, sonra dağılır gideriz. Güya benim, herkesle görüşüp, konuşmayı ve herkesi dinlemeyi seven bir adam olduğum söylenir. Aslında yine ben, her zaman kendileriyle diyalog kurmaya, değişik konularda onlarla sohbet etmeye çalışırım. Fakat fikirler, düşünceler, gönüller bir olmayınca sohbete girmek de, çıkmak da gerçekten çok zor, sıkıntılı oluyor, yarardan çok zarar getiriyor. Bir konu açıp, karşılıklı konuşmaya başladıktan sonra bakıyorsunuz ki fikirlerdeki ayrılıklar ve aykırılıklar yüzünden konuştukça birbirimizden daha da uzaklaşmış, daha da soğumuşsunuz. Neden? Çünkü fikirler, inançlar, duygular bağdaşmıyor da onun için! Nasıl olmuşsa olmuş, böyle olmuş, birbirimizden iyice uzaklaşmış ve kopmuşuz. E gönüller bir olmadıktan sonra da, aynı dili konuşmak anlaşıp kaynaşmaya değil, daha da uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sebep oluyor. Öte yandan ben talebelerimle ve benim gibi düşünen ve inanan insanlarla konuşurken hangi ırktan, hangi 102 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR ülkeden olurlarsa olsunlar büyük haz alıyorum. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorum. Onun için, sadece Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, Türk ve Müslüman olunmaz. Türk ve Müslüman olabilmek için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek ve inanmak hem şarttır, hem de yeterlidir. Bu 'sonradan Türk olma' sözü kızlardan birisinin aklına takılmıştı. Laf arasında Hoca'dan bunu biraz daha açmasını rica etti: - Kusura bakmayın, Amca! Lafınızı kesiyorum ama ben bu sonradan Türk olma sözünü pek anlayamadım. İnsan nasıl sonradan Türk olabilir? İnsan doğuştan bir millete mensup değilse, sonradan olabilir mi? - Şaşırmakta haklısın kızım! İnsan sonradan Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk olabilir! İslam nimeti sayesinde bu, Allah'ın Türk milletine has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görürüm. Çünkü benim gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve farklı etnik kökenlerden gayri Müslimler bir arada yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayri Müslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!” denirdi. Artık bir daha onun eski etnik kökenine bakılmazdı. Herkes, Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti diye şükrederdi. Sıbyan mektebinde biz, İslamın şartlarını sayarken, “Türklüğün şartı beş!” diye sayardık. Bugün bile pek çok Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelir, başka bir millet gelmez. Allah, bu milleti sanki Müslümanlık için, yani İslama hizmet için yaratmıştır. Allah, Türklerin İslam'a hizmet edenlerini hep yükseltmiş, İslam'dan yüz çevirenlerini ise silip süpürmüştür. Tarih boyunca Türkler, varlıklarını ancak ve ancak İslamiyetle beraber koruyup, devam ettirebilmişlerdir. Müslüman olmayan veya Müslümanlıklarını kaybeden bütün Türk boyları, çok geçmeden kimliklerini de, Türklüklerini de kaybetmişler, başkalaşıp, yitip, kaybolup gitmişlerdir. Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı hale geldiği için, yersiz zorlamalarla ondan koparılmadığı müddetçe her etnik grubu, her ırkı, üstelik hiç bir zıddiyet yaşanmadan rahatlıkla içine alabilir, hepsiyle kaynaşıp bağdaşabilir. Türklük, İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamaz. Dünyadaki pek çok kimseye 'Hıristiyan Arap olabilir mi?' diye sorulsa, 'Olabilir!' der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da. Ama Hıristiyan Türk olabilir mi diye sorulsa, şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, Türk'e İslam'dan başka bir dini kimse yakıştıramaz. - Gerçekten çok ilginç ve şimdiye kadar bizim hiç duymadığımız, düşünmediğimiz şeyler söylüyorsunuz amca! İyi ki bugün size rastlamış ve yol sormuşuz. - Bu anlatılanları ilgiyle dinlemeniz, benimseyip kabul etmeniz de sizin gönlünüzün ve ruhunuzun güzelliğinden SAYI 17 - 18 kızım. Yalnız, bunca konuştuğumuz şeylerin kısa bir özeti olması bakımından, size son bir şey daha söylemek isterim. Yoksa bana konuştuğumuz bunca şey havada kalacak, ayağı yere basmayacak, bazı şeyler eksik ve yarım kalacak gibi geliyor. - Buyurun amca! - Gerçekten de sizler ve ben, dünyanın en güzel, terk edilmesi en zor ve imkânsız yerlerini terk edip anavatanımız olan bu ülkeye göç etmek, sığınmak zorunda kalmışız. Niçin? Oraları Müslümanların elinden çıktığı, dinimizin, Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın düşmanı olan kâfirler tarafından işgal edildiği için! Onlar bize, dinimizi değiştirmedikçe can, mal, ırz, namus güvenliği tanımadılar. Biz de her şeyden daha kıymetli ve aziz bildiğimiz dinimizi, artık oralarda özgürce yaşayabilme imkânımız kalmayınca, her şeyimizi geride bırakarak anavatanımız bildiğimiz bu ülkeye hicret etmek zorunda kaldık. - Öyle değil mi çocuklar? - Evet, öyle amca! - Öyleyse biz, Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı başkalarına hele de öyle olur olmaz akılsızların, cahillerin, kendini de, Türklüğü de, Müslümanlığı da bilmeyen, ahmak, aptal, densiz, geri zekalılara tescil ettirmek, kabul ettirmek zorunda değiliz. Ne yani onlar bizi, Türk ve Müslüman sayarlarsa Türk ve Müslüman olacağız da saymazlarsa olamayacak mıyız? Biz bu gibilere sorarak veya onlara bakarak Türk ve Müslüman olmadık ki! Onlar bizi de, bizim Türklüğümüzü Müslümanlığımızı da tanımak, tanımlamak, ölçmek, biçmek, tarif ve tescil etmek hakkına sahip değildir. Biz başkalarına değil, kendimize bakacağız! O artık gerçek Türklükle, Müslümanlıkla hiçbir ilgisi kalmamış, Turkey (hindi) olmuş aptallar, cahiller ne derlerse desinler, ne düşünürlerse düşünsünler biz aldırmayacağız, bu gibilerin hiçbir değer ifade etmeyen sözlerine hiç bakmayacağız, kanmacağız, aldanmayacağız, en ufak bir şekilde etkilenmeyeceğiz. Ayrıca onların hiç birisi bizim gibi dini için, Müslümanlığı için, Türklüğü için vatanını, doğup büyüdüğü yerleri terk etmek zorunda kalmadı, böyle bir imtihanla denenmedi, sınanmadı. Dolayısıyla onlar bunların kıymetini de bizim kadar bilemezler. Kim ne derse desin biz, bizim Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı sorgulamaya kalkan o aptallardan, o ahmaklardan çok daha fazla Türk ve Müslümanız ve öyle de olmak zorundayız. Çünkü biz, öz yurdumuzu, atalarımızın, dedelerimizin doğup büyüdüğü, asırlarca Türk ve İslam yurdu olmuş o toprakları, yine Türklüğümüz ve Müslümanlığımız terk edip, buralara hicret ettik! Ayrıca bizim için, dünyada buradan başka gidilebilecek hiç bir yer yok! Allah muhafaza bu memlekette veya dünyada olağanüstü bir değişim ve başkalaşım yaşansa da, bir tane bile Türk ve Müslüman kalmasa, biz yine de hem de öyle lafta, sözde değil gerçek manada Türk ve Müslüman olmak, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı savunmak, korumak, öyle yaşayıp öyle ölmek azim ve kararlılığında olmalıyız. Tamam, mı kızım? 103 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR - Doğru söylüyorsunuz amca! Gerçekten de bize öyle güzel ve doğru şeyler anlattınız ki, bunları biz şimdiye kadar hiç kimseden duymadık, size rastlamasaydık yine de duyamazdık. Size çok teşekkür ederiz! - Bana teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey yok kızım! Sizinle tanışıp, konuştuğuma ben de çok memnun oldum. Allah yar ve yardımcınız olsun! Hoca, söylemeyi boynuna borç bildiği şeyleri, bu kısa ayaküstü sokak muhabbetinde kısaca özetledikten sonra, tekrar kızlarla beraber durağa doğru yollandılar. Çok geçmeden otobüs durağı da göründü. Ama genç kızlar bu hoşsohbet ve sevimli ihtiyarın şimdiye kadar bir benzerini hiç kimseden duyamadıkları sözüne, sohbetine ve muhabbetine doyamamışlardı. Yolun daha da uzun olmasını, sohbetin böyle sürüp gitmesini çok istedikleri her hallerinden belliydi. Durağa vardıklarında da otobüse binmekte acele etmediler, ardı ardına durağa girip çıkan otobüslerin nereden gelip nereye gittiğine bile bakmıyorlardı. Gidecekleri yöne doğru daha çok otobüs gelip geçebileceğini, ama böyle bir sohbeti her zaman bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Akıllarına takılan başka konularda da ona birkaç soru sordular ve hepsine de gönüllerini yatıştıracak güzel cevaplar aldılar. Hoca'nın anlattıklarından çok etkilenen kızlar, kılık kıyafet üstüne hiç konuşulmadığı halde, kıyafetlerinin aşırı serbestliğinden ve etek boylarının kısalığından rahatsızlık duymaya da başlamışlardı. Bir yandan can kulağıyla onu dinlerken, diğer yandan da ona çaktırmadan eteklerini çekiştirerek olabildiğince uzatmaya, kıyafetlerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. O mahcubiyet içerisinde kızlardan yeşil gözlü ve daha kısa boylu olanı: - Amca ne kadar güzel ve doğru şeyler anlatıyorsunuz. Biz, üniversite öğrencisiyiz. İkimiz de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuyoruz. Ama şimdiye kadar hiç kimse bize bu gibi konuları, sizin gibi böyle bizim anlayabileceğimiz şekilde, açık, net ve berrak bir ifadeyle anlatmamıştı. Sizi dinlerken ve sizin sayenizde en hayati konularda bile bilgi ve bilinç düzeyimizin ne kadar yetersiz olduğunu yeni yeni anlamaya ve farkına varmaya başladık. - Hiç de geç kalmış sayılmazsınız kızım! İnanın, bugün başlasanız çok geçmez benden daha bilgili ve şuurlu olursunuz. Bizim insanımızın özü ve cevheri çok sağlam, çok temizdir. Bana bazen kendi kendini yetiştirmiş öyle gençler geliyorlar ki, inanın hayret ediyorum. Bakıyorum da benden çok daha şuurlular. - Sizin mesleğiniz ne amca? Ne iş yapıyorsunuz? Cami hocası mısınız, yoksa öğretmen mi? - Ben bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışıyorum. Hoca veya öğretmen değilim ama hayatım boyunca bilmediklerimi öğrenmeyi, bildiklerimi de başkalarına öğretmeyi kendime esas iş ve meslek edindim. İnşallah yakında emekli olacağım. Allah nasip ederse, ondan SAYI 17 - 18 sonra bütün zamanımı öğrenmeye ve öğretmeye hasredebileceğimi umuyorum. Benim her seviyeden, her yerden, hatta sizin fakülteden de talebelerim var. Üniversitelerden bana umumiyetle araştırmacılar, doktora ve mastır öğrencileri gelirler, ben de elimden geldiğince onlara yardımcı olmaya çalışırım. - Amca okulumuzun bitmesine az kaldı. Biz de mastır ve doktora yapmak istiyoruz. Tez seçiminde ve hazırlanmasında bize de yol gösterir, yardımcı olur musunuz? Yoksa siz sırf erkeklere mi ders verirsiniz? - Memnuniyetle kızım! Benim sadece erkeklerden değil, sizin gibi kızlardan da talebelerim var. Ben cinsiyete bakmam, öğrenme arzusuna, isteğine ve kabiliyete bakarım. Bizim inancımızda eğitim, sadece erkeklere değil, kadınlara da farzdır. Hem ne yani, erkek aslan, aslan da, dişisi değil mi? Bana sorarsanız, kadınların eğitimi erkeklerin eğitiminden bile önemlidir. Çünkü kadınlara iyi bir eğitim verilmedikçe, ne aile, ne toplumun, ne de millet eğitilebilir, kalkınabilir, yükselebilir, gelişip, güçlenebilir. Ayrılma vakti geldiğinde kızlardan birisi çantasından küçük bir not defteri ve kalem çıkardı. Hocanın adresini ve telefon numarasını kaydetti. En kısa zamanda tekrar görüşmek umut ve temennisiyle kızlar, durağa yanaşan otobüslerden birine binip uzaklaştılar. Hoca da her zamanki gibi, yürüyerek evinin yolunu tuttu. Pek çok kimse gibi bu genç kızlar da, kısa zamanda Hoca'dan çok şeyler öğrenmişler, yeni ve daha büyük bir dünyaya doğmuş gibi ufukları ve bakış açıları genişlemiş olarak yanından ayrılmışlardı. KAHREDEN BEYİN GÖÇÜ Ali Yakup Hoca'yı en çok üzen ve kahreden şeylerin başında İslam dünyasının asırlardan beri sorularına cevap, sorunlarına da çözüm ve çare üretebilecek nitelikte cins beyinler yetiştirememesi, olanlardan da gerektiği gibi yararlanamamasıydı. Aynı adam kıtlığı sorunu her yerde olduğu gibi Balkanlarda da bütün şiddetiyle yaşanıyordu. Özellikle içinde yaşanılan olağanüstü dönemlerde Müslümanların her gün bir yenisi eklenen devasa boyutlardaki sorunlarına sağlıklı çözümler üretebilecek, toplumun önünü açabilecek, ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, doğru istikamette atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, ileriye doğru olabilecekleri de keskin bakışları, basiretleri, isabetli görüşleriyle tam bir kesinlikle görüp değerlendirebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırıp harekete geçirebilecek, topluma alması gereken şekli, biçim ve formu verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlara, münevverlere, düşünürlere, ilim, eylem ve fikir adamlarına, özellikle de Müslümanların varlık ve beka mücadelelerini doğru ve etkili bir biçimde yönlendirebilecek önder ve lider kadrolara çok büyük ihtiyaç vardı. 104 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Fakat böyle nitelikli kadroları yetiştirebilmek için Balkan Müslümanlarının yeterli sayıda ve nitelikte eğitim kurumları yoktu, açmalarına da izin verilmiyordu. İhtiyaç duydukları nitelikli insanları ve kadroları yabancı düşman boyunduruğu altında, kendi can ve din düşmanlarının okullarında yetiştiremeyeceklerini çok iyi bilen Balkan Müslümanları çareyi her fedakârlığı göze alarak gençlerini başta Türkiye ve İslam ülkeleri olmak üzere yurt dışında eğitime ve öğretime göndermekte gördüler. Fakat bu sefer de okullarını bitirip yetişen 'beyin kadroları', hizmet için dört gözle yollarını gözleyen memleketlerine geri dönmek yerine, burada başlarına geleceklerden de korktukları için, gittikleri yerlerde kalmayı veya başka ülkelerde iş, güç ve meslek sahibi olmayı, daha rahat yaşam koşullarında yaşamayı tercih ediyorlardı. Bunlardan ülkesine geri dönme cesaretini gösterebilen, özellikle de topluma liderlik ve önderlik edebilecek özellikte ve nitelikteki iyi yetişmiş eğitimli ve bilinçli Müslümanlara Sırplar tarafından hayat hakkı tanımıyordu. Milli ve dini bilinç sahibi, topluma liderlik ve önderlik edebilecek seviyedeki Müslümanlar, Sırplar tarafından çok tehlikeli ve zararlı unsurlar olarak görüldüklerinden, sürekli izleniyorlar, eften püften bahanelerle yakalanıp gözaltına alınıyorlar, kaçırılıyorlar, işkencelere, hapis ve ölüm cezalarına çarptırılıyorlar, faili meçhul cinayetlere ve suikastlara kurban gidiyorlardı. Bu gibi sindirme faaliyetleriyle bunların tekrar ülke dışına kaçırılması, bu da mümkün olmazsa yok edilmeleri temel politika haline gelmişti. Kendileri başka ülkelerde iş bulup geri dönmeyenlerin bir kısmı da oradaki yakınlarına: 'Ben burada doktor oldum, hakim oldum, avukat oldum, bankacı oldum, tüccar oldum, mal-mülk, mevki, makam sahibi oldum. O memlekette artık ne yapacağım? Orası bana dar gelir. Zaten o memlekette yaşanacak hal da kalmadı. En iyisi siz de o toprakları bırakın da buraya, benim yanıma gelin!' diye haber göndererek analarını, babalarını, kardeşlerini ve diğer yakınlarını da yanlarına çağırıyorlar ve alıyorlardı. Söylediklerinde haklılık payı yok değildi ama yetişmiş adam ve kadro eksikliğini tamamlamak, onların önderliğinde yeni mücadelelere başlamak için büyük umutlarla onların dönmesini bekleyen, yollarını gözleyenler bir kere daha hayal kırıklığına uğruyorlar, bu sefer de 'beyin kadrolarının' kendilerine ihanet ettiği inancıyla kendilerini ölmeden mezara gömülmüş hissediyorlardı. İşin garibi Batılılar da yurt dışında iyi eğitim görmüş Balkan kökenli gençlere ve ailelerine, çok iyi şartlarla iş vermekte, onlara ve ailelerine kapılarını açmakta çok cömert davranıyorlar, her türlü kolaylığı sağlıyorlardı. Böylece hem iyi yetişmiş insan gücü, beyin gücü ihtiyaçlarını karşılamış, hem Balkanlarda asırlardan beri devam eden MüslümanlıkHıristiyanlık mücadelesinde Hıristiyanlığa, yani Müslümanlığın ve Müslümanların Balkanlardan temizlenmesi politikalarına destek vermiş, Müslüman nüfusun seyrekleştirilmesine ve etkisizleştirilmesine katkı sağla- SAYI 17 - 18 mış oluyorlardı. Bu politikaların yürütülmesinde Balkanlardaki Hıristiyan yönetimlerle Batılılar tam bir uyum ve işbirliği içinde çalışıyorlardı Ali Yakup Cenkçiler Hoca'nın kendisi gibi talebe olarak Mısır'a gelmiş Balkan kökenli gençlerle çok yakın ve sıkı bir teması vardı. Onlarla sık sık görüşür, konuşur, dertleşir, sorunlarına çözümler, dertlerine çareler bulmaya çalışır, kendilerine her türlü maddi ve manevi yardımda bulunurdu.Yine günlerden bir gün Mısır'daki eğitimini tamamlamış Yugoslavya kökenli dört arkadaşı ona veda ziyaretine gelmişlerdi. AliYakup Efendi, dördü de İslami ilimler alanında çok iyi yetişmiş bu gençlerle akşama kadar uzun uzadıya oturup, konuştu, sohbet etti, dertleşti. Saatler sonra misafirlerini uğurlayıp, doğruca talebe arkadaşlarından Ali Ulvi Kurucu'nun odasına gitti. Kendisini o ana kadar çok tutmuş olmalı ki odadaki sandalyeye oturur oturmaz, başını sandalyenin arkalığına dayayıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla, hüngür hüngür ağlamaya başladı. O zamana kadar onu hiç bu kadar üzüntülü görmemiş olan Ali Ulvi Bey, ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı. Durumu, başına büyük bir felaket geldiğini veya çok acı bir haber aldığını düşündürüyordu. Ali Ulvi Bey, çok kötü bir haber olabilme ihtimalinin korkusu, çekingenliği ve endişesiyle Ali Yakub Ağabeyine yaklaşarak onu teselli etmeye hazırlandı. Kısık bir sesle kendisine: - Ne oldu Ağabey? Ne bu halin? Yoksa başına kötü bir şey mi geldi? Kötü bir haber mi aldın? Niçin böyle ağlıyorsun? diye sordu. AliYakup Hoca: - Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem azizim! Bu gördüğün dört genç var ya! - Eeee? - İşte bunlar Amerika'da iş bulmuşlar, oraya gidiyorlar. Oraya yerleşeceklermiş. Ona üzüldüm de ağlıyorum. - Hay Allah iyiliğini versin Ağabey? Bunun için mi ağlıyorsun? Ben de çok kötü bir şey olduğunu sanmıştım. Ne var bunda? Bence bu üzülünecek değil, sevinilecek bir şey! Ne güzel bak, fırsatlar ülkesi diye bilinen Amerika'da iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Herkes böyle bir fırsat yakalamaya can atıyor. Sen niye bu kadar üzülüyorsun? - Azizim! Sen ne diyorsun? Nasıl üzülmem! Ben bu gençleri de, ailelerini de ta Yugoslavya'dan tanırım. Bunların dördü de çok iyi yetişmiş gençlerdir. Zaten orada da medreselerde okumuşlar, bayağı iyi hoca olmuşlardı. Aileleri onları kendilerini biraz daha iyi yetiştirsinler, geliştirsinler, Arapçalarını daha da ilerletsinler, sonra da memlekete geri dönüp orada daha iyi hizmet etsinler diye Mısır'a gönderdi. Onları gönderirken de Allah'tan sonra bana emanet ettiler. Hepsi pırıl pırıl, çok gayretli ve çalışkan çocuklar. Buradaki eğitimlerini başarıyla tamamladılar. Fakat gel gör ki şimdi, memleketin dönülebilecek, hizmet edilebilecek hali kalmadı. Oradaki arkadaşlarından, akrabalarından sürekli 'Sakın buraya dönmeyin! 105 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Çok büyük ideallerle ve hizmet aşkıyla geldiği Türkiye'de de kadri, kıymeti, değeri hiç bilinmedi, gerektiği gibi hizmet edebilme imkânı bulamadı. Fakat bütün bunlara rağmen o hiçbir zaman Türkiye'ye geldiği veya başka bir ülkeye gitmediği için pişmanlık duymadı. Dünyanın başka yerlerinden gelen iş tekliflerini her zaman hiç düşünmeden reddetmiş, Türkiye'den başka yerde hizmet etmeyi asla kabul etmemişti. TÜRKİYE'DEKİ DEĞİŞİM SANCILARI Durumlar çok kritik!' diye haberler geliyor. Zaten şimdiden aranmaya başlanmışlar. Varır varmaz hemen takibata uğrayacakları, hapse atılacakları veya öldürülecekleri kesin! Onlar da memlekete dönemeyince, Amerika'da iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Yazık değil mi? Bunlar Amerika için mi okudular? Bunlardan ikisi, şu isimleri Hüseyin ve Osman olanlar, Saraybosna'nın en ileri gelenlerinden Merhum Hacı Muy Ağa'nın oğullarıdır. Babalarını da çok iyi tanırım. Hacı Muy Ağa, Şair Mehmet Akif Ersoy'un da yakın dostu ve arkadaşıydı. Mehmet Akif'i pek severdi ve evinde hep Safahat okunurdu. Oğullarını Mısır'da ilimlerini ilerletsinler ve dönüp Bosna'da hizmet etsinler diye ne büyük zorluklara ve fedakârlıklara katlanarak buralara gönderdiğini ben gayet iyi biliyorum. Hacı Muy Ağa yakınlarda ölmüş. Eğer oğullarının Bosna'ya dönemediğini, Amerika'ya gittiğini duysa, eminim ki mezarında bile huzursuz ve rahatsız olur. Kemikleri sızlar, ruhu muazzeb olur. Belki de şimdi Hacı Muy Ağa'nın ruhu çoktan: 'Benim iyi bir âlim olsunlar da gelip ülkemde Allah'ın dinine hizmet etsinler diye gönderdiğim, büyük umutlar besleyerek yetiştirdiğim çocuklarım şimdi Amerika'ya mı gidecekler? Amerikalılalara mı hizmet edecekler? Oralarda mı harcanıp, bitip, tükenecekler? Ziyan olup, kaybolup gidecekler?' diye sessiz çığlıklarla ağlamaya başlamıştır. Böyle bir durumda ben nasıl ağlamam, nasıl üzülmem? Üstelik sadece bunlar da değil ki! Buraya Bosna Hersek'ten, Kosova'dan, Makedonya'dan, Arnavutluk'tan ilim tahsili için gelip de bir daha geri dönemeyen, ümitsizlik, bitkinlik ve perişanlık içinde buralarda yaşlanıp ölen daha niceleri var. Kimisi Kahire ve İskenderiye'deki yabancı şirketlerde görev alıyorlar, kimisi tercümanlık, muhasebecilik, ticaret gibi işlerle uğraşıyorlar, kimisi Avrupa ve Amerika gibi ülkelere gidip oralarda eriyip, kaybolup gidiyorlar. Yazık değil mi bunlara? Ne olacak bu ümmetin hali? Ne olacak bizim halimiz, durumumuz? Allah sonumuzu hayır etsin! Ali Yakup Hoca, bu kederinde, üzüntüsünde, derdinde, ağlayıp sızlamasında son derece haklıydı. Kimse İslam alemindeki başta beyin göçü olmak üzere türlü felaketinin farkında olamadığı için derdini, tasasını, kederini, üzüntüsünü de çekmiyor. Buna üzülebilmek de bir seviye meselesi! Maalesef aynı şey Ali Yakub Hoca'nın da başına gelmiş, tahsil için çıktığı, hizmet edebilmek için can attığı memleketine o da bir daha dönememişti. O dönemde büyük bir yeniden var oluş ve diriliş mücadelesinin ardından Türkiye'de de çok büyük değişimler yaşanıyordu. Türk milletinin şimdiye kadar kurabildiği imparatorlukların en büyüğü, en uzun ömürlüsü ve en güçlüsü artık tarih sahnesinden silinmişti. Uzun asırlar boyunca dünyadaki değişime ve gelişime ayak uyduramayan, hatta çoğundan doğru dürüst haberi bile olamayan, değişen şartlara ve zamanın ihtiyaçlarına uygun siyasi, sosyal, ekonomik, askeri yapılar oluşturamayan, bunun felsefi, düşünsel alt yapılarını oluşturamayan, böylece çağları ıskalamanın bedelini tarih sahnesinden silinmekle ödeyen Osmanlı İmparatorluğuyla beraber onun modern çağların ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski kültürü, anlayışı, kurumları, düşünce sistemi de yıkıntının altından kalmaktan kurtulamamıştı. Zamanın şartlarına uyum sağlayamayan eski yapıların, anlayışların, düşüncelerin, kurumların değiştirilmesi ve yenilenmesi gerektiği hususunda oldukça geniş bir mutabakat vardı ama sıra tasfiye edilmesi, değiştirilmesi veya düzeltilmesi gerekenlerin neler olduğu ve bunların yerine nelerin konulacağı sorusuna gelince bunun tek ve herkesin uzlaşabileceği cevabı bir türlü bulunamıyordu. Soru ve sorun az çok belliydi ama ortaya atılan çözüm önerileri ve cevaplar konusunda fikir birliği yoktu. Tam aksine inanılmaz boyutlarda görüş ayrılıkları vardı. Yeni Türkiye kendisine yeni bir yön, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir sistem arıyor, büyük değişimlerin büyük sancılarıyla kıvranıyordu. İmparatorluktan ulus devlete geçişin sıkıntıları da her alanda kendini hissettiriyordu. Her değişim zordur. Böyle büyük ve ani değişimlerin zorlukları ve sıkıntıları ona göre çok daha büyük olabilmektedir. Bütün kurumsal yapıların, sistem ve düzenlerin, anlayışların, değerlerin, düşüncelerin yeniden ele alınması, sorgulanması, gözden geçirilmesi, değiştirilmesi, bu arada vatan, millet gibi kavramların bile yeniden tanımlanması, anlamlandırılması, içlerin yeniden doldurulması söz konusuydu. Fakat bunu kim ve nasıl yapacaktı? Kafalar son derece karışık ve bulanıktı. Özellikle böyle olağanüstü dönemlerde, bir milletin en çok ihtiyaç duyduğu şey, bu soru ve sorunlara sağlıklı cevaplar ve çözümler üretilebilecek, milletin önünü açabilecek, ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, basiretleri keskin 106 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR bakışları, isabetli görüşleriyle ileriye doğru olabilecekleri tam bir kesinlikle görebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırabilecek, topluma, millete, devlete olması gerektiği gibi şekil ve biçim verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlar, münevverler, düşünürler, ilim ve fikir adamlarıdır. Halbuki ülkede bu düzeyde yetişmiş insan varlığı, yok denecek kadar azdı. Zaten sayı ve kalite olarak yetersiz olan okumuş, yazmış, eğitimli, münevverlerin ve genç nüfusun büyük çoğunluğu sonu gelmez savaşlarda, cephelerde kaybedilmişti. İmparatorluktan devr alınan miras onu ayakta tutmaya yetmemiş, yirmi milyon kilometrekare genişliğindeki topraklarından elde sadece yedi yüz yetmiş dokuz bin kilometrekaresi kalmıştı. Milli Mücadeleden ve Osmanlı Devletinin tarihe karışıp Türkiye Cumhuriyetin kurulmasından sonra Anadolu'da yaşanan bazı olaylara, gelişmelere milli ve dini bilinç ve şuur düzeyleri yüksek çoğu Anadolu Türkü ve Müslümanı gibi Balkan Türkleri ve Müslümanları da bir anlam veremiyorlar, bunları anlayamıyorlar, inanamıyorlar ve kabul edemiyorlardı. Görünen manzara hiç de iç açıcı değildi. Ortada milletin kanı, canı, bütün varlığı pahasına Haçlı emperyalizmine karşı verdiği olağanüstü mücadele sonunda kazandığı çok büyük ve inanılmaz zafer yine o Osmanlının mahut, her kalıba giren bürokrat, elit ve sözde aydın kesimi tarafından ne yapıldıysa yapılmış, çalınarak ellerinden alınmış gibi bir görüntü vardı. Osmanlı bürokratlarının entrika ve dolap çevirmekte, üçkâğıtçılıkta, dalaverecilikte, sureti haktan görünüp her iyi ve güzel şeyi bile istismar edip çıkarlarına alet etmekte, sulandırıp çığırından çıkarmakta üstlerine yoktu. Bu ustalıklarını ve maharetlerini hemen etrafını sardıkları Mustafa Kemal Paşa'yı Milli Mücadele'de beraber yola çıktıkları en yakın dört arkadaşından, Milli Mücadelenin en önde gelen dört paşasından (Kazım Karabekir, Ali Fuad, Kazım Orbay ve Refet Paşalar) ayırmakta, aralarına fitne ve fesat sokmakta da gösterdiler. Esas amaçları kendi çıkarlarına göre oluşturacakları yeni düzenlerine engel olabilecek Mustafa Kemal Paşa'nın etrafındaki kişilik sahibi, ehliyetli ve liyakatli kadroları tasfiye ettirerek, onu kendilerine mecbur ve mahkûm etmekti. Bunda da çok büyük başarılar elde ettiler. Bir zamanlar Milli Mücadelenin en ön saflarında yer alan ve çok büyük yararlıklar gösteren bu paşalar idamla yargılandılar, Mustafa Kemal Paşa'nın tavassutuyla idam edilmekten son anda o da güç bela kurtulabildiler. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünceleri, inançları, idealleri, fikirleri ve davaları olmayan bu her devrin adamı menfaat şebekelerinin bir ara işi nerelere kadar götürdüklerini Milli Mücadelenin önder kadrosundan Kazım Karabekir Paşa 13-16 Kasım 1970 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan hatıralarında açıkça ortaya koymaktadır. Kazım Karabekir Paşa'nın anlattığına göre, devletin dininin Hıristiyanlık SAYI 17 - 18 yapılması yolunda bazı milletvekilleri tarafından Anayasa değişikliği teklifi verilebiliyor, bu teklif komisyonlarda görüşülüp tartışılabiliyordu. Mustafa Kemal Paşa İslam dini üzerindeki bu tür tartışmalardan, hezeyanlardan, saçmalıklardan, hoşlanmamış, bu gibi densizliklere bir dereceye kadar engel olabilmişti ama ona rağmen yapılan millete, milletin dinine, kültürüne, özüne karşı işlenen suçların, yapılan kötülüklerin haddi hesabı yoktu. Daha dün denebilecek kadar kısa bir süre önce Haçlı zihniyetine karşı büyük bir ölüm kalım savaşı vermiş, bu savaşı büyük acılar ve fedakârlıklar sonucunda, kesin bir zaferle sonuçlandırmayı başarabilmiş, artık yüzde doksandokuzu da Müslüman olan Müslüman Türk Milletinin Anayasasına hem de bu kadar nazik bir hengamede, 'Türk Milletinin dini hıristiyanlıktır' şeklinde bir maddenin konulmasını teklif etmekten daha hainane bir cüret ve cesaret düşünülemezdi. Fakat ne yazık ki yöneticiler arasında ölçüyü endazeyi iyice kaçırmış, İslamiyete, Milletin en kutsal değerlerine karşı gizli veya aşikar düşmanlıklarda, saldırılarda ve saygısızlıklarda bulunabilecek cüret ve cesaretteki kimseler hiç de az değildi. Saldırılar kutsal mabetlere kadar uzanmıştı. Bazı camilerin, mescitlerin, mabedlerin kapılarına kilit vuruluyor, bazıları kapatılıyor, bazıları yıkılıyor, bazıları satılıyor, kiraya veriliyor, bunlardan bazıları da bir kısım nüfuzlu kişilerin çıkarları için depo, meyhane gibi süfli işlerde kullanılıyor, bu durum Müslüman halkta çok korkunç bir hayal kırıklığına ve devlete yabancılaşmaya sebep oluyordu. Mütarekenin kara günlerinde bir İstanbul gezintisi yapan Yahya Kemal, bir yazısında Yavuz Sultan Selim' den beriTopkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde bir an bile susmamış olan Kur'an sesi ile 'Ayasofya'da hala susturulamayan ezan sesini' Türk'ün varlığının ve istiklâlinin teminatı olarak göstermişti (Yahya Kemal, Aziz İstanbul, Topkapı Sarayı'nda, s. 113-118). Ama ne garip tecellidir ki, Topkapı Sarayı'nda 450 yıldan beri sürekli okunan ve karanlık işgal günlerinde işgalci düşmanların bile susturamadığı Kur'an sesi tek parti döneminde sinsice susturulmuş, Ayasofya'dan ezan sesi silinmiş, camiin duvarları kazınarak eski Bizans freskleri ortaya çıkarılmış, önündeki medrese temelinden yıkılmış, minareler de yıkılmaya kalkışılmıştı. Minarelerin yıkılması ancak uzman mimarların: 'Bu minareler binaya destek görevi de görüyor, yapılırken o amaç da gözetilmiş. Minareler yıkılırsa kubbe ayakta duramaz' şeklindeki raporları üzerine önlenebilmişti. Millet, Ayasofya'nın müzeye çevrilmesini, Hıristiyanlara 'Bir gün kilise de olabilir' ümidinin ve mesajının verilmesi gibi onur kırıcı bir tutum, İslamiyete inananları horlamanın, küçük düşürmenin, buna karşın Hıristiyan haçlı âlemini memnun etmek arzu ve pervasızlığının bir ifadesi olarak görüyordu (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 135-137). 107 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bütün bu olup bitenler yalnız Anadolu Müslümanlarını değil, en az onlar kadar, belki de ondan daha fazla her türlü iletişim sorununa rağmen bu durumlardan bir şekilde haberdar olan Balkan Türklerini ve Müslümanlarını üzüyor ve kahrediyordu. O zamanki durumu yine en tanınmış Balkan göçmenlerimizden Prof. Kemal Karpat'tan dinleyelim: "Türkiye'ye geldiğimde, 1940'larda (Türkiye'de) uygulanan laiklikle, daha doğrusu kapalı bir şekilde ilim adına yürütülen yarı materyalist devlet politikası ile karşılaşınca buna tepki duydum... 'Laiklik' adı altında söze ve dine dayanan gelenekleri batıl sayma, İslam'la ilgili her düşünceye 'geri' olarak bakma, tarihi kasıtlı olarak saptırarak yorumlama ve ırka dayanan bir milli kimlik yaratma çabaları benim vicdan ve inanç hürriyetine saygımla asla bağdaşmamaktaydı (s. 281)." "Türkiye'de laikliği doğru dürüst anlayıp uygulamak isteyenlerin yanı sıra laikliği tamamen politik bir silah olarak kullanan, mevkilerini korumak, ondan çıkar sağlamak için ideoloji haline sokanlar da vardır (s. 353 354)." "Cumhuriyet'in kabul ettiği laiklik birçok İslam ülkesinde din aleyhtarlığı olarak gösterilmiştir. Şüphesiz ki, Türkiye'de laikliğin bir ideoloji olarak kullanılması ve zamanla 'modernist' geçinen bir elitin mevkii ve çıkarını sağlayan araç haline gelmesi, İslam dünyasında Atatürk devrimlerinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır (s. 448 - 449)." "Laikliğin hiçbir zaman bir dogma, körü körüne uygulanan bir değer olmaması gerektiğini anlamalıyız. Toplumun gelenekleriyle, ruhuyla çatışmayacak bir laiklik anlayışının gerektiği ortadadır. Bir toplumun kimliğini, ruhunu da mutlaka koruması gerekmektedir (s. 517)." "Resmi tarih, bilhassa devletin siyasi amaçlarını gerçekleştirecek bir tarih, tarih olamaz... Bizde de yapılan bir yerde tüm tarihi Cumhuriyet'le başlatmak, önceki geçmişi yok saymaktır "Tarih yalnız bir insanın iradesiyle meydana gelmez... Ben hiçbir zaman tarihte kişinin rolünü inkar etmem, küçümsemem... Ama her şeyi şahsiyete bağlamak da şahsiyeti inkâr etmek kadar hatalıdır." (s. 154 - 159). SAYI 17 - 18 "Atatürk'ten sonra, Batılılaşmış, modernleşmiş olduğunu söyleyen ve devleti elinde tutan elit, modernleşmeyi en ileri noktaya götürmek için her şeyi yapma serbestîsine sahip olduğunu, kimseye hesap vermeyeceğini düşünüyordu. Bunu görmek beni son derece rahatsız etmiştir. Halkına bu kadar eziyet çektiren bir devlet! (s. 169) " SOĞUKYÜZLÜ DİPLOMATLAR Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden silinmesinden sonra, Bosnalı Müslümanlar da yönlerini doğal olarak Osmanlı'nın devamı olarak gördükleri yeni Türkiye Cumhuriyeti'ne çevirmişler ve kendi devletleri gördükleri yeni devletle bağlarını güçlendirme ve geliştirme yollarını aramaya başlamışlardı. Maruz kaldıkları haksızlıklara, zulüm ve baskılara karşı, anavatanın hayati önemde gördükleri desteğini arıyorlardı. Destek arama faaliyetlerine önce Türkiye'nin Balkanlardaki dış temsilciliklerinden başladılar. Fakat buralarda Türkiye'yi temsil eden görevliler, diplomatlar, kendilerine hiç anlayamadıkları ve anlam veremedikleri bir şekilde ilgisiz, alakasız davranıyorlar, soğuk yüz gösteriyorlardı. Onlara sahip çıkmak, üzerlerindeki baskı ve zulümlerin ortadan kaldırılmasına çalışmak yerine, gayri Müslimlerin onların kılık kıyafetleriyle, sakallarıyla, sarıklarıyla, kadınlarının örtüleriyle, islami ve dini eğitimleriyle uğraşmalarını neredeyse doğru ve haklı bulan bir tavır ve tutum içinde görünüyorlardı. Hatta neredeyse 'Bu sizin mesele ettiğiniz şeylerden biz bile çoktan vaz geçtik! Siz de bırakın artık bunları, vaz geçin! Keyfinize rahatınıza bakın!' demeye getirmeleri ise onları adeta şoke ediyor, çok gücendiriyor, çok büyük üzüntülere sürüklüyordu. Bu tavır onların acılarını daha da artırıyor, gayri Müslimlerden gördükleri zulüm ve baskılardan onlara daha ağır geliyordu. Ama onlar yine de, bu düşüncesizce, yersiz tutum ve davranışları, olumsuz tavırları buradaki kendini bilmez birkaç diplomatın şahsi kusuru ve ayıbı olarak görmek istiyorlardı. Türk diplomatlardan arzu ettikleri yakın ilgi ve alâkayı görememelerine, arada Yunanistan ve Bulgaristan gibi engeller de olmasına rağmen, Yugoslavya Müslümanları yine Türkiye'ye olan bağlılıklarını ve ümitlerini yitirmiyorlar, ne olursa olsun Türkiye'ye toz kondurmak istemiyorlardı. 108 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR GAZİ HÜSREV BEY CAMİİ ÖNÜNDE BİR TÜRK BAŞBAKANI Balkan Türkleri ve Müslümanları soğuk yüzlü diplomatlara anlatamadıkları dertlerini, sıkıntılarını Türkiye'den gelecek Türk devlet adamlarına anlatmayı düşündüler ve dört gözle onların yollarını beklemeye başladılar. Seyrek de olsa, bu tür fırsatları da yakaladılar Fakat ne yazık ki bunlardan da umduklarını bulamadılır. Bu resmi ziyaretlerin en önemlilerinden biri, 1937 yılı başlarında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü ile Dışişleri Bakanının yanlarındaki kalabalık bir heyetle Yugoslavya'yı ve bu arada Saraybosna'yı da ziyaret etmesiydi. Türk heyetinin, Belgrat'taki resmi görüşmelerden sonra Saraybosna'yı da ziyaret edeceği haberi, şehirdeki ve çevredeki bütün Müslümanları çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Türk heyetini karşılama ve hasret giderme arzusuyla yanıp tutuşan Saraybosna'nın, çevre il ve ilçelerin Müslüman halkı, ellerinde Türk ve Yugoslav bayraklarıyla sokaklara döküldüler. Meydanlar, caddeler, sokaklar kadın erkek, çoluk çocuk o zamana kadar kimsenin görmediği büyük bir insan seliyle dolup taştı. Mahşeri bir kalabalık her tarafı tıklım tıklım doldurmuş, büyük bir izdiham yaşanıyordu. Türkiye ve Türk heyeti lehine tezahüratlar, sloganlar yeri göğü inletiyor, gözyaşları sel olmuş akıyordu. Yüzyıllardır Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevî gibi pek çok halkın huzur ve barış içinde bir arada yaşadıkları Saraybosna, dinî çeşitliliğiyle tanınan, hatta bu yüzden bazılarınca Avrupa'nın Kudüs'ü olarak nitelenen bir şehirdi. Nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturduğu için, şehri ziyaret eden yabancı heyetin önce Gazi Hüsrev Bey Camiindeki Müslüman Reisülulemalığını, ardından da sırasıyla Katolik Başpsikoposluğunu, Ortodoks Patrikliğini ve Yahudi dini liderliğini ziyaret etmesi adettendi. Bu adet, o zamana kadar bütün yabancı heyetlerin titizlikle uydukları, uyguladıkları ve resmi bir protokol kuralı haline gelmişti. İnönü ve beraberindeki heyetin de aynı şeyi yapacağı, bu kurala onların da uyacağı bekleniyordu. Bu yüzden SAYI 17 - 18 de kalabalığın en büyüğü Gazi Hüsrev Bey Camii önündeki meydanda toplanmıştı. Meydanda kimsenin kimseye dönüp bakamadığı bir izdiham yaşanıyordu. Heyet, uzaktan görünür görünmez, kalabalıktaki heyecan, coşku, dalgalanma daha da arttı. Sevgi gösterileri, sloganlar, tezahüratlar yeri göğü inletiyordu. Başbakan İnönü, beraberindeki heyetle camiin önüne kadar geldi. Fakat o da ne? İnönü, birden bire olduğu yerde çakılıp kaldı. O durunca ister istemez beraberindeki heyet ve onlara refakat edenler de durdular. Kalabalığın içinden açılmış yolun, camiin avlusuna doğru kıvrılması İnönü'nün hiç hoşuna gitmemişti. Halbuki halk, heyetin hem camiyi, hemde diğer ziyaretlerinden önce Müslümanların Reisülulemalığını ziyaret etmesini bekliyordu. Kısa bir süre duraklayan İnönü, hemen yaverini yanına çağırdı ve ona bir şeyler söyledi. Yaver de derhal heyete eşlik eden, yetkili Sırp generalin yanına giderek, ona bir şeyler anlattı. Bunun üzerine Sırp general, güvenlikten sorumlu yetkilileri yanına çağırarak, onlara bazı talimatlar verdi. Hızlı ve kısa bir mesaj trafiğinin ardından, askerler gruplar halinde toparlanırlar ve heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açmak için koşuşturmaya ve gerekli tertibatı almaya başlarlar. Olan biteni şaşkınlıkla izleyen Müslüman halk durumu anlamakta gecikmedi. Kendilerini ziyarete, dertlerine ortak olmaya, çareler bulmaya geldiğini düşündükleri Türk Başbakanı ve beraberindeki heyet, camiye girmek ve Müslüman Reisülulemalığını ziyaret etmek bile istemiyordu. Bu durum onların üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. Heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açıldı. İnönü başkanlığındaki heyet, Müslüman Reisülulemalığını ziyaret etmeden, Sırp askerleri tarafından Müslüman halktan oluşan kalabalık topluluk yarılarak açılan yoldan geçip gitmeye yönelmesi, bütün tezahüratları, sevgi gösterilerini, bağırış, çağırışları bir anda bıçak gibi kesmişti. O zamana kadar daha bir benzerini oradakilerin yaşamadıkları o büyük heyecan yerini teselli kabul etmez bir hüzne, yeşeren umutlar hayal kırıklığına, sevinçler üzüntüye bırakmış, kalabalağın içinden yükselen garip bir uğultu ve kısa bir dalgalanma yerini çok geçmeden ölüm sessizliğine dönüşmüştü. Sabahın erken saatlerinden beri akın akın meydanları dolduran ve saatlerce Türk heyetinin yolunu hasretle bekleyen halktaki kırgınlık, kızgınlık ve üzüntü tarif edilebilir cinsten değildi. Türk heyetinin kendilerine çok garip ve anlaşılmaz gelen davranışını protesto için halk, sessiz ve başları önlerine eğilmiş bir şekilde dağılmaya ve meydanı terk etmeye başlar. Saatler geçmeden boşalması imkânsız sanılan meydan, aradan on dakika bile geçmeden tamamen boşalmıştı. 109 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR TÜRKİYE'YE GÖNDERİLEN HEYET Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra anavatanda kurulan Türkiye Cumhuriyetinin dış temsilciliklerinde görev yapan bazı yetkililerin 'Türk Milleti', 'Türklük' ve 'Müslümanlık' anlayışları ve tanımlamalarıyla Balkan Müslümanlarınki arasında taban tabana zıtlıklar ve dünyalar kadar farklar olduğu görülüyordu. Balkan Müslümanları Türklüğü, bir ırk, dil, etnik köken meselesi olarak görmüyorlar, Türklükle, Müslümanlığı birbirinin eş anlamlısı, ayrılmaz parçası sayıyorlar, dilleriTürkçe olmasa, etnik kökenleri farklı da olsa Müslüman olan herkes gibi kendilerinin de en az Türkiye'deki herkes kadar Türk olduklarına inanıyorlardı. Onlara göre Türklük, bir bilinç ve şuur meselesiydi. Hele Türkiye gibi nüfusunun yarısından fazlası son elli yılda başta Balkanlar olmak üzere mevcut sınırların dışından buraya göç etmiş bir ülkeye, üstelik kendi yakın akrabalarının büyük çoğunluğu da burada yaşadıkları halde kendilerine göçmen izni verilmemesi onlara göre anlaşılabilir bir durum değildi. En çok ağırlarına ve zorlarına giden de göçmen vizesi verilmeme gerekçesi olarak Türk kabul edilmediklerinin gösterilmesiydi. Kafalarında biriken sorulara cevap, sorunlarına çare arayan, ortada mutlaka düzeltilmesi gereken bazı yanlışlıklar olduğunu düşünen Balkan özellikle de Yugoslavya Türk ve Müslümanları Türkiye'ye heyetler göndermeyi denediler. Yaklaşan Cihan Harbi öncesince Sırp ve Hırvat milliyetçilerle Stalin destekli Titocular arasında başlayan mücadelenin galibi kim olursa olsun, en sonunda esas kaybedenin yine Müslümanlar olacağı açıkça görünüyordu. Kendilerini ileride bekleyen tehlikelerin ve sıkıntıların Türk hükümetine anlatılması, şimdiye kadar yaşadıkları, bundan sonra da yaşamaları kuvvetle muhtemel zorlukların ilk ağızdan anavatandaki yetkililere aktarılması, onlardan yardım ve destek istemesi gerekiyordu. Hem kendilerine iyi davranmayan ve ilgi göstermeyen diplomatları şikâyet etmek, hem de çektikleri acıları, zulüm ve baskıları bütün yönleriyle anavatana duyurmak için en iyi yolun Türkiye'ye heyet göndermek olduğu kanaatine varmışlardı. Saraybosna Belediye Başkanı Muhammet Cevahirci, Zagrep Müftüsü Salih Müftiç, milletvekili ve gazeteci Şemsettin Saraylı, şair Münir Ekrem Şahin ve bölgenin aydınlarından Muyaciç'i Ankara'ya gönderdiler. Yugoslavya Müslümanlarını temsil eden heyet, yapabildiği kadarıyla Türkiye'de en aşağı memurundan en üst yöneticisine kadar yeni Türk Devletinin her kademesindeki yetkililerle ve sorumlularla görüşmeye, dertlerini bütün detaylarıyla anlatmaya çalıştı. Çankaya Köşkünde zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından da kabul edildiler. Fakat aldıkları cevaplar onları hiç tatmin etmemiş, hatta çok sarsmış ve üzmüştü. İsmet Paşa dâhil bütün devlet erkanından aşağı yukarı: 'Türkiye size hiçbir yardımda bulunamaz. Çünkü biz Misak-ı Milli hudutları dışında Türk ve Müslüman unsur diye bir şey kabul etmiyoruz. Gidin SAYI 17 - 18 meselenizi hangi devletin içinde yaşıyorsanız onlara anlatın! Bu onların kendi iç meseselesi. Biz kalkıp da kimsenin iç işlerine karışamayız. Kendi sınırlarımız dışındaki bu gibi meseleler bizi ilgilendirmez. Siz de Türkiye'yi seviyorsanız, bizi böyle sorunlara bulaştırmayın. Türkiye'yi bu işlerle uğraştırmayın, başımızı ağrıtmayın!' şeklinde cevaplar aldılar. Bu soğuk, ilgisiz, kayıtsız, yabancı ve bigane tavır onlarda soğuk duş etkisi uyandırmıştı. Duyduklarına, kulaklarına inanamıyorlardı. Dertlerini iyi anlatamadıklarını düşünüyorlardı. Dönüp en başından itibaren; sırf Türk ve Müslüman oldukları için yok edilmek, dünya haritasından silinmek istendiklerini, Türkiye'nin himaye elinin kendilerine uzanmasını beklediklerini, bunun kendileri için hayati önem taşıdığını, savundukları değerler, yani Türklük, Müslümanlık, din, iman, şeriat, vatan, millet uğruna şimdiye kadar çok büyük mücadeleler verdiklerini, bundan sonra da daha büyük bir azim ve kararlılıkla bu mücadeleye devam etmek istediklerini, Hilafete, şeriata ve Osmanlıya bağlı olduklarını, Osmanlılar Balkanlardan çekildikten sonra Balkan Müslümanları olarak yetim kalmış sabilere döndüklerini, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz, himayesiz kaldıklarını, öz yurtlarında, öz vatanlarında parya durumuna düştüklerini, zalim düşmanlar tarafından ezim ezim ezildiklerini, tarifsiz acılara, işkencelere, haksızlıklara uğradıklarını, Hilafetin maddi bir gücü kalmadığı zamanlarda bile kendileri için manevi bir güç, bir dayanak oluşturduğunu, bu manevi gücün onları canlı ve diri tuttuğunu, onlara direnme gücü verdiğini, devletin ve milletin başına sarılan türlü gailelerden dolayı kendilerine sahip çıkılamadığının çok iyi farkında ve bilincinde olduklarını, bunun için kimseyi suçlamadıklarını, zalim ve insafsız düşmanlarına karşı varlıklarını ve değerlerini savunma ve koruma cesaretini de evvel Allah sonra Türklerden, Türk Milletinden ve Türk devletinden aldıklarını, ne olursa anavatanın onları hiçbir zaman unutmadığına, her zaman düşündüğüne ve kendileri için çırpındığına inandıklarını tekrar tekrar ve döne döne anlatmaya çalıştılar. Fakat onlar konuştukça dinleyen yöneticilerle aralarındaki uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha da büyüyor, hatta gittikçe daha sert ve katı tepkiler alıyorlardı. Onlara önce nazikçe, sonra da oldukça sert ifadelerle Türkiye'nin artık eski Osmanlı Devletiyle bir ilgisinin kalmadığı, üstelik yeni Türkiye'nin laik bir ülke olduğu, devletin dinle diyanetle ilgisinin ve ilişkisinin kalmadığı, hele şeriat, hilafet, Osmanlı gibi lafları duymak bile istemedikleri, bunları ağızlarına almamaları gerektiği ihtar edildi. Hayal kırıklıkları daha da artmış, güvendikleri dağlara kar yağmıştı. En çok güvendikleri kimselerin kendilerine hiç sahip çıkmadıklarını düşünüyorlar, hatta onların eliyle de ölmeden mezara konduklarını hissediyorlardı. Fakat milletin kendisiyle, geniş halk kesimleriyle görüşüp konuşmaya başladıkça yüreklerine su serpilmeye başladı. Milletin hemen hemen tamamının kendileri gibi inandığını, düşündüğünü, konuştuğunu, hissettiğini, 110 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR onların dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini de can ve gönülden paylaştıklarını gördüler ve bu durum onları çok sevindirdi. Aklı başında ve yöneticileri iyi tanıyan, onlarla nasıl konuşulacağını, nasıl diyalog kurulacağını iyi bilen bazıları onlara ön ayak oldular, araya girdiler de yönetim kademelerindeki görüşmeleri biraz olsun yoluna girmeye, hiç olmazsa bazı konularda görüşüp, konuşma ve anlaşma zemini oluşmaya başladı. Yugoslavya Müslümanlarının önde gelen liderleri, yapılabilecek çok şeyler olmasına rağmen, tek ve son umut kapısı olarak gördükleri Türkiye'den de güvendikleri dağlara kar yağmış, büyük umutlar besledikleri kapılar yüzlerine kapanmış, esas aradıklarını ve arzu ettiklerini bulamamış bir ruh hali, çok büyük gönül kırıklığı ve çok karışık duygular içerisinde tekrar memleketlerine geri döndüler. KUR'AN'I HEDİYE OLARAK BİLE KABUL EDEMEYEN YÖNETİCİLERİMİZ Balkan Türklerinde, Müslümanlarında, özellikle de onların Aliya İzzetbegoviç gibi aydın, yönetici ve önder kesiminde çok güçlü bir Türklük ve Müslümanlık bilinci, Allah, iman, İslam ve Kur'an sevgisi ve saygısı vardır. Aynısını, hatta daha da fazlasını kendilerine İslamı ve Türklüğü getiren bu Milletin aydın, elit ve yönetici kesiminde görememek, hatta tam tersine bunlardaki kendi değerlerine ve kökenlerine karşı sezinledikleri muhalefet ve düşmanlık Balkan Türklerini ve Müslamanlarını da her zaman üzmüş ve kahretmiştir. Özellikle Türk yöneticilerinden bazılarında gördükleri olumsuz tavır ve davranışlar, onlar için asla anlaşılabilir ve kabul edilebilir değildir. Yakın zamanlara kadar çok daha belirgin ve ileri düzeylerde olan bu olumsuz tutum ve davranışlara, Saraybosna asıllı Bursa'lı Tercüman Nusret Uluca'dan dinlediğim şu örnek olay acı ama bir o kadar da dikkat çekicidir: Bursa ile kardeş şehir ilan edilen Saraybosna'nın (Sarajevo) Boşnak asıllı, Katolik ve Komünist Belediye Başkanı Ante Susiç, 1970'li yılların sonuna doğru, kalabalık bir heyetle Bursa'yı ziyaret ederler. Heyet, ziyaret edilecek üst düzey önemli kişilere verilmek üzere, Saraybosna'dan bazı hediyeler getirir. Hediyeler arasında, çok eski, yaklaşık beşyüz yıllık, Boşnakça mealli (tercümeli), elyazması bir Kur'an-ı Kerim de vardır. Saraybosna heyeti, bu Kur'an-ı Kerim'i getirdikleri hediyelerin en anlamlısı olarak kabul etmekte, buna çok büyük önem vermekte, adeta üzerine titremektedirler. Amaçları, bu hediye ile Türk-İslam Kültürünün Bosna Hersek'teki yerinin ve öneminin ne kadar eski, sağlam, köklü olduğunu, kendilerinin de buna çok büyük önem verdiklerini, saygı duyduklarını ve sahip çıktıklarını gös- SAYI 17 - 18 termek ve vurgulamaktır. Bu yüzden, heyetin tercümanlığını Nusret Uluca'ya, takdimler sırasında diğer hediyelerden ziyade bu el yazması Kur'an-ı Kerim üzerinde durulmasını, takdim edilecek kişilere bu anlamlı hediye ile ilgili geniş ve uzun açıklamalar yapılmasını özellikle rica ederler. Gerekli bütün detaylı ve etraflı bilgileri de kendisine verirler. Heyet, önce Vali'yi ziyaret eder. Kısa bir tanışma faslından ve hal hatır sormalardan sonra, sıra hediyelerin takdimine gelir. Tercüman Nusret Uluca, takdim edilen hediyeler hakkında Vali'ye kısa bilgiler verir. Heyetin ricası üzerine, el yazması Kur'an-ı Kerim'in takdimi ve önemi hakkındaki açıklamalar en sona bırakılmıştır. Fakat diğer hediyeler takdim edilip, sıra çok değerli kılıflara sarılmış el yazması Kur'an-ı Kerim'e gelince Vali'nin tavrı birden bire değişir. Anlatılanları dinlemek bile istemez. Tercümanın sözünü kesip: 'Tamam, tamam! Diğer hediyeleri kabul ediyorum, ama bunu kabul edemem, bunu alıp geri götürsünler!' diyerek el yazması, Boşnakça mealli Kur'an-ı Kerim'i almayı reddeder. Sert bir ifadeyle susturulan Tercüman Nusret Uluca, ne yapacağını şaşırır. Olup biteni, Vali'nin tavrını heyete nasıl izah edeceğini bilemez. Çaresiz, eveleyip geveleyerek, Kur'an-ı Kerim'in kabul edilmeme gerekçesi olarak heyettekilere bir şeyler söylemeye çalışır. Zaten her şey heyettekilerin gözleri önünde cereyan etmiştir ama, yine de heyet üyeleri bu kadar önem ve değer verdikleri bir hediyenin, böyle hiç de şık sayılmayacak bir şekilde reddedilmesinin nedenini anlamakta güçlük çekerler, Vali'nin tavrına da bir anlam veremezler. Büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu ile Vali'nin yanından ayrılan heyet, ikinci önemli randevuları olan Belediye Başkanını ziyarete gider. Heyet üyeleri ve Tercüman Nusret Uluca, arka arkaya ikinci büyük şoku ve tatsız sürprizi burada yaşarlar. Belediye Başkanı da aşağı yukarı Vali'yle aynı tavrı sergiler. O da diğer hediyeleri kabul eder, ama Boşnakça mealli, el yazması Kur'anı Kerimi kabul etmez. Heyettekilerin şaşkınlıkları daha da artmıştır. Daha sonra, Bursa'nın en büyük din adamı olarak gördükleri Müftü'yü ziyaret etmek isterler. Kur'an-ı Kerimleri alıp geri götürmektense, hepsini Bursa Müftüsüne vermeyi de planlarlar. Bu arada Vali'nin ve Belediye Başkanının tavırlarından, tutum ve davranışlarından haberdar ve dolayısıyla tedirgin olan Müftü, heyeti makamında kabul etmeye bile çekinmeye, korkmaya, tereddüt etmeye başlar. Sonunda Ulu Cami'de bir görüşme ayarlanır. El yazması, Boşnakça mealli Kur'an-ı Kerim'leri Müftü de kabul etmeye cesaret edemez. Ulu Camiin imamını kastederek 'İmama verin!' der. Neticede üç el yazması Kur'an-ı Kerim'den biri Ulu Cami imamına verilir, biri tercüman Nusret Uluca'da kalır, diğeri de verilecek kimse bulunamadığı için Bosna'ya geri götürülür. 111 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 dönüşlerinde kutsal ve mübarek kişiler gibi saygıyla karşılanırlar, geride kalanlar, onların yollarını, hacı yolu gözler gibi gözlerlermiş. Türkiye'ye gidip gelenlerin evleri, barkları meraklı kalabalıklarla dolar taşar, çevrelerinde kalabalik halkalar oluşur,Türkiye hakkında daha fazla şeyler öğrenmek, daha detaylı haberler almak isteyenler nefes bile aldırmadan bunları aralıksız soru bombardımanına tabi tutarlarmış: - Hadi, yediğin içtiğin senin olsun da, bize gördüklerini anlat! - Türkiye nasıldı? - Türkiye'de neler gördün, neler yaşadın? - Oralar nasıl? BAYRAK O BAYRAK AMA MİLLET O MİLLET DEĞİL! - Oralarda ne var, ne yok? Dış temsilciliklerde görev yapan diplomatlara ve Yugoslavya'yı ziyaret eden bazı üst düzey devlet adamlarına dertlerini anlatamayan, onlarla yaptıkları temaslardan olumlu bir sonuç elde edemeyen Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından durumu müsait olan bazıları bu sefer de bizzat Türkiye'ye Türkiye'ye gelip Türkiye'de neler olup bittiğini daha yakından anlamayı, öğrenmeyi, gözleriyle görüp ona göre bir tavır ve tutum takınmayı daha sağlıklı bir yol olarak gördüler. Bu tür ziyaretlerle ilgili anılar, yaşanmış olaylar, gerçek hayat hikayeleri de önemli bir yekun oluşturur. Duygu ve düşüncelerde yaşanan depremlerden doğan sarsıntıyı, acıyı, trajediyi, ruhsal bunalım ve çatışmaları anlamamıza yardımcı olabilecek bu olaylardan birini aslen Makedonya muhaciri olan Bursa'lı iş adamı AhmetVardar'dan dinlemiştim. Türkiye'yi daha yakından tanımak, burada olup bitenleri yerinde ve kendi gözleriyle görmek, anlamak amacıyla Makedonya'dan da Türkiye'ye gidiş geliş trafiğinin epeyce yoğunlaştığı bir dönemde, Üsküp'te herkesin itibar edip saygı ve sevgi gösterdiği, oldukça yaşlı, güngörmüş, akıllı uslu ve çok dindar bir Balkan Müslümanı da Türkiye'ye gidip gelmiş. Bu yaşlı ihtiyar Türkiye'ye gitmeden önce duydukları olumsuz hikayeleri hep kötü niyetlilerin yalan, iftira ve tezvirleri olarak niteliyormuş. Bu yüzden, o zamana kadar Balkan Müslümanları arasında oluşmuş bazı olumsuz kanaatlerin yanlışlığını yerinde görmek, milletinin son halini yakından ve kendi gözleriyle görmek, kulaklarıyla işitmek, vatan, millet, bayrak hasretlerini gidermek, daha önceden Türkiye'ye göçmüş yakınlarını ziyaret edip hasret gidermek, bu arada Türkiye'ye göç için de önceden bazı araştırmalar ve hazırlıklar yapmak için ilerlemiş yaşına rağmen kendisi için oldukça zor olacak bu yolculuğa çıkmaktan başka çare görememiş. O zamanlar anavatan kabul edilen Türkiye'yi görmek çok büyük bahtiyarlık sayılır, bu bahtiyarlığa erebilmiş insanlar Türkiye'ye gidip gelenler ardı arkası kesilmeyen soru bombardımanı karşısında iyice bunalırlar, Türkiye'de bazı olumsuz şeyler, kendilerine yanlış ve kötü gelen olaylar yaşamış olsalar da bunlara pek değinmek istemezler, genelde iyi ve güzel taraflarını anlatmaya çalışırlarmış. Türkiye'de özellikle yönetim kademelerinde görev yapan bazı kimselerin kendilerini çok üzen, vatan, millet, Türklük ve Müslümanlık anlayışlarıyla bağdaşmayan ayrılıkları, aykırılıkları anlatmayı pek arzu etmezlermiş. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları bazı olumsuzluklara bir türlü akıl sır erdiremedikleri, ne yapacaklarını, dönüşte kendilerinden haber bekleyenlere ne diyeceklerini bilemedikleri için, genelde bunlardan hiç söz etmemeyi, bunların yerine genellikle özgürce ve serbestçe dalgalanan ay yıldızlı al bayrağımızdan uzun uzun söz etmeye tercih ederlermiş. Etraflarına toplanan büyük kalabalıklar da onların anlatıklarını, olağanüstü bir duygu yoğunluğu içerisinde kendilerinden geçmiş, mest ve hayran bir şekilde, bıkmadan usanmadan ilgiyle dinlerlermiş. Bu Türkiye ve Türklük sevdalısı, yaşlı, dindar, hatırı sayılır, sözü dinlenir, yaşlı Balkan Müslümanı da diğerleri gibi gibi Türkiye'ye gidip dönmüş. Onun da etrafı meraklı kalabalıklarla dolmuş. Fakat yaşlı adamın hali hiç de iyi görünmüyormuş. Giderkenki sevincinden, neşesinden, mutluluğundan eser yokmuş. Önce bunu yol yorgunluğuna, hava değişikliğine yormak istemişler. Fakat sohbet ilerledikçe, adamcağızın üzüntülerinin, sıkıntılarının Türkiye'de görüp yaşadıklarından kaynaklandığı anlaşılmış. O da diğerleri gibi olumsuzluklar yerine olumlu, iyi ve güzel şeylerden bahsetmek istemiş ama hem bunların kendisine göre azlığı, hem memnun kalmadığı, hoşnuş olmadığı, üzüntü ve kaygı duyduğu, anlamakta güçlük çektiği şeylerin fazlalılığı, hem de Türkiye'yi umduğu ve arzu ettiği şekilde bulamamanın üzüntüsü ve yıpranmışlığıyla bunu pek becerememiş. 112 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ne diyeceğini, neyi nasıl anlatacağını bilememenin garipliği, şaşkınlığı ve tereddüdünü soranlarda daha da büyük bir merak uyandırıyormuş.Türkiye'de şahit olduğu ve hiç hoşlanmadığı bazı gelişmeler ve değişmeler hakkındaki sorulara sadra şifa olacak cevaplar vermekte bir hayli zorlandıktan, bunaldıktan, bu yüzden de sözleri ağzında epeyce eveleyip geveledikten sonra, nihayet şu mealde bir cevapla işin içinden sıyrılmaya çalışmış: - Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Ben de gördüklerime, yaşadıklarıma bir türlü inanamadım. Baktım bayrak yine bizim aynı bayrak, ama Millet bizim aynı millet değil. Bayrak, yine bizim o anlı, şanlı, ay yıldızlı, al renkli Türk Bayrağımızdı. Görür görmez hemen tanıdım. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al renkli, ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından, kırmızı güllerden almış güleryüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla, sanki sevinçle karşıladı. Ben ona baktım, o bana baktı, uzun uzun bakıştık. Ben ona güldüm, o bana güldü beraberce güldük konuştuk. O beni sevdi, ben onu sevdim, hep beraber sevgiyle dolup taştık. Türkiye'ye vardığım sıcak yaz günü hafif rüzgarda nazlı nazlı salınırken gölgesi bana en serin gölgelerden daha hoş bir serinlik verdi. Onun, gönderde alabildiğine hür, bağımsız, serbest ve nazlı nazlı salınışı öyle güzeldi, gölgesinde bulunmak da beni öylesine mutlu etti, öyle sevindirdi, öyle göğsümü kabarttı ki anlatamam! Zaten böyle duygular anlatılmaz, ancak yaşanır! Kısacası bayrak o bayraktı ama maalesef millet için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Millete bir şeyler olmuş ama ne olduğunu ben bir türlü anlayamadım. Memlekette rastladığım bazı insanların laflarından, sözlerinden, tutum ve davranışlarından çok incindim, hallerinden, durumlarından, yapıp ettilerinden irkildim. Bizzat gördüğüm, duyduğum, yaşadığım bazı şeyler beni öylesine şaşırttı ki, başkasından duysam inanmazdım. Gördüklerimin bizim millet, bu insanların da bizim milletimizden olduğundan şüpheye düştüm. Görüşüp konuş- SAYI 17 - 18 tuklarımın çoğunu bizim bildiğimiz, tanıdığımız Türk'e ve Müslümana hiç benzetemedim. Biliyor musunuz onlar da beni Türk'e benzetemediler. Bazıları bana benim Türk olmadığımı, hatta Türk olamayacağımı söylediler. Tövbe tövbe! Yani ne ben onları tanıyabildim, Türk'e benzetebildim ne de onlar beni! Bana bunlara bir şey olmuş gibi geldi, ama ne olduğunu, neye benzediklerini sorarsanız, ben anlayamadım ki size de anlatabileyim. Bir anlayan varsa bana da söylesin! Gerisini artık ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim! Çok şükür ki, bu değişme ve değiştirme çılgınlığı içinde bir bayrağımız bizim bayrak kalmış. Artık onu değiştirmeyi unuttukları için mi, akıllarına gelmediği için mi, yoksa henüz sıra ona gelmediği için mi ona dokunmamışlar. Bana Türkiye'nin anavatanımız olduğunu bir tek bayrağımız söyledi. Allah korusun bir de onu değiştirirlerse bilmem ne olur? Bu olay da Balkan Müslümanlarının Türklük, Müslümanlık, Millet, Devlet, Bayrak, Din gibi ortak değerler anlayışını, sevgi ve bağlılığı bunlar için göç ve ölüm dâhil her şeyi göze alabilme iman ve kararlılığını net bir biçimde anlatması ve bunlara karşı en ufak bir saygısızlığa da ne kadar tahammülsüz olduklarını göstermesi açısından son derece önemlidir. 113 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR SELÇUKLULARIN ANADOLU'SU OSMANLILARIN BALKANLAR'I Ahmet ÖZDAL, İbrahim Çeçen Üniversitesi Hemen her Osmanlı tarihçisinin en az birkaç kez muhatap kaldığı bazı sorular vardır. Genelde soruyu soran bunu öyle bir eda ile ifa eder ki kendisinin zaten cevabını bildiği, sadece mezkûr tarihçinin bu konudaki görüşünü merak ettiği kanısına kapılır ortamdaki diğer herkes. Görüşlerin havada uçuştuğu ama bilgi eksikliğinin yadsınması ve düz mantık kullanılması sonucunda alakasız birçok yorumun ortaya çıktığı böylesi dost meclisleri ve sohbet ortamlarında sık dile getirilen bu sorulardan birkaçını sıralarsak: - Osmanlı niçin geri kaldı? - Biz niye sömürgecilik yapmadık? Bizde neden bir Endüstri Devrimi olmadı? - Madem zararlıydıysa kapitülasyonlar niye verildi? - Osmanlılar Türkleri ve Türk olmayı aşağıladılar mı? Türklüklerinden utanç mı duyuyorlardı? - Zaferleri Türk Kapıkulları mı kazanıyordu, yoksa devşirmeYeniçeriler mi? - Kardeş katli denen vahşeti Osmanlı padişahları nasıl bir soğukkanlılıkla uygulayabildiler? - Abdulhamid Han Kızıl Sultan mı, Ulu Hakan mı? Bir dahi miydi yoksa paranoyak mıydı? İttihatçılar vatan haini miydiler? Masonlar mıydı? Sultan 5. Murad da mı masondu? - Baltacı Katerina olayı gerçekti, değil mi? - Peki ya Harem? Böylesi sorularla karşılaşan bir tarihçi soruları hemen cevaplamaya girişmez. Zira her bir sorunun soruluş tarzında bir ya da birden fazla hata vardır. Hatalar, kasıtlı olmasalar da, bilgi eksikliğinden kaynaklansalar da tarihçi tarafından düzeltilmek zorundadırlar. Benzeri sorulardan birisi de Osmanlıların neden hep Balkanlara yatırım yaptığı sorusudur. Öyle ya Selçukluların seçimi daha akıllıcadır. Kurulduklarının daha 31. yılında Anadolu'nun kapılarını Türklere açmışlardır. Anadolu'yu hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler, köprüler, kalelerle doldurmuşlardır. Anadolu'daki neredeyse tüm dini ve sivil yapılar ya Selçuklu ya da Beylikler dönemi yapısıdır. Hatta bazen bu durum öylesine abartılır ki sonunda“Osmanlı Anadolu'ya bir çivi bile çakmadı. Ama sonuçta ne oldu? En çok yatırım yaptığı Balkanlar'dan kovulunca sığındığı yer yine vefakâr Anadolu toprakları oldu.” şeklinde ilmi olmaktan uzak bir kahvehane sohbeti havasına bürünür. Peki, Osmanlı böyle bir stratejik hatayı nasıl yapabildi? Soruyu cevaplamadan önce bunun “stratejik bir hata” olmadığının altını çizmeliyim. Hatta ortada bir hata filan da yoktur. Yatırım alışkanlıkları açısından Selçuklular ile Osmanlılar arasında bir fark yoktur. Her ikisi de yeni fethettikleri toprakları iskân ettirmişler, yerleşmeye uygun hale getirmişlerdir. Kalıcı yurt edinme amaçlı yerleşmelerdir bahsedilen. Bu bağlamda Osmanlı için “madem bir gün elinden çıkacaktı, o halde neden Balkanlar'a fazla önem verdin?” demek, Araplara “madem İspanya'yı İspanyollara kaptıracaktınız, peki neden El-Hamra Sarayı'nı daha ele geçmez bir yerde örneğin Yemen'de yapmadınız” demek kadar saçma olur. Hatta bu durumda günümüz İran sınırları içerisinde yer alan Kirman bölgesini mimari 114 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR şaheserlerle dolduran Kirman Selçukluları'na ne demeliyiz? Bir hatırlatma daha! Anadolu'daki mimari eserleri Selçuklular değil Anadolu Selçukluları ile 11. ve 16. yüzyıllar arasında günümüz Türkiye'sinin topraklarında hüküm süren beylikler ve devletler bina ettiler. Bu beylikler ve devletler arasında köprüler ve medreseler inşa eden Artuklular, Saltuklular, Danişmendliler, Ahlatşahlar, Eyyubiler, Akkoyunlular, Osmanoğulları... da vardı. Osmanlıların Balkanlar'a daha bir ihtimam gösterdik-leri doğru olabilir. Belki de son yüzyıla kadar buraları ellerinden hiç çıkmayacak ana toprakları olarak telakki etmişlerdi. Haksız da sayılmazlardı. Kendilerinden öncekilerin fethettikleri yerleri yurt bellemek yerine Rum İli (Rumeli)'ndeki yeni toprakları ele geçirip buraları yerleşime açmak başarıyı çağrıştıran bir yaklaşım olmalıdır. Bu arada 93 Harbi, Balkan Savaşları, nüfus mübadeleleri ve tehcir kanununun olmadığı dönemlerden bahsediyoruz. Yani Anadolu'da azımsanmayacak bir yoğunluktaki Ermeni, Rum… vs. gayrimüslim nüfusunun olduğu ve Balkanlar'da da Müslüman Arnavut ve Boşnakların haricinde kesif bir Türk nüfusunun olduğu bir dönem. Bu yönüyle de Anadolu Selçukluları'nın Anadolu'su ile Osmanlıların Balkanları birbirine benzemekteydi. Hususi bir vaka da bize Osmanlıların böyle bir tercihte isabetli oldukları hakkında bir fikir verebilir. Bu vaka, 1402 Ankara Savaşı'nın hemen akabinde, Fetret Devri diye anılan dönemde cereyan etmişti. O sırada kabaca birbirine yakın büyüklükteki iki büyük parçadan müteşekkil olan Osmanlı topraklarının Balkanlar kısmı olduğu gibi muhafaza edilirken Anadolu kısmı bir anda fetihlerden önceki bölünmüşlüğüne geri döndü ve Osmanlı'nın elinden çıktı. Yeniden elde edilmesi on yıllara yayılan uğraştırıcı bir süreç olacaktı. Bu noktada Osmanlı'nın geniş topraklara yayılmış olmasına da ayrıca dikkat çekmek istiyorum. Osmanlıların bu yönüyle Anadolu'ya sıkışıp kalan Anadolu Selçukluları ve Anadolu Beylikleri gibi yatırımlarını dar bir alana yapma zorunlulukları yoktu. Yine de doğal biçimde Osmanlılar Anadolu'nun her bölgesinde, tüm şehirlerde sayısız mimari eserler bıraktılar. Bunlardan Bursa, Amasya gibi bazıları daha şanslıydı. Başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki şehirler olmak üzere diğer bazı şehirler ise Osmanlı mirası açısından daha sönüktür. Öyle ki, sanki Osmanlılar Urfa'ya, Mardin'e veya Diyarbakır'a hiç hâkim olmamışlar, buraları hep Osmanlı öncesi Türk-İslam mirasını devam ettirmiştir. Aslında bunun da mantıklı bir açıklaması vardır ve bu durumun anlaşılmasında vakıf müessesesi kilit bir konumdadır. Yüzyıllar boyunca Müslüman-Türk egemenliğinde bulunan bu topraklarda insanların menfaatlenmesi için yapılan her bir cami, medrese veya hastane için bir de vakıf kurulurdu. Vakfın nasıl işleyeceği, hangi akaretle besleneceği, kimlerin vakıfta söz sahibi olacakları veya kimin hangi ücreti alacağı gibi konular, altında kuru- SAYI 17 - 18 cunun da mührünün bulunduğu bir vakıfname ile belirlenirdi. Bahsi geçen hayır müessesesinin giderlerini karşılamak için bazen bir ya da birkaç köyün gelirleri çoğunlukla da yeni yapılan bir iş hanında kiraya verilen tüm dükkânların kira gelirleri tahsis edilirdi. Tüm vakıfnamelerde, belirtilen hususların ileri gelenler ve kadı huzurunda okunup onaylandığı yazılıdır, hepsinin son satırları bu vakfın sonsuza kadar devam etmek üzere kurulduğu bilgisi ve vakfı bozma teşebbüsünde bulunanlara lanet temennilerini ihtiva eder. Osmanlılar Anadolu'daki şehirleri fethettiklerinde bu vakıflarla karşılaştılar. Bu yapıyı bozmadan devraldılar. 16. yüzyılda İlhanlılar, Eyyubiler, Akkoyunlular, ya da Anadolu Selçukluları'ndan beri süregelen vakıflar mevcuttu. Bu vakıflar tarafından giderleri karşılanan ve bulundukları şehrin nüfus itibarıyla talebini karşılamaya yetecek kadar çok olan cami, medrese, kütüphane ya da hastanelerin sadece var olan durumlarını muhafaza etmek, ihtiyaç halinde ise olanları geliştirip büyütmek veya yenilerini inşa etmek yeterli olmuştur. Hâlbuki Kosova gibi ilk kez İslam hâkimiyetine giren bir kentte her şey en baştan kurulacaktır. Herhangi bir tarihi caminin girişindeki caminin geçmişini anlatan tabelayı okursanız caminin ilk yapıldığı tarihten sonra birkaç kez baştan sona elden geçtiğini, hatta eğer bir tarihte ciddi bir yangın geçirmişse sadece temeli kalmak suretiyle caminin yıkılıp yeniden inşa edildiğini öğrenirsiniz. Zaten caminin ilk inşa edildiği dönemin mimari yapısından tamamen farklı olduğunu da fark edebilirsiniz. Sadaka-i cariye anlayışının da bir tezahürü olarak camiyi (veya herhangi bir hayır kurumunu) ilk yapan kişiye bir saygı ve şükran içindir bu. O camiyi yeniden yapan, eskisine nazaran belki daha fazla masrafta bulunan zat kendi ismini vermez oraya. Bazen vakıflar, bazen de hayırsever halkın süregelen yardımları, bu kurumları yaşayan, yavaş yavaş ama sürekli büyüyen yapılar haline getirir. Belki bu yüzden ahalinin faydalandığı bu yapılar asırlarca ayakta kalabilirken bir devletin yönetildiği, içinde sultanların ikamet ettiği, döneminin en şaşalı binalarından birisi olması gerektiğini düşündüğümüz Kubadâbâd Sarayı, devletin ortadan kalkmasıyla harabe olmaya terk edilmişti. Burada kaleler ve bazen köprülerin farklı bir durumu söz konusudur ki bunlar çoğunlukla hâkim güç tarafından onarılıp kullanılmaya devam ediyordu. Bu yönüyle Urartu kalelerinin ya da Roma köprülerinin kullanımdaki süreklilikleri dikkat çekicidir. Farklı bir durumu olan diğer yapılar ise kervansaraylardır. Vakıflar aracılığıyla işletilen ve sürekliliğe sahip olmaları beklenen Anadolu Selçuklu kervansaraylarının terk edilmeleri muhtemelen Akdeniz ticareti ve İpek Yolu'nun eski canlılığını kaybetmeleriydi. 115 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 TARİHTEN DERS ALMAK veya BALKANLARDAN GÜNÜMÜZE BAKMAK Bir Yüzyıl Hikâyesi: BALKANLARIN ELİMİZDEN ÇIKIŞI YANLIŞ BİR ZİHNİYETİN YÖNETİMİNDE BALKANLARIN ELİMİZDEN ÇIKIŞI Hasan KONUK Osmanlı döneminde bir millettik, hem de büyük bir millet.1 1914 sonrası “bu millet zorla bir kabile ya da kabileler yığını yapılmak istendi,”2 ve ne yazık ki başarılı olundu. Balkanlardan alınmayan dersin neticesi, I. Dünya Savaşı mağlubiyeti ve bir daha geri gelmemek üzere elimizden çıkan İmparatorluk toprakları oldu… “Meşrutiyet'i hazırlayan İttihatçı unsurlar, -amaçlarına ulaşmak- yani Abdülhamid'i devirmek için, Makedonya komitecileriyle işbirliği yaparak fahiş bir hataya düşmüşlerdi. Bu ters siyaset, Meşrutiyet ile beraber, bütün Rumeli'yi çetecilerin yüzde yüz buyruk yürüttükleri nüfuz bölgeleri haline getirir olmuştu. Meşrutiyet'in hemen akabinde siyasi şekavet, bütün Balkan toplulukları arasında olanca hızı ve dehşetiyle kendisini gös3 termiş oldu. Bu çete faaliyetleri dışarıdan idare edenlerin başında Rus Çar'ı ve Bulgar Kralı gelmekteydi. Manastır ve Ohri'de müşterek açılan kulüpler kanlı faaliyetlerine başlamışlardı bile. Sırpları, Bulgarları bir araya getiren en önemli etkenlerin başında Makedonya'da yaşayan Müslüman halkı canından, malından ve yurdundan etmek gayretinde daima birleştiriyordu. (Buna bir milletin ayrışması da diyebiliriz.) Konsoloshanelerle Kiliseler ve çeteler yekvücut çalışmakta idiler... Köy Muhtarları ile Papazlar, yerli Hıristiyanları isyana hazırla- mak için konsoloshanelerden hem talimat, hem de tahsisat almakta idiler... Bulgar ve Sırp çeteleri para ile oynuyor, asayiş ve huzuru bozmak için geceli gündüzlü çalışıyorlardı. Devlet ise, büyük bir zaaf ve acz içinde çeteler için tatbiki mümkün olmayan kanunlar çıkarıyor; kırıldıkça boşalan Jandarma kadrosunu takviye etmeye çalışıyor ve çetelerin arkasından, eriyerek, 4 bozularak, pusuya düşürülerek koşup duruyorlardı... Buraya kadar anlattığımız olaylar, bugün bize Güneydoğu sorununu hatırlatıyor gibi değil mi? Bu sorun, geçmişte başımıza örülen çorabın modern şekli niteliğinde çünkü! Tarih, bize geçmişte olan biteni bildirmekle günümüz olaylarını anlamada, geçmişten dersler çıkararak günümüzde yaşanan çete faaliyetleri ve çetecilerin aralarında olan ilişkileri değerlendirmede bir ışık tutuyor. O dönemde yerli Hıristiyanlardan bir kısmı mevcut anarşiden bîzar olmuş; bunun içinde hükümete sığınmak istiyorlardı. Ne acıdır ki tebaasını himaye edecek koruyacak bir devlet gücü yoktu ortada. Çeteciler ise kendileriyle işbirliği yapmak istemeyen dindaşlarını derhal tespit ediyor; sonuçta intikamları pek kanlı oluyordu. Onun için bu hoşnutsuz zümre, hükümetten değil eşkıyadan korkuyor ve ister istemez çetecileri 5 tutmak onlar için hayatî bir zaruret halini alıyordu.” 116 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 O günleri hatırladıkça günümüzde Güney Doğu Anadolu bölgesinde gelişen, meydana gelen ve yaşananları daha iyi kavrıyoruz. Ji-tem adı altında meydana gelen korkunç olayları hatırladıkça insanın tüylerini ürperiyor. Ülkemizde yakın tarihte yaşananlar, Makedonya'da yaşananlarla birebir örtüşüyor. O gün merkezî gücün zayıflığı, otoritenin yanlış bir zihniyetin elinde oluşu nedeniyle, “ortada, yanardağ gibi infilak gününü bekleyen bir Makedonya meselesi vardı. (Bugün de bir Güneydoğu sorunu var.) Devlet, meseleyi siyasî bir pazarlık mevzuu olarak ele alıp, Bulgarlarla müzakereye girişeceği yerde, yine çetelerle anlaşma yoluna giderek gülünç duruma düşüyordu. Bu arada gerek Rusya'ya gerek Avrupa'ya ve gerekse Sırbistan ile Yunanistan'a müdahale fırsatı ve imkânları verilmiş oluyordu. Balkan Harbi'ni hudutlarımızdan uzaklaştıracak bir anlaşmayı, Bulgarlar şiddetle istiyorlardı. Talep ettikleri imtiyazlar, pek de müzakere olmayacak maddeler değildi. Bunlar arasında arazi meselesi başta geliyordu. Zira Bulgar köylüsünün toprağı yoktu. Türk çiftliklerinde işçi ve yarıcı olarak çalışagelmekteydiler. İşte bir ölüm kalım savaşı demek olan bu türlü hayati noktalarda bir anlaşma zemini bulma ve bu kaba kuvvete soluk alacak bir menfez 6 açmak gerekiyordu.” “Bu duruma gözlerini kapatan Meşrutiyetçiler ne Pan-İslavik tahriklere kulak verdiler nede hastalığı teşhis yoluna gittiler; sadece şiddet politikası uyguladılar. Bu durum ise baştanbaşa Rumeli'nin ayaklanmasını hem kolaylaştırdı, hem de 7 hızlandırdı.” Yakın tarihte, yani 1980'lerde başlayan Güneydoğu Anadolu'da buna benzer politikalar izlendiğine şahit olduk. Hala G. Doğu'da sis perdesi tam aralanmış değil, bir zamanlar şiddet politikasından başka bir şey bilmeyen Asker ve Sivil yöneticiler, bugünkü Türk Kürt çatışmasındaki gibi etkili oldular ve ülkeyi bölünme noktasına getirdiler… Meşrutiyetçiler, Makedonya'yı Bulgaristan'a ilhak etmek isteyen Virhovist'lere Makedonya Bulgarları'nın istiklalini isteyen Santralist'leri tutmakla, bu mevzuda belki en büyük hatayı işlemiş oluyorlardı. Zira bu iki çete, küçük farklarla, birbirinden ayrı düşünmekle beraber, gayeleri taban tabana zıttı. Bu arada Santralistler'in reisi Sandonski, Selanik ve havalisinin mutlak hakimi hükümetin gözbebeği mesabesinde idi. Kaza kaymakamlarından mahalle bekçilerine kadar, azil ve tayinler onun temsili ile yapılıyordu. Çete mensuplarından Çernoyef'i bile Ustrumca mahkemesine hâkim yaptırmış, Paniçe gibi namlı bir komiteci ile ortak olarak Razlık ormanlarının hakkını almış; Mori Gostina ılıcalarını uzun vade ile kiralamış; bütün havaliyi siyasi ve iktisadi nüfusu içinde toplayarak, tam bir hâkimiyet kurmuştu. Ordu'da, İttihat ve Terraki'nin imtiyaz bahşettiği bir zümre vardı. Memleket içinde, bastıkları yeri titreten ve keyiflerince yaşayan bu zümreye karşı “Halaskarlar” adı altında bir grubun çıkmasına yol açmıştı. Hazin olan ise, yine askerden mürekkep olan bir grubun, ismiyle hiç alakası olmaması idi. Zira memleketi battığı çukurdan halas edecek ne bilgileri, ne iktidarı, ne programları, ne de felsefeleri vardı. Tıpkı bizdeki 28 Şubat kararlarının uygulayıcıları gibiydiler. Sadece Batı Çalışma Grubu adı altında halkı fişlemekten, halka zulüm etmekten başka bir marifetleri yok gibiydi.Tıpkı o zamanın, bir hükümet darbesiyle iktidarı ele geçirmeye muvaffak olanları gibi, bizdekiler de aynısından başkasını yapmadılar. Said Paşa çekilerek, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, kabineyi kurdu. Fakat İttihatçılar politik yoklamaları bırakmadı8 lar ve insiyatifi ellerinden bırakmadılar.” 28 Şubat'çılar da insiyatiflerini bırakmamak adına emirlerini 2005'te bile uyguladılar… O zaman adı bilinmeyen, daha sonra ortaya çıkacak olan Ergenekon hem iktidarları belirliyor, hem de hiçbir zaman insiyatifi ellerinden bırakmamaya özen gösteriyordu. Ayrıca Asker ve Sivil topluluk, hem siyasî parti liderleri hem de yerine göre PKK ile görüşmeler yaptıkları daha sonraları basına yansıdı. Nitekim darbeci anlayışa destek veren CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum'un Zonguldak' ta yaptığı konuşma da, kamuoyunda şok etkisi yaptığını söyleyebiliriz… Batum, “Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan kaplanmış, biz bunu asker zanne9 dermişiz. Meğer ABD içini oymuş.” diyerek TSK'ya bu ağır suçlamayı yönelten zihniyetin amacı, TSK'yı tahrik ederek ülkede darbe yapılması için çağrı yaparak, bir çeşit Makedon çetecileri gibi kaos çıkarmaktı… 117 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Tekrar mazi penceresinden bakacak olursak, Osmanlı' da iç siyaset bir tür kör dövüşü halinde başsız, ayaksız yuvarlanıp içten yıkılırken; Bulgarlar, Rumlar, Sırplar, Ulahlar ve Yunanlılar birleşmişlerdi bile. Avrupa devletleri, statükonun muhafaza edileceğine dair teminat dahi vermişlerdi. Balkan İttifakını hazırlayan Rusya'ya gelince, Sazanov'un diliyle harp ihtimallerini yalanlayarak oyalama politikası kullanıyordu. Hele Bulgar ve Sırp krallarının İstanbul'u ziyaretleri, safdil ve sakar politikacılara adeta bir sulh teminatı kabul edilmişti. İşte, yönetim adil ve adaletli ellerde olmadığı durumlarda koca bir milletin kaosa sürüklenilmesi kaçınılmazlaşır bir yerde. Politikacı ihtirasının sarhoşu ve iktidarın mesti olanlar, gün olup Balkanlar'daki kıpırdanmayı anlayınca, bu kez de iktidar, hovarda ve kabadayı pozuna giriverdiklerini görmekteyiz. Mesela o zaman Balkanlar harp istiyor da, onlar istemiyor muydu? Derhal zorlama nümayişler başladı. Yüksek tahsil gençliği, resmî binaların balkonlarına çıkartılarak, naralar attırılırdı. Böylece savaş fikri, bir emrivaki haline getirilirdi.”10 Günümüzdeki olaylar da bunun bir benzeri gibi... Cumhuriyet gazetesini bombalatmak, Danıştay'ı bastırıp adam öldürtmek, hep bir amaca yönelik hareketlerdendi… Maalesef halkın dışında gelişen olayların gelişmesinde görünmeyeni görmesi sadece tarih hafızasının sağlam olmasıyla mümkün olabilir! Mesela: “Almanya'nın Bağdat demiryolu dolayısıyla Osmanlı topraklarına ve netice itibariyle Süveyş'e tehlikeli surette yaklaşmış olması yüzünden, İngiltere'nin şark siyaseti değişmiş oluyordu. Berlin Konferansı'na kadar Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü müdafaada İngiltere, siyaset platformu üstündeki dişli tırnaklı rakibi Almanya'yı bulunca, birden dön geri edip, Fransa ile birleşmişti. Arkasından Rusya, İspanya'yı kazanarak “İstilay'ı Müselles” denen bir gücü meydan getirerek, Reval Mülakat-ı ile Osmanlı'nın idam fermanını imzalayan bu güç, Osmanlı'yı parçalama kararını tatbik sahasına koymuştu. Bilindiği üzere, Rus diplomasisinin Balkanlar'da takip ettiği ziyaret, Islav topluluklarını Rus nüfuzu altıdan SAYI 17 - 18 birleştirmekti… Avusturya, Rusya arasındaki çekişmeyi Sultan Abdülhamit, aralarında kurulan anlaşmazlıkların tuzaklarına düşmeden Balkanları korumuş durumundaydı. Her şeyden önce Meşrutiyet orduyu zayıf düşürmüştü. Balkanlar ise savaşa hazır vaziyetteydiler. Politikacılarımıza gelince cengi ve mücadeleyi bütün şiddetiyle iç politikada buluyorlardı. İmparatorluğun bu şaşkınlığını ganimet bilen Balkanlar, evvela çete hareketlerine giriştiler. Bunu notalar takip etti. Böylece Balkan mücadelesi fiilen başlamış oluyordu... Konumuz olan Makedonya'nın kaybedişiyle neticelenecek Balkan muharebesinin ilk kurşununu Arnavutlar attılar. Avusturya ve Sırp propagandası, bu iptidaî kavmin nasyonalist duygularını beslemiş ve hazırlamış buluyordu. Arnavutluk açtı; perişan bir durumdaydı. Halkın elinden silahı alındı ve üstlerine asker gönderilip ezilerek ocakları söndürüldü. Arnavutlar ihtilal başladıktan sonra, büyük devletlerin konsolosluklarına verdikleri beyannamede, ihtilal bayrağını açmalarının, yalnız kendilerinin namına olmadığını altıyüz yıllık devletin inkıraza sürüklenmesinin sonucunda, “mantık”ın olmadığı yerde silaha müracaat ettiklerini beyan ediyorlardı.”11 Daha açık söylemek lazım gelirse Makedonya meselesi denilen hastalık ne teşhis edildi, ne de ciddi surette tedavi gördü. Yapılan tedbirler, belirtileri ve tedavi kabilinden ve faidesi şüpheli şeyler idi. Hükümetin ciddiyet gösterdiği yer, yalnız zor göstermede ve ibretlik cezalar vermede idi. Tazyik'in en çok olduğu yerde patladı savaş. Bu arada Makedonya'daki birbirine zıt unsurlar da bir bekleme vaziyetindeydiler. Hükümet Makedonya'da otoriteyi tesis edemeyince dengeyi üçlü ittifaka havale etmeye başvurdu. Bu arada siyasî eşkıyalık dehşetiyle başlamış ve bunu idare eden bizzat Kral Ferdinand'ın kendisiydi. Komitecilerle, yapılan propagandalarla döndürülen dolapların bu memleketi elimizden çıkarmaya güçleri kafi gelmeyince, Balkan hükümetlerinde bu noksanı telafi için geniş ölçüde bir faaliyet içinde görüldüğü bir hakikat idi. En son Veneziolos'un çabalarıyla bir ittifaka varınca, Makedonya'yı bizden alıp götürmüş oldu. 118 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Fakat en çok muhalefetin, isyanın her tarafı kapladığı tehlikeli zaman diliminde, bizlerin en çok düşündüğümüz şey Meclis-i Mebusan'a dostlarımızı getirmek ve Bulgarlar, Rum çetelerinin arkalarından faydasız koşup durmak oldu. İşte 10 Temmuz İnkılabı'ndan sonra Müslüman olmayan unsurlara karşı daha samimiyet ve içtenlik duyduklarını, fakat o unsurlar bu durumdan istifade etmek istemediler ve bizi kendilerine daha çok düşman bildiler. Onlara ne yapsak bizden memnun olmuyorlardı. Makedonya'daki yapılan olumsuz probagandayı üç mühim kuvvetin himayesi altında bulunuyordu ki, bunlar şunlardı: a) Konsoloshaneler b)Ruhanî Önderler c) Çeteler Makedonya'da yapılan siyasî telkinler adeta tahvil 12 piyasayı gibi bazen yükselir, bazen düşerdi.” Tıpkı günümüz Türkiye'sindeki siyasî hareketlenmelerde olduğu gibi... Özellikle Güneydoğu bölgemizde daha çok gerçekleşiyor bu hareketlenmeler. Bazen Apo konuştuğu zaman, piyasada aniden bir hareketlenme oluyor. Bazen de General konuşunca... Ahmet Altan'ın değindiği gibi, “Bizde ordu yıllarca bir diktatör gibi davrandı. Bir kişi ama bir 'kurum' iktidarın sahibiydi, silah zoruyla elde bu iktidarı sürdürmeyi de çok doğal buluyordu. Generaller halkı da, halkın oylarıyla seçilen parlamentoyu da fütursuzca aşağılıyordu. Bir telefonlarıyla gazete patronlarını titretiyorlardı. Bütün devlet bürokrasisini Genel Kurmay'da toplayıp brifingler yapıyorlardı. Bir Genel Kurmay Başkanı, '28 Şubat, bin yıl sürecek ' diyebiliyordu. Seçimle işbaşına gelen Başbakan'a gazetecilerin önünde 'Pezevenk' diyen Generali terfi ettiriyorlardı. Faili meçhul cinayetleri kimse soruşturamıyordu. 'darbe yapmanın' hiçbir tehlikesi olmadığına, hatta darbe hazırlıklarının Generallerin 'asli görevleri' arasında bulunduğuna inanılıyordu.” (13 Şubat 2011 Taraf) Bu zihniyetin aslî unsuru da “İttihat ve Terakki” olduğu kuşkusuzdur. Bu zihniyet yüz yıllık bir zihniyetin ta kendisidir. Ölmemiş, yaşamaktadır. İnsanımız bugün bu zihniyeti tanıyamıyor ve de algılayamıyor. Çünkü: bu tehlike şekilden şekile giriyor ve tehlikeli olduğu kadar güçlü bir örgüt SAYI 17 - 18 yapısına da sahip. İkinci Meşrutiyet'in ilanı ile “Selanik ve Manastır'da teşekkül etmiş olan ihtilal komitelerinin uzantısı gibidir bugün yaşananlar... Örneğin o gün İstanbul'a gönderilmesi istenen subaylar bu haberi öğrenir öğrenmez çarçabuk dağa kaçıp isyan bayrağını açtılar. (3 Temmuz 1908) Rumeli kolağası Niyazi başta olmak üzere ikiyüz civarında olan bu askerlerle bir o kadar da başıbozuk, sivilden ibaret olan çeteciliğin 13 örneklerini sergilediler.” Günümüzde ise durum bunun tam tersi... Darbe biçimlerini ortada sergiliyorlar. Direkt Darbe, Modern Darbe, Postmodern Darbe hatta daha değişik biçim ve şekillere giriyorlar. Nihayet Bâb-ı Âli Baskını: Artık Balkanlar'ın durumu, dünya siyasî çevreleri için bir meçhul değildi. Fakat Osmanlı Devleti'nin iktisadi kaynaklarına göz dikmiş, gönlünü bağlamış olan Almanya için vaziyet düşündürücü idi. Zira istiklalini kazanmış Balkan devletleri barajını aşıp Anadolu'ya vasıl olmak, eskisi kadar kolay olamayacaktı. Fakat ellerinin altında İttihat ve Terakki erkanı olduktan sonra, işler yine Alman menfaatleri etrafında inkişaf eder hale gelebilirdi. İşte Hürriyet Kahramanı Enver Bey, nasıl olduysa, birden bire İstanbul'a çıkagelmişti. Alman Generali Von Der Goldz'un oyuncağı Mahmut Şevket Paşa ise, Kayzer tarafından göğsüne takılan nişanlar ve başından aşan iltifatlarla, esasen Alman' ların avucu içinde bulunuyordu. Talat Bey'e gelince tuttuğunu koparacak heyecanı vermek, hiçte güç değildi. Zira hem cahildi, hem de siyasî ehliyetten uzaktı. Almanya için, bu Cermen hayranlarının işbaşına getirilmeleriydi. Ayrıca hükümdarlara mahsus fevkalade derecesiyle başta Kayzer Wilhelm olmak üzere, Alman ordu erkânı da İttihatçılar gibi Mason tarikinin biraderleriydiler. Liman Von Sanders, Falkenhayne, Goldz Paşa gibi kalburüstü generallerin hepsi adeta sözleri nass (ayet) kabul edilen otuzüçlüklerdendi. İşte bu içli dışlı münasebet, devam ededursun, memleket siyasî ve askeri müşküller ortasında bocalamakta; İttihat ve Terakki ileri gelenleri ise, Almanya'yı arkalarına alarak silaha sarıldılar, ellerini kana boyadılar. Baş başa verip, zor kullanmak suretiyle iktidarı ele geçirmek kararını alan komiteciler, 23 ikici Kânun 1913 günü Bab-ı Âli basıp, başta Harbiye Nazır'a Nazım Paşa olmak üzere nice masum vatandaşı rastgele kurşunlayıp devirdiler ve Kâmil Paşa'yı da istifaya mecbur 14 ederek iktidarı ele geçirdiler.” 119 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bu darbe biçiminin farklı versiyonu yakın tarihte de uygulandı: 1997'de Refah-Yol iktidarını farklı biçimlerde devirerek, insanları fişleyerek, darbe yöntemlerini uyguladılar. 1908 yılı darbesini kurşunla... 1997 darbesinin de farklı ve modern bir şekilde sergilediklerini görmekteyiz. 1908 ile 2002, 2003, 2007 yılları veya 28 Şubat Post-Modern çeteciliği ile 12 Eylül, 1960 darbeciliği aynı zihniyetin eserleridir. Tam bir yüzyıldır kan kusturucu olan bu zihniyet, dün İttihatçı çetelerinin gözleri nasıl dünyaya kapadıysa bugün de farklı yöntemlerle insanların gerçeği görmesini istemiyor. Meşhur bir gazetecinin deyimiyle “Bir tek Amerika'yı biliyorlardı ve soğuk savaş döneminde Türkiye'deki orduyu destekleyen, darbelerine yeşil ışık yakan, ABD'nin de hep aynı kalacağına inançları tamdı. Korkacakları bir şey de yoktu, kim darbe hazırlığı yapan bir generali yakalamaya ya da yargılamaya cesaret edebilirdi ki? Hazırladıkları planlar insafsızca vahşiydi. Cinayetler, bombalamalar, suikastlar kendi kudretlerinden ve dokunulmazlıklarından o kadar emindiler ki sadece sivillere karşı değil, darbeye katılmayan üstlerine bile şımarıkça davranabiliyorlardı; ölüm listeleri yaptılar... Darbe histerisine öyle kapılmışlardı ki hayatın değiştiğini bir türlü algılayamıyorlardı, kafalarını darbe planlarından kaldırıp çevrelerine bakmak hiç akıllarına gelmiyordu.” (13 Şubat 2011 Taraf) Aslında bu anlayış tam bir yüzyılın hikâyesidir. Balkan komitacılığından bugüne gelen bir zihniyetin hâkimiyetidir. “Makedonya'daki unsurları bu vatan için ebediyen kaybolmuş olanı addetmek lazım idi. Böyle bir anlayış karşısında İstanbul'da ki hükümetin Makedonya'da ne kadar büyük zorluklara maruz kaldığını anlamak oldukça zor bir durumdu.Tıpkı bugünkü hükümetlerin Güneydoğu'da maruz kaldığı durum gibi, Meşrutiyet hükümetinin en esaslı işi Makedonya'da sükûn ve asayişi hak ve adaleti sağlamak yerine, Meşrutiyet'in ilânından sonra gelecek felaketi göremediler. Makedonya'da Virhovist ve Santralist tabirleri müthiş akisler yapmaya başladı. Santralist'ler “Makedonya Makedonyalılarındır.” nazariyesini takip ediyorlardı. Ayrıca ciddi ve esaslı ıslahatın taraftarları gibi görünüyorlardı. Tıpkı günümüzün siyasî partileri ne kadar demokrat gözüküyorsa onlarda o kadardı ıslahatçı idiler. Bu fikriyatı, propaganda ile silah ve tehdit ile ortalığa yayan bir sürü eşkıyanın yine Makedonya'da kalabilmeleri için, bu iki fırkanın (Virhovist ve Santralist) oyunlarına gelindiğini fark edemiyorlardı. Günümüzde de Güneydoğu'da sözde Kürtler'in haklarını savunan fırkalarda bunlara aynen benziyorlar. Santralist eşkıyasını kendilerine dost ve gözetici bildiler. Makedonya muharebesi sırasında zulümleriyle eski dostlarını mahcup bırakan Sandanski, Selanik vilayetinin genel müşaviriydi. Kaymakamlardan nahiye müdürlerine, köy bekçilerine kadar memurlar onun uygun görmesiyle atanmakta ve görevden alınmaktaydılar. SAYI 17 - 18 Bu hainin arkadaşları, taraftarları cinayetlerde ve diğer bütün işlerde ki arkadaş ve ortakları en memuriyetlere getirildi. Çernoviyef bile Istromca mahkemesinde üyeydi ve hakimlik sıfatı onun zamanında kazanmıştı. Sandanski Marigostina ilçelerini 15 sene müddetle kira ile tutuyor ve Paniçe ile beraber razlık ormanlarından 15 yüzbinlerce ağaç kesmek hakkını elde ediyorlar.” İnsan bir an durup düşündüğü zaman, geriye doğru baktığımız ve geride kalan zaman dilimini bugüne doğru getirdiğimizde o çeteci anlayışın nasıl tezahür ettiğini ve bugünkü görünen, görünmeyen çetecilerini de nasıl ortaya çıktığını görebilir… O tek bir anlayışa dayalı bağlılığını tescil etmiş olanların, nasıl modern çetecilik elbisesini giydiklerini de hafızanız size hatırlatacaktır. Bunun en bariz örneği: Mahmut Şevket Paşa Diktatoryası “Mahmut Şevket Paşanın ilk icraatı, büyük devletlerin notalarını reddetmek oldu. Böylece mütareke bozulmuş oluyordu.” Yeniden harp başlamış oldu. Yanya ve Edirne sukut etmiş, Çatalca cepheside bozularak Bulgarlar İstanbul'a doğru yürümeye başlamışlardı. Bu arada İşkodra Kahramanı Hasan Rıza Paşa, Sultan Hamid'e hal'ini tebliğ edenlerden biri olan Esad Toptani tarafından şehit edilerek İşkodra müstahkem mevkiinin düşmesine de yol açmıştı. Hareket ordusuyla İstanbul'a girip padişahı halleden Mahmut Şevket Paşa, birdenbire şöhretin üst kademesine seyretmeye başlamış bulunuyordu. 3. Ordu Kumandanlığından Hareket Ordu Kumandanlığına adeta uçarak gelen Mahmut Şevket Paşa şimdi kabinenin hem sadrazamı, hem de etraflarını küçük görmelerine kafi sebep demekti. Elbette Mahmut Şevket Paşa'nın kurduğu askeri diktatörlüğün ömrünün ne 16 kadar olacağının işaretlerini de vermişti.” Çeteci ruhuna ve tehdit siyasetine henüz doymamış olan İttihat ve Terakki, kan dökmek istiyor ve idamına karar verilen binlerce muhalif vatandaşı ortadan kaldıracak sebepler arıyordu. Onun için Mahmut Şevket Paşa komitenin işine gelmiyordu. O halde boğazlanması lâzımdı. Bu işi da ancak İtilaf Fırkası yapabilirdi. Nitekim de öyle oldu.Ve Paşa Harbiye Nezaretinden çıktığı bir gün, suikastçıların kurşunlarıyla vurularak öldürüldü. Görünürde yaygarayı koparanda yine İttihat ve Terakki oldu. Gerçek yüzünü göstermeyen İTC hemen darağaçlarını kurdurdu. Başta Damat Salih Paşa, bu sehpalarda daha kimler can vermedi. İttihat ve Terakki'nin en şiddetli terör ve baskı devri, bu suikasttan sonra başlamış oldu. Cumhuriyet tarihine iyice baktığımız zaman aynı şeyleri görmüş olursunuz. 120 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR İTTİHAT ve TERAKKİ'nin ÜÇ DİKTATÖR DÖNEMİ Bu arada Mısır Prensi Said Halim Paşa, Sadrazam İzzet Paşa'da Harbiye Nazırı olmuştu. Paşa, Türk ordusunun el'an taarruz gücü olduğunu bildirerek, zafer sonrası Türk mirasını paylaşmak hususunu birbirlerine düşen Balkan devletleri, şu an gırtlak gırtlağa savaştığını bildiren paşa, işte bu kargaşadan faydalanan Enver Paşa, orduyu Edirne'ye taarruz ederek Bulgarları mağlup etti… Edirne'nin kurtuluşu ile komitenin sıfıra düşmüş itibarı biraz olsun düzelir gibi oldu. Bu üçlü diktatörden Enver Harbiye Nazırlığı'nı aklına koymuş olup, İzzet Paşa'yı harcayarak yerine geçti. Enver Paşa rütbesiyle Harbiye Nazırı oldu. Sonucunda başkomutanlık salahiyetini de ele geçirmiş oluyordu. Bu durum Türk ordularını Alman militarizim, emperyalist bir ordunun hizmetine sokarak Cermen menfaatlerinin sadık bir bendesi konumuna soktu. Alman Erkan-ı Harbiyesi'nin ateş gibi elemanları, müstakbel Alman yurdu olarak benimsedikleri Osmanlı ülkesine, artık süratle akıyorlardı. Aslında Enver Paşa'nın Meşrutiyet'i kazanmakta mühim bir rolü olmamıştı. Hatta Manastır'da Şemsi Paşa'nın katli ve Osman Paşa'nın dağa kaldırılması gibi süratli hareketler cereyan ederken de o, civar köylerinin birinde gizlenmiş bulunuyordu… İnkılâp'tan sonra, bir taraftan mevki ve şöhret hırsı ile akın akın İttihat ve Terakki Fırkası'na girenler ve Farmasonluğun milletler arası yardımcı nüfuzundan faydalanmak isteyenler; diğer taraftan da Siyonistler'in Arz-ı Mevud'da ki Yahudi devletinin istikbali adına vazifeli olarak cemiyete soktuğu elemanlar, özellikle Almanların elde ettiği zümre, siyasi çizginin grafiğini teşkil ediyordu. Enver'in bir de İttihad-ı İslam gibi bir büyük hülyası vardı. İttihat ve Terakki partisinin prestijini yükseltmek için, Enver Paşa'nın İran'ı Turan'ı içine alacak Büyük Türk İmparatorluğu'nun başına geçmek hülyası… Bu da ancak Müslüman Türk unsurun Moskof idaresine isyanı ve Türk topraklarına iltihakı ile kabil olabilirdi. Oysa insanoğlu, büyük işlerin adamı olabilmek için bütün fakültelerinin yekpare, ahenkli ve rasyonel faaliyetlerine muhtaçtır. Şayet bir insan büyük kitlelerin mukadderatını elinde tutan mesul mevkilerin adamı olmuşsa her türlü şahsi endişe ve ihtirasları bir tarafa koyarak, mesuliyetinin şuuruna varmış, ergin, mantıklı ve kudretli kafanın sahibi olmalıydı. Bu da Enver Bey'de gözükmüyordu. SAYI 17 - 18 Balkan Harbi ile Balkanlı topluluklara siyasî hüviyet ve istiklal tanınması, Almanya'yı endişeli düşüncesinde devam ettiriyordu. Gücü artan Almanya için, Enver ve İttihat ve Terakki biçilmiş bir kaftandı. Bunun için Enver Paşa Pan-İslamizim, Pan-Türkizim hevesinde, Almanlar'dan geniş ölçüde teşvik, takdir ve yardım görmekte idi… Balkan Harbini ve Balkanları kaybettiren başlıca sebep, orduya siyasetin sokulmuş olmasıydı. Sonuç: “Zulmün, ateşin ve kanın kovaladığı bütün Rumeli halkı ile beraber, Selanik'ten taht şehrine getirilmekte olan bir göçkün daha vardı. Fakat o asla yerinden oynamak istememiş; kendisini almaya gelen heyetten Damat Şerif Paşa'ya: “ Bunca ehl-i İslam'ın maruz kaldığı tehlike ile kendisinin de seve seve karşılaşabileceğini, icabında eline silahını alıp askerle beraber vatan müdafaasına iştirak edeceğini, ölürse de şehit olacağını,” uzun uzun anlatıp gitmemek için ayak diremişse de, hayatının sonuna kadar içinde mahpus yaşayacağı Beylerbeyi Sarayı'na doğru yola çıkmasının önüne geçememişti. İkinci Abdülhamid'in Selanik'te bulunduğu dört sene zarfında kendisine “bu zihniyetin” reva gördüğü yüz kızartıcı muameleyi hikâye eden Şerif Paşa'ya bir hayli müşkül olmuştu. Otuz üç yıl Osmanlı Devlet'ini yönetmiş olan ikinci Abdülhamid, sürgün hayatının çilelerini sayıp dökerken ailesiyle beraber günlerce yataksız yorgansız, ışıksız ve aç bırakıldıklarını, fakat kendisine en dokunan muamelenin, zabitlerin tahkirleri; bununla beraber hepsini affedip hakkını helal etmiş olduğunu söylemişti. İkinci Abdülhamid hünkârın şehirden ayrıldığının haftasında, Selanik'te anavatandan kopup Yunanlıların eline 17 geçmişti.” DİPNOTLAR 1) Çağ ve İlham (III) Sezai Karakoç 2) a.g.e. , s……………… 3) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 127. 4) a.g.e. , s. 128. 5) a.g.e. , s. 128. 6) a.g.e. , s. 129. 7) a.g.e. , s. 130. 8) Zaman gazetesi, 8 Şubat 2011. 9) Semiha Ayverdi ,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 130. 10) a.g.e., s.136-137-138-139. 11) H. Kazım Kadri, İmparatorluğunTasfiyesi. PınarYay., s. 68-69-70. 12) Kadir Mısıroğlu, Sultan II. Abdulhamit, SebilYay., s. 467-468. 13) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 140-141. 14) H. Kazım Kadri, İmparatorluğunTasfiyesi. PınarYay., s. 72-73. 15) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 43. 16) Semiha Ayverdi,TürkTarihinin Osmanlı Asırları, c. 3, s. 138. 121 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 ÜSKÜP'E DAMGASINI VURAN BİR FATİH: PAŞA YİĞİT BEY Prof.Dr. Mefail HIZLI, Uludağ Üniversitesi Osmanlı Beyliği 14. yüzyılın ilk çeyreğinde Marmara sahillerine uzanan bir sahada hâkimiyet kurmuşlardı. Bizans imparatoru olmak isteyen ve Dimetoka'da imparatorluğunu ilân eden Kantakuzen, Orhan Bey'den aldığı yardımla Selanik'in Sırpların eline geçmesini engellemiştir (1349). İşte bundan sonraki dönemde Rumeli artık Osmanlı gazilerinin ilgi alanı girmişti. 1352'de Bizans'a yardım amacıyla Sırp-Yunan kuvvetlerine karşı zafer kazanılması ve Çimpe kalesi ile çevresinin Orhan Gazi'ye bırakılması Osmanlıların Rumeli'de yerleşmesini sağlamış ve bu bölge, Balkanlar'a yayılmak için önemli bir üs olarak kullanılmaya başlanmıştır. 14. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı Devleti, Rumeli'de sistemli bir iskân politikası uygulamış ve Balkanların büyük bir kısmı kısa bir dönemde Türk yurdu haline gelmiştir. Ünlü Osmanlı tarihçisi Mehmed Neşri'nin bu sürece dair cümleleri aynen şöyledir: “…Süleyman Paşa Rum-İli'ne geçti, evvel atası Orhan Gazi'ye haber gönderdi kim 'devletlû Sultanımun himmetiyle Rum-İli'ni feth itmeğe sebep olundı. Küffârun gâyetde zebunluğı vardır' didi. 'Ve bu tarafda feth olan hisarlarda konmağa çok âdem gerek. Lûtf idüb yarar yoldaş gönderesiz' dedi. Orhan Gazi dahi bu sözü işidüb ferahnâk oldı. Karasi vilâyetinde göçer 'arab olurdu. Göçer evlerle gelmişlerdi. Anda olurlardı. Anları Orhan Gazi sürüb, Rum-İli'ne geçürdi. Bir zaman Gelibolı nevâhisinde sâkin oldılar… Yevmen fe-yevmen turmadın feth içinde oldılar. Ve bu tarafdan Karasi vilâyetinün halkı dahi gelür oldılar ve gelenler yurd tutub gazâya meşgul oldılarç Ve bi'l-cümle ehl-i İslâm Hak teâlâ 'inâyetiyle şevket tutub her ne tarafa ikdam iderlerse, küffâr önlerine 1 turamaz oldı” Osmanlıların fetihler ve beraberindeki iskân konusunda büyük bir başarılı elde etmesinin sebepleri arasında, bu dönemde onlara Balkanlarda karşı koyacak bir devletin olmamasının altı çizilmelidir. Rumeli'de yaşanmakta dinî istikrarsızlık ve kiliseler arasındaki yoğun mücadele de fetihleri kolaylaştıran unsurlar arasındadır. Belki de en önemlisi, Osmanlıların fethettikleri her yerde olduğu gibi Rumeli'de de din ve vicdan hürriyetine azami saygı göstermiş olmaları ve adalet konusunda hiç taviz vermemeleridir. Özellikle gayrimüslim halkların yaşadığı topraklarda kendi kültürel değerlerini, dillerini, ibadetlerini ve geleneklerine müdahale edilmeden diledikleri gibi yaşa- malarına imkân vermeleri, tarihin çok az tanık olduğu bir “hoşgörü iklimi”ni Osmanlıların hayata geçirdiğini gösteriyordu. Rumeli'nin fethiyle birlikte Anadolu'dan göç ettirilen ilk muhacir grubu Karesi vilayetinden oluşturulmuştu (1356-57). I. Murad devrinde fethedilen yerlere ise Saruhan'daki göçer yörüklerin iskân edildiği anlaşılmaktadır (1374-75). Bu göçler, fetihlerle birlikte daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Ancak bu göçlerle Anadolu'dan sürgün ya da gönüllü olarak gelenler, Rumeli'nin yeni fethedilen topraklarında Hıristiyan nüfusla karışmadan müstakil köyler kurmaya özen gösteriyorlardı. Balkanlar'da Osmanlı sürecinin başlangıcı 1361'de Edirne'nin fethiyle olmuştur. Birkaç yıl sonra (1365) devletin başkenti buraya taşınmış ve Rumeli'deki fetihler için burası adeta askerî bir üs haline gelmiştir. 1372 yılındaki Sırp Sındığı Savaşı ise Makedonya bölgesindeki askerî fetihler bakımından önemli bir tarih olmuştur. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, Osmanlıların İstanbul'un fethinden (1453) önce kazanmış oldukları en kapsamlı savaş olarak 1371'deki Meriç Savaşı gösterilmektedir. Bu zafer sonrasında Makedonya, Sırbistan ve Yunanistan kapıları Osmanlılara açılmış oldu. “Böylece 1371'de Balkanlarda yeni bir imparatorluk, 2 Osmanlı İmparatorluğu doğmuş oluyordu” Osmanlılar, Balkanlarda fetihlere giriştiği dönemlerde Makedonya adı verilen bölge Bizanslılar, Sırplar ve Bulgarlar arasında paylaşılan bir coğrafyanın adı idi. Ancak söz konusu halkların birbiriyle anlaşamamaları ve özellikle Ortodoksların Katolik Macarlar tarafından korkunç baskı ve zulme maruz kalmış olmaları, bölge3 nin Osmanlılar tarafından fethini kolaylaştırmıştır. 1361'de I. Murad tarafından kurulan ve başına Lala Şahin Paşa getirildiği Rumeli Beylerbeyliği'nin merkezi Edirne olmuştur. Üsküp şehri fethedildikten bir süre sonra, Manastır'la birlikte bu beylerbeyliğine bağlanmış ve bu durum 1541'de Budin Beylerbeyliği kurulana 4 dek bu biçimde devam etmiştir. 122 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR I. Murad, 1363 yılında Filibe'den başlayarak sırasıyla Sofya, Manastır, Pirlepe, Ohri ve 1386'da Sırbistan'ın anahtarı olan Niş, 1389'da ise Sırbistan fethedilmiştir. 9 Ağustos 1389 günü yapılan5 Kosova Meydan Savaşı, Osmanlı padişahı I. Murad' ın büyük zaferiyle sonuçlandı. Bu öyle bir zafer idi ki, sonucunda Sırp devleti ortadan kalktı ve Rumeli'de Türklerin hâkimiyeti geçilmiş oldu. Ancak çok büyük bir trajedi de bu zaferin hemen akabinde yaşandı. Savaş sonunda şehid olan Osmanlı askerlerine padişah I. Murad da eklenmişti. Padişahın cenazesi Bursa Çekirge'de yaptırdığı türbesine gönderilerek defnedildi. Şehit edildiği yere de “Meşhed-i Hüdâvendigâr”adıyla bir türbe yapıldı. Kosova'nın fethi ve Yıldırım'ın padişah olması sonrasında da Osmanlı fetihleri hız kesmeden devam etmiş ve 1392 yılında Üsküp'ün ele geçirilmesinin ardından bu şehir ve çevresi, Osmanlı Devleti'nin en önemli uç merkezlerinden biri haline gelmiştir. İşte bu dönemde Rumeli fetihlerinde oldukça önemli askerî zaferlere imza atan Evrenos Bey ile Paşa Yiğit Bey'in sahne aldıkları görülür. Evrenos Bey ve Paşa Yiğit nam dilâver bir nice gaziler sayesinde 1392 yılının ilk günlerinde Osmanlı sancağı artık Üsküp'te dalgalanmaya başladı. Önce Makedonya bölgesi Evrenos Bey tarafından fethedilmiş, bundan bir süre sonra da Paşa Yiğit adındaki bir bey tarafından Üsküp alınmıştır. Fetihten hemen sonra bu şehrin yönetimi, yine aynı komutana verilmiştir. Üsküp şehrinin kim tarafından ve hangi tarihte fethedildiği konusunda Osmanlı kroniklerinde farklı bilgiler vardır. Şehrin 1392 yılında ve Paşa Yiğit Bey tarafından fethedildiğini belirten İbn Kemal'de şöyle bir kayıt yer almaktadır: “Paşa Yiğit Bey mezbur diyarda karar ihtiyar eyleyüb ol nahiyette dar-ı ikametin bünyadını urdu. Kâfirin hâlî kalan hazır evlerine nögeri ve kulu dolub ikdam-ı tamla ol mekân idündüğü yerin tamir ve tedmirine meşgul olub seylab-ı garet ve hasaratla harab olan havaliyi 6 abad etti durdu…” Ünlü Osmanlı tarihçileri arasındaki Oruç Bey, Aşıkpaşazade, Hoca Sadeddin Efendi ve Mehmed Neşrî, herhangi bir tarih vermeksizin Üsküp'ün Paşa Yiğit Bey tarafından fethedildiğini kaydederler. Evliya Çelebi şehrin Gazi Evrenos Bey tarafından 7 fethedildiğini, Şemseddin Sami ise Üsküp'ün 1389 8 yılındaTimurtaş Paşa tarafından alındığını belirtiyor. Ancak çağdaş bir Sırp kitabesine göre, Üsküp'ün 6 Ocak 1392 yılında Türkler tarafından ele geçirildiği anlaşıl9 maktadır. SAYI 17 - 18 Murad'ın Kosova'da şehadetinden sonra devlete padişah olan Yıldırım tarafından Üsküp şehrini fethetmek üzere Paşa Yiğit Bey'in görevlendirildiği Hadidî'nin eserinde yer alan şu manzum ifadelerde gayet net görülmektedir: Cülus eyledi tahtaYıldırım Han Atasının yirinde oldu Sultan Kratova gümüş madenlerini Cevahir toptolu mahzenlerini PaşaYiğit Beği Üsküb'e saldı 10 Vidin etrafını Firuz Bey aldı. Yukarıda aktardığımız bilgilerden yola çıkarak -bazı farklı değerlendirmeler olmakla birlikte- Üsküp şehrinin Yıldırım Bayezid döneminin başlarında, çok başarılı bir komutan olan Paşa Yiğit Bey tarafından en geç 1392 yılının ilk günlerinde fethedildiğini söylememiz mümkündür. Anadolu'nun batısında bulunan Saruhan bölgesinden getirtilen Türkmenlerin iskân edildiği Üsküp, Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki en önemli “uç”larından biri haline geldi. Osmanlı kroniklerinden sayılan Âşıkpaşazâde Tarihi'nde Anadolu'dan getirilen Türkmenler ve onların liderleri olan PaşaYiğit Bey tarafından hakkında şu satırlar yer alır: “…Anı beyan eder kim Saruhan ilinin göçer halkı vardı. Menemen ovasında kaşlardı ve ol iklimde tuz yasağı vardı. Anlar ol yasağı kabul etmezdi. Bayezid Han'a bildirdiler. Oğlu Ertuğrul'a haber gönderdi. O göçer evleri her ne kadar varsa iyice düzene alasın yarar kullarına ısmarlayasın. Filibe yöresine gönderesin dedi. Ertuğrul dahi babasının sözünü kabul etti. Ol göçer evleri gönderdi. Getirib Filibe yöresine kondurdular. Şimdiki zamanda Rumeli'de Saruhan Beğli dedikleri anlardır. Paşa Yiğit 11 Bey o halkın ulusu idi. Onlarla birlikte o da gelmiş idi.” “Halkının ulusu”olarak fethettiği Üsküp şehrinin, yönetimine bırakıldığı Paşa Yiğit Bey, bu görevini, himayesinde yetişen ve oğlu olduğu da iddia edilen İshak Bey'e devrettiği 1414 yılına dek sürdürmüştür. Paşa Yiğit Bey, Rumeli'de sancakbeyliği ve akıncı kuvvetlerinin komutanlığını da yapmıştır. Fethedildiği 1392 yılından Sırbistan ve Bosna'nın Osmanlı hâkimiyetine geçmesine kadarki devrede Üsküp, Bosna'ya uzanan coğrafyada Türk bölgelerini 12 idare eden uç beylerinin de merkezi olmuştur. Bilindiği gibi, uç beyleri tarafından Serez, Filibe, Babadağ, Elbasan, Saraybosna, Silistre ve Üsküp gibi 13 yerler Türk şehirleri olarak teşkilâtlandırılmıştır. Bunlar arasında askerî açıdan bir merkez haline gelen Üsküp, sahip olduğu bu stratejik özelliğini, Belgrad'ın 1521'de fethedilmesiyle yitirmiş ve ikinci plana düşmüştür. 123 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Yiğit Mehmed Paşa ya da daha yaygın bilinen biçimiyle PaşaYiğit Bey'e, fethi müteakip Üsküp şehri ve civarının idaresi verilmiştir. Onun Balkanlara damgasını vuran siyasi faaliyetlerinden biraz söz etmekte fayda vardır. Kosova'nın fethi sırasında Kratova vadisinde düşman askerleri üzerine gönderilen PaşaYiğit Bey'in, Üsküp'ün fethi sonrasında uç beyi olunca ilk icraatlarından biri, aynı yıl içerisinde İşkodra ile Drivast ve Sv. Corce'yi Osmanlılara teslim edene kadar İşkodra'nın sahibi olan Curac Strasimiroviç'i hapse atmak oldu. Üsküp'ten Priştine ve Bosna'ya giden yollar üzerinde şehirler ve kaleleri tutmak isteyen Osmanlılar, Kosova savaşıyla 1396 yılları arasındaki dönemde bazı önemli yerleri fethetti. Üsküp beylerinin Balkan siyaseti, ilk günden itibaren komşu Hıristiyan beyler arasındaki mücadeleyi kışkırtmak ve onların bir araya gelmesini engellemek üzerine kurulmakla beraber diplomatik yollar gözetilerek bu bölgede dost arama konusuna da özel bir önem verildi. Bu amaç doğrultusunda, ticaretle ünlenmiş Dubrovnik Cumhuriyeti'yle dostane ilişkileri sürdürmek ve bu ülkenin tüccarlarını Osmanlı topraklarına çekmek isteyen Paşa Yiğit Bey, 1398'de tüccarlara birer mektup göndererek gümrük vergilerinin üçte bir oranında azaltacağını vaad etmişti. Dubrovniklilerin yanı sıra Venediklilerle de iyi ilişkiler kuran Paşa Yiğit Bey'e, Osmanlı sultanı Bayezid de çok güveniyordu. Arnavutluk'ta toprakları bulunan Venediklilerin hakkını alabilmek adına bu ülke topraklarına 1414 yılında sefer düzenledi. Venedikliler bu sebeple PaşaYiğit Bey ile anlaşmak zorunda kaldı. Fetret devrinde Emir Süleyman ile Musa Çelebi arasındaki mücadelede Emir Süleyman'ı destekleyenler arasında PaşaYiğit Bey de yer aldı. Görevi İshak Bey'e bırakıncaya dek askerî ve siyasî alandaki faaliyetleri yanında ticaretle de uğraşan Paşa Yiğit Bey'in, Trepça'da bir madenin kazançlarından dörtte birini elinde tuttuğu, ayrıca bir Dubrovnik 14 tüccarıyla ortaklığı bulunduğu da bilinmektedir. Yaklaşık yirmi iki yıl süren Üsküp uç beyliği görevinden 1414'de ayrılan Paşa Yiğit Bey, 1426'da yine aynı kentte vefat ederek Meddah Medresesi avlusundaki özel türbesine gömülmüştür. Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla çevresi açıldıktan sonra ortaya çıkan mezarın başında dua eden dönemin Devlet Bakanı Faruk Çelik ile Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı RecepAltepe. SAYI 17 - 18 Bazı kaynaklar Üsküp halkının Paşa Yiğit Bey'e, efsanevi bir hüviyet atfederek “Meddah Baba” ünvanını uygun gördüklerini kaydederler. Böyle anılmasının muhtemel sebepleri arasında Paşa Yiğit'in askerî alandaki başarıları ve kentin fethedilmesindeki gayretleri gösterilebilir.“Meddah”kelimesinin niçin tercih edildiği ise bilinmemektedir. Daha yaygın yorumlara göre ise, Meddah Baba, Paşa Yiğit Bey'in manevî eğitimini aldığı bir Allah dostudur. Meddah Baba'nın asıl adı Muhyiddin Hoca'dır. Çok sevdiği ve hatta hiç yanından ayırmadığı hocası Meddah Baba ile vefatından sonra da kabirlerinin yanyana olmasına özen gösterdiği anlaşılıyor. Fatih Sultan Mehmed'in yanında Akşemseddin ne ise Meddah Baba da Paşa Yiğit Bey'in yanında aynı misyonla bulunuyordu. Bugün hiçbirinden iz kalmamış olan külliyedeki cami, medrese ve türbenin yer aldığı avlu içinde, yakın zamanlarda tesbit edilen Paşa Yiğit Bey'in kabrinin birkaç metre ötesinde Meddah Baba'nın mezarı da mevcuttur. Paşa Yiğit'in kabri üzerinde bir türbenin olduğu kaynaklarda belirtilmekteyse de, bugün sadece bir kabir taşı bulunabilmiştir. Meddah Baba'nın mezar taşında Arapça şu ibare okunmaktadır: Hüve'l-Hallâku'l-Bâkî el-merhûm el-mağfûr Fâtih-i Üsküb eş-Şeyh Meddâh Baba rûhiyçün el-fâtiha Mezartaşı yazısı, Meddah Baba'nın“Üsküp Fatihi”olarak anıldığını gösterse de, bunun manevî anlamda olduğu tahmin edilebilir. Paşa Yiğit Bey'e Üsküp'ü fethederken manevî yardımlarda bulunması sebebiyle bu sıfatın kendisine yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Zaten mezartaşında, Meddah Baba'yı niteleyen, “şeyh”, “baba'' gibi sıfatların onu tasavvufî anlamda yüksek bir mertebede olduğunu ve o dönemde Rumeli'de yaygın olan ve safiyeti bozulmamış bir Bektaşî mürşidi olduğunu düşündürmektedir. 124 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Yine muhtemeldir ki, Meddah Baba'nın mezar taşındaki “Fatih-i Üsküb” ibaresi sebebiyle, Paşa Yiğit'in kabriyle zaman zaman karıştırılmıştır. Bu arada gururla kaydetmek gerekir ki, söz konusu türbe ve mezarın yer aldığı alanda bulunan evlerin, Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla Çevresindeki evler yıkılmadan önce Paşa Yiğit Bey'in mezarı kamulaş-tırma çalışmaları devam etmekte ve türbe ile mezarın yeniden eski günlerine dönmesi özlemle beklenmektedir. Paşa Yiğit Bey adına izafeten yaptırılan cami, mektep, türbe ve medresesinden meydana gelen külliyesi Üsküp'te Hüdaverdi Mahallesi'nde yer almaktaydı.16 Üsküp ile ilgili bir evkaf defterinde bu caminin Baba Meddah Mahallesi'nde bulunduğu ve Baba Meddah Beğ Paşa- Camii adıyla anıldığı nakledilmektedir.17 Bu caminin dışında Paşa Yiğit Bey adına izafeten Üsküp çarşı merkezinde ve kendi adıyla anılan mahallede SAYI 17 - 18 yaptırılan bir camii daha olduğu ve günümüzde Arasta Camii olarak bilindiği belirtilmektedir.18 Bu caminin, son zamanlarda yine Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla restore edildiğini ve önümüzdeki aylarda açılışının planlandığını biliyoruz. Osmanlı arşiv kaynaklarında Üsküp'te Paşa Yiğit ya da Paşa Bey adıyla bir mahallenin varlığına rastlanmakta ve bunun, Vardar nehrinin kuzey sahilinde, Kebir Mehmed Çelebi, İbn Kocacık ve İbn Payko mahalleri ile çevrelendiği anlaşılmaktadır.19 Sonuç olarak, Paşa Yiğit Bey, Üsküp'ün fethi ve öncesinde çok büyük askerî başarılara imza atmış ve Üsküp ile çevresinin Osmanlı coğrafyasına katılmasında büyük hizmetleri geçmiştir. Daha önemlisi, Üsküp şehrinin, Rumeli coğrafyasında önemli bilim, sanat, kültür ve ticaret merkezi olması yolunda ciddi faaliyetler gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda Üsküp'ü dinî, sosyal ve kültürel yapılarla donatmakla kalmamış, son nefesini yine burada vermek suretiyle ebedî âleme geçmek için bu şehrin kalbindeki türbesini seçmiştir. Üsküp'ü Osmanlı coğrafyasının seçkin kentlerinden biri haline getiren bu büyük fatihi rahmetle anıyoruz. Kaynaklar Ağırakça,Ahmet, “Birinci Kosova Savaşı ile İlgili Kaynaklar”, I. Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan 1989, Ankara 1992. §Âşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. N.Atsız, Ankara 1985. §Ayverdi, E. Hakkı, “Yugoslavya'da Türk Abideleri ve Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, sy.3, Ankara 1956. §Barkan, Ömer L., “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak: Sürgünler”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, c.13, sy.1-4, İstanbul 1952. §Evliya Çelebi, Seyahatname, c.5-6, İstanbul 1978. §Hadidî, Tevarih-i Âl-i Osman (1299-1523), (haz. N.Öztürk), İstanbul 1991. §Hoca, Nazif, “Üsküb”, İA, MEB, c.13, İstanbul 1986, §İlgürel, Mücteba, “XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti'nin Siyasi Durumu”, I. Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan 1989, Ankara 1992. §İnalcık, Halil, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar, İstanbul 1993. §İnbaşı, Mehmet, Osmanlı İdaresinde Üsküb Kazası (1455-1569), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), AÜSBE Erzurum 1995. §Neşrî Mehmed, Kitab-ı Cihan-nüma I, (haz.F.R.Unat-M.A.Köymen), Ankara 1987. §Özer, Mustafa, Üsküp'te Türk Mimarisi (XIV.-XIX. Yüzyıl), Ankara 2006. §Pepiç, Adnan, Üsküp Beyi İshakoğlu İsa Bey'in Osmanlı Hakimiyeti'nin Kosova, Sancak ve Bosna Topraklarına Girmesindeki Rol ve Önemi (1439-1469), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), AÜSBE, Ankara 2002. §Sakin, Orhan-Uğurhan Demirbaş, Makedonya'daki Osmanlı Evrakı, Ankara 1996. §Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lâm, İstanbul 1306, s.932-933. Dipnotlar 1) Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihan-nüma I, (haz.F.R.UnatM.A.Köymen),Ankara 1987, s.180-182. 2) Halil İnalcık, “Türkler ve Balkanlar”, Balkanlar, İstanbul 1993, s.15. 3) Orhan Sakin-Uğurhan Demirbaş, Makedonya'daki Osmanlı Evrakı,Ankara 1996, s.5. 4) Sakin-Demirbaş, age, s.8. 5) Savaşın hangi tarihte yapıldığına dair kaynaklarda çelişkili bilgiler mevcuttur. Sekiz saat süren savaşın gerçekleştiği günün 15 Haziran ile 27 Ağustos 1389 tarihleri arasında değiştiği anlaşılmaktadır. Bkz. Ahmet Ağırakça, “Birinci Kosova Savaşı ile İlgili Kaynaklar”, I. Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan 1989,Ankara 1992, s.23. 6) Ömer L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak: Sürgünler”, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası, c.13, sy.1-4 (1951-1952), İstanbul 1952, s.76. 7) Evliya Çelebi, Seyahatname, c.5-6, İstanbul 1978, s.1815 8) Şemseddin Sami, Kamusu'l-A'lâm, İstanbul 1306, s.932933. 9) Nazif Hoca, “Üsküb”, İA, MEB, İstanbul 1986, c.13, s.123. 10) Bkz. Hadidî, Tevarih-i Âl-i Osman (1299-1523), (haz. N.Öztürk), İstanbul 1991, s.108. 11) Âşıkpaşaoğlu Tarihi,nşr. N.Atsız,Ankara 1985,s.74-75. 12) Nazif Hoca, agm, s.123. 13) Mücteba İlgürel, “XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti'nin Siyasi Durumu”, I. Kosova Zaferi'nin 600. Yıldönümü Sempozyumu, 26 Nisan 1989,Ankara 1992, s.19. 125 14) Makedon kaynaklara dayanılarak Paşa Yiğit Bey'in askeri ve siyasi faaliyetleri hakkında yapılan bir araştırma için bkz. Adnan Pepiç, Üsküp Beyi İshakoğlu İsa Bey'in Osmanlı Hakimiyeti'nin Kosova, Sancak ve Bosna Topraklarına Girmesindeki Rol ve Önemi (1439-1469), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), AÜSBE, Ankara 2002, s.135-140. 15) E. Hakkı Ayverdi, “Yugoslavya'da Türk Abideleri ve Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, sy.3,Ankara 1956, s.154. 16) Ayverdi, agm, s.154. 17) Mustafa Özer, Üsküp'te Türk Mimarisi (XIV.-XIX. Yüzyıl),Ankara 2006, s.187. 18) Özer, age, s.211. 19) Mehmet İnbaşı, Osmanlı İdaresinde Üsküb Kazası (1455-1569), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), AÜSBE Erzurum 1995, s.55. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 TARİHTE BALKANLAR Cansaran KIZILTAŞ, Tarihçi-Yazar Konumuzun temelini Karadeniz, Ege Denizi, Yunan ve Adriyatik denizini içine alan bölgeler oluşturmaktadır. Bu bölge içerisinde yerleşmiş olan Balkan ülkelerinin Tarihi ile ilgilidir. Bunlar Tuna'nın öbür yakasında yer alan Romenler, Slovenler, Hırvatlar ve Macarların tarihini ele alır. Coğrafi açıdan baktığımızda bölge oldukça dağlıktır. Zaten Balkan deyimi dağlık bölge anlamına gelmektedir. Bu bölgenin önemli nehrini Tuna oluşturur. Tuna tarih boyunca birçok istilalara uğramıştır. Ticari ve askeri açıdan büyük bir önem taşımıştır. Diğer önemli nehirlerinden biri de Meriç'tir. Meriç bildiğimiz gibi Ege denizine dökülür. Nehirleri çevreleyen vadiler önemli birer tarım alanlarıdırlar. Stratejik açıdan baktığımızda Asya, Avrupa ve Afrika'nın kavşak noktasında bulunmuş olması nedeni ile önemlidir. Bu durum iç bölgelerle bağlantıyı sağlar. Dağlar ayni zamanda istilalara karşı bir kalkan vazifesi görürler. Geçitler ise tarih boyunca büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Tuna nehri Orta Avrupa'ya geçiş için kullanılan önemli bir suyoludur. İkincisi ise Vardar vadisinden geçerek büyük bir liman şehri olan Selanik' e ulaşmakta olup diğeri ise Edirne'yi aşarak İstanbul'a varmaktadır. Balkanların; doğudan güneye doğru uzanan uzun sahil şeridi elverişli limanları ve nehir ağızları ile dış güçlerin etkisine ve hâkimiyetine açık bir alan haline gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Örnek verecek olursak Venedik burada ticaret ve deniz gücündeki önemi sayesinde üstünlük sağlamıştı. Ayrıca İngiltere deniz gücü bakımından burada ve özellikleYunanistan da önemli bir nüfuz oluşturmuştur. Coğrafî yapı, stratejik konum Balkanlar'ın etki altına girmesine ve dış güçlerin istilâsına uygundur. Balkan yarımadasının ilk sakinleri Morava vadisi ile Adriyatik'e uzanan bölgede yaşayan İliryalılar ve Trakyalılardır. Bunlar birer demir çağı medeniyetidirler. Trakyalılar M.Ö 5. yüzyılda bir örgüt devleti kurmuşlardır. Bunlar Romenlerin temelini oluştururlar. İliryalılar ise günümüz Arnavutların atalarıdırlar. Antik medeniyeti bu saydığımız medeniyetlere rağmen Balkanların merkezinde değil güneyindeki topraklarda Yunanistan da ortaya çıkmıştır. Böylece ilk büyük Avrupa medeniyeti Helenlerdir. Ve kurucuları da Hellas ismi ile bilinen Yunanlılardır. Bu medeniyet Ege denizinde ada ve sahillerde kurulmuştur. Balkan Tarihi içinde Yunan kolonileri kültürel ve tarihi açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Fakat zamanla bu şehir devletleri çok güçlü olmalarına karşın güçlerini iç çatışmalarla ve savaşlarla tükettiler. Aynı tarihlerde İtalya da bir diğer önemli emperyal güç olan Romalılar ortaya çıktı. Romalıların amacı Kartacalıları yenip Batı Akdeniz'in hâkimi olduktan sonra Doğu Akdeniz de etkin olmaktı. Romalılar kazandıkları dört savaşın sonunda Makedonya' yı ele geçirdiler. Burayı Romanın bir eyaleti haline getirdiklerini açıkladılar. Edirne, Niş, Belgrad ve Sofya gibi önemli şehirler Romalıların yerleştikleri bu bölgelerde ana yollar üzerinde bulunuyordu. Dolayısı ile yapılan bütün mimarî eserler Roma mimarîsini andırıyordu. Romalıların bu topraklarda ki etkisi çok köklü olmuştur. Ziraî üretim artmış, altın, gümüş, demir ve kurşun madenleri işletilerek refah dönemi başlamıştır. Zamanla Roma İmparatorluğu sınırlarını korumakta güçlük çekti. Önemli tehdit unsurları Cermenler ve Gotlardı. İlerleyen süreçte Macar, Bulgar, Avar, Peçenekler, Kumanlar ve Moğolların saldırılarına maruz kaldılar. Slav, Macar ve Bulgarlar bu istilalar karşısında yerleşmeyi tercih eden tek kavimler olmuşlardır. Bu işgaller Balkan Halkının yerel tarihinde önemli değişiklikleri oluşturmuştur. BULGARLAR: Bunlar orijinal isimlerini Turanlardan almışlardır. Bulgarlar Bizans için Balkanlardan gelen önemli bir tehlike olmuşlardır. Daha sonra Hazarlara yenilerek göç eden Bulgarlar Tuna'nın ağzına yakın bir yere gelmişlerdir. Topraklarını genişletmişlerdir. Slavlar ve Bulgarlar pagandı ve bir süre sonra 9. yüzyılda asimilâsyona uğrayan nüfusun tamamı Slavca konuşan ve Hıristiyan olan insanlardan oluştu. Bulgar Kilisesi İstanbul da ki Patriklik ve Ortodoks dünyası ile irtibat halinde idi. Bulgaristan Slav Kültürünün merkezi olmuştur. Ortaya çıkarılan Kiril alfabesi Slav kültürünün 126 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR ve Slav Ortodoks kilisesinin dilini oluşturmuştur. Bulgarlar, Sırplar ve Ruslar daha sonra bu Kiril Alfabesini benimsediler. Zamanla Bulgaristan Balkanların en güçlü devleti haline geldi. Fakat bu durum uzun süre devam etmedi zamanla Sırbistan Bulgar topraklarını egemenliği altına aldı. SLAVLAR: Bir Hint Avrupa Irkıdırlar. 6. ve 7. yüzyılda Tuna ırmağını geçerek Balkan yarımadasının büyük bir bölümüne yerleşmişlerdir. Avarların etkisi altında kaldılar. Daha sonra bu topraklarda yerleşip köylü toplulukları oluşturdular. Böylece Bulgar, Sırp, Hırvat ve Sloven devletlerinin Orta çağda ki temelleri atılmış oldu. Bunların konuştukları dil Latince ile ilişkili modern Rumenceye yakın bir dildir. İstanbul' a kadar gelmişler fakat alamamışlardır. Bizans ile daha sonra savaşmak zorunda kalmışlardır. SIRBİSTAN: Balkanlara 7. yüzyılda gelmişlerdir. Slav kökenlidirler. 9. yüzyıl'ın ikinci yarısında Hıristiyanlığı benimseyip Ortodoks olmuşlardır. Sırpların çoğu 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar Bulgarların ve Bizanslıların hâkimiyeti altında ki topraklarda yaşamışlardır. Zamanla Karadağ ve Raşka olmak üzere iki devlet olarak kurulmuştur. Sırp krallığının yükselişi NEMANYA Hanedanı ile başlar. Zamanla Bulgar ve Bizans topraklarının çöküşü Sırpların topraklarını genişletmelerine imkân sağlamıştır. Sırp siyasi merkezi Raş'tan Priştine Prizren ve Üsküp' e kadar genişlemiştir. Böylece Sırbistan Duşan'ın yönetiminde Adriyatik'ten Ege'ye kadar uzanan toprakları ile Balkanların önde gelen gücü olmuştur. Fakat iç topraklarda siyasi bir birlik yoktu ve zamanla entrikalar ve dış baskılarla gücünü koruyamadı ve 1371 ' de Nemanya hanedanı sona erdi. Topraklar bölündü. TUNA'nın kuzeyi Macaristan Eflak ve Boğdan da önemli olaylar gelişiyordu. Bir çok istilalar yaşandı. Gotlar, Avarlar, Bulgarlar, Slavlar ve Tatarlar bu yolu kullandılar. Macaristan tarihinin en önemli bağları Batı ile olmuştur. BALKANLAR'DA OSMANLI FETHİ 13. yüzyıl 'ın sonunda bir kısım Türkler Anadolu'nun kuzeybatısında Marmara denizine yakın bir yerde yerleşti. Bunlar Osmanlılardı. İlk fetihlerini Balkanlara yapan bu topluluk kısa zamanda hızla topraklarını geliştirdiler. 1354 yılında ele geçirdikleri Gelibolu Osmanlıların Avrupa da ki ilk şehir merkezini oluştur- SAYI 17 - 18 muştur. 1338 den 1453' e kadar olan süreçte İngilizler ve Fransızlar büyük ölçüde güçlerini yitirdiler. Roma da ki kilise iç çatışmalar yüzünden gücünü kaybetti. Venedik ve Ceneviz ise birbiri ile savaş halinde idi. Batıda ki zayıflık ve bölünmüşlük Balkanlarda etkisini gösterdi. Her bir Balkan devletleri kendi iç sorunları ile birbirinden uzaklaşmıştı. Bizans ise eski gücünü kaybettiği için doğudan gelen saldırılara karşı koyacak güçte değildi. Osmanlı'nın ilerleyişinde güçlü devlet adamlarının ve bu devlet adamlarının topraklarına toprak katması etkili olmuştur. I. Murat önce Edirne'yi aldı (1360), daha sonra Meriç nehri üzerinde, Çirmen muharebesinin ardından Bulgaristan, Makedonya ve Güney Sırbistan topraklarını ele geçirdi. Daha sonra Sofya, Selanik ve Niş alındı. Osmanlılar bu topraklarda bazı prenslikleri vergi ödemek ve askeri yardımda bulunmak koşulu ile yerinde bıraktılar. Böylece Sultanlar gerçekleştirdikleri seferlerde ülkelerine düzenli olarak gelir elde ettiler. Diğer bölgeler ve önemli merkezler Osmanlıların doğrudan yönetimine girdi. Balkanların geleceğini daha çok Meriç'te elde edilen başarı göstermişse de I. Kosova savaşı destansı ve efsanevi bir nitelik kazanmıştır. Sırpların lideri Lazar ve Osmanlıların hükümdarı Sultan Murat bu savaşta ölmüştür. Daha sonra Yıldırım Beyazid döneminde fetihler devam etmiştir. Eflak Osmanlı'nın yönetimi altına girmiştir. 1444 Varna savaşı ile Osmanlıların Balkanlardaki ilerlemesi durdurulmak istenmiş fakat Hristiyanlar yenilgiye uğramıştır. Bu son Haçlı seferi olmuştur. Fatih Sultan Mehmet büyük başarı elde etti. İstanbul'un fethinden sonra II. Mehmet Balkanlarda sınırlarını genişletmeyi başardı. Bosna şehirleri ile kırsal bölgeler İslami kültürün merkezi oldu. Sayıca Hıristiyan nüfustan daha az olan Müslüman nüfus kısa sürede bölgeye hâkim duruma geldi. Osmanlı gücünün doruğuna Kanuni döneminde ulaştı. Onun döneminde Osmanlı Asya, Avrupa ve Afrika'nın büyük bölümüne hâkim oldu.. Avrupa da ki siyasal durum ve Habsburg hanedanlığının durumu Osmanlının ilerlemesinde etkin oldu. 127 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Muhteşem Süleyman Balkanlarda bir düzine seferler başlattı. 1521' de stratejik açıdan önemli olan Belgrad alındı. En önemli zafer Mohaç 'ta elde edildi. Bu zafer önemli siyasal sonuçları doğurdu. İlerleyen süreçte Erdel dâhil olmak üzere Macar topraklarının büyük bir bölümü ele geçirildi. Habsburg kralları Osmanlı idaresi altında olamayan Macar topraklarını idare etmeye başladılar. Fakat Osmanlıların Avrupa da ki ilerleyişleri devam etmedi Osmanlı orduları 1529 da yaptıkları seferde Viyana' yı alamadılar. Bu olaydan sonra Osmanlıların batıda ki ilerleyişleri durdu. AYAKLANMALAR: Balkan yarımadasının içlerinde ve kuzey sınırlarında direnişler başladı. En önemlisi II. Murad döneminde (1421-1451) döneminde Arnavutlukta başlatıldı. Arnavutluğun oluşturduğu bu direnişe İtalyan devletleri ve papalık yardım ediyordu. İtalyan Arnavutları gelecekte ki ulusal harekete öncülük etmişlerdir. Uzun süren Osmanlı hâkimiyeti Balkan tarihinde belirleyici bir rol oynamıştır. Habsburg hanedanlığını saymaz isek Balkan topraklarının büyük bir kısmı Osmanlı idaresinde idi. Ortodoks Hıristiyanlar arasında sadece Ruslar bağımsızdı. Osmanlı hâkimiyetinin en belirgin etkisi gelecekte buralarda eski yöneticilerin ve yönetimlerin ortadan kalkmasıdır. Zamanla bu topluluklar Osmanlının güçlü yönetimleri ile yönetilmişlerdir. 18. YÜZYIL OSMANLI İDARESİ DÖNEMİNDE BALKAN HIRİSTİYANLARI I8. yüzyıl başlarında dünyada birçok değişiklikler meydana gelmesine rağmen Osmanlı Kanuni döneminde ki konumunu büyük ölçüde korudu. Osmanlı Devlet sistemi cihad kavramı üzerine kurulu idi. Amacı İslam topraklarını genişletip diğer taraftan savunma mekanizmasını güçlendirmekti. Bu kavrama göre dünya müminlerin hâkimiyet alanı içinde yer alan iki görüşten ibaretti. Biri hâkimiyet alanı olarak darülislam. Diğeri ise savaş alanı olarak darülharp idi. Buna göre hükümdarın görevi İslam yönetimini dünya üzerinde mümkün olabildiği kadar yaymaktı. Fethedilen yerlerde halkların zarar görmeden İslami açıdan hâkimiyet alanının içine SAYI 17 - 18 alınması idi. Sonuç olarak bölge halkı karşı koymadan teslim olursa ve eğer isterlerse dinlerini değiştirmeyebilirler ve bulundukları siyasal konumlarını içte koruyabilirlerdi. Karşı koyarlarsa mallarına el konulabilir ya da esir alınabilirlerdi. İslam'ı seçtikleri takdirde iyi davranılırdı. Fakat asla zorlama olmazdı. Toplumsal adaletin sağlanması Osmanlı devletinin temelini oluşturmakta idi. Dolayısı ile kanunlar ve bunların dengeli bir şekilde uygulanması çok önemli idi. Bu bölgelerden devşirme usulü ile çocuklar alınır zeki ve yetenekli olanlar çok kapsamlı bir şekilde yetiştirilmek üzere payitaht ta kalırlardı. Özellikle Bosnalı Müslümanlar çocuklarının bu sisteme tabi tutulmasını istemişlerdir. Kendilerini İslam'a adamış olan bu topluluk özellikle 17. yüzyıla kadar Osmanlı ordularının zaferlerinin sorumlusu olmuşlar ve en önemli askeri gücü oluşturmuşlardır. GÜÇLÜ DÜZENİN ÇÖKÜŞÜ İmparatorluğun güçlü yönetimi 18. yüzyıla kadar devam etti. Osmanlı Hükümetinin devamı güçlü, zeki ve yetenekli devlet adamları ile güçlü bir orduya bağlı idi. Zamanla Devlet eski gücünü kaybetti. İç kargaşalar ve bağlı prensliklerde, beyliklerde çıkan isyanlar Osmanlının gücünün etkisinin giderek azalmasına neden oldu. Ayrıca 16. yüzyıldan başlayarak 17. yüzyıla kadar devam eden süreçte enflasyon olayı etkin oldu. Asya'nın büyük ticaret yollarının İngilizlerin ve Felemenklerin etkin olduğu Atlantik'e kayması da Osmanlı'yı zor durumda bırakmıştır. Toprak düzeninin de bozulmuş olması da Osmanlı'lar açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca askerlerin birtakım haklar elde ederek evlenmeye başlamaları ve ticaretle uğraşmaları sonucunda yeni seferlere katılma konusunda isteksizlik yaşanmıştır. Ve artık seferlerden zaferlerle dönülmemeye başlanmıştır. Bütün bunlar Osmanlı'nın her yanda olduğu gibi özellikle Balkanlarda eski gücünü kaybetmesine neden olmuştur. YUNANLILAR: 18. yüzyıla gelindiğinde Balkan Hıristiyan toplulukları içinde en iyi konumda olan milletler içerisinde Yunanlıların olduğunu görüyoruz. Yunalılar Osmanlı hükümeti ile ticarî ilişkileri olan topluluklardı. Ayrıca Yunan köylüleri hayvancılık ve topraklarını işleme konusunda kendi kendisinden sorumlu idi. Yunanlılar yoğun olarak; Mora'da Ege adalarında Rumeli'de ve Teselya'da yaşıyorlardı. Dağlık ve tepelik arazilerde oturanlar topraklarını özel bir mülkiyet gibi kullanmakta idiler. Adalarda ve diğer bölgelerde yaşayan Yunanlılar yerleşmiş olan yerel cemaat sistemini uyguluyorlardı. Bu cemaat hükümeti gelenekçi ve muhafazakârdı. Bu yönetim Osmanlı idaresi için temel bir dayanma noktası idi. 128 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SIRP İSYANI Padişah III. Selim. Sırp topraklarında ki topluluklara benzer isyanların çıkmaması için bir takım haklar vermişti. Bu konu ile ilgili fermanlar yayınlandı. Sırplar kendi vergilerini toplayacak. Milis güçler oluşturabilecek ve silah taşıyabileceklerdi. Fakat yeniçerilerin sorumsuzca hareketleri Sırp sorununun ortaya çıkmasında etkin olmuştur. 1797 Baharında yeniçeriler Osmanlı otoritesine baş kaldırarak Belgrad'a saldırdılar. Belgrad paşası Hacı Mustafa'nın görevi isyan çıkaran yeniçeri tehlikesini ortadan kaldırmak; Hıristiyanları yatıştırmaktı. Tahminen Rum kökenli paşa Sırplara karşı olumlu bir tavır izlemiştir. Balkan topraklarında ilk isyan Sırbistan da çıkmıştır. Napolyon ve Çar Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak istemişlerdir. II. Mahmut döneminde de Sırp isyanları devam etmiştir. 1804'de Kara Yorgi'nin başkanlığında ayaklanmışlardır. 1806-1812'de Osmanlı-Rus savaşı sonunda Ruslarla imzalanan Bükreş ant. İle Sırplara bazı haklar verildi. 1828-1829'da Osmanlı-Rus savaşı sonunda Ruslarla imzalanan Edirne ant. İle Sırplara özerklik tanındı. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda İmzalanan Ayestefanos ve Berlin ant. İle Sırbistan tam bağımsız oldu. Sırp isyanının asıl nedenleri arasında gösterebileceğimiz Rusya'nın Balkanlarda izledikleri Panslavizm politikasıdır. Ayrıca Fransa da gelişen ve tüm dünyayı etkileyen milliyetçilik hareketleridir. Bütün bunların dışında konunun başında belirttiğimiz gibi Sırp topraklarının bir savaş alanı haline gelmesi ve yeniçerilerin sorumsuz davranışlarıdır. YUNAN İSYANI Kendi içinde geniş imkânlara sahip olan Yunanlılar Avrupa da gelişen milliyetçilik hareketlerinden etkilendiler. Ayrıca Tepedelenli Ali Paşa'nın batı Balkanlar da ki asiler ile birleşmesi ve yabancı hükümetlerle Osmanlılar aleyhine iş birliği kurması burada ki hareketleri de Osmanlılar aleyhine tetikledi. Yunan desteğini elde edeceğini düşünerek Etniki Eterya ile bağlantıya geçti . Büyük ölçüde kontrolünde ki köylerden destek sağladı. II. Mahmut bu durum karşısında onun ortadan kaldırılmasına karar verdi. Ve 1821'de Mora da isyan çıktı. Kırsal kesimde kontrol biraz önce anlattığımız gibi yerli Yunan halkının elinde idi. Tahminlere göre Mora'da yaşayan 40.000. Müslüman'dan 15. 000'i öldürüldü. 1822'de binlerce insanın öldüğü Sakız katliamı Avrupa'nın dikkatini çekti. Hıristi- SAYI 17 - 18 yan vahşeti görmezden gelindi. 1822 Ocak ayında Tepedelenli Ali Paşa yakalandı ve idam edildi. Osmanlı güçleri isyanları bastırdı. Asilere yardım konusunda Yunanlılar denizcilikte bir hayli ileri oldukları için korsan gemiciler etkin konumda idiler. Bu durumda Osmanlı donanması zayıftı. Bu yüzden Osmanlıların tek saldırı alanı kara yolu idi. Edirne'den ordular yola çıktı. Savaş mevsiminin kısa oluşu ve yolun çok uzun oluşu Osmanlıların aleyhine bir durum idi. Yunan gerilla savaşçıları savaşa düzenli ordu ile değil tek tek çeteler halinde girerek akıllıca davranmışlardı. 1829'da Yunanistan Edirne Antlaşması ile bağımsızlığını kazandı. Bu süreçte Rusya Osmanlı Devleti ile ilgili Balkanlarda izlediği politikalar gereği Ortodoks halkların hakları ile ilgili bir çok antlaşmalar imzalamıştı. Amacı Balkanlarda ki hâkimiyet alanlarını genişleterek nüfuz sahibi olabilmek ve Karadeniz'den boğazlar vasıtası ile sıcak denizlere inmeyi sağlama politikasını gerçekleştirme çabaları idi. Bu amaçla Balkanlarda Rus yanlısı devletler kurmak istiyordu. Bu nedenle Balkanlarda ki isyanları desteklemiştir. Diğer taraftan İngiltere yunan isyancılarına destek verme konusunda bazı nedenlerden dolayı etki altında kalmıştır. Bunda antik Yunan felsefesinin ve kültürünün önemli bir yeri vardı. Çünkü Avrupa Devletleri kültürlerinin temelini Antik Yunan Felsefesine bağlıyorlardı. Ve kendilerini bu kültürün atalarının torunları olarak görüyorlardı. Osmanlı birlikleri ise masum ve medeni insanlara vahşet uygulayanlar olarak görülüyorlardı. İngiltere'nin bu soruna dâhil olması için haklı nedenleri vardı. Rusya'nın burada tek başına bir güç olmasını istemiyordu. Ayrıca Akdeniz ticareti bu olaylar nedeni ile zarar görmüştü. 1824'de İngiltere'den Yunanistan'a borç paralar gelmeye başladı. Fransa kralı X. Charles birYunan hayranı idi. Bu durumda Fransa Akdeniz meselesinde dışlanmayı kabul edemeyecekti. Bütün bu şartlarda Osmanlı Hükümeti çok güçsüz kalmıştı. Bahsettiğimiz gibi yunan ayaklanmasının en etkin nedeni Rusya'nın izlediği politikalar ve Fransa da ki milliyetçilik hareketleridir. Diğer taraftan Rumlar ülkelerini Türklerin elinden alıp Bizans imparatorluğunu yeniden kurmaktı. Buna "Megali İdea" deniyordu. Bu büyük YUNAN hayali idi. Merkezi İstanbul da bulunan Etniki Eterya adlı cemiyetin başlattığı ayaklanma ile isyan başlamıştır. 1814'de. Eflak ve Boğdan'ın ardından Mora'da ayaklanmalar başlamıştır. Kısa sürede gelişen bu ayaklanmalar Ege adalarına kadar sıçradı. Osmanlı hükümeti isyanın bastırılması için Kavalalı Mehmet Ali paşadan yardım istedi. Mehmet Ali Paşa buna karşılık Girit ve Mora'nın valiliklerini istedi. İbrahim paşa isyanı bastırdı. Osmanlı Devleti yabancıların bu işe karışmalarını engellemek amacı ile 7 Ekim 1826'da Akkerman antlaşmasını imzaladı. 129 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Bu antlaşma Balkanlarla ilgili gibi gözükse de aslında Balkanlarda Ruslara bazı imtiyazlar verdiği açıktı. Ayrıca Ruslara boğazlardan ticaret gemilerinin geçiş hakkını da veriyordu. Fakat boğazlarda ve doğu Akdeniz de güçlü bir Rusya'yı İngiltere istemiyordu. Onlara göre gücü zayıflamış zararsız bir Osmanlı Devleti çıkarları için daha uygundu. Bu nedenle antlaşmanın şartlarını benimsemedi. İngiltere'nin de araya girmesi ile 1829'da imzalanan Edirne ant. İle bağımsız oldu. 1830'da imzalanan Londra antlaşması ile bağımsızlığı resmen tanındı. Avusturya'nın karışması ile geri çağrıldı. Bunun sonucunda çok başarılı bir sefer sona ermiş oldu. Altmışlı yıllarda Topal Osman Paşa iç işlerini düzeltmeye çalıştı. Novri'den, Banya Luka'ya kadar uzanan demir yolu hizmete girdi. Okullar ve Yolar yaptırdı. Bütün bunlara rağmen Bosna ve Hersek yine de Balkanlarda geri kalmış bölgeler arasında yerini koruyordu. Bosna sınır bölgesi olduğu için Müslüman ve Hıristiyan her iki grubunda sınır boylarında bağlantıları vardı. Bosna da ki hâkim Katolik Kurumu olan Fransisken tarikatının Hırvat toplumunda ki etkisi çok önemli idi. Diğer taraftan Sırp nüfusun Ortodoks bağlılıkları çok güçlü idi. Eski Sırbistan toprakları ve Yeni Pazar Sancağı ele geçirildiğinde büyük ölçüde geniş topraklara sahip bir Sırp devleti kurulacaktı. 1840'dan itibaren Sırp liderler gözlerini Batı'ya yöneltmişlerdir. Karadağ ise deniz ulaşımını Arnavutluk ve Hersek üzerinden gerçekleştirmek istiyordu. Sırp hedefi toplumsal değil milli idi. Garaşanin'in memurları eyaletlerin Sırbistan ile birleşmesini istiyorlardı. Radikal bir tarım reformu istemiyorlardı. Fakat bütün reformlara rağmen halkın şartları çok kötü idi. Müslüman ve Hıristiyan köylüler üzerinde çok ağır sorumluluklar vardı. Toprakları işleyenlerin aynı milletten olmaları ve aynı dili konuşmaları da problemleri çözmüyordu. BOSNA ve HERSEK Yüzyıllar boyunca süren olumsuz şartlar nedeni ile köylüler ayaklanmışlardı. Fakat bu ayaklanmalar merkezi hükümete değil yerel istismarlara karşı idi. Yüksek vergiler ve vergi toplamada ki usulsüzlükler isyanların nedenlerini oluşturmuştur. 1851'de Osmanlı hükümeti birtakım 19. yüzyıl da Osmanlı Devleti, Bosna ve Hersek de daha önce karşılaştığı sorunlarla yeniden karşılaşıyordu. Müslüman unsur halkın üçte birini oluşturuyordu. Bölgeye hâkim bir durumda idi. Büyük bir kısmının kullandığı dil Hırvatça ve Sırpça idi. Halkın büyük bir çoğunluğunun kökeni Slav'dı. Diğer Müslümanlar Bosna'ya yeniçeri, sipahi, ya da devlet memuru olarak gelmişlerdi. Bunların bir kısmının etnik kökenleri faklı idi. Habsburg kontrolüne geçen Macar topraklarından mülteci olarak gelmişlerdi. 18. yüzyıl da Bosna askeri güç ile merkezi hükümet arasında ihtilaf meydana geldi. Bosna da ki Müslüman hâkimiyetine rağmen Babıâli bu bölgeye muhaliflere karşı tam bir destek alma noktasında güvenemiyordu. Osmanlı, Sırp isyanı sırasında Darendeli Ali Paşa'nın vezirliği sırasında destek alamamıştı. Bir süre sonra Saraybosna'da yeniçeriler ayaklandılar. Bosna ve Hersek için seçimle iş başına gelen bir yönetim istiyorlardı. Hersek Bosna'dan ayrıldı. 1834'de Bosna'ya yeni bir yönetim getirildi. Eyalet altı sancağa, kırk iki nahiyeye ve birçok mahalli idareye bölünmüştü. 1847 den 1850 yılına kadar devam eden süreçte Tahir Paşanın vezirliği sırasında liderler tekrar isyan ettiler. Osmanlı Devleti Ömer Paşayı isyanı bastırması için gönderdi. Ömer Paşa bölgede ki şartları iyileştirmeye çalıştı. 1853'de Ömer paşa Karadağ'a saldırdı. Fakat Kararlar aldı. 1858'de topraklar kayıt altına alındı. Sınıflanmaya tâbi tutuldu. Köylülerin belli hakları korumaya alındı. Fakat bütün bu işlemler yeterli olmadı. Köylüler kendi sıkıntılarını anlatan dilekçelerini Babıâli'ye ve yabancı misyonlara gönderiyorlardı. 1856'da imzalanan Paris ant. ile Avrupalı güçler kendilerini Hıristiyanların hamisi ve garantörü olarak kabul ettiler. Bunun anlamı hiçbir zaman gerçek mana da anlaşılamadı. Anlaşılan o ki Balkan Hıristiyanlarının lehine bir durum olduğu idi. 1875 yazında Hersek te bir isyan başladı. Ve kısa sürede Bosna'ya ulaştı. Asıl neden toprak sahipleri ile köylüler arasında ki anlaşmazlıklardı. Bu olay ile Doğu sorunu yeniden çıkacak ve bir başkaTürk-Rus savaşına neden olacaktı. Kırım savaşından sonra gittikçe önem kazanan Panslav hareket bütün Slav halklarını Osmanlı ve Habsburg hanedanlığı yönetiminden kurtarmak ve Rusya'nın liderliğinde bir organizasyon meydana getirmekti. Ana temaları ise Ortodoks Slavları idi. Dış işlerde Osmanlılardan çok Habsburg hanedanı karşıtı olma durumunda idiler. İstanbul'a giden yolun Viyana'dan geçtiğini kabul ediyorlardı. 130 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 1858'de Moskova da kurulan ve diğer şehirlerde şubeleri açılan bu hayır cemiyeti hareketin asıl merkezini oluşturuyordu. Panslav fikirler 1870'ler de Rus toplumunun büyük bir kesiminde etkin olmuştu. Birleşik bir Alman gücünün ortaya çıkması ile Alman birliği güçlenmişti. Böyle bir dönemde milli gücün zayıfladığı süreçte Rusya'nın ortaya koyduğu Panslav fikirler Avrupa 'da değer bulmuştu. İmparatoriçe ve III. Aleksandr bu hareketi destekliyordu. Gerçekte bu hareket bir hevesten başka bir şey değildi. Fakat bu hareket Balkanlarda ki krizi etkin hale getirmişti. Osmanlı Devleti Bosna ve Hersek'teki isyanı bastıramayınca üç ittifak üyelerine başvurdu. 1875 Aralık ayında üç devlet anlaşma yeri olarak Andrassy Notası olarak bilinen reform önerisini takdim etti. Fakat Babıâli buna karşı çıktı. 1876'Berlin Memorandumu sunuldu. Bu sefer de Osmanlı Devleti kabul etmedi. Bu sırada gelişen Bulgar isyanı ile bunu takip eden olaylar sonucunda soykırımlar ile kriz giderek büyüdü. İstanbul da ki siyasal durumda hiç iyi değildi. Sonuçta muhafazakârlar ile liberaller birleşerek Abdülaziz'i Mayıs ayı sonunda tahttan indirdiler. Yerine V. Murat tahta geçti. Çevresinde gelişen olaylar nedeni ile V. Murat'ın ruh sağlığı bozulmuştu. Osmanlı'nın bu zayıf döneminde Balkanlarda durum giderek daha da kötüleşiyordu. Başka ülkelerin baskıları Sırp ve Karadağ hükümetlerini Balkanlarda ki Osmanlı aleyhine işleyen durumdan yararlanmaları konusunda onları baskı altına aldı. Rusların da bu konuda ki baskıları açıktı. Sonuçta Sırbistan ve Karadağ Babıâli ile savaşa girdi. Karadağ ordusu az da olsa başarı sağladı. Fakat Sırbistan için aynı şeyi söylemek imkânsızdı. Onlara yardım eden Rus gönüllüleri arasında çok az eğitimli asker vardı. Buna karşılık reformlar ve yeni teçhizatla donatılmış Osmanlı ordusu daha güçlü idi. Ve Osmanlı ordusu zaferler kazandı. Kriz konusunda devletler karşılıklı çıkarları doğrultusunda anlaşmaya vardılar. Osmanlı kazandığı takdirde toprak konumunun aynen korunmasını kararlaştırdılar. Eğer Balkan devletleri kazanırsa Osmanlı toprakları paylaştırılacaktı. Fakat büyük bir Slav Devleti kurulmayacaktı. Sırbistan ve Karadağ'ın toprakları biraz genişleyecek Yunanistan Girit ve Teselya'yı alacaktı. Geriye kalan Osmanlı top- SAYI 17 - 18 rakları büyüklükleri belli olmayan üç özerk devlete bölünecekti. Bunlar; Rumeli, Bulgaristan ve Arnavutluk idi. İstanbul serbest şehir olacaktı. Rusya Besarabya'yı geri alacaktı. Rus sınırları Kafkasya'ya kadar genişleyecekti. Avusturya-Macaristan ise Bosna ve Hersek'te bazı imtiyazlar elde edecekti. Alınan bu kararlar iki hükümeti daha sonra anlaşmazlığa düşürdü. Habsburg temsilcileri Bosna ve Hersek'in topraklarında ilhak ve karar hakkının kendilerine ait olduğunu söylediler. Rus hükümeti ise Bosna'nın kuzey batısında küçük bir bölge olan Dalmaçya'ya yakın Türk Hırvatistanı'ınViyana'ya verildiğini söylüyorlardı. Bütün bunlardan sonra Sırbistan'ın toprak konusunda istekleri kabul edilmediği anlaşılıyordu. İki Balkan Devleti'nin mağlup olacağı anlaşılınca hem İngiltere de hem de Rusya'da Osmanlılara karşı bu iki hükümetin tutumunu değiştirecek güçlü bir kamuoyu tepkisi olduğu anlaşıldı. Aralık ayında 1876'da İstanbul'da büyük devletlerin temsilcileri çözüm bulabilmek amacı ile toplandılar. Önerilerini Babıâli'ye sundular. Fakat Osmanlı hükümeti bütün Osmanlı tebaasına eşit haklar verme konusunda bir anayasa hazırlayıp yabancı güçlerin kendi iç işlerine karışmalarını engellemeye çalışıyordu. Müzakereler başarısızlıkla sonuçlandı. Rus liderler savaş ihtimalini düşünmeye başladılar. 24 Nisan da Rus birlikleri Prut nehrini geçti. Osmanlı donanması Karadeniz de üstünlük sağladı. Bulgar gönüllüleri Rus birliklerine katıldılar. Savaşın kolay kazanılmayacağı bir gerçekti. Osmanlılar Plevne'yi kahramanca savundular. Balkan hükümetleri ise Rusya'dan gücünün üstünde para ve asker yardımı istiyorlardı. Savaşın sonucunu değerlendirirsek; Rusya'nın ilk saldırısı başarısızlıkla sonuçlandı. Karadağ Babıâli ile savaş halinde idi. Sırbistan mart ayında barış imzalamıştı. Yunanistan tarafsızdı. Rumenler ise en karmaşık durumda olandı. Bu dönemin Rumen politikası liberal devlet adamlarının işbirliği ile şekil kazanıyordu. Rumen birlikleri Osmanlıların Plevne zaferinden sonra katılacaktı. Sırpların bu durumda karar vermeleri çok zordu. Çünkü önceki savaşta ülke harap olmuştu. Sırpların daha önce talep ettikleri Üsküp ve Niş gibi bölgeler Bulgar yetkililere verilmişti. Bütün bu nedenlerden dolayı Sırplar barış elde edildiğinde ülkelerini savaşa sokmadan alacakları mali yardımı düşünüyorlardı. Yunan hükümeti ise daha zor durumda idi. Yunanlılar açısından daha fazla toprak elde etme imkânı çıkmış, İngilizler ise Yunanlıları engellemek için baskı yapmaya başlamışlardı. En kötüsü ise Rus desteğinin Bulgarlara ve Balkan Slavlarına kayma ihtimali idi. İngiliz, Yunan, Habsburg ve Rumen hükümetleri de Büyük Slav Devleti'nin kurulmasını istemiyorlardı. Ayrıca savaş için olumlu bir kamuoyu da vardı. 1878'de Yunan Birlikleri Osmanlı topraklarına girdi. Rus kuvvetleri zor ilerleyişine devam ederek Plevne 'yi almış ve İstanbul'a doğru hareket'e geçmişti. Her iki devlet Osmanlılar ve Ruslar barış ant. İmzalamaya karar verdiler. 131 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Bir ön antlaşma olan bu antlaşma yakın doğu 'da ki güç dengelerini alt üst ediyordu. Bu durum uzun süren bir kriz döneminin nedeni olmuştur. Büyük devletler için antlaşmanın en zor kısmı Makedonya'yı, Trakya'nın bir bölümünü içine alan büyük bir Bulgar devletinin kurulması idi. Ayrıca Rus devletinin iki yıllık bir işgali ve ardından sürecek iki yıllık bir Rus etkinliği idi. Böylece Rus askerlerinin de gücü ile İstanbul kuzeyden tehdit altında tutulacak, Makedonya kontrol altında olacak ve Bulgaristan en güçlü devlet olacaktı. Bosna ve Hersek'te ki Habsburg çıkarları gözetilmediği için büyük bir Slav devleti kurulmuştu. Bu durumu iki devlet de protesto etti. Bir İngiliz donanması boğazlara girdi. Sırplar zor durumda kaldı. Aslında Ruslar Sırplara arkalarında Viyana desteğinin olmasını söylemişlerdi. Avusturya-Macaristan'a Bosna Hersek konusunda isteklerinin göz önüne alınacağı garantisi verildi. Böylece İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya AvusturyaMacaristan İmparatorluğu ve Osmanlı'nın katılımı ile 1878'de Berlin konferansı toplandı. Bu konferansın en önemli sonucu elinde ki bütün Balkan topraklarını kaybeden Osmanlının kaybettiği bu toprakların paylaşımı olmuştur. Makedonya Trakya Osmanlı idaresine geri verilmiştir. Doğu Rumeli ise Osmanlıların atadığı bir Hıristiyan vali ile yarı özerk bir statü kazanmıştır. Bütün bunların sonuçlarını değerlendirdiğimizde; Osmanlı Devleti en büyük kayba uğrayan devletti. Gerçek galipler İngiltere ve Habsburg monarşisi idi. Kıbrıs'ı ve Bosna-Hersek'i elde etmişlerdi. İngiltere için bu zafer doğru gözükse bile Habsburg'un kazanımları kendisine çok ağır yükler getirmekte idi. BosnaHersek'in nüfusu Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlardan oluşuyor ve bir milliyetçilik sorunun ortaya çıkmasına neden oluyordu. I. Dünya savaşının temelinde bu nedenler yatmaktadır. Berlin kongresini Temmuz 1878'de sona ermesi Türk Rus savaşı sonucunda ortaya çıkan bölgesel değişimleri sona erdirmedi. Yunan iddiaları ile yeniden sınırlar çizilecekti. Karadağ, Arnavutluk sınırları tekrar belirlenecekti. Ve Arnavutlar milli sınırları için örgütleniyorlardı. SARAYBOSNA Saraybosna Bosna Hersek'in başkentidir. 1462'de kurulmuştur. Mijacka nehri üzerinde yer alır. Tarih boyunca; özellikle fetihten günümüze dek birçok millet (Sırplar, Hırvatlar, Türkler) farklı dinlere mensup olarak burada yaşar. Ortodoks, Katolik, Müslüman ve Yahudiler olmak üzere birçok Osmanlı mimarisine rastlamak mümkündür. 1914'lerin başlarında Balkanlar gayet sakin gözüküyordu. İki yıllık bir çatışma döneminden sonra galip ve ya yenik devletlerin hiçbirisinde yeni bir savaşı göze alacak güç yoktu. Diplomatik açıdan da her şey kendi olağanlığında idi. Savunma amaçlı ve kıtada ki yönetimi korumaya yönelik bir üçlü ittifak ve üçlü antant söz konusu idi. Üçlü ittifak sisteminde İtalya'nın eski bağlılığı giderek azalıyordu. İngiltere ve Rusya'nın hâkim oldukları alanlar içerisinde İran hâkimiyeti ile ilgili olarak büyüyen çatışma Antant güçlerinin zayıflamasına neden oldu. Kıtada bulunan diğer hükümet olan Almanya ise en önemli askeri bir güçtü. Bütün bunlara rağmen dünya sömürge siyasetine hâkim olan sadece Fransa ve İngiltere idi. Bütün bunları değerlendirdiğimizde Rus Çarlık rejiminin devrilişi Habsburg ve Osmanlı hanedanlıklarının çöküşü dünya da büyük değişikliklere neden olmuş ve çok önemli ve yıkıcı bir ikinci savaşın çıkmasının nedeni sayılmıştır. Çıkan isyanlar sonucunda Trakya ve Makedonya'nın ayrılması Arnavutluğun kurulmasından sonra Balkan ulusları Osmanlı idaresini devirmişlerdi. Osmanlı'nın Avrupa'dan çıkarılmasından sonra en önemli sorun monarşinin güneyinde bulunan Slav sakinlerini Hırvatları, Sırpları, Slovenleri özelliklede bunların Sırp devleti ile ve ikili Monarşi'nin merkezi yönetimleri ile ilişkilerini ilgilendiriyordu. Zamanla iki görüş ortaya çıktı. Birincisi: Slovenya, Dalmaçya, Hırvatistan ve BosnaHersek'i içine alan Hırvat toprakları olarak nitelendirdikleri toprakların bir çatı altında toplanmasını istiyorlardı. Amaçları federal bir ilişki ile ama AvusturyaMacaristan toprakları ile eşit ortak olabilecek bir Hırvat ulus devleti kurabilmekti. Hırvat milliyetçiler Ortodoks Sırplara karşı düşmanca bir bakış açısı oluşturmuşlardı. İkincisi ise: Bu dönemde Hırvat politikasında aktif olan Sırp-Hırvat koalisyonu idi. Partinin bir araya getirdiği bir bu grubun hiçbir programı yoktu. Fakat Hırvatların bir imparatorluk fikri içinde işbirliği etmeleri ne Budapeşte'nin ne de Viyana'nın kendi çıkarları için iki ulusu birbirlerine düşürmelerinin doğru olmadığı görüşü idi. Koalisyonun monarşi içinde işbirliğine taraf olduğunun bilinmesinin önemidir. Sırp Krallığı ve monarşinin önündeki seçenekler daha fazla idi. Buna göre: Sırbistan geçmişteki yolu izleyerek daha büyük bir Sırbistan inşa edebilirdi. Diğer taraftan ikinci bir görüş olarak; ulusal ve devrimci programlarla kabul gören Balkan Federasyonu düşüncesi idi. Diğer taraftan Romanya ve Yunanistan'ı içine alan daha büyük birlik olabilirdi. Üçüncüsü ise büyük bir Yugoslavya düşüncesi idi. Bu da Sırp, Hırvat ve Slovenlerden oluşmaktaydı. 132 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bu yapının ise merkezi ya da federal olup olmayacağı konusu kesinlik kazanmamıştı. Bunların içinde en önemlisi Balkan federasyonu fikri idi. Sırbistan ve Bulgaristan arasında ki düşmanlık bu dönemde bu iki devlet arasında birliğin kurulmasını engellemiştir. Yugoslavya düşüncesi Sırp toplumu içinde özellikle gençlerden ve entelektüellerden büyük bir destek alıyordu. Güney Slav toprakları birleşirse eğer büyük bir güç oluşacaktı. Belgrad öğretmen, yazar ve sanatçıları bir araya getiren bir kültür merkezi oldu. Ancak bu görüşü benimseyen eğitimli kesimin azınlıkta olması nedeni ile hiçbir zaman kesin bir sonuca gidilemedi. Bu da savaş sonrasında olumsuz sonuçlara neden olacaktı. Sırbistan'nın büyük çoğunluğu geleneksel milliyetçi idi. Sırplar kendilerine ait gördükleri yerleri birleştirmek istemişlerdir. Karadağ'la birleşmek istemişlerdir. Onlar için ideal olan ortaçağda ki en büyük Sırp hükümdarı Stefan Duşan'ın elinde bulundurduğu topraklardı. Anlaşılacağı üzere Balkan milliyetçilik hareketlerinin çoğunda komplo teorisi vardı. Birçok gizli dernekler yaygınlık gösterdi. Gayet masumane ve romantik söylemlerle yola çıkan bu hareketler şiddet ve terörün hedefine ulaşmasını sağlamıştır. Bunlar Bulgar komitaları, Filiki Eterya ve VMRO gibi bazı derneklerdir. Bunlar gayet başarılı olmuşlardır. Ayrıca Balkanlarda ki entelektüel gençlik daha radikal ve siyasi fikirlerden etkileniyordu. Bu radikal gruplar atalarının oluşturdukları eserlere de saldırıyorlardı. Bireyselliğe önem veriyorlardı. 1910 ve 1914 yılları arasında Habsburg memurlarına çok etkin şiddet eylemleri oluşturmuşlardır. Bunların içinde Mayıs 1910'da imparator Franz Joseph'e suikast girişiminde bulunmaktı. Bunu benzer daha birçok suikast olayları takip etti. I. Dünya savaşından önce Sırpların ulusal hassasiyeti artmış ve iki önemli derneğin kurulmasına neden olmuştur. I. Dünya savaşına neden olan olay herkesçe bilindiği üzere Avusturya- Macaristan veliahtı'nın Saraybosna'yı ziyareti sırasında Sırplı bir öğrenci tarafından öldürülmesi olayı idi. Yakalandığı zaman ben bir Sırp kahramanıyım demiştir. Arşidük'ü öldürmeye karar vermişlerdi. Daha sonra güney Slav bölgeleri ile birleştirme düşüncesi olan Trialismus programı ile aynı tutuyorlardı. Fakat bu durum bölgenin Sırbistan'ın eline geçmesine engel olacaktı. Habsburg hükümeti uluslar arası ilişkilerde her zaman hassas olmuştur. Habsburg liderleri suikastın Sırp hükümeti dâhilinde tertip edildiğine inanıyordu. Sırbistan ile savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorlardı. Fakat savaşa karar vermeden önce suikastın Sırp hükümeti ile bir ilgisinin olup olmadığına kanaat getirmek için Alman müttefiklerine danıştılar. Fakat ispatlayamadılar. Arşidük'ün öldürülmesi Avrupalı devlet adamları arasında nefrete yol açtı ve bu olay Avrupa siyasetini sarstı. Hemen harekete geçilse idi Avusturya- Macaristan hükümeti bu olaydan duyulan nefretten yararlanabilirlerdi. Mesele uzadıkça uzatıldı. Sırbistan'ı desteklemek için Rus müdahale- SAYI 17 - 18 sinden çekiniliyordu. Geçmişteki Balkan politikalarına baktığımızda Habsburg ve Rus hükümetinin güçler dengesini gözettiğini görüyoruz. Biri büyük bir fayda, güç sağladığı zaman diğeri de bu durumu koruyabiliyordu. Bu durumda Sırbistan'ın 1914'de Avusturya tarafından yenilgiye uğratılması bölgede ki diplomatik denge unsurunu tehlikeye sokabilirdi. Diğer taraftan İstanbul da ki Jön -Türk rejimi Almanya ile anlaşma imzalamak üzere idi. Eğer Sırbistan Viyana'ya tabii edilirse Rus nüfusunun adadan çıkarılma ihtimali söz konusu idi. Monarşi Rusya ile antlaşmaya varamadı. Kesin antlaşma hükümlerini müttefiki İtalya ya da danışmadı. 1887'de üçlü ittifak yeniden gözden geçirildiğinde yakın doğuda statükonun korunmasının imkânsızlığı anlaşıldığında bu iki güç karşılıklı düzenlemelerle değişiklik yapabilecekleri konusunda anlaşmışlardı. Eğer anlaşmanın şartlarına uyulmaz ise İtalya savaşın başında tarafsız kalabilecekti. Bütün bunlar Berlin'de yeterince tartışılmadı. Almanya alınan kararlar ne olursa olsun Avusturya-Macaristan hükümetini destekleyeceğini bildirmişti. 23 temmuzda bir ültimatom sunuldu. Fakat amaç müzakere değil savaştı. Bu nedenle reddedildi. Belge Avusturya Macaristan karşıtı faaliyetlerin engellenmesini ve bu suikast araştırmasına Habsburg yetkililerinin katılmasına imkan tanıyordu. Sırp hükümeti be belirtilen son madde hariç diğerlerini kabul ettiğini bildiriyordu. Habsburg hükümeti ise bütün ilişkileri bitirdi. 26 Temmuz'da savaş başladı. Çar ise istemeden de olsa 29 Temmuz'da savaş ilan etti. İngiltere ise 4 ağustosta müttefiklerini desteklemek üzere savaşa girdi. Böylece 1914'ün ağustos ayında Avrupa Doğu sorunu ve Balkan ulusal birleşme hareketleri nedeni ile büyük bir savaş başladı. Savaş için suçlu arayışı bahane olarak kaldı. Her devlet bu krizde kendi menfaatlerini göz önünde bulunduruyordu. Ölümcül bir olay daha başka olayları beraberinde getirmiş savaşa giren devletlerin hepsini beklemedikleri, ekonomik, askeri ve psikolojik yönden hazır olmadıkları bir savaşa sürüklemişti. KIBRIS SORUNU Yunanistan II. Dünya savaşında kazanan tarafta olmasına rağmen bu durum topraksal anlamda onu pek tatmin etmedi. Önceleri İtalyanların elinde on iki ada işgal edilmiş fakat kuzey sınırında uluslar arası anlamda değişiklikler olmuştu. Arnavutluk ile ilgili görüşler hayata geçirilemiyordu. Kuzey sınırı ile ilgili değişiklikler zorlukla gerçekleştirilecekti. Çünkü Yunanistan Avrupa etnik sınırlarına iyice yaklaşmıştı. Kıbrıs adası aslında yunan nüfusu ile iyice yoğun bir hale getirilmesine karşılık Atina'nın kontrolünde olmayan tek yer idi. 1950'li yıllarda burada oluşan olaylar bu bölgeyiYunanistan için çok önemli bir konum haline getirdi. Aynı zamanda burası savaşın hem çıkış noktası hem de savaşın kayıp noktası idi. 133 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Yunan politikası gereği kim göreve gelirse gelsin ve dış politika ne olursa olsun Kıbrıs sorunu önemli idi. 1878'de İngiltere Kıbrıs'ı Osmanlılardan almıştı. Balkanların başka bölgelerinde olduğu gibi iki farklı ulus farklı yerlerde her birisi kendi uluslarına ait köylerde yaşamakta idi. Önemli bir mesele de adanın Türkiye' den 40 mil uzakta oluşu idi. Oysa Yunanistan'a olan uzaklığı ise beş yüz mil kadardı. Bu durumda adanın Yunanlılara verilmesine karşılık en büyük korku Türkler için bu yakınlık dolayısı ile güvenlik ve adada yaşayan Türklerin geleceği idi. Geçmişte incelendiğinde görülmüştür ki ne zaman Osmanlı'nın terk etmek zorunda kaldığı topraklarda Hıristiyan yönetimi gelmiş ise (Balkanlarda)olduğu gibi Müslüman nüfusa yapılan muamele çok kötü olmuştur. Romanya Ve Bulgaristan da çok kötü hadiseler yaşanmıştır. Dolayısı ile Kıbrıs ta da Türklerin bu konu ile ilgili endişelerini azaltacak hiçbir şey yoktu. Ada da ki Yunan nüfusu Atina'nın görüşünü desteklemiştir. İngilizlerin adadan çıkarılması ve Yunanistan ile birleşilmesi için ulusal örgütler kurulmuştur. Ortodoks kilisesi bu amaç için öncü rol üstlenmiştir. Kıbrıs başpiskoposu Makarios adadaki siyasetin en önde gelen ismi oldu. Yunan toplumunun lideri haline geldi. Ayni zamanda İngilizleri adadan çıkarma işleminde silahlı birliklerle iş birliği içinde oldu. Diğer önemli gerilla lideri ise Albay Georgios Grivas idi. Yunanistan da sağcı X'lerin (Khi) grubunun lideri olarak aktif bir rol oynamıştır. Kıbrıs ulusal örgütü ya da EOKA'nın başkanlığını yapmıştır. İngiliz hükümet kolonilerle ilgili sorumluluklarını yerine getirmede isteksizdi. Fakat kısa bir zaman sonra İngilizlerin bu isteksiz tavırlarının ardında bir Akdeniz gücü olma isteklerinin olduğu görüldü. Bu amaçla üslerini Kıbrıs'a kaydırma düşünceleri oluştu. Bu nedenle İngilizler adaya bağımsızlık vermek ve adanın durumunda bir değişiklik yapmak niyetinde olmadıklarını açıkça belirttiler. B u nedenle Kıbrıs'ın Birleşmiş M illetlere başvurusu da önemsenmedi. İsteklerine anlaşmalar ve görüşmeler yolu ile ulaşamayacaklarını gören Yunanlılar terör hareketlerine giriştiler. Grivas bu hareketlerin lideri olmuştur. Bu saldırılar SAYI 17 - 18 sadece İngilizlere değil adada ki Türklere de uygulanmıştır. Bütün bunların yanı sıra adanın Yunanlılara verilmesinden başka İngilizleri egemenliği altında bulunmasını istemeyen Türkiye'den büyük bir tepki geldi. Kıbrıs ile ilgili tartışmalar iki NATO üyesi arasında tartışmalara neden olmuştur. Sonuç olarak Doğu Akdeniz siyasetine iki NATO üyesinden başka Amerika da dâhil olmuştur. Kıbrıs ta Yunanlılar Türklere saldırırken Türkiye de de olaylar çıktı. Ve Türkiye de bulunan Yunanlılar göç etmeye başladılar. İngiliz hükümeti bu durumdan rahatsız olarak her iki arasında arabuluculuk görevi üstlendiler. İngiliz yetkililer 1956 Mart ayında Başpiskopos Makarios'u Seyşel adalarına sürdü. 1957 Nisan ayına kadar burada kalan Makarios ve 1957'de Yunanistan'a döndü. Bir süre sonra Türk Hükümeti adanın Yunanistan ile paylaşılma teklifini kabul etti. Atina bu çözüm önerisini ciddiye almıyordu. Yunanistan ise adanın tamamına sahip olmak istiyordu. Adada Türk ve Yunan silahlı birlikleri ile savaş devam ediyordu. Türkiye'den önemli sayıda bölgeye savaşçı asker getirildi. İngiltere adada ki hâkimiyetinden vaz geçmeye razı oldu. Fakat bazı şartlar öne sürdü. 1959 yılı başında Karamanlis Türkiye başbakanı Adnan Menderes ile Zürih'te görüştü. Burada bir uzlaşmaya varılmak istendi. Yapılan görüşmelerden ne Türkiye'ye ne de Yunanistan'a bağlı olan bir cumhuriyet kararı çıkmadı. Ulusal dengeyi korumak için çok ince detaylı bir sistem harekete geçirildi. Türk azınlık sayısal anlamda avantaj sahibi oldu. Buna göre Cumhurbaşkanı Yunanlı yardımcısı ise Türk olacaktı. Memuriyetlerde eşitlik sağlanacaktı. Elli üyeden oluşan meclisin 35 üyesi Yunanlı geri kalanı ise Türk olacaktı. 1960 yılı Ağustos ayında Kıbrıs bağımsız bir devlet oldu. Bağımsız devletin Cumhurbaşkanı Makarios yardımcısı ise Küçük idi. Üç tarafYunan, İngiliz ve Türk garantörlüğünde olan bu devlet tek taraflı bir müdahaleye açıktı. Bu üç devlet adanın bölünmezliği ve Enosis'in gerçekleşmeyeceği konusunda anlaşmaya vardı. 134 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Fakat bu ılımlı çözüm iki tarafı da memnun etmedi. Özellikle yunanlıları. Yunanlılar Enosis'i kurma hayallerinden vazgeçmiyorlardı. maya başladı. Bütün bu göçler sonucunda bir çok köyde sadece küçük nüfus ve yaşlılar kaldı. Buna bağlı olarak kırsal bölgede işgücü alanında açık ortaya çıktı. Ayrıca bölgede Amerikan varlığına karşı bir tutum içinde idiler. Karamanlis Amerika'nın elinde oyuncak olarak gösterildi. B ütün bunlar Amerikan varlığına olan karşıt görüşü çoğaltıyordu. Amerika taraftarı olanlar Kıbrıs konusunda Amerika'nın Yunanistan'daha fazla destek vermesi gerektiğini söylediler. Sonuç olarak diğer taraftan daha geniş ve daha güçlü olan Türkiye 'nin NATO için önemli bir müttefik olduğu göz ardı edilmesidir. Şehirlerde ki nüfus şehir hayatına uyum sağlamada zorluk çekti. Ayrıca lüks dükkânlarda ki tüketim malları insanlarda tatminsizlik ve memnuniyetsizlik yarattı. Sonuç olarak devlete karşı muhalif olma eğilimine girdiler. Karamanlis bakanlığı diğer sosyalist rejimlerde olduğu gibi ekonomik şartları daha iyi güvence altına almak için en iyi koşullar seçme isteğinde idiler. Çözüm olarak yabancı sermayeyi ülkelerine çekmeye çalıştılar. Fransız sermayesi ile kurulmuş olan Selanik'te ki petrokimya fabrikası eleştirilerin hedefi olmuştur. Bunlardan başka girişimleri şüphe ile karşılanan diğer zengin yunan vatandaşları Aristotelis Onassis gibi. Amerikan karşıtı duygular sosyalist blok tarafından Balkanlarda tarafsız bölge oluşturulması teklif edildiğinde ortaya çıktı. 1957 yılında orta ölçekli füzelerin yerleştirdiği sırada Amerikan karşıtı duygular daha da yoğunlaştı. Amerika'nın müttefiki olarak kendi topraklarında atom silahına sahip olma tehlikesi Yunanistan'da tartışmalara neden oldu. Bir çok Yunanlı savunma için yapılan harcamaların gereksiz olduğu kanaatine varmıştı. Ayrıca Yunanistan bu süreçte harcamalarının büyük bir kısmını askeri harcamalar için düşünüyordu. Bir süre sonra Amerika'dan gelen kaynak azalmış ve yardımlar kesintiye uğramıştı. Bu durumda birçok Yunanlı Avrupa ile olan ilişkilerin daha da güçlendirilmesi gerektiğine inanıyordu. Washington ve Londra ile olan ilişkilerin azaltılmasından yana idiler. Bunun üzerine Yunan Hükümeti İngiltere'nin daha üye bile olmadığı Avrupa Ekonomik Topluluğuna baş vurdu. Bu dönemde Yunan ekonomisi endüstriyel anlamda gelişmiş ülkelerle işbirliği içine girmeye hazırlanıyorlardı. SOSYALVE EKONOMİK DEĞİŞİKLİKLER Her şeye rağmen Karamanlis'e ve Kıbrıs meselesi işle ilgili anlaşmazlıklara karşın Yunanlıların yaşantısında büyük değişiklikler ve zenginlik giderek artıyordu. Bütün bu sosyal ve ekonomik değişiklikler hızlı bir değişimin sonucu olarak çeşitli şikâyetleri ve tatminsizlikleri de birlikte getiriyordu. Kırsal ve fakir nüfus göç ettirildi. Birçok Yunanlı deniz aşırı ülkelerde özellikle Kanada, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletlerinde iş bulabilmek için yaşadıkları yerlerden ayrıldılar. Özellikle Batı Almanya da iş bularak yerleştiler. Bu işçilerin ülkelerine gönderdikleri paralar ülke ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulundu. Bunun dışında ayrıca ülke içinde kırsal alanlardan kentlere de göç olayı yaşandı. Bunun sonucunda 8. milyonluk Yunanistan nüfusunun dörtte biri başkentte yaşa- Yabancı sermaye ne kadar az olsa da; yerli sermaye de her ikisi de soldan gelecek saldırıların ilk hedefleri arasında idiler. Onlara göre ülke yozlaşmış bir hükümetin yönetiminde idi. Özellikle de Karamanlis rejimi bu tarz eleştirilerin odak noktası idi. Rüşvet sistemi ise varlığını devam ettiriyordu. Hükümet ise bütün varlığı ile ekonomiyi korumaya çalışıyordu. Zenginler ile fakirler arasında ki gelir dağılımında ki eşitsizlik ve vergi yükünün ağırlığının fakirlerin omzunda olması hoşnutsuzluğun giderek artmasının nedenini oluşturuyordu. Acilen reformların yapılması gerekiyordu. Özellikle eğitim alnında yeni düzenlemelere gidilmesi gerekiyordu. Hükümet uzun bir zamandır iktidarda olan bir rejimin 1960 yıllarda biriktirdiği birçok sorunla karşı karşıya kaldı. Kıbrıs sorunu ve ekonomik sıkıntılar büyük anlaşmazlıklara neden olmuştur. Muhalefet partisi birçok sorunun üstesinden gelebilmek için çok çaba sarf etti. Birçok muhalefet partisi Karamanlis'e karşı idi. 1960'lı yıllar böylece 1950'li yıllardan farklı olarak birçok siyasal değişimin yaşandığı yıllar olmuştur. KARAMANLİSTEKRAR GÖREV BAŞINDA 24 Temmuz 1974'de tekrar görevine başlayan Karamanlis anayasal hükümetin oluşturulması ile ilgili bilgi verdi. Fakat özgürce hareket etme imkânı yoktu. Askeri kontrollü bir güç tarafından göreve gelmişti. Bu yüzden çok dikkat etmeli idi. Bu arada Kıbrıs'ta her şey daha da kötüye gidiyordu. 23 Temmuz'da geçici bir ateşkes ilan edildi ise de bu durum uzun sürmedi. Kuzey kesimi Türklerin elinde idi. Önemli ekonomik kaynaklar burada idi. Makarios eski görevine yeniden getirildi. Bu arada büyük bir göç olayı başladı. Göreve başladığından beri Karamanlis çok önemli iç ve dış sorunlarla uğraştı. Yunanlılar Amerika'nın bir kere daha kendilerinden yana durumu değerlendirmek için adada ki Türk gücüne müdahale etmelerini istiyorlardı. Fakat Türk ordusu Amerikan silahları ile ilerledikleri için Yunan halkı Amerika'nın samimiyetine inanmadı. 135 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Karamanlis Yunan halkını memnun etmek ve rahatlatmak için Yunan birliklerini NATO'nun askeri kanadından çekti. Amerikan üslerinin Yunanistan da varlıklarını değerlendirmek için çalışmaları başlattı. 1974 yılında devamlı düzen içinde bir hükümetin varlığını oluşturmak için çalışmaların yapılmasına karar verildi. Bunun içinde aynı yıl içinde kasım ayında seçimlerin yapılması fikri kabul gördü. Seçimlerin sonucunda monarşinin geleceği ile ilgili halk oylaması yapılacaktı. Siyaset askeri diktatörlüğün sona ermesi ile birlikte normale döndü. Ulusal demokratik birlik en sağdaki tek parti idi. Monarşiyi destekliyordu. Karamanlis'in partisi merkez sağda ki Yeni Demokrasi idi. Bu parti ERE'nin halefi olan bir parti idi. Bu partinin yeni lideri Georgios Mavros idi. Sol kanatta ise Panhelen Sosyalist Hareket olan (PASOK) tarafsız ve sosyalist bir düşünceyi savunuyordu. Bu hareket Andreas Papandreou'nun liderliğinde kurulmuştur. Aralık ayında monarşi ile ilgili olarak yapılan halk oylamasında halkın %69'u kralın geri gelmesini istemiyordu. Sonuç olarak tarihi bir geçmişe sahip olan önemli bir problem çözüme kavuşmuş oldu. Yunanistan cumhuriyet yönetimini kesin olarak kabul ettiğini gösteriyordu. 1975 yılında kurulan yeni anayasa ile Cumhurbaşkanı geniş yetkilere sahip oldu. Böylece Cumhurbaşkanı Başbakan dâhil olmak üzere bütün bakanları atayabilir ya da görevden alabilirdi. Veto hakkını kullanarak meclisi dağıtabilirdi. Karamanlis hükümete çok yakın bir isim olarak yerini belirlemiş oldu. Yunanistan NATO askeri birliğine katılmadı ama batı yanlısı bir tavır içinde oldu. PASOK giderek gücünü artırmaya devam ediyordu. 1977 yılında Karamanlis Yunan siyasi hayatında ki yerini giderek kaybetmeye başladı. Oylarını %42'ye düşürdü. Meclisteki 300 sandalyenin 172'sini kazandı. PASOK ise gittikçe artan gücü ile mecliste 93 sandalye kazanarak oyların %25'ni elde etmişti. Komünist parti ise bölünmüş olarak varlığını sürdürmeye devam etti. Özellikle dış meseleler içinde Kıbrıs meselesi çözülmesi zor bir mesele olarak devam ediyordu. Oysa Amerika ve NATO'nun müdahaleleri söz konusu iken durum olumsuzluğunu koruyordu. 1977 yılında Makarios'un ölümü üzerine yerine Spiros Kiprianou geçti. Karamanlis dış meselelerde başarılı bir yol izlemiştir. Balkan devletlerine ziyaretlerde bulundu. Fakat Karamanlis'in en büyük başarısı: SAYI 17 - 18 Slovenler gibi Habsburg Hanedanlığının idaresi altında yaşayan küçük bir azınlık bu durumun dışında kalmıştı. Balkan halklarından genellikle köylüler geçimlerini çitçilik, çobanlık ve balıkçılıkla sağlıyorlardı. Bu topluluklar genellikle okuma yazma bilmiyorlardı. Temel dilleri farklı lehçelerde konuşuyorlardı. Birbirleri ile benzer görüşleri paylaşıyorlardı. Ortak görüşleri daha çok kilise ve bir kuşaktan diğerine aktarılmış geleneksel ve yöresel değerlerdi. Adalet daha çok örfi hukuk ve kilise alanında idi. Osmanlı zamanla 18. yüzyıldan itibaren içten ve dıştan gelen saldırılarla güçsüz düştü. Merkezi hükümet bu durumda gerekli otoriteyi sağlayamadı. Toprakların bir Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'na kaptırılmıştı. Diğer taraftan Napolyon savaşları ve Fransız İhtilali, İngiltere Fransa ile yapılan savaşlar Osmanlıları Balkanlarda daha zor duruma soktu. İçeride ayanların merkezi otoriteye baş kaldırmaları gibi tüm bu olaylar Balkanlarda ki sıkıntıların daha da artmasına neden oldu. Yunan adaları Mora yarımadası ve Karadağ gibi yerler özerk yönetime sahip olmuşlardı. Sırp isyanının temelinde de saydığımız bu nedenler bulunmaktadır. Batı ve Orta Avrupa da ki milliyetçilik hareketleri, Avrupa da gelişen liberal ve ulusal ideolojiler Balkan liderlerini etkiledi. Balkan entelektüelleri Avrupa da gelişen romantik milliyetçilikten etkilendiler. Kendi tarihlerine ilgi duymaya başladılar. Roma, Bizans, Klasik Yunan, Bulgar ve Ortaçağ Sırp imparatorlukları kökenleri konusunda Balkan Milliyetçileri bir çağdaş Avrupalı kadar güçlü bilgilere sahip oldular. Bütün bunların dışında milliyetçilik hareketleri ve Avrupalı hükümetlerin bölgeye sık sık müdahale etmeleri sonucunda Balkanlarda durum Osmanlılar aleyhine daha da karmaşık bir hal aldı. Bölge büyük güçlerin emperyal düşüncelerinin hareket noktası haline getirildi. Doğu sorunu Balkanları Avrupa'nın patlamaya hazır bir silah haline gelmesinde etkili olmuştur. Balkan milletleri arasında siyasi bilincin yükselmesi çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Balkan devletleri arasında sınır belirlenmesi oldukça zor olmuştur. Yeni devletlerin çoğu az ya da çok uluslu idi. Hiç bir lider sınır konusunda tatmin olmamıştı. 1979 Haziran ayında Avrupa Ekonomik Topluluğuna erken girme kararıdır. Batı Avrupa ile olan ilişkiler 1980 yılındaYunanistan'ın ve NATO'nun katılımı ile yeniden güç kazanmıştır. SONUCUN GENEL OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ Sonuç olarak baktığımızda; Balkan halklarının on yedinci yüzyıldan itibaren yaşadıkları dönüşümleri değerlendirdiğimizde büyük bir bölümünün Osmanlı idaresi altında yaşadıklarını görüyoruz. Balkan halkları Ortodoks Kilisesine bağlı idiler. Tek ortak noktaları Osmanlı idaresi altında yaşıyor olmaları ve din konusu idi. Ortodoks Rumenler, Sırplar, Katolik Hırvatlar ve 136 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Hükümetler kendi aralarında dış politikaya ve askeri hazırlıklara Çok önem verdiler. Sonuç olarak; büyük güçler dönüşümlü olarak Balkanlarda ki durumu kendi lehlerine kullanmaya ve kendi menfaatleri doğrultusunda devletler bulmaya çalıştılar. Bütün bunlar I. Dünya savaşının nedenlerini oluşturmuştur. Endüstrileşme ve modernleşme Balkan Devletlerinin ortak hedefi olmuştur. Ancak bu hedefin gerçekleşmesi için eksik ham madde ve yetişmiş eleman açığı bulunmakta idi. Ayrıca yeterli sermaye de yoktu. I. ve II. Dünya savaşı arası dönem Balkanlarda ki ulusal bölünmelerin yaşandığı zor bir dönem olmuştu. İç çekişmeler de düzenli bir yönetimin oluşmasına engel olmuştur. Balkanların bu durumu dünya ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Balkanların dışında Almanya ve İtalya bozguna uğramış Fransa ve İngiltere ise ciddi bir şekilde güç kaybetmişti. Diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya iki süper güç olarak ayakta kalmanın mücadelesini vermişlerdir. Önce İngiltere sonra Amerika Birleşik Devletleri Yunanistan siyasetinde önemli bir yere sahip oldular. Sovyetler Birliği ise 1948'den sonra yalnızca Romanya, Bulgaristan daha sonra da 1960'lı yıllara kadar olan süreçte Arnavutluk üzerinde etkin oldular. Yunan savaşının sona ermesinden sonra Yugoslavya'nın Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin düzelmesinden sonra Balkan Yarımadası ulusların ilgi odağı olmaktan kurtuldu. Bundan sonra Dünyanın ilgisi Asya ve Afrika'ya çevrildi. Avrupa için bu dönem en önemli sorunlar iki blok arasındaki ekonomik birleşme, Alman meselesi, komünist devletlere göre Sovyetlerin Çekoslovakya ve Macaristan'a karışmaları idi. Bütün katı yönlerine rağmen komünist sistemler özellikle Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika da büyük bir ün kazanmıştır. Marksist Teori ile Hıristiyanlığın alın yazgısı ile ilgili görüşü yer değiştirmiştir. Bu değişimin önemli sonucu insanların maddi yaşamlarına sağladığı bir çok kolaylıktır. Bütün bu görünen olumlu sonuçlara rağmen komünist hükümetlerin uygulamada karşılaştığı sorunlar olmuştur. 1970 li yıllarda petrol fiyatlarının artması sonucunda Balkan Devletleri bu durumdan kötü bir şekilde etkilenmişlerdir. Çağdaş toplumlar üzerinde kesin bir bakış açısı oluşturmak oldukça zordur. Balkanlar açısından baktığımızda nüfus değerlendirmesi, yeni sosyal şekillendirmelere olan uyum ve özellikle de ekonomik değişim gibi etkenlerin kalıcı olacağı görüşüdür. Batı kapitalist sistemi ise insanlara eşit oranda ya da daha iyi şartlarda bir hayat seviyesi Garantisi vermekte idi. Fakat Balkan vatandaşları kendilerini komşuları ile kıyaslayacakları yerde daha çok Federal Almanya ve Fransa ile çok başarılı Batı Avrupa ülkeleri ile karşılaştırmak düşüncesindedirler. Kaderlerini bulundukları coğrafya da yoğun bir insan topluluğu ile kuşatıldıklarından ve bu topluluğun bir parçası olduklarından dolayı dünya ekonomik şartları ve askeri güçler, ağır silâhlarla olan ilişkileri belirleyecektir. BALKAN SAVAŞI'NIN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ Tarihte Balkan savaşı kadar üzücü ve siyasi bir anlam taşıyan savaşa az rastlanır. Osmanlı'nın birer eyaleti olan dört küçük devletin ittifak kurarak baş kaldırmaları, kendilerine duydukları güven ve cesaret elde ettikleri başarılar tarihin yeni sayfalarının açılmasına neden olmuştur. Avrupa dört yüz yıla yakın bir zamandır Balkan savaşının sonucunun ani ve beklenmeyen bir şekilde sürpriz bir sonuçla dünyayı şaşkına çevirmesini hala çözememiştir. Aralarında ittifak kuran bu dört devlet düne kadar birbirlerine düşman olan devletlerdi. Bunlardan Sırbistan ile Bulgaristan bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz birbirleri ile savaşmışlardı. Yine Yunanlılar ile Bulgarlar birbirlerine düşmandı. Böylesi birbirlerine düşman devletlerin bir ülkü etrafında birleşip hareket etmeleri ilginçtir. Diğer ikinci önemli nokta ise: Türklerin gücünü kaybetmiş olmaları ve yenilmelerdir. Bu yenilgi; bu küçük devletlerin başarısı kadar şaşırmaktadır dünyayı. Tabii ki Türkiye'nin haklı nedenlerinin karşısında çeyrek yüzyıllık bir istipdatın olumsuz sonuçlarıdır. Bu olumsuz şartlar içinde memleketin ekonomik, askeri ve siyasi durumunu gösterebiliriz. Jön Türklerin meşrutiyet idaresi adı altında beceriksiz tutumu, uzağı görememe ve yapılan hatalarla ülke zarar görmüştür. Samimi çıkar gözetmeyen geleceği görebilen insanların görüşüne değer verilmediği açıkça ortadadır. Türk ordusunun onca sıkıntıya rağmen umulmadık anlarda kahramanlık gösterdiğini biliyoruz. Bu günü iyi bilebilmek ancak geçmişi iyi öğrenmek ve tanımaktan geçer. Aram Andonyan, İstanbul, 1913 RUMELİ'Yİ NEDEN KAYBETTİK Üsküp'ün Düşmesi: Üsküp Sırplar için çok önemli idi. Üsküp'ün fethi Sırplar için manevi bir değer taşımakta idi. Osmanlı komutanları artık yenilgiden korkmuş olmaları ve Arnavut askerlerin disiplinsizliği nedeni ile Üsküp'ü boşaltmak zorunda kalmışlardır. Çok miktarda 137 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 tüfek askeri malzeme ve erzak cephane bırakmışlardır. Osmanlı ordusu ana kuvvetlere zamanında ulaşamadığı için Tetova 'da esir edilmiştir. Sırp çapulcular şehre girinceye kadar ahaliyi Fransız bir avuç gönüllü savundu. Fakat sayıca az oldukları için asayişin sağlanması amacı ile Sırplarla anlaşma yoluna gidildi. Müslüman halk göç etmek durumunda kaldı. Kadınlar ve çocuklar yalınayak varını yoğunu öküz arabalarına yükleyip Selanik'e doğru yola düştüler. Çoğu göç esnasında Sırp komitacılar ve hatta Arnavutlar tarafından soyuldular. Kimileri öldürüldü. Kadınlar ve kızlar kaçırılarak tecavüze uğradılar. Türk esirlerinin anlattığına göre Sırplar Üsküp'e girdiği sıra Türk askerleri kırk sekiz saat açtı. Ordunun düzensiz ve zor şartlar altında olması Üsküp'ün elden çıkmasına neden olmuştur. FAZLI NECİP (Hatırat) Ülke içinde ki çekişmeler yanlış Balkan siyaseti ve sonunda çıkan Balkan Savaşı her şeyi ezip geçmiş. Makedonya ve onun merkezi güzelim Selanik elimizden gitmişti.Ve biz RUMELİ'yi kaybetmiştik!.. Yakın tarihte tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan bir soykırım neticesinde BOSNA-HERSEK'te binlerce insan dünya kamuoyunun gözleri önünde öldürülmüş ve yine binlerce insan göçe zorlanmıştır. İmzalanan DAYTON ant. ile savaş sona ermiştir. Dünya burada ki savaşa seyirci kalmıştır. Bu durum burada daha önce de devam eden tarihsel olayların yine belli nedenlerle tekrar ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bosna-Hersek'in efsanevi liderinin Çağın Bilge kralının halkı beraber yaptığı onurlu mücadeleyi unutmamak gerekir. Kendisini buradan bu vesile ile rahmetle anmak bir insanlık gereğidir diye düşünüyorum. TÜRKİYE 'Bu gün Ortadoğu meselesinde olduğu gibi; Tarihi misyonu nedeni ile Balkan politikasını olumlu gerçekçi bir çizgide götürebilecek bir yapıya sahiptir. Geçmişte nasıl adalet üzere kendine bağlı bulunan topraklarda güçlü bir nizam kurup güçlü hakkaniyete bağlı bir yönetim sergilemiş ise bu günde ayni hasletlere sahip bir ülke olarak; BALKAN politikalarını sağlıklı bir dünya ilişkisi içerisinde devam ettirmek durumundayız. Dünyada acı çeken ve çekmeye devam eden mazlum halklara anlaşılabilir insan onuruna yakışan siyasi bir dengeyi sağlayabilecek bir güce sahibiz. Bu gün Türkiye konumu itibarı ile gerek siyası gerek tarihi ve ekonomik olarak dünyada yerini ve önemini korumaya devam eden ve edecek olan olumlu yaklaşımları ile söyleyecek sözü olan güçlü bir ülkedir. Kaynakça; BALKAN TARİHİ-I, 18-19. Yüzyıl, Barbara Jelavich, Küre Yayınları BALKAN TARİHİ-2, 20. Yüzyıl- Barbara Jelavich, Küre Yayınları Rumeli'yi Neden Kaybettik. Fazlı Necip. Mahmut Muhtar Paşa, Örgün Yayınevi İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı 138 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 1878-1918 Arasında Romanya: İç ve Dış Siyaset ve Azınlıklar Doç. Dr. Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Romanya Krallığının İlanı: 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı devletinde yarı otonomi bir statü kazanan veya bağımsızlıklarını elde eden Balkan uluslarının yönetiminde Büyük Güçlerin rolü oldukça büyüktür. Onların inisiyatifiyle Balkan devletlerinin başına Avrupa'dan getirilen subaylar prens veya kral olarak geçirilmiştir. Bunun ilk örneği Osmanlı'dan 1830'da bağımsızlığını elde eden Yunanistan'da görülür. Yunanistan'nın ilk kralı Bavyera kralının oğlu Otto'dur. Aynı şekilde Romanya'ya 1866'da Prusyalı subay Karl (Romence: Carol) prens olarak getirildi. Carol I (prens 1866-1881, kral 1881-1914) Prusya hanedanına (Hohenzollern) akraba olduğu gibi Fransa kralı III. Napolyon'a da anne tarafından akrabalık bağı vardı. Bu gelenek daha sonra kurulan devletlerde de sürecektir. 1877/78 Osmanlı Rus Savaşından sonra prenslik haline gelen Bulgaristan'a Almanya'dan Alexander von Battenberg getirildi ve 1912'de kurulan Arnavutluk'un ilk kralı Alman subayı ve Romanya kraliçesinin de kuzeni Wilhelm von Wied'dir. Bunun nedeni yeni kurulan devletlerde birliği sağlayacak bir hanedanın bulunmayışı olduğu gibi Batılı prenslerin yönetiminde bu devletlerin Batı dünyasına daha kolay ve hızlı entegrasyonu da umuluyordu. Romanya prensi Carol Osmanlı devletine bağımlılıktan nefret ediyordu. Romanya nihayet 1877/78 OsmanlıRus Savaşı sonucunda yapılan Berlin Anlaşmasıyla bağımsızlığını elde etti. Bu her ne kadar hem prens hem de devlet yöneticileri arasında büyük bir zafer olarak görüldüyse de Romanya'nın toprak talepleri konusunda hayal kırıklığı yaşanmaktaydı. Özellikle Tuna deltası ve Dobruca ile ilgili beklentileri tam olarak gerçekleşmemiş, ayrıca Besarabya'nın güneyindeki topraklar da kaybedilmişti. Bağımsızlığı takip eden yıllarda Dobruca'yı ve Silistre'yi topraklarına katma beklentileri Rusya'nın Bulgaristan'a tam destek vermesi sonucu gerçekleşmedi. Nitekim 1880'de Silistre ve diğer tartışmalı topraklar Bulgaristan'a verildi. Yahudi Azınlık Sorunu: Bağımsızlık sonrasında Romanya'yı meşgul eden bir diğer sorun Yahudi azınlıktı: Rusya'daki baskılardan kaçan Yahudilerin bir kısmı 19. yüzyılın ortalarından itibaren Eflak ve Boğdan'a yerleşmeye başlamıştı ve bağımsızlıktan sonra da Yahudi göçleri devam etti. 1859'da Boğdan'da yaklaşık olarak 118.000 ve Eflâk'ta 9.200 Yahudi mevcutken 1899'da bu sayı birincide 210.000 ve ikincide 68.000'e yükseldi. 1899'da toplam şehirli nüfusun % 19'unu Yahudiler oluşturmaktaydı. Fakat 1866'da hazırlanan anayasa 140 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR gereği yalnızca Hıristiyan olan yabancılar Romanya vatandaşlığına girebildiğindenYahudiler Romen vatandaşlığına kabul edilmiyordu. Yahudilere yönelik bu ayrımcılık Romen hükümetinin İngiltere ve Almanya ile ilişkilerine olumsuz yansıyor ve özellikle Alliance Israélite gibi güçlü Yahudi örgütlerinin suçlamalarıyla karşı karşıya kalıyordu. Sivil haklardan ve toprak edinme hakkından mahrum olan Yahudiler daha ziyade ticaretle meşgul olmaktaydı. Berlin Anlaşmasının 44. maddesiyle Romanya'da kalan azınlıklara hiç bir ayrımcılığa maruz kalmaksızın kamu hayatına katılma güvencesi sağlandı. Bu güvence özellikle Romanya'da kalan Türkler ve Yahudileri ilgilendirmekteydi. Bu konu bağımsızlığın ardından Romen kamuoyunu en çok meşgul eden ulusal sorunu oluşturdu. Romen liderler bu maddeye özellikle Rusya'daki Yahudi ayrımcılığını öne sürerek itiraz etti. Fakat bu konuya bir çözüm bulmadan Romanya'nın bağımsızlığı tanınmayacağından Romanya Parlamentosu Ekim 1789'da Yahudilere vatandaşlığa girme yolunu açan, fakat bu işleme birçok zorluklar getiren bir düzenleme yaptı. Bunun üzerine 1880'den itibaren Avrupa devletleri Romanya'nın bağımsızlığını tanımaya başladı. Fakat Yahudi ayrımcılığı ve bunun sonucu olarak da dinsel ve kültürel çatışmalar bundan sonra da Romanya'nın bir iç sorunu olarak var olmaya devam etti. Romanya parlamentosu Mart 1881'de Prens Carol'a kral tacı giydirdi ve Romanya krallık haline geldi. Carol kendisi gibi Hohenzollern ailesine mensup yeğeni Ferdinand'ı Romanya'ya getirerek varisi ilan etti. Prens 1893 yılında Prenses Marie von Edinburgh ile evlendi. Prenses hem İngiliz kraliçesinin hem de Rus çarının torunu olduğundan böyle bir evlilik diplomatik açıdan son derece yararlı görülüyordu. Siyasal Partiler ve Hükümet: 1880'li yıllarda Romanya'da Liberal Parti (Partidul Naţional Liberal) iktidarda bulunuyordu. Hükümetin başında 1881 Nisan ayına kadar Ion Brătianu vardı. Kısa süreyle yerini Dumitru Brătianu aldı. Brătianu hükümeti Fransa'ya son derece yakın bir siyaset yürütüyordu ve devletin siyasi kurumları üzerinde sıkı bir kontrole sahipti. Bu parti daha ziyade yüksek devlet görevlileri, şehirli halk ve küçük toprak sahiplerini temsil ediyordu. Rakibi Muhafazakar Parti (Partidul Conservator) daha ziyade büyük toprak sahiplerini temsil ediyordu. Başında Lascăr Catargiu (1880-1899) vardı. Fakat Junimea (Gençlik) adlı bir edebiyat derneğinin ismine dayanarak Junimeacılar diye SAYI 17 - 18 adlandırılan bir grup partiden ayrılarak 1891'de ayrı bir grup kurdu (Partidul Constituţional). Bu grupta bulunanlar eğitimlerini çoğunlukla Orta Avrupa ülkelerinde, başta Almanya'da aldıklarından Fransa'dan çok Orta Avrupa'ya yakın bir siyasetin izlenmesi taraftarıydı. Bunlar aynı zamanda sınırlı bir toprak reformu taraftarıydı. Önde gelenleri Petre P. Carp, Titu Maiorescu, Theodor Rosetti ve Alexandru Marghiloman'dı. Seçim Sistemi: Romanya'da uygulanan seçim sistemi aristokratik özelliklere sahipti. Seçimlerde herkes oy kullanamıyordu. 1884'te seçim kanunu değiştirildi. Buna göre vergi ödeyen erkekler oy kullanabilecekti. Parlamento ve senato için seçim grupları oluşturulacaktı. Senato için iki parlamento için üç seçim grubu oluşturuldu. Geliri 1200 Frank olan toprak sahipleri ilk seçim grubunu oluşturuyordu. İkinci seçim grubunda ilkokulu okumuş veya şehirli olup en az 20 Frank vergi ödeyenler ve üçüncü grubu halkın geri kalan kısmı oluşturuyordu. 1905'te birinci gruba girenlerin sayısı 15.973, ikinci gruba girenlerin sayısı ise 37.742 idi. İlk iki gruba mensup olanlar seçimlerde doğrudan oy kullanırken üçüncü grup mensupları dolaylı oy kullanabiliyorlardı. Dolaylı oy sisteminde elli kişi bir kişiyi doğrudan oy kullanacak seçmen olarak seçiyordu. Burada Türk tarihinde de dolaylı seçim sisteminin uygulandığını hatırlatmakta yarar var. Örneğin 1908 seçimlerinde Osmanlı devletinde dolaylı seçim sistemi uygulanmıştır. Fakat Romanya'da uygulanan üç ayrı seçim grubu sistemi Osmanlı'da uygulanmamıştır. Romanya' daki sistemde birinci grubu oluşturanlar toplam seçmen sayısının yalnızca % 1,5'ini oluştururken 183 milletvekilinin % 41'ini seçiyorlardı. İkinci gruba mensup olanların oranı % 3,5 kadarken bunlar da milletvekillerinin % 38'ini seçiyorlardı. Nüfusun % 95'ini temsil eden üçüncü grup ise milletvekillerinin ancak %21'ini seçebiliyordu. Senato ise tamamıyla ilk iki seçim grubu tarafından seçiliyordu. Özetle parlamentodaki iki büyük parti de ancak nüfusun küçük bir grubunu temsil ediyordu. 141 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Osmanlı devletinden bağımsızlığını kazanan Balkan devletlerinde parlamentonun 19. yüzyılın sonuna doğru devlet yönetiminde çok etkin rol oynadığı söylenemez. Avrupa'dan getirilen krallar konumlarını sağlamlaştırarak yönetimi mümkün olduğunca tek elde toplamaya çalışmış ve bunda önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Romanya'da da devlet yönetiminde kralın önemi gittikçe artmıştır. Hükümeti kral tayin ediyor, istediğinde parlamentoyu feshedebiliyor ve seçimlerde ise değişik önlemler alarak istediği grubun çoğunluğunu sağlayabiliyordu. Dış Siyaset ve Toprak Talepleri: 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında gerek kralın gerekse partilerin temel siyasetleri halkın refah düzeyinden ziyade devletin dış siyaseti, askeri sorunlar ve ekonomik gelişmeye odaklanıyordu. Diğer Balkan devletlerinde olduğu gibi Romanya da milli sınırlarının henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiş olduğunu düşünüyor, yani irredentist bir siyaset izliyordu. Fakat bu irredenta diğer Balkan devletleri gibi geri kalan Osmanlı topraklarına yönelik olmayıp Besarabya ve Erdel/Transilvanya'ya yönelikti. Bunlardan birincisi Rus çarlığının diğeri ise Habsburg (Avusturya-Macaristan) imparatorluğunun egemenliği altındaydı. 187778 Osmanlı-Rus savaşı esnasında Romanya Rusya'nın yanında yer almış ve bu şekilde tam bağımsızlığını sağlamıştı. Fakat Romenler Rusya'nın Balkan siyasetine artık pek sıcak bakmıyordu. Rusya bu savaşta Besarabya'daki 3 kazayı kendi topraklarına kattı. Bulgaristan'ın Rusya'nın himayesinde olması doğrudan müdahale tehlikesinden ötürü Romenleri rahatsız ediyordu. Öte yandan Avusturya 1867'de gerçekleştirilen Ausgleich'dan sonra Avusturya-Macaristan imparatorluğu adını almış, Macarların imparatorluk içinde etkinliklerinin artmasıyla Erdel/Transilvanya'da yaşayan Romenlerin durumu daha da kötüleşmişti. Ayrıca Romanya Avusturya-Macaristan'ın Tuna nehri üzerindeki kontrolünden de rahatsızdı. 1871'de Prusya'nın önderliğinde birleşerek Avrupa'da büyük bir güç haline gelen Almanya ile bir ittifak kurmak Romanya'ya cazip görünmüşse de Almanya başbakanı Bismarck buna sıcak bakmıyordu. Bu durumda Romanya Rusya'ya karşı Avusturya-Macaristan imparatorluğuna yaklaşmak zorunda kaldı. 1883'te Rusya'ya karşı Romanya ile Avusturya-Macaristan arasında gizli bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Avusturya-Macaristan saldırı halinde Romanya'ya yardımı taahhüt ediyor, buna karşı Romanya Rusya'nın veya Sırbistan'ın saldırısı halinde Avusturya-Macaristan'a yardımı taahhüt ediyordu. Bu şekilde Avusturya-Macaristan Tuna nehri üzerindeki haklarını kuvvetlendirmiş oldu. Önce Almanya ve 1882'de İtalya Avusturya-Macaristan'la anlaşmaya katıldılar ve 'Üçlü İttifak'ı kurdular. Romanya Avusturya-Macaristan'la yaptığı anlaşmayla dolaylı olarak bu ittifaka katılmış oluyordu. Ekonomi ve Toprak Sorunu: Fakat Romanya'nın Avusturya-Macaristan'la ekonomik ilişkileri küçük Romen sanayisinin aleyhine gelişiyordu. Bunda 1874'te yapılan ticaret anlaşması önemli bir rol oynuyordu. Bu anlaşmayla Habsburg malları serbestçe Romanya'ya satılabilirken, Romanyan'nın tarım ürünleri ihracına Macarları korumak gerekçesiyle sınırlamalar getirilmişti. Sonuç olarak Romen pazarları Habsburg ürünlerinin istilasına uğramış ve yerli küçük sanayi büyük zarara uğramıştı. 1885'de Romen hükümeti bu anlaşmayı iptal etti. Bunun üzerine Habsburg hükümeti de Romen mallarına karşı koruyucu önlemler almaya başladı. Bu sürtüşme 1893'e kadar sürdü. Küçük sanayinin gelişmesi için Romanya 1877'de yeni bir kanun çıkardı. Fakat Romanya'nın devlet destekli endüstrileşme girişimleri istenen derecede başarı sağlamadı. 1880'lerde Amerika'dan getirilen buğdayın Avrupa pazarını ele geçirmesi Romanya'da tarımın gelişmesine önemli bir darbe vurdu. Bütün bunlar Romen çiftçisinin durumunun gittikçe kötüleşmesine neden oldu. Aslında en büyük sorun toprağın dağılımının dengesiz olmasında yatıyordu. Öyle ki 20. yüzyılın başında çiftçilerin %85' inin ya hiç toprağı yoktu ya da sahip olduğu toprak ihtiyaçlarının karşılayacak genişlikte değildi. Toprakların önemli bir kısmı büyük toprak sahiplerinin elindeydi. Bunlar genellikle topraklarını kiraya vererek işletiyordu. Ayrıca tarım üretiminde yeterli düzeyde teknolojik yenilikler de yapılamamıştı. 1888'de Liberal Parti hükümeti sona erdi ve aynı yılın Mart ayında Muhafazakar partiden ayrılan Junimeacılar Theodore Rosetti başkanlığında yeni hükümeti kurdular. Muhafazakarların hükümeti 1895 yılına kadar sürdü. Bu dönemde Avusturya-Macaristan ile sürdürülen 'ticaret savaşı' 1893'te yapılan yeni bir ticaret anlaşmasıyla sonlandırıldı. Diğer büyük Avrupa devletleriyle de ticaret anlaşmaları imzalandı. Bunun yanında bazı reformlar gerçekleştirildi, demiryolları devletleştirildi ve Cernavoda'daTuna nehri üzerine bir köprü yapıldı. 142 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 1895 yılında hükümet yeniden Liberallerin eline geçti. Liberal Partinin iki önemli lideri Ion Brătianu ve Kogăniceanu 1891 yılında ölmüştü. Yeni hükümet Dimitrie A. Sturdza'nın başkanlığında kuruldu. Artan nüfus karşısında, özellikle çiftçilerin sorunlarına karşı yeni hükümet ve bunu takip eden hükümetler de köklü çözümler bulamıyordu. Bazı devlet arazilerinin çiftçilere satılmasıyla sorun çözülmeye çalışıldıysa da bu yeterli olmadı. Nihayet 1907 yılında büyük bir çiftçi isyanı patlak verdi. Mart ayında Boğdan'da (Moldavya) başlayan isyan bütün ülkeye yayıldı. Büyük toprak sahiplerine karşı patlak veren isyanda önemli ölçüde Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) de söz konusuydu, çünkü büyük toprak sahiplerinin yaklaşık %27'si Yahudiydi. Hükümetin isyancılara karşı tepkisi sert oldu. General Alexandru Avarescu kumandasındaki ordu isyanı sert bir şekilde bastırdı ve yaklaşık 11.000 kişi çatışmalarda hayatını kaybetti. Fakat isyandan sonra Romen hükümeti daha ciddi önlemler almaya başladı. 1908'de çıkarılan bir kanunla bir ziraat bankası kuruldu. Bu banka çiftçilere toprak edinmeleri için finansal destek verecekti. Başka bir takım önlemler de alınmakla birlikte köklü bir toprak reformu gerçekleştirilmedi. Makedonya'da Ulahlar (Aromunlar): Büyük devletlere karşı toprak iddialarını gerçekleştirecek güçte olmadığının farkında olan Romanya dikkatini daha ziyade Bulgaristan'a bağlı Dobruca ile ilgili hak iddialarına ve Osmanlı topraklarında yaşayan Ulahlara (Aromunlar) yoğunlaştırmıştı. Özellikle Makedonya bölgesinde yaşayan ve yüzyıllardır Rum-Ortodoks Patrikhanesine bağlı olduklarından önemli ölçüde Rumlaşmış olan Ulahlar Romence'ye yakın bir dil konuşuyordu. Romanya hükümetinin desteğiyle Ulahlar 19. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı'da ayrı bir millet olarak kabul görme mücadelesi vermeye başladı. Özellikle Manastır bölgesinde etkin bir Ulah varlığı söz konusuydu. Ulahların mücadelesi doğal olarak Patrikhane'ye ve Rumlara karşı yürütülüyordu. Bulgar, Rum ve Sırp komitelerinin etkin olduğu Makedonya'da Ulahlar da SAYI 17 - 18 yüzyılın baş-larında bir komite kurdu. 1905 yılında Osmanlı hükümeti Ulahları ayrı bir cemaat olarak resmen tanıdı. Bu tanıma beraberinde Ulahlara kendi kilise ve okullarına sahip olma hakkını getiriyor-du. Osmanlı'daki Ulah okul sisteminde öğretmenler ve ders kitapları Roman-ya'dan geliyor ve bunların finansmanını Romanya sağlıyordu. Ulahlar ve Roman-ya 1908 Jön Türk ihtilalini olumlu karşı-ladı. Çünkü özgürlük, eşitlik ve adalet sloganıyla ilan edilen anayasanın Patrikhanenin imtiyazlarını kısıtlayarak Ulahlara yeni haklar sağlayacağı umuluyordu. Hatta Jön Türklerin daha İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin kuruluş döneminde 1890'ların başında Ulahlarla iyi ilişkiler kurduklarına dair bilgiler mevcuttur. Cemiyetin kurucularından İbrahim Temo 1895'te Romanya'ya kaçarak Bükreş'te ve daha sonra Türklerin yoğun olarak yaşadığı Dobruca bölgesinde başta Köstence olmak üzere cemiyetin şubelerini kurmuştu. Temo'nun liderliğindeki bu merkez 1906'ya kadar İttihad ve Terakki Cemiyetinin Balkanlardaki en önemli merkezlerindendi. Fakat Makedonya'da gerçekleşen Jön Türk ihtilaliyle doğrudan bir bağlantısı yoktu. İhtilalden sonra Osmanlı devletinde yapılan 1908 seçimlerinde Dr. Filip Mişea Manastır'a bağlı Görice'den Osmanlı parlamentosuna milletvekili olarak seçilirken, yine Manastır bölgesinden Osmanlı'daki Romen okullarının başmüfettişi Nicolae Batzaria da Osmanlı senatosuna seçildi. İttihad ve Terakki hükümeti döneminde gerek Romanya gerekse Osmanlı devletinin Bulgaristan'la sorunları vardı. Fakat Osmanlı devleti ve Romanya arasındaki ilişkiler daha ziyade olumluydu. Balkan Savaşları (1912-13): 13 Mart 1912'de Bulgaristan ve Sırbistan arasında yapılan ittifak anlaşmasından sonra Yunanistan ve Karadağ'ın da katılımıyla Osmanlı devletine karşı Balkan İttifak'ı oluşturulmuştu. 8 Ekim 1912'de Karadağ'ın Osmanlı devletine saldırmasıyla Birinci Balkan Savaşı başladı ve Mayıs 1913'te Londra anlaşmasıyla sona erdi. Romanya'nın tarafsız kaldığı bu savaşta Osmanlı devleti Balkan topraklarını Edirne de dâhil olmak üzere kaybetti. Fakat Balkan ittifakını oluşturan devletler toprakların paylaşımında anlaşamadı. Bunun üzerine Bulgar ordusu Sırbistan ve Yunanistan'a karşı saldırıya geçti ve İkinci Balkan Savaşı başladı. Karadağ, Osmanlı devleti ve Romanya da Bulgaristan'a karşı savaşa girdi. Kısa süren savaş sonunda Osmanlı devleti Edirne'yi geri aldı. Romanya ise Güney Dobruca'yı ele geçirdi. 10 Ağustos 1913'te Bükreş Anlaşması imzalandı ve Romanya'nın kazanımları onandı. Fakat bundan sonraki dönemde Güney Dobruca Bulgaristan ile Romanya arasında bir çatışma potansiyeli olarak var olmaya devam etti. 143 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 1. Dünya Savaşı: 1914'te I. Dünya Savaşı patlak verince Romanya tarafsızlığını ilan etti. Romanya kralı Carol I. 1914'te öldü ve yerine yeğeni Ferdinand I. (19141927) geçti. Merkezi Güçlerle ittifak anlaşması bulunan Romanya savaş döneminde İtilaf devlerine yaklaşmaya başladı. 14/27 Ağustos 1916'de İtilaf devletlerine katılarak Avusturya-Macaristan'a savaş ilan etti. Transilvanya'ya (Erdel) doğru ilerleyen Romen ordusu Alman ordusu tarafından mağlup edildi. Bunun üzerine Kral Ferdinand ve Romen hükümeti Yaş'a (Iaşi) kaçmak zorunda kaldı. 1917 yazında Alman-Avusturya ordularının Romen cephesine karşı saldırıları durdurulabildiyse de Rusya'nın Ekim Devriminin gerçekleşmesinden sonra savaştan çekilmesiyle Romanya'nın konumu zayıfladı. Bunun üzerine Romen hükümeti Merkezi Güçlerle ateşkes görüşmeleri yapmak zorunda kaldı. 26 Kasım/9 Aralık 1917'de Focşani Ateşkes anlaşması ve bunun ardından 24 Nisan/7 Mayıs 1918'de Romanya için ağır şartlar içeren Bükreş Anlaşması imzalandı. Buna göre Romanya büyük toprak kaybına uğruyor ve Merkezi Güçler lehine birçok ekonomik imtiyazlar vermeyi kabul ediyordu. Fakat savaşın gidişatı Merkezi Güçlerin aleyhine dönüp Almanya'nın yenilgisi kesinleşince Romen hükümeti Bükreş anlaşmasını tanımadığını ilan ederek Merkezi Güçlere karşı saldırıya geçti. Birinci Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılarak yerine yeni devletler kurulurken Romanya Transilvanya (Erdel) ve Banat bölgesini topraklarına kattı. Birleşme Transilvanya ve Banat'ta toplanan ulusal bir meclisin 1 Aralık 1918'de aldığı Romanya ile birleşme kararıyla gerçekleşti. Rusya'da gerçekleşen ihtilalden sonra Rusya'nın elinde bulunan Besarabya ve Bukovina bölgeleri savaş esnasında 1918 Nisan ve Kasım aylarında Romanya topraklarına katıldı. Balkan savaşlarından karlı çıkan Romanya İtilaf devletleriyle ittifakı sayesinde I. Dünya Savaşından da karlı çıkıyor ve özlemini duyduğu ulusal sınırları gerçekleştirmiş oluyordu. Bu yönüyle Romanya 20. yüzyılda Balkanların en şanslı devleti sayılabilir. Fakat özellikle Erdel (Transilvanya) bölgesinde büyük bir Macar nüfusunun bulunması Romanya'yı bu tarihten sonra sürekli olarak Macaristan'la karşı karşıya getirecek ve bu sorun Romanya'nın en önemli politik sorunu olarak günümüze kadar varlığını sürdürecektir. Romanya'da Müslüman-Türk Azınlık (1878-1918): Romanya'da Müslümanlar özellikle Dobruca'da bu bölgenin Osmanlılar tarafından 1371 ile 1419 arasında fethiyle yerleşmeye başlamışlardı. Özellikle Tuna'nın üzerinde bulunan Ada Kale önemli bir Müslüman yerleşimi oluşturmaktaydı. Öte yandan 16. yüzyılın ortalarında fethedilen Banat bölgesinde Temeşvar (Timişoara) başta olmak üzere Müslüman yerleşimleri bulunmaktaydı. Balkan dağları ile Transilvanya Alpleri arasında bulunan Demirkapı Geçidi'nin yaklaşık 4 km kuzeyinde ve Irşova (Orsova)'nın yaklaşık 500 metre güneyinde uzunluğu 400 genişliği 200 m olan ve Tuna nehrinin üzerinde bulunan Ada Kale 20. yüzyıl Romanyasındaki Türk yerleşimlerinden birini oluşturur. Ada, son Osmanlı garnizonunun da 1867'de Sırbistan'ı terk etmesi üzerine Osmanlı merkeziyle doğrudan bağlantısı kopmakla birlikte Osmanlı idaresinde kalmaya devam ederek bir nahiye müdürü tarafından yönetildi. Berlin Anlaşması'nda unutulup adı geçmediği için Osmanlı idaresinde kalmaya devam etti ve ancak Trianon Anlaşması (1920) ile Banat'la beraber Romanya'ya verildi. Bu durum Türkiye tarafından Lausanne Anlaşmasıyla 1923'te onaylandı. 1960'lara gelindiğinde burada 750'ye yakın Türk yaşamaktaydı, 1970'lerin sonuna gelindiğinde bu sayı 650 olarak görülmektedir. Bunların kendilerine ait okulları ve III. Selim tarafından yaptırılan bir camileri bulunmakta, ayrıca 18. yüzyılda Türkistan'dan adaya gelip yerleşen Miskin Baba ziyaretgâhı bulunmaktaydı. Romanya topraklarında yaşayan Müslümanların önemli bir kısmı Osmanlı topraklarına göç etti. 1899 tarihli resmi istatistiklerde Romanya'daki toplam Müslüman sayısı 43.740 olarak görülmektedir. 1967-1972 yılları arasında Romanya ve Yugoslavya'nın Tuna nehri üzerinde ortaklaşa bir baraj yapması üzerine Adakale'deki Müslümanlar Türkiye'ye, az bir kısmı da Köstence ve Bükreş'e göç ettirildi ve ada sular altında kaldı. Bibliyografya Powers, and the Danube Question 1914-1921. New York 1982. AĞANOĞLU, H. Yıldırım, “Adakale'nin Nüfusu, Demografik Özellikleri ve Göçler (1878-1913)”, Köprüler Kurduk Balkanlara, Ed. H. Y.Ağanoğlu, İstanbul 2008, 71-96. GEORGESCU, Vlad: The Romanians: A History. London, New York 1991. AHMED,Ali: Insula Adakaleh. Turnu-Severin 1938. ALPTEKİN, Coşkun: “Adakale”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. I, İstanbul 1988, s. 340-341. BATZARIA, Nicolae: Din Lumea Islamului: Turcia Junilor-Turci. Giriş N. Iorga, Bucarest [tarih yok]. BOBANGO, Gerald: The Emergence of the Romanian National State. New York 1979. DECEI, Aurel: “Ada-Kal´e”, Encyclopaedia of Islam, cilt I, Leiden 1979, s. 174-175. EIDELBERG, Philip Gabriel: The Great Rumanian Peasant Revolt of 1907: Origins of a Modern Jacquerie. Leiden 1974. EVANS, Ifor L.: The Agrarian Revolution in Roumania. Cambridge 1962. FRUCHT, Richard C.: Dunârea Noastrâ: Romania, the Great SAYI 17 - 18 HACISALİHOĞLU, Mehmet: Die Jungtürken und die Mazedonische Frage (1890-1918). München 2003. HACISALİHOĞLU, Mehmet: “Kırallık Döneminde Romanya”, Balkanlar El Kitabı, Cilt II: Çağdaş Balkanlar, Eds. O. Karatay, B.A. Gökdağ, Çorum/Ankara 2007, s. 541-549. HACISALİHOĞLU, Mehmet: “Sosyalist Dönemde Romanya”, Balkanlar El Kitabı, Cilt II: Çağdaş Balkanlar, Eds. O. Karatay, B.A. Gökdağ, Çorum/Ankara 2007, s. 551-564. HITCHINS, Keith: Rumania 1866-1947. Oxford 1996. INALCIK, Halil: “Dobrudja”, Encyclopaedia of Islam, cilt II, Leiden, London 1965, s. 610-613. JELAVICH, Charles and Barbara: The Establishment of the Balkan National States, 1804-1920. Seattle/London 1986. JOWITT, Kenneth (ed.): Social Change in Romania 1860-1940. Berkeley, Calif. 1978. KARASU, Cezmi, “Bağımsızlıktan I. Dünya Savaşı'na Romanya”, 144 Balkanlar El Kitabı, Cilt I: Tarih, Eds. O. Karatay, B. A. Gökdağ, Çorum/Ankara 2006, s. 515-527. KARPAT, Kemal H.: “The memoirs of N. Batzaria: The Young Turks and nationalism”, International Journal of Middle East Studies, 6,1 (1975), S. 276-299. KÚNOS, I.: Türkische Volksmärchen aus Adakale. Leipzig, New York 1907 (Macarca baskısı Budapest 1906, Türkce cevirisi Necmi Seren, İstanbul 1946). MITRANY, David: The Land and Peasant in Rumania: The War and Agrarian Reform 1917-1921. Oxford 1981. POPOVIC, Alexandre: L'Islam Balkanique. Les musulmans du sud-est européen dans la période post-ottomane. Wiesbaden 1986 (Türkce cevisi eklenecek). SPECTOR, Sherman D.: Rumania at the Paris Peace Conference: A Study of the Diplomacy of Ion I. C. Brătianu. New York 1962. TEMO, İbrahim: İttihad ve Terakki Anıları. İstanbul 1987 (İlk baskı: İttihad ve Terakki Cemiyetinin Teşekkülü ve Hidemati Vataniye ve İnkılâbi Milliye Dair Hatıratım. Mecidiye/Romanya 1939). TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Bir asırlık “Doğal Arnavutluk Özlemi”nin neresindeyiz? Bu makalede, 1913 yılında Arnavutluk'un parçalanmasıyla ortaya çıkan sorunlar ele alınmıştır. Doğal Arnavutluk ile ilgili ki Arnavut halkı ve siyasilerinin düşüncelerini ortaya koyan bu makale, Doğal Arnavutluk'un şimdilik gündeme gelmesi Balkanlarda etnik problemlere neden olabileceği, ancak Arnavutlar tarafindan unutlumuş bir mesele olmadığı ortaya koyuyor. Sonuçları elde etmek için, Epoka Universitesi, Avrupa Çalışmalar Merkezi'nin yaptığı bir anketin yanında, Arnavutluk'ta önem taşıyan siyasilerle yapılan yüz yüze mülakatlar ve farklı medyalara verdikleri demeçler kullanılmıştır. Ramadan Çipuri Epoka Üniversitesi, Arnavutluk Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 500 yüz yıllık uzun bir zamanda Osmanlı Devleti'nin altında olan Arnavutluk, 1912 yıllında, Balkanlarda Osmanlı'dan en son ayrılan ülke oldu. Kendi içinde organize olamayan Arnavutlar, Top Kapının desteğinin devam etmesini istediler. Osmanlı idaresinde görev yapan İsmail Kemal (İsmail Qemali), Arnavutluk'a gelip, Avusturya ve Macaristan'dan Arnavutluk'un bağımsızlığını desteklemelerini talep etti. Bu sure içerisinde, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü izleyen komşu ülkeler, Arnavutluk'tan toprak parçaları kopma yarışına girer oldu. Bir taraftan Sırblar Adriyatik kıyılarına çıkmak için yollar ararken, Karadağ, ülkenin Kuzey-Batısında olan İşkodra şehrini ele geçirmek istiyordu. Kuzey bolgesi slavların etkisinin altındayken, Arnavutluk'un güney bölgesiYunan tehlikesi altında kalmıştı.Yunanlar, Arnavutluk'un orta bölgesinden geçen Şkumbini nehrine kadar uzanmak istiyorlardı. Herşeye rağmen, İsmail Kemal, 28 Kasım 1912 yılında, ülkenin farklı bölgelerinden gelen 83 vekil ile birlikte Arnavutluk'un bağımsızlığını ilan ederek, yaklaşık 500 yıllık Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan Arnavutluk'un kurulan ilk Arnavut bağımsız devletinin ilk başbakanı oldu. Ancak, Arnavutluk en büyük yarayı 1913 yılında düzenlenen Londra Büyük Elçiler konferansında aldı. Konferansın sonunda, Arnavutluk'un yarısından fazla komşu ülkelere verildi ve bugün var olan Arnavutluk'un sınırları belirlendi. Konferansın kararları büyük güçler temsilcileri tarafından bile haksız bulunurken, Avrupa'nın barışı için Arnavutluk'un feda edilmesi gerektiği kararına varılmıştır. O zamanın İngiliz Dış İşleri Bakanı, Eduard Grey, Arnavutluk hakkında alınan kararları yorumlarken, söyle konuşmuştu: “Eminim ki bugün aldığımız kararlar ve sunduğumuz çözümler, ileride çok tartışılıcak ve yadırganacaktır. Unutulmaması gerekir ki, böyle bir karara varırken, ana amacımız büyük güçler arasında ki anlaşmalara 1 uyup, Avrupa barışının korumasını sağlamaktır.” Uzun çabalara rağmen, Arnavutluk, Sırbistan'a, Karadağ'a, Makedonya'ya ve Yunanistan'a verilen Arnavut topraklarına sahip çıkamamış oldu. Bu süreç, 45 yıllık komunizm rejimide de değişmedi. Enver Hoxha, kendisi bile ikinci bir Arnavutluk Millet Cumhuriyetini reddederek, '70'li yıllarda Kosova'nın bağımsızlığını red ederek, sadece özerklik istediği ortaya çıktı. Enver Hoxha'nın görevini devam eden ikinci komünist lider, Ramiz Alia, kitabında Arnavutluk yönetiminin Kosova ile ilgili ki politikalarının net olduklarını savunmasına rağmen2, son yıllarda ortaya çıkan belgelerden sonra, durumun böyle olmadığı anlaşılıyor. Enver Hoxha ile Arnavutluk'un Belgrad'da 70'li yıllarda ki Dışişler görevlisi, Lek Seiti arasında geçen bir konuşmanın gün ışığına çıkması sonucunda, Enver Hoxha' nın yönetiminin Kosova bağımsızlığı konusunda ki tutumu belli oldu. Lek Seiti aracılığıyla Kosovalı komünistleri yöneten Fadil Hoxha'ya gönderdiği gizli mektubta, Enver Hoxha “Dünya'da sadece bir tane Arna3 vutluk Halk Cumhuriyeti bulunmaktadır” ilettiği öğrenildi. 146 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Platforma göre, Doğal Arnavutluk'u elde etmek icin kullanılacak yollar, diyalog ve demokratik yollarının olacağı belirtiliyor. Komşu ülkelerin Doğal Arnavutluk Platformundan korkacakları bir şeyin olmadığını savunan Danaj, “komşularımızın kültür ve geleneklerine saygı duyan Arnavut milliyetçiliği, güzel ve çekici bir şeyden başka şey değildir”4, söylüyor. Danay, Doğal Arnavutluk'un kurulması ile Balkan ülkelerinde ki çift kimliklerin ortadan kalkacağını ifade ediyor. Bu Arnavut topraklarını bir araya getirtmek için gerçek çabalar 1991 yılından sonra başladı. Dünyada en zor diktatoryal rejimlerinden birini geriye bırakan Arnavut halkı, artık bir asırlık özleme son vermek için, farklı çabalar göstererek en son 2009 yıllında “Doğal Arnavutluk Platformu”adı altında farklı ve somut bir plan ile ortaya çıktı. Arnavut siyasetçilerden farklı, Dr. Koço Danay'nın liderliğinde düzenlenen plâtform göre, büyük güçler 100 sene önce yaptıkları hatanın düzeltme vaktinin geldiğini savunuyor. Doğal Arnavutluk Platformu Büyük Arnavutluk veya Doğal Arnavutluk fikri, Koço Danaj başkanlığındaki bir aydın Arnavut grup tarafından 2009 yılı Mart ayında bir platform şeklinde hazırlandı. 250 sayfadan oluşan bu platform, Yunanca, Makedonca, Sırpça ve İngilizce dillerinde tercüme edilmiştir. Platfomu hazırlayanlara göre, bu düşünce tarihe dayanmaktadır. 1912 yılında Arnavutluk'un bağımsızlığını ilân eden meclis, bugün ki sınırlara göre onaylamamıştır. Daha sonra, 13 Aralık 1943 tarihinde, Buyan Konferansında toplanan Arnavut liderler, II. Dünya Savaşından sonra Arnavutluk ile Kosova'nın birleşmeleri istenmişti. Platformun başka bir dayanağı, Kosova'da savaşan UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) üyelerinin Doğal Arnavutluk için ettikleri yeminleridir. Danay'a göre, Arnavutluk Anayasasında da, giriş cümlelerinde “Biz, Arnavutluk halki olarak... asırlardır ki aspirasyon ile, ulusal kimlik ve birlik için... ” Gazeteci Adi Krasta'ya verdiği ve onun resmi web sitesinde yayınlanan bir röportajında, Danaj, şimdi, sadece konuşmak için vaktinin geri kaldığı ve uygun metodlarla harekete geçme zamanın geldiğini belirtiyor. "Artık konuşma zamanı geride kalmıştır. Simdi, bir tarafta kamuoyunun konuşması gerekirken politikacıların hareket etme zamanıdır. Bu şekilde, Arnavut Milleti diğer komşu ülkeler ile eşit olmuş olacaktır."5 Danay'nin mantığına göre, çözüm yolu basit bir matematiksel işlemdir. “1913 yılında Arnavutluk'u beşe bölen büyük güçler, 100 yıl sonra beşle çarpmalılar”6 Arnavut halkının Doğal Arnavutluk Hakkındaki düşünceleri Bir asırlık bölünmelere rağmen, bugünkü idarî Arnavutluk, Kosova, Karadağ, Makedonya, Yunanistan veya başka bir yerde olsun Arnavutlar, birbirlerini hiç unutmamışlar görünüyor. Farklı ülkelerde olmaları, ortak dilleri, gelenek ve görenekleri onların vicdan ve milli değerlerini korumak için önemli faktörler haline dönüşmüştür. 20. yüzyılın sonlarında sunulan fırsatlar, Arnavutların birbirine yakınlamaları için yeni yollar aramaya teşvik etmişlerdir. Arnavutluk diplomasisi, attığı dikkatli adımlarla, Balkanlar'daki Arnavut meselesi ve özellikle Kosova'nın bağımsızlığı konusunda oldukça önemli bir rol oynamıştır. Arnavutların Doğal Arnavutluk özleminin hiç tükenmediği bu 100 yıl içerisinde, özellikle 1991 yıllından sonra ki Arnavut hükümetleri, Balkanlarda yeni bir etnik krize neden olmaması için dikkatli davranmıştır. Pluralist sisteme geçen Arnavutluk, 1991 yılından sonra komşu ülkeleri olan Sırbistan, Makedonya, Karadağ ve Yunanistan farklı sektörlerde oldukça sıkı işbirliği kurmuştur. 147 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Doğal Arnavutluk terimi 1990'ların başına kadar gündeme gelmeyen bir mesele iken, bu süreçten sonra hiçbir Arnavut hükümetinden destek almamasına rağmen, gelecekte Arnavut halkının bir umudu olacağı ön görülüyor. Arnavutluk'ta Epoka Üniversitesi' ndeki Avrupa Çalışmalar Merkezinin 1084 kişi üzerine yaptığı bir ankete göre, Arnavut halkının konu ile ilgili oldukça rasyonel davrandığı görünüyor. Çıkan sonuçlara göre, konu ile ilgili önümüzde ki on yıl içerisinde, Arnavutların istekleri ile düşündükleri aynı olmadığı ortaya çıkıyor. Önümüzdeki on yıl içersinde, Balkanlarda ki Arnavut topraklarının birleşeceklerini düşünen Arnavutlar, bu topraklarının birleşmelerini isteyenlere göre daha düşük bir orandadır. Bu da, Arnavutların Balkanlarda ki bir etnik Arnavut çatışmasının meydana gelmesinden çekindiklerinin bir göstergesidir. SAYI 17 - 18 ceğine inanların oranı yüzde 20'de kalırken, “Hayır” diyenlerin oranı yüzde 29'a çıkmaktadır. Tablo 1.2: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, Arnavutluk ile Kosova'nın birleşeceklerine inanıyor musunuz? (Eğitim dağılımı) Üniversite mezunları arasında iki ülkenin birleşeceğine inanmayanların oranı, yüzde 29 iken master mezunları arasında yüzde 44 gibi yüksek bir orana çıkmaktadır Tablo 1: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, Arnavutluk ile Kosova'nın birleşeceklerine inanıyor musunuz? Yukarıda bahsettiğimiz ankette, Arnavutlara önü- (eğitim grubu bar chart koy). Bu da, eğitim seviyesinin yükselmesiyle, halkın meydana çıkabilecek etnik çatışmalara karşı daha duyarlı olmasından kaynaklıyor olabilir. müzdeki on yıl içerisinde Arnavutluk ile Kosova'nın birleşmeler konusunda ki fikri sorulmuştur. Arnavutların yaklaşık yüzde 40'ı önünde ki 10 yıl içerisinde Arnavutluk ile Kosova'nın birleşeceğine inanmaktadır. Siyasî açıdan ise, iki ülkenin birleşeceğine inanan büyük bir kesim (%46.5) aynı zamanda DP'ye oy veren kitleyi oluşturmaktadır. Bunun yanında, aynı inancı taşıyan %31'lik kesim de SP'ye oy vermektedir. Kısacası, ülkenin iki büyük partisine oy verenler sağ veya sol ideolojilerinden bağımsız olarak (%77) iki ülkenin önümüzdeki 10 yıl içerisinde birleşeceğine inanmaktadır. Tablo 2: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor musunuz? Tablo 1.1: Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, Arnavutluk ile Kosova'nın birleşeceklerine inanıyor musunuz? (Yaş Dağılımı) Buna “Evet” diyenlerin yaş dağılımı en çok 41-55 yaş grubu (%36) arasında yoğunlaşmaktadır. 18-25 yaş grubu içinde “Evet” Kosova ve Arnavutluk'un birleşe- Arnavutlara düşündüklerini değil, istedikleri sorulduğunda, yüzde 73'ünden fazlasının iki ülkenin birleşmelerini istedikleri görülüyor. Yukarıda görüldüğü gibi, her dört Arnavut'tan üçü bu ülkelerin birleşmesini istemektedir. İstemeyenlerin oranı ise yüzde 16'da kalmaktadır. Gender distribution'a bakıldığında, “Evet” diyenlerin oranı erkeklerin oranı(%53) kadınlardan daha yüksek iken (%47),“Hayır”diyenler arasında kadınlar (%57) erkeklerYüzde 43 oranında duruyor. 148 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Tablo 3: Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da yaşayan Arnavutların 10 yıl içerisinde birleşeceklerine inanıyor musunuz? Tablo 2.1: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor musunuz? (Cinsiyet dağılımı) Siyasi parti dağılımı açısından iki ülkeninin birleşmesini arzu edenler, DP (%44) iken, SP yüzde 32.5ta kalmaktadır. Ancak, birleşmesine karşı gelenler içinde ise, SP yüzde 44 ile öne çıkarken, DP yüzde 32.de kalmaktadır. Yukarıdaki soruda görüldüğü gibi, halkın 37'si bu üç bölgenin birleşebileceğine inanmamakla beraber, yüzde 70'i bu üç bölgenin birleşmesini istemektedirler. Buna karşılık, birleşmesini istemeyenler, yüzde 18de kalmaktadırlar. Birleşmeyi isteyenler arasında erkekler yüzde 53 ile kadınlardan önde gelirken,“Hayır”diyenler arasında kadınlar yüzde 54 ile öne geçmektedirler. Tablo 3: Arnavutluk, Kosova ve Makedonya'da yaşayan Arnavutların 10 yıl içerisinde birleşeceklerine inanıyor musunuz? (Yaş dağılımı) Tablo 2.2: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor musunuz? (Siyasi parti dağılımı) Tablo 4: Bu ülkelerin birleşmelerini istiyor musunuz? Global aktörlerin en çekindikleri konu olan, Kosova, Arnavutluk ve Makedonya Arnavutları önümüzdeki 10 yıl içerisinde birleşmesi konusunda Arnavutlar yüzde 37 oranında inanmamaktadırlar, buna kesin bir şekilde inananların oranı ise yüzde 25te kalmaktadır. Buna olumsuz bakanlar arasında ki yaş grubuna bakıldığında, baskın bir şekilde 18-55 arasında grubun yüzde 90 oranında büyük bir yer teşkil ettiği görülmektedir. Bu grubun içinde de 18-25 yaşgrubu (%33,5) başı çekmektedir. 149 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SONUÇLAR Konu ile ilgili entelektüel kısmına sorulduğunda, siyasîlerin daha dikkatli davrandıklarını görüyoruz. Dr. Arben Malaj, Sosyalist Parti döneminde Ekonomi Bakanı, bu konu ile ilgili sorulduğunda, surecin iki ülkenin Avrupa entegrasyonuna baktığını düşünüyor. Malaj, “Arnavut bölgesinin Avrupa Birliğine entegre olması, birçok dengeyi değiştirebilir. Bizim politikalarımız da entegrasyona yönelik olması gerekiyor”düşünüyor. Arnavutluk Diyanet İşleri Başkanı, Hacı Selim Muca ise, gelecekte Arnavutlara yapılan haksızlıkların sona ereceklerini savunuyor. Muca,“Yaklaşık yüz yıl önce yapılan haksızlıkların sona ermesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun örnekleri çok bugünün dünyasında. Ama bu adımlar ve gelişmeler gerçekleşirken, çok dikkatli olunması gerekir. Balkanlarda yeni etnik çatışmalara sebebiyet verilmemeli. Her şeyin doğal gelişmesi gerekmektedir.”diye ifade ediyor. Ülkenin başbakanı Sali Berisha ise, bölgedeki istikrarın korunması için “Doğal Arnavutluk” düşüncelerinden uzak durulması gerektiğinin altını çiziyor. Alman günlük Die Press gazetesine röportaj veren Berisa,“İki ülkenin birbiriyle işbirliklerine verdikleri önemin artması, onların birleşmek istedikleri anlamına gelmez. En son, Kosova'ya Adriyatik kıyılarına uzanma fırsatını veren yeni otoban, bu işbirliğinin daha ileriye gideceğinin önemli bir faktörü olacak.” İfadelerini kullandı. Kosova ve Makedonya'daki Arnavut siyasiler de, Tiran'daki meslektaşlarıyla aynı yönde düşündükleri ön SAYI 17 - 18 görülüyor. Kosova'nın eski İçişleri bakanı, Bayram Recepi,“Doğal Arnavutluk”düşüncesinin sadece küçük partilerinin bir illüzyonu olduğunu düşünüyor. Sırp FoNet ajansına konuşan Recepi,“Kosova ile Arnavutluk iki farklı ülkedir. Aralarındaki işbirliği, birleşecekleri anlamına gelmez.”, seklinde yorumladı. Makedonya'daki Entegrasyon icin Demokratik Birlik Partisi başkanı, Ali Ahmeti, Kosova'nın bağımsızlığından önce “Bir gerçek durum vardır. Biz ayrı ülkelerde yasayan Arnavutlarız. Bizim birleşmemiz, entegre olduğumuz Avrupa sınırları içerisinde olacaktır”, demiştir. Ancak, Almanya, Bosna Hersek, Hirvatistan veya Dunyanin baska yerlerinde de örnekleri görüldüğü gibi, “Doğal Arnavutluk” yakın vadede olmasa da, orta veya uzun vadede gerçekleşebilecek bir olaydır. Yüzde 98 Arnavutlardan oluşan Kosova halkı, Makedonya'da artmakta olan Arnavut nüfusu ve yüzde 92'si Arnavutlardan olun Arnavutluk halkının gelecekte, şartların oluşturduklarında, referandum veya başka demokratik yöntemlerle verecekleri kararın kimselerin engel olamayacakları görülüyor. 1980'lere kadar Kosova'nın bağımsızlığı hiç düşünülemez iken, bugün Arnavutlar Kosova'nın bağımsızlığına kavuşmuş durumda. Arnavutlar için bir yara ile başlayan 19. asır, 100 sonra, 20.ci asrın başında büyük bir galibiyetle, Arnavutların asrı olarak neticelendirecek bir olay, Kosova bağımsızlığıyla devam etti. Davalarında hur ve haklı olan Arnavut halkı, gelecekte de böyle büyük ve önemli tarihi olaylarla devam edip, kendi toprakları içerisinde bütün Arnavutları toplayacağı görünüyor. 1) Pejani, Bedri, www.lajme.gen.al, visited on 05 March, 7) Yenigun, Y; Baltaci, C; Ozcan S.; Albanian public 17) Arben Malaj, Kisisel mulakat, Ramadan Çipuri, 24.03.2011, Tiran,Arnavutluk perceptions of socio-cultural issues and 2011 2)http://www.tiranaobserver.com.al/index.php?option=com 8) foreign policy,Asurvey 2010 _content&view=article&id=3516:ramiz-alia-e-verteta-e9) Ibid qendrimit-te-enver-hoxhes-per-kosoven& 10) Ibid catid=58:dossier&Itemid=70, son ziyaret 09 Nisan, 2011 3) www.koha.net, son ziyaret 09 Nisan, 2011 11) Ibid 4) Personal Interview with Koco Danaj byAdi Krasta 12) Ibid Selim Muça, Kisisel mulakat, Ramadan Çipuri, 05.05.2010, Tiran,Arnavutluk 18) www.top-channel.tv, "Shqipëria e madhe", një mendim i vjetër dhe arkaik, 06.10.2010, Visited on 10.04.2011 19) www.top-channel.tv, 02.11.2010, Son ziyaret 09.04.2011 20) www.lajme.net, Ahmeti kunder Shqiperise Natyrale: Bashkimi vetem ne Evropen e Bashkuar 5) http://kocodanaj.blogspot.com, Personal Interview with 13) Ibid Koco Danaj by Adi Krasta, E diell Program, Top-Channel, 14) Ibid Published on the private website of Koco Danaj, Last access 15) Ibid on 10April,2011 16) Ibid 6) Personal Interview with Koco Danaj byAdi Krasta 150 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Ömer Seyfettin'in Eserlerinde Balkanlar ve Balkan Savaşlarının İzleri Tahsin Yıldırım Ömer Seyfettin, 1884 yılında Gönen'de doğmuş 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Şair, hikâyeci, fikir ve siyaset adamı, asker, öğretmen, nazariyatçı ve tenkitçi yönüyle Tanzimat'tan sonraki Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının göz ardı edilemeyecek önemli bir şahsiyetidir. Hakkı Süha Gezgin'in ifadesi ile o, “Dalları meyvelerinin ağırlığı ile esne1 yip sarkmış bir ağaçtı.” Ömer Seyfettin'in otuz altı yıllık hayatında ortay koyduğu birçok hikâye, tiyatro eseri, bazıları tamamlanamayan roman, masal, şiir, makale, mensure, fıkra, tuttuğu günlükler ve hatıralar ile tercümeleri gerek hayatta iken gerekse vefatından sonra yayınlanmıştır. Ömer Seyfettin Askerî İdadisi öğrencisi iken Batı Tesirindeki Türk Edebiyatının meşhur kalem erbaplarının kitaplarını dikkatle okumaya başlamış böylece edebiyata karşı merakı bu dönemde yoğunluk kazanmıştır. Askerî İdadisi öğrencisi Ömer Seyfettin'in, edebiyat dünyasına girişi Pul mecmuasının 1 Temmuz 1314 (14 Temmuz 1898) tarihli 12. sayısında M. Enver imzasıyla çıkan“Lâne-i Garam”isimli manzumesi ile olmuştur. Bu şiir 10 Haziran 1314 (23 Haziran 1898) tarihinde yazıl2 mıştır. 'Çizgili Kâğıt' adlı ilk yazısı aynı derginin 20 Mart 1902 tarihli yedinci sayısında çıkmıştır. Basılan ilk hikâyesi “Tenezzüh” Sabah gazetesinin 4 Muharrem 1320 [13 Nisan 1902] tarihli 4469 sayısının 3 ve 4. sayfalarında yayınlanmıştır. Bazı kaynaklar bu hikâyenin adını “İhti3 yarın Tenezzühü”olarak nakletse de bu bilgi yanlıştır. Ömer Seyfettin millî olanın Milli edebiyatın peşindedir. O, Millî Edebiyat'ı tanımlarken dil, vezin ve millî muhteva konularını vurgular. Ömer Seyfettin'in eserlerinde milletin ruhuna hitap eden bir tavır görülür. O kalemini savaşın devam ettiği dönemde mücadelenin önemini arttırmak ve ona yeni ufuklar kazandırmak amacıyla kullanmıştır. Ömer Seyfettin Türk edebiyatı tarihinde her şeyden önce hikâyeleriyle öne çıkmış bir sanatçıdır. Bununla beraber o, hikâyelerinin yanında makale, deneme, eleştiri, fıkra, anı, tiyatro ve şiir türlerinde de eserler vermiştir. Ömer Seyfettin iyi bir gözlemci olup bunu eserlerine yansıtmıştır. "Eserlerinde bu yeteneğini sonuna kadar kullanır. Ondaki gerçekçiliğin temelinde de bu vardır. İnsanları ve olayları değişik açılardan değerlendir-mekte ve gözler önüne sermekte çok başarılıdır. Dolayısıyla okuyucuyu farklı düşünceler oluşturmaya ve olaylara tek yönlü bakmamaya sevk eder. Yazardaki en dikkat çekici yönlerden biri de mizahtır. Öykülerinde mizah asla bir çıkıntı gibi durmaz. Yaptığı tenkitler insanı güldürürken düşündürür. Yozlaşmış ve bozulmuş insan davranışlarını, milli varlığından habersiz, kültürünü terk etmeye meyilli züppeleri, batıl inançlarla sorunlara çözüm bulmaya çalışan cahilleri üstü kapalı yerden yere vurur. Bu yönü ile öykü yazma tekniğini ne kadar iyi bilip mükemmel uyguladığı ve bunu gözlem yeteneği ile birleştirince günümüzde de değerini koruyan eserler meydana getirdiği ortadadır. 152 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Yapmacıklığa kaçmadan, sade ve açık bir üslup kullanarak, sağlam bir gerçekçilik ve toplumsallıkla sanatının hakkını veren Ömer Seyfettin'in, öykülerinde yapmak istediği şey, ulusal bilinci kuvvetlendirmek ve ülkesinin kalkınmasına yardımcı olmaktır”.4 Ömer Seyfettin, edebiyatımızda, destan ruhu taşıyan millî hikâyeleriyle şöhrete ulaşmış, İttihat ve Terakki'nin fikri yapısına paralel düşünce dünyası olsa da onların dayatmalarına göğüs germiş bildiği hakikatleri ifadeden geri durmamıştır. Ömer Seyfettin, millî edebiyat döneminin çalışkan simalarındandır. Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi yeteneği olan bir öğretmendir. Kısa hikâyeciliğimizin kurucu isimlerindendir. Ayrıca edebiyatta Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok eser sığdırmıştır. SAYI 17 - 18 tinde bile millete bir şeyler yapmanın derdindedir. Ona göre bir milletin varoluş harcı dildir. Ömer Seyfettin gördüğü aksaklıklar için Balkan Savaşı hatıralarında şöyle der: “Bölüğün yarısından ziyadesi Türkçe bilmiyor. Tabur Babil Kulesi gibi. Ne alanın satandan, ne satanın alandan haberi var.” Savaşın toplum düzeninde meydana getirdiği sarsıntıları, acıları, yıkıntıları yakından gören ve yaşayan Ömer Seyfettin, Yanya Kalesi'nin savunmasında Yunanlılara esir düşmüş önce farklı yerlerde tutulmuş daha sonra Nafliyon kasabasında yaklaşık bir yıl esir kalmıştır. Bu 6 döneme ait günlükleri yayınlanmıştır. Eserlerinde Balkanlar Ömer Seyfettin, Aralık 1908 ile Ocak 1909 arasında tam tespit edemediğimiz bir tarihte Selanik'teki Üçüncü Ordunun Nizamiye Taburuna tayin edilmiştir. Burada eşkıya takip maksadıyla, birçok yerleşim merkezini gezmiş Türk ve İslâm düşmanı komitecilerin Müslümanlara karşı yaptıkları pek vahşi ve son derece barbarlık örneği hâdiseleri yerinde müşahede etmiştir. Ömer Seyfettin, “... 1909 yılı başlarında, önce, Selanik Üçüncü Ordu merkezine tayin edilir; oradan, Müslüman Türk Rumeli'nin Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cuma-yı Balâ kasabalarını dolaştıktan sonra, Serez Mutasarrıflığına bağlı Menlik sancağının Razlık kasabasına yakın bir köyün yakınında bölük komutanlığına başlar. Ömer Seyfettin'in bölük komutanlığı yaptığı ve Ali Cânip'e yazdığı meşhur mektupla, hem fikir, hem de edebiyat tarihimize giren bu köyün adı Yakorit'tir. Rumeli'yi ve ardından Balkanlar'ı yakından tanıyan bu 'genç zâbit' Balkanlı toplulukların din ve milliyet gayreti ile Müslüman Türklere karşı uyguladığı soy kırımının içinde yaşar; Bulgar, Rum ve Yahudilerin, Avrupalıların, Rusların desteğinde evlâd-ı fâtihân'a karşıladıkları soy kırımının vahşet levhaları da hakiki hayattan alınarak onun hikâyelerine konu olmuştur. Ömer Seyfettin, Meşrutiyet'in ikinci defa ilânı ile Balkanlı kavimlerin, milliyet, din ve bağımsızlık yolundaki şuurlu mücadelelerini yoğuran kin ve intikam duygularının devam ettiğini; Osmanlı aydınının II. Abdülhamit düşmanlığı ile taşkınlık derecesindeki hürriyet çığırtkan5 lığı dışında ciddî bir görüşü olmadığını, acı acı gördü.” Yaşanan acıları gören Ömer Seyfettin'in Balkan Savaşı yıllarında yazdığı notlarında karamsarlığa kapıldığını görürüz. Bunun sebebi askerlerin Türkçe bilmemeleridir. Ancak bu durum onun için geçicidir. Çünkü o esare- Osmanlı toplumu için kırılmaların yoğun olarak yaşandığı İkinci Meşrutiyet sonrasında Türk hikâyesinde mazinin anılması, yüceltilmesi önemli bir yer tutmuştur. Sıkıntılı zamanlarda maziden güç alma, ona dayanma ihtiyacı artacağından bu dönemler tarihe ilginin arttığı devirlerdir. Tarihin her dönemi edebi eserlere ve diğer sanat eserlerine konu olabileceği bilinir. Ama tarihi konular milletlerin edebiyatlarında yükseliş ve çöküş dönemlerinde daha sık görülür. Milletlerin sanata yansıyan tarihleri genellikle tarihin parlak devirlerini içine alır. Milletlerin tehlikeye düştükleri anlarda, millî varlıklarını korumak için yaptıkları mücadelelerde bir kuvvet kaynağı ararlar. Bunu da mazilerinde bulurlar. Maziden aldıkları örnek ve güçle en büyük tehlikeleri göğüsleme imkânını bulacaklarına dair bir güç ve inançla arzuladıkları kimlik için bir arayışla girerler. İkinci Meşrutiyet devri sanatçısı da özellikle harplerin başlamasından sonra mâziye yönelme ihtiyacı hissedip bunları eserlerinde yansıtmışlardır. Milletlerin mazilerinin kahramanlıklarını ön plana çıkardıkları dönemler onlar için kimliklerin yeniden inşasına çaba gösterdikleri ya da sığınma psikolojisini yaşadıkları zamanlardır. Çünkü bu dönemlerde ortaya koyacakları bir sığınak olmadığı için maziye duyulan özlem ve eski kahramanlıkları ön plan çıkarma insanların kendine olan güveni sağlayacağı için her zaman başvurulan bir yol olmuştur. 153 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bir sığınma psikolojisi olan geçmişin değerlerine her zaman sığınma ihtiyacı istikbale yeniden ümitle bakabilme, geçmişten alınan manevi kuvvetle mümkün olabileceği düşüncesinin ürünüdür. Mazi fikrini, geçmişin kahramanlıklarını tema edinen yazarlardan biri de Ömer Seyfettin'dir. Onun hikâyeleri ve romanlarında milliyet ve din çatışma unsurunu meydana getiren önemli öğelerdendir. Ömer Seyfettin, 1917'de Yeni Mecmua'da “Eski Kahramanlıklar” başlığı ile yayınladığı hikâyelerinde, mazi ve kahramanlık hasretini dile getirip ecdada olan hayranlığı, özlemi ve yüceltmeyi esas almıştır. Bunlar“Ferman”, “Kütük”, “Vire”, “Teselli”, “Pembe İncili Kaftan”, “Başını Vermeyen Şehit”, “Teketek”, “Kızıl Elma Neresi?” ve “Topuz” dur. Konusunu tarihten almış olan bu hikâyelerinden “Teselli” de şöyle bir cümle geçer: “Fakat harp, yalnız 7 cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı.”. Hikâyelerinde görülen millîlik vasfı, Balkanlarda gördüğü vahşet ve dehşete karşı, kendisinde uyanan reaksiyondan doğmuştur. Ömer Seyfettin'in bu seri hikâyelerinden önce, onun“At”isimli hikâyesinden söz etmek gerekir. Hikâyede Balkanlarda at koşturan bir subayın Türklerin geçmiş kuvvetli asırlarını derin bir hüzünle hatırlayışı ifade edilir. Eski hâkim zamanlara derin bir hasretin hissedildiği hikâyede, bulunduğu zamandan kaçmak isteyen subay, yazarın kendisidir: “Ah, dört beş asır evvel yaşasaydım.”, diye mütelezziz oluyordum. Bağlar, ova, her taraf boştu.(…) Ah bu topraklar üzerinde benim ecdadım girdibâd-ı berk-âlûd-ı zafer gibi akıncılık ederken ne kadar mesûd, mağrûr idiler. Kahramanlık, şecaat ve cesâret-i mutlak içinde geçen gençlikleri onlara ihtiyarlıkları için ne tesellisiz hatıralar, ne muğfil iftiharlar bırakıyordu. Hâlbuki biz, silahsız, kansız, azametsiz olduğu kadar yorucu, harab edici olan mücadele-i medeniyetin bîçare muharipleri, ne kadar sefiliz.” Ömer Seyfettin 1918'de kaleme aldığı Büyük Türklüğü Parçalayan Kimlerdir? isimli makalesinde Türk milletini parçalayan iki kuvvetten bahseder. Bunlardan birincisi “Rus pençesi”, diğeri “millî gaflet”tir. Birinci kuvvetin kırıldığına inanan sanatkâr, hâlâ yerinde duran ikinci kuvvetle mücadeleyi herkes için kaçınılmaz görev sayar. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi, öncelikle bu 8 kuvvetin iyi tanınmasına bağlıdır. Bir taraftan bu tip yazılarla halkın zihnini açmaya çalışan Ömer Seyfettin, hikâye türünün imkânlarını da kullanarak aynı düşünceleri, hikâyelerinin kahramanlarına söyletir. “Hürriyet Bayrakları”nda Osmanlılık düşüncesinin ateşli savunucusu genç subay, bir Bulgar köyünde kurutulmak için asılan kırmızıbiberleri, uzaktan hürriyet bayrakları zannederek heyecanlanır: “Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız. Hakikatleri görmek istidadı sizde yok. Hâlâ mı şüphe ediyorsunuz? Evet, bunlar hürriyet bayraklarıdır. Şu dağ başında kaybolmuş Osmanlı-Bulgar köycüğü On Temmuz'u takdis ediyor. İnanmıyor musunuz? Onlar Osmanlı SAYI 17 - 18 değil midir? Yarın Osmanlı toprağına düşmanlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar. Osmanlılık namına kanlar dökecekler. Osmanlılığı kanlarıyla kurta9 racaklar. diyerek Osmanlılığa herkesin kendisi gibi baktığını sanmaktadır. Ömer Seyfettin'in eserlerinde Balkanlardaki milletlere mensup birçok kahraman ve Balkanlara ait mekânlar sıkça görülmektedir. Bunda, onun buralarda görev yapmış olmasının çok büyük bir etkisi vardır. Ömer Seyfettin'in eserlerinde Balkan kökenli milletlere bakışı dönemin siyasi anlayışının bir tezahürüdür. Dönem itibariyle İttihat Terakki hâkimiyeti mutlak olmasa da vardır. Balkan Savaşı yılları, onun zaten var olan milliyetçi yönünü daha da güçlendirmiştir. Bu yüzden milliyetçi bir yaklaşımla kahramanlarını bize yansıtır. Ömer Seyfettin'in eserlerinde olumlu nitelikli Balkan kökenli milletlere mensup kahramanlar da vardır. Yazar bu kahramanların geçtiği hikâyelerinde milletlere bakışını ortaya koymuştur. Kahramanların konuşmalarında azınlık ve yabancı ağzının ön plana çıkmadığı görülür. Yazarın bir kaç hikâyesi hariç kahramanlara bakışı gerçekçidir. Onun hikâyelerinde geçen yabancı kahramanlar daha çok Türklerle mücadele içinde olan kahramanlardır. Hikâyelerinde Rada ve Magda gibi kadınlar hariç tutulursa kahramanların çoğu erkektir. Yazarın eserlerinde atıf yaptığı, motif olarak kullandığı Balkan milletlerinden seçtiği kişiler genellikle basit halk tabakasına mensup insanlar, çiftçi, köylü, esnaf, askerler nadiren üst düzey kişiler, komitacılardır. Komitacıların bu eserlerde görülmesinin sebebi olayların Balkan Savaşı yıllarında geçmesindendir. "Bomba" hikâyesinde komitacı Bulgarlar karşımıza çıkar. "Beyaz Lale" adlı hikâyede karşımıza çıkan Radko Balkonovski, zengin bir ailenin çocuğu olup Galatasaray Lisesi mezunu aşırı Bulgar milliyetçisidir. Radko Balkonovski Türklerden ölesiye nefret etmektedir. Büyük Bulgaristan hayaliyle komitacı olmuş birçok Türk'ü katletmiştir. Türklerle ilgili düşünceleri hikâyede şu cümlelerle ifade eder: "...Serez'de Türkler çok zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankadaki paraları alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hıristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu yarım saatlik bir işti. Lakin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde 10 en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak..." Ömer Seyfettin'in bir başka kahramanıysa Bulgar Dimko'dur. Hayatının yarısını komitacı olarak Türklerle mücadeleyle geçirmiştir. Yazar onun cahil olmadığını belirtir. "Tuhaf Bir Zulüm" adlı hikâyede karşımıza çıkan Gospodin milliyetçi olmakla beraber insanî vasıfları ön planda olan eğitimli, akıllı olarak tanıtılmış bir hikâye 154 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR kahramanıdır. Türkleri katliamsız Bulgaristan'dan çıkarmayı hedefleyen ve katliama karşı çıkan tavrı ile bilinen bir Bulgar milliyetçisidir. Gospodin'in bir özelliği de Türkçeye ve Türklere karşı bir sempatisinin olmasıdır. Aynı hikâyede Bulgar Hancı Dimko ve İstanbulof adlı bir Bulgarların ismi geçer. İstanbulof Türklerin katlinin normal bir davranış olduğunu savunan insani yoksun bir kahraman olarak göze çarpar. Onun “Nakarat” isimli hikâyesinde de buruk bir mizah vardır. Hikâye kahramanı genç zabit, Makedonya'da bulunduğu yıllarda, bir süre kaldığı evin penceresinden her gün aynı güfteyi dinlediği Bulgar kızına âşık olur. “Nas, nas, çarigrad nas...” nakaratıyla biten şarkıyı, kendince bir aşk şarkısıymış gibi tercüme eden genç zabit, bu güftenin aslında İstanbul idealiyle yanıp tutuşan bir Bulgar kızının yemini niteliğini taşıyan sözleri olduğunu, anlatıcı-kahraman ruh hâliyle dikkatlere sunar. “Bomba”da, bir Bulgar köyünde, kendi insanına zulmeden caniler, onların her türlü kötülüklerine maruz kalan insanların gözüyle anlatılır. Hikâyede anlatılan bütün bu olaylar, değişen dünyada, kendi insanına yer arayan bir Türk aydınının, neden böyle bir arayışa girdiğinin belgeleri niteliğindedir. “Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?” ve “Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?” hikâyelerinin kozmopolit kahramanı Kenan Bey, ancak Balkan Harbi'nin gerçekleri karşısında uyanır ve içine düştüğü bataklıktan kurtulur. Bu iki hikâyenin asıl üzerinde durulması gereken kahramanı şüphesiz Primo'dur. İtalyan bir anne ile yozlaşmış Türk bir babanın çocuğu olan ve Türkçe bilmeden, ne ve kim olduğunun farkına varmadan yaşayan Primo, ve ailesinin yaşadığı kozmopolit atmosferi içinde büyür. Arkadaşı Orhan ve babası Kenan Bey'in uyanış devrinden sonraki yardımlarıyla millî benliğine kavuşan Primo, Oğuz adını alır, Türkçe öğrenir. Sonunda da bir Türk çocuğuna yaraşır bir şekilde ve millî duygular içinde şahadete koşar. Ömer Seyfettin'in Balkanlarla ilgili hikayelerinin bazıları şunlardır: “Teke Tek, Kütük, Tuhaf Bir Zulüm, Hürriyet Bayrakları, Nakarat, Bomba, Beyaz Lale, Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?, Primo Türk Çocuğu Nasıl Öldü?, Külah, Çakmak, Zeytin Ekmek, İrtica Haberi, Mehdi, At, Mahmeemken, Aleko Bir Çocuk, Mehdi, Piç.” “Yarın ki Turan Devleti” isimli araştırma eseri de Balkanları işlemektedir. Ömer Seyfettin'in kurmaca metinlerinin dışındaki eserlerinde de Balkanlar sıkça yer almaktadır. Bunlardan en önemlisi Balkan Harbi ve esaretini kapsayan günlük- SAYI 17 - 18 leridir. Zamanımıza ulaşan haliyle bu günlüğe 27 Eylül 1328[10 Ekim 1912] tarihinde Selânik'te başlamış ve 15 Teşrinisani [28 Kasım 1913] tarihinde esir tutulduğu Yunanistan'ın Nafliyon kasabasında “Necat isminde bir vapur geldi.”diye yazarak son vermiştir. Bu günlükler savaşın telaşlı ve koşuşturmalı hayatına paralel detaylı anlatımdan ziyade kısa kısa vurucu notlardan oluşmuştur. Gerek edebiyat tarihi gerekse Türk tarihi adına önemli detayları içeren bu eser Ömer Seyfettin'in ölümünden sonra bulunmuş ve yayınlanmıştır. Ömer Seyfettin bu günlüğün ilk sayfalarında Balkan Harbinin ayak seslerini 27 Eylül 1328[10 Ekim 1912], tarihli gününde Selânik'te şu cümlelerle anlatır: “Dün Karaburun'dan geldik. Galiba bu gece şimendifere bineceğiz. Karadağ ilân-ı harp etti. Bulgaristan ve Sırbistan henüz susuyorlar. Kimi gördümse: -Mutlaka harp olacak!... diyor. Ben hâlâ ümit etmiyorum. Niçin harp olacak? Balkan hükümetlerinin istedikleri verildikten sonra harbe ne hacet? Buna aklım ermiyor.”11 4 Teşrinievvel [17 Ekim 1912], Köprülü'deki günde ise harbin başladığını şu cümlelerle yazmıştır: “Diyorlar ki “Harp başladı…” Fakat kimsenin bir şeyden haberi yok. Ne telgraf geliyor, ne gazete. Bugün nöbetçiyim. Şimdi, yani gece yedide hareket emri verildi. Çavuşlara ve saireye lâzım gelen tembihleri verdim. Yarın Güzeyil'e gideceğiz. Bu küçük bir köymüş. Umumî harekâta dair bize hiç malûmat verilmiyor. Her gün bir alay emir neşrolunuyorsa da anlamak mümkün değil.” Balkan Harbinin muharip gazilerinden olan Ömer Seyfettin, 5 Kanunievvel [18 Aralık 1912] tarihli günlüğünde diri diri toprağa gömülen askeri şu cümlelerle anlatmıştır: “Bu sabah Leskovik'e doğru yola çıktık. Aydonan'da şiddeli muharebeler oluyormuş. Biz Leskovik'ten cephane alacağız. Yolda kaybolan hayvanımı aramak için geri kalmıştım. Bir çalılığın içinde doktoru, eczacıyı, Birinci ve İkinci Taburlardan birkaç zabiti gördüm. Yeri kazıyorlardı. Meğerse açlıktan bir nefer ölüyormuş. Ağzından köpükler akıyordu. Zavallı daha tamamıyla nefesi bitmeden kazılan mezarının kazma seslerini işitiyordu.” 9 Teşrinisani [22 Kasım 1912] tarihli günlüğünde ise ulaşımın temel aracı olan hayvanların birer birer öldüğünü şu acı satırlarla defterine kaydetmiştir. “Bu gece, ismini öğrenemediğim bir köyde kaldık. Kar yağdı, çamurda idim. Rutubet o kadar çoktu ki sabahleyin sırsıklam uyandım. 155 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Doğrusu pek nazik ve insaniyetli adamlar… Gece, saat üç Bütün kolordular birbirine karıştı. Bu nihayetsiz karışıklıklar içinde ben de kayboldum. Yollar son derece bozuk. İki defa göğsüme kadar suya girdim. Bataklıklarda birçok hayvan yığıldı kaldı. Koca koca süvari ve topçu atları açlıktan, yorgunluktan ve soğuktan yollara düşmüş. Her adımda bir hayvan leşine rast geliniyor.” Ömer Seyfettin'in Balkan Harbi'nde tuttuğu günlükten savaşın seyrini rahatlıkla görebiliriz. Bu yönüyle önemli bir eser olan bu günlükler bize o dönemin ve savaşın mağlubiyetine ait önemli ipuçları vermektedir. Ömer Seyfettin'in eserlerinin Türk tarihinin en çalkantılı ve sıkıntılı yıllarında kaleme alındığı ve yayınlandığı düşünüldüğünde, dil, edebiyat ve kültür tarihimizin aydınlatılması açısından da ne kadar büyük bir öneme sahip olduğu daha iyi anlaşılacaktır. 10 Kanunisani[23 Ocak 1913] Eminağa Hanı'ndaki karargâh-ı umumiye geldim. Yolda oldukça ehemmiyetli bir hakaret banyosu geçirdik. Bereket versin ki Rumca bilmiyorum. General Sabuncadaki'nin huzuruna çıkardılar. Bazı şeyler sordu. Hep Fransızca konuştuk. Gece zabitlerle oturdum. Yatmak için şimdi jandarma neferlerinin koğuşuna geldim. 11 Kanunisani[24 Ocak 1913] Sabah... Pis ve camsız pencereli bir han odası... Jandarmaların gürültüsüyle uyandım. Hep benim için konuşuyorlar. Bereket versin ki Rumca bilmiyorum. Bir zabiti neferlerin yanına koymak doğrusu nazikçe bir şey değil... Bugün otomobille hareket edeceğiz. Dün akşam pek erken diyorlardı. Ama hâlâ bana arş dedikleri yok. Saat yedi Filyadis'e geldik. Otomobilde altı da yaralı Yunan askeri vardı. Yolda Prens Kostantin'e ve çocuklarına rast geldik. Beni jandarma dairesinde bir odaya koydular. Zabitler geliyor, benimle Fransızca görüşüyorlar. Hepsi de Bijan'ı soruyorlar. Ömer Seyfettin'in Esaret Günleri'nden12 7 Kanunisani[20 Ocak 1913] Biz Kanlıtepe'deyiz.Toplar o kadar müthiş patlıyor ki… İki istihkâm yıkıldı, neferler altında kaldı. Saat dokuz Bir saatten beri belki bin gülle olduğumuz yere düştü. İhtiyatlar ve bütün tabur geri çekilmeye başlamış. Ölmeyen askerler kaçıyorlar. Yalnız kaldım. Ben de gidiyorum. Artık harp sayfasını kapamalı. Kaçamadım. Yirmi bir neferle esir düştüm. Bulunduğumuz tepeden efzunlar göründü. “Teslim olun” diye haykırdılar. Biz de ellerimizi kaldırdık. “Teslim” diye bağırdık. Neferleri bağladılar, beni yüzbaşıya verdiler. 8 Kanunisani[21 Ocak 1913] Bu gece Yunan zabitleriyle beraber yattım. Bana ekmek ve jambon verdiler. Sabahleyin ağırlığın yanına gönderdiler. Bu geceyi efzun çavuşu İpsilandis ile koyun koyuna geçirdim. 9 Kanunisani[22 Ocak 1913] Bu sabah çavuşla generalin yanına gönderdiler. Evvelâ bir tabur zabitlerinin yanına geldim. Kokoriç köyüne… Sonra jandarmalar beni aldılar, Ayanikoli kilisesindeki General Batapulos'un huzuruna çıkardılar. Yanında erkânıharbi, İpsilandis vardı. Bana çok iltifat etti. Hep Fransızca konuştuk. Yarın diğer bir Türk esiri olan topçu zabitinin yanına gönderileceğimi söyledi. Bu geceyi jandarma çavuşu Korinos'un yanında geçireceğim. Ocağın yanında efzunlarla beraber oturuyor ve konuşuyorum. Adresini aldığım bir zabit çay ve konyak getirdi. Yüzümü ve ellerimi yıkamak için dışarıya çıktım. Şiddetli top sesleri işitiliyordu. Demek bizim Bijan hâlâ dayanıyor. Bravo… 12 Kanunisani[25 Ocak 1913] Dün birçokYunan zabiti geldi. Hep görüştük. Muha-rebe münasebetiyle asker olan Kefalonya mebusu da geldi. Pek nazik bir çocuk. Avukat imiş. Dost olduk. Adresini bile verdi. Birkaç saate kadar Narda'ya gideceğiz. Ben hazırlandım. Bekliyorum. Güzel yemek veriyorlar. Jandarma zabiti gelip ne istediğimi soruyor. Sabahleyin süt ve kahve bile getirdiler. Saat on iki Gidemedik. Arabaya binmişken çevirdiler. Bu gece de burada kalacağız. Benimle beraber esir olan zabiti gördüm. Yeni mektepten çıkmış. Diyarbekirli bir topçu... Konuştuk. Bulgarlarla muharebenin başladığını söyledi. Bu havadisi tekrar yanıma gelen Kefalonya mebusuna söyledim. İnanmadı. - Bir şayia olmalı… dedi. Bakalım birkaç güne kadar her şeyi öğreniriz. 13 Kanunisani[26 Ocak 1913] Bu sabah araba ile Narda'ya geldik. Bütün ahali toplandı. Çocuklar “Turko, Turko” diye bağırıyorlar. Evvelâ askerî idaresine götürdüler. Sonra jandarma dairesine. Şimdi buradayız.Yarım bakalım nereye? 156 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR 15 Kanunisani[28 Ocak 1913], Narda Bugün de kaldık. Vapuru bekliyoruz. Kraliçenin hastane müdürü geldi. Konuştuk. Zavallının harpte bir oğlu var-mış. Diğer zabitler ve doktorlar ziyarette devam edi-yorlar. Hâlâ Fransızca gazeteler için müsaade olunmadı. 16 Kanunisani [29 Ocak 1913], Narda Galiba bugün de buradayız. Hava fena. Yunanlılar yeniden asker topluyorlar. Her gün, oturduğumuz jandarma dairesinin taş avlusu dolup boşalıyor. Saat sekiz 14 Kanunisani[27 Ocak 1913], Narda Bugün de burada kalacağız sanıyorum.Yanımda kendiliğinden gelip teslim olmuş bir topçu zabiti var. Hıristiyan olmak istiyor ve benim tercümanlık etmemi rica ediyor. İstanbul'da ihtilâl olduğunu söylüyorlar. Jandarma çavuşu, Nazım Paşa'nın ölü resmini neşreden bir gazeteyi getireceğini vaat etti. Dünden beri bir Avusturyalı doktor ile ahbap oldum. Bana Fransızca gazeteler getirecek. Diğer doktorlar da geliyorlar, hep konuşuyoruz. 1) Hakkı Süha Gezgin, Edebi Portreler, Haz: Beşir Ayvazoğlu, Timaş Yay., İstanbul, 1999, s. 234. 2) Ömer Seyfettin, Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar, Hatıralar, Mektuplar, Ömer Seyfettin'in Bütün Eserleri, hzl. HülyaArgunşah, Dergâh Yay., İstanbul, 2007, s. 21 3) Hikmet Dizdaroğlu, Ömer Seyfettin, TDK Yayınları, Ankara 1964, s. 23 4) Gökçen Türcan Yüksel, 9-11 Yaş Grubu Çocukları İçin Ömer Seyfettin'in Öyküleriyle İlgili Bir Değerlendirme, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bolu, 2008, s. 28. 5) Sadık Tural,, “Ömer Seyfettin'in Hayatı ve Eserleri”, 6) Moralı bir jandarma zabiti var. Bana hep fena haberler getiriyor. Bugün sevinerek geldi. Enver'in ihtilâlciler tarafından öldürüldüğünü söyledi. İnşallah sahi değildir. Yanya gibi galiba burada da efsane çok. Artık her gün işittiğim efsaneyi günü gününe yazacağım. Belki bu zabit beni müteessir etmek için böyle feci ve korkunç havadisler veriyor… Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984 s. 10-11 7) Ömer Seyfettin, Balkan Harbi Hatıraları, Haz: Tahsin Yıldırım, DBY., İstanbul, 2001. 8) Yasin Beyaz, Fikir ve Sanat Hayatımızdaki Yeri Bakımından Yeni Mecmua Üzerine Bir İnceleme, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009, s. 67. 9) Ömer Seyfettin, “Büyük Türklüğü Parçalayan Kimlerdir?”, Bütün Eserleri 16 Türklük Üzerine Yazılar, Bilgi Yayınevi,Ankara 1993, s.107112. 10) Ömer Seyfettin, “Hürriyet Bayrakları”, Bütün Eserleri 157 3, Bilgi Yayınevi,Ankara 1993, s. 109. 11) Ömer Seyfettin, "Beyaz Lale", Bütün Eserleri Hikayeler 2, İstanbul, Dergah Yayınları, 2007, s.1112. 12) Hayat dergisi, S. 3, 12 Ocak 1967, s. 13. * Ömer Seyfettin'in “Balkan Harbi Hatıraları”nı Niyazi Ahmet Banoğlu'ndan temin etmiş ve Hayat dergisi, S. 3, 12 Ocak 1967, s. 13-15; S. 4, 19 Ocak 1967, s. 12-13; S. 5, 26 Ocak 1967, s. 8-9; S. 6, 2 Şubat 1967, s. 12-13; S. 7, 9 Şubat 1967, s. 20-21; s. 8, 16 Şubat 1967, s. 28-29; S. 9, 23 Şubat 1967, s. 16-17; s. 10, 2 Mart 1967, s. 28-29; S. 11, 9 Mart 1967, s. 28-29; s. 12, 16 Mart 1967, s. 33-34; S. 13, 23 Mart 1967, s. 29-30'da yayınlamıştır. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Sırp İşgaline Karşı Arnavutluk Ayaklanması: Prizren Birliği - Prof. Dr. Hasan Korkut - Prof. Dr. Mehmet Can Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sonunda 3 Mart 1878'de İstanbul'un Yeşilköy semtinde Osmanlı Devleti açısından ağır koşullar içeren Ayastefenos anlaşması imzalandı :[1] Bu antlaşmaya göre; 1) Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak, 2) Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek 3) Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, 4) Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusya'ya verilecek, 5) TeselyaYunanistan'a bırakılacak, 6) Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak, 7) Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti. Anlaşma, Rusya'ya Balkanlarda üstün bir konum sağlayarak Avrupa Birliği'nin önerisi Arnavutluk Vilayeti; güç dengesini Prizren İşkodra, Yanya, Manastır ve Kosova'dan oluşuyor bozduğundan, Avusturya-Macaristan ve İngiltere bu anlaşmayı tanımadı. Anlaşmazlığı gidermek için 13 Haziran 1878'de Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark'ın başkanlığında Berlin'de, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın katılımıyla bir kongre toplandı. Osmanlı Devleti'ni temsilen Nafıa Nazırı Karatodori Paşa, Müşir Mehmet Ali Paşa ve Berlin büyük elçisi Sadullah Bey (Paşa) gönderilmişti, diğer devletleri başbakanları ve dış işleri bakanları temsil etmekteydi. Berlin Konferansı Konferansın başlıca sonuçları şöyle özetlenebilir: Ayastefanos anlaşmasına gore Bulgaristan Bu anlaşma Osmanlı İmparatorluğunun Balkan Yarımadası'ndaki egemenliğine ağır bir darbe vurmuştu. İmparatorluğun elinde Makedonya ve Arnavutlarla meskun bölgelerde çok kırılgan bir kontrol kalmıştı. - Osmanlı Devleti kendisine tabi olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına bağımsız birer prenslik olmalarını kabul etmiştir. - Bosna-Hersek'in yönetimi Avusturya-Macaristan imparatorluğuna, - Niş Sancağı Sırbistan'a, - Teselya SancağıYunanistan'a, (1881) - Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya'ya, - Dobruca Sancağı Romanya'ya, - Bar ve Podgorica şehirleri ile Gusinye ile Plav dağ köylerinin etrafı Karadağ'a bağlandı. [2] - Bulgaristan'ın Ayastefanosta çizilen sınırları daraltıldı . 158 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ayastefanos anlaşması Arnavutlar ve Bosnalılar arasında heyecan ve kaygıya neden oldu. Ayastefanos anlaşması Arnavutlar ve Bosnalılar arasında heyecan ve kaygıya neden olmuş ve liderlerini vatanlarını savunmak için organize olmaya sevket[3] mişti. 1877 sonbaharında, İstanbulda aralarında ilk yıllarda Arnavut Milli Hareketi'nin önde gelen şahsiyetlerinden Abdil Fraşëri'nin de bulunduğu tanınmış Arnavutlar, Arnavut direnişini yönetmek için bir komi-te kurdular. Mayıs 1878'de bu komite, Arnavutların yaşadığı bütün şehirlerden gelecek temsilcileri Prizren'de bir genel toplantıya davet etti. Komite üyeleri Ali Ibra, Ziya Priştina, (Şemseddin) Sami Fraşëri,Yani Vreto, Vaso Paşa, Abdil Fraşëri ve Pandeli Sotiri idi. PrizrenToplantısı Ayastefanos ve Berlin anlaşmaları, Arnavutlarla meskûn bu bölgeyi başka devletlere paylaştırıyordu. İstanbul otoritesinin, %70i Müslüman ve İmparatorluğa sadık olan bu bölgenin çıkarlarını korumakta başarısız kalması, Arnavut liderleri Bosna, Sırbistan ve diğer Tuna Prensliklerinin yolundan giderek, sadece savunmalarını organize etmek için değil, fakat aynı zamanda muhtar yönetimler kurmaya zorladı. Birlik, beş siyaset zemininde reform programları başlattı: 1) Arnavutlarla meskûn bölgelere, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ tarafından yapılan tasallutlara karşı savunmak. 2) İmparatorluk içinde Kosova, Manastır, Yannina and İşkodra vilayetlerinden müteşekkil bir üst vilayet kurmak. 3) Normal hallerde Arnavutluğa münhasır zorunlu askerlik. 4) Arnavutca ve Latin alfabesiyle eğitim verecek milli okullar. 5) Eyaletin gelir kaynaklarını denetim altına almak. Prizren Birliği, Osmanlı İmparatorluğunun Kosova Vilayeti'nin Prizren şehrinde, 10 Haziran 1878 günü Kosova, Manastır ve Yanya'dan gelen ve çoğu Müslüman din adami, kabile reisleri ve diğer eşraftan olan seksen kadar delege o zaman bir Osmanlı şehri olan Prizren'de bir araya geldi. Bosna'dan gelen delegelerle birlikte 300 kadar Müslüman bu toplantıda yer aldı. Merkezi otoriteleri temsilen Prizren Mutasarrıfı toplantıda yer aldı. Delegeler, vergi koyma ve asker toplama yetkisine sahip bir “merkez komitesi”nin altında görev yapacak olan bir yönetim organi, Prizren Birliği (League) tesis SAYI 17 - 18 ettiler. Prizren Birliği'nin iki kanadı vardı, Prizren kolu ve Güney Kol. Prizren Kolu'nun başında Ilyas Dibra vardı ve Kičevo, Tetovo, Pristina, Mitrovica, Vucitrn, Skopje, Gjilane, Bitola, Dibër ve Gostivar delegelerinden oluşuyordu. Güney Kolu'nun başında Abdil Fraşëri vardı ve Korçë, Arta, Berat, Parga, Gjirokastër, Përmet, Paramythia, Filiates, Margariti, Vlorë, Tepelenë ve [4] Delvinë'den gelmiş onaltı temsilciden oluşuyordu. Delegeler arasından kurulan Prizren Milli Müdafaa [5] Komitesi aynı gün bir kararname yayınladı . Prizren Milli Müdafaa Komitesi'nin 10 Haziran Kararnamesi Madde 1 Birliğimiz, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki bütün hükümetlere karşı olmak ve toprak bütünlüğümüzü her türlü vasıtayı kullanarak savunmak gayesiyle kurulmuştur. Madde 2 En samimî niyetimiz, Efendimiz Sultanımızın İmparatorluk haklarını korumaktır. Bu yüzden bu niyetimize aykırı hareket edenleri, karışıklık çıkaranları, Hükümet' in itibarını zayıflatmaya çalışanları, bu gibi faaliyetlere destek olanları, hallerini düzeltinceye kadar düşman biliriz. Ülkenin sadık halkına zarar verenleri de bu ülkeden çıkaracağımızı beyan ederiz. Madde 3 Birliğimize katılmak için diğer bölgelerden delegeleri memnuniyetle Kabul edeceğiz ve onları Hükümetin ve ülkenin dostları olarak milli listeye kaydedeceğiz. Madde 4 Mukaddes şer'i kanunumuzun hükmü mucibince sadık gayri Müslim vatandaşlarımızın hayatlarını, mallarını ve şereflerini kendimizinki gibi koruyacağız, ancak yerine ve zamanına gore isyancılara karşı savaşacağız ve onları cezalandıracağız. Madde 5 Bölgelerde silah altına alınanların masrafları yayınlanacak talimatlar çerçevesinde karşılanacak. Dışarıdan gelerek birliklerimize katılacakları memnuniyetle Kabul edeceğiz. Madde 6 Balkanlardaki ahval muvahecesinde yabancı askeri birliklerin topraklarımıza girmelerine izin vermeyeceğiz. Bulgaristanı tanımayacağız, adını bile duymak istemiyoruz. Sırbistan kanunsuz olarak işgal ettiği bölgeleri geri vermeyi Kabul etmezse, üzerine gönüllü birlikler gönderip, o bölgeleri geri almak için her türlü gayreti sarfedeceğiz. Karadağa da aynısını yapacağız. 159 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Madde 7 Vatandaşlarımızı ve Balkanlarda Birliğimizi desteklemiş olan hükümetlere sadık olanları destekleyeceğiz. İhtiyaç anında birbirimize yardım edeceğiz. Karşılıklı destek ve anlayışı hiç bir zaman eksik etmeyeceğiz. Madde 8 Bir bölge Birliğin hedeflerini yerine getirme konusunda muhalefetle karşılaşırsa, komşu bölgeler onun yardımına gidecek ve o amaçların gerçekleşmesi için gerekli yardımı temin edecek. Madde 9 Birliğimizi terkeden kişi Allah saklasın- Birliğe karşı casusluk suçu işlemiş olur. Birlik önderlerinin emirlerine itaat etmeyen, hakettiği şekilde cezalandırılacaktır. Madde 10 Bölge halkından Birlik'e katılanlar, hangi dinden olurlarsa olsunlar, birliktrn ayrılmayı seçtiklerinde Sırbitan'a ve Karadağ'a gidemezler. Böyle yapanlar casus ilan edilecek ve yürürlükte olan yasalara gore cezalandırılacaklardır. Madde 11 Aramızdan Birlik tarafından sorumluluk yüklenmiş birinin, bu görevleri hakkıyla yerine getiremeyeceği anlaşılırsa, bu görevleri aksatır, ya day ok sayarsa, makamını ve makamından Doğan gücü suistimal ederse, kaba davranır ve şerefine leke getirecek işler yaparsa, teşhir edilecek ve gereken şekilde cezalandırılacaktır, malları müsadere edilecektir. Madde 12 Askeri birliklere taarruz emirleri, askere alma emirleri, güç kullanımı ve benzeri eylemler, hazırlanacak yönetmeliklere göre yapılacak. Madde 13 Bu emirlerin harfiyyen yerine getirildiğinden emin olunabilmesi için evraklara ve yazılı haberleşmeye ehemmiyet verilecek. Madde 14 Hükümetin, Birlik'in ilgilendiği hususlara müdahele etmeyebileceği anlaşılmıştır. Birlik de Hükümetin yönetim konularındaki icraatına, bu icraatlar kuvvet kullanımı ile ilgili olmadıkca karışmayacaktır. Madde 15 Bu sözleşmenin bir nüshası her gerektiğinde isteyene verilecektir. Madde 16 Kuzey Arnavutluğun, Epir'in, doğduklarından beri SAYI 17 - 18 silahtan başka bir şey görmemiş, İmparatorluk için, vatanları ve ulusları için kanlarını seve seve dökmeye hazır korkusuz adamları olan biz temsilciler, Birlik'in tüzüğünde taahhüt ettiğimiz gibi, Prizren'I Birlik'in başşehri ilan ediyoruz. Birlik başarıyla çalışmaya başlar başlamaz hiç bir despotun bizi ve bölgelerimizin insanlarını tahakküm etmesine izin vermeyeceğiz. Birlik'in bayrağını bizden sonra cocuklarımız ve torunlarımız devralacak. Kim bu sancağı bırakırsa, dinimiz İslam'I bırakmış gibi kınanacak ve cezalandırılacak. Temin ediyoruz ki, sözlerimizi tutacağız, anlaşmalarımıza uyacağız. Görüldüğü gibi 1. Maddede Arnavut liderler Balkanlarda Osmanlı Sultanı'nı, İslami Şeriatı yasalarını destekleyerek Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü sağlayacaklarına ve koruyacaklarına, bunun için silahla savaşacaklarına dair niyetlerini bir kere daha teyid ediyorlar. 6. maddede Arnavutlar da Osmanlı İmparatorluğu safında olanlar gibi, Bulgaristan ve Sırbistan'ın bağımsızlığına karşı çıkıyorlar. Birliğin birinci toplantısından sonra yayınlanan bu “Kararname”de reformlardan, okullardan, muhtariyetten, Arnavutların yaşadığı dört vilayetin tek bir vilayet [6] olarak birleştirilmesinden söz edilmiyor. Ancak bu toplantıdan az sonra Birlik Abdil Fraşëri'nin etkisiyle [7] yeni bir proğram kabul ediyor. Görünüşe göre bağımsızlık, hatta muhtariyet bile istenmiyor, en önemli talep, Vaso Paşa'nın Ingiliz Sefaretine verdiği memorandumda da teklif ettiği şekliyle Arnavutça konuşulan [8] bölgelerin tek bir vilayet olarak birleştirilmesi. Osmanlı Devlet Başlangıçta Prizren Birliği'ni Destekledi Osmanlı devlet yetkilileri başlangıçta Prizren Birliği'ni destekledi fakat İstanbul delegelere, kendilerini Arnavuttan önce Osmanlı olarak tarif etmeleri konusunda baskı yaptı. Başlarında Kalkandelen'li (Tetovo) Şeyh Mustafa Ruhi Efendi [9] olmak üzere bazı delegeler, Müslüman dayanışmasını, Bosna-Hersek dahil Müslüman topraklarının savunmasını öne çıkararak bu fikri desteklediler.[10] Şeyh Mustafa Ruhi Efendi 1800 yılında Gökçeada'da doğmuş, Nakşi tarikatına mensub bir Arnavut idi. Prizren Birliği Merkez Komitesinin başkanı olduğu sırada Kalkandelen (Tetovo) de ikamet ediyordu. 1893'te İstanbulda vefat etti. 160 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Ronesansı denilen Fransız aydınlanması çizgisinde Arnavut toplumunun uluslaştırılması hareketinin diğer liderleri gibi, Arnavut kültürünün canlandırılması ve Arnavutluğun bağımsızlığı idi. Daha 1877 sonbaharında İstanbul'da ağabeyi Abdullah, diğer kardeşi Naim, Hasan Tahsini, Vaso Paşa ve Jani Vreto ile birlikte Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'ni kurdular. Bu komitenin ilk işi, Arnavut alfabesi komisyonu kurmak oldu. Muhtariyet ve alfabe talebiyle başlattığı mücadelesini Bağımsız Arnavutluğun kurulmasına katkılarıyla tamamladı. Şemseddin Sami ve eşi Abdullah Hüsnü (Fraşheri) Abdullah Hüsnü'nün (Fraşheri) Yanya ilinin Fraşheri köyünde 1839'da doğmuştur. Bir süre ticaretle uğraştıktan sonra, Yanya'da devlet hizmetine girmiş ve Mal Müdürü iken 1876`da Meşrutiyetin ilânıyla parlementoyaYanya Milletvekili olarak girmiştir. Şeyh Mustafa Ruhi Efendi'nin İstanbul'daki kabri Birliğin başlangıçtaki bu eşrafın ve halkın Osmanlı yönetimi ve Halifelik makamıyla ilişkili İslam kardeşliği dayanışması hali ona, “Gerçek Müslümanlar Komitesi” [11] denmesinin nedenidir. Fraşëri önderliğindeki diğer üyeler, Arnavutluğun muhtariyeti ile inanc ve kabile fay hatları boyunca ayrılmış bir Arnavut kimliği oluşturma istikametinde yollarına devam ettiler. Prizren Birliği'nin, Arnavutlarla meskun dört Osmanlı vilayetinin, İşkodra, Yanya, Manastır ve Kosova'nın, Sırbistan, Karadağ ve Yunani,stan tarafından ilhakını önlemeye çalışacak bir “Gerçek Müslümanlar Komitesi” olmaktan nasıl kısa zamanda Bağımsız Arnavutluk için Osmanlı İmparatorluğuna başkaldıran, Osmanlı Ordusu ile çarpışan bir silahlı örgüte dönüştüğünü kurucularının hayatı üzerinden izleyelim. Şemseddin Sami (Fraşheri) Sami Fraşëri 1 Haziran 1850'de Arnavutluğun Kolonje bölgesinde Frashër'de, bir Bey'in oğlu olarak doğmuştu. Yanya'daki Yunanca eğitim veren liseye devam ettiği sırada Batı felsefesini tanıdı, Yunanca, Fransızca ve İtalyanca öğrendi. Özel dersler alarak Arapça, Farsça veTürkçesini de ilerletti. 1871'da İstanbul'a taşınarak, Matbuat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Hayatının gayesi, Arnavut Arnavutluk topraklarının, 93 (1877-78) harbinin arafesinde Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar ve diğer Hıristiyanlar arasında parsellendiğini gören Abdullah Hüsnü Fraşheri'nin, 1877'de Yanya'da gerçekleştirdiği gizli toplantıda, Arnavutluk toprakları Osmanlılarca korunmayacak olursa, otonom bir Arnavut idaresinin kurularak, Arnavutlarca savunulması kararlaştırılmıştır. Bu Komite'nin hazırladığı Arnavut vilayetlerine özerklik yanlısı program yanında, Bab-ı Ali`ye gönderilen memorandumunda Arnavutluk vilayetlerinin tek bir vilayet altında birleştirilmesi, Arnavutça eğitim veren okullar açılması ve askerlik hizmetinin bu vilayet toprakları içinde sınırlandırılması isteniyordu. Fraşëri'nin komitesi Temmuz ve Aralık 1877'de YunanArnavut koalisyonu kurup bunu Osmanlı İmparatorluğuna karşı kullanmak için Yunanlı yetkililerle iki görüşme yaptı. Aralık 1877 görüşmelerinde Yunanlıların gizli müzakerecisi Skouloudis, etnik sınırlarında bir bağımsız Arnavutluk fikrine karşı çıktı ve görüşmeler kesildi. 161 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 1877 sonunda Abdil Fraşeri Mebus olup Osmanlı parlementosuna girmişti. O sırada İstanbulda kurulan Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'nin başkanlığına seçildi. Komite'nin Ayastefanos Anlaşmasının arkasından Doğan siyasi ortama ayak uydurmasında büyük katkısı oldu. Ona gore, Arnavutların Balkanlı komşularının niyetlerine karşı koyabilmesi için, Osmanlı egemenliği altında Muhtar bir Arnavutluk kurulması idi. Ya da en azından Arnavutların yaşadığı dört vilayet tek bir vilayet olarak birleştirilmeliydi. Prizren Birliği'nin kuruluşuna aktif olarak katıldı ve Birlik'in lideri makamına oturdu. Prizren Birliğinin kuruluş toplantısında Dış İlişkiler Komitesi başkanlığına seçildi. 1 Kasım 1878'de İstanbul'dan resmen Arnavut vilayetlerinin birleştirilmesini talebeden karara imza attı. “Arnavutlar silahlanmalı”hareketinin de içinde yer aldı. Abdullah Hüsnü ve Prizren Birliği Arnavutlar aslında, 19. yy'a kadar kültürel ve siyasi amaçlı örgütlenme çabası içine girmemişlerdi. 19. yy sonuna doğru Arnavut aydınları artık sadece kültürel faaliyetlerle yetinmek niyetinde olmadıklarını göstermeye başladılar. Kurdukları gizli-açık komiteler ve cemiyetler aracılığı ile Arnavutluk için özerklik, hatta bağımsızlık elde etme çabasına girmiştiler. Avrupa toplumları nezdinde Arnavut ulusal varlığını tanıtmaya çalıştılar. Kültürel amaçlı görülen birçok faaliyetin içeriği aynı zamanda siyasi niteliklerde taşımaktaydı.[12] O günlerde İşkodra SAYI 17 - 18 konuşması ile açıldı. Yukarıda maddeleri verilen ve bu Kongre'ce hazırlanmış olan 18 maddelik kararname ile hedefler ve faaliyetler belirtilmişti. Abdullah Hüsnü Fraşheri'nin temsil ettiği Arnavut ulusçular Osmanlı İmparatorluğu`nun parçalanmasından en fazla zarar görecek kesimin, Arnavutlar olacağını anlamışlardı. Arnavutların birliğini ve bütünlüğünü sağlamanın tek yolu Osmanlı İmparatorluğu sınırları dâhilinde kalmak, ancak bölgenin özerkliği için mücadele vermekti. Bu çalışmalar esnasında kurultay üyeleri arasında bazı görüş farklılıkları da ortaya çıkmıştı. Çoğunluğu muhafazakâr paşalar, beyler, din adamlarından oluşan ve arkasında Sultan'ın güçlü desteği bulunan muhafazakârlar, birliğe, Arnavut olmayan Müslüman Balkan unsurlarını (Bosnalı, Bulgar, Türk v.s) da kapsayan İslami bir karakter kazandırılmasını talep etmişlerdir. Kongredeki muhafazakâr kesimin varlığı ve birliğe İslami bir karakter kazandırılması girişimi II. Abdülhamid'in de oldukça işine gelmekte idi. Böylece bir yandan Arnavut ulusçuluğu gölgelenecek öte yandan da, BosnaHersek'in Avusturya'ya karşı savunulmasında bu birlik üyesi Arnavutlar kullanılacaktı. Müslüman muhafazakâr temsilcilerin karşısında yer alan Abdül Fraşheri'nin temsil ettiği Arnavut ulusçu kesime gelince bunlar da, Prizren Birliğini hiç bir dinsel ayrım gözetmeksizin bütün Arnavutların yer aldığı, bir Arnavut hareketi olarak görmek istemişlerdir. Bu kesimin görüşlerine göre Prizren Birliği yalnızca ülkeyi parçalanmaktan korumakla kalmayarak aynı zamanda Arnavutluğun özerk-liği için mücadele de edecekti. Fraşheri`nin temsil ettiği radikal ulusçu kesim Arnavutluğun özerkliğinin bir an önce sağlanması gerektiği düşüncesini savunurken, Sultan yanlısı muhafazakâr kesim üyeler, daha ılımlı bir yaklaşımı tercih ederek, Osmanlı otoritereleri ile işbirliği içinde hareket etme eğilimine girmişler[13] dir. Fraşheri'nin temsil ettiği ulusçu kesim, başlangıçta, muhafazakar nitelikli olan cemiyete kendilerini kabul ettirdiler, 27 Kasım 1878'de Prizren Birliği Arnavutluk için özerklik istedi. XIX. yy'da Osmanlı Devletinin gittikçe zayıflaması, diğer Balkan topraklarında bağımsız devletlerin kurulması ve Arnavut topraklarının parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalması Prizren Birliği (Prizren Ligası) ile doruğa ulaşan bir ulusçu hareketin başlamasına sebep olmuştur. Abdül Fraşheri'nin girişimi ile kurulan Prizren Birliği, 30 delegenin katılımı ile Berlin Kongresinden 3 gün önce 1 Haziran 1878'de Abdullah Hüsnü Fraşheri'nin Arnavutluğa verilecek özerklik, Suriye ve Irak gibi diğer Müslüman unsurlara kötü örnek olabilirdi. Diğer yandan Sırplar, Karadağlılar veYunanlılar, hak talep ettikleri bölgede bir Arnavut devleti kurulmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Rum Ortodoks Patrikliği de Arnavutluk'un özerkliğinin bölgeyi Yunanlaştırma davasına zarar vereceği endişesini taşımaktaydı. 162 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Prizren Birliğinin ulusçu liderleri Arnavutluğun özerklik taleplerini yenilemek üzere yeni bir program hazırlamaya karar verdiler. Bu amaçla Debre'ye gelen Abdullah Hüsnü Fraşheri ile Birlik'in Debre Şubesi Üyeleri arasında yapılan görüşmelerde, Babıaliye sunulmak üzere bazı kararlar alındı; 1. Arnavutlarla meskun Yanya, Manastır, İşkodra ve Kosova Arnavutluğun bir vilayet olarak tek merkezden idare edilmesini mümkün kılacak şekilde idari bakımdan birleştirilmelidir. 2. Arnavutlukta göver yapan bütün memurlar yerel dili bilmelidir. 3. Vilayet merkezinde senede dört kez toplanacak Meclis-i Umumi devlet ve millete faydalı, kararlar almalıdır. 4. Eğitimin yaygınlaştırılarak Arnavutça'nın eğitim dili olarak kullanılması gereklidir. 5. Eğitim ve bayındırlık işlerine harcanmak üzere vilayetin bütün gelirlerinden belli bir miktar ayrılmalıdır. Bu istekler, Birlik Başkanı Debreli İlyas Paşa başkanlığında, dokuz kişilik bir heyetle Ocak 1879'da Padişah'a iletildi. Sultan Abdülhamid başvuruya olumlu cevap vermemiş, ama karşı da çıkmamıştı. 7 Mayıs 1879'da Prizren'de 47 delegenin katıldığı ikinci toplantıda, Arnavut ileri gelenlerinin desteği ile adli otonomi ve 19 Mayıs 1879'da siyasi-idari otonomi arzuları yenilendi. Kuzeyde İşkodra ittifakı Karadağ'a karşı mücadele ederken, güneyde Yanya Rumları Yunanistan'a ilhak için 1879 yılında İstanbul'daki büyük devletlerin elçiliklerine başvurdular. Güney Arnavutluk beyleri de buna muhalefet için aralarında anlaştılar. Yunanistan'a karşı çıkan Güney Arnavutluk Birliği kuzey ile birleşerek 1879 Şubat'ında genel“Arnavutluk Birliği”ni oluşturdular. İşkodra'da olağanüstü bir kongre toplanarak Arnavutluğun özerk bir vilayet haline getirilmesi isteği bir memorandum ile bir kere daha Sultan'a iletildi. 17 Nisan 1880'de İşkodra`da bir gösteri yapılarak, Sultan'la olan ilişkilerini kestiklerinin duyurulmasına karar verildi. 1880 Temmuz'unda Ergiri'de toplanan Kuzey ve Güney Arnavutluk temsilcileri, Yunanistan ve Karadağ'ın saldırması ve Osmanlı Devletinin mukavemet edememesi halinde memleketi savunacak ,“Geçici Bir Arnavut Hükümeti”kurulması kararı aldılar. SAYI 17 - 18 “Abdullah Hüsnü'nün Layihası” Abdullah Hüsnü Bey de bu gelişmeler doğrultusunda II. Abdülhamit'e hitaben yazdığı ve Osmanlı Arşiv kayıtlarına “Arnavutluğa Dair Abdullah Hüsnü'nün Layihası” adıyla geçen altı sayfalık bir layiha göndermiştir. “Bende Kulları Abdullah Hüsnü ” imza ve mühürlü olan layihanın tarihi 1 Teşrin-i evvel (1296) ve (9 Zilkade [14] 1297) yani 13 Ekim 1880 dir. Prizren Birliği 1881'de Osmanlı imparatorluğu tarafından dağıtılınca Abdil Fraşeri tutuklandı ve bir özel mahkemece idama mahkum edildi. Ancak ceza müebbed hapse çevirildi. Üç yıl hapiste kaldıktan sonra sağlık sorunları nedeniyle 1892'de siyasetten uzakta kalma koşuluyla tahliye edildi. Aynı yıl 23 Ekim 1892'de İstanbul'da öldü. İşkodralıVaso Paşa 1825'te İşkodra'da doğdu. 1842-1847 yılları arasında İşkodra'daki İngiliz konsolosluğunda katip olarak çalıştı. 1848-1863 yılları arasında İstanbul'da Hariciye nezaretinde çeşitli katipliklerde bulundu. 1877 sonbaharında Şemseddin Sami ile birlikte Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'ne dahil oldu. 1878'de Prizren Birliği'nin kuruluşuna katıldı. İstanbul'daki İngiliz sefaretine verilen “Arnavutluk Muhtariyet Memorandumu”nu o kaleme almıştı. 18 Temmuz 1883'te, uluslararası anlaşmalar gereği bu makam İmparatorluğun Hıristiyan tebasina tahsis edildiğinden Katolik Vaso Paşa Lübnan valisi oldu. 1892'de ölünceye kadar bu makamda kaldı. Prizren Birliği, Gusinje, Plav, İşkodra, Prizren, Preveza, ve Yanya'da direniş güçleri örgütledi. 1878 Temmuzu'nda başlarında Abdil Bey Fraşëri olmak üzere Prizren Birliği'nin altmış üyesi Berlin Konresini düzenleyen devletlere mektup göndererek Osmanlı-Rus harbinden kaynaklanan Arnavut meselelerinin hallini talep etti. Berlin Kongresi Birlik'in bildirisini görmezden geldi, Sırp ve Bulgar görüşlerine göre hareket etti. Bar ve Podgorica şehirleri ile Gusinye ile Plav dağ köylerinin etrafını Karadağ'a bağladı. İmparatorluğa sadık Arnavutlar, bu toprak kayıplarına şiddetle karşı çıktılar. 163 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR JaniVreto Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'nin Ortodoks Hıristiyan üyelerinden Jani Vreto, güney Arnavutlukta, Postenan'da 1822'de doğdu. Yerel okulda ilk dersleri hem Yunanca ve hem de Arnavutca olarak Nikolla Ikonomi'nden aldı. SAYI 17 - 18 Yanya valisinden Arnavutca eğitim yapacak bir okul açma izni istediğinde tevkif edilerek Gjirokastër hapishanesine kondu. Daha sonra nakledildiği Yedikule zındanında 1895'te öldü. 1879'da İstanbul'da Arnavut Diliyle Yayın Cemiyeti'nin kurucuları arasındaydı. Bu cemiyetin devletce yasaklanmasından sonra matbaasını Bükreş'e taşıdı. Bu matbaa, Arnavutluk bağımsızlık savaşında önemli rol oynadı. Şemseddin Sami'nin ve Komite'nin bir çok yayını bu matbaada basıldı. Güney Arnavutluktaki Kestorati'deki Yunan Zographeion Ortodoks öğretmen semineri binaları (1881) Pandeli Sotiri İstanbul'da 1877'de kurulan Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'nin öteki Ortodoks Hıristiyan üyesi Pandeli Sotiri 1843'te Selcke'de doğdu. Kestorati' deki Yunan öğretmen semineri'ni bitirdi. Bu seminerde Koto Hoxhi dersleri gizlice Arnavutca veriyor ve öğrencilerine Arnavut Milliyetçiliği fikirleri aşılıyordu. 1884'de Arnavutca olarak Dituria (Bilim) dergisini çıkarmağa başladı. 1887 başlarında da Korce'de Arnavutca eğitim yapan bir özel okul açma müsaadesi aldı. Okul 7 Mart 1887'de Terpo Biraderlerin sağladığı binada eğitime başladı. Rum Ortodoks kilisesinin baş papazının yeğeni olan Yunanlı bir bayanla evlenerek Selanik'e yerleşti. Burada Yunanlı Ortodoks fanatiklerce 1892'de öldürüldü. Koto Hoxhi İstanbul'da 1877'de kurulan Arnavut Haklarını Savunma Merkez Komitesi'nin bir diğer Ortodoks Hıristiyan üyesi Koto Hoxhi Kestorati'deki Yunan öğretmen seminerinde dersleri gizlice Arnavutca veriyor ve öğrencilerine Arnavut Milliyetçiliği fikirleri aşılıyordu., Askeri Direniş İmparatorluğun Berlin Kongresinde uğradığı felaketten sonra Prizren Birliği emri altındaki 16000 kişilik silah gücüyle İmparatorluğa isyana hazırlanıyordu. Birliğin tam bağımsızlık talep etmesinden endişe duyan İmparatorluk, Birliğin resmen dağıtılmasını istedi. Arnavut isyancılar 1878 Ağustosunda Osmanlı temsilcisi Mehmet Ali Paşa'yı Cakovica'da öldürdüler. Birlik Kosova şehirleri olan of Vučitrn, Peć, Kosovska Mitrovica, Prizren, and Đakovica'da yönetimi devraldı. Muhtariyet hareketinin önderliğinde Prizren Birliği Osmanlı otoritesini reddetti ve İmparatorluktan tamamen kopma iradesini ortaya koydu. Osmanlı İmparatorluğunun 1881 Nisanında Derviş Paşa komutasında gönderdiği ordu Prizren'i ele geçirdi ve Ulçin'deki direnişi kırdı. 1878 Ağustosunda Berlin Kongresi Prizren Birliği'nden Osmanlı İmparatorluğu ile Karadağ arasındaki sınırı çizmesini istedi. Yunanistan ve Osmanlı İmparatorluğuna da aralarındaki sınır ihtilaflarını çözmelerini buyurdu. Arnavutların başarılı direnci sayesinde Avrupalı güçler, Gusinje ve Plav'ın Osmanlı İmparatorluğuna geri verilmesini kabul ettiler. Fakat halkının çoğu Arnavut olan sahil şehri Ulçin'i de Karadağa bıraktılar. Ancak Arnavutlar boyun eğmeyince Avrupalılar Ulçin'i denizden ablukaya aldılar ve Osmanlı İmparatorluğuna Arnavutları kontrol altına alması konusunda baskı yaptılar. Arnavutların siyasi ve askeri çabaları Epir'i kontrol etmelerini sağladı ama, Teselya ve Arta 1881'de Yunanlılara verildi. 164 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Prizren Birliği'nin Sonu Arnavutların pasifize edilmesine dair dış baskıların artması üzerine İstanbul, Prizren Birliğini dağıtmak ve Ulçin'i Karadağ'a bağlamak üzere Derviş Turgut Paşa idaresinde bir ordu gönderdi. Istanbul'a sadık olan Arnavutlar bu askeri müdaheleyi desteklediler. 1881 nisanında Derviş Paşa 10 000 askeri ile Prizren'e girdi ve Ulçin'deki mukavemeti kırdı. Prizren Birliği'nin liderleri, aileleri ile birlikte İmparatorluğun başka yerlerinde ikamete mecbur edildi. Prizren'de Birlik binası bu gün de muhafaza ediliyor Makedonya'da Bulgaristan, Yunanistan ve Sırplar tarafından desteklenen çeteler Osmanlı otoriteleriyle ve birbiriyle savaşırken, Müslüman Arnavutlar saldırılardan zarar gördü ve Arnavut gerilla grupları bunlara karşılık verdi. 1906'da Arnavut liderler Bitola'da bir araya gelerek“Arnavutluk Kurtuluş Komitesi”ni kurdular. Bir yıl sonra Arnavut gerillalar Korçë'nin Rum Ortodoks metropolitanını öldürdüler. Prizren Birliği aktif olduğu yıllarda Arnavut Milli menfaatlerini Avrupa güçlerinin önüne çıkarabildi. Prizren Birliği sonçta başarısız olduysa da, kendi, amacı istika[9] metinde önemli işler başarmıştı. Hem Karadağ ve hem de Yunanistan, Birliğinin protestoları olmasaydı, Arnavutların hak iddia ettikleri araziden daha çok pay koparabileceklerdi. Prizren Birliği, Arnavut milli teşkilatlanmasının ilk adımı olmuştu. Prizren Birliği'nin Mirası Arnavutları Osmanlılık kimliğinden koparıp, Arnavutluk kimliği vermeyi hedefleyen Arnavut liderlerin önünde aşılması imkansız gibi görünen güçlükler vardı. Oturdukları topraklar Osmanlı teşkilatlanması içinde dört eyalete ayrılmış olduğundan, Arnavutların ortak bir coğrafi ya da siyasal beyin merkezi yoktu. Arnavutların bir kısmının Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlardan olması milliyetçi liderleri, ulusal harekete seküler bir karakter vermeye zorluyordu ki bu özelliği ile dini liderlerin dışlanması gerekiyordu. Din bir yana bırakılınca geriye Arnavutları birleştirecek yegane unsure olarak, standart yazılı bir şekli hatta standart bir alfabesi bile olmayan konuşma dilleri kalıyordu. Latin, Kiril ve Arap harfleri seçeneklerinin herbiri, birbirini dışlayan farklı siyaset ve inanç yönelimi doğuruyordu. 1878'de Arnavutlarla meskun bölgelerin en gelişmişleri olan Gjirokastër, Berat, ve Vlorë'de bile Arnavutça eğitim yapan okul yoktu. Buralarda eğitim dili yaTürkçe, ya daYunancaydı. Prizren Birliği, Balkanlara dört asır egemen olan Osmanlı İmparatorluğunun çekilme sürecine girişine karşı Arnavut tepkilerinin en önemli olanlarından biridir. Daha ziyade Ortodoks Hıristiyanlar komşuları Sırp, Karadağlı, Bulgar ve Yunanlılardan farklı olarak Arnavutlar bu süreçte, başta otuz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu ile işbirliği yolunu seçmişlerdir. Vlorë'de 1912 yılında Arnavutluğun bağımsızlığının ilanı 1912 yılına gelindiğinde Birinci Balkan Savaşı'nın patlamasıyla birlikte Arnavutlar ayaklandı ve şimdiki Arnavutluğu ve Kosova'yı içine alan bölgede bağımsız Arnavutluğu ilan ettiler. 20 Aralık 1912'de Londra'da Büyükelçiler Konferansında şimdiki sınırlarında Bağımsız Arnavutluk kabul edildi. Kaynakca 1. Taylor, A. J. P. (1954): The Struggle for Mastery in Europe 1914-1918, Oxford University Press, p. 253. 2. Taylor, A. J. P., a.g.e. 3. Barbara Jelavich History of the Balkans: Eighteenth and nineteenth centuries Cambridge University 1999 4. Skendi, Stavro. "Beginnings of Albanian Nationalist and Autonomous Trends: The Albanian League, 1878-1881Author". American Slavic and East European Review (American Slavic and East European Review) 1 5. Elsie, Robert "1878 The Resolutions of the League of Prizren" archived from the original on February 20, 2011. 6. Gawrych, George Walter (2006)The crescent and the eagle: Ottoman rule, Islam and the Albanians, 1874-1913 London: I.B.Tauris 7. Kopeček, Michal Discourses of collective identity in Central and Southeast Europe (1770-1945) 2 Budapest, Hungary: Central European University 8. Elsie, Robert (2005) Albanian literature: a short history London: I.B. Tauris in association with the Centre for Albanian Studies 9. Nuray Bozbora,The Policy of Abdulhamid II RegardingThe Prizren League 10. Kopeček, Michal (2006) "Program of the Albanian League of Prizren" Discourses of collective identity in Central and Southeast Europe (1770-1945) 1 Budapest, Hungary: Central European University Press 11. Kopeček, Michal (2006) Discourses of collective identity in Central and Southeast Europe (1770-1945) 1 Budapest, Hungary: Central European University Press 12. S. Kılıç, Bir Osmanlı Aydınının Arnavutluk'a Dair Görüş ve Düşünceleri. 13. N.Bozburun, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk, Arnavut Ulusçuluğunun Gelişimi, Ankara 1995, s. 191-194. 14. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Yıldız Esas Evrakı (YEE), “Arnavutluğa Dair Abdullah Hüsnü'nün Layıhası”, Dosya No:14, Gömlek No:212,T:1297.Za.9, Adet:1/6 165 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Osmanlı Devrinde Rumeli'nin İlim ve Medeniyyet Merkezi: Süleyman Baki, Araştırmacı-Yazar Makedonya Türk Sivil Toplum Teşkilatları Birliği MATÜSİTEB Genel Başkanı Üsküp, Osmanlı Devleti idâresi altına girdiği 1389 tarihinden beri, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde siyâsi, ticâri ve ilmî açıdan Balkanlar'da önemli bir merkez konumundaydı. Bu durumun, Osmanlı'nın bu topraklarda kaldığı ve hatta daha sonra da devam ettiği bilinen bir hakikattir. Tarihte Üsküp şehri, siyâsi ve ticâri açıdan vazgeçilemez bir merkez olma hüvviyyetinin yanısıra, ilim ve medeniyyet (kültür) merkezi olan bir şehir kimliğine sahiptir. Üsküp, zaman zaman Osmanlı sultanlarının uzun süreyle ikâmet ettikleri bir şehir olmuştur. İlim Merkezi Üsküp: Bu şehirde dinî, tabiî ve edebî ilimler alanında bir çok ünlü âlim doğmuş, yaşamış ve burada vefât etmiştir. Evliya Çelebî, ünlü eseri Seyâhatnâme'sinde Üsküb'ün şeyhülislâmının ve nakîbuleşrâfının olduğunu ifâde eder. Bu şehirde, Osmanlı zamanında 12 medrese vardı, ki bu medreselerde hem dinî hem de tabiî ilimler okutulurdu. Zamanla bu medreselerin bir kısmı harâbeye dönmüş, bir kısmı da yer ile yeksân olmuştur. 1900'lü yılların başında bile bu 12 medreseden sadece 8'i ayakta kalabilmiş ve eğitim vermeye devam edebilmiştir. Daha sonra bu 8 medresenin bir kısmı da târihe karışmış ya da eğitim veremez duruma gelmiştir. 1930'lu yılların başına gelindiğinde, medreselerden kala kala Eski-Yeni Hamam civârındaki Emîr İsmâil Medresesi ile Üsküp Türk Çarşısı'nda bulunan Meddâh Medresesi mevcuttu. Günümüzde mevcud olmayan ve Üsküb'ün en eski medreselerinden İshak Bey'in eseri İshak Paşa Medresesi'nde, Osmanlı devrinin bir çok meşhur alimi ders vermiş ve bu şehirde ikâmet etmiştir. Osmanlı Devleti zamanında, Eski Yugoslavya sınırları dâhilinde kütüphânecilik görevinden ilk kez, 1496 yılında yazılıp tasdik edilen İshak Paşa'nın oğlu İsâ Bey'in vâkıfnâmesinde bahsedilmektedir. Bu me'murlar, vakfedenin belirlediği ücret karşılığında çalışırlardı. Ve yine, kaynakların bize sunduğu bilgilere baktığımızda, bu topralklarda en eski kütüphâne 849/1445, İshak Paşa Medresesi'nde bizzat İshak Paşa tarafından kurulmuştur. İsâ Bey de, yaptırdığı İsâ Bey Medresesi için Kur'ân-ı Kerîm tefsîri, şer'î hukuk (şerîat hukuku), şer'î hükümler (dinî hükümler), mantık, Arap dili ve edebiyatı (sarfnahiv-belâgat), edebiyyât, tıb vb. ilminden olmak üzere 330'u aşkın yazma eser vakfetmişltir. İsâ Bey'e ait olan medresenin, câmiin, kütüphânenin ve diğer vakıf mekanlarının idâresi için muazzam bir derecede mülk vakfetmiştir. Bu medresenin kütüphânesindeki eski kitaplardan mâlesef hiç biri mevcud değildir. Dilerseniz, Osmanlı döneminde, Üsküp'te çeşitli alanlarda hizmet vermiş meşhûr âlim, şâir ve mutasavvıflardan bir kaçının ismini zikredelim: Veysî Efendi: Tasvir ve şiirde bir üstâd-ı kâmil, meşhur kâdı (hâkim)lardan Veysî Efendi, 17. asrın başında Üsküb'e tayin olunmuş ve burada vefât etmiştir. 166 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Âşık Çelebî: Bursa'da doğan ve Tezkiretu'ş-Şuarâ'nın sahibi Bursalı Âşık Çelebî (Kâdı Baba/Gâzi Baba)'de Üsküp'te kâdılık görevinde bulunmuş ve 1571'de Üsküp'te ölmüş, kendi ismini taşıyan mezarlıkta defnedilmiştir. Şeyh Lütfullâh Efendi: Velîlerden Şeyh Lutfullâh Efendi, Sultan II. Beyâzıd'ın hocası olup aslen Üsküplü'dür. Vâlihî Çelebî: Aslen Üsküplü olup, yüksek âlimlerdendir. Şiir ve edebiyatta bir üstad. Şeyh Lütfullâh Efendi'nin kabrinin aşağısında medfûndur. Vefât tarihi 909/ 1503'tür. İsmâil Hakkı Bursevî: Ünlü müfessir ve tasavvuf adamı Rûhu'l-Beyân müellifi İsmail Hakkı Bursevî de 16711681 tarihlerinde Üsküp'te yaşamıştır. Kemâl Paşazâde: Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde (İbn-i Kemâl Efendi), Osmanlı Devleti tarafından 16. asrın başlarında Üsküb'e gönderilerek, meşhur İshak Paşa Medresesi'nde müderrislik (profesörlük) yapmıştır. Taşköprüzâde İsâmuddîn: Mevzûâtu'l-Ulûm ve Şakâiku'n-Nu'mâniyye gibi kıymetli eserlerin sahibi ünlü âlim Taşköprüzâde İsâmuddin Ahmed (v. 960/1553) de İshak Paşa Medresesi'nde ders vermiştir. Şeyh Hüsâm Efendi: Şeyh Hüsâm Efendi (v. 1552/53) dahi Üsküp'teki İsâ Bey Medresesi, Bosna'da Hüsrev Bey ve 1548/49'da İshak Paşa Medresesi'ne müderris tayin olunur ve 1552/53 yılında vefât eder. Ca'fer Baba: Bayrâmiyye tarikatının şeyhlerinden olup, Üsküp'te vefât edip, kabri Üsküp kalesi içindedir. Yeşil Efendi: Rumeli eyâletinin meşhur vâizlerindendir. Yeşil renkli elbiselelerle dolaşan bu sâlih insan, Yeşil Baba diye de isimlendirilmiştir. Alaca Câmii civârındaki türbede medfundur. Ayrıca şair ve ediblerden Niyâzî, Şeydâ, Nâmî, Atâ, Riyâzî, Zârî, Hâkî ve Erzî Çelebî gibi zevâtın doğum yerleri Üsküp'tür. Buraya kadar saydıklarımızın dışında daha bir çok ilim adamı, şâir ve mutasavvıf bu şehirden geldi geçti. Medeniyyet merkezi Üsküp: Üsküp, Osmanlı devrinde bir ilim merkeziydi. 523 yıl süren Osmanlı-Türk idâresi, bu emsâlsiz Osmanlı şehrini, san'at ve kültür merkezi yapmayı da başarabilmiştir. Osmanlı mi'mârî eserlere baktığımızda, Üsküp bu açıdan da zengin bir şehir. Hanları, hamamları, imârethâneleri, câmi ve mescidleri, medreseleri, tekkeleri, mektepleri, sebîlhâneleri, konakları, mezarlıkları, köprüleri ve çarşısı ile bir sanat ve kültür merkezi konumundadır Üsküp. 17. asırda Üsküp'te 120 mescid ve câmiin olduğu bilinen bir gerçek. Sultan Murad Camii, İsâ Bey Câmii, Alaca Camii, Yahya Paşa Camii, Mustafa Paşa Camii, Murat Paşa Camii, Köse Kadı Camii, Tütünsüz Mescidi, Hacı Muhyiddin Mescidi, Hacı Yunus Mescidi, Hacı Kâzım Mescidi, Kebîr Mehmed Çelebî Câmii ve Karakapucu Hamza Mescidi gibi günümüzde mevcud olanlar ile Meddah Camii, Arasta Camii, Kazancılar Camii, Dükkancık Camii, Yoğurtçular Camii, Hatuncuklar Camii, Faik Paşa Camii, Mehmed Paşa Camii, İbn-i Payko Camii, Yelen Kapan Camii, Burmalı Camii ve Borozan Mescidi gibi kısmen varolan yada izine bile rastalnılamayan bir çok câmi ve mescidiyle bir vilâyet merkezinin; Kurşunlu Han, Sulu Han, Kapan Han, Kürkçüler Hanı, Yahya Paşa Hanı, İsa Bey Hanı, İshak Bey Hanı, Bedesteni ve Türk Çarşısı ile bir evlâd-ı fâtihan diyârının adıdır Üsküp. Hanlarının yanısıra hamamlarıyla da meşhurdur şehrimiz. Davud Paşa Hamamı, Şengül Hamamı, Kızlar Hamamı, İsâ Bey Hamamı, Çifte Hamam, Eski-Yeni Hamam vd.'ni burada zikredebiliriz. Ayrıca, Fatih Sultan Mehmed'in döneminde tamamlanan ve bir şâheser olan Taşköprü'sü, bambaşka bir mana yüklemektedir bu beldeye. Üsküp ayrıca, ruhâni havanın tenefüs edildiği bir şehir. Evliya Çelebî, 17. asırda yirmi adet tekkenin olduğunu ifâde eder. 20. asrın başlarında kala kala Mevlevî, Sinânî, Celvetî, Kâdirî, Rifâî ve Halvetî tarikatına ait onbeş tekke kalmıştı. Dokuz adet Dâru'l-Kurrâ (Kur'ân-ı Kerîm'i düzgün okuma ilmini yüksek seviyede öğreten mekteb)'nın, yetmiş mektebin, ikiyüz adet sebîlhânenin, yedi tane ücretsiz konaklama yerinin (misâfirhâne) bu şehre farklı bir özellik kazandırdığı da inkâr edilemez. Ünlü âlim Şeyhülislâm İbn-i Kemâl'in şu meşhur sözü aslında her şeyi ifâde ediyor: “Üsküp, yeryüzünde Cennet bahçelerinden bir bahçedir”. 167 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Gizli hazinesiyle Yunanistan'ın kurtuluş ümidi: TEPEDELENLİ ALİ PAŞA İbrahim KAPAKLIKAYA, Yazar ve Çevirmen Yunanistan iflas noktasına gelince, adaların satışı dahil bir çok alternatif çıkış yolu arayışına girdi. Tam o sıralarda gazetelere bir haber yansıdı: “Yunanistan Ali Paşa'nın hazinesini arıyor”. Habere göre Trikala kentinde Ali Paşa'ya ait hazineyi bulmak maksadıyla kazı izni alındığı ve özel kameralarla donatılmış iki sondaj makinesiyle çalışmaların başladığı belirtiliyordu. Peki, kimdi bu Yunanistan'ın umudunu bağladığı Ali Paşa? Bu kadar büyük bir hazinesi nasıl olmuştu? Neden hazinesi mirasçılarına geçmemiş de gömülü kalmıştı? Bir çok kişinin zihninde uyanan bu sorularda aslında bir devrin renkli hikâyesi yatıyor: Napolyon Bonapart'ın önemsediği, devrinin batılı liderlerinin madalyalar taktığı, ünlü Fransız Yazar Alexander Dumas'ın hakkında kitap yazdığı, İngilizlerin bile hayatını kitaplaştırma ihtiyacı duyduğu Tepedelenli Ali Paşa'nın hikâyesi. Burada Tepedelenli Ali Paşa'nın tüm tarihçesini ve devrindeki etkilerini ele alma imkanımız yok. Bu konu ayrıntılı araştırmalar gerektiren bir konu. Ama henüz Türkçede yayınlamamış olan Alexander Dumas'ın Ali Paşa isimli biyografik romanının çevirisini yaparken rastladığım kaynaklardan bir derleme ile döneminin en tartışmalı isimlerinden olan Ali Paşa'yı biraz tanıtmak istedik. Osmanlı İmparatorlu'ğunun Balkanlardaki toprakları 18. yüzyıldan itibaren idare boşlukları, yerel ayaklanmalar, milliyetçilik hareketleri nedeniyle hayli sorunların yaşandığı bir bölge haline gelmişti. İşte bu bölgelerden birisi de şimdiki Yunanistan'ın da bir kısmını içeren Arnavutluk idi. Bu dönemde Arnavutluk ırki ve coğrafi açıdan ikiye bölünmüştü. Birisi Kegalık, diğeri Toskalık. Avlonya Sancağı da Toskalık bölgesinin Laplık kısmında yer 1 alıyordu. İşte Ali Paşa bu bölgede, Tepedelen mütesellimi Veli Paşa'nın oğlu olarak 1744 yılında dünyaya geldi. Gençlik döneminde Derbentler başbuğu Kurt Ahmet Paşa ve Devline Mutasarrıfı Kaplan Paşa'ya hizmet etti. Kaplan Paşa'nın gözüne girmeyi ve damadı olmayı başardı. Önce Devline, sonra Yanya mutasarrıflığına getirildi. 42 yaşındayken (1786) Derbentler Başbuğu oldu. Devlete isyan eden İşkodra Mutasarrıfı Mahmut Paşa'nın üzene gönderildi. Ama o sırada Osmanlı, Avusturya ve Rusya ile savaşa hazırlandığından, asker hazırlamak üzere Tırkala'ya döndü. Sırbistan'da çıkan isyanları bastırmada büyük yararlık gösterdi. 1791 yılında ise Ruslara karşı Maçin cephesinde savaştı. 1795 yılında rütbesi mirmiranlığa (mülki ve askeri paşalık) yükseltildi. Yanya yakınlarındaki Suli bölgesinde yaşayan asi ve saldırgan Sulyotları bastırıp yok etti. İşte bu noktadan itibaren Ali Paşa'nın Arnavutluk'un Toskalık bölgesinin tamamına egemen olma mücadelesinin başladığı söylenebilir. 1798 yılında Fransız işgali altında bulunan Preveze, Parga, Voniça ve Butrinto'yu almaya teşebbüs etti. 1798 yılında Preveze yakınlarında Fransızları bozguna uğratınca, Sultan III. Selim vezirlik unvanı verdi. 1802 yılında da Rumeli valisi olarak Dağlı eşkiyasının özellikle de Pazvandoğlu'nun cezalandırılması için gönderilen kuvvetlerin başına getirildi. Bu arada üç oğlu Ahmet Muhtar, Veli ve Salih de büyümüş yeterlilik göstermiş ve Yanya ve civarı şehirlerin yönetimleriyle görevlendirilerek, paşa unvanı almıştı. Ali Paşa'nın bölgesine egemen olma hırsı onu Avlonya mutasarrıfı İbrahim Paşa ile karşı karşıya getirdi. Kurt Ahmet Paşa'nın damadı olan İbrahim Paşa ile ilk olarak akrabalık ilişkileri kuruldu. İbrahim Paşa'nın iki kızı Ali Paşa'nın iki oğluyla evlendirildi. Ancak bu akrabalık, onun planlarını gerçekleştirmesini kolaylaştıracak bir adım olarak planlanmıştı. Dumas, Ali Paşa'nın hedefine ulaşabilmek için her türlü kılığa girebildiğini, “Müslümanlar arasında iken fanatik bir Müslüman, Bektaşiler arasında iken materyalist, Yunanlılar arasında iken Kutsal Meryem onuruna içen bir Hıristiyan” olabildiğini 2 yazıyordu. Bab-ı Ali ile ilişkilerini iyi tutmak için vergilerini zamanında göndermekle kalmayıp, aynı zamanda nüfuzlu vezirlere sürekli kıymetli hediyeler gönderdiğini belirtiyordu. 168 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Ali Paşa, Avlonya Sancağında yer alan Kurmova bölgesine saldırırken Dağlı Hıristiyanlardan da yardım almaktan çekinmemişti. Yine aynı sancakta bulunan Koniçe Kasabası, Premedi ve Libohova köyünü kendi yönetimine kattı. Sonra eşi aracılığıyla İbrahim Paşa'ya uzlaşma teklif etti. Varılan anlaşmaya göre Ali Paşa'nın bu sancak içerisinde işgal ettiği yerler, İbrahim Paşa'nın büyük kızı ile evlenen Muhtar Paşa'nın çeyizi olarak kabul edilecekti. Bu barış uzun sürmedi. Ohri Sancağı'nın yönetimi yüzünden iki paşa birbirine girdi. Bu arada İbrahim Paşa, Ali Paşa'nın yaptıklarını düzenli olarak İstanbul'a bildiriyordu. Ohri sancağı Ali Paşa'nın tüm gayretlerine rağmen İbrahim Paşa'ya verildi. Bundan büyük huzursuzluk duyan Ali Paşa'nın çıkardığı olaylar, Bab-ı Ali'yi sonunda ohri Sancağı'nı İbrahim Paşa'dan alınarak Celaleddin Beye vermeye yöneltti. Sonraki yıllarda da iki Paşa arasındaki çatışmalar ve kavgalar sürdü. Ali Paşa bir yandan da ele geçirdiği yörelerdeki tüm zenginlikleri kendi hazinesine aktarmaya devam ediyordu. Bu arada Ali Paşa'nın Fransızlarla iyi ilişkiler kurduğunu görüyoruz. İtalya'da bulunan Fransız ordusunun başkomutanı görevindeki Napoleon Buonaparte, Ali Paşa ile yakın iletişim içindeydi. Bizzat yazdığı mektuplar bulunduğu bildirilmektedir. Bu mektuplarda Napoleon, Paşa'yı bağımsız bir Arnavutluk Krallığı kurmaya teşvik ediyordu. Ali Paşa ise bu ilişkiden ticari yararlar sağlamaya, Fransızların kontrolündeki denizlerde ticaret yapmaya, onlardan modern toplar ve mühimmat almaya başlamış, Arta limanında ve Korfu boğazında 3 deniz ticareti imtiyazı sağlamıştı. 1807 yılında yapılan kapsamlı askeri yardım paketinde, bir savaş gemisi, bir korvet, 50 ağır top ve personel ile birkaç subayı Naples 4 Krallığı aracılığıyla göndermişti. Fransızlar bu ittifakı, Ruslar ve Avusturyalıların Balkanlardaki ilerleyişini engellemede kullanmak istiyordu. 1807 yılına gelindiğinde Fransızlar Yedi Ada ve Parga'yı işgal etmişti. O zamana kadar Yunanlıları ayaklanmaya kışkırtmak üzere gizli faaliyetlerini sürdüren Fransızlarla iyi ilişkileri bulunan Ali Paşa'nın bu tarihte İngilizlerle işbirliği yapmaya başladığını görüyoruz. İbrahim Paşa ise Fransızlara yakın duruyordu. İşte bundan istifade etmek isteyen Ali Paşa, İbrahim Paşa'nın ülkeyi Fransızlara teslim edeceği dedikoduları yayarak, Arnavutların ayaklanmasına ve Berat'ta İbrahim Paşa'yı kuşatmasına yol açtı. Sonra da güya İbrahim Paşa'yı kurtarmak için oraya gelip Paşa'yı teslim aldı. Artık Paşa onun kontrolündeydi. Onu Avlonya'da göz hapsinde tutuyordu. Padişah'ın bunu öğrenip derhal Paşayı görevine iade etmesi yönünde gönderdiği fermanı uygulamayıp, bunu neden yapamadığına ilişkin mektuplar yazmaya devam etti. Bu arada Dumas'ın anlatımına göre İngilizlerle anlaşıp, 150 bin sterlin karşılığı Parga'yı 9 Mayıs 1819 tarihinde teslim aldı ve tam bir katliam yaptı. Kaçabilenler ise İngiliz gemileriyle Korfu'ya nakledildi. Artık 65 yaşına gelmiş olan Paşa, İbrahim Paşa'nın tüm malvarlığına da el koymuş, hazinesini iyice zenginleştirmiş olarak Yanya'ya dönmüştü. Batılılardan kral muamelesi görüp, kendisine devlet arması yaptırıyordu. Dumas'ın gerçeğe ne kadar uygun olduğu bilinmeyenanlatımına göre, Venedikten tam teşekküllü bir kimya labarotuvarı ve kimyacılar getirterek, ölümsüzlük iksirini bulmalarını emretti. Ancak uzun araştırmalardan böyle bir iksir çıkmayınca, laboratuarı yaktırıp, kimyacıları öldürttü. Ali Paşa'nın hırsı dinmemişti. Arnavutluk'un tam hâkimiyetini ele geçirmek için Gardik, Ergir ve Debre bölgelerini de fethetmeye çalışıyordu. Hâlbuki buralar zaten Osmanlı topraklarıydı. Buraları kontrol altına aldıktan sonra İşkodra'ya yöneldi. Bu aşamada uzun süredir Mora Yarımadasında isyan çıkmasından çekinen Bab-ı Ali artık Ali Paşa'nın kontrol altına alınmasına karar vermişti. İstanbul'a iltica eden Paşo İsmail Bey'e, Arnavut ajanlar aracılığıyla İstanbul'da suikast düzenletmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ali Paşa Derbentler başbuğluğundan, oğlu Veli Paşa Tırhala mutasarrıflığından azledildi. Rumeli, Mora ve İşkodra valileri onu cezalandırmak üzere görevlendirildi. Ayrıca Nasuhzade Ali Bey kumandasında bir filo Arnavutluk sahiline gönderildi. 169 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ali Paşa ise bir yandan affı için dilekçeler gönderip, aracılar koymaya çalışırken, öbür yandan Yanya'yı tahkim etti. Mora ve diğer bölgelerde isyan çıkarmak için harekete geçti. Rum çeteleri (Kleftiler) ile işbirliği yapmaya başladı. Rumlarla yaptığı ortak toplantıları duyan Bab-ı Ali onun ve oğullarının tüm unvan ve görevlerini elinden alıp, Tepedelen kasabasında oturmalarını emretti. Emre uymadığı için de asi ilan edildi. Serasker Hurşid Paşa komutasındaki ordu, onun egemenliğindeki diğer bölgeleri elinden aldıktan sonra, Yanya'yı kuşattı. İki yıl süren kuşatmadan sonuç alınamadı. Ama uzun süren bu kuşatma ve çeşitli pazarlıklar sonucu Ali Paşa'nın yanında yer alan bazı gruplar ondan ayrılırken, oğulları da bulundukları yerleri teslim ederek Osmanlı'nın yanında yer almaya başladılar. Önce Veli Paşa saf değiştirdi ve Pehlivan Paşa'ya teslim SAYI 17 - 18 oldu. Onun oğlu Mehmet Paşa da Parga'yı teslim etti. Muhtar Paşa ise önce savunduğu Berat kalesini teslim edip Tepedelen'e dönmüşse de, sonra o da devlete teslim oldu. Diğerleri de onlara uydu. Yıkık dökük Yanya'da yalnızlaşan Ali Paşa, Hurşid Paşa' ya teslim olmaya razı oldu. Kendisinin ve ailesinin hayatının korunacağı sözüne güvenerek, birkaç adamıyla Yanya Kalesi yanında bulunan göl üzerindeki Pandeleimon manastırına çekildi. Burada İstanbul'dan gelecek af fermanını bekliyordu. Ancak gelen ferman af değil, idam emri içeriyordu. Ali Paşa, gelenlerin kendisini yakalayacaklarını anlayınca çatışmaya girdi ve 78 yaşında vurularak öldürüldü. Böylece Tepedelenli Ali Paşa hikayesi hazin bir şekilde sona ermiş oldu. Hırsı, sınır tanımazlığı ve hedefe ulaşmak için her yolu mübah görmesiyle, hem Fransız ve İngilizler'in bölgedeki nüfuzlarına katkıda bulunmuş, hem de Osmanlının gücünü zayıflatmış ve Yunanlıların isyanının zeminini hazırlamıştı. Biriktirdiği hazineler mi? Dumas'a göre Yanya Kalesi yanındaki göle gömdüğü, kimilerine göre bölgede başka yerlerde sakladığı hazineleri ise hâlâ bulunamadı. Kimbilir, belki de Yunanistan'ın kurtuluşu, o bulunacak hazine sayesinde olur. Ama binlerce masumun kanı ve canıyla kirlenmiş hazinenin Yunanlıya hayrının olacağını düşünmek bile mümkün değil. 170 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 DÜNYA YIKILSA RUMELİ'NE SIĞAR; ACEP RUMELİ YIKILSA NE OLUR? BALKANLARIN ÖNEMİ BALKANLAR'IN ÖZELLİKLERİ Balkanlar'ı ve burada olup biten olayları anlayabilmek için bölgenin stratejik, coğrafi, etnik vb önemini ve özelliklerini iyi kavramak gerekir. Balkanlar veya Güneydoğu Avrupa, Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası'nın doğusu, Anadolu'nun batısı ve kuzeybatısında yer alan, toplam yüzölçümü 524,701 km2 olan, günümüzde yaklaşık 55.000.000 civarında insanın yaşadığı coğrafî ve kültürel bölgedir. Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi; güneyde Akdeniz; güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi; doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. (Barbara Jelavich, History of the Balkans: Eighteenth and Nineteenth Centuries, Cambridge University Press, Melbourne, 1983, s.1, ISBN 978-0-521-27458-6). (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, s. 25). Türklerden önce, Slav ve Germen kültürlerinin dönem dönem hâkimiyet mücadelelerine sahne olan Balkan yarımadası, Türk kültürüne beşik olmuş, adını bile Türkçeden almış bir bölgedir. Sözlüklerde 'dağ, dağlık alan, ormanlı dağ, sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ, yığın, küme, sazlık, bataklık' gibi anlamlar verilen 'Balkan' kelimesinin Türkçe bir kelime olduğu Türk Dil Kurumu'nun Büyük Türkçe Sözlüğünde de Doç.Dr. Mustafa ATALAR belirtilmektedir. Balkan kelimesi Türkçede: 'Evimizin arkası hep balkandı. (=Evimizin arkasında ormanlı dağ vardı.) cümlesinde olduğu gibi günlük dilde de kullanılan bir kelimedir. Balkan kelimesi Bulgarcada da benzer anlamlarda kullanılmakta, Bulgarlar dağa "balkan", dağlara "balkani", dağlıya da "balkandjiya" demektedirler. Türkmenistan'da da 'Balkan' adını taşıyan bir bölgenin bulunması, sonradan Hıristiyanlaşıp, Slavlaşarak Türkçeyi de, asli kimliklerini unutmalarına, hatta en azılı Türk ve Türklük düşmanlarının başında gelmelerine rağmen, Bulgarların da Orta Asya'dan göçüp Tuna Boylarına gelmiş aslen Türk soylu bir kavim olmaları, balkan kelimesinin Türkçe olduğunun diğer delillerinden sayılabilir. Şemseddin Sami'nin Kamus-ı Türkî'sinde de Balkan sözü, “Sarp ve müsellem veya ormanla mestur dağ, silsile-i cibal” şeklinde açıklanmış, ayrıca “Rumeli kıtasını garbdan şarka şakk eden silsile-i cibal ki buna izafetle kıta-i mezkûreye Balkan şib'i ceziresi deniyor” şeklinde de kelimenin gelişimi belirtilmiştir (Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Dersaadet, 1317, s. 275, Yeniden basımı: Eylül 1998, İstanbul). Balkan kelimesinin Osmanlı Türkçesinde; Golyak Balkanı, Bor Balkanı, Baba Balkanı gibi yaygın bir kullanımı olmakla beraber (Binbaşı M. Nasrullah; Kolağası M. Rüşdi; Mülazım M.Eşref, Osmanlı Atlası XX. Yüzyıl Başları, OSAV, İstanbul, 2003), Osmanlılar, fethedilen Avrupa topraklarını genel olarak Rumeli olarak adlandırıyorlardı. 171 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 ve hep batıya, kızılelmaya doğru ilerlemiştir. Balkan kelimesi bugün aşağı yukarı dünyanın bütün dillerine girmiş, coğrafya, tarihi coğrafya, siyasi ve kültürel coğrafya deyimi olarak yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Balkan ismi daha çok Avrupalı tarihçiler tarafından özellikle de Fransız İhtilali sonrasında biraz da buraları Osmanlı Devletinden koparıp parçalamak, bu coğrafyadaki etnik milliyetçiliği, bölücülüğü, ayrılmayı, ayrışmayı, parçalamayı körüklemek amacına yönelik olarak kullanılmıştır. Nitekim siyasi literatürdeki balkanizasyon tabiri de bunu ifade etmektedir. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde de belirtildiği üzere, Türk dilinde 'Romalıların ülkesi' anlamına gelen Rumeli, eskiden çok geniş bir bölgenin adıydı. Avrupa'ya geçmezden önce Türkler, Anadolu topraklarına Diyar-ı Rum, İklim-i Rum derlerdi. Büyük Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Anadolu'da kurulan yeni devlete de Selçuki-i Rum Devleti (Anadolu Selçukluları Devleti) denildi. Eski Türkler, Roma İmparatorluğu halkını 'Rum', bu imparatorluğa bağlı toprakları da Roma diyarı manasına 'Diyar-ı Rum' veya 'Rumeli' olarak isimlendirirlerdi. Bu birleşik kelimedeki “Rum” kelimesi “Roma” sözcüğünün Osmanlı Türkçesindeki söyleniş biçimini, Rumeli sözü de bir zamanlar Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan toprakları ve halkları ifade ediyordu. Mevlâna Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi gibi isimlerdeki Rumi nispeti de hep Anadolulu anlamında kullanılmıştır. Kısacası Rumeli'nin bugün oldukça dar anlamda kullanılan Rum kelimesiyle, Yunanistan veYunanlılarla ilgisi yoktur. Bu durum yalnız Türklerde değil, Araplarda ve İranlılarda da böyleydi. Selçuklular döneminde Rumeli adı Batı Roma için değil, Doğu Roma yani Bizans ülkesi için kullanılıyor, Anadolu'ya da 'Rum ili' deniyordu. Bizanslıların (Anatolia = Doğu) dedikleri topraklar Osmanlılar döneminde Türklerin Anadolu'su olmuş, Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda Doğu Roma İmparatorluğu'ndan fethettiği topraklara da Rumeli denmiştir. Osmanlılarda ise daha sonraları Rumeli kelimesinin, Balkanlar adlandırmasına denk bir kullanımı olmuştur. Türkler, tarih boyunca genelde batıya doğru fetih ve vatan edinmek için yürümüş, bunu gaye ve ideal olarak benimsemiş bir millettir. Bu ideali ve yürüyüşü de güneşin batarken aldığı şekli kızıl bir elmaya benzetmelerinden ötürü kısaca 'Kızılelma' sözcüğüyle ifade etmişlerdir. Nitekim tarih boyunca Türklerin kızılelması İstanbul, Budapeşte,Viyana, Roma gibi hep batıda olmuştur. Balkanlar, dünyaya hâkim olmak, düzen ve nizam vermek iddiasında olan her millet ve devlet gibi cihangir bir millet olan Türkler, ebed müddet yaşamak isteyen Osmanlılar için de çok önemli olmuştur. Nitekim Osmanlı Devleti kurulduğu tarihten itibaren 150 yıl boyunca yönünü batıya, Balkan topraklarına çevirmiş Balkanlar her zaman dünya barışı için de son derece önemli, adını oluşturan iki heceden de anlaşılabileceği üzere, bal gibi tatlı ama çoğu zaman da çok kanlı bir bölge olmuştur. Osmanlı Devleti, dünyaya nizam ve düzen verebilmek için buna Balkanlardan başlanması gerektiğini, Osmanlı Devletinin ve başkent İstanbul'un savunmasının Tuna'nın ve Balkanların ötelerinden başladığını çok iyi tespit edebilmiş, asırlar boyunca buna uygun politikalar ve stratejiler geliştirebilmiş ve uygulayabilmiştir. Bu anlayışın doğruluğu da asırların tecrübeleriyle test edilip doğrulanmıştır. Çünkü Balkanlarda huzur, barış, güven ve istikrar sağlanmadan dünyada da sağlanamayacağı tarihi tecrübelerle sabittir. Nitekim dünyanın gördüğü en büyük iki savaştan Birinci Dünya savaşı Balkanlardan çıkmış, bu bölge İkinci Dünya Savaşının da en önemli cephelerinden, savaş alanlarından olmuştur. Osmanlı Devleti'ni tarih sahnesinden silmek isteyen emperyalist devletler, Balkanları daha da bölmek, parçalamak, birbirine düşman etmek için en başından beri Balkanizasyon (Balkanlaştırma, bölme, parçalama) politikaları izlemişler, hem Balkanları hem de bütün dünyayı sık sık savaş hattı ve ateş çemberi içine atmışlardır. Fakat şurası da bir gerçektir ki, onların bu politikaları ve uygulamaları Balkan halkları dâhil, şimdiye kadar hiç kimseye, hiçbir millete bir yarar sağlamamıştır, bundan sonra da sağlamayacaktır. BALKANLARIN ÖNEMİ Muhteşem ve mucizevî Türk irfanı, Türk Milletinin Rumeli'ye bakışını, Rumeli'nin onun gözündeki ve gönlündeki yerini, asırların tecrübesiyle, Balkanların ve Balkan Müslümanlığının, Türk Milleti, Türklük ve Müslümanlık için taşıdığı önemi, asırlardan beri dilden dile dolaşan bu özdeyişle çok güzel ifade etmiştir. Bu güzel özdeyişle Balkanların önemini çok iyi vurgulan Türk Milleti, elbette Rumeli yıkımının ve kaybının nelere mal olabileceğini de çok iyi biliyordu. Ama 'Lafın tamamı ahmağa söylenir!' anlayışındaki Türk irfanı bu sözün de tamamını açık olarak belirtmemiş, gerisini anlamayı bunu çok iyi anlaması ve gerekli dersleri çıkarması gerekenlerin aklına, fikrine, izanına, anlayışına bırakmıştır. 172 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Balkanlar ve Rumeli üzerine yazılmış çizilmiş pek çok kitaplar, söylenmiş sayısız sözler vardır. Fakat herhalde Rumeli'nin bizim için taşıdığı değeri, dini, siyasi, sosyal, kültürel, tarihi, iktisadi, stratejik vb gibi açılardan olağanüstü önemi, bu kadar kısa ve veciz bir sözle, bu kadar iyi, güzel, doğru bir biçimde ve tam olarak ifade edebilmek başka kimseye ve başka bir millete nasip olmamıştır. Türk Milleti, o olağanüstü feraseti ve basiretiyle Rumeli'nin değerini ve önemini asırlar öncesinden bu kadar iyi anlayabilmiş, keşfedebilmiş, tespit edebilmiş, Rumeli'yi kaybetmenin dünyayı kaybetmekten daha büyük bir felaket olacağını, Rumeli'yi kaybedenin Anadolu'da da barınmasının kolay olamayacağını bu tek cümlelik vecizesine sığdırabilme başarısını da gösterebilmiştir. Türk Milleti, aslında başka bir Milletin yazılı ve sözlü kültüründe bulunamayacak değerdeki sözleri, özdeyişleri, vecizeleri ve atasözleriyle de büyük bir Millettir. Konuya biraz daha yakından bakılır ve incelenirse Anadolu ile Rumeli'nin kaderlerinin birbirine çok yakından ve sıkı sıkıya bağlı olduğu çok iyi anlaşılır. Bu yüzden Türklerin Ata yurdu Orta Asya'dan beri söyleyegeldikleri: 'Dünya yıkılsa Rumeli'ne sığar; acep Rumeli yıkılırsa ne olur?!' özdeyişi, sadece duygusal, romantik bir duygunun, düşüncenin ve gönül bağının ifadesi değil, aynı zamanda çok önemli bir gerçeğin de ifadesidir. Türk Milletini, Türkçeyi, Türk mantalitesini, Türk ifade ve anlatım tarzını doğru dürüst anlayamayanların bu sözle ifade edilmek istenenleri anlayabilmeleri de mümkün değildir. Allah Türk milletini yönetici, idareci bir millet olarak yarattığı gibiTürkçe'yi de bir yönetim dili olarak geliştirmiştir. Mesela dünyadaki bazı diller sıfat ağırlıklı diller oldukları halde Türkçe fiil ağırlıklı bir dildir. Bu kısacık cümle içinde bile dört tane fiil kullanılmıştır. Türk milleti, yağcılık, yalakalık, mübalağa yapmaktan, palavra atmaktan hoşlanmadığı gibi Türkçe de çoğu başka diller gibi yalakalığa, mübalağaya, palavraya müsaittir değildir. Türkçe'de her şey son derece net, açık, kesindir. Az sözle çok şey ifade edilir. Türkçe'de lafın tamamı ahmağa söylenir. Burada söz de Türkçe'nin ifade kabiliyetinin ve az sözle çok şey ifade edebilme özelliğinin en güzel örneklerindendir. Daha Rumeli bizim olmadan söylenmeye başlanan bu sözde Rumelinin öneminden, Rumeli hakimiyeti ile dünyaya hakimiyeti arasındaki ilişkilere, Rumeli'ye ve dünyaya hakim olmanın, cihangir, töreli, dünyaya nizam verebilecek bir millet olmanın şartlarına kadar pek çok arka plan bilgisi bu sözün arkasında gizlidir. Bunu ancak Türk imanına, irfanına, mantalitesine, düşünce tarzına sahip olanlar ve sahip oldukları ölçüde anlayabilirler. Burada cihangir bir millet olma iddiasında olan Türk milletine Rumeli'ye (Anadolu ile Balkanlara beraber ve birlikte) sahip olmadıkça bunu SAYI 17 - 18 gerçekleştiremeyeceği, Rumeli'yi vatan etmenin, elde tutmanın, fethetmekten daha zor olduğu, bunun için çok büyük bir iman, inanç, ideal, ruh, gerektiği, ancak o ruhla ve inançla buraların vatan edinilebileceği, bütün dünyası yıkılsa bile Rumeli elinde oldukça yeniden ayağa kalkabilmesinin, dirilmesinin mümkün olduğu anlatılır. O ruhun ne olduğu, ne kadar hayati bir önemde olduğu da Türk Milletinin ve dünyanın en büyük mimarlarından Mimar Sinan tarafından, en büyük eseri olan Rumeli'nin ortasındaki Edirne Selimiye Camii'nde lafla, sözle değil ama herkesin kolayca göremeyeceği bir yere işlenmiş küçük bir ters lale motifiyle anlatılmıştır. Ters lale hilal kelimesinin tersinden okunuşudur. Aynı zamanda lale, hilal ve Allah kelimeleri Arapça'da aynı harflerle yazılır, ebced hesabıyla her üçünün de sayısal değeri 66 etmektedir. Mimar Sinan demek istemiştir ki: 'Siz İslamın bayraktarlığını yaptığınız ve kendinizi İlâ-i Kelimetullah yolunda cihada adadığınız için Balkanlara ve dünyaya sahip olduğunuz. Bu hakimiyetinizi, gücünüzü ve üstünlüğünüzü de ancak bu sayede devam ettirebilirsiniz. Eğer bu bayrağı, hilalle temsil edilen Allah inancını terk eder elinizden bırakırsanız, batarsınız!' Büyük İskenderden Sezar'a, Eski Yunan'dan Perslere, Romalılara, Bizanslılara kadar, hatta günümüzün süper devletleri Rusya ve ABD'ye kadar herkes Balkanlarla ilgilenmiştir. Ama bu bölgede Osmanlı'dan daha uzun kalabileni, huzur, barış ve istikrar sağlayabileni olmamıştır. Acaba bunun sebebi nedir? Rumeli adı, her ne kadar, Osmanlılar döneminden beri daha çok devletin Avrupa kıtasında kalan topraklarını anlatmak için kullanılmış olsa da, bu ad daha önceleri bu kadar dar bir coğrafi alanı değil, çok daha geniş bir bölgeyi kapsıyordu. Bu özdeyişteki 'Rumeli' adı o zaman sadece Balkanları değil, Balkanlarla beraber bütün Anadolu'yu da ifade ediyordu. Nitekim ilk Türk yerleşmelerinden itibaren Anadolu'nun tamamı 'Diyar-ı Rûm' yani Rumeli olarak adlandırılmaktaydı. Doğu Anadolu'nun en önemli şehirlerinden ve giriş kapılarından birine, Erzurum (Arz-ı Rum = Rum ili) adının verilmiş olması, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi gibi pek çok manevi fetih önderlerinin ve liderinin de Rûmî (Rumeli'li, Roma'lı, Anadolu'lu) mahlasını ve nisbetini tercih etmeleri hiç de boşuna ve anlamsız bir seçim değildir. Osmanlı Devleti, daha kurulur kurulmaz gelişme yönünü batıya, Balkanlara doğru çevirmesi, 150 yıl boyunca hep batıya doğru yayılmaya çalışması, Balkanları fethederek, bu toprakları vatanlaştırmayı kendisine birinci öncelikli hedef seçmesi çok dikkat çekici durumdur. Bunda Türk milletinin bu temel felsefenin ve anlayışının çok büyük bir rolü vardır. 173 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Özellikle batı Türklerinin kaderi açısından, Balkanlarla beraber Anadolu toprakları, her zaman birbiriyle çok yakından bağlantılı ve bağımlı olmuşlar, birbirlerinin ayrılmaz parçası olmuşlardır. Osmanlı Devleti, Asya'da Anadolu, Avrupa'da Rumeli ve ortada başkent İstanbul jeopolitik dengesi üzerine kurulmuş ve yaşayabilmişti. Osmanlı Devletinin bu kadar uzun ömürlü olabilmesinde bu jeopolitik dengenin çok önemli bir rolü vardır. Bu yüzdendir ki, Rumeli Fatihi olarak tarihlere geçen Orhan Gazi'nin büyük oğlu Gazi Süleyman Paşa'nın 28 Mayıs 1354 tarihinde ilk defa kalıcı olarak ve bir daha çıkmamak üzere Çanakkale Boğazından karşı kıyıya yani Rumeli'ye geçişi Türk Tarihinin en önemli olaylarından biri sayılır. Süleyman Paşa'dan önce de birçok kereler karşı kıyıya geçilmesine rağmen bu geçişler gidiş dönüş şeklinde olmuş, kalıcı fetih veya vatanlaştırma amacıyla olmamıştı. Osmanlıların Rumeli'ye kalıcı olarak geçmeleri, tarihi açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuş, Bizans'ın karadan ve denizden Avrupa ile ilişkileri kesilmiş, yaklaşık yüz yıl kadar sonra İstanbul'un fethine de zemin hazırlamıştı. Şehzade Süleyman Paşa ve 40 alpereninin öküz derisinden şişirdikleri tulumlardan sal yaparak Çanakkale Boğazı'nın en dar yerinden bu toprakları diyarı İslama katabilmek amacıyla Avrupa yakasına geçişlerinin ne kadar büyük ve önemli bir olay olduğunu en iyi anlayabilen ve ifade edenlerden biri de Mevlid şairi Süleyman Çelebi'nin ana tarafından dedesi Şeyh Mahmud olmuştur. Şeyh Edebali'nin oğlu, Osman Gazi'nin kayınbiraderi, Şehzade Süleymân'ın silah arkadaşı olan Şeyh Mahmud, bu unutulmaz şehidin adını daha sonra Mevlid'i de yazacak olan torununa koymuş, onun Rumeli'yi Osmanlı'ya ve İslama yâr etmek için yaptıklarını ve bu yoldaki olağanüstü başarılarını şahadeti üzerine yazdığı mersiyesinde şöyle tebcil etmişti: Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın! Yakasın Rumeli'nin dest-i takva (takva eli) ile almışsın! Gerçekten de Rumeli kılıç zoruyla değil, takva eliyle, İlâ-i Kelimetullah idealiyle alınmış ve İslam topraklarına katılmıştır. Bu büyük, olağanüstü ve mucizevi başarı ve kazanç, başta Gazi Süleyman Paşa olmak üzere bunu başaranları Türk İslam tarihinin en büyük, en unutulmaz şahsiyetleri arasında katmıştır. Rumeli'nin İslam'ın ışığıyla aydınlanmasından sonra Anadolu ve Balkanlar, bütün Türk ve İslam dünyasının umudu, kalbi, merkezi, temeli, ana binayı ayakta tutan SAYI 17 - 18 esas sütunu, direği haline gelmiştir. Bu durum, bütün Müslümanların gözünü ve gönlünü batıya çevirmiş, Kızılelmaya doğru yolculuk Türklerin ortak bakış açısı, düşüncesi, tartışmasız olarak kesin kabulü ve ideali haline gelmiştir. Gerçekten de Osmanlı Devleti Balkanlara doğru genişledikçe güç ve kuvvet kazanmış, Balkanları kaybettikten sonra ise, neredeyse bütün direncini ve savunma gücünü kaybetmiş, dış saldırılara karşı koyamaz, karşı duramaz, kendini koruyamaz, yabancı işgallere de açık hale gelmiştir. Türk Milletinin bu görüşü, tarihi süreç içerisinde asırlardan beri yaşanan tecrübelerle, türlü olaylarla tarih laboratuarında defalarca test edilmiş, her defasında doğruluğu pek az tarihi yargıya nasip olabilecek bir kesinlikle onaylanmıştır. Bu görüşün, anlayışın, değerlendirmenin, siyasetin, stratejinin ve teorinin ne kadar doğru, sağlam ve yerinde olduğu, buna aykırı her tutum ve davranış karşısında çok ağır bedeller ödenmesinden de bellidir. Örneğin, kurulduğu günden itibaren yüz yılı aşkın bir süre yönünü hep Batıya ve Balkanlara doğru çeviren, o yönde ilerleyen Osmanlı Devleti, Yıldırım Beyazıt'la beraber doğuyla da ilgilenme, hâkimiyetini doğuya doğru da genişletme ihtiyacını duydu. Fakat daha yönünü doğuya çevirir çevirmez büyük bir dirençle karşılaştı, Anadolu'daki Türk beylikleriyle çatışma içerisine girdi. Osmanlı Devleti bu vakitsiz, belki de yersiz strateji hatasının bedelini, doğudan gelen ve Anadolu beylerinin de desteğini alan Timur saldırıları karşısında dağılma ve tarih sahnesinden silinme tehlikesi altına düşmekle ödedi (1402). Timur orduları, Anadolu'daki Osmanlı topraklarını ve şehirlerini işgal, yağma ve talan ettiler, her tarafı yakıp yıktılar, ardından da bu toprakları eski sahipleri olan beyliklere geri verdiler. Anadolu kaybedilmişti ama Balkanlar hala Osmanlı Devleti'nin eldeydi veTimur Balkanlara geçememişti. 174 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Rumeli'nin elde kalması sayesinde, onbir yıllık bir Fetret Devrinin (1402-1413) ardından Osmanlı Devleti, efsanevi Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden daha güçlü ve daha sağlam bir şekilde doğabildi, dirilip ayağa kalkabildi. Yıkılan ve yerle bir olan Osmanlı Devletinin, yani koca bir dünyanın, Rumeli'ne sığabileceği öngörüsü böylece bir kere daha test edilmiş ve tam anlamıyla doğruluğu ispat edilmişti. Elde, yıkılan dünyanın sığabileceği bir Rumeli bulunduğu için, Osmanlı Devleti yeniden, bir kere daha, üstelik eskisinden çok daha güçlü bir şekilde gelişip güçlenebilmiş, koca bir çınar gibi dallarını dünyanın bütün iklimlerine yayabilmiş, asırlar boyunca da dünyanın tek ve en büyük süper gücü olmayı başarabilmiştir. Bu yeniden dirilişte ve ayağa kalkışta, hiç kuşkusuz Balkanlara sahip ve hâkim olabilmenin çok büyük bir yeri ve önemi vardı. Türk Milleti, yakın tarihte, kendisine Rumeli'nin ne kadar önemli olduğunu çok büyük bedeller ödeterek ispatlayan çok acı olaylar yaşamıştır. Ne yazık ki biz Rumeli'yi ve Balkanları, buraların önemini yeterince takdir edemediğimizden, hem de çok kolay ve basit bir şekilde kaybettik. Bazı tarihçiler, Osmanlı Devletinin gerçek yıkılışının Balkan Savaşını ve Balkanları kaybetmesiyle gerçekleştiğini, ondan sonra yaşananların ise zaten kaybedilmiş bir mücadelede uzatmaları oynamaktan öteye geçmediğini söylerler. Nitekim Balkanların kaybının (1912) üzerinden daha on yıl bile geçmeden, başkent İstanbul dâhil Anadolu'nun büyük bir bölümü düşman işgaline uğramış (1919), yaşanan acı olaylar anlayabilen herkese Balkanların ne kadar büyük bir hayati önemi haiz olduğunu bir kere daha ve çok açık bir şekilde ispat etmiştir. Açıkça ortada olduğu gibi, Balkanlar elden gidince, ne devleti, ne milleti, ne ülkeyi, ne Anadolu'yu, ne de Osmanlı'yı sağlam bir şekilde ayakta tutabilmek mümkün oldu. Balkanların bizim için tarihi, kültürel, iktisadi, siyasi, sosyal vb önemi üzerinde ne kadar durulsa yine de azdır. Ancak sözü fazla uzatmamak için şimdilik Eski Zağra Müftüsü Raci Efendi'nin Balkanların Türkiye için taşıdığı ikstisadi ve siyasi öneme işaret şu beytiyle yetinelim: Besledi beşyüz sene İstanbul'u Devleti teyid eden (destekleyen, güçlendiren) Rumeli! BALKANLARVE ANADOLU İLİŞKİSİ Balkanlarla Anadolu arasında şaşılacak kadar çok benzerlikler, paralellikler, ilişkiler, ilgi ve alakalar, kader birlikleri vardır. Bunların her iki coğrafya ve halkları açısından taşıdığı büyük önem tarih boyunca, özellikle de bizim yakın tarihimizde neredeyse matematiksel bir kesinlikle ispat edilmiştir. SAYI 17 - 18 Bu benzerlikleri, paralellikleri, ilgi ve alakaları isim benzerliklerinden coğrafi benzerliklere, muhatap oldukları tehdit ve tehlikelerin benzerliğinden, halklarının huy, karakter, adet, gelenek, görenek, dil, kültür ve tarih benzerliklerine kadar genişletebilmek mümkündür. Örneğin Osmanlı Devletinin batıya, Avrupa'ya çıkış kapısı Balkanlara Rumeli dendiği gibi, onu doğuya, Asya'ya bağlayan, Anadolu'ya giriş kapısı niteliğindeki en büyük şehrine de aşağı yukarı aynı isim verilmiştir. Erzurum ve Rumeli aynı anlama gelmektedir. Anadolu'nun doğusu ile Balkanlar coğrafi açıdan da birbirlerine çok benzedikleri gibi, halklarının kaderleri, karakter yapıları arasında da ilginç benzerlikler vardır. Her iki bölge de Osmanlı Devleti'nin son asrında devletin, milletin müdafaa hattı durumuna gelmişler, mücadelenin en çetinleri bu yörelerde yaşanmıştır. Osmanlı Devleti son iki asrında Ruslar tarafından Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden kıskaca alınmaya çalışılmış, her iki bölge çoğu zaman aynı anda, aynı düşmanlara karşı hem kendisinin hem de bütün devletin ve milletin varlığını, birliğini, dirliğini ve bekasını savunmak zorunda kalmıştır. Her iki bölgede yaşayan özellikle Müslüman halkların karakter yapıları ve huyları arasında o kadar yakın benzerlikler vardı ki, örneğin Arnavutlara Balkanların Kürtleri deniyordu. Bu benzerlikleri çok iyi görebilmiş ve teşhis edebilmiş büyük bir siyasi deha olan Sultan II. Abdülhamid Han da her iki bölge için benzer politikalar geliştirerek uygulamaya koymuş, yıkılmanın eşiğindeki Osmanlı Devleti'ni bu akıllı politikaları sayesinde 33 yıl daha, hem de güçlendirerek ayakta tutmayı başarabilmişti. Abdülhamid'in uyguladığı politikaların ne kadar doğru ve yerinde olduğu çok başarılı sonuçlarıyla kendini göstermiş, bu politikalardan sapılmasıyla ayrılık, gayrılık davasına kalkışan Arnavutlar ve Balkan Müslümanları büyük bir ateş çemberinin içine düşmüşler, Doğu Anadolu ve Kürtler ise son anda ve çok büyük bir mücadelenin ardından felaketin kıyısından dönebilmişlerdir. Bütün yaşananlar, olup bitenler her iki bölgenin kaderinin birbiriyle ve bütün milletin kaderiyle ne kadar bağlantılı olduğunu ibretle bakabilenlere açık seçik bir şekilde gösteriyor. 175 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR BALKANLARIN VE BALKAN MÜSLÜMANLARININ ÖNEMİ SAYI 17 - 18 getirmeye başladığımız zaman ancak ileriye ümitle bakabiliriz. Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, hem Osmanlı Devleti'nin birlik ve bütünlüğü, hem Anadolu'daki, hem de bütün dünyadaki Türk-İslam varlığı için her zaman son derece hayati önemde olmuştur. Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, asırlar boyunca devletin, milletin, vatanın kilidi, kapısı, anahtarı ve bekçisi olmuştur. Balkan Müslümanları, bu serhat bekçiliği görevlerini, gerektiğinde çok büyük bedeller de ödeyerek asırlar boyunca şanla, şerefle ve başarıyla yerine getirdiler. Yakın dönemde önce Osmanlılardan, daha sonra da Türkiye Cumhuriyetinden ve anavatandan arzu ettikleri, umdukları, bekledikleri yardım, destek ve ilgiyi göremeseler de, her zaman candan ve gönülden bağlı oldukları milli ve manevi değerlerine, vatanlarına, milletlerine, dinlerine, diyanetlerine, ecdat yadigârı maddi ve manevi kültür miraslarına samimiyetle bağlı kalmayı, sahip çıkmayı ve bunları canla başla savunmayı hep sürdürdüler. Bunu varlık ve beka sebebi olarak gördüler. Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemi, tarihin hiçbir döneminde asla azalmamış, tersine hep artarak devam etmiştir. Fakat ne yazık ki, Türklüğün ve Müslümanlığın geleceği için onların bu hayati önemlerini ve gereklerini çok iyi bilmesi, anlaması, takdir edip gereğini yapması gerekenlerin bu feraset ve basireti her zaman gösterebildiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu basiret ve ferasetin son medeniyet buhranı dönemimizde iyice dibe vurması, gittikçe daha da gerilemesi geleceğimiz açısından son derece korkutucu ve ürkütücü bir tablo halini almıştır. Son birkaç asırdan beri çektiğimiz sayısız ve sınırsız sıkıntılar yanında Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemini, gereğini ve gerekliğini yeterince anlayıp, algılayabilecek, takdir edilebilecek devlet adamı ve aydın açısından kıtlığı, yokluğu ve yoksunluğu da çekiyoruz. II. Abdülhamit Han gibi yok denebilecek kadar az sayıda şahsiyetler hariç tutulacak olursa, devletin üst yönetim kadrolarına bu nitelikte, çapta, kafada, kıratta, anlayışta ve özellikte devlet adamı, yönetici, aydın, ilim, fikir, düşünce ve eylem adamları yetiştiremediğimiz ortadadır. Zaten devletimizin, milletimizin başına gelen felaketlerin, içine sürüklendiğimiz acınası durumların baş müsebbibi de bu kahturricâl (adam kıtlığı) değil midir? Son dönemlerde yaşanan bazı olumlu gelişmeler ümit verici olsa da olması gerekenden, hele ideal olandan ne kadar uzakta olduğumuz, önümüzde alınması gereken daha çok yol, çözülmesi gereken çok sorun bulunduğu da bir gerçektir. Bunları en iyi ve en doğru şekilde algılayıp anlayabilecek feraset ve basirete sahip olabildiğimiz, kendimizi ve şartları ona göre hazırlayabildiğimiz, olaylar bize değil, biz olaylara yön verebilecek hale gelebildiğimiz ve gereğini de en iyi şekilde yerine Balkanların ve Balkan Müslümanlarının stratejik önemini anlayamamanın acı sonuçlarını millet olarak biz her zaman çok büyük acılarla ve felaketlerle yaşadık. Bugün bile yaşamakta olduğumuz sorunların pek çoğu bu basiret ve feraset eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Balkanlar ve Balkan Müslümanları bizim için o kadar önemliydi ki; bizim Balkan Savaşlarını kaybetmemiz sadece milyonlarca silahsız, savunmasız Balkan Müslümanını zalim ve vahşi düşmanları karşısında zavallı küçük çocuklar gibi, kimsiz, kimsesiz, işlevsiz, yetim ve sahipsiz bırakmadı, bu yenilgiyle bizim acımasız can düşmanlarımız karşısındaki bütün savunma hattımız da çöktü, Balkan Savaşları yenilgisinin üzerinde daha bir yıl bile geçmeden, onların ölümcül ve yok edici tehditlerini ve silahlarını gırtlağımızda ve can evimizde hissettik. Emperyalist devletler, dinimizi, devletimizi ve milletimizi tarih sahnesinden silmek için, kolayca Çanakkale Boğazına gelip dayanıverdiler. Artık Balkanlar ve Balkan Müslümanları yanımızda olamadığı için, Çanakkale Boğazında gösterdiğimiz o olağanüstü direniş, dökülen onca kanlar, ödenen bedeller, verilen şehitler, hatta kazanılan zafer bile kurtuluşumuza yetmedi. Balkanların kaybından beş altı yıl sonra, Birinci Dünya Savaşının ardından, Devletin başkenti İstanbul dâhil, Anadolu'nun pek çok yeri düşman işgaline uğradı, düşman çizmeleri altında çiğnendi. Haritada çarşaf gibi geniş ve kocaman görünen vatan topraklarımızdan, ancak mendil kadarlık bir kısmını, o da inanılmaz fedakârlıklarla kurtarabildik. Anadolu ile Balkanların kaderinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu bu olaylar bütün açıklığıyla ortaya koymaya yeter. Burada tarihin ve kaderin bir başka ilginç ve dikkat çekici cilvesinden söz etmek yararlı olabilir. Bilindiği gibi Rumeli'nin kaybının hemen ardından anayurdumuz Anadolu'yu da kaybetme tehlikesiyle yüzyüze kalmış, hiç olmazsa burayı kurtarabilmek için her türlü imkânsızlığa rağmen olağanüstü bir ölüm kalım savaşına girmek zorunda kalmıştık. Peki bu kurtuluş mücadelesini başlattığımız yerin, yani Erzurum'un ne anlama geldiğini acaba kaçımız biliyoruz. Bugün biz coğrafi olarak Erzurum'u Rumeli'den saymayız. 'Erzurum nire, Rumeli nire?' deriz. Ama ecdadımız, böyle demiyor, böyle düşünmüyor, 176 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Balkanlarla beraber Anadolu'nun tamamını Rumeli kabul ediyordu. Bu yüzdendir ki, Anadolu'nun giriş kapısı niteliğindeki en büyük şehre de Erzurum yani 'Rumeli' adını vermişler. Ecdadımızın tarih, coğrafya, kültür ve medeniyet bilincinin ne kadar yüksek, cihan hakimiyeti mefkuresinin de ne kadar ileri boyutlarda olduğunu, çok doğru ve sağlam temellere dayandığını sırf bu örnek ispatlamaya yeter. Ayrıca en son kurtuluş savaşımızın başladığı yerin en azından adının Rumeli, yani Erzurum olması da sadece bir tesadüf esere olmasa, üzerinde iyice ve derinlemesine düşünmemiz gereken çok daha derin anlamları olsa gerektir. Öte yandan, bizim Balkanlara yönelik ilgimiz, alakamız azalırken, bu coğrafyaya bizden çok daha uzak olan Batılı emperyalist ülkelerin, özellikle de Rusya'nın ilgisinin gittikçe daha da arttığını görüyoruz. Çünkü onların ileri görüşlü ve donanımlı devlet adamları Balkanların öneminin çok iyi farkındaydılar. Başta Rusya olmak üzere bütün Batılı güçler, bu bölgeyle özel olarak ilgilenmeyi, dünyaya kendi çıkarlarına göre yön ve şekil verme politikalarının merkezine bu coğrafyayı oturtmayı, uygulayacakları, geliştirecekleri taktik ve stratejilerde Balkanlara ve Balkanlardaki belli etnik gruplara özel önem vermeyi, özel roller biçmeyi temel politika olarak benimsediler. Bölgede izledikleri Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman bir politikaları gizleme gereği duymadılar, bunları politikacılarının ve devlet adamlarının eylem ve söylemleriyle de zaman zaman dışa vurmaktan çekinmediler. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılında yaptığı bir konuşmada, "Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır" diyerek, Sırpları asırlar boyu "Doğu"dan gelen "İslami tehdit"e karşı "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, böylece Sırp yanlısı, Müslüman düşmanı bakış açısını açıkça ortaya koyarak özetlemişti. SAYI 17 - 18 Batılı çevrelerin İslamiyeti Batı ve Balkanlar için tehdit unsuru, Sırpları da "kapının bekçileri” olarak gören bu algıları tarih boyunca hiç değişmemiştir. Balkan Müslümanlarına karşı asırlardan beri girişilen başta Sırp saldırganlığı ve kıyımı olmak üzere, bütün insanlık dışı saldırılara ve katliamlara batılılarca her zaman göz yumulmasının, hatta el altından desteklenip, kışkırtılmasının temelinde bu algı yatmaktadır. Bunun en son örneği de 1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşında yaşanmıştır. Sırpların daha çok Müslüman kanı dökmelerinin, daha fazla toprak kazanmalarının sağlanması için Batının hiçbir müdahalede bulunmadan 3,5 yıl beklemesi, Avrupanın ortasında ve herkesin gözü önünde cereyan eden vahşi Sırp saldırılarına, etnik ve dini temizlik harekâtına sessiz ve seyirci kalması, hatta Müslümanlara karşı silah ambargosu uygulayarak ellerini kollarını iyice bağlaması da bu politikaların uygulanmasından başka bir şey değildir. Rumeli tarih boyunca bizim için hep önemli, değerli, gerekli olmuştur. En sade vatandaşımızdan en üst düzeydeki devlet, kültür, sanat, ilim ve fikir adamla-rımıza kadar Allah, tarih, millet ve insanlık önündeki görev ve sorumluluklarının bilincinde olan Türk Mille-tinin bütün fertlerinin de her zaman bunun bilincinde ve ayırdında olması gerekir. Zaten Türk olmak da, bir kişinin şu veya bu etnik kökenden gelmesiyle, kafata-sının şekliyle değil, ancak bu gibi konularda ne kadar fark ve temyiz sahibi olduğuyla ölçülebilir. Kısacası, bu bilincin, fark ve temyizin asırlar boyunca bizim büyük-lerimizin büyük ve anlamlı sözlerinde, şairlerimizin şiirlerinde, ozanlarımızın türkülerinde, musikişinasla-rımızın şarkılarında, askerlerimizin marşlarında, halkı-mızın da atasözlerinde ve deyimlerinde hep yaşaması, yaşatılması ve terennüm edilmesi boşuna değildir. 177 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Savaş Sonrası Bosna Bugün Neyi Yaşıyor, Neyi Hissediyor Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu Sakarya Üniversitesi 1992-1995 arasında yaşadığı büyük savaştan 16 yıl geçmesine rağmen Bosna'da bu savaşın izlerini halen, üstelik güçlü bir şekilde görmek mümkündür. Bosna'nın adeta her bölgesi savaşın izlerini diri bir şekilde tutmaya devam etmektedir. Bu izler, öncelikle adeta yeşil bir örtü gibi Bosna'nın her tarafında yayılmış mezarlıklarda kendini gösterir. Şehirlerin, kasabaların, köylerin girişlerinde, çıkışlarında, içinde, ortasında, dışında, her yerinde mezarlılar vardır. Mezarlıklar adeta Bosna'nın yeşil bir örtüsü haline gelmiş gibi her tarafta yer tutmuş durumdadır. Bosna'nın her tarafını mesken tutmuş mezarlıkları gördükten sonra toprağın üstündeki yaşayan insanlardan daha fazla toprağın altında yatan Bosnalı olduğu kanaatleri akla gelmektedir. Rivayetlere göre değişen miktarlarda, 350-400 bin ölü, 60-80 bin arası ırza tecavüz vakası Bosna'da hafızalarda yerini korumaktadır. Ayrıca savaşın izlerini, aradan 16 yıl geçmesine rağmen 2011 yılında da tamir edilemeyen kurşun izleri, füze izleri, bomba izleri olan binalar da yansıtmaktadır. İktisadi durumu müsait olmayan kişiler evlerini tamir ettiremediği için, kimileri savaş nedeniyle yurtdışına gitmek zorunda kaldığı ve bu nedenle evini tamir edemediği için bazı binalardaki kurşun izleri halen varlığını sürdürmektedir. Kimi insanlar da tarihe ibret olsun diye, iktisadi durumu elverse de kurşun izleriyle dolu olan evlerini tamir etmemektedirler. SınırTanımayan İşkence Örnekleri Savaşın izlerinin bu şekilde hala canlılığını yukarıda verilen fiziki örneklerle korumalarının yanı sıra, savaş sonrası toplumda da manevi açılardan da stres kendini hissettirmekte, fertlerde ve cemiyette sıkıntıyı devam ettirmektedir. Sırp saldırıları ile savaş başladıktan sonra ülkelerini, canlarını, onurlarını korumak için kendilerini savunan Bosnalılar için 100 binlerce şehit ve yaralıya rağmen, Bosna'nın durumunun halen neredeyse hem maddi hem de manevi açılardan aynı olması, son dere- ce üzüntü verici bir durumdur. Savaşlarda verilen can kayıpları ve yaralıların oluşu, mutlaka üzücüdür. Ancak, bunların vahşice olucu ve can kayıplarının silahlı güçlerden çok sivillerden olması savaşın bile haysiyetinin olmadığının bir başka işaretidir. Sivil kayıplarının fazlalığının sebebi ise Yugoslavya'ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Bosna'nın her yerinde Sırp polis karakollarının, askeri kışlalarının olması ve bunların, katliamlarına bulundukları her şehirde ve hemen başlamalarıydı. Sırp garnizon ve polis karakollarının tabii olarak her şehirde olması ve silahsız sivil Bosna halkının hemen yanı başlarında olan bu askerpolis saldırısına maruz kalmaları, sivil kayıplarını artıran sebepti. Ayrıca, asker-polis Sırp katillerin sivil Boşnakları katletmelerinin yanı sıra yaşlı, kadın, çocuk ayrımı yapmadan katliamı yaymaları, Sırp saldırıları başlarbaşlamaz can kayıplarını yüz binlerle ifade edilecek boyutlara ulaştırmıştı. Boşnakların vermiş olduğu can kayıplarının bu denli yüksek olmasının bir nedeninin de savunmasız sivillere silahlı, organize, modern silahlı güçlerle saldırılması olarak ifade edilmektedir. Boşnaklar savunmaya geçtikten sonra can kayıplarının, sivil alanda verilen kayıplardan yüzlerce kat düşük olduğu bildirilmektedir. Asker-polis Sırpların, sivillere saldırılarının da normal öldürmeler şeklinde olmaması da ayrıca kahredici bir noktadır. Sırpların yaşlı, kadın, çocuk öldürmelerinin yanı sıra bunu işkence ile yapmaları onların vahşetlerinin boyutlarını ortaya koyuyordu. 178 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Sivil katlederken anne babalarının gözlerinin önünde işkence ile çocuklarını öldürmeleri, anne babaların kendi çocuklarını öldürmeye zorlanmaları yine anne babaların gözlerinin önünde çocuklara tecavüz etmeleri, bir kadına onlarca kişinin tecavüz etmesi, dört-yedi yaşlarındaki küçük kızlara tecavüz ederek ölmelerine yol açmaları, bebekleri havaya fırlatıp yukarıya doğru diktikleri süngüye saplanmalarını sağlayarak öldürmeleri onların işkence sınırlarının sonsuzluğunun örnekleriydi. Hatta en çok düşmanlık besledikleri imamları özellikle öldürdükleri ve bir defasında bir imamın, oğlunu öldürmeye zorlamaları, öldürmeyince gözlerinin önünde oğlunun boğazını keserek öldürmeleri ve oğlunun derisini yüzdükten sonra “al sana namaz kılacak yer” diyerek oğlunun derisini önüne atmaları ve daha sonra bunlara dayanamayan imamın orada ölmesi dünya vahşet tarihin belki de şahit olunmamış örneklerindendi. Silahsız- Savunmasız Bosna'ya Ortodoks Dünya'dan Ortak Saldırı Sırp asker ve polislerin katliamlarının yanı sıra Sırbistan ve Karadağ'dan hafta sonu insan öldürmeye gelen çetnikler, başta Rusya olmak üzere Bulgaristan'dan, Yunanistan'dan, Romanya'dan, Ukrayna'dan Bosnalı öldürmek üzere gelen gönüllüler de sivil katliamlarının müşterek katilleriydiler. Savaşın tarafı olmadıkları halde diğer bölgelerden gelen gönüllülerin ambargo halinde savunmasız Bosna'ya saldırı için gelmeleri yine elbette onların dini marşlarının onlara ilzam ettiği ilhamdı. Bu durum modern dünyanın gözleri önünde cereyan ediyordu. Öte yandan Boşnaklara yapılan bu katliamların bir bakıma Türklerden intikam alma şeklinde bir algılamayla yapılması Türkiye açısından bir üzüntü kaynağıdır. SAYI 17 - 18 Bu şekilde ortak bir Ortodoks saldırı halinde devam eden Sırp saldırılarının bir bakıma Türklerden intikam alma şekline dönüştürülmesini, duvarlara yazılan “Türkler defolun!”yazılarından zamanın Sırbistan devlet başkanını Miloseviç'in “Od Adriana do İrana, nece biti Müslimana Adriyatik'ten İran'a bu bölgede hiçbir Müslüman kalmayacak.” sözünde görmek rahat-lıkla mümkündür. Hatta bir defasında katliamdan kaçan bir grup Boşnak daha güvenli, Müslümanların yoğun yaşadığı Balagaj'a gitmek için yola çıktıkları ve yolda karşılaştıkları Hırvatlara Balagaj'ı sorduklarında, onların Müslüman-Boşnak olduğunu anlayamayan Hırvatların, “Orada Türkler var. Ne yapacaksınız orada.” şeklinde vermiş oldukları cevaplar, Boşnakların bir de hangi düşüncelerle katliama tabi tutulduklarının göstergesiydi. Yine Mostar'daki Osmanlı köprüsünün yıkılması, balkanlardaTürklerin var olmasının , tarihin intikamının bir başka göstergesiydi. Ayrıca Mostar'daki mimari açıdan bir şaheser olan köprüyü bombaladıkları tepeye büyük bir haç dikmeleri inançlarında ne kadar aşırı ve terörist olduklarını sergilemiş oluyordu. Barış Ortamında Bile Savaş Ortamına Benzer Stresin Devam Etmesi Sadece Müslüman oldukları için kendilerine başlatılan saldırılar ve verilen dört yıllık büyük direnişten sonra, elde edilen barış ortamına rağmen adeta hiçbir şeyin değişmemesi kanaati, Bosnalıları üzmektedir. Direnişin, mücadelenin elbette kazanımları olmuştur ancak, Boşnak nüfusun kalabalık olmadığı yerlerde savaş sonrası durumla, savaş öncesi durum ne yazık ki çok fazla değişiklik göstermemiştir. Savaş sırasında kendilerine saldıran, komşularını, yakınlarını, akrabalarını öldüren katil Sırp komşularının savaştan sonra hiçbir şey yokmuş gibi tekrar aynı yerde yaşamaya devam etmeleri, onların bu suçlarından dolayı herhangi bir adli takiple muhatap olmamaları, Boşnakları üzmektedir. Boşnakların katledilmiş akrabaları, komşuları bu Sırp katil komşuları gördükçe hatırlarına tekrar tekrar gelmekte, onları katledenlerin hala sokakta elini kolunu sallaya sallaya serbest gezmeleri onları kahretmektedir. Katil Sırp komşuların da işledikleri cinayetleri bildikleri ve onlara dokunulmadığı için bu durum onların şımarıklıklarını artırmaktadır. Modern olduğu, insan haklarına saygılı olunduğu iddia edildiği dünyada, bu hakları en fazla seslendiren Avrupa'nın orta yerinde gözler önünde işledikleri katliamlardan mesul tutulmayan bu katiller serbestçe dolaşabilmektedir. 179 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Boşnak Nüfusun Azaltılıp, Sırp Nüfusun Artırılması Öte yandan Boşnak nüfusun savaş öncesi fazla olduğu başta Banjaluka olmak üzere, bazı bölgelerde köylerden seçilen Sırpları, bu bölgelere nakletmek suretiyle nüfusun yoğunluğu Boşnakların aleyhine dönmüştür. Savaştan önce %50 olan Banjaluka'da Boşnakların sürülmeleri ve köylerden Sırpların yerleştirilmesiyle bugün Banjaluka'da Boşnak nüfus oranı %10 seviyesine inmiştir. Savaşla sürülen Boşnakların yerine Sırpların yerleştirilme süreçleri de yine haksızlıklarla doludur. Gözlerinin önünde akrabalarının, yakınlarının, komşularının vahşice katledilmelerine şahit olan ve bu tür katliamlara maruz kalmamak için kaçmak zorunda kalan Boşnakların evlerine Sırplar yerleştirilmiştir. Savaştan sonra ise evlerin asıl sahipleri, evlerini Sırplardan geri istediklerinde, Boşnak ev sahibi evini işgal eden bu Sırplara ait başka bir ev olduğunu gösteremezse evlerine tekrar sahip olamamaktadırlar. Ve böylece evlerinin işgali de savaş sonrasında da kalıcı hale gelmektedir. Bu durumda bu işgalci Sırp'a ait başka bir evi olduğunu bulmak, yine Boşnaklara kalmaktadır. Aksi halde kendi evine tekrar kavuşması imkânsızdır. Savaş sırasında Boşnaklardan boşalan yerlere Sırpların yerleştirilmeleri ve savaş sonrasında Dünya'nın adeta dört bir yanına dağılmış Boşnakların bir kısmının geriye dönememeleri, dönenlerin eski yerlerine yerleşememeleri sonuçları, Boşnak nüfusunu azaltmıştır. Bu yollarla Sırp nüfusun artırılması da idari sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bu sıkıntılar ise seçimler yoluyla belirlenen idari düzende, nüfusu bu yollarla fazlalaştırılan Sırpların yönetici kadrolara tabii olarak seçilerek gelmesi, Müslüman Bosna idaresindeki sıkıntıların bir başka şeklini teşkil etmektedir. Böylece savaştan önce askeri varlığı ve baskısıyla hissedilen Sırp tesiri, bu kez idarede onları amir vaziyetinde görmek suretiyle devam etmektedir. Bundan dolayı da Boşnaklar, öncelikle Sırp nüfusunun az olmadığı yerlerde savaş öncesiyle savaş sonrası arasında ciddi bir farkın olmadığını üzülerek ifade etmektedirler. SAYI 17 - 18 yoluyla bu işgaller meşru hale gelmiş ve Sırp katil ve işgalciler Boşnak bölgelerinin yeni idarecileri vaziyetlerine kadar çıkmışlardır. Bu durumdan Bosna'yı adaletsiz Dayton Barışı'na zorlayan Batı dünyası sorumludur. Savaş süresince yapılan Sırp işgallerinin savaş sonrasında Dayton Anlaşması'yla resmi ve kalıcı hale gelmesiyle başta Banjaluka olmak üzere Bırçko, Bjelyina, Şamast (Aliya'nın doğduğu yer), Bihaç gibi nüfusu Sırplaştırılmış bölgelerde Müslümanlar, azınlık durumlarına düşürülmüşlerdir. Bu nedenlerle de bu bölgelerde yaşayan Bosnalılar savaşın, verilen yüz binlerce canın, kayda değer bir sonucu olmadığı kanaatini taşımaktadırlar. Savaş öncesinde var olan Sırpların bu kez katil sıfatıyla gözlerinin önlerine geldikleri hatta bazı bölgelerde idareci sıfatı bile kazandıkları için Boşnaklar, yapılan mücadelenin Bosna'ya ve Bosnalıların hayatına köklü bir katkısı olmadığı kanaatini taşımaktadırlar. Savaş sonrasında da yeni bir savaşa bile sebep olacak bu türden olumsuzluklara bu şekilde şahit olmalarının yanı sıra, vatanlarında yaşadıkları tedirginlik o denli boyuttadır ki Boşnaklar, savaşta yaşadıklarını kamuya açık alanlarda kolay kolay kimseyle paylaşamamaktadırlar. Avrupa'nın Srebrenitsa'da gösterdiği yanlı adalet(!) anlayışına güvenmeyen vatanlarını, canlarını savunmak için vermiş oldukları direnişi anlattıklarında savaş suçları mahkemesinde sivil katletmiş gibi muamele görme ve yargılanma endişesi taşımaktadırlar. Bundan dolayı da savaşa ait hatıralarını paylaşmaktan bile tedirgin olmaktadırlar. Böylece de bazen komşularınca zalimce, orantısız güçlerce kendilerine yapılan bu saldırıları, yeni nesillere aktaramamakta, bu dönemdeki tarihlerini kayda bile alamamaktadırlar. Aslında bu durumun sorumlusu insan hakkına saygı duyduğunu iddia eden modern Avrupa'dır. Bosna'yı adaletsiz Dayton Barışı' na zorlamakla, savaş süresince Sırpların katliamları, işgalleri hem örtülmüş hem de Sırp nüfusunun artırılmasına göz yumulması 180 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 ise camilerini her gün beş kez kullanmalarına rağmen, Sırp ve Hırvatların bu kadar hızlı ve yoğun bir şekilde kilise inşa edebilmeleri, Müslümanların mı yoksa Hıristiyanların mı aşırı olduklarını göstermektedir. Hatta Müslümanlara saldırırken papazların askerleri takdis etmeleri, hatta silahları, tankları bile kutsamaları ne denli dindar olduklarının göstergesidir. Fakat bu durumun tam tersine de bu kadar Müslüman düşmanı papazların savaştan sonra da disko-bar işletecek derecede menfaat peşine düşmeleri, dinlerinin onlara dindarlığı değil de sadece Müslüman düşmanlığını ilzam ettiğini göstermesi açısından ilginç bir örnektir. Bosna'da İnanç Bosna'da inanç kaynaklı muameleler kendini açık misallerle ortaya koymaktadır. Boşnakların bu saldırılara maruz kalması, Sırplarla aynı inanca sahip olmamasından dolayıdır. Müslümanlar inançlarında aşırı olmakla suçlanırken, asıl aşırı olanların Balkanlardaki Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar olduğu yaşanılan hadiselerden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Buna rağmen de Müslümanlar aşırı olmakla suçlanmaya devam etmektedirler. Bu haliyle İslamiyet'in bu şekilde haksız muameleye tabi tutulması tüm dinlere karşı olmasıyla bilinen komünist Yugoslavya zamanında bile kendini belli etmektedir. Bu dönemde tüm ibadethaneler kapatılırken camiler ise kapatılmakla kalmamış, büyük oranda yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Yugoslavya döneminde var olan İslam karşıtlığı, kendisini savaş zamanında iyice ortaya çıkarmıştır. Bu şekilde Sırp ve Hırvatlar o denli yoğun ve fazla miktarda kilise inşa etmektedirler ki sayı itibariyle bu kadar çok kilisenin varlığı Bosna'yı adeta Hıristiyan ülke konumuna sokmaktadır. Sırp ve Hırvatlar şehirlerde, kasabalarda, mahallelerde, köylerde orada yaşayan Ortodoks veya katoliğin varlığına, sayısına bakılmaksızın hızlı ve yoğun bir şekilde yeni kiliseler inşa etmektedirler. Hatta dört hane Hıristiyan ailenin olduğu köylerde bile büyük büyük kiliseler inşa edildiğine şahit olunmaktadır. Hatta Brçko'da bir tek hristiyan olmayan mahalleye bile büyük bir kilise inşa edilmiştir. Yine benzer olarak Kosova'da Müslüman Arnavut'ların olduğu Priştine Üniversitesi'nin avlusuna Sırplar tarafından büyük bir Ortodoks kilisesi inşa edilmiş ve bundan birkaç yıl sonra üniversitenin tam karşısına, bu kez Avrupa tarafından Priştine'nin belki de birkaç yeşil alanından birine muazzam bir katedral inşa edilmişti ki Priştine'nin Katolik Ortodoks nüfusu %10'u bile bulmuyordu. Savaş sırasındaki Saldırılarında da öncelikli hedefler camiler ve onların imamları olarak tespit edilmişlerdir. Bu şekilde savaşta camiler hedef alınırken, öte yandan Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar yoğun bir şekilde Bosna'da kilise inşa etme faaliyetlerine girişmişlerdir. Bosna'da yoğun bir arama faaliyetine girmeksizin sadece gezerek şahit olunan kiliselerin çokluğu, Bosna'nın Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olduğu konusunda tereddütleri oluşturmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi camilere olan karşıtlığın kısmen Türkiye'de de olduğu “Camiye ne gerek var? Evde de namaz kılınabilir. Cami yerine okul, fabrika yapılsın.” sözleri Türkiye'de herkesin malumudur. Türkiye'de bu anlayışa sahip olanların bu tavsiyelerine Balkanlarda Sırp ve Hırvatlara, “Kiliseye ne gerek var? Kilise yerine okul, fabrika yapmak gerekir.” şeklinde yaptıkları düşünüldüğünde Sırp ve Hırvatların Türkiye'deki bu kanaat sahiplerine nasıl cevap vereceğini tahmin etmek mümkündür. Üstelik Sırp ve Hırvatların, kiliselerini haftada bir kez, Müslümanların 181 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Sırp ve Hırvatlar kilise yapmak hususunda bu kadar ısrarlı iken, Müslümanların camilere sahip çıkmak konusunda suçlanmaları tamamen yersiz olmakla birlikte, Türkiye'de bile Müslüman olanların camilere olan düşmanlığı gerçekten üzücüdür. Yine Müslümanlar inançlarından dolayı suçlanırken Sırp ve Hırvatların bu denli kilise inşa etmelerinin yanı sıra Batı kaynaklı misyoner kuruluşların Hıristiyanlığı yaymak için her türlü aracı kullanarak misyonerlik yapmaları bir başka üzücü noktadır. Başta 1999 yılındaki deprem zamanı Türkiye'de yardım faaliyeti yapan kuruluşlar adı altında organizasyonlar olmak üzere, Batı'nın belli başlı misyoner kuruluşları Bosna'da faaliyetlerine halen devam etmektedirler. Bosna'da Kültürel Erozyon İnançlarında bu denli inatçı olan Sırp-Hırvatların, öte yandan savaştan sonra kültürel erozyon oluşturmaya gayret ettikleri görülmektedir. Bu erozyon da öncelikle medya yoluyla sağlanmaya çalışılmaktadır. Medya yoluyla, İslam inanç ve ilkelerine inananlar, İslam'ın aile ve sosyal hayat ilkelerini benimseyenler aşağılanıp alay konusu haline getirilirken, onlara cahil, görgüsüz muamelesi yapılmakta, onlar entelektüel olmamakla, köylü olmakla suçlanmakta, buna karşılık Hıristiyanlığın tüm prensipleri güzel gösterilmekte, onlara özendirilmeye çalışılmaktadır. SAYI 17 - 18 Bosnalılara yapılan bu medya üzerinden özendirme Hıristiyanlığa özendirme faaliyetleri devam etmekle birlikte öte yandan, bütün Ortadoğu ve Balkanlarda olduğu gibi Bosna'da da Türk dizileri üzerinden de İslam inançları, aile hayatı, toplumun hayatına ait ilkeler aşındırılmaya çalışıldığı görüntüsü verilmektedir. Türk dizileri üzerinden İslam, aile, toplum hayatına ait ilkelerin zayıflatılması çalışılması Sırp ve Hırvat'ların yaptıklarından daha tehlikelidir. Türk dizilerini yapanlar Balkanlarda ve Ortadoğu'da ve özellikle Bosna'da kültürel erozyonu sağlamak için bunu yapmamaktadırlar ancak bu haliyle bu diziler kültürel erozyona yol açmaktadırlar. Sırp-Hırvat medyasına, Sırp-Hırvat oldukları, OrtodoksHıristiyan ve can düşmanları oldukları için itibar etmeyen Bosnalılar, hem Müslüman hem de tarihi bağlarla bağlı oldukları, kendilerini kardeş olarak gördükleri Türklerin dizilerindeki ahlaki tutumlardan, teşhirci gibi giyinen kadın kıyafetlerinden, İngilizceleşmiş lisanlarından ne yazık ki etkilenmektedirler. Yirmi dört milyon kilometrekare alana yayılmış Osmanlı Türkçesi, iktisat yerine İngilizce ekonomi kelimesinin, ahlak yerine etik kelimeleri gibi yeni binlerce İngilizce kelimelerle İngilizceleşmekte ve böylece küresel dil olma özelliğini kaybetmektedir. 182 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Sinan TAVUKÇU Şehîd Evlâdları Şehîd Evlâdları Hayalden ziyade fâciât-ı içtimâîye-i İslâm safahât mülemmesini musavver, millî bir hâtıradır. Muharriri: Edhem Rûhî Edirne müdâfaâsında, Maraş muharebesinde şehîd düşen mekteb arkadaşım Yüzbaşı Trabzonlu Rüşdü'nün ve bütün Balkan Harbi şühedâsının ruhuna ithâf edilmişdir. Bulgaristan'da meskun bulunduğu 1904-1921 yılları arasında, buradaki müslüman ahâlinin yılmaz müdafii olan Ethem Ruhi (Balkan) Bey tarafından, Balkan harbi esnasında mevkuf bulunduğu Filibe'deki askeri kışlada bir Kurban Bayramı gecesi yazılmış olan bu hikaye, müellifin hapisten tahliyesinden hemen sonra, 1329 (1913) senesinde, Filibe'de Balkan Matbaası'nda tab'edilmiştir. Sayın Mehmet Ruyan Soydan Bey'in kütüphanesinden temin ettiğim bu eser, Balkan Harbinin acı tesirlerinin henüz tüm canlılığıyla hissedildiği bir sırada yayınlanmış olması ve dönemin duygu ve ruh halini yansıtmış olması sebebiyle önem arz etmektedir. Günümüz harflerine çeviren, Ş. Şûle ATASAĞUN Trabzonlu Rüşdü'nün rûh-u muazzezine: Mukaddes şehîd! Ervâh-ı alîyyine yükselen kardeşci-ğim! (Bu toprakda nice arslan kemikleri çürüdü.) diye arslanlar gibi gürleyerek yürüdüğün toprakda, Edirne müdâafasının Maraş muhârebesi gibi pek şanlı bir safhasında şâyân-ı hayret bir cesâretle şehîd düşdüğünü öğrendiğim zaman hayret etmedim. Şimdi o mukaddes topraklar altında senin ve sen gibi daha nice arslanların kemikleri çürüyor…fakat bu hâkdânî alçak bulan ruhlarınız yükseldikçe yükseliyor…nâm ve şanınız gönüllerde yaşıyor... sizin mukaddes kanlarınızla zavallı milletinizin tarih-i fevz-ü necâtı yazılıyor. Ne mutlu sana, ne mutlu sen gibi ölenlere muhabbeti kalbimde ölmez kardeşim! Senin ve bütün refekâ-i şühedânın ervâh-ı pür-fütûhuna. Lillahi el-Fâtiha. Balkan muhârebâtının başlangıcından, 17 Eylül 1912'den, 17 Mart Filibe'nin Küçük Yaka kırındaki Bulgar askeri kışlasında mahbesde, ol harb-i meş'ûm hücre-i esâretinde geçirilen mehcûr ve nâlân dakikaların traşsızlık yüzünden saç sakal büyümüş ve fakat şu şehîd evlâdları gibi nâciz bazı muhayyelâta medâr-ı ilhâm olan mahzûn gönüllerin bir hâtıra-ı ebediyet-nişânı olmak üzere, mahbesden tahliye edildiğim 17 Mart 1913'de çekdirilmiş olan şu nâciz fotograf muharrir-i hakîrin çekerek sevgili kâr'ilerine yadigârdır. Edhem Rûhî 183 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR İfade-i Tabı' Romancılık, san'at-ı edebiyenin en nâfi' ve mukayyîd sınıfıdır. Müterrakkî ve medenî milletlerin terbiye-i fikriye ve rûhiyyesini ihzâr eyleyen esbâb ve müesserât-ı ma'rifetin en muâlla kısmı millî romanlıdır. Millî duygularının sebeb-i inşirâh ve intibâhı bunlardır. Tarih-i asrın kan selleri, inkırâz çamurları içinde boğmağa çalıştığı zavallı Türk ve İslâm milletini, hayatımdan aziz milletimi, öteden beri mahrûmu gördüğüm yüz binlerle enâm-ı hayatiye arasında nimet-i maârifin şu kısm-ı bülend ihtiyacâtından da biri görmek, cümle ızdırâbâtımın en mühimlerindendir. Şiiri yalnız tabîatın lâtif ve dilrûba menâzırında arayanlar, lezzet-i hakikâtle, sevdâ-ı Hak ve adââletle zevki-yâb olmayanlardır. O ruhlar ki per küşâ-ı maâlîdir, dâima yâd-ı maâlîye makrûn olmak ister… Onlar içün tabîatın zulm ü cevrinde bile millî şiirler, millî emeller doğar... zirâ o zulm ü cevrin zamîrinde meknûz bir levha-ı hakîkât var ki onun tecelliyâtı erbâb-ı his ve idrâk içün bir âlem-i manâdır. Şiiri, hakîki, yalnız dantelâ çiçekli, menekşe kokular arasında, bir peri-i melâhatın sine-i muattarında değil, millî fecîalar, tarihi hâtıralar arasında dahi idrâk edebilmekdir ki, fazl-ı maârifetdir… Bedâyi'i sevmeyen, mahâsin kâinâta muhabbet etmeyen, o incizâb ile tabîatın letâif-imâlâ nihayesi önünde mütehassıs olmayan, elbette yaşıyorum diyemez. Fakat tabîatın o letâfetini, o ciyâdetini, yalnız zevk ve sefâı nefsânide değil, bir hak ve hakîkatin i'lâsı yolunda iktihâm-ı mezâhime-i ülfetle, ulvî bir fikr veya emel-i millînin sebeb-i tecellisi olmak içün hayatın her türlü sefâletine katlanmağlada idrâke alışmalıyız. Müzeyyen ve dilküşâ salonlarda ihtisâsât yüksek olur. Fakat aynı ihtisâsât, ciyâdet ve ulviyetini, sefâletin ka'r-ı nâyâbında dahi muhafaza etmedikçe ciddiyete makrûn olamaz. Bu emniye-i kâmiledir ki bana âlem-i İslâm'ın Balkan muharebâtı gibi tarihte misli görülmemiş bir kahır ve felâketle helâk edildiği bir hengâmede, Filibe'nin Küçük Yaka kırındaki askeri kışlasında harb mahbusu bulunduğum hücre-i esârette, 1330 senesi Zilhicce'sinin onuncu Kurban Bayramı gecesi zîrdeki serencâmı karalatdı. Dinimin ve milletimin uğradığı mesâib-i tarihine ve İslâm enînleriyle dağlanan hâtıra-i te'ellümât arasında mukayyed şu hikâyeciğin menekşe, yasemin kokularıyla muattar iş'âra makîs olamayacağını bilirim. Fakat şu şehîd evlâdları, muhabbet-i ebediy-i milliyetle darbân eyleyen kalblere, kanlı mezârlar içinde bile bir şûle-i ümid-i tesliyyet-i mevcûd olacağını irae' ve ihsâs edebilecek bir nefha-i hakîkât olsun ilhâm eyleyemeyecek mi? SAYI 17 - 18 İfâdem perişandır. Zirâ ölüm tehlikeleri, harb ızdırâbları, esâret acıları, millet ve din kardeşi enîn-i sefâletleri arasında yazıla bilen bu gibi hâtırâtın dantelâ nizâmiyle müdebdeb bir üslup ile tertîb ve takrîrine muvaffak olabilmek içün bida'a ve vus'at karîhadan ziyade insan çelikden bir dimâğa, demirden bir kalbe mâlik olmalı. Maksad, irşâd-u kulüb ve ervâhdır. Bu saf ve samimi emeledir ki, hayat-ı felâketimin en sûzişli hâtırâtı arasında yuvarlanan, kanlı muhârebeler arasında bir kurban bayramı gecesi karaladığım şu (Şehîd Evlâdları) nı, birçok hâtırât-ı fâciadan evvel nazargâh-ı ibret ve ümmete vaz' eyliyorum. Rûmeli'nin taşında toprağında kanları hakkını okuduğum binlerle din kardeşimin menâkıb-i şehâdetine bir misâl teşkîl eyleyeceğini her halde evlâd ve ahfâd-ı İslâm'a, nesl-i âtîye hakâyık-ı tarihiyye ve mukaddesât-ı millîyye ile müveşşâh bir sahife-i ibret-nümâ olarak kalacağını zan ettiğim şu esercik, erbâb-ı im'ân ve vicdân nazarında zerre kadar bir kıymet-i manevîye ve millîyeye mazhar olursa ne mutlu. Bir millete sebeb-i hayat-ı manevî olacak menâkıb-i şehâdetdir ki gönüllerde yaşarda, ölmüş, öldürülmek istenmiş milletleri, tarihinde ba's-i ba‛de'lmevte makrûn, yine yaşar görürüz… Edhem Rûhî Sabâhü'l-hayr-ı ıyd, âfak-ı ser medeniyete serpilen fecr-i nûrânî içinde belirgin, Bizans'ın zalâm-ı tarih-i insâniyyeti andıran hüzn-ü intima‛sima ve simâsında ananât-ı İslâmiyyeden nişân veren bir yakaza-i şâdı meşhûd oluyor, küçük büyük bütün evlerin pencerelerinden sabâh namazı vakti hilâf-ı mutâd lamba ziyâları intişâre başlıyor, her evde bir hazırlık, sokaklarda bir meşiyyet-i faâle ve mûkıza idi. Minârelerden yükselen“Allahû Ekber”nidâlarıyla tabîatın ibâdet hâmûşunu mezc eyleyen o halet-i yakaza-i ruhiyyeyi, ıyd-ı edha-ı İslâm'ı tebşire başlayan top tarrâkaları büsbütün vecde getiriyor, kalb ve vicdânı azamet-i Hâlık'a, İslâm'ın celâl-i şân-ı mâzîsine müteallik binlerce hâtırâ-i muhteşeme ile mütehassıs kılacak bir dakika-i müstesnâ medrûk idi. Ömr-ü sabâvetinin henüz yedinci sâl-i ferhûndesini idrâk üzere bulunan (Âtıf) ile iki yaş daha kendüsünden küçük kardeşciği (Enver), bir hafta evvel Lüleburgaz muhârebesinde şehîd düşmüş pederlerinin, hâtime-i enfâsında evlâd ve vatan hasretiyle kapanmış gözlerinden lemaân eyleyen nûr-ı muhabetden, bu sabâh o nûr-ı muhabbetin kendüleri üzerinde ruhânî bir cenâhı şefkât açmış olmasından bî-haber, Üsküdar'da ki evlerinin hücra bir köşesinde, vâlidelerinin âğûşunda mışıl mışıl uyuyorlardı… 184 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Bayram namazını ve ıyd-ı edhâ-ı İslâmın azamet-i lâhûtiyesini haber verircesine gümbürdeyen lbatü beşâret, muhrik-i hissiyât olan davul sesleri arasında zavallı yavrucuklar gözlerini açmağa çalışıyor, Âtıf (Anneciğim, bayramlığım nerede? Hani beğ babamın selâmlık elbisesiyle kılıncı? Hani beğ babam bu bayram asker esvâbımı giydirip beni de padişah babanın selâmlığına götürecekdi? Hani beğ babam bana da bu bayram kendi kılıncı gibi kılınç alacakdı?..) diye enîn-i yetimi takrîr iden bir nidâ-ı vicdansûz ile anacığına sarılıyor, asker zevcinin haber-i şehâdetiyle, iftirâk-ı ebediyyesiyle mecrûh u'l-fuâd zavallı Sabiha Hanım ise yavrucuklarından gözyaşlarını ketm içün dişlerini sıkıyor, bu bayram babasız, bayramsızlık, yetim ve bedbaht kalmış yavrucuklarını uyutmağa cehd ediyor (Uyu evlâdım! Beğ babacığın cennete gitdi. Uyuda bak sana ne güzel bir kılınç getirecek!) diye Âtıf'ı avutmağa çalışıyor, henüz ağabeğisi kadar aklı ermeyen Enver'ini ise gözyaşları arasında bağrına basıyor, Allahıyla, nefsiyle hasbihâl ediyor, kendi kendine diyordu: (Ey Ulu Allahım! Hayat ne kadar zâlim bir cehennem azâbı imiş? Hayat ne kadar sevilmeğe değmez vefâsız bir dost imiş. Hayat ehlinin şu dünya deminde bir zevk-i fânî içün kıyâmetler koparırcasına irtikâb eyledikleri cinâyet ve şenaâtleri, birde benim gibi enîs-i hayatıyla vuslatı rûz-u mahşere kalmış, yetimlerini bağrına basarak gözyaşlarından gayri şimdi meded-gâhı kalmamış anaların, babasız kalmış evlâdların, alîl kalmış gâzilerin, yüz binlerle sefil insanın şu dakika bârgâh-ı uluhiyete i‛lâ eyledikleri enîn-i tazallumu, ni'met-i hayata nefret ve istikrâhla nazarlarını düşünüyorumda hala ne içün yaşamakda olduğuma hayretteyim…arslan zevci hâbgâh-ı şehâdetine çekilen benim gibi bir asker, bir şehid zevcesi içün hayat elbette artık bir zindandır. Ben şimdi zevcimin, hûn-ı şehâdetle mücehhez kefenine sarılmalı, onun makbere-i şehâdeti üzerinde secde-i şükrâna kapanup hatm-i enfâs etmeli, o cennet sedi-rinde, o canân mezârında, o ismet yatağında, o Allah ocağında mevûd hacle-gâh- ı ebediyyete can atmalı değil mi? Lakin evlâdlarımı, şimdi babasız kalan şu asker yavrularını nereye bırakalım? Ulu Allahım onların hâmisi sensin! Şehîd zevcimin, mukaddes arslanımın yâdigâr-ı hayatı, birer vedîâ-ı tesliyyet-bahşası olan şu iki yavruyu bugün ben nasıl avudayım? Bağrıma hangi taşı basayım da onlara babalarının şimdi kara topraklar altında yattığını, rûh-u mübâreği ervâh-ı alîyyine yükselmiş olduğunu, artık bu bayram bayramlık esvâb alacak, onlara hayatın ezvâk-ı sabâvetini cenâh-ı übüvvet tatdıracak, onları baba muhabbetiyle öpüp koklayacak şanlı babalarını bir daha göremeyeceklerine nasıl anlatayım? Sonra da o yavruların feryâdına, enînine nasıl dayanayım? Hayatın bu cehennem azabından müdhiş savletleri önünde kadın yüreğimi dayanır? Fakat ey Ulu Allahım, senin lütf u keremin, hikmet-i ulu- hiyetin büyükdür. Felekzede kulların içün mukadder Eyüp Sultân sabrıyla bana şimdi imdâd et... Âtıfım, Enverim uyanıyor... şu kan yaşa müstağrak yetim evinin pencereleri önünde meşhûd olan sûr-ı ıyd, evlâdlarım içün zindan azâbı olmasın Ya Rabbi, senden imdad!) diye hicrî ve rakîk hıçkırıklarla kalbi niyâzda bulunuyordu... zavallı şehid zevcesinin şehîk-i hicrânı, fecr-i ıydın zalâm-ı rahmeti arasında envâr-ı tazallüma şebibe nefhât misâli yükseliyor. Sanki Halik'ının cenâh-ı re'fet ve himâyetinde sığınacak bir melce-i ebediyet arıyordu. **** Sabiha Hanım hayatının henüz yirmi beşinci sâl-i nev'inini idrâk ediyor, Lüleburgaz muhârebesinde şehâdeti ihrâz eyleyen zevci yüzbaşı Hayri beğ'in haber-i irtihâlini alalı iki kadar gün olmuş, bir ay evvel harbe giderken, âşiyâne-i saâdetinden ayrılırken leb-i vedâı iki erkek evlâd bûsesiyle meşhûd olan zevcinin firkatcanhiraş eşinden nâlân nazarlarla, fakat bir asker familyasına hâs necâbet-i metine ile için için ağlıyor, gözünün yaşı sakin rahmet katreleri gibi damlıyor, bittabi' bu bayram günü onun dümû'-u melâlinden başka meded resânı olacak maddi bir medâr-ı tesliyyeti yok idi. Zevci şehid olmuş o, muhterem bir şehid familyasıdır, bu fi'l-hakîka maddî ve manevî bir saâdet-i fâhiredir. Ebedi bir tesliyyetdir. Fakat beşeriyet içün bir yâd-ı teselli var mıdır ki hayatın mesâîb rûz-u merresi arasında yeis ve melâlden insan bir an rehâ bulabilsin. Hele bir kadının mekânet-i tabî ne derece ulvî, necâbet-i idrâkı ne kadar metin olursa olsun, onun nermin olan asabı şu hayat âleminin bazen cehennem ateşlerinden daha yakıcı ve zehirli olan ızdırâbât-ı manevîyesi önünde dûçâr-ı tezelzül, dûçâr-ı melâl olmaması hiç kâbil mi? Fakat zavallı hatun feleğin şu cevr ateşini önünde mümkün olduğu kadar gözyaşlarını kalbine akıdıp canından hayatından ziyâde sevgilisi olan evlâdlarına hüzün ve âlâmını anlatmamağa gözyaşlarını onlardan ketme çalışıyor, evlâdlarını mahzun etmemek, arslan zevcinin arslan yavrularını bir dişi arslan nüvâzişiyle tatyîbe cehd ediyordu… Artık sabâh olmuş, salât-ı ıyd edâ olunmuş, mahalle davulları sokaklara yayılmış, İslâmiyyet-i müstakbelenin ümid-i ibtihâcı olan irili ufaklı bütün çocuklar bayramlık esvâblarını giyinmiş sokaklarda dolaşıyorlar, herkes akraba ve taallukâtına, ehibbâ ve eviddasına el öpmeğe, kimi salıncağa, atlı karıncaya koşuyor, hülâsa ananât-ı Osmaniyye ve İslâmiyyet-i hâtırât-ı mübeccelesinden numûne nümâ bir manzara dilfirib, bir âlem-i millî meşhûd idi… 185 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Sabiha Hanım da Âtıf'la Enver'ine beğ babalarının geçen sene yapdırmış olduğu asker esvâblarını giydiriyor, o mini mini asker formaları üzerine ara sıra dökülen göz yaşlarını bir hareketi kasriye ile silmek, o rahmet katrelerini evlâdcıklarına göstermemek için muttasıl cebr-i nefs ediyor, çocuklara (İnşâ-Allah beğ babacığınız cennetden gelecek, bak size ne güzel kılınçlar getirecek!) diye dil dökmeğe çalışıyordu… Bi'tabi' küçük kardeşinden daha uyanık bulunan Âtıf, her ne kadar beğ babasının muhârebeye cennete gittiğini, onu bayrama götürmek için yine geleceğini ümid ile müteselli ise de anacığının gözyaşları da nazar-ı dikkatinden kaçmıyor, (anneciğim, sen ağlıyor musun, senin gözlerinden yaş geliyor, hem benim cici sırmalarıma aktı, anneciğim neye daraldın, bayram günü dargınlık olur mu? Anneciğim neye sen de bizim gibi sevinmiyorsun? Sen de bizim gibi bayrama gitmeyecek misin?) diye ara sıra kalb hançerleyici sözleri söylüyor, zavallı şehîd muhadderesi sanki bu tıfılâne ve fakat melekâne hitâbların ruha ateşler yağdırıcı te'sirâ-tıyla yıkılacak gibi oluyor, titriyor, eziliyor, içleniyor, fakat yine canını dişine takmağa, yavrularına baba yoksuzluğunu bildirmemeğe çabalıyor, muttasıl Âtıf ile Enver'inin esvâblarını nizâmlıyor, süpürüyor, (Haydi Âtıfcığım! Komşu ağabeğlerinizle beraber sizi de salıncağa, atlara göndereceğim, atlıkarıncaya bineceksiniz… Beğ babanız cennetden geldiği zaman bugün bayramda hangi atı beğeniyorsanız onu alacak…) diyordu… fakat Âtıf, o duygulu asker yavrusu yine sordu: (Anne hani komşu beğlere dün gelen koçlardan bu sene beğ babam neye bize de almadı? Hani bizim bu sene ki kınalı kurbanımız?) diyor, bu sene kınalı kurban yerine vatanı, dini ve milleti için bizzât babacıklarının mukaddes bir kurban olduğundan bî-haber yavrular anacığının yüreğini dağ dağ edecek sualler sormakdan fâriğ olmuyordu. Zavallı hatunun vücudu artık lerziş ve ra'şe içinde kalmışdı. O ma'sûmun sualleri melekleri bile ağlatacak bir mana-ı fecîâ-ı hayatı tasvir eyliyordu… kendi cerîha-ı kalbini evlâdlarından saklasın diye bin lerziş ve ra'şe içinde, ızdırâblarla ayakda durabilen zavallı mâder evlâdlarını bu bayram mahzûn bırakmamak için değil bayramlık bir kat esvâb yapmağa veya o yavruları sevindirecek bir kurban almağa, daha birkaç günlük iâşet-i aileye medâr olacak beş on guruş nakdine-i hayatından maâda dünya mal ve menâline mâlik değildi. Fakat ismet yatağı bir asker evinin, namûs nuruyla mücehhez bir asker familyasının sırr-ı hayatını Allah' dan gayri kim bilirdi? Hayatları vatanının ve dininin selâmet ve saâdeti içün her dakika kurban olmağa müheyyâ namûslu askerlerin nâm ve şanlarından, milletlerine bir tarih-i celâl ve azamet-i millîyye ithâf eyleyen namûs-u askerlerinden gayri ne servetleri, dünya mal ve menâli nâmına neleri vardır ki hayata vedâ idüp gözlerini yumdukdan sonra evlâd ve iyâllerine kalsın? Şehîd yetimlerinin iâşeti ve idâme-i hayatı içün nafaka-i kanûniyi o zavallılara tedârik ve ihzâr edecek mâder, vatan ve millet de Maâz-Allah mahv u münderis olursa, tarih-i millînin en şâyân-ı merhamet kurbanları, namûs ve vatan için kurban olan namûs-u asker evlâdları değil midir? Vatan tehlikede, düşman hudûd-u vatanı geçmiş dendi mi, bütün kanlı sahnelerin ve tarihlerin âmil ve mürettibleri olan diplomatlarla ikbâl adamları için beş dakika hâb-ı rahmeti terk ve fedâ-ı mucib bir endişe mi var? (Vatanın namûsunu düşman çiğniyormuş, evlâd-ı vatana arş!) Denir denmez beş dakika ol melekleri bile gıptaya düşürecek bir saâdethâne olan âşiyânesini, evlâd ve iyâlini Allah'ın savn-ı samedânîsine terk idüp hudûd-u vatana koşan, düşman ateşine sînesini görüp kanlara gark olmuş cesediyle hudûd-u vatanda kaleler kuran, ricâl-i siyâsiyenin yeşil masalar etrafında kadife koltuklar üstünde irtikâb eyledikleri hatâyâ ve cinâyetleri hûn-ı masûmile tazmîn iden zavallı namûslu askerlerin ölmezden evvel de, öldükden sonra da, milletinin yâd-ı rahmetinden gayri hiçbir ümid-i istikbâli, dünya metâ'ı ve hayat nâmına hiçbir serveti, hiçbir şeyi, hiçbir şeyi yokdur… Şu acı hakîkâtın bir timsâl-i vicdân-sûzı olan merhûm yüzbaşı Hayri Beğ zevcesi de iki asker yavrucuğundan, Allahından, millet babasından, gözyaşlarından gayri bir malca ve penâha mâlik değildi. Büyük çocuğu Âtıf'ın (Hani Beğ babam bize de bu sene içün kurban almadı?) nidâ-ı mehcûrı önünde titreyerek, hıçkırıklarını zabta çalışarak (Hadi evlâdım siz bayram salıncaklarına gidin. Beğ babanıza bu gün haber yollayayım da size cennetden birer kılınçla bir kara gözlü kuzu da beraber getirsin. Hadi siz gidin komşu ağa beğlerinizle birlikde gezin, yürüyün, evlâdlarım!) diyor, onları mini mini asker üniformalarıyla giyinmiş olduğu halde bir defa daha bağrına basıyor, sanki yavrucuklarının her bûse-i şefkatinde şehîd zevcinin ruhunu, kanını kokluyor, kapı önünde Âtıf ile Enver'i bekleyen komşu çocukları yanına onları da gönderiyor, Osmaniyyet ve İslâmiyyet-i müstâkbelenin ümid-i istikbâli gibi melûl ve müteellim , fakat vakûr ve mütenni yürüyen asker yavrularının arkasından, birkaç dakika daha mütehassırâne bakıyordu... Yavrucaklar güle oynaya çekildi. Fakat o gün bir mâtemzâr olan o âşiyâne-i ismet içinde canlı bir cenâze gibi yalnızca kalan zavallı mâder, zavallı şehîd muhadderesi, zavallı Sabiha Hanım evlâdlarını tâzîb ve rencide edeceğinden korkduğunu hıçkırıklarını artık zabta kâdir olamıyor, perdeleri inik beytü'l-hüznüne çekilmiş, bir yasdık üstüne, başını gözyaşları arasına koymuş, kapanmış kalmış idi… 186 **** TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Şam-ı garîb hulûle başlamış, sanki Sur-ı ıydın âfâk sermediyetden yükselen envâr-ı ma'neviyesi de bir meşi tabiî ile yürüyüp çekilmekde idi. Artık sabahdan beri İstanbul muhitini kaplayan gulgule-i neşât-ı etfâl yavaş yavaş dağılmağa, atlıkarıncalardan, salıncaklardan dönen yavrular yorgun yorgun âşiyânelerine avdete başlamışlar idi... Âtıf ile Enver'de mahalle ağabeğleriyle birlikde güle oynaya evlerine geliyorlardı... evlerinin kapusuna yakınlaştıkları zaman birdenbire komşu amcaları, altmışlık bir pir-i muhterem olan Fahri Beğ kendilerini karşıladı, Âtıf ile Enverciği ma‛nevî bir peder, bir komşu amca muhabbetiyle öpüp okşadı, (Hadi evlâdlarım! Bu akşam sizi komşu ağa beğlerinizle birlikte bizim eve götüreceğim, komşu teyzeleriniz hanım valideniz yanında kalacaklar, siz yavrularda benimle birlikte bizim evde kalacaksınız, yarın sabâh bakın ben sizi ne güzel vapurlara bindireceğim, Eyüp Sultan'a götüreceğim, orada evliya babalar var, onları ziyâret edeceğiz, beğ babanızın cennetten çabuk gelmesi için dualar edeceğiz…) diyerek yavrucakları avutmak, evlerine göndermemek, konu komşu arasında biraz evvel alınmış olan karar veçhile onları hakîkaten kendi hânesine götürüp o akşam bir din kardeşi, bir baba muhabbeti ile himâye ve sıyânet etmek istiyordu… Çünkü Âtıf ile Enver'in sabâh vakti hâne-i mâderi terk etmelerinden sonra, zavallı şehîd muhadderesi mahkûmu bulunduğu te'essürât-ı ma'nevîye mazik ızdırâbında artık kafayı yere urmuş, biçâre hatun evlâdlarının arkasında son nazar-ı vedâıyle bakındıkdan ve bir müddet yalnız bir odada, başı iki yasdık arasında inim inim inleyerek ağladıkdan sonra acı bir feryâd ile düşüp bayılmış, bu feryâd üzerine konu komşu hanımlar, valideler, hemşireler, hepsi koşuşmuş, zavallı Sabiha Hanım mumya sarısı gibi bir beniz, el ayak donuk bir halde firâş-ı ihtizâra yatırılmış, gözler baygın baygın bakıyor, kâh açılıyor, kâh kapanıyor, o melekâne nazarlar sanki 1 lisân-ı hâliyle şâir-i âzamın makber-i mukaddesinde ki: Simâ kararmış, gündüzün sürûr-ı ıyd-ı zelâm ve sukûnet munkalib olmuş, leyâl-i medîde-i ekdârı andıran bir kasvet sanki bütün Bizans surlarına çökmüş idi. Âtıf ile Envercik, o dün sabâh baba yoksuzluğunu ana ağuş şefkatinde teskîn eyleyen ana kuzuları komşu amcalarının evinde komşu ağa beğleriyle birlikde mışıl mışıl uyuyorken biri yanda komşu hanımlar hemşireler hasta bekliyor, zavallı Sabiha Hanım onu bir te'essür-ü asabî neticesinde beynine tali‛ olan nüzûl-u mülhik nicesinde, son şehîk-i teneffüs içinde (Ah evlâdım! Âtıf'ım, Enver'im nerede?) diye canhıraş, mühtez boğuk bir nidâile dünya kelâmını bir defa daha irâd edebilmiş, gece saat alaturka beşe doğru hatme-i enfâs eylemiş, konu komşu hemşirelerin o şehîd muhadderesi firâş-ı mevti etrafında toplanarak (Yasin) şerif okuması, kiminin enîn-i bükâsı, o sahne-i fecia-ı nazarlar ile gören melekler bile ağlatmakda idi… Hayatın böyle zâlim sitemleri önünde, tabiâtın daima böyle fecâât-i âlûd sahneleri mazik-i idrâkında, kaînâtın her zerresinde bârân ı belâ yağıyor zan edilen böyle hengâmelerde insan olur mu ki dünya ve mâfîhâyı unutmasın, çelikden bir dimâğ, demirden bir kalb tasavvur edilir mi ki metânetine halel gelmesin? Fakat heyhât!.. tarihin seyri tabiâsı, insanları göz yaşlarıyla beraber çekip götürüyor, bu arada ezilip mahv olan âcezenin, topraklar altında kemikleri çürüyen arslanların, ana, baba, yâr, diyar acısıyla firâş-ı mevte düşüveren nermîn vücûdların ser nüvişt-i siyâhi, siyâset tarihleri beşerin altun varaklarla tevşih eylediği medeniyet zaferleridir diye takyîd eylerde zavallı insanlar hayatın kötülüğe değer hiçbir vefâsı olmayacağını olsun teferrüs eyleyecek kadar da mütenebbih olamazlar, insanlar işte böyle daima aldanmağa, daima kendi kendilerini aldatmağa mahkûm olarak yaşarlar… Süratle nasıl değişti halim Almaz bunu hasılam hayâlim **** “göz ağlamadan değilse âtıl” “can yansada inlese ne hâsıl?” Bir şeyi görürüm mezâra benzer Bakdıkça alır o yare benzer, Şeklerle güzâr ider leyâlim artar yine mâtemim melâlim Bir sadme-i inkılabdır bu Bilmem ki yakınmıdır zevâlim Ebyât-ı hazînini okuyor, bedbaht mader muhitine doğru fırlatdığı her baygın nazar istiknâhı İle sanki şehîd zevcesi, evlâdlarını arıyor gibi oluyor, fakat ateşler içinde yanarak yine ihtizâr uykularına dalıyordu… **** Iyd-ı edhânın ikinci günü Üsküdar'ın Nuhkuyusu mahallesinde fevkâ'l-mû'tâd bir telaş, mâtemi, melâlengiz bir hâzırlık, konu komşu da göz yaşlarıyla mümtezic, müteellim nazarlar ve simâlar meşhûd idi. Şehîd-i muhterem Hayri Beğ merhûmun halîle-i mübeccelesi Sabiha Hanım dün gece irtihâl-i dar-ı bekâ eylemiş, Âtıf ile Enver'e vâlidelerinin cenâzelerini de göstermemek, onları o gün avutmak için komşu ağa beğleri yine bayram gezintilerine götürmüşler, fakat mahalle ihvân yârânı, bilhassa Hayri Beğ'in silah arkadaşlarından birkaç âlî ve vicdanlı zâbit, şehîd arkadaşlarının halîle-i merhûmesi cenâzesini meşhed-i 187 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR sız, bugün de anasız kalan evlâdlarıyla zevcinin mezâr-ı şehâdetini arayan merhûmenin lisân-ı hâl u melâli, rehgüzârında tesâdüf eylediği bazı vükela ve ricâl konaklarından yükselen piyano, ud, keman negamatiyle, o benî nev‛inin hicrân ve melâline bî-gâne ikbâl adamlarının ve taâllukâtının zevk ve şâdisine karşı: “Âlemde nizâm akup dökülmek” “Zîrinde meşekkatin bükülmek” “Ferdâ olur ağlamak eminim” “Gâfilcesine bugünkü gülmek” *** “Bir yanda mesâi mâtem ağlar” “Bir yanda güler sabâh-ı vuslat” Neşâid vicdan-sûzını okuyor, mütehassıs vicdanlara bir nice acı hakîkatler ilhâm eyliyordu. mübârekine îsâl için, cismi Lüleburgaz'ın hûn-ı şühedâ ile muhammer topraklarında ve fakat rûhu arkadaşlarının ve ihvânının gönlünde yaşayan şehîd kardeşlerinin enîs-i hayatına karşı îfâsı ihvâna müterettib vazife-i dini ve milliyi îfâ için yavaş yavaş cenâze kalkacak mâtem-hâne önünde toplanıyorlardı... Ulemâdan, meşâyihden, hep tanıdık ihvân artık kapu önüne dolmuş, her simâ ve nazarda meşhûd olan melâl-i ma'nidâr, sanki gönüllerde tahaşşüd eyleyen zilâl-i makabiri tasvîr eyliyordu… Şu muhterem cenâzenin tekfîn ve techîzi için vazife-i übüvveti îfâ iden komşu peder altmışlık Fahri Beğ, gözyaşları muttasıl beyaz sakallarına dökülerek içeri dışarı koşuyor, merâsim-i tekfîniyyenin hitâma erdiğini, cenâzenin hazır olduğunu kapu önünde toplanan cemâate haber verirken komşu hemşirelerin ve vâlidelerin pencerelerden kopan figân u zârı taşı toprağı titredecek bir sahne-i canhıraşa maaraz olmuş idi… **** Cenâze büyük bir konak önünden geçiyordu. Konağın pencerelerinden yükselen saz nağmeleriyle müterâfik heva-ı meserret, şüphesiz o anda cenâze cemâatının ruhlarında soğuk bir aks, müteneffir bir teyakkuz uyandırmışdı. Cemâatden bir genç gözünün yaşı dinmeyen pir-i muhterem Fahri Beğ'e: (Efendi baba bu konak kimindir biliyor musun? Vaktiyle Abdülhamid'in mabeyni erkânından iken bugünün de büyük paşaları kâbinesine... nâzırı olan… beğindir) diyor, zavallı ihtiyarda hıçkırıklarla mümtezic, mühtez bir nidâ ile muhâtabına şu cevâbı veriyordu: (Ah evlâd! Dünya daima böyle pek acı hakîkatlerin birer teşhîrgâh-ı ibret-nişânıdır. Bir insan kılı yaratmakdan âciz olan insanlar, dakikada binlerle hânumân-ı insaniyeti kan sellerinde boğuverecek yangınlar ihdâsıyla iftihâr ederlerde ona nâire-i medeniyet derler. Şu konağın sâhibi gibi bir takım tüfeylî insanlar milyonlarla Osmanlı ve Müslüman hânumânının kahr-ı helâkına sebeb olacak istibdâd kanûnları icâdıyla temeyyüz etmişler, millet kanından intifâ' ile konaklar, daire ve debdebeler, milyon-lar sâhibi olmuşlar, onların re'is-i şekâvetleri pençesinden kurtulduğunu zan eden zavallı gafil millet, İslâm ve vatanın mezârları kazılıp hazırlanıyorken kendilerine biz meşrûtiyet ve hürriyet-i hakîkiye kazandırdık, büyük büyük paşalar kâbinesi kurduk diye çalım satan bu gibi kanı mülevves münâfıklar pençesinden yakasını kurtaramadığı, nâmus inkılâbını bu gibi edânînin murdâr kanından tathîr ile tekmîle muvaffak olmadığı içindir ki bugün şu acı manzaralar önünde kadınlar gibi ağlıyoruz… Erkekler gibi muhâfaza edemediğimiz vatanlarımız için kadınlar gibi ağlarken olsun Cenâb-ı Allah bizi mütenebbih kılar, mütenassıh olabilirsek ne mutlu…) Cenâze yavaş yavaş karaca Ahmed mezarlığına doğru çekiliyor, bütün cemâat sanki bir saîka-i istiğrâk ile vurulmuşda şâir-i âzamın hatîb-i asam ve ebkem dediği tabutun enîn eblağ-ı beyânını dinliyor, dün baba- 188 **** TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Cenâze meşhed-i mübârekine tevdi' olunmuş, cemâat kafile kafile kabristândan avdete başlamışlar idi. Cenâzeden dönenlerin melâl-i hicrânı, sakin ve müteellim nazarlarından ayân idi. Dün evlâdlarını koklayarak (Allahım bu hayat ne müdhiş bir cehennem azâbı imiş.) diye nâlân olan, şehîd zevcinin mezârını arayan zavallı Sabiha Hanım artık hâb-gâh-i ebediyetine çekilmiş, bârgâh-ı ulûhiyete sığınmış, dünya âlâm ve hicrânından tahlîs-i giribân eylemiş idi. Onun ruhu meleklerle hemdem idi. Evlâdlarının nefha-i yetimi artık o rûh-u mukaddesi ızdırâblara düşüremezdi. Zirâ o rûhun hemdemi savn-ı Hak idi.. Savn-ı Hakka sığınmış mazlûmun ümmet için mevdû' olan Rahmet-i Rahman, Âtıf ile Enverciğin bükâ-ı yetimânesi önünde anadan babadan büyük bir vatan ve din muhabbetiyle koşacak, o gözyaşlarını bağrına akıdacak, o yavruları himâye ve sıyânet edecek şahsiyet-i maneviye ümmeti, gâye-i hayâl-i İslâm bir sâbite-i hidâyet gibi yaşadıyordu. Âtıf ile Enverciği dündenberi kendi evinde, kendi evlâd u iyâlinin âgûş-u şefkatinde avudup himâye etmekde olan komşu amcacık altmışlık Fahri Beğ, gözyaşları beyaz sakallarından katarât-ı rahmet gibi dökülerek cenâzeden avdet ediyorken yol üzerinde, hâneye karîb bir mahalde Âtıf ile Envercik de komşu ağabeğleriyle beraber gezmeden dönüyorlar, melek yavrular dünya felâketlerinden, anacıklarının dahi rıhletinden, cenâzeden falan bi-haberselerde sanki Hakkın cilve-i Rabbanîsi, melâl-i yetimiyyet artık onların bütün vaz'u reftârından okunuyordu... Zavallı Envercik Fahri Beğ amcasını görür görmez gayr-ı ihtiyâri ağlamağa başlamış, komşu amcasının kucağına atılmış, o muhterem ihtiyârcık da tıpkı o masûmun bükâsına şebîh hıçkırıklarla bu iki yavrucuğu bağrına basmış idi… Bu yavrucuk neye ağlıyordu. Ne babalarının, ne de analarının, hiç birinin rıhlet ve iftirâk-ı ebediyyesini fark ve temyîze mukadder olamayan, zâten henüz hiçbir şeyden haberleri olmayan bu yavrucukların şimdi neden boyunları bükülmüş, acaba onların vaz u reftârına neden nagehânî bir sükût ârız oluvermiş idi? Tabiâtın hasâsiyet-ı rakîkası denebilen bu gibi hâdisât-ı ruhiyenin takdîr-i mahiyetinden elbette beşer âcizdir. Komşu amca, komşu valide ve hemşireler, Âtıf ile Enverciği elbette kendi evlâdlarından daha büyük bir hürmet ve muhabbetle tatyîb ediyorlar, onları himâyeye koşacak hükümet-i askeriye veya teşkîlât-ı milliye mevcûd olmasa bile o mübârek komşular bu yavrucukları son nefese kadar ana baba muhabbetiyle himâye ve iâşeden bıkıp usanmayacak kadar necîb idiler... Fakat heyhât!.. Artık Âtıf ile Enverciğin boynu bükülmüş idi... Onlar artık gülüp oynamıyorlardı. Onlar oturdukları odanın daima köşesine bucağına sığınıyorlar, iki kardeş birbirinin dizinden ayrılmıyorlar, hep boyunları bükük, sanki dünya âlâmıyla garîk-i tefekkürât olan büyük adamlar gibi düşünmeğe başlıyorlardı... Arasıra ufak yavrucuk (Anneme gideceğim. Anneme gideyim hanımteyze!) dedikçe komşu valideler ve hemşireler (Eve gitme evlâdım; anneniz cennete gitdi İnşaallah oradan birkaç günde gelsinde bakın size neler getirecek!) gibi çocuk avuducu cümlelerle mukâbele ediyorlar, din-i İslâmdaki din kardeşi, komşuluk muhabbet ve vefâsıyle onları der-ağuş ediyorlardı... **** Aradan birkaç ay geçmiş, Balkan muhârebâtı bitmiş, politika yuvaları, harb fırtınaları hep sükûne varmış, bir tufan-ı azîm akîbinde tabiâtdan beliren ani sükûnetler gibi hayat-ı umûmîye-i siyâsiyede bir mecrâ-ı sâkin üzerinde yürümeğe başlamış idi. Muhârib memleketlerin her tarafında vurulanların, kırılan dökülenlerin tercüme-i hâlleri aranıyor, şühedânın istatistikleri yapılıyor, devâir-i iadesi muhadderât ve evlâd-ı şühedânnın infâk ve iâşesi için bir faâliyet-i mutlaka gösteriyordu… bu arada Âtıf ile Envercik de hükümet-i askeriye tarafından, şehid, merhûm zâbit evlâdlarına mahsûs Çengelköy'de ki Kuleli İdâdisi leyli mahrec sınıflarına kayd edilmişlerdi. Artık Âtıf ile Envercik, babalarını okudup zâbit yapmış olan devlet ocağına teslim edilecekler, orada millet ağuşunda, millet karavanasında yiyecekleri nân-ı azîz ve nimetle büyüyecekler, asker ocağında perveriş-yâb olacakdı. Bu ocak ana baba kucağından daha azîz, o millet yurdunda verilen bir kaşık çorba, padişah saraylarında yenen tabla tabla yemeklerden daha leziz, daha feyyâz ve mübarek idi. .. O yerde on on beş yaşından beş altı yaşında masûmlara kadar bütün evlâd-şühedâ için açılmış bir cenâh-ı şefkat vardır ki onun sâye-i feyz ve rahmetinde perver? Olan evlâd-ı İslâm, İslâmiyet mâziye ve müstakbelenin daima medâr-ı ibtihâcıdır. Millet ocakları, millet yurdu, daima azîzdir, onların ağuş-u terbiyetinde büyüyen evlâdlarda vatanlarının elbette en azîz ve mübârek evlâdlarıdır... İşte Âtıf ile Envercik de bu azîz evlâdlar sınıfına dâhil oluyorlardı… 1329 senesi Eylül'ünün beşinci günü ale's-sabâh Kuleli Mektebinin borazanı acı acı bir (Cem' borusu) vuruyor, bütün talebe efendileri dîvâna çağırıyordu... Talebe bahçeye asker nizâmiyle dizilip halka olduktan sonra Hayri Beğ merhûmun silâh arkadaşlarından birkaç zâbit, mini mini asker esvâbcıklarını giyinmiş Âtıf ile Enverciği önlerine katmışlar, asker yürüyüşüyle o yavrucukları talebe huzûruna getirmişler, müdir-i mekteb, heyet-i zâbitân hazır bulundukları halde genç bir zâbit zîrdeki nutku irâd eyliyordu: 189 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR [Efendiler! Sizi şu millet yurdunda büyüderek, en azîz evlâdlarından bekleyeceği izzet ve ulviyet ile mücehhez görmeğe çalışan vatan, bugün size iki azîz kardeş daha takdîm ediyor. Şu mini mini Âtıf ve Enver Efendileri, bu mini mini silâh arkadaşlarınızı tanıyınız. Bu yavrucuklar, geçen Bulgaristan Harbinde Lüleburgaz önlerinde vuku' bulan kanlı müsâdemelerde dini ve milleti için gazanferâne şehîd olan bir Osmanlı zâbitinin, bizim azîz bir arkadaşımız yüzbaşı Hayri Beğ'in evlâdlarıdır. Az vakit evvel babadan yetim kalan bu yavrucukların çok geçmedi zaman, muhterem validelerini de mezâr-ı şehâdete atdı. Anadan babadan öksüz kalan bu yavrular fakat yetim değildirler. Onların sebeb-i hayatı olan anaları babaları öldüyse hakîki anaları olan mader-i vatan, babalarının dahi müşfik bir pederi olan millet babaları Elhamdülillah sağdır İslâmiyet nuru, Kur'an-ı zişânın ahkâm-ı mübeccelesi ebediyetle mübeşşer oldukça elbette o mukaddes millet de tarih-i âlemden silinemeyecek, millet babanız ölmeyecekdir. Milletlerin tarih azametini teşkil eden safahât, yalnız edvâr-ı zafer ve teâlî değillerdir. Milletlerin en azametli tarihleri, inkirâz selleri önünde boğularak hayat için müsâdeme edebilmeleri, yıkmaları, yıkılmaları ve fakat tarih-i âlemde namûs askerilerini tahlîse muvaffak olarak yine yaşaya bilmeleridir. Milletlerin tarih-i muharebâtında tâlih daima yâr olmaz. Zaman zaman bütün dünyayı titreten koca bir Roma İmparatorluğu, küçücek bir Kartaca hükümetin nâgehânı bir galebe ve istilâsı önünde nefs-i Roma'da, payitahtı bile aylarca mahsûr kalmışdır. Fransızlar bugün dünyanın en büyük milletlerinden biri değil midir? Bu muazzam milletin tarih-i felâketi yüzlerce senemi tevâlî etmemiş, yedi sene muhârebâtında ki mağlûbiyetler, onları dahi felâketten felâkete düşüren müttefikin ordularının muhâcemâtı, nihâyet. 1870 muhârebesiyle düşmanları olan Alman ordularının tâ Paris'e kadar istilâları mı o muazzam milleti tarihden silmiş? O felâketlerden sonra değil midir ki Fransızlar dişlerini tırnaklarına takarak yine düşmanlarına meydan okuyacak bugünkü hâl-i azamete geldiler! Bugün tarih-i siyâsette muazzam bir kuvvet teşkil eden Rusya'yı Rusya yapan büyük Petro değil midir? İsveç ki küçücük bir hükümetin nâgehâni hücûmları önünde Rusya gibi bir hükümet mükerreren hezimetlere uğramamış mıydı? Bu hezimetlerin sebeblerini milletlerin seviye-i medeniyet ve irfânından ziyâde millet ulularının gaflet ve ihânetlerinde gören Petro değil midir ki bilâhare düşmanlarını kati' bir hezimete uğrattığı zaman “düşmanlarıma yenile yenile düşmanlar nasıl mağlûp edilirmiş bana onu öğrettiler” sözünü söylemiş? Şunu unutmayınız efendiler ki milletler ölüm döşeğinden kaldırup yaşadan ve yaşadacak olan esbâb-ı tarihiye, muzafferiyet-i tarihlerinden ziyâde hezimet acılarıdır. Tarihte zaferler üzerinde yürüyen milletler ne olduklarını şaşıracak mertebe-i sermest iken felâket ve hezimet acıları içinde yanıp kavrulan milletlerdir ki daima canlanırlar, yaşarlar, tarihlerini de yaşadılar... SAYI 17 - 18 Bugünün tarih harbinde mühim bir mevki' işgâl eden Bulgaristan'ın, tarihinde mükerreren inkirâz ve indirâslara uğradıkdan sonra değil midir ki kendisi için yeni bir tarih-i zafer takrîr ve teşkîline azm edecek kadar cürretkâr gösterdiğini nazar-ı ibretle görüyoruz? Milletlerin edvâr-ı zaferlerinde de, tarih hezimetlerinde ki sahâif-i ibret-nişân içinde de, tarihin en mukaddes ve muazzez âmilleri, işine sizin gibi asker evlâdları, şu mini mini Âtıf ve Enver Efendiler gibi babalarından namûs-u şehâdetle mücehhez bir kılınçdan başka mirâs kalmayan şehîd evlâdlarıdır!...Yarın bu evlâdlar büyüyecekler! Babaları gibi merd ve fedâkâr birer zâbit olacaklar! Babalarının mezarlarını arayacaklar! O mezarların tarihlerini okuyacaklar; O tarihlerin esbâb-ı felâket ve hezimetleriyle müteyakkız dimağlar, âlem-i edebin en ibretli sahifelerinde dekâik-i hayatiye ve tarihiyeyi tasvîr eylemiş üstâd-ı muazzam Shakespeare medâr-ı ilhâm olan (Hamlet) gibi, her hatve-i hayat üzerinde babalarının mezârlarını görecekler! İşte bu evlâd-ı tarihdir ki mâzinin seyyâtini rahmet-i istikbâl ile, damarlarında cevelân eden babalarının necib kanıyla tazmîn edecek. İslâmın en âlî ve ebedi mertebe-i azameti işte şu mevki'-i bülend-i manevîye irtikâdır. Bu mevki'-i bülend ve manevînin vâris-i meşrû' ve tarihiyesi, sizin gibi, şu mini mini Âtıf ile Enver efendiler gibi şehîd evlâdlarıdır!... 190 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 LÜGAT A Âide: Kâr, kazanç, fayda. Alîl: Hasta, sakat. Âlûd: Karışmış, bulaşmış. Ananât: Sözlü olarak nakledilen bilgi. Anâneler. Asam ve ebkem: Sağır ve dilsiz. Faâl: Çok işleyen. Fâhire: Kendini beğenen, övünen. Ferhûnde: Uğurlu, mesud. Fevka'l-mu'tâd: Alışılmışın üstünde. Fevz: Kurtuluş. Feyyâz: Çok feyz, bereket ve bolluk veren. Fuâd: Kalb, gönül. B Bargâh: Allah'ın huzuru, padişahın huzuru. Bedâyi': Yeni ortaya çıkmış eşi, benzeri olmayan görülmedik şeyler, yüksek değerde sanat eseri. Bida': Sonradan meydana çıkanlar. Bükâ: Ağlamak. Bülend: Yüksek, büyük. C Cehd: Çabalama, gayret gösterme. Cerîha: Yara. Cevelân: Dolaşma, dolanma, gezinme. Cevr: Haksızlık, cefâ, eziyet. Ciyâdet: İyilik, güzellik, temizlik. D Darban: Çarpma, vurma. Dekâik: Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Devâir: Daireler, devlet işlerinin görüldüğü yerler. Dilfirib: Gönlü aldandan. Dilrûbâ: Gönül kaplayan, gönül alan. Dümû'. Göz yaşları. E Ebyât: Beyitler. Ednâ: En alçak, aşağı. Edhâ: Kurbanlar. Enfâs: Nefesler. Enîn: İnilti, inleme. Enîs: Dost, arkadaş, sevgili. Envâr: Nurlar. Ervâh: Ruhlar. Esvâb: Elbise. Eşâr: Şiirler Eviddâ: Dostlar, ahbâblar. F G Giribân: Yakanın yırtılması, üzüntülü ve kederli. Gulgule: Gürültü, patırtı. H Hâb: Uyku. Hâb-gâh: Yatak odası, uyku mahali. Hacle-gâh: Utanma, mahcûb olma yeri. Hânumân: Ev-bark, ocak. Hatâyâ: Hatâlar. Hatme-i enfâs: Nefesi bitirmek, son nefes. Hatve (Hutve): Adım. Yürümede iki ayak arasındaki mesafe. Hicr: Sayıklama Hücra: Ücra. I Iyâl: Kadın eş. Iyd-ı edhâ: Kurban bayramı. İ İbret-nişân: İbret olan, ibret gösteren. İbtihâc: Sevinç, sevinme. İftirâk: Ayrılma. İhdâ: Doğru yola götürme. İhvân: Kardeşler, sadık arkadaşlar. İhzâr: Hazırlama, hazır etme. İktihâm: Saldırma. İ'lâ: Yükseltme, yüceltme. İm'ân: Dikkatli bakış. İncizâb: Çekme, çekilme, cazibeye çekilmek. İndirâs: Kökten yıkılma, eseri kalmayacak şekilde yok olma, bozulma. İnkırâz: Bir bütünden tek ferd kalmayacak şekilde tükenme, bitme. 191 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Menâzır: Manzaralar. Merre: Defa, kere. Mesâib: Musibetler. Meserret: Eşlik eden. Meşhed: Bir kimsenin şehîd düştüğü veya gömüldüğü yer. Meşhûd: Gözle görülen. Meşî: Doğal, doğasında olan. Meşiyyet: İsteme, arzu. Meş'ûm: Uğursuz. Mevkız: Uyandıran, ikâz eden K Mev'ûd: Söz verilmiş, vaad edilmiş. Ka'r: Derinlik, dip, çukur şeyin dibi. Mezc: Katma, karıştırma. Kâri': Okuyucu, okuyan. Mezâhim: Eziyetler, sıkıntılar. Karîha: Fikrî ve zihnî kuvvet, kudret ve kabiliyet. Muallâ: Yüksek, yüce. Kasr: Kısa kesme, kesme, kısaltma. Muattar: Güzel kokulu, güzel koku karışmış. Ketme: Engelleme, saklama. Mûcib : İcâb eden. Küşâ: Açan, açıcı. Muhâcemât: Hücumlar. Muhaddere: Namulu, iffetli kadın eş. L Muhammer: Yoğrulmuş, mayalanmış. Lerzîş: Titreme, titreyiş. Muharrik: Harekete getiren, kışkırtan. Muharrir: Yazar. M Muhayyelât: Hayal kurulmuş, zihinde tasarlanmış şeyler. Maaraz: Alan, mekân. Muhrik: Yakan, yakıcı, yanık ses. Maâlî: Şerefler, yüksek fikirler, yücelikler. Mukayyed: Kayıtlı, deftere geçmiş. Mâder: Anne, ana. Mukayyid: Kayd eden. Madik- mazik: Sıkıntılı mahal. Mûkıza: Uyandıran. Mahasîn: İyilikler, güzellikler. Musavver: Tasvirli. Mahrec: Bir meslek için adam yetiştiren okul veya Mübeccel: Yüceltilmiş, yükseltilen. kurum. Mücehhez: Hazırlanmış, cihazlanmış, donanmış. Makîs: Kıyas edilebilir, benzetilebilir. Mü'ellim: Elem verici. Makrûn: Yakınlaştırılmış,kavuşmuş, ulaşmış. Müessir(ât): Tesir eden, etkili (çoğul) Mâlâ-nihâye: Sonsuz. Müfîde: İfade eden, merâmı güzel anlatan. Meâlî: Şerefler, yüksek Müheyyâ: Hazırlanmış olan. Mecrûh: Yaralı, yaralanmış. Mühtez: Titreyen. Medâr: Vesile, sebep. Mülevves: Kirli, pis, karışık. Meded-gâh: Yardımcı. Mülhîk: İlhak eden, katan. Medrûk: Anlaşılmış. Mümtezic: Uyan, uyuşan, bağdaşan. Mehâl: Nâil olunan şey, tasarruf edilen şey. Münderis: Eseri, izi kalmamış olan. Mehâsin: İyilikler, güzellikler. Müsâdeme: Vuruşma, çarpışma. Mehcûr: Ayrı kalmış, uzakda kalmış. Müstağrak: Gark olmuş, dalmış, batmış. Mekânet: Nüfûz, iktidar, kuvvet. Müstakbel: İstikbâl eden, karşılayan. Meknûz: Hazineye konmuş. Müte'ennî: Acele etmeyen, ağır davranan. Melâhat: Şirinilk, güzellik. Mütenassıh: Öğüt, nasihat veren. Melâl-engiz: Hüzün uyandıran, hüzün karıştıran. Mütenebbih: Tenbih ile uyarılmış olan. Melce: Sığınacak yer. İnşirâh: Ferahlık, açıklık. İntibâh: Uyanma, uyanıklık. İntifâ': Faydalanma, menfaatlenme. İntima: Bir nesil ve nesebe mensub olma. İntişâr: Dağılma, yayılma. İrae': Gösterme, göstererek öğretme. İrtikâb: Kötü bir iş, eylem, rüşvet alma. İsmet: Günahsızlık, masumluluk. İstikrâh: Tiksinme, iğrenme. 192 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Müteneffir: Nefret eden, tiksinen, iğrenen. Müterakkî: Ayrılmış, yukarı çıkmış, ilerlemiş. Müteselli: Teselli bulan. Müveşşeh: Süslenmiş, süslü. N Nâfi': Yararlı, faydalı, kârlı. Nâir: Parlayan. Nâyâb: Nadir, bulunmaz. Necât: Kurtulma. Necâbet: Temiz soyluluk, soy temizliği. Nefha: Güzel koku, rüzgarın hafif esişi. Negamat: Nağmeler. Nevâziş: Okşayış, gönül alma. P Penâh: Sığınma, sığınacak yer. Perveriş-yâb: Terbiye görmüş, yetiştirilmiş. R Rakîk: İnce yürekli, yufka yürekli. Ra'şe: Titreme, titreyiş. Refeka: Arkadaşlar, yoldaşlar. Ref'et :Merhamet, acıma. Reftâr: Yürüme, salınarak yürüyüş. Reh-güzâr: Yol üzerinde. Rıhlet: Göç, göçme, ölme. Rû-nümûn: Yüz gösteren, meydana çıkan. S Sabâvet: Çocukluk. Safha: Yazılmış ya da yazılabilir sahife. Samedânî: İlâhî. Savlet: Saldırma, hücum. Serencâm: Akıbet, başa gelen vaka‛ neticesi. Sermediyet: Ebedi, daimi. Sermest: Başı dönmüş, kendinden geçmiş. Sernüvişt-i siyâh: Kara alın yazısı. Koruma, muhafaza Seyyiât: Kötülükler, günahlar, suçlar. Siyânet: Koruma, muhafaza. Sûzişli: Yakıcı, tesirli. Şâm-ı garîb: Akşam. Şâyân: Uygun, münâsib, lâyık. Şebih: Benzeyen SAYI 17 - 18 Şehîk: Hıçkırık. Şekâvet: Eşkiyalık, haydutluk. T Tabl: Kulakda ses aksi ettiren zar. Tahaşşüd: Birikme, yığılma. Tahlîs: Kurtarma, kurtarılma. Takrîr: Yerleştirme, sağlamlaştırma, anlatma. Tarraka: Gümbürtü. Tathîr: Temizleme. Tatyîb: Gönlünü hoş etme, iyi davranma. Tazallum: Sızlanma, şikayet etme. Ta'zîb: Azap verme, eziyet etme. Tazmîn: Kefil olma, zarar va ziyânı ödetme. Tebşîr: Müjdeleme. Teellüm: Elem duyma. Teessürât: Üzüntüler. Teferrüs: Ferâsetle bir şeyi kestirme, sezme, anlar gibi olma. Tekmîl: Bitirme, tamamlama. Temeyyüz: Benzerlerinden farklı ve üstün olma. Temyîz: Ayırma, ayrılma, seçme, seçilme. Teşhir-gâh: Sergi yeri. Tesliye: Avutma, teselli etme. Tevâlî: Uzayıp gitme, devam etme. Tevşih: Süslendirme. Teyakkuz: Uyanma, uykudan kalkma. Tezelzül: Sarsılma, sallanma. Tufeylî: Dalkavuk,asalak. U Übüvvet: Atalık, pederlik. Vicdan-sûz: Vicdanı yakan. Vüs'at: Bolluk. Y Yakazâ: Uyanıklık. Z Zamîr: İç yüz, iç, kalb,vicdan. Zelâm: Karanlık, haksızlık, zulm. Zilâl-i makâbir: Kabirlerin gölgeleri. Zîr: Aşağı 193 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 YUNANİSTAN'IN BAĞIMSIZLIĞI Prof Dr. Ahmet EYİCİL, Sütçü İmam Üniversitesi Yunanistan, 1915 Osmanlı Devleti muhtelit uluslardan meydana geliyordu. Bu muhtelit uluslar, Fransız İnkılâbı'ndan sonra ortaya çıkan ulusçuluk, adalet, eşitlik ve özgürlük akımlarından etkilenerek bağımsızlıklarını elde etmek için 19. yüzyılın başlarından itibaren isyan etmeye başladılar. Bunlardan Yunanlı aydınların 1814'te kurmuş oldukları Etniki Eterya Cemiyeti vasıtasıyla örgütlendi ve bağımsız birYunanistan kurmak için harekete geçti.Yunan asilerinin bağımsızlık için çıkarmış olduğu isyan, Ortodoks olmaları nedeniyle öncelikle Ortodoks Rusya, daha sonra Fransa ve İngiltere tarafından desteklendi. Bu tarihlerde Arnavutluk'ta İşkodralı Mustafa Paşa, Mısır'da Mehmet Ali Paşa ve Yanya'da Tepedelenli Ali Paşa, Osmanlı'ya karşı isyanlar çıkararak kaosa neden oldular. Bu arada Sadrazam Halet Efendi'nin çevirdiği entrikalar ve İstanbul'da bulunan Ortodoks Patrikhanesi'nin isyancılar lehinde tutumu asilerin başarılı olmasına neden oldu. İçte çıkan isyanlar nedeniyle kaosa düşen ve otoritesi zayıflayan Osmanlı Devleti, Navarin'de donanmasının büyük kısmını kaybetti ve 18281829 Osmanlı-Rus harbinde mağlup oldu. İçte ve dışta çözülmesi güç olan problemlerle karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti, Yunan asileri karşısında gerekli caydırıcı tedbirleri alamadı. Netice itibariyle isyancılara arka çıkan İngiltere, Fransa ve Rusya'nın baskısıyla 24 Nisan 1830'daYunanistan'ın bağımsızlığını onaylamak zorunda kaldı. Osmanlı'da Bağımsızlık Hareketleri Osmanlı Devleti çeşitli ırk, din, dil ve çeşitli kültüre sahip uluslardan meydana geliyordu. 18. yüzyılın sonlarında meydana gelen ulusçuluk ve bağımsızlık hareketleri devlet içinde hızla yayıldı. Bunun sonucunda 19. yüzyıldan itibaren ülke topraklarında birçok isyanlar çıktı. Karşılaşılan bu sorunlar devletlerarası büyük olayların meydana gelmesine neden oldu. Osmanlı Devleti'ni parçalamak isteyen Fransa ve Rusya gibi devletler, ulusçuluk ve bağımsızlık hareketlerini önce Hıristiyan toplumları kullanarak gerçekleştirmek istediler. Nitekim Napolyon Bonapart, Avusturya ile Compo Formio Antlaşması'nı 1797'de yaptıktan sonra Fransa, Osmanlı Devleti ile komşu oldu. Bundan sonra Osmanlı topraklarında milliyetçilik akımını yaymaya çalıştı. Amacı, Balkanları, Mısır'ı ele geçirip Doğu Akdeniz'i bir Fransız gölü haline getirmekti. Nitekim Mora'da isyanlar çıkararak bağımsızlık duygusunun Hıristiyan toplumlar arasında yayılmasını istedi. Rumları, Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtarak Yediada'da bulunan komutanına “Halkı kazanmak için elinizden geleni yapınız. Eğer halkın bağımsızlığa eğilimi varsa bağımsızlık duygusunu körükleyiniz”emrini verdi. Bundan sonra Rumlara silah ve cephane gönderdi, Mısır'a çıktıktan sonra halkı Osmanlı aleyhine kışkırtmaya başladı. Fransızlar bulundukları yerlerdeki insanlara, Türkçe, Rumca ve Ermenice dillerine tercüme ettirdikleri ulusçuluk ve cumhuriyetle ilgili eserleri dağıttılar. Hıristiyan halk arasında propaganda yaparak halkı devlete karşı isyana sevk ettiler. Yabancı devletlerden Fransa ve Rusya, milliyetçilik akımını destekleyerek ulusların bağımsızlıklarını kazanmalarına yol açtılar. Bu devletlerin amacı Osmanlı Devleti'ni parçalamaktı. Nitekim Rusya, bu amacına ulaşmak için, Sırp isyanlarını çıkararak destekledi. Arkasından Yunan isyanını çıkardı ve 1 bunu diğer ulusların takip etmesini sağladı. 194 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Rumların Durumu Rumların Osmanlı Devleti içinde özel bir durumu vardı. Fatih Sultan Mehmet (14511481), İstanbul'u fethettikten sonra kendisini Rum kilisesinin koruyucusu ilan etti ve böylece Rum Patriği'ne verilen hakları emniyet altına aldı. Patriğe, Rumlar arasındaki davalara bakmak üzere bağımsız mahkeme kurma ve rahiplere, Ortodoks halkına, âmirlik yapma yetkisi verdi. Rumlar, Bizans'ın yaptığı haksızlıklara karşı durduklarından dolayı kendilerine yapılan Frank2 ve Venedik zulmünden bıkmışlardı. Bu nedenle Osmanlıları bir kurtarıcı olarak görüyorlardı. Hatta Ortodoks Rumlar, Müslüman Türkleri, dinlerinden sapmış kabul ettikleri Katoliklerden üstün tutuyorlardı.3 İstanbul'un fethinden sonra yaptığı hizmetlerinden ve Fatih'in hoş görüsünden dolayı Rum Ortodoks Patriği' ne dokunulmadı. Devlet hizmetleri gayrimüslim olmalarından dolayı Hıristiyanlara kapalı tutulduğu halde Rumlara tercümanlık, Eflak ve Buğdan beylikleri gibi yüksek görevler verildi. Bu fırsatları iyi değerlendiren Rum Patrikhanesi, verilmiş özel haklarına dayanarak bütün Ortodoksları etrafına topladı. Bu mezhebin sağladığı avantajlardan faydalanarak Balkanlarda yaşayan Bulgar, Sırp ve Arnavut piskoposluklarını eline geçirdi. Balkanlarda diğer Hıristiyan topluluklarına göre daha imtiyazlı olan Rumlara din ve dil özgürlüğünün yanında aşırı derecede toleranslı davranıldı. Uygulanan adaletli bir yönetim içinde toprak mülkü edinme hakkı tanındı ve böylece huzur ve güvenlik içinde yaşamaları sağlandı. Rum köylüleri hayat standardı itibariyle Avrupa köylülerinden daha refah bir seviyeye geldiler. III. Selim (1789-1807) döneminde Rumların, vatandaşlık, mülk edinme ve medeni hakları genişletildi. Rumlar, bu tarihlerde Avrupa'da çıkan inkılâplar yüzünden meydana gelen savaşlarda Osmanlı Devleti'nin tarafsızlığından faydalanarak, Osmanlı bayrağı altında deniz ticaretini güçlendirdiler. Akdeniz ticaretini ele geçirdikten sonra 1779'da Rus bayrağı çekerek, Rus konsolosluğunun koruyuculuğundan yararlanma hakkını da aldılar. Bir bakıma, himayeli grup olarak çifte vatandaşlık imtiyazı ile Güney Rusya'dan Batı Avrupa'ya kadar olan geniş alanda ticaretle uğraştılar.4 1816 yılında sayıları 600'ü bulan Rumların ticaret gemisi, Marsilya, Triyeste, Londra, Liverpol ve Odesa arasında mal götürüp getirdi. Bu gemiler görünüşte kendilerini Kuzey Afrika korsanları karşısında korumak için Osmanlı Devleti'nden de izin alarak silahlandırıldı. Kendilerine çok iyi imkânlar sağlayan Osmanlıların durumu Rumlar karşısında zayıflamaya başladı. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin durumu zayıflamaya başlayınca içte ve SAYI 17 - 18 dışta büyük sorunlarla karşılaştı. İşte bunu fırsat bilen Rumlar, yabancı devletlerin tahrik ve yardımıyla Osmanlı Devleti'ne karşı harekete geçerek isyan ettiler. Ayaklanmanın Hazırlanması Yunan isyanının başlamasının en önemli sebebi, Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıydı. Osmanlı-Fransız Savaşı (1789-1802), Osmanlı-Rus, İngiliz Savaşı (18061812), Vahhabi İsyanı, Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iç ve dış olaylar devletin her yönden güçsüz hale gelmesine neden oldu. Bununla beraber Yunan isyanın hazırlanmasında ve gelişmesinde diğer iç ve dış sebepler de etkili oldu. Rusların Mora'da, Napolyon'nun Yediada'da Rumları isyana teşvik etmesi, Rum aydınlarının bunları desteklemesi isyanın itici gerekçeleri oldu Osmanlı Devleti içinde yaşayan ve imtiyazlardan faydalanan Rum aydınları, Yunanistan'ın egemenliği ve Bizans İmparatorluğu'nun yeniden kurulması konusunda yazılar yazdılar. Yazar Karayis ve Şair Rigas Yunanistan'ın egemenlik düşüncesini hazırlarken, diğer taraftan Avrupalı aydınları Yunanlıların yardımına çağırdılar. Yunanlıları sevenlerin katıldığı Hellen Dostluk Cemiyeti ve okullar açılmaya başlandı. Yunan davasını gündemde tutan özel gazete ve dergiler çıkarıldı. 1814'de Odesa'da ikisi Rum, biri Bulgar tüccar olan Nikalos Skouphas, Emanuel Ksanthos ve Anastasyon Çakalof tarafından Etniki Eterya Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin sözde amacı eğitim ve öğretimi Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan vatandaşları arasında yaymaktı. Bu görüntü altında siyasi faaliyetlerde bulunan cemiyetin gerçek amacı, İstanbul başkent olmak üzere yeniden Bizans İmparatorluğu'nu kurmaktı. Cemiyet üyeleri gizlice Yunan isyanlarını hazırladılar. Gerektiğinde malını ve canını feda etmeye hazır olan cemiyet üyeleri eski Bizans ülküsünü kurmak uğrunda çalıştılar. Bu çalışmaları kısa zamanda genişleterek, İzmir, Sakız, Misolongi, Bükreş, Yaş, Yonya, Triyeste gibi yerlerde 5 şubelerini açtılar. 195 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Etniki Eterya Cemiyeti'nin ilk amacı Mora'da Yunan devleti kurmaktı. Daha sonra Orta Yunanistan, Batı Trakya, Selanik, Ege Adaları, Oniki Ada, Girit, Batı Anadolu ve Kıbrıs'ı Yunanistan'a katarak, Kuzey Anadolu'da Pontus Rum Devletini kurarak İstanbul'u ele geçirmek, İstanbul'u tekrar başkent yaparak Bizans İmparatorluğu'nu yeniden diriltmekti. Yani Megali İdea'yı (Büyük düşünce), yani Hellenlerin liderliğinde Bizans İmparatorluğu'nu diriltmeyi gerçekleştirmekti. Etniki Eterya Cemiyeti yoğun çalışmalarına devam ederken, 1788'deYanya valisi bulunan ve devlete çeşitli hizmetler etmiş olan Tepedelenli Ali Paşa (17741822) Rumlara göz açtırmıyordu. Rumlar arasında bağımsızlık fikri, 18. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en büyük düşmanı olan Avusturya ve Rusya tarafından yayılmaya başlandı. Bu devletlerin amacı Osmanlı Devleti'ni içten çökerterek, kendi çıkarlarını sağlamaktı. 17681774 Osmanlı-Rum Savaşı'nda Ruslar Mora veYunan adalarına yerleştikleri sırada milliyetçilik kışkırtmalarında bulunarak Rumları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırttılar. Küçük Kaynarca Antlaşması'nın maddeleri arasına İstanbul'da bir Rus kilisesi kurma, Ortodokslar lehine teşebbüslerde bulunma gibi hususların olduğunu iddia ettiler. Aslı olmayan bu iddialarla hareket eden Rusya'nın gerçek amacı bölünmeyi sağlayacak olan milliyetçilik faaliyetlerine devam edebilmekti. Rusya 1787'de Avusturya ile ittifak ederek Osmanlı Devleti'ne karşı açtığı savaş sırasında yeniden Bizans İmparatorluğu'nu kurmak için “Grek Projesi” üzerinde anlaşmışlardı. Napolyon'un yedi Yunan adasına yerleşerek yaptığı milliyetçilik kışkırtmaları, 17991805 yıllarında Fransızların yerine geçen Ruslar tarafından Osmanlı Devleti'nin aleyhine milliyetçilik, insan hakları, eşitlik, adalet ve özgürlükler adı altında Rum egemenlik fikri tahrik edici bir şekilde işlendi.6 Tepedelenli Ali Paşa 1788'de Yanya Valisi oldu. Dalmaçya kıyılarına yerleşen Fransızlara karşı bölgede meydana gelen isyanları bastırmada faydalı hizmetlerde bulundu. Tepedelenli Ali Paşa Mora'da bulunan Rum- SAYI 17 - 18 ların isyan için hazırlık yaptıklarını öğrenerek gerekli tedbirleri aldı ve gelişmeleri zamanında İstanbul'a bildirdi. Rumlar Tepedelenli Ali Paşa'dan çok korkuyorlardı. II. Mahmut'un mühürdarı olan Halet Efendi ile Tepedelenli Ali Paşa'nın arası bazı nedenlerden dolayı iyi değildi. Halet Efendi'nin saTepedelenli Ali Paşa ray içinde çevirdiği entrikalar yüzünden Tepedelenli Ali Paşa'nın cezalandırılmasına karar verildi. Bu nedenle 1820'de Tepedelenli Ali Paşa'nın valiliği ve vezirliği üzerinden alındı. Bu da Yanya valisinin isyan etmesine neden oldu. Bunun üzerine Mora ve Ege adalarında bulunan askerler Hurşit Paşa komutasında Tepedelenli Ali Paşa'nın üstüne gönderildi. Bunu fırsat biten Rumlar baskıdan kurtularak, yani Türk askerlerinin karşı karşıya geldiği sırada Etniki Eterya Cemiyeti'nin direktifiyle harekete geçtiler.7 İsyanın Başlaması Halet Efendi'nin entrikalarından ve Tepedelenli Ali Paşa'nın şahsi menfaatini düşünerek isyan etmesi nedeniyle otorite boşluğu meydana geldi. Bu boşluğu fırsat bilen Yunanlılar, Arnavut, Rum, Fransız, İtalyan ve İsviçrelilerle işbirliği yaparak bu bölgelerde oluşan Alexander İpsilanti otorite boşluğundan yararlanandı. Rusya'nın desteğini alan Yunan isyanları, 6 Mart 1821'de Eflak ve Buğdan'da başladı. Etnik-i Eterya Cemiyeti isyanı Mora'da başlatacaktı. Fakat Rusya'nın destekleyip koruduğu Etniki Eterya Cemiyeti başkanı Alexander İpsilanti, Eflak ve Buğdan halkını ve diğer Ortodoks toplulukları da içine alarak Balkanlarda genel bir ayaklanmayı planladı. Böylece isyanın daha çabuk başarıya ulaşacağını düşündü. Alexander İspilanti, Buğdan'daki Etniki Eterya Cemiyeti üyeleri Rus Çarı'na güvenerek isyanları burada başlattı. Dimitri İspilânti 6 Mart 1921'de Rus çarının koruyuculuğunda Prut Nehri'ni geçerek halkı silahlanmaya çağırdı ve bir engelle karşılaşmadan Bükreş'e girdi ve böylece Rum isyanı başladı. Fakat İspilânti'nin hesapları doğru çıkmadı. Eflak-Buğdan halkı Latin ırkındandı. Rumlardan farklı bir kültürleri vardı. Halk Rum voyvodalarının zulmünden nefret ediyor ve Yunanlıların siyasi amaçlarına alet olmak istemiyordu. Sırp ve Bulgarlar da aralarındaki, antlaşmazlık sebebiyle Rumların liderliğinde bir isyan hareketine katılmaya yanaşmıyorlardı. 196 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Eflak ve Buğdan'daki Türk kuvvetleri İspilânti'nin kuvvetlerini dağıttı. Yunan isyanlarının ilki olan Eflak ve Buğdan ayaklanmaları bastırıldı. Alexander İspilanti Buğdan'a girdiği sırada kardeşi Dimitri ispilanti ile Prens Kantakuzen Mora'ya çıktı. Bunların ve Patras Piskoposu Pol Germanos'un teşviki ile 6 Nisan 1821'de Rumlar ayaklandı. Mora'daki Rumların isyanı Eflak-Buğdan'daki gibi olmadı. İsyan kısa zamanda gelişerek Türklere karşı milli ve dini bir cephe olarak devam etti. İsyan sırasında Rumlar, Türklere çok kötü davranarak binlerce suçsuz Müslüman'ı öldürdüler. Ege denizinde bulunan ve savaş gemileri haline getirilen ticaret gemileri isyanı Ege adalarına da yaydı. Mora ve adalarda Rum isyanı ile birlikte Ege Denizi'nde Türk veYunan egemenlik savaşı başladı. Eflak ve Buğdan ve Mora isyanları İstanbul'da duyulunca halk heyecanlandı. II. Mahmut Etniki Eterya Cemiyeti'nin amaçlarını öğrenince bu cemiyete karşı sert önlemler aldı. Bu arada cemiyetin üyelerinden devlete karşı ikiyüzlü hareket eden ve isyanda parmağı olan Fenerli Rumlardan bir kısmını, metropolitler ile İstanbul Patriği IV. Gregoryos'u idam ettirdi. Devamlı Rumların lehine hareket ettiği anlaşılan Halet Efendi, önce Konya'ya sürüldü ve kısa bir süre sonra öldürüldü. Bu arada Tepedelenli Ali Paşa'yı öldüren Hurşit Paşa'ya, elindeki bütün kuvvetleriyle Mora isyanını bastırma emri verdi. kurdular ve hükümet başkanlığına Avrupa'da eğitim görmüş Mavrokordato adında birini getirdiler. Ayrıca Dimitri İspilanti başkanlığında 59 üyeli senato kurularak çalışmalarına başladı. İsyan bu şekilde örgütlenme yönünü tamamladı. Osmanlı Devleti isyanı bastırmak için büyük çaba harcıyordu. 1824 yılına gelindiğinde çatışmalar kara ve denizde devam ediyordu. Asiler Sakız Adası'nı bastılar. Osmanlı donanmasının Mora'da bulunmasından yararlanan asi Rumlar, iki yüz parça gemi ile Menemen ve Çandarlı taraflarını vurdular. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Devleti 1823 ilkbaharında Mora'ya asker gönderdi.Yeniçeriler askerlikten anlamadıkları için Mora'da perişan oldukları gibi asiler de güç duruma düştü. Olaylar karşısında kayıtsız kalmayan Rusya, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'nın hükümlerini ileri sürerek, Ortodoks uyruklular hakkında güvence istedi. Bu isyanın kuvvetle bastırılmaması demekti. Bu gerekçe ile Babıâli bu Rusya'nın isteklerini reddetti. Bunun üzerine Osmanlı-Rus ilişkisi kopma düzeyine geldi. Bu sırada Rumlar, başka devletin koruyuculuğuna girmek istediğinden Ruslara fazla yanaşmadı. Bu sebeple Çar, Yunan asilerinden yüz çevirerek Babıâli ile anlaşmaya çalıştı. Bu arada devreye giren İngiltere ve Avusturya, Yunan isyancılarına destek veren Rusya'yı uyardılar. Yunan asilerine yardım etmenin Fransız İhtilali sonucu ortaya çıkan ulusçuluk ve cumhuriyet prensiplerini tanımak demek olacağını söylediler. 1821'de Verona Kongresi toplandı. Kongrede Dörtlü İttifak'ın genel politikası çerçevesinde Yunanlıların bağımsız devlet kurmalarına karşı çıkıldı. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen Rumlar, bağımsızlık isteklerini ilan etmeye başladılar. Büyük devletlerin bu tutumunun aksine Avrupa kamuoyu Yunanlılara sempati besliyordu. Birçok gönüllü Avrupalı subay, Rum asileri yanında çarpışmak için Mora'ya geldiler. Asiler 1 Ocak 1822'de Epidor yakınında bir meclis toplantısı yaparak bağımsızlıklarını ilân ettiler. Beş üyeden meydana gelen bir hükümet Mehmet Ali Paşa'nın İsyanı Bastırması II. Mahmut, sonu gelmeyen ayaklanmaları bastırmak amacıyla Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'dan yardım istemek zorunda kaldı. Mehmet Ali Paşa'nın maiyetinde iyi bir ordu ve donanma vardı. Bu ordusunun değeri Vahhabi mezhebi, Kıbrıs ve Girit isyanlarının bastırılması sırasında daha iyi anlaşılmıştı. Bu arada Mehmet Ali Paşa 1804 yılında Mısır Valiliği'ne geldiği günden beri dikkatleri üzerine çekmişti. 197 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Mehmet Ali Paşa Girit ve Mora valiliklerinin kendisine verilmesi kaydıyla Yunan asilerinin üzerine gideceğini bildirdi. Babıâli, Mehmet Ali Paşa'nın bu isteklerini kabul etti. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasında 54 gemi ve 16 bin askeri 9 Temmuz 1824 günü Mora üzerine gönderdi. Donanma Rodos ve Girit üzerinden hareket etti ve buralarda bulunan Osmanlı donanmasıyla birleşerek 26 Şubat 1825'de Mora'ya geldi. Karaya çıkan Mehmet Ali Paşa kuvvetleri asilerin eline geçen yerleri almaya başladı Hükümetin 4 yılda bastıramadığı isyan İbrahim Paşa' nın düzenli kuvvetleriyle hızla önlendi. Mora kolaylıkla asilerden temizlendi. 1827 yılında Misolongi ve Atina'yı teslim alarak isyanı tam olarak bastırdı. Böylece burada devlet otoritesi yeniden kuruldu. Rum isyanları son bulurken işe Avrupa devletleri karıştı ve isyan yeni bir safhaya girdi. İsyan önce Osmanlı'nın bir iç meselesi olarak görülürken sonra devletlerarası bir konu oldu. Yunan İsyanlarına Avrupalıların Karışması 1821'de Vero Kongresi'nde toplana Dörtlü İttifak'ın aldığı kararlar çerçevesinde Avrupa büyük devletleri, Yunan isyanına baştan beri tarafsız kaldılar. Rusya'da meydana gelen hükümdar değişikliği isyancıların lehine oldu. Rus Çarı I. Alexander 1 Aralık 1825'de ölünce yerine I. Nikola (1825-1855) geçti. Çar Nikola, Dörtlü İttifak'a ve Türklere karşı idi. Çar I. Nikola, Yunanlılara aşırı derecede sempati duyuyor, Mehmet Ali Paşa gibi güçlü bir valinin Mora ve Girit adasına yerleşmesini ve böylece Doğu Akdeniz'e egemen olmasını Rum çıkarlarına aykırı buluyordu. Yunan sorununu yeniden ele alan Rusya, konuyu kendi çıkarına çözmek için harekete geçti ve Prut Nehri boylarına asker yığmaya başladı. Peşinden 17 Mart 1826'da Osmanlı hükümetine bir ültimatom vererek 1812 Bükreş Antlaşması'nın bazı maddelerine belli konularda karşı çıkarak bunun altı hafta içinde yeniden gözden geçirilmesini istedi. Bu tutum içinde bulunan Rusya, Osmanlılara karşı diplomatik taarruza geçti. Rusya'nın girişimiyle Yunan İsyanı' nın yeni olaylara neden olmaması için hükümet bu öneriyi kabul etti. Bunun üzerine Osmanlı-Rus temsilcileri sınırda görüşmelere başladı. Sonuçta 7 Ekim 1826'da Akkerman Sözleşmesi'ni imzaladılar. Akkerman Sözleşmesi'ne göre: 1. Sırbistan'ın özerkliği tanınacak ve burası anayasal yönetime kavuşturulacak. 2. Eflak ve Buğdan'a Rusya'nın onayı alınarak yerli beylerden voyvoda atanacak. 3. Rumeli'de ve Kafkasya sınırında Rusya'nın lehine bazı değişiklikler yapılacak. SAYI 17 - 18 4. Rus ticaret gemileri Osmanlı sularında serbestçe dolaşabilecek. Garp Ocakları'na ait gemilerin Rus ticaret gemilerine zarar vermeleri önlenecek. Eğer zarar verecek olursa bu zararları Osmanlı Devleti ödeyecek. 5. Bükreş Antlaşması aynen uygulanacak. Yukarıda görüldüğü gibi Yunanlılarla doğrudan bir ilgisi bulunmayan Akkerman Sözleşmesi'yle Rusya diplomatik bir zafer elde etti. Başlangıçta Yunan sorununa tarafsız kalarak Osmanlıların toprak bütünlüğüne saygıdan yana olan İngiltere, bu gelişme üzerine Yunanlılar lehinde Rusya ile antlaşmak istedi. Çünkü İngilizlere göre, Mehmet Ali Paşa'nın Mora ve Girit'e yerleşmesi Yunan isyanı vasıtası ile gerçekleşti. Ayrıca Rusya da Yunan sorunu lehine İngilizlerle antlaşmak istiyordu. Akkerman Sözleşmesi'nden önce 4 Nisan 1826'da İngiltere ile Rusya Sent Petersburg Protokolünü imzalamıştı. Sent Petersburg sözleşmesine göre; 1. Yunanistan, Osmanlı Devleti'ne vergi ile bağlı özerk tek bir devlet haline getirilecek 2. BütünTürklerYunanistan'dan çıkarılacak. 3. İngiltere ile Rusya her türlü çıkar hesaplarından uzak olarak bu öneriyi Osmanlı Hükümetine kabul ettirecek. Protokol; Avusturya, Prusya ve Fransa'ya bildirildi. Avusturya ve Prusya bu protokolü reddetti. Fransa kendisine karşı 1815'te kurulan Kutsal İttifakı parçalamak 8 için bu protokole katılmayı kabul etti. Kafkasya'daki yeni sınır anlaşmazlığından dolayı İran ile Rusya savaşa girişti. Rusya Eylül 1826'da İran'ı yendi. Bundan sonra ağırlığı Osmanlı Devleti üzerine verdi. Rusya ve İngiltere Yunan problemini kendi çıkarlarına uygun olarak çözmek için harekete geçtiler. 4 Nisan 1826 protokolüne göre Osmanlı Hükümetine ültimatom verdiler. Osmanlı Hükümeti, Rus ve İngiltere tarafından verilen notaya Haziran 1827'de cevap verdi. Cevabında: Rusya ve İngiltere'nin Yunan asilerini himaye etmesinin doğru olmadığını ve Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmaya haklarının bulunmadığını belirtti. Osmanlı Hükümeti'nin bu red cevabı, Avrupa devletlerinin birleşmelerine sebep oldu. Zaten Fransa Rusya'ya yaklaşıyordu. Bu yakınlaşmadan endişe duyan İngiltere, inisiyatifi elden bırakmamak için kendisinin de katıldığı Fransa ve Rusya arasında 6 Temmuz 1827 tarihinde Londra Antlaşması imzalandı. Buna göre: Üç devlet 4 Nisan1826'da yapılan Sent Petersburg protokolüne göre Yunanistan bağımsız devlet haline getirilecek. YunanlılarYunanistan ve adalarda bulunan 198 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 bütünTürk mallarına sahip olacak. Bunları kabul etmesi için Osmanlı Devleti'ne bir ay süre verilecek. Kabul etmediği takdirde üç devlet Yunan asilerine yardım edecek. Osmanlı Devleti'ne antlaşma hükümleri silah zoruyla kabul ettirilecek. İngiltere, Rusya ve Fransa bu kararları 16 Ağustos 1827'de Osmanlı Devleti'ne bildirdi. Ancak Babıâli tek taraflı olarak Türklerin Yunanistan'dan atılması demek olan bu kararı çok ağır buldu ve iç işlerine müdahale sayarak kabul etmedi. Çünkü Yunanistan'a bağımsızlığı vermek diğer toplular için kötü bir örnek olacaktı. Bu ise Osmanlı Devleti'nin yıkılıp dağılması demekti. Navarin Olayı Yukarıda açıklandığı gibi Sent Petersburg ve Londra Antlaşması'nda alınan kararlar Osmanlı Devleti tarafından ret edilince İngiltere, Fransa ve Rusya aldıkları kararları silah zoruyla kabul ettirmek için harekete geçtiler. Bu nedenle Rusya, Fransa ve İngiltere'nin ortak donanması Mora'yı kuşattı. Bu hareket ile Türklerin Mora'yla ilgisini kesmek istediler. Daha sonra İbrahim Paşa kumandasında buluna Türk ve Mısır donanmasının bulunduğu Navarin önlerine geldiler. Paşa'ya anlaşma önerisinde bulundular. Paşa merkezden alacağı emre göre hareket edeceğini bildirmesi üzerine müttefikler, Türk ve Mısır donanmalarıyla askerlerinin Yunanistan'dan çıkmasını istediler. Türkler müttefiklerin isteğini reddedince, savaş gemilerini batırmak için 20 Ekim 1827'de Navarin'e girdiler. Yapılan deniz savaşında Osmanlı ve Mısır gemileri yok edildi. Navarin olayına Rusya ve Fransa çok sevindi. Fakat bu olay, İngiltere'de hoşnutsuzluk yarattı. Zira Navarin olayı ile Metternich sistemi ve Kutsal İttifak fiilen yıkıldı. Navarin olayı Avusturya tarafından bir felaket olarak kabul edilirken, Osmanlı Devleti ve İslam âlemi bu 9 baskını bir Haçlı Savaşı olarak kabul etti. Avrupa'nın ve Rusya'nın himayesine sığınan Yunanlılar, Osmanlı Devleti'nin uğradığı felaketlerden cesaret alarak Türkler aleyhine istikbaldeki zaferlerine dair yeni birtakım plan uygulamak için, dinî efsaneler ve kehanetler uydurarak Haçlı zihniyetini yaymaya başladı. Kilise ve eğitim teşkilatı ile yeni nesillerin şuuruna Megali İdea'yı yerleştirdiler. Yabancı devletlerin aleti olan Yunanlılar, sınırsız emellerinin etkisinden kurtulamadılar. Türkiye aleyhine Haçlı seferlerini hazırlamaktan vazgeçmediler. Fener Patrikhanesi'nin bulunduğu İstanbul'u dinî merkez 10 kabul ettiler. Navarin olayı ile yeni bir dönem başladı. Yukarıda belirtildiği gibi Kutsal İttifak yıkıldı. Galip durumda olan Osmanlı Devleti Mora'da yenik duruma düştü. Rusya'nın Güneye inmesine engel olacak güç kalmadı. Osmanlı Devleti aniden donanması olmayan bir deniz devleti haline düştü. Navarin Baskını Navarin olayına Osmanlı Hükümeti sert tepkiler göstererek, boğazları bütün gemilere kapattı. Babıâli 9 Kasım 1827'de Avusturya elçisi aracılığı ile İngiltere, Fransa ve Rusya'ya bir nota vererek bu üç devletle bir savaş durumu olmadığı halde donanmasını batırdıkları için tazminatla birlikte Yunan konusuyla ilgilenmemelerini istedi. Bu istekleri yerine getirilinceye kadar elçilerle ilişkisini kesti. Bunun üzerine Osmanlı Devleti'nin isteğini kabul etmeyen İngiliz, Fransız ve Rus elçileri İstanbul'u terk ettiler. Böylece üç devlet ile Osmanlı arasındaki münasebetler kesildi. İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti'ne karşı savaş yapmak niyetinde değildi. Rusya'nın aşırı ihtiras ve isteklerini ortaya koyan davranışları İngiltere ve Fransa'yı çıkarları açısından endişelendirdi. Bu devletler Yunan meselesinden dolayı bir Osmanlı-Rus savaşını önlemek istediler. Kuzeyden gelebilecek bir tehlikeyi önlemek için Fransa ile İngiltere, Mehmet Ali Paşa'nın askerlerini Mora'dan çıkarmak için 9 Temmuz 1928'de bir protokol yaptı. Mehmet Ali Paşa'nın bu protokolü kabul etmesi üzerine 6 Ağustosta sözleşme yapıldı. Eylül ayı başında Fransızlar Mora'ya asker çıkarıp geçici olarak burayı işgal ettiler. İngilizler de İbrahim Paşa komutasındaki askerleri Mora'dan Mısır'a taşıdılar. Bu arada Rusya 11 Osmanlı Devleti'ne savaş açtı. Osmanlı-Rus Harbi 1817'deki Navarin olayı nedeniyle meydana gelen durumdan kendi çıkarları açısından faydalanmak İsteyen Rusya, Ocak 1828'de Osmanlı Devleti'nden bazı isteklerde bulunarak Akkerman Sözleşmesi'nin tam olarak uygulanmasını istedi. Rusya, Yunan problemini çözmek bahanesiyle güneye inme politikasını gerçekleştirmek için Avrupa büyük devletlerinin tarafsızlığını kazanarak harekete geçti ve Osmanlı Devleti'ni yalnız bıraktı. 199 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Rusya, 1820'li yıllarda İran'la savaşırken Osmanlı'ya karşı da savaş hazırlıklarına başladı. Kafkaslarda Rus nüfuzunun artması Gürcistan ve Azerbaycan'ın işgali, İran'ı harekete geçirdi. Bu nedenle İran 1826'da Rusya' ya savaş açtı. Rus-İran savaşı Güney Kafkasya'daki nüfuz mücadelesinden ortaya çıktı. Aslında bu savaşta İngiltere'nin Doğu Hindistan Kumpanyası, İran'ı destekleyerek Rusya'nın Doğu Asya'ya yayılmasını önlemek istedi. Savaşta İran kuvvetleri yenildi. Rusya, Aras Nehri'ni geçerek Güney Azerbaycan'a girdi. Tiflis, Urmiyye ve Erdebil'i ele geçirerek Tahran'ı tehdit etti. Bunun üzerine İran barış isteğinde bulundu ve 10 Şubat 1828'de Türkmençay Antlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya göre İran, Revan ve Nahcivan hanlıklarını, Erivan ve çevresiyle birlikte Aras Nehri'nin sol tarafındaki bütün topraklarını Rusya'ya bıraktı. Kafkas üzerindeki haklarından vazgeçerek Rusya'ya yirmi milyon ruble ağır savaş tazminatı ödemeyi kabul etti. Kafkasları tamamen ele geçiren ve Karadeniz'in doğusundan güneye inen Rusya, Osmanlı Devleti ile gergin bir siyaset izliyordu. Bu sırada donanma yanmış, 1826'da kaldırılan Yeniçeri Ocağı'nın yerine kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu tam gelişmemişti. İç ve dış problemlerin yanı sıra Fransa ve İngiltere ile de münasebetler kesilmişti. Osmanlı'nın içinde bulunduğu zayıf durumu Rusya çok iyi değerlendiriyordu. Yukarda kısaca açılanan gelişmeler karşısında Rusya'ya çok kızgın olan Babıâli, 2 Aralık 1827'de Meşveret Meclisi'ni toplayarak Rusya'ya karşı mücadele edilmesine karar verdi. İşte bu şartlarda Rusya, 14 Nisan 1828'de Osmanlı topraklarına saldırdı. Buğdan'ı aldı ve Eflâk'a girerek Bükreş'i işgal etti. Ruslar, Kafkas ve Anadolu cephesinden, Anapa, Poti, Ahiska'yı alarak Kars'a girdiler.1829 yılında büyük başarılar elde ederek ilk defa batıda Edirne'ye doğuda Erzurum'a kadar geldiler. Doğu ve batı cephelerinde tehdit altında bulunan Osmanlı Devleti barış istemek zorunda kaldı. SAYI 17 - 18 Çar I. Nikola kazandığı zafere rağmen güç durumdaydı. Rusya'da beklenmeyen ayaklanmalar başladı. İngiltere ve Avusturya, Rus ilerleyişi karşısında seslerini yükseltmeye başladılar. Edirne'yi 20 Ağustos 1829'da alan Rus kuvvetleri merkez ana kuvvetlerden çok uzaklaşmıştı. Bu sebeplerden dolayı Çar, Osmanlı Devleti'nin barış, isteklerini kabul etti. Osmanlı-Rus temsilcileri arasında Edirne'de görüşmelere başlandı. Osmanlı Devleti'ni Sadık Efendi başkanlığında bir heyet, Rusya'yı Kont Aleksi Orloff ve Kont F. Pahlen temsil etti. Görüşmeler kısa sürdü ve Ruslar tarafından daha önceden hazırlanan şartlar zorunlu olarak kabul edildi. 14 Eylül 1829'da Edirne Antlaşması imzalandı. On altı maddeden ve iki senetten meydana gelen Edirne Antlaşmasına göre: 1. Ruslar Tuna Nehri'nin ağzındaki adalar müstesna, Rumeli'de işgal ettiği yerlerden çekilecek. Prut Nehri savaştan önce olduğu Osmanlı Devleti ile Rusya arasında sınır olacak. 2. Osmanlı Devleti, Gürcistan ve Kafkasya'daki yerlerin, ayrıca Rusya'nın 10 Şubat 1828 Türkmençay Antlaşması'yla İran'dan aldığı Revan ve Nahcivan hanlıkları topraklarının Rusya'ya ait olduğunu kabul edilecek. Buna karşılık Rusya, Ahıska, Ahılkelek, Poti ve Anapa dışında doğuda işgal ettiği yerleri geri verecek. 3. Rus ticaret gemileri boğazlardan serbest olarak geçebilecek ve Rus uyruklu olanlar Osmanlı topraklarında ve denizlerinde serbestçe ticaret yapabilecekler. 4. Osmanlı Devleti ile savaş halinde olmayan diğer bütün devletlerin ticaret gemileri Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçecekler, Osmanlı Devleti hiçbir zaman her hangi bir şekilde bunlara engel olmayacak. 5. Akkerman Sözleşmesi ile Sırbistan, Eflak ve Buğdan'a tanınmış olan haklar yenilenecek. Bundan sonra Eflak ve Buğdan voyvodaları bu göreve hayatları boyunca atanacaklar, topraklar Osmanlı Devleti'ne bağlı kalmakla beraber Türkler burayı terk edecek. 6. Osmanlı Devleti savaş tazminatı olarak Rusya'ya 10 milyon duka altın ödeyecek. 7. Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere ve Fransa'nın Londra'da 6 Temmuz 1827'de imzalanan Londra Antlaşması'nı ve buna dayalı olarak yine Londra'da 22 Mart 1829'da aralarında yaptıkları protokolü, yani Yunanistan Devleti'nin kurulmasını ve bağımsızlığını öngören anlaşma ve protokolü kabul edecek, ayrıca 4 Nisan 1826'da Yunan probleminin çözülmesi hususunda İngiltere ile Rusya arasında imzalanmış olan Sent Petersburg protokolünü tanıyacak. 200 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Edirne Antlaşması Osmanlı Devleti'nin Kaynarca Antlaşması'ndan sonra imzaladığı en ağır antlaşmaydı. Bu antlaşama ile Eflak, Buğdan ve Sırbistan'a geniş muhtariyetler verildi. Boğazların kapalılığı ve açıklığı dönemi başladı. Kabul edilen ağır savaş tazminatı devletin ekonomisinin çökmesine neden oldu. Bağımsız bir Yunanistan devletinin kurulması, Osmanlı Devleti'nin dağılmasına sebep oldu. Bundan sonra Rusya'yı yenme umudu kaybedildi ve dış politikada denge politikası izlendi. Yunanistan'ın Bağımsızlığı Edirne Antlaşması'nda belirtildiği gibi Osmanlı Devleti 22 Mart 1829 tarihli Londra Protokolü'nü kabul etti. Yunanistan'ın kurulması için Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında Londra'da görüşmeler başladı. Uzun çekişme ve tartışmalar sonunda 3 Şubat 1830'da konferansta büyük devletler arasında bir protokol imzalandı. Buna göre Yunanistan'ın sınırları Mora'nın hemen kuzeyinden geçerek Attik yarımadası ve Kiklat adalarını içine aldı. Ayrıca devletin başına kral olarak Lepold Von Sachsen-Koburg seçildi. Yunanistan'ın resmen kuruluşunu belirleyen 3 Şubat 1830 tarihli protokol İstanbul elçilikleri aracılığı ile 8 Nisan 1830'da Babıâli'ye bildirildi. Osmanlı Devleti de Yunanistan'ın bağımsızlığını 24 Nisan 1830 tarihinde kabul ederek onayladı. Bundan sonraki gelişmelerde Yunan adına Yunanistan'ın kurucusu ve koruyucusu İngiltere, Fransa 12 ve Rusya Osmanlı Devleti ile görüşmeleri sürdürdü. Yunanistan'ın bağımsızlığı tanındıktan sonra iç çekişmeler durmadı, hatta iç savaş eşiğine kadar geldiler. Bu da Yunan sorunun bir süre daha devam etmesine yol açtı. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya Londra'da toplanarak Mayıs 1832'de Yunanistan'a son şeklini veren bir antlaşma yaptılar. Bu antlaşma ile Yunanistan'ın sınırları genişletildi. Ege Denizi'nde Eğriboz dâhil olmak üzere küçüklü büyüklü yüzlerce ada Yunanistan'a verildi. Bundan sonra Yunanistan adına hareket eden İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti'ne baskı yaparak yeniden görüşmelere başladı. Çünkü Yunanistan'ın sınırlarını genişletme isteği karşısında bu devletler, Yunanlıların sınırsız ihtiraslarını tatmin etmeye çalışıyordu. Sonuçta baskılara dayanamayan Bab-ı Âli ile SAYI 17 - 18 taraflar arasında 21 Temmuz 1836'da bir protokol imzalandı. Böylece sınırları genişletilmiş Yunanistan'ın yeni statüsü kabul edildi. Yunanistan da yeni aldığı topraklardaki Türk mallarının bedelini ve Osmanlı Devleti'ne belli bir tazminat ödemeyi yüklendi. Yunan isyanı sonunda Osmanlı Devleti'nin parçalanması hızlandı. Osmanlılar daha öce de toprak kaybetmişti fakat kaybettiği topraklar üzerinde bağımsız bir devlet kurulmamıştı. Hıristiyan bir topluluğun Yunanistan'da bağımsız devlet kurması, Balkanlarda bulunan diğer Hıristiyan topluluklara da kötü bir örnek oldu. Yunanistan Devleti'nin kurulmasıyla Osmanlılar Ege Denizi sorunu ile karşı karşıya geldiler. Daha önce Türk gölü olan Ege Denizi'nde Yunanlılar da rakip olarak ortay çıktı. Ayrıca Osmanlı Devleti, Karadeniz'de olduğu gibi Ege Denizi'nde de kuşatılmış duruma düştü. Böylece Türk denizciliği Yunan denizcileri karşısında zorlandı. Denizlerdeki güvenliği tehlike altına girdi. Ege Denizi'nin Yunanlılarla paylaşılması sonunda Osmanlı Devleti'nin deniz yoluyla bağlı olan ülke topraklarıyla olan bağlantısı zayıfladı. Bu da o bölgelerde çeşitli olayların çıkmasına neden olacak ortamın oluşmasına etki etti. Öyle ki Osmanlılar buralarda çıkan isyanı zamanında bastıramayacak duruma geldi. Osmanlı Devleti'nin Yunan isyanları karşısında durumu ve Rusya karşısında uğradığı yenilgi, artık tek başına bütünlüğünü devam ettirecek güçte olmadığını ortaya koydu. Özellikle Rusya'ya karşı devletin varlığını korumak için daha çok devletlerarası dengelerden yararlanma ihtiyacında olduğu anlaşıldı. Bilhassa Yunan İsyanı, Avrupa'da hala dinin iç ve dış siyaset üzerinde etkili olduğu ve Türklere karşı nasıl kullanıldığını gösterdi. Yani Yunan İsyanı haçlı zihniyetinin hala Avrupa'da nasıl devam ettiğini ortaya koydu. Yukarıda belirtilen olumsuz gelişmelere ilave olarak bu isyanla Osmanlı'nın düştüğü bu zor durum karşısında devletin valileri kendi başlarına buyruk harekete geçtiler. Hıristiyan olan Ermeniler gibi uluslar bağımsızlıklarını kazanmak için harekete geçtiler. Bu tür ayaklanmalar devleti çok ciddi şekilde meşgul etti. Bu arada doğuda Osmanlı-İran ilişkilerinde yeni gelişmeler 13 meydan geldi. DİPNOTLAR 1) Ahmet Eyicil, Siyasi Tarih 17891939, Ankara 2005, s.121138. 2) T.W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, Tercüme: Hasan Gündüzler, Ankara, 1971, s. 216-217. 3) Aynı Eser, s. 218. 4) Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1983, C.5, s. 107. 5) Karal, a.g.e., C.5, s. 110. 6) Karal a.g.e., C.5, s.109. 7) İsmail Hami Danişment, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, C.4, s.104-106. 8) Karal a.g.e., C.5, s. 117. 9) Karal, a.g.e., c.5, s.118. 10) Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1981, s.6768. 11) Karal, a.g.e., s.119; Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, 201 İstanbul 1985, s.111; Danişmend, a.g.e., s.112. 12) Uçarol, a.g.e., s.114; Üçok, a.g.e., s.72; Danişmend, a.g.e., s.115. 13) Karal, a.g.e., C.V, s. 24; Uçarol, a.g.e., s.119; Ercüment Karan, Cezayir'in Fransızlar Tarafından İşgali Karışısında Osmanlı Siyaseti (1827-1847), İstanbul, 1957; s.3-17 Danişmend, a.g.e., s.116; Ahmet Rasim, OsmanlıTarihi, C.IV, İstanbul, 1328, s. 1867-1869. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 SARAYBOSNA - ZAGREB GEZİSİ Prof.Dr. Erkan TÜRE, İstanbul Şehir Üniversitesi 17 Nisan 2008 sabahı 2 araba ve 8 kişi kuzeye doğru yola koyulduk. Hedefimiz Zagreb üzerinden büyükçe bir daire çizerek Hırvatistan'ın bu tarihi başkentini ve Bosna'nın bazı tarihi ve tabii güzelliklerini görmek. 3 günlük bir gezi programı yapıldı. Eski ama bakımlı denilebilecek binadaki pansiyonumuza eşyalarımızı bırakıp yürüyerek şehir turuna başlıyoruz. Binanın iç avlusu da var ama sadece minik arabalar girişteki 2 kanatlı kemerli kapıdan geçip park edebiliyor! Bosna'da yolların % 90'ı bir akarsu vâdisini takip ediyor, etrafı dağlarla çevrili bu vâdilerde yollar dar, virajlı ve manzaralı. Hız sınırı hemen her yerde 60 km/saat! Polisler sıkı takip ediyor, özellikle meskun yerlerde hıza tolerans yok. Sürücüler kurallara saygılı, yayalara dikkat ediyor. Önce tiyatro binasına nazır bir kafede birer kahve içiyoruz. Tarihi şehir meydanı cıvıl cıvıl. Kafede Avro ve kredi kartı kabul etmedikleri için hemen para bozduruyoruz. Katedralin tarihi bin yıllık ama çeşitli kereler (işgâl, yangın, deprem vb. sebeplerle) yıkılmış, yanmış, tahrip edilmiş ve yeniden yapılmış. Son tarzı gotik dönemde kazanmış, kuleler 19. yüzyılda yapılmış, ne yazık ki kulelere çıkılmıyor. İyi korunmuş tarihi binalar, bakımlı sokaklar, çiçekler, kiliseler, müzeler, minyatür sanatçılarının dükkânları, sanat galerileri arasından keyifli bir yürüyüşle geçip, bir marketten alışveriş yapıp pansiyona dönüyoruz. Yanımızdaki zeytinyağlılar ve taze salata-meyve-meyvesuyu ile neşeli bir yemek yiyoruz. Hava güzel, biraz bulutlu ve tatlı bir serinlik var. Öğle saatlerinde bir nehir kenarında mola verip piknik masalarında yanımızdaki yiyecekleri iştahla yedik ve yola devam ettik. Yol kenarlarındaki küçük lokanta ve benzincilerdeki tuvaletleri hep temiz bulduk. Lokantalar orada yemek yemeseniz de tuvaleti kullanmanızdan rahatsız olmuyorlar. Sınırdan çıkış ve Hırvatistan'a giriş kolay oldu. Coğrafya hemen değişti, kendimizi geniş bir ovada bulduk. Kısa bir süre sonra otoyola girdik, artık hızla hedefimize gidebiliyoruz. İkindi saatlerinde Zagreb'e girdik. Eski şehrin merkezinde Hâlâ kültürel hayatın da merkezi orası olan eski şehrin merkezinde Internetten yer ayırttığımız pansiyonu bulmak zor olmadı. Otopark konusu çok disiplinli düzenlenmiş, gündüz saatlerinde işaretlenmiş yerlere makineden bilet alıp park ediliyor, boş yer bulmak kolay değil. Biz yabancı plakalı olduğumuz için pansiyon sahibi para ödemeniz gerekmez dedi. Bu sebeple arabalarımıza yazılan 30'ar Avroluk park cezalarını umursamadık dönerken! Yemekten sonra yine şehir turu, bir açık hava kafesinde çay-kahve içiyoruz. Meydandaki ekmekçideki ekmek çeşitlerinin bolluğu ve güzelliği beni çok mutlu ediyor ama büyük şehirlerimizde artık bu ekmeklerin tadını bile bilmeden yetişen çocuklarımız adına üzülüyorum. Kokusu, kıvamı, görüntüsü, lezzeti birbirinden güzel ekmeklerin özellikle has undan olanlarından benim çok sayıda alışım bizim ekibe çok komik geldi ama daha sonraki 2-3 gün boyunca bu ekmekleri (hele kızartıp) yerken bana hak verdiler, ne lezzetler kaybettiğimizi anladılar. Maalesef Saraybosna'da bile biz geldikten sonra pek çok fırında yapılan ekmek bozuldu. Çeşitli katkı maddeleriyle hızla hazırlanıp pişirilen bu sahte ekmekler israfı da artırıyor. İstanbul'a dönüşte kendi ekmeğimizi yapmaya karar verdik. 202 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Mütevazı pansiyonumuzdaki basit yataklarda yorgunluktan çoğumuz iyi uyumuşuz. Ertesi sabah yanımızda getirdiğimiz peynir, zeytin ile orada aldığımız sebze, meyve ve içecekler vs. ile güzel bir kahvaltı edip önceki günden eksik kalan turu tamamlamak üzere yürüyüşe çıkıyoruz. Botanik bahçesinden başlıyor, birbirinden güzel binalar ve parklar arasından geçip turumuzu tamamlıyor ve pansiyona dönüp hazırlanıyoruz. Arabalarla da genişce bir tur atıp şehre çok yüksekten bakan bir kaleye çıkacak, oradan Bosna'daki Bihaç şehrine doğru (güney istikametinde) yola koyulacağız. Hava yine çok güzel, haritamızın ve yol işaretlerinin yardımıyla şehir dışındaki çevre yolunu bulup güneye giden otoyola çıkıyoruz. Zagreb Park BİHAÇ GEZİSİ Zagreb Bihaç yolculuğumuz da güzel bir havada ve rahat geçti. Otoyoldan bir süre sonra ayrılıp doğuya döndük, yine kıvrımlı, sık sık küçük yerleşim yerlerinden geçen bir yolu izliyoruz. Hanımların Sarabosna'da hazırladığı poğaçalar ve muz gibi kolay meyvelerle soğuk kutudaki içecekler yolda uzun bir mola vermeye gerek kalmadan hedefe yönelmemizi ve bilmediğimiz yerlerde yiyecek aramak zorunda kalmamamızı sağladı. Yeşilin, çiçeklerin, suyun git gide bollaşmasından Bosna'ya ve Bihaç'a yaklaştığımızı anlıyorduk. Sınırı geçmek yine kolay oldu, zaten sınırdan sonra Bihaç'a gelmemiz çok sürmedi. İkindi saatlerinde şehre girdik ama kalacağımız yer şehir dışında olduğu için oyalanmadan öncelikle KIRO RAFTING'i bulmak üzere yola devam ettik. Bihaç'ın içinden bütün güzelliği ve temizliğiyle birkaç koldan akan Una nehrine paralel olarak 5 km kadar gittikten sonra nehrin iyice genişleyip sakinleştiği bir yerde kurulu olan tesise geldik. İkişer katlı 2 misafirhaneden birisini biz ayırtmıştık, diğeri boştu zaten. Çok güzel bir bahçe içinde, harika bir nehir ve dağ manzarası olan bu güzel evi ve sevimli döşenmiş içini gördüklerinde yolcularımızın çocuklar gibi mutlu olması ve sevinçli yorumları görülmeye Bihaç eski şehre bakış SAYI 17 - 18 değerdi. Tesis sahibi salondaki büyük odun sobasını yakmış, içine yavaş yavaş yanan kalın kütükler atmıştı. Hava hâlâ güneşli ve ılık olduğundan bu sobanın yanmasının gerekliliği güneş battıktan sonra hava serinleyince anlaşıldı. Misafirlerimizin Bosna'daki zamanı kısıtlı olduğundan bu güzel mekânda sadece bir gece kalabilecek olmamıza hayıflandık. Gençleri günün ilerlediği saatlerde bu güzel yerin ve çevresinin tadını çıkarmak üzere bırakıp üçümüz şehre döndük ve akşam yemeği ile ertesi günkü kahvaltı için alışveriş yapmaya koyulduk. Tabii hızla bir şehir turu atarak ertesi gün nereleri gezeceğimize karar vermek için gözlem yapmayı ihmal etmedik. Boşnak bir kadının küçük köfte dükkânından (bizde İnegöl köftesi diye bilinen) Boşnak köftelerinden aldık, manavdan sebze ve meyve, marketten tereyağ, yumurta, peynir, meyvesuyu, kahve vs. alarak döndük. Hep beraber neşeyle hazırlanan akşam yemeğini afiyetle yedikten sonra kahve tiryakilerine kahve, çay özleyenlere (sarkıtma) çay yaptık. Kimse gecenin tatlı sohbetini bırakmak istemese de ertesi günkü gezi programına dinç kalkmak için uyumamız gerekiyordu, sobaya en kalın kütüklerden atıp tatlı bir uykuya daldık. Cumartesi günü güzel ve parlak bir sabah güneşine dinlenmiş olarak uyandık. Gece yağmur yağmış, nehir biraz yükselmişti. Nehir kenarındaki çardaklarda tesis sahibi tarafından kahvaltı verileceğini biliyorduk ama Boşnak kahvaltısını bildiğimizden kendi hazırlıklarımızı da yaparak nehir kenarına indik. Tahmin ettiğimiz gibi onlar sadece börek ve ayran hazırlamıştı. Bizim (Zagreb'ten aldığım ekmeklerin yanında) peynir, zeytin, tereyağ, bal, domates, biber, salatalık ile çeşitli meyve ve meyve sularından oluşan zengin malzemelerimizi de katarak doyurucu bir kahvaltı yaptık. Dağa ve nehre bakan güzel balkonumuzda kahvelerimizi içtikten sonra bu güzel mekânı istemeyerek arkamızda bırakıp Bihaç'a doğru yola çıktık. 203 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Şehirde tarihi değeri olan fazla bina göremedik, çoğu yıkılmış eski şehir surları içinde virâne bir kule ve eski kalenin bir burcuna yapılmış kapalı bir müzeyi dışından görüyoruz. Az ilerideki camiye doğru yürüyoruz, bizi güzel bir sürpriz karşılıyor: bu bir Fetih camisi, yani kiliseden çevrilme. Güzelce restore edilmiş, tamamen ahşaptan iki katlı bir ilave (kadın) cemaat mahalli de eklenmiş ki bu ahşap kısım çok yeni görünüyordu. Bulunduğumuz yerden Kudüs ile Mekke arasındaki açı farkı fazla olmadığından cami içindeki birkaç derecelik güneye kayma ilk bakışta çok belirgin olmamakla beraber ilgimi çekti. Halıları dikkatli bir açıyla yerleştirerek kıbleyi ayarlamışlar, dikkat etmeyen anlamayabilir, namaz kılarken dikdörtgenin uzun kenarına tam paralel durmadığını fark etmeyebilir. İmam bizimle ilgilendi ama bizim Boşnakçamız ile onun İngilizcesi fazla bilgi alışverişine izin vermedi. Esasen zamanımız da kısıtlıydı ama öğle namazına sadece birkaç dakika olduğu için gruptakiler 420 senelik bu camide (kilise olarak tarihi daha eski tabii) cemaatle namaz kılmak için beklediler. Bihaç küçük bir şehir, restore edilmekte olan çarşının ortasındaki bu tarihi camide iki saf insan vardı. Şehri ikiye bölen büyük nehir kolu aynı Manavgat şelalesi gibi küçük ama çoşkulu bir düşüşle yeşiller içinde minik adacıklar oluşturarak köprünün altına akıyor. Yeniden yola koyulmak üzere arabalara yürürken iri ve seyrek damlalı bir yağmur atıştırıyor. Bihaç'a veda ederek yola koyulurken güneş tekrar açıyor. Şehrin birkaç km dışında bir yerleşim yerine girerken genç sürücümüz önümüzde yavaşlayan bir arabayı geçmeye başlıyor. Bu esnada ilerideki benzinciden âniden bir araba bize doğru yola çıkınca da iyice hızlanmak zorunda kalıyor ki güvenli olarak öndeki arabayı geçebilsin. Bunun tam da radar kamerasının kayıt yaptığı SAYI 17 - 18 Jajce, kaleye bakış yerde gerçekleştiğini ve hız sınırını epeyce aştığımızı az sonra polis durdurunca anlıyoruz. Tam bir Murphy kanunu! Hafta sonu olduğu ve Bosna vatandaşı olmadığımız için 30 Avro civarındaki hız cezasını ödemek için polisle birlikte Bihaç'a dönmemiz gerektiğini ve cezayı polis merkezinde ödedikten sonra tekrar yolumuza koyulabileceğimizi öğreniyoruz. Önce canımız sıkılıyor ama sonra bunda da bir hayır olacağını düşünüyoruz. Diğer arabanın yola devam etmesine karar veriyoruz. Jajce yakınındaki göl kenarında buluşmak üzere sözleşiyoruz. Önümüze düşerek bizi geriye, Bihaç'taki polis merkezine götüren polis aracının onca kural ihlâli yapması bize çok ironik geliyor! Uzun işlemler sonunda cezamızı ödedikten sonra tekrar yola koyuluyoruz, hedefimiz Jajce. JAJCE Bihaç'dan çıktıktan sonra bir kısmı özerk Sırp bölgesinden geçen bir yolculuk yapıp Jajce gölünü oluşturan Vrbas nehrine ulaşıyoruz. Gölün kıyısında diğer arabayla buluşuyoruz, ileride bir hafta sonunu oradaki otelde geçirmeyi umarak fiyat alıyoruz. Göl kıyısında arabalarla ilerledikçe manzara güzelleşiyor. Aslında birisi daha büyük ve aralarında 7-8 metre kod farkı olan yanyana iki göl olduğunu anlıyoruz. İki gölün arasındaki yeşil alanda bir piknik yapıyoruz. Planımız hafif birşeyler yiyip Jajce'yi kısaca gezmek ve Travnik'deki su kenarında akşam yemeği yemek, çünkü orada güvendiğimiz lokantalar ve güzel yemekler (kebaplar veya balık) var. İki göl arasındaki kod farkından yararlanan eski su değirmenleri olduğunu anladığımız minik ahşap kulübelerin de fotoğraflarını çekip 8 km mesafedeki Jajce'ye gidiyoruz. Jajce, şelale ve şehir 204 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bazılarımız bir ay önce daha geniş bir vakitte şehri gezmiş, kalesine çıkmıştık. Misafirlerimiz şehrin en güzel göründüğü 2 noktadan gözlem yapmakla yetinmek zorunda kalıyorlar. Jajce Saraybosna ile aynı zamanda (1463) fethedilmiş, ancak kısa süre sonra Macarlar tarafından tekrar ele geçirilmiş ve 60 sene kadar direndikten sonra tekrar Osmanlı olmuş sevimli bir şehir. Bir tarafı dik bir dağ, diğer tarafı derin ve kayalık bir akarsu vâdisi ile çevrilmiş, dik bir tepe üzerinde sağlam surlarla çevrilmiş şirin bir kasaba. Çok iyi korunmuş ve halen restoran olan bir Osmanlı konağını ve yanındaki hâlâ akan çeşmesini gezmiştik. Şehirdeki harap olmuş tarihi eserlerin bazıları yavaş yavaş restore ediliyor. Şehrin içinden geçen nehrin 30 metre yüksekten geniş bir çağlayan oluşturarak köpük köpük düşmesi güzel bir görüntü oluşturuyor. Biz restorasyonu devam eden kaleden gördüğümüz hârika manzarayı misafirlere anlatarak yola koyuluyoruz. Akşam olmadanTravnik'e varmamız gerek. TRAVNIK Gerçekten de hava kararmadan Travnik'e giriyor ve doğruca kaleye çıkıyoruz. Ne yazık ki bu saatte giriş kapanmış, kale kapısının önünden Osmanlıya çok sayıda vezir yetiştiren bu sevimli şehre ve birbirine çok yakın aralıklarla tepeden aşağıya inen minarelere bakıyoruz. Arkamızdaki ihtişamlı dağdan doğan çağıl çağıl bir kaynak kalenin hemen dibinde dar ve derin bir yar oluşturarak aşağımızdan hızla akıyor. Bu yüzden kale girişine gelmek için neredeyse Mostar Köprüsü kadar yüksek ama daha küçük ve meyilli kemerli tarihi taş köprüyü geçtik. Köprüden suyun akışına bakmak da, şehre bakmak da heyecan verici. Kaleden inerken yanından veya yakınından geçtiğimiz küçük tarihi camilerin hepsi maalesef kapalı. Aşağıdaki 5 asırlık medresenin (hâlâ bu amaçla kullanılıyor, yani normal müfredata ilaveten yoğun bir din eğitimi veren lise düzeyinde okul) az yukarısından doğan başka bir kaynağın yanına çıkıyoruz. Bu kaynak da bir anda köpük köpük tazeleyici bir dere oluşturuyor ve dağdan gelen diğer su ile birleşip Laşva nehrine katılıyor. Suyun iki yanındaki lokantalarda suda yetişen lezzetli alabalıkları, kömür ateşinde körpe dana şişini veya sacta pişmiş dana etini, yahut ızgara köfteyi güzel has ekmekle beraber yiyebilirsiniz. Bol cevizli baklava da tavsiye edilir. Travnik Drina Köprüsü romanının yazarı Nobel ödüllü (Sırp) yazar Ivo Andriç'in doğduğu şehir. Bosna'daki önemli nehirler çoğunluğu Tuna'ya ve Karadeniz'e katılıyor. Genelde Bosna'da akan suların içimi sert oluyor, çünkü çok mineralli ve kireçli. Biz evimizde buz gibi akan çeşme suyunu karbon filtresi ile süzüp içiyoruz. SAYI 17 - 18 Drina köprüsünden Visegrad'a bakış Kaleden aşağıya inip suyun kaynağını gezdikten sonra lokantalara indiğimizde kömür ateşinin sönmeye bırakıldığını, ızgaraların artık temizlendiğini görüyoruz. Kebaplar için geç kalmışız! Bol sebzeli ve tavuk etli geleneksel Begova (beyoğlu) çorbasından içebilir ve salata yiyebiliriz ama aslında pek acıktığımız söylenemez. Sadece bir kişi kendisini sacta pişmiş dana eti yemeye hazırlamıştı. (Bosna'da Türkiye'de bulamayacağınız, muhtemelen Avrupa Birliğinde kesilmesi yasak olan körpelikte dana eti yeniyor. Yaşlı sığır etleri genelde kıyma oluyor.) Tarihi medresenin (İmam-Hatip Lisesi) sıcak kanlı bekçisi içeriye kısaca göz atmamıza izin veriyor. Bu esnada ezan okunuyor, grup üyeleri koşa koşa 400 metre mesafede, şehir merkezindeki içi renkli ahşap süslemeleriyle meşhur tarihi camiye yetişiyor. Akşam namazında da cemaate katılabildiği için herkes mutlu. İleride sacta dana eti yiyebileceğimiz bir restoran olduğu bilgisini alıp eve dönüş yolculuğuna başlıyoruz. Hava karardı, daha 100 km kadar yolumuz var Saraybosna'ya, yol önce Laşva, sonra Bosna nehri vadilerinden geçecek, sadece 30 kmlik bir kısmı otoyol olacak. Sözü edilen lokantayı bulamıyoruz, yolumuzun üstündeki büyük alışveriş merkezinin lokantasında da sadece pizza kalmış bu saatte. Kısa bir kahve - baklava molası ile yetinip yola düşüyoruz, rahat bir yolculukla evimize geliyoruz. Kebap yerine evde pişmiş zeytinyağlı fasulye ile taze ev yoğurduna çoktan razı olduk, Zagreb'te aldığım has ekmekleri de kızartıp tereyağ ile yemek herkesi çok mutlu ediyor. Tabii 3 gündür mahrum kaldığımız demlenmiş çayı da doyasıya içiyoruz. (Bosna'da demlenmiş çay içilmiyor, burada herkes kahve içiyor, çarşıda sarkıtma çay bulabilirsiniz. Meyve-bitki çaylarını genelde hasta olunca şifa niyetine içiyorlar!) Ertesi gün (Pazar) yine yolculuk var, bu defa doğugüney ekseninde daha küçük bir daire çizeceğiz ve Drina köprüsünü göreceğiz. Misafirlerimiz Pazartesi günü İstanbul'a dönecekler. Geç vakit uykuya dalıyoruz. Neyseki sabah çok erken yola çıkmamız gerekmeyecek. 205 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Tüneller bittikten kısa bir süre sonra nehir kıyısında ama hep yüksekten ilerleyen yol bizi Vişegrad şehrinin karşı yakasına, Drina Köprüsünün tam yanına, nehir seviyesinin az yukarısındaki bir otoparka getirdi. VİŞEGRAD Pazar sabahı dinlenmiş olarak uyanıyor ve güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Yanımıza yine sandoviç, tost, haşlanmış yumurta gibi hazır yiyecekler alıyoruz, çünkü yolculuğun önemli bir kısmı Sırp bölgesinden geçecek. Zaten Saraybosna'dan doğu veya güneye birkaç km gittiğinizde Sırp bölgesine giriliyor. Bu sefer doğu istikametinde yola çıkıyoruz. Yaklaşık 250 km genişliğinde bir daire çizecek ve güneyden döneceğiz. Saraybosna'nın içinden geçen Miljacka nehri yatağı boyunca bir süre ilerleyip dağa tırmanıyoruz. İnişli çıkışlı, kıvrımlı dönemeçli bir yolu takip ederek küçük yerleşim bölgelerinden geçiyoruz. Kısa sürelerle Rakitnica ve Praça nehirlerini takip ettikten sonra geniş Drina nehrine kavuşuyoruz. Vişegrad'a yaklaştıkça nehrin manzarası harikulade oluyor. Amerika'daki Büyük Kanyonu kıskandıracak ihtişamda, altından turkuaz bir nehrin aktığı derin vâdi boyunca onlarca tünelden geçtik. Aslında tünellerin çoğu granit dağa oyulmuş dev mağaralardı, çoğunun iç yüzeyleri beton-lanmamış bile. O dik ve yüksek yamaçlardaki seyrek, hatta çoğu yeşillikler içinde tek başına görünen evlerde yaşayan insanların yalnızlığını, medeniyete nasıl zorluklarla ulaştığını hayretle düşünerek, doyumsuz manzarayı ve temiz havayı içimize doldurarak yol aldık. Bosna tam bir sular nehirler yeşillikler ülkesi. Sokollu döneminde Mimar Sinan tarafından yapılan bu muhteşem köprü ters L şeklinde, nehrin bu yakasından başlayıp önce nehre paralel 50 metre kadar biraz yükselerek gidiyor, sonra 90 derecelik bir dönüş yapıp gayet geniş bir cadde şeklinde kemerlerle nehri karşıya geçiyor. 1896 yılındaki büyük selde su seviyesi köprünün 1,5 metre üzerine çıkmış ve bu köprü yıkılmamış! Ne yazık ki 92-95 savaşında bu köprüden çok Boşnak katledilip suya atılmış. Köprünün tadını çıkara çıkara karşıya geçiyoruz, uzaktan gördüğümüz minare 2004 yılında yapılmış küçük ve sevimli bir camiye götürüyor bizi. Bir yanı tepe olan, diğer yanı ise Vişegrad'da Drina nehrine kavuşan Rzav nehrine yukarıdan bakan bu cami galiba Sırplar tarafından yıkılmış tarihi bir caminin yerine yapılmış ama bu konuda hiçbir bilgi notu yok, cami bahçesini temizleyen kadınla dil sebebiyle anlaşamıyoruz. Oradan nehir kıyısındaki çay bahçesi pastane arası binaya dönerken marketten meyve suyu ve taze ekmek alınıyor. Güzel hava sebebiyle müşteriler hep bahçedeki masalardalar, nehre biraz daha yukarıdan bakan ve boş olan balkon gibi kısımdaki masalara geçip yanımızdaki yiyecekleri serip iştahla yiyoruz, kimse birşey demiyor! Ortalığı topladıktan sonra garsonu çağırıp kahve istiyoruz, Drina Köprüsü ve nehir manzaralı kahvelerin fincanı 1 lira! Temiz tuvalet 50 kuruşmuş ama bizimkilerin çoğunda bozuk para olmadığından görevli ücret almamış. (Bosna'da atık sular nehirlere karışmıyor, sadece yağmur suyu kanalları nehre akıyor. Bu sebeple kötü kokan bir akarsu görmedik hiç.) 206 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Köprü etrafında ve üzerinde çok sayıda fotoğraf çekiliyor ve yavaş yavaş karşıya geçiliyor. Köprünün hemen yanında kule gibi yükselen kayaya bir çıkış olduğunu görünce önce ben hızla tırmanıyorum, şehrin, nehrin, vâdinin ve köprünün eşsiz manzarasını görmek için diğer yolcular beni takip ediyor. Oradan da güzel pozlar alıyoruz. Artık geri dönüş zamanı, ama aynı yoldan geri dönmeyeceğiz, güneyden bir daire çizip Gorazde ve Foça üzerinden Saraybosna'ya gideceğiz. Yine derin ve hârika manzaralı vâdilerden, tüneller yardımıyla, kıvrıla döne giden yollar aşarak ilerliyoruz. Gorazde'de Drina nehri kenarında bir caminin minaresini görüyoruz. Oraya giden yolu bulmak kolay olmuyor, daracık sokaklardan bir iniş görüyoruz. Yanındaki çoğu eski Osmanlı mezarlarıyla beraber yakın zamanlarda çeşitli tamirler geçirmiş tarihi bir caminin avlusuna erişiyoruz. Şadırvan açık ama cami kilitli! Son cemaat mahallindeki sergilere razı olabiliriz ama hanımlar avludaki evde imamın oturduğundan emin SAYI 17 - 18 kapıyı tıklattılar. İmam memnuniyetle gelip camiyi açtı, böylece içeride namaz kılıp mezarlıktakilere fatihalar gönderiyor ve tekrar yola düşüyoruz. Yolumuz uzun, akşam yaklaşıyor. Dönüş yolunda Foça'ya da kısaca uğradıktan sonra Drina nehrinden ayrılıyoruz, bir süre Govza nehrini takip ediyoruz, heyecan verici dağ yollarında inişli çıkışlı ilerleyip bu sefer Saraybosna'ya yaklaştığımızı haber veren Zeljesnica nehrine kavuşuyoruz, artık havalanına kadar bu nehrin yakınından gideceğiz. Akşam yemeği için bu tarafa yakın oturan kızımın evine gideceğiz, onun için bu şekilde geri dönmek iyi oldu, havaalanından sağa dönüp kızımın evine yorgun ve mutlu giriyoruz. Taze salata, peynirli-mantarlı soslu makarnadan oluşan bir ziyafet kahveyle tamamlanınca yolun yorgunluğu unutuluyor. Bir misafirimiz bu gezilerin en unutulmaz yanının 1500 km'den fazla mesafeden gelerek 4-5 asırlık ecdat camilerinde namaz kılması olduğunu söylüyor. Gerçekten hepimizi en çok bu tarihi mekânlara bizzat şâhit olmak ve oralarda hâlâ yaşadığını hissettiğimiz ruhu ve mânevi havayı koklamak etkiliyor. Erkan Türe, 28 Nisan 2008 207 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik? ... Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan, Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan. Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular... Yahya Kemal'in Açık Deniz adlı şiirinden. Balkan Harbi'nin üzerinden geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimine rağmen; savaşın, kaybın, göçün toplumsal hafızada bıraktığı izler silinmedi. Sonuçları itibariyle Batı Rumeli'de 500 yıllık bir Türk hâkimiyetinin sonunu getiren Balkan Harbi hakkında birçok eser kaleme alındı, birçok değerlendirme yapıldı ve hatıralar yazıldı. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ise 1925 yılında Harp Akademileri'nde verdiği 'Balkan Harbi' adlı konferansta, “Bizim Ordu bütçesi Bulgar Ordu bütçesinin dört, müttefiklerin Ordu bütçelerinin toplamının iki katıydı. Bununla beraber millet, Orduda, ödediği para ile münasip iş görememişti…'' der. Cihan GÜNEŞ Balkan Harbi'nin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, harbin bizzat içerisinde bulunan Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, 1925 yılında Harp Akademileri'nde 'Balkan Harbi' konulu bir konferans verir. Selanik, Kosova, Manastır, Yanya ve İşkodra'nın nasıl elden çıktığını anlatan Fevzi Çakmak; muharebeleri askeri, sosyal ve ekonomik yönden ayrıntılarıyla aktarırken, ilgi çekici çeşitli değerlendirmelerde bulunur, bunun yanı sıra bazen sert bir üslup da kullanarak özeleştiri yapar ve geleceğe dair önemli mesajlar verir. doğru Arnavutluk'ta isyan çıkmış, Mayıs ve Haziran aylarında İpek, Yakova ve Piriştine'de karışıklıklar sürerken, isyanı bastırmak için İstanbul'dan gelen 1. Tümen de isyancılarla birleşmişti. Millet meclisisinde “İtilafçılık”, Orduda “halâskarlık”, Arnavutluk'ta “başkımcılık” elele yürüyorlardı… Bu düzenli tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın kışkırtmasıyla çürüdü, inancı bozuldu. Askerler subaylarını, subaylar askerlerini tanımamaya başladı. O düzenli birlik rezil oldu, itibarını kaybetti…” “Düşmanlara aldanılarak , 70 bin asker terhis edildi” Tozlu raflardan çıkarak, okuyucuyla buluştu Fevzi Çakmak'ın bu önemli konferansı, döneminde “Garbi Rumeli'nin Suret-i Ziyaı ve Balkan Harbinde Garp Cephesi'' adıyla kitap halinde yayınlanır. Uzun süre kütüphanelerde sadece Osmanlıca bilen az sayıda araştırmacı tarafından incelenen ve dikkatlerden kaçan bu eser, emekli bir asker olan Ahmet Tetik tarafından titizlikle günümüz Türkçesi'ne aktarıldı ve 'Batı Rumeli'yi Nasıl Kaybettik' adı altında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. “Düzenli tümen, iç siyasetle uğraşan birkaç subayın kışkırtmasıyla çürüdü'' Ordunun disiplininin, kişisel siyasi tercihler sonucu darmadağın olduğunu belirten Mareşal Fevzi Çakmak, biraz da öfkeyle şunları söyler:“1912 yılı Nisan sonlarına Harp öncesi siyasi idarenin yönetim zaaflarını ve bunun ordunun savaşma iradesine etkilerini dile getiren Fevzi Çakmak, olumsuzlukları şu şekilde aktarır: “Askerlerin arasında başlayan sızlanmayı ortadan kaldırmak üzere 1912 yılı Haziran ayı ortalarında iktidara gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti redif ve ihtiyatların tamamen terhisiyle yetinmeyerek, barış zamanında ordunun önemli bir kısmını oluşturan 1908 girişli yeni nizamiye askerlerini bile terhis etti… Seferberlikten önce Trakya ve Makedonya'daki askeri kuvvetimiz düşmanlarımızın iki katıydı. Seferberlikte doğal olarak üstünlüğümüzü koruyacaktık. Oysa düşmanlara aldanılarak , 70 bin asker terhis edildi. Böylece barışta düşmanlarımıza karşı mevcut olan üstünlüğümüzü kaybettik. Bulgaristan ise bu sırada manevra bahanesiyle ordusunu takviye ediyordu…” 208 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 hemen hiç iş görmemişlerdir. Tayyaremiz hiçbir iş görmedi. Telsizler kırıldı, hatta âdi telgraf ve telefon bile gerektiği gibi çalışmadı. ” “Üsküp'te subaylar bile savunma yapmayı reddetti'' Konuşması içerisinde komuta kademesindeki niteliksizlikten ve kötü idareden de sıkça bahseden Fevzi Çakmak, “…Birliklerin olağanüstü dağınıklığı, özellikle redif ve ikmal askerlerinin tamamen memleketlerine savuşmaları, Üsküp'te subayların bile savunma yapmayı reddetmeleri çok korkunç bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Bu esnada düşmanlarımız kararsızlık içindeydi. Üsküp'ün, İştip'in boşaltılmalarından birkaç gün sonra, halkın çağrısıyla işgal edilmeleri, düşmanların moralini gösteren açık örneklerdir…'' ifadelerini kullanır. “Teknik birliklerimiz hemen hemen hiç iş görmemişlerdir” Bu problem etrafında derin özeleştiride bulunan Fevzi çakmak şu cümleleri kuruyor: “Başsız asker savaşmaz ve savaşamaz. Hasan Ali Rıza gibi komutanların elinde Türk askeri hatta Arnavut redifleri bile iyi savaşmışlar, kötü komutanlar panik çıkmasına sebep olmuşlardır... Rütbelerin tasfiyesi kanunu birtakım ehil olmayanları işbaşından almakla birlikte, dairelerde çürümüş birçok kıdemli fakat askerlikten habersiz kimseleri emir komuta makamına getirmiş ve orduda büyük düzensizliğe sebep olmuştur... Teknik birliklerimiz hemen “Vatan parçasının terk edilmesi, giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getirdi” Yaşanan bozgununun ardından geri çekilişi aktaran ve “Açlık ve sefalet manzarası korkunçtu. Askerler sokaklarda dileniyor, çamurların içinde düşüp kalıyorlardı. Bu yürekleri parçalayan manzara, her göreni yaralıyordu” diyen Fevzi Çakmak, yapılan ateşkesin ardından 19 Haziran 1913 tarihinde 500 yıllık ata topraklarından ayrılışı şu iç acıtıcı cümlelerle ifade ediyor: “19 Haziran 1913 sabahı Karadeniz gemisi, akşama doğru da Gülcemal vapuru Seman İskelesi'nden hareket ettiler. Ben de Gülcemal vapurundaydım. Batı Rumeli'de 500 yıllık Türk hakimiyetine veda ettik... Atalarımızın asırlar boyunca kanlarıyla suladığı, eski ve yeni şehitlerimizin gömüldüğü vatan parçasının terk edilmesi kalplerimizde giderilemeyecek acılar, hasretler meydana getirdi…” Bölgenin nüfusu, askerlerin niceliği ve teçhizatı hakkındaki çizelgeler, muharebe anılarını gösteren krokilerle hazırlanmış kitapta Fevzi Çakmak, geçmişteki hataları, yanlışlıkları, eksiklikleri özeleştiriyle irdeleyerek, ordunun nasıl bir nitelikte olması gerektiği konusunda geleceğe de bir anlamda mesaj veriyor. 209 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR RUMELİ TÜRKÜLERİNİN, SES EĞİTİMİ İÇİN DÜZENLENEREK KULLANILMASI ÜZERİNE BİR ANALİZ ÇALIŞMASI Yard.Doç.Dr.Tülin MALKOÇ TÜRKÜVEYAPISAL ÖZELLİKLERİ Türkü, halk şiiri ve müziğimizde geniş bir yaratma alanını temsil eden, en tanınmış, yaygın formdur. Terim, Farsça Türki: “Türk'e ait, Türkçe” sözcüğünden kaynaklanmıştır (Say, 2002: 542). Türküler Türk köylüsünün, Türk aşiretlerinin, büyük kasabaların eski ve yerli halkının Türk bard (saz şairi, ozan) ve trubadurları olan aşıkların müziğidir. Folklor, anonim bir özellik taşır. Yaratıcıları çoğunlukla belli değildir. Türküler batıdan Adriyatik kıyılarından başlayarak, bütün Balkanlarda, Anadolu'da; Doğu'da Sibirya'dan Lena ırmağına, Çin Seddi'ne kadar uzanan topraklarda, Kırım'da, Uraşşar'da, Kuzey İran' da bütün Orta Asya'da, Arap Yarımadası'nın Anadolu'ya yakın yörelerinde; bir başka deyişle Türkçe'nin konuşulduğu her yerde Türk halk musikisine ve onun çalgılarına rastlayabiliriz. Türküler iki büyük kaynaktan beslenmektedirler; 1- Aşıklar 2- TürküYakıcılar Bu iki grup halk sanatçıları, çeşitli eski ezgilerden, akıllarında kalanları, bilmeyerek, bir başka söz altında birleştirmek suretiyle yeni yeni türkülerin meydana gelmesine sebep olurlar. Bu işi yaparken daha önceden bilinen kuralları uygulamayı düşünemezler, uygulayamazlar, Zira, nazari müzik bilgileri yoktur bu işi İçgüdü ile yaparlar. Aşıklardan bir çoğu eskiden yaşamış büyük ozanların deyişlerini, yetiştikleri yörenin müziği ile söylerler (Emnalar, 98: 28). Tanilli'ye göre; halk türküleri ölçülü ya da ölçüsüz olur. Ölçülü olanlarına kırık hava, ölçüsüz olanlarına da genellikle uzun hava denir. Uzun havalar, Anadolu'nun değişik bölgelerinde, bozlak, türkmeni, maya, hoyrat, divan, ağıt gibi adlarla anılır. Bunlar, genellikle, Karacaoğlan, Emrah, Ruhsati, Sümmani ve daha birçok tanınmış halk ozanın deyişleri üstüne yakılmıştır (Tanilli, 2006: 525). Geçmişte Türk'e ait, Türk ile ilgili anlamında kullanılmış olan “Türkî” kelimesinden gelişen türkü, hem geleneksel Türk halk edebiyatı hem de müziği için kullanılan bir terimdir. Bir anonim halk şiiri nazım biçimi olan türküler, bu sözlerin genellikle kolay anlaşılabilir ve küçük soluklu ezgilendirilmesi sonucu oluşmaktadır. Türkü bentleri, yapı ve sözleri bakımından iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüm türkünün asıl sözlerinin bulunduğu, “bent” denilen kısım; ikinci bölüm ise “bağlama” ya da “kavuştak” adı verilen, her bendin sonunda yinelenen nakarattır. Bentler ve kavuştaklar kendi aralarında kafiyelendirilmektedir. Hece ölçüsünün her kalıbıyla söylenen türkülerde umumiyetle yedili, 210 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 sekizli ve on birli hece kalıpları kullanılmıştır. Genellikle aşk, bir teşebbüse engel oluş, sıla hasreti, tabiat güzellikleri, sevgiliyi sembolize eden turna, ceylan, âhu gibi kavramların konu olarak seçildiği türküleri; ezgileri, konuları ve yapıları bakımından sınıflandırabilmek mümkündür. Ayrıca bazı tanınmış türkülerin, içindeki en etkili sözlere göre de adlandırıldığı görülür: Ayşem, Zeynebim, Fidayda, Adanalı gibi. Bunun yanında, bazı yörelerdeki türküler, belirli öğeleri içermeleri nedeniyle birer tür özelliği göstermektedir (Tokgöz, 2010). vurmalı çalgılarla yetinmeyip giderek ezgiyi seslendirebilen telli çalgılara yöneldiği bilinmektedir. Destanlarda, yuğlarda söylenen sağular, düğün ve av törenlerinde söylenen koşuklar, ozanlar tarafından kopuz eşliğinde seslendirilmiştir. 9. yüzyıldan itibaren İslam kültür çevresine girmeye başlayan Türkler, yerleşik yaşam biçimine geçerek değişen toplumsal koşullara uymuşlardır. Eski düzendeki göçebe yaşan biçimlerine ilişkin kültürel değerleri de değişmeye başlamış, kentleşmeyle birlikte köy kent farklılıkları belirgin düzeye ulaşmıştır (Say, 2005: 521). TÜRK HALK MÜZİĞİVEYAPISI 20. Yüzyılın değişen yaşam koşulları yüzünden “geleneksel”yönüyle halk müzikleri hemen bütün ülkelerde bir gerileyiş dönemine girmiş, yeni örnekleri yaratılmaz olmuştur. Bu gerçeklik Türkiye'yi 20. Yüzyılın ilk yarısında değil, ama yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren etkilemiştir: Cumhuriyetin kurulmasından sonra bilinçli bir halk kültürü kavrayışından kaynaklanan derleme çalışmaları geliştirilmiş, bu eserlerin kamuoyunda tanınması için özellikle radyo yayınlarında seslendirme programlarına önem verilmiştir. Aşık geleneğinin son kuşağı olan Aşık Veysel, Aşık Ali İzzet gibi halk sanatçılarına değer verilmesi de bu kapsamdadır. Halk müziğimizin özellikle gençlik tarafından benimsendiği kısa bir dönem ise 1930'lu yıllarda başlayıp 1970'li yıllarda son bulmuştur. 1970'ten sonra yerli ve yabancı popüler müziklerin egemen olması nedeniyle bütün geleneksel değerler gibi halk müziğimiz de yeni kuşakların tanıyıp yakınlık duyamadığı bir müzik türü konumuna gelmiştir (Say, 2002:.542-543). Yener ve Aksu'ya (2010) göre; Türk Halk Müziği, Türk halkının yüzyıllardan beri yaşadıkları, düşündükleri ve yarattıklarının bir potada özümsenip kulaktan kulağa, dilden dile yaşatılarak günümüze aktardıkları ve eskisine göre biraz şekil değiştirerek günümüzde de üretimini sürdüren tipik, otantik Türk Müziği'dir. Buradaki "Türk Halkı" kavramı Türkiye sınırları içerisinde yaşayan ve etnik yapısı ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında buluşan tüm vatandaşları kapsar. Ülkemizde her ne kadar bu etnik farklılıklar üzerinden bazı farklı açılımlara gidilmeye çalışılsa da o yörelerin Türkülerindeki yapı benzerliği de aslında aynı kültürün ve hissiyatın yarattığı insanlar olduğumuza, küçük ama net bir işarettir Halk müziğimiz kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Genellikle sözlü şarkılardır ve genellikle anonim özellik taşırlar. Sözleri Türkçe olan ve halk şiiri geleneğiyle iç içe bulunan türkülerimiz, kendine özgü çalgıları, söyleyiş ve çalış tavırları, çeşitli formları ve geniş dağarıyla 20'inci yüzyılın ortalarına kadar toplumumuzda etkin olmuştur. Tarihin akışı içinde değişen toplumsal ve kültürel koşullar halk müziği geleneğine yeni soluklar kazandırmıştır. Bu sentezin içinde, diğer kültürlerin etkileri de vardır. Anadolu toprakları, tarih içinde bu etkilerin yoğun biçimde yaşandığı bir kültürel zenginliği sergiler. Kökleri Orta Asya göçebe kültüründen beslenen halk müziğimiz, özellikle 13'üncü yüzyıldan başlayarak Anadolu'da öteki kültürlerle olan etkileşimler sonucunda orijinalitesini yitirmiştir (Say, 2005: 521). Söz konusu dolaylı etkilerin arasında, ilkçağın kültür mirasını yansıtan Sümer, Hitit, Yunan ve Roma Uygarlıklarının Anadolu toprakları üzerinde bıraktığı izler de vardır. Türk boyları 12'inci yüzyıldan başlayarak Anadolu'ya gelip yerleşirken, beraberinde iki büyük kültürel etkeni getirmişlerdir. Bu etkenler Türk boylarının İslamiyet öncesinde bağlı bulundukları doğal inançların mirası ve İslam kültür çerçevesi içinde yer almış bulunmanın kaçınılmaz etkileridir. İslamiyet öncesi koşullarındaki Asya Türk boylarında müzik kültürünün, erken ortaçağda Şamanların kişiliğinde temsil edilen RUMELİTÜRKÜLERİVEYAPISAL ÖZELLİKLERİ Rumeli'nin sözlüklerde yer alan tanımlarını sıralarsak Rumeli kelimesi ile kastedilen yer Osmanlı Devleti'nin Avrupa Kıtasındaki topraklarına verilen isim, aynı zamanda balkan yarım adası olarak bilinmekle birlikte, kuzey batı kısmına “Trakya” da denir. Sınırları kuzeyde Tuna ve Sava nehirleri, güneyde Marmara, Ege ve Akdeniz, batıda İyon ve Adriyatik Denizi, doğuda Karadeniz ve Ege bulunmaktadır. 780.000 km2 kadar yüzölçümü vardır (Akt: Soysal, 2007). Bölgenin adı olan Balkanlar sözü Türkçedir. Bir bölge adı olarak Balkanlar sözü Türk Dil Kurumu'nca “öz. a. Hırvatistan, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Slovenya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan bölge” şeklinde belirtilir. Kelimenin yapısında yer alan Balkan sözünün, “sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık” gibi anlamları vardır. Balkan Yarımadası'nın bir başka adı da Osmanlı kayıtlarına göre Rumeli olmaktadır. Balkan müziği, Balkan Yarım adasında bulunan ülkelerin yaptığı müziklerin genel adıdır (Wikipedi). 211 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Gültekin'e (2008) göre; 1900'lü yılların başında Balkan savaşları nedeniyle yapılan zulümlerden kaçmak için Rumeli'den Anadolu'ya göçen Türkler beraberinde kendi yaşam biçimini (kültürünü) de getirmişlerdir. Gelenek ve görenekleriyle, dilleriyle, sanatıyla, mimarisiyle, giysileriyle ve özellikle de müzikleriyle kültürümüze ayrı bir güzellik katmışlardır. Göçlerden dolayı Rumeli Türkleriyle olan kültür alış verişi özellikle müzik alnında yoğun biçimde yaşanmıştır. Diğer bölgelerde de olduğu gibi Rumeli'den Ege bölgesine yapılan yoğun göçler Ege ve Rumeli halkının iç içe yaşamasına sebep olmuştur. Göçler sırasında yaşanan sıkıntılar ve zulümler sadece tarih kitaplarında değil, halkın sevinçlerini üzüntülerini yansıttığı sazda-sözde yani türkülerle de yorum bulmuştur. Rumeli bölgesindeki ilk müzik araştırmaları Avrupalılar tarafından yapılmış, hatta armonilenen ilk Rumeli türküsü de, C.M.Weber'in (1786-1826) “Oberon” operasında ki bir oyun havası olduğu da Gazimihal tarafından belirtilmiştir. Türk halkı edebiyatını ortaya koyarken, müzik unsurunu bir araç olarak kullanmış, ortaya çıkan ürünleri de kimi zaman bilinmeyen tarihe de ışık tutan tarihi olaylar ile sevmişler ve yaşatmışlardır. Buna göre, olay türkülerinin içerdikleri olaylar ile birlikte tespit edilmesi, notalı olanlarla birlikte bir araya getirilmesi amaçları gözetilmiştir. Tespiti yapılabilen en eski eser 1465 yılında Bosna'nın fethedilmesiyle şehre giren Fatih ordularınca söylendiği, gerek ezgisel gerekse ritim yapılarından yola çıkarak Mehter marşlarına benzediği de söylenebilir (Soysal, 2007). Rumeli bölgesinde Türk müziği etkisi Türkler'in bu bölgeye gelmesiyle başlamış, beş asır boyunca devam etmiştir. Bu etkileşimde Evladı Fatihan'ların, serhat kalelerinde ve yeniçeri ocaklarında hayatlarını geçirmiş, Bağdat'tan Viyana sınırlarına kadar uzanan coğrafyada geçen kahramanlıkları ve fethedilen kalelerin şehirlerin ve bunların elden çıkışlarını konu alan türküler söyleyen Serhat Gazi'lerinin ve Türk Akıncıları'nın büyük etkisi vardır. Bütün bunlar Divan Edebiyatının da yanında Halk Edebiyatının da gelişmesine sebep olmuştur (Soysal, 2007). Budin, Niş, Banyaluka ve İzvornik türkülerinde, elde ettiğimiz verilere göre,1736 yılında hazırlıklarına başlanan ve 1737'nin haziran ayının 29'una denk gelen Aziz Petro gününde Bosna-Hersek Eyaletinin yedi sancağında meydana gelen Osmanlı, Avusturya-Rus savaşı ana temayı teşkil etmiş olup, türkülerinde bu tarihlerde ortaya çıktığını sanılmaktadır. Dönemin Bosna Valisi Hekimzade Ali Paşa (1699-1769) olup bu savaşta fevkalade yiğitlik göstermiş, bilgin ve bilge efendilere, tecrübelilere akıl danışmış, tedbirliliği ile bu savaşı kazanmamıştır. Plevne türküleri bilindiği üzere yine 1877'de OsmanlıRus savaşında Plevne savunmasıyla savaş sanatlarında SAYI 17 - 18 ne kadar usta olduğunu gösteren Mareşal Osman Paşa (1832-1900) türkülerdeki temada başkahraman olarak görülmektedir. Plevne türküleri Osman Paşa türküleriyle özdeşleşmiştir. Rumeli türkülerinin önemli bir kısmı da bölgedeki Eşkiyalarla ilgilidir. Destanlara ve türkülere konu olan Osmanlı dönemi isyancılarından Köroğlu destanı kesin olmamakla birlikte Celali isyanları dönemi 16 ve 17. yüzyıllarda meydan geldiği, Pazvandoğlu (1758-1807), Halil Ağa (1801), Debreli Hasan (18701920) ve Patrona (1730) isyanları içerdikleri olaylar açısından tarih ile örtüştüğü görülmektedir (Soysal, 2007). RUMELİ TÜRKÜLERİNİN SES ANALİZİNİN YAPILMASI Türk halk müziği, bilimsel araştırma düzenine bağlı çeşitli çalışmaların konusu olmuştur. Hemen hepsi de Cumhuriyet döneminde başlayan bu çalışmalar, çeşitli aşamalardan geçerek bugüne varmıştır. Çağdaş Türk Müziği'nin Cumhuriyet dönemindeki ilk öncüleri olarak kabul edilen ve Türk Beşleri olarak anılan bestecilerimiz: Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, ve Necil Kazım Akses ve diğer Türk bestecileri türkülerimizi, ses eğitiminde kullanılmak üzere piyano eşlikli olarak ele almışlar, yeniden düzenleyerek yazmışlardır. Bu kişilerin öncelikle ortak özellikleri, devlet desteğiyle yurt dışına gidip eğitimlerini tamamladıktan ve yurda döndükten sonra, ulusal kaynaklardan yararlanmaya öncelik vermiş olmalarıdır. Ulusal kaynaktan kastettiğimiz halk edebiyatından başka bir şey değildir. Bu bölümde, araştırmacı tarafından seçilen “Rumeli türkülerinin ses eğitiminde kullanılabilirliğine yönelik olarak analiz çalışması” yapılmıştır. Öncelikle Cumhuriyet dönemi bestecilerinin düzenlemiş olduğu Rumeli türkülerinin analizi Mersin Devlet Opera ve Balesi bas ve bariton ses sanatçıları ve eğitimciler tarafından yapılmış, araştırmacının ses eğitimi için düzenlediği Rumeli türküleri ise eğitim fakültesi ve konservatuar şan bölümünde görev yapan öğretim elemanları ve okuyan öğrenciler tarafından seslendirilmiş, gereken düzenlemeler yapılarak çalışmaya alınmıştır. 212 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTE (NEVİT KODALLI) Rumeli türkülerine bir örnek olarak Bülbülüm adlı eseri ele alırsak; • Yazımda kullanılmış olan tonun bas ses aralığına uygun olarak kullanılması, yüksek seslerde ünlü harflerle ilgili yaşanan rahatsızlıkların önüne geçmiştir. • Türkünün cümle yapısının şan nefes tekniği açısından rahat olması şan tekniği ile seslendirilmesi açısından son derece olumlu etkidedir. • Eserin içinde yer alan acelitelerin fazlalığı öğren- cinin teknik açıdan gelişimini olumlu yönde etkileyecektir. • Melodinin aklıda kalıcı olması öğrencinin öğrenimine kolaylık sağlayacaktır. • Eserde prozodi açısından herhangi bir soruna rastlanmamıştır. Hecelere gelen sesli harf vokalleri öğrencinin pozisyon açısından rahat etmesini sağlayacaktır. YİNE DE ŞAHLANIYOR AMAN (AHMET ADNAN SAYGUN) ESTERGON KALESİ (İLHAN BARAN) • Cümlelerin ikişerli tekrar halinde devam ediyor olması, öğrenim aşamasında pozisyonları pekiştirmek adına olumlu düşünülebilir. • Cümle içinde oluşan tekrarların ara sıra eşlik içinde gelişen değişiklikler eserin tınısı açısından farklılaşmasına neden olmuştur. • Eser klasik tarzda düzenlendiğini için nüanslar daha belirgin hale getirilebilirdi. • Eserin yürük olması nedeniyle vokaller sıkışabilir. • Register olarak uygun; fakat üst tonlara“ü”ve“ö”vokallerinin gelmesi sesi tutma hususunda sorun yaratabilir • Eser söylenirken onaltılık olarak gelen notaların söylenmesine dikkat edilmelidir. Öğrenci pasajda sıkışabileceğinden artikülasyon bozulabilir. 213 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 OSMAN PAŞA (İLHAN BARAN) kal gelişimine katkı sağlayacaktır. • İlhan Baran'ın düzenlediği, Osman Paşa türküsünde ise 3/4'lük ve 2/4'lük tartımlar mevcuttur. Tartımın değişken olması ritmik duyguyu geliştirir. • Eser, ses gürlüğü konusunda ses icracısını destekler pozisyondadır. Pasajlar icracının şan tekniği ile seslendirmesi açısından oldukça olumludur. • Eserin akılda kalıcı olan etkisi ve register'in basbariton için rahat sayılacak aralığının olması, öğrencinin gelişim sürecini olumlu yönde etkileyecektir. • Eser; ses aralığı açısından genel olarak uygundur. Register açısından herhangi bir zorluk gözlenmemektedir. • Eseri doğru nefes tekniği ve andante seslendirmek söyleme rahatlığı sağlayacaktır. CEDDİN DEDEN NESLİN BABAN (Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı) ÇALIN DAVULLARI (Düz.Sırrı Ali Talay, Piy.Eşl.Düz.Aytekin Albuz) • Yazımda kullanılan ton, bas ses aralığına oldukça uygun seçilmiştir. • Eser ses eğitiminde kullanılabilecek farklı tonlarda yazılmıştır. • Besteci prozodi uyumunu oldukça usta bir biçimde kotarmıştır; fakat özellikle cümle sonlarındaki uzun notalar cümle yapısını bozma riski doğurabileceğinden suslar kullanılabilirdi. • Tiz seslerde vokalle alakalı güçlüklere rastlansa da, eseri doğru nefes tekniği ve andante seslendirmek rahatlık sağlayacaktır... • Eserin bilinen bir türkü olması, polifonik uyumun kabul görmesi açısından son derece olumlu etkidedir. • Eser, ton açısından icracı için güçlük içermemekle birlikte, eserdeki en pes ve en tiz nota genişliği, icra edilen seslerin tutarlı ve dengeli olması konusunda doğru nefes tekniğiyle sıkıntıyı ortadan kaldırabilme etkisindedir. • Yazımda kullanılmış olan tonun bas ses aralığına uygun olarak kullanılması, yüksek seslerde ünlü harflerle ilgili yaşanan rahatsızlıkların önüne geçmiştir. Türkünün cümle yapısının şan nefes tekniği açısından rahat olması şan tekniği ile seslendirilmesi açısından son derece olumlu etkidedir. DAĞLAR DAĞLARVİRAN DAĞLAR (Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı) ARDA BOYLARI (Düz. Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı) • Türkünün seslendirilmesi düşünüldüğünde, ses aralığı açısından icracı için herhangi bir güçlük gözlemlenmemektedir. Legato (bağlı) tekniği ve andante(ağır) düşünülerek seslendirilen eser, ses eğitiminde kullanılabilir. • Eserde prozodi açısından herhangi bir soruna rastlanmamıştır. Hecelere gelen sesli harf vokalleri öğrencinin pozisyon açısından rahat etmesini sağlayacaktır. • Melodinin aklıda kalıcı olması öğrencinin öğrenimine kolaylık sağlayacaktır. • Eser; ses aralığı açısından genel olarak uygundur. • Türkünün cümle yapısının, ses eğitimindeki nefes tekniği açısından rahat olması, seslendirilmesi açısından son derece olumlu etkidedir. • Eserin genel olarak dinleyici tarafından bilinen bir türkü olması, polifonik uyumun kabul görmesi açısından son derece olumlu etkidedir. • Melodinin akılda kalıcı olması, seslendirmede kolaylık sağlamaktadır. BÜLBÜLLER ÖTÜYOR SEHERVAKTİDİR (Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı) TUNA NEHRİ AKMAM DİYOR (Düz.Tülin Malkoç, Piy.Eşl.Düz.Hakan Bağcı) • Türkü bas sesler tarafından seslendirildiğinde duyulan haz daha güzel olduğu gözlemlenmektedir. Yazımda kullanılmış olan tonun bas ses aralığına uygun olarak kullanılması, yüksek seslerde ünlü harflerle ilgili yaşanan rahatsızlıkların önüne geçmiştir • Eserin legato (bağlı) söylenmesi, öğrencinin müzi- • Eser, ton açısından icracı için güçlük içermemekle birlikte, eserdeki en pes ve en tiz nota genişliği, icra edilen seslerin tutarlı ve dengeli olması konusunda doğru nefes tekniğiyle sıkıntıyı ortadan kaldırabilme etkisindedir. • Eserin genel olarak dinleyici tarafından bilinen bir türkü olması, polifonik uyumun kabul görmesi açısından son derece olumlu etkidedir. 214 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 SONUÇVE ÖNERİLER Rumeli Türkülerinin ses eğitiminde kullanılabilirliği düşünüldüğünde ortak bazı sonuçlar çıkmaktadır: • Rumeli türkülerinin ağıtsal havası seslendirme açısından, sesin gelişimine katkı sağlamaktadır. • Eserlerde gerekli boğumlamaları yaparak seslendirme türküye başka bir haz vermektedir. Çünkü her yöre kendine göre söyleme farklılıkları içermektedir. Eserler Türkçeyi doğru kullanma pozisyonuna göre söylendiğinde, prozodi uyumu oldukça usta bir biçimde kullanılmaktadır. • Piyano eşliklerde görülen melodi desteği icracıyı ön plana çıkararak hem icracının alanını genişletmek, hem de eserin dinleyici tarafından anlaşılırlığını yükseltmek açısından son derece olumludur. • Türkülerde anlatılan hikâyelerin içeriği, eserlerin seslendirilişinde icracının ses rengini ve gürlüğünü rahatlıkla ifade etmesini sağlamaktadır. Bu durum da icracı anlatıma odaklanarak eseri son derece rahat seslendirmektedir. • Ses eğitimi alınarak seslendirilen Rumeli türkülerine farklı bir boyut, tad kazandırıldığı gözlemlenmiştir. Türkünün halk dilindeki duyarlılığı, bir aria seslendirirken olan derin anlatım ve teknik bu eserler için de gözlemlenmiştir. Ses eğitiminde piyano eşlikli yazılmış türkülere ait kaynaklar çok fazla bulunmamaktadır. Bestecilerimizin türkülerimizi ele alıp ses sınırlarına göre düzenlemeler yapmaları olumlu sonuçlar verecektir. Ulusal kültürümüzün, dilimizin, müziğimizin korunması, geliştirilerek gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için ses eğitimi alanındaki bu boşluğu doldurmak üzere özellikle şan eğitimcilerine ve bestecilerine fazlaca iş düşmektedir. Eğitim fakültelerinde ve konservatuarlarda okuyan öğrencilerin, repertuarlarında türkülere yeteri kadar yer vermemesi, yeni neslin bu kültürden uzak kalmasına neden olmaktadır. Oysa ki ses eğitimcilerinin ses aralıklarına göre türküleri inceleyip, ses eğitimi için ses geliştirmeye müsait olarak seçtikleri eserler bestecilere verilip piyano eşlikli olarak düzenlenebilir. Bu sayede öğrencilerin Türk Halk Müziğini daha iyi tanımalarına imkân verecek çalışmalar, araştırmalar içerisinde olmaları sağlanabilir. Rumeli türküleri incelendiğinde, ses sınırı ve armonik yapısı açısından, eğitim fakültelerinde ve eğitim kurumlarında kullanılabilecek nitelikte, bazılarına öncelik tanınabilir ve bu doğrultuda yeni yazılacak eserlerin yapısının tekrar düşünülmesi gerektiği önerilebilir.: KAYNAKLAR: Gültekin, E. (2008). Dokuz Zamanlı Rumeli İle Ege Yöresi Sözlü Halk Ezgileri Arasındaki Etkileşim ve Sonuçları. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Emnalar, A. (1998). Tüm Yönleriyle Türk Halk Müziği ve Nazariyatı. İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi Tokgöz, H. (2010). Bazı Hususiyetleriyle Rumeli Türküleri. Kandil Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi. s.3 (erişim tarihi: 21.11.2011) [online]: http://www.kandildergisi.com/2010/12/bazi-hususiyetleriylerumeli-turkuleri/ Say,A. (2002). Müzik Sözlüğü. Ankara: Müzik Ansiklopedisi Yayınları. Yener, S.; Aksu, C. (2010). Türk Halk Müziği Ezgilerindeki Türk Müzik Dokusunun Bilgisayar Destekli Analizi. (erişim tarihi: 21.11.2011) Say, A. (2005). Müzik Ansiklopedisi. Ankara: Müzik Ansiklopedisi Yayınları [online]: http://e-dergi.atauni. edu.tr/index.php/GSED/ article/view/2437/2447 Sosyal, F. (2007). Rumeli Olay Türküleri. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Wikipedi. Balkan Müziği. (erişim tarihi: 21.11.2011) [online]: http://tr.wikipedia.org/wiki/Balkan_m%C3%BCzi%C4%9Fi). Tanilli, S. (2006). Uygarlık Tarihi. (22.Baskı), İstanbul: Alkım Yayınevi 215 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Boşnak Kültüründe SEVDALİNKA 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından Osmanlı topraklarına katılan Bosna, sancak olarak Rumeli eyaletine bağlanmış, XVI. yy.da, Osmanlı devleti Avrupa ortalarına doğru genişlediği sırada da, eyalet haline getirilmiştir. 400 yıl gibi uzun bir süre Osmanlı egemenliğinde kalmış, 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması ile, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yönetimine bırakılmıştır. Osmanlı'ya katılmasından sonra, toprak sahibinden köylüsüne kadar müslümanlığı kabul eden Bosnalılar, “Boşnak” adıyla anılmışlardır. Boşnak kültürü, Türk-İslam etkisi altına girmiş, mimari ve el sanatları dışında, sosyal yaşamın bir parçası olan müziklerinde de bu etkileşim görülmüştür. Boşnak müziğinin genel yapısı, Batı'nın tonal sistemi ile Doğu'nun makam sisteminin bir karışımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu araştırmada, Boşnak müziğinin en karakteristik türlerinden biri olan “Sevdalinka” şarkıları, iki farklı örnek üzerinden incelenmiş, müzik, söz ve makamsal etkiler araştırılmıştır. Sonuç kısmında “Sevdalinka” türünün giderek azalmasının sebepleri üzerinde durulmuştur. Fazıl Cem KÜÇÜMEN, İstanbul Üniversitesi BOŞNAK MÜZİĞİ Boşnak müziğinin oluşumu ve seyri için öncelikle etki altında kaldığı tarihsel sürece bakmak gerekir. Tarihçiler, Bosna-Hersek tarihini şu dönemlere ayırmaktadırlar: İlyiryalılar dönemi (M.Ö.1300-M.S.9), Roma dönemi (9-480), Doğu-Batı Uygarlıkları çatışması dönemi (480-1091), Zemljica-Bosna dönemi (1091-1180), Ban'lar dönemi (1180-1377), Bosna-Hersek Krallığı dönemi (1377-1463), Osmanlı İmparatorluğu dönemi (1463-1878), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemi (1878-1918), Yugoslavya Krallığı dönemi (1918-1945), Yugoslavya Devleti yönetimi (1945-1992), Bosna-Hersek Cumhuriyeti dönemi (1992). luğunun Balkanlardan çekilmesinin bu süreci hazırladığı savunulabilir. Batı müziği çalgılarının kullanılması da bu döneme rastlamaktadır. Bu bağlamda, akordeon çalgısının yöre müziklerinde etkin olarak yer alması örnek olarak gösterilebilir. Bosna'nın Osmanlı'ya katılmasından sonra, toprak sahibinden köylüsüne kadar müslümanlığı kabul eden Bosnalılar, “Boşnak” adıyla anılmaya başlamışlardır. Boşnak kültürü, Türk-İslam etkisi altına girmiş, mimari ve el sanatları dışında, sosyal yaşamın bir parçası olan müziklerinde de bu etkileşim görülmüştür. Sevdalinka, sevdah (sevda, karasevda) sözcüğünden türetilmiş bir Boşnak vokal müzik türüdür. Önceleri saz eşliğinde söylenirken, sonraları akordeon ve günümüzde de diğer Batı Müziği enstrümanlarının eşliğinde de söylenmektedir. Bosna'lı müzisyen Omer Pobriç, Sevdalinka'yı şöyle tanımlamaktadır: “Sevdalinka”, Boşnak ve şehirli aşk şarkısıdır.“Boşnak”sözcüğü kaynağını, “şehirli” şehirliliğini, “aşk” sözcüğü ise içeriğinin konusunu belirler. Pobriç'in başka bir söylemi ise tanımlamaya açıklık getirmektedir: Hayat, maalesef sadece aşktan ibaret değil, “sevdah”ın en üst noktası olan “Sevdalinka” sadece aşk şarkısı değildir. “sevdah” Boşnakların hayat tarzı, “Sevdalinka” ise Boşnakların yaşantılarının tarihi kâtibidir (Vraniç; Pobriç, 2005). İlk söyleyeni bilinmeyen ve kulaktan kulağa yayılan anonim eserlerdir. Boşnak müziği genel yapı olarak, Batı'nın tonal sistemi ile Doğu'nun makam sisteminin bir sentezidir. Ritmik yapısı basit usullere dayanır. Trioleler, senkoplar, armonik minör gamlar ve artık ikililer gibi unsurlara sıklıkla rastlanır. Başlangıçta, makamsal özellikleri de barındıran müzikleri, Osmanlı'nın bölgeyi terk etmesine bağlı olarak tonal etkilerin ağırlık kazanmasına yol açmıştır. 1856 Paris antlaşması ile başlayan çözülme ve ardından 1878 Berlin antlaşması ile Osmanlı İmparator- Boşnak müziğinde, Müslümanlık, Osmanlılık, Slavlık, Doğululuk, Batılılık ve Yugoslavlık kimliklerininin bir arada bulunduğu söylenebilir. SEVDALİNKA 216 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Sevdalinka şarkılarının sözlerinde geçen yerler ve yaşam biçimi, Müslüman şehir halkı hakkında bilgiler vermektedir. Miljacka nehri, Bentbaşı, Saraçi ve Kovaçi mahalleleri, gri sokaklar, büyük tahta kapılar, sümbüller ve güller, Osmanlı tipi evler, camiler ve ihmâl edilmiş mezarlar (Vraniç,Pobriç,2005). Bir edebiyat tarihçisi olan Raşid Duriç'in konuyla ilgili aktarımlarına bakıldığında: Sevdalinka'nın sadece güzel melodilerden oluşan bir şarkı olmadığı, Osmanlı ve AvusturyaMacaristan hükümdarlığı altındaki eski Bosna'yı akla getirdiği, kökeni ve ilhâmı aşktan gelmesiyle beraber, kültürel, şehirli, belgesel, yerel ve özel unsurlarıyla kökü olan aşk duygusunu aştığı gibi bilgilere ulaşabilir. Ayrıca müzik ve söz geleneği içinde beş yüzyıl boyunca devamlılığını sürdürerek, Boşnakların ruh kültürünün bir göstergesi olduğu da söylenebilir. Sevdalinka'nın düzgün ve doğru bir şekilde yorumlanabilmesi için, iyi bir ses yanında özel bir teknik eğitim ve duygu gerekir. Genellikle serbest ve çoğu zaman melismatik (bir hecenin birden çok notaya gelmesi) yoruma açık olması, hançereyle yapılan ve vokal bir teknik olan vibratolar sık rastlanılan unsurlardır. Solo veya saz eşliğinde söylenen Sevdalinka'lar makamsal özellikler taşımaktaydı. İlerleyen zaman içerisinde Batı müziği enstrümanlarının kullanılmasıyla birlikte, makamlar yerini tonal sisteme bırakmış, makamsal etkiler artık ikili ile duyurulmaya çalışılmıştır. Melodik ritmin belirlenmesi, melismatik söyleyiş tarzının azalmasına yol açmıştır. Sevdalinka sözlerinde görülen hece sayısı, farklılıklar göstermektedir: Onüç heceli örnek / Uzeh Djugum i mastrafu podjoh na vodu. Onbir heceli örnek / Ja kakva je Djulbegova kaduna. On heceli (5+5) simetrik örnek / Djevojka vice sa visoka brda. On heceli simetrik olmayan örnek / Posetala Hana Pehlivana. Sekiz heceli simetrik olmayan örnek / Ja svu noc lezah ne zaspah. Sevdalinka, şehir merkezlerinde ortaya çıkmış bir şehir şarkısı olmasına rağmen, zaman içerisinde kasaba ve köylere kadar yayılmış, göçler sonucunda da Türkiye dahil olmak üzere bir çok ülkeye taşınmıştır. SEVDALİNKA ÖRNEKLERİ Kad ja podoh na Bembašu (Bentbaşı'na gittiğimde) Bu Sevdalinka'da, Müslüman mahallesi olan Bentbaşı' ndan kırsal ve yaşamsal anlatımlar yer almaktadır. Nehir kenarında kuzuların otladığı Bentbaşı, Avlu kapılarındaki kızlar, demirli pencere arkasındaki sevgili ve sevgiliye kavuşamama gibi konuları bu şarkıda görmek mümkündür. Edebiyat tarihçisi Munib Maglayliç'in, şehir yaşamıyla ilgili yazdıklarının arasında: “Sokaktan geçen genç erkekler, pencere ya da yarım açılmış avlu kapılarının ardındaki genç kızlarla tanışma imkânı bulabirlerdi. Bu tür aşk tanışmalarında anlaşma yollarından biri şarkı, Sevdalinka'ydı” şeklindeki açıklamaları Sevdalinka'nın kökeni hakkında bilgiler vermektedir (Vraniç, Pobriç,2005). Şarkının sözlerinde yer alan, “kapiji-kapı”, “demirli pendžeru-demirli pencere” ve “dilberce” gibi Türkçe kökenli kelimelere rastlanmaktadır. Esere müzikal olarak bakıldığında, tonal mi minör yazı kullanılmasına rağmen bûselik makâmı etkileri hissedilmekte, 6.cı ve 7. ölçülerde melismatik söyleyiş tarzı görülmektedir (Şekil 1). Kad ja podoh na Bembašu, Na Bembasu, na vodu, Ja povedoh b'jelo janje, B'jelo janje sa sobom. Bentbaşı'na gittiğimde Nehir kenarındaki Benbaşı'na Beyaz kuzumu otlatıyordum Benimleydi beyaz kuzum. Sve djevojke Bembašanke Na kapiji stajahu , samo moja mila draga, na demirli pendžeru. Bentbaşı'nın bütün kızları Kapıda duruyorlardı Sadece benim sevdiğim Demirli pencerede Ja joj nazvah dobro veče dobro veče djevojce. Ona meni doc' do veče, doc' do veče dilberče. Ona iyi geceler, İyi geceler genç kız dedim. Bana gel bu gece, gel bu gece yakışıklı dedi Ja ne odoh isto veče, vec ja odoh sutradan. Drugog dana moja draga, za drugog se udala. Aynı gece gidemedim ama ertesi gün gittim. Sevgilim o gün, başka biriyle evlendi. Sekiz heceli (4+4) simetrik örnek / Put putuje Latif-aga. Yaygın olarak kullanılanlar, simetrik olan sekiz heceli ve simetrik olmayan on heceli vezinlerdir. Ayrıca, Türk müziğinde görülen “of”, “aman”, “hey” gibi sözcüklere şarkı sözlerinde yer verilmektedir. Şekil 1. Kad ja podoh na Bembašu'nun Notası 217 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ne Klepeći Nanulama (TakunyalarınıTakırtadma) Sevdalinka şarkıları yalnızca sevgiliye duyulan özlemi anlatmaz. Özlem duyulan sevgili, bu örnekte olduğu gibi hayatta olmayan bir anne de olabilmektedir. Sözlerde, annesini kaybetmiş bir oğulun hüzünlü acısına, Müslüman evlerinde çardak olduğuna, günlük yaşamda takunya kullanıldığı gibi bilgilere de ulaşılabilmektedir. Ayrıca, ćardaka-çardak, mezara-mezar gibiTürkçe kelimeler yer almaktadır. Müzikal açıdan sol majör tonalitesinde olan eserde, rast makâmı etkileri hissedilmekte, 1, 6, 8 ve 9.cu ölçülerde melismatik söyleyiş tarzı görülmektedir (Şekil 2). Ne silazi sa čardaka, İ ne pitaj gdje sam bio, zaŝto su mi oči plaĉne, zbog čeka sdam suze lio. Çardaktan aşağıya inme, ve sorma neredeydim diye, neden ağlamaklı gözlerim, neden gözyaşı döktüm. Stajao sam kraj mezara, İ umrlu majku zvao, Nosio joj dar od srca, ali joj ga nisam dao. Mezar kenarında duruyordum, ve ölmüş annemi çağırıyordum, ona kalbimden hediye götürdüm, ama veremedim. Ne klepeći nanulama, kad silaziŝ sa čardaka, sve pomislim, moja draga, da silazi stra majka. Takunyalarını takırtadma, çardaktan aşağı inerken, hep zannediyorum, sevgilim, yaşlı annemin indiğini. 16. yüzyıl başından, 19.yüzyıl sonlarına kadar olan dönem, Sevdalinka'nın altın dönemi olarak sayılmaktadır. Batı kültürünün, Bosna'nın yaşamına girmeye başlamasıyla, Sevdalinka'nın özünü oluşturan alt yapı: Bahçeli evler, kırsal yaşam, görüşemeyen sevgililer, demirli pencereler, tahta kapılar, avlular, çardaklar, giderek yerini modern yaşamın gereklerine bırakmış- SAYI 17 - 18 lardır. Bu durum, Sevdalinka şarkılarının üretimini yavaşlatmış, giderek müzik piyasasının desteklediği, daha kolay söylenen ve çok satan yeni bir müzik anlayışına yol açmıştır. Günümüzde, eski tarzda Sevdalinka söyleyebilen çok az sanatçı bulunmaktadır. Müzikal anlamda, ortaya çıkan değişiklikler: Önceleri, saz eşliğinde veya eşliksiz söylenen Sevdalinka'lar, akordeon ve daha sonra Batı müziği sazlarının katılımıyla, en önemli unsur olan, sanatçının sesini geri plana itmiştir. Batı'nın getirdiği bir başka etki ise, makamsal ezgilerin yerini tonal etkilerin alması olmuştur. Sıklıkla kullanılan makamların (hicaz, hüseyni, kürdi, buselik, rast) basit makamlar olması ve çok sesli düzenlemeye uygun olmaları da bu değişimi kolaylaştırmıştır. Sevdalinka'nın giderek yok olmasını önlemek amacıyla, Bosna-Hersek'te kurulan, Fondacija Omera Pobrica “Institut Sevdaha”, Saraybosna'da Kültür ve Spor Bakanlığı'nın desteği ile 2008 yılında kurulan Sevdalinka müzesi (Art kuća sevdaha) gösterilen çabalardır. 1992-1995 Bosna iç savaşı sonrası A.B.D.'ye göç eden Boşnakların kurduğu, “Bosnian-Herzegovinan Cultural Artistic Association Sevdah” (Sevdah BosnaHersek Kültür Sanat Derneği), İngiltere'de kurulan “London Sevdah”gibi topluluklar da, bu çabaların Dünya'daki örnekleridir. “İzmir Bosna-Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği” ise, Sevdalinka geleneğinin Türk toprakları üzerinde yaşatılması amacına yöneliktir. Tamamen kaybolmayan Sevdalinka şarkıları, zamanla kimlik değiştirirerek yeni bir müzik türüne dönüşmüş ve özünden uzaklaşmıştır. Günümüzde, eski geleneğe bağlı kalarak icra edilen örneklerinin yanı sıra, pop, rock, jazz, blues ve fusion tarzı versiyonlarına da rastlanmaktadır. Şekil 2. Ne Klepeći Nanulama'nın Notası KAYNAKLAR Aktüze, İ. 2003. Ansiklopedik Müzik Sözlüğü. İstanbul: PanYayıncılık. Babuna, A. 2000. Bir Ulusun Doğuşu Geçmişten Günümüze Boşnaklar. İstanbul:TarihVakfıYayınları. Binark, İ., Demir, İ., Demirel, M. 1992. Bosna-Hersek ile İlgili Arşiv Belgeleri (1516-1919). Ankara: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Hasan, H. 1987. Saray-Bosna Kütüphanelerindeki Türkçe Yazmalarda Türküler. Ankara: Kültür veTurizm Bakanlığı. Kulin, A. 2004. Sevdalinka. İstanbul: Remzi Kitabevi. Kurtişoğlu, F. B. 2008. Göçmen Kimliği Açısından Boşnak Müzikleri: Trakya ve İstanbul Örneği. DoktoraTezi. İstanbul: İ.T.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Mektup Dergisi. 1998. Bosna'da Sevdalinka Geleneği. İstanbul. Özkan, İ. H. 1998. Türk Musikisi Nazariyatı ve Usulleri. İstanbul: Ötüken Neşriyat A.Ş. Said, E. Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları. İstanbul: MetisYayınları. Todorova, M. 2003. BalkanlarıTahayyül Etmek. İstanbul: İletişimYayıncılık. Vraniç, S., Pobric, Ö. 2005. Sevdah i Sevdalinka. Bosnia-Herzegovina: Fondojica Omer Pobrica. 218 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Balkanlardan Ana Yurda Göçle Gelen Kültür ve Türküler Fransız ihtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik akımından Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan uluslar çokça etkilenerek bağımsızlık için isyanlar başlatmışlardır. Osmanlı Devletinin elinden tek tek bağımsızlık ilan ederek ayrılan Balkan Devletleri Türk unsurunu o bölgelerden arındırmayı amaç edinmiş, bu da Balkan topraklarından binlerce insanın Anadolu'ya zorunlu olarak göç etmelerine yol açmıştır. Bu çalışmada Balkanlardan gelen bu büyük göç akımının tarihsel süreci kültürel boyutları ile irdelenmektedir. Göçün sosyo-kültürel yapıya olan etkileri ve bunun Balkan türkülerine yansıma şekli bu çalışmada ele alınmıştır. Harun GÜRBÜZ, T.C. Haliç Üniversitesi Kişilerin daha iyi şartlarda yaşamak amacıyla meskun bulundukları mahalli terk ederek başka bir iskan birimine gitmek suretiyle meydana getirdikleri yer değiştirme hareketine göç denir (Nedim, 1996:15). Konumu itibariyle Balkanlar, Avrupa, Asya ve Afrika arasında geçiş yollarının birleştiği yerdedir. Yüzyıllar boyunca kavimlerin geçiş alanı olduğundan dolayı bu bölgede birçok milletten insan yer almış, Osmanlıların kesin hâkimiyetinden bugüne kadar da bölge, çok çeşitli milletlere ev sahipliği yapmıştır. Osmanlı Devleti'nin geri çekilmesine bağlı olarak özellikle 18771878 Osmanlı Rus Harbi sonunda Balkanların büyük bir kısmı (Makedonya ve Trakya hariç) Osmanlı idaresinden çıkmış, kaybedilen topraklardan anavatana doğru göçler hız kazanmıştır. Buna bağlı olarak gerek Balkanlar ve gerekse Anadolu yarım adası sürekli iç ve dış göçlere sahne olmuştur. Osmanlıların Balkanlar'daki toprak kayıplarını takip eden dönemde 1.5 milyona yakın Müslüman'ın da Türkiye'ye göç ettiği belirtilmektedir. Göçmenlerin önemli bölümü Balkanlar'dan gelmiştir. İmar ve İskan Bakanlığı'nın verilerine göre bu dönemde 400.000'i Yunanistan, 225.000'i Bulgaristan, 120.000'i Yugoslavya, 120.000'i Romanya ve 10.000'i de başka ülkelerden olmak üzere toplam 870.000 göçmenin ülkeye giriş yaptığı tahmin edilmektedir. Böyle göç hareketleri de “Göçün kültürel sonuçları, kültür göçü, kültürel yayılma, kültür şoku, kültürleşme, kültürlenme ve kültürel uyarlanma süreçlerini ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmada Balkanlar'dan göçle gelen Balkan Türk'lerinin anayurduna taşıdığı etnik, kültürel etkileşimleri ve bu etkileşimlerin türkülere yansıma biçimi incelenecektir. BalkanlardanTürkiye'ye Göç Hareketleri Fransız İhtilâlinin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımları, bütün çok uluslu devletler gibi Osmanlı devletini de etkilemiş, Balkanlarda yaşayan Sırp, Hırvat, Rum, Romen, Ermeni ve Bulgarlar da kendi ulusal birliğini oluşturmak için harekete geçmiştir. 1804'te Sırp isyanının başlaması ile Türkler saldırılara maruz kalmışlar, katliamlardan kurtulanlar çeşitli bölgelere göç etmişlerdir. Osmanlı devletinin 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı Rumeli'de karşılaştığı en büyük yenilgisi olmuştur (Şimşir, 1968:70). Müslümanların katliam derecesinde öldürülerek, sürülmeleriyle neticelenen 187778 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Balkanların büyük bir kısmı Osmanlı idaresinden çıkmıştır. Bu savaş sürecinde Osmanlı memleketine göç etmek mecburiyetinde kalan insan miktarı yüz binlerle ifade edilecek sayıya ulaşmıştı. Bazı kaynaklarda bu rakamın 200.000 kişi civarında olduğu yer almakta iken (DİA, 2002), başka kaynaklarda da, söz konusu dönemde 470.000 kişinin Osmanlı memleketine göç ettiği bilgisi mevcuttur (Demirtaş, 2009:221). 93 Harbi olarak da bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Ruslar planlı olarak Tuna bölgesindeki Türk ahaliyi, bu bölgelerden göç ettirmek için baskı ve katliamlar yapmışlardır. Bunun sonucu olarak da Tulca, Rusçuk, Tırnava, Eski Cuma, Filibe, Kızanlık, Eski Zağra, Yeni Zağra, Lofca gibi yerlerde bulunan Türkler yaşadıkları yerleri terk ederek Edirne, İstanbul, Çanakkale, İzmir gibi şehir ve bölgelere yerleşmek zorunda kalmışlardır. Rusların Bulgar çetelerini silahlandırarak Türklerin üzerine salmaları sonucunda yapılan katliamlar yüzünden Burgos, Ahyolu, Yanbolu ve İslimiye gibi bölgelerin ahalisi de göç ettirilmiştir. (Bayraktar, 2007:76-77). 219 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR İkinci önemli göç dalgası Balkan Savaşları sonrasında olmuştur. Balkanlarda savaşın patlak vermesi ve Balkan topraklarının kaybedilişi Müslüman halkın hezimetine yol açmıştır. 1912 yılında, Osmanlı devletine karşı güç birliği yapmak isteyen Balkan milletleri kendi aralarında gizli ittifaklar kurarak Balkan Savaşlarını başlatmışlardır. Bu savaşların sonunda göçün bilânçosu çok büyük rakamlara ulaşmaktadır. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar verilmekle birlikte, “Balkan Savaşında öldürülen Müslümanların yaklaşık olarak 630.000 kişi ve 1912-1926 yılları arasında Rumeli'den Türkiye'ye göç edenlerin ise 812.000 kişi olduğu tahmin edilmektedir” (Şimşir, 1968:202-203). Cumhuriyet Dönemi Balkanlardan göçün ilk dalgasını ise 30 Ocak 1923 'te Lozan'da imzalanan Türkiye ile Yunanistan arasındaki "Mübadele Sözleşmesi” gereğince, Yunanistan'daki Müslüman azınlık ile, Türkiye'deki Ortodoks Rum azınlığın mübadele edilmesi oluşturmuştur. Zorunlu mübadele, Türk topraklarında yaşayan, ”Türk vatandaşı Rum Ortodoksları” ve “Yunan topraklarında yaşayan Yunan vatandaşı Müslümanları kapsıyor ve bu kişilerin sırasıyla,Türk hükümeti veYunan Hükümetinin izni olmadan Türkiye veya Yunanistan'da yasamak üzere geri dönemeyeceğini belirtiyordu. Bu kati bir ifadeydi ve herhangi bir seçim hakkı tanınmıyordu. Yalnızca üzerlerindeki giysilerle kaçmış olanların da dönmesine izin verilmiyordu (Hatipler, 2003). Bu mübadele sonucu 100 bin Türkiyeli Rum Yunanistan'a gitmiş, yaklaşık 100 bin aileye mensup 400 bin Türk'te Anadolu'ya göç etmiştir. Yunanistan ve Balkanlardan gelen göçmenlerin malları ve iskanına ilişkin olarak çıkartılmış olan kanunlar doğrultusunda, “Mübadil” olarak tanımlanan göçmenler Anadolu'dan Yunanistan'a gönderilen Rumların bıraktıkları evlere, ticarethanelere ve topraklara mesleklerine göre yerleştirilmişlerdir. Bu göç hareketi 1949 yılına kadar devam etmiştir (Şimşir, 1968:207). Cumhuriyet dönemi ikinci dalga Bulgaristan'dan olmuştur. 195051 tehciri ile Bulgaristan, bünyesinde eritemediği Türk azınlığını başından atmak istemiş, göçe zorlamıştır. 10 ağustos 1950 günü Bulgar hükümeti Türkiye'ye sert bir nota vererek Bulgaristan Türklerinden bir kısmının 3 ay içinde Türkiye'ye alınmasını istemiştir. 195051 yılındaki göçte Türkiye'ye gelen göçmenler “iskânlı göçmen” olarak kabul edilmişlerdir (Bayraktar, 2007:84). 1950-1952 yılları arasında Bulgaristan'ın tehcir ve göçe zorlaması sonucu 37.851 aileye mensup olmak üzere 154.393 kişi iskanlı göçmen olarak Türkiye'ye gelip yerleşmişlerdir. 1968 - 1979 yılları arasında da Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması çerçevesinde 32.356 aileye mensup 116.521 SAYI 17 - 18 kişi Türkiye'ye göç etmiş ve bu göç ile 1950 -52 yılları arasında gelen göçmen ailelerinden büyük bölümünün Bulgaristan'da kalan yakınlarının Türkiye'ye serbest göçmen olarak gelmeleri sağlanmış ve böylece parçalanmış ailelerin birleşmesi gerçekleştirilmiştir. Bulgaristan'dan son göç hareketi 1989 yılında Türk kökenli müslüman Bulgar vatandaşlarının, Bulgar hükümeti tarafından Türkiye'ye göçe zorlanmaları ile başlatılmıştır. Göçmenler kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakılmışlardır. Böylece Türkiye, II nci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da görülen en yoğun ve zorunlu göç akımını yaklaşık üç aylık bir süre içinde kabul etmek durumunda kalmıştır. Bu dönemde 64.295 aileye mensup 226.863 kişi serbest göçmen olarak Türkiye'ye gelmiştir. Bu tarihten itibaren 1995 yılına kadar da aralıklı olarak gelen serbest göçmenlerin sayısı 27.224 ailede 73.957 kişiye ulaşmıştır (DPT) BalkanTürklerinin KültürelYapıları Balkan tarihi, Hunlardan itibaren çeşitli Kıpçak Türk boylarının yanı sıra Oğuz Türk boylarının da farklı zaman dilimlerinde bölgeye yerleşmeleri ve kültür katmanları oluşturmalarıyla belirlenmiş bir tarihtir (Özönder, 2001:203). Osmanlıların Balkanlara yerleşmeleri ise üç şekilde olmuştur. 1. İlk fetihler sırasında Anadolu'daki yakın bölgelerden yeni alınan yerlere devlet eliyle göçmen nakledilmesi. 2. Fetihlere gönüllü olarak katılan gazi-alperenler ve gaza için gelen aşiret mensuplarının bir bölümünün fethedilen kalelerde muhafız olarak bırakıp bir bölümünün de istedikleri yerlere yerleştirilmesi. 3. Kolonizatör Türk dervişlerinin stratejik noktalarda kurdukları tekke ve zaviyelerin faaliyetleri ve çevrelerinde yerleşim merkezleri kurulması. Balkanlarda tekke ve zaviyeler yalnızca dini-tasavvufi kurumlar olmayıp birer sosyal, siyasi, iktisadi, askeri, ilmi ve kültürel kurumlardır. Osmanlı-Türk kültürü Balkanlara gelince Balkan kültürüyle karşılaştığı yerler kültürel canlanma yaşamıştır. Bu yerlerde ortak Balkan kültürünün temelleri atılmıştır (Artun, 2002). Osmanlı idaresi, tüm Balkan Yarımadasına siyasi ve ticari bir bütünlük kazandırmış, ayrıca bölgeye“Pax Ottomanica (Osmanlı Barışı) olarak bilinen 200 yıllık bir barış getirmiştir. Günümüzde Bulgaristan olarak bilinen bölgeye, Trakya ve Makedonya'ya iskân edilen Anadolu menşeli Türk göçmenler, ziraatta kullanılmayan topraklara ve ormanlık alanlara yerleşmişlerdir. Yerleştikleri bölgeleri tarıma elverişli hale getirmişler, ticarete canlılık kazandırarak Balkanlar'a yeni bir medeniyet getirmişlerdir. Mevcut tahrir defterleri Türk göçmenlerinin yeni köyler kurduklarını, bu köylere Anadolu'da oturdukları eski yerlerinin adlarını veya kendilerine önderlik eden dede, baba, şeyh gibi atalarının ad veya unvanlarını verdiklerini açık olarak göstermektedir (Bayraktar, 2007:65-66). 220 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Balkan yarımadası Osmanlıların eline geçtikten sonra Balkanlardaki halkların yaşama biçimleri gelenek görenekleri, kültürleri, Türk dilinin yaygınlaşması cami, hamam, medrese, tekke, türbe, çeşme, köprü, kervansaray vd. Osmanlı eserlerinin hızla inşa edilmesiyle değişime uğramıştır. Türklerle, Türk diliyle, Türk kültürüyle iç içe yaşayan Balkan halkları Türk kültüründen etkilenmişlerdir (Hafız,1985:5-10). Türkler doğal olarak Balkanlardaki yerli topluluklardan etkilenmişlerdir. Ancak Türklerin hakim güç olarak kendi etkileri daha büyük olmuştur. Öyle ki, Balkanlarda uzakta bulunan bir insanın bile, giyim tarzından Türk olup olmadığını anlaşılır durumda olmuştur. Erkekler gömlek, bazen gömleğin üzerine“cepken”adı verilen yelekler, altlarına “çahşır” adı verilen şalvar biçiminde pantolonlar veya şalvar giyip, bellerine kuşak bağlayıp, başlarına sarık ve fes takmışlardır. SAYI 17 - 18 Balkan Türklerinin Türkiye'ye Göç ile Getirdikleri Kültür ve Balkan Türküleri Genel olarak gelenek ve göreneklerine baktığımızda Türkiye'deki Türklerle benzerliklerin yoğun olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, düğün gelenekleri Türkiye'deki gibi düğünden bir gece önce kız evinde yapılan kına gecesi ile başlamakta, kına gecesi göçmenler için çok önemsenmektedir. Gelinin ellerine kına yakılırken 18 parçadan oluşan yöresel kıyafeti giydirilir. Sadece ele değil gelinin ayaklarına da kına sürme adeti vardır, eline kına sürülürken kayınvalide gelinin avucuna altın ya da bozuk para koyar. Bu tür adetler Fransız Georges Castellan, 14-18 yüzyıllar arasında Balkan halklarının dil ve dinlerini değiştirmeden Türk usulü yaşadıklarını belirtmekle yetinmez, şunları da ekler: O dönemin seyyahları Balkan kentlerinin hatta Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bile yaşama biçiminin Türk karakterinde olduğunu belirtir Buna göre “Selanik, Belgrat, Sofya'da herkes çarşaf giyiyordu ve pek çok kilise kadın ve erkekleri ayıran tahta parmaklıklarla bölünmüştü 19 yüzyıla kadar Belgratlı Sırp kadınlar çarşaf giyiyor kocaları da sarık sarıp nargile içiyorlardı" (Artun, 2002). Balkanlarda Türk kültürü edebiyatta da kendini göstermiş Balkanlar'da Türk edebiyatının tasavvuftan halk edebiyatına kadar çokça eserler verilmiş, bu edebi anlayış, bölgede etkin yer bulmuş ve yerel halkların kültürüyle kaynaşmıştır. Bu durum konuşulan dili de etkilemiş, bölgede konuşulan Slav ve Türk dilleri alışverişe girmiş, sayısız Türkçe kökenli kelime, çok sayıda atasözü, deyim, fıkra Balkan kültüründe yerini almıştır. “Sırpça-Hırvatça'ya yedi bin, Makedonca'ya yedi sekiz bin, Bulgarca'ya beş bin, Rumca'ya üç bin, Arnavutça'ya sekiz bin, Macarca ve Romence'ye de çok sayıda Türkçe kelime dillerine girmiştir”(Genç,1998:2). Zanaat alanında, özellikle de deri, ağaç, maden işlemeleri, giysi yapımı, çeşitli araç - gereç ve silah üretiminde de Türk kültürünün etkilerini görmek mümkün olmuştur. Sosyal hayattın içinde yer tutan tat, koku ve estetiği ile toplumdan topluma değişim gösteren yeme içme tercihleri de geleneksel Türk mutfağı, Balkan mutfağını etkilemiştir. Günümüzde bile Balkan halkının sofrasında genellikle yer alan pide, börek, dolma, kebap, sarma, helva, boza, salep, kahve, şerbet, kadayıf, baklava gibi Türk yemekleri ve tatlıları bu etkilenmenin örnekleridir (Memişoğlu, 1995:89-90) Anadolu köylerindekiTürk adetleriyle örtüşmektedir. Düğünlerde Çaçak, Rijetko, Moravac, Sarajevka, Zikino, Uzicko, Zavrzlama, Ruzmarin, Jusufe, Savino, Topcino, Vrti kolo, Ruzmarin, Sote, Damat, Payduska, Kasap gibi oyunlara rastlanmaktadır. Sote, Damat, Payduska, Kasap oyunlarının hemen hemen Balkan göçmenlerinin hepsi tarafından oynandığı düşünülmektedir. Kültürel etkileşim olarak, özellikle yıllardan beri Türkiye'nin birçok bölgesindeki düğünlerde oynanan Kasap ve son zamanlarda Balkan göçmenliği ile ilgisi olmayanların düğünlerinde bile oynandığı dikkati çeken Damat göçmenlerin eklendikleri kültüre yenilikler kattıklarının göstergesi olduğu ileri sürülebilmektedir (Kurtişoğlu, 2008: 71-75) 221 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Mübadiller, belirgin bir Rumeli ağzı ile konuşmaktadır. Özellikle 1. ve 2. kuşak mübadiller arasında bu ağız özellikleri hala belirgin biçimde korunmaktadır. Ağız özelliklerinin başlıcaları özetle şöyledir: 1.“ğ” söylenirken; eğer kelimenin içindeyse yutularak konuşulur. Örneğin,“yağmur”yerine“yamır”gibi. Bu telaffuzda“ğ” harfinden önceki sesli harf biraz uzatılarak söylenir. “ğ” söylenirken, eğer kelimenin sonundaysa ya da bazen “y” olarak konuşulur. Örneğin, “dağa çıkmak” yerine “daya çıkmak” gibi. “k” sessizi genellikle “g” olarak telaffuz edilir. Örneğin, “kaçak” yerine “gaçak(g)” ya da “kaldı” yerine “galdı” gibi. Tıpkı Anadolu Türkçesi'nde “Mehmetçik” deyişinin asker sevgisini anlatması gibi mübadillerin kullandığı küçültmeler de daha çok sevgi anlamı katar. Bu anlamda kullanılan küçültmelerin; gözbebeği gibi sevilen, üzerine titrenen kişileri ifade ettiği görülür. “Hava serinledi, Kızancıklar üşüyecek” cümlesinde olduğu gibi. Samsun Mübadillerinin halk kahramanı olan Debreli Hasan, 1. kuşak mübadilleri arasında“Hasancık”olarak adlandırılmaktadır. Küçültmeler nadiren acıma ifade etmek için de kullanılır.“Ayşe Tetecik çok ihtiyarlamış.” Cümlesinde olduğu gibi (http://muhacirin.blogcu.com). Batı Rumeli Türkçesinin koruduğu arkaik özellikler, yaşayan Türkiye Türkçesi ağızlarından“Kuzeydoğu Karadeniz”ve“Doğu Anadolu” bölgeleri ile paralellik göstermektedir (Gülsevin, 2009:62). Önemli benzerliklerin bir diğeri de aşıklık geleneğidir. 15.yüzyılda Osmanlı'nın hem siyasal alanda hem edebiyat ve sanatta güçlü olduğu dönem olmuş, bu dönemde, Anadolu'dan Balkanlar'a gelen aşıklar sazını ve bağlı bulundukları aşıklık geleneğini de taşıyarak buralara yaymışlardır. Aşıklık geleneği özellikle Müslümanlar arasında kabul görerek Balkanlarda Balkan kültürüyle yeniden yapılanmıştır. Medreselerde, tekkelerde yetişenler; Balkan divan edebiyatının ve Balkan Türk tekke edebiyatının temellerini atmışlardır (Artun, 2001:5). Müzik ile kültürel kimliğin ilişkisi ise müziğin kendi içerisindeki melodik, ritmik yapısı, sözleri, icrasında kullanılan çalgılar, icra ortamları bir kültürel kimliği yansıtmakta, temsil etmekte ve “gizli olmayan işaret ve semboller” ile diğer kültürel kimliklerden ayrılmasını sağlamaktadır. Bir başka deyişle “müzik, kimliğin bir metaforu olarak ele alınmaktadır (Frith 1998:109). Bu nedenle Balkan müziği ve halk oyunlarının yaygınlaşmasının nedenlerinin başında Balkan göçmenlerinin “ulusal duygu, sembol ve anılarını koruma” çabası bulunmaktadır (Kurşitoğlu ve diğerleri, 2008: 38). Aynı şekilde yeni yerleşilen bölgelerde yeni tanışılan halklarla karışmalar, o halkın eski topraklarındaki akrabaları ile dil, din, örf, adet, kültür vb. bakımlardan farklılaş- SAYI 17 - 18 masına sebep olur. Yeni komşulardan kelimeler alınır, ses sistemleri dile etki edebilir hatta morfoloji ve sentaks bakımından bile değişmeler olabilir (Gülsevin, 2009:49). Derin bir gurbet hüznü ve yiğitlik nidalarıyla dolu olan “Rumeli Türküleri” ya da “Serhat Türküleri” müzik kültürümüz içinde önemli bir yer tutmaktadır. Rumeli türküleri adı altında toplanan eserler beş yüzyılı aşkın bir Rumeli yaşantısının özeti gibidir. Bugün “Kahramanlık Türküleri” olarak anılmaktadır. Bunun nedeni Rumeli türkülerinin en belirgin gelen temasını 'kahramanlıkların' oluşturmasıdır. Türkü güftelerinde akıncı ve serhadların zafer sevinci hissedilmektedir. Hepsinin konusu kahramanlık, savaşlar, düşmandan alınan ya da düşmana kaptırılan ülke ve şehirlerle, bu şartlar altında gelişen gönül maceraları ile bütünleşir. THM Sanatçısı Rüstem Avcı bir röportajında: “Rumeli Türkülerinde yakın zaman şarkılarına baktığınızda bir aşk sunuşu eski türkülere baktığınızda bir olay var. Genelde acı, hasret, yaşanmış ve ayrılık olanı var. Zaten türküler olaylar üzerine çıkıyor. Mesela bir türkü dinletiyoruz TRT'de "gitme artlim gitme sen bugün oduna" diyor. Türküyü incelediğinizde baştan sona ağıt olduğunu görürsünüz. Hamdi öldürülmüş, ona yakılmış bir ağıt. Ama söylerken, dinlerken oynayası geliyor insanın ve oynanıyor da. Demek ki Balkanlar insanı hüznü ve sevinci yaşamayı birleştirebilmiştir. Bu çok önemli bence. Başka yörelerde ise bazen bakıyorsunuz adam öyle bir dövünüyor ki sizin de ağlayasınız geliyor. Ama Rumeli türkülerinde acizlik yok, bir diriliş bir uyanış var. Evet balkan ülkelerinin bir çoğunda insanlar baskılar görmüş, ezilmiş, horlanmış ama hiçbir zaman ümitlerini yitirmemişler Hem hareketlilik hem de ezikliği hissetmek mümkün. Yani bir liriklik bir özlem var. Bu bazen Anadolu özlemi olabiliyorken bazen de bir başka balkan ülkesindeki yakınlarına karşı bir özlemin türkülerle dile geldiğine şahit oluyorsunuz”(Avcı, 2002) şeklinde Rumeli türküleri ile ilgili bilgi vermiştir. Beste tekniği, makamların seyir ve ritmik özellikleri açısından bu eserler klâsik üslûb özelliği taşırlar. İşlenen olaylar ya da duygular olayın geçmiş olduğu yerlerin adı anılarak besteye bağlanmıştır. “Estergon Kalesi”, “Kırımdan Gelirim Adım da Sinandır”, “Buna Er Meydanı Derler”, “Mert Dayanır Nağmert Kaçar” gibi türküler bunlara örnektir (Kaçar, 2008: 221-233). Rumeli bölgesindeki ilk müzik araştırmaları Avrupalılar tarafından yapılmış, hatta armonilenen ilk Rumeli türküsüde, C.M. Weber'in (1786-1826) “Oberon” operasında ki bir oyun havası olduğu da Gazimihal tarafından belirtilmiştir.Türk halkı edebiyatını ortaya koyarken, müzik unsurunu bir araç olarak kullanmış, ortaya çıkan ürünleri de kimi zaman bilinmeyen tarihe de ışık tutan tarihi olaylar ile sevmişler ve yaşatmışlardır. 222 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Rumeli türkülerinin ilk derlemesi udî Nevres Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Geniş çaplı ikinci derlemeyi ise tanburacı Osman Pehlivan, Muzaffer Sarısözen ve Kemal Altınkaya yapmıştır. Bu derlemelerin bir kısmının notaları TRT Müzik Dairesi Başkanlığı arşivinde bulunmaktadır. Türk halk müziği derleme çalışmaları sırasında da pek çok Rumeli türküsü derlenmiştir (Kültür veTurizm Bakanlığı, 2007). Beste tekniği, makamların seyir ve ritmik özellikleri açısından bu eserler klâsik üslûb özelliği taşırlar. 19. yüzyılda büyük ilgi ile dinlenen ve sevilen Rumeli türküleri büyük bestekârlarımızı da etkileyerek, başta Dede Efendi olmak üzere Rumeli tarzı eserler bestelemişlerdir. Yine bu tür eserlerin bazıları köçekçe takımlarına mal edilerek çalınıp söylenmiştir. Melodik cümleleri çok renkli ve hareketli olan çalgı müziği eserleri de vardır. Her tür mûsikîde olduğu gibi Rumeli türkülerinin de bir otantizm ve icrâ üslûbu vardır. Başlı başına bir repertuvar oluşturan bu eserlerin çoğu gerçek bir beste niteliğindedir (Özalp 1992 : 24) Rumeli türkülerinde sıkça rastlanan “hey, aman” kelimeleriyle uzayan seslerin, bulunur. Bu seslerin uzaması sırasında ritm çalgılarının (davul, zil, kös) usûlü bir coşku içinde vurması daha sonra bağlantı sazlarına ve aranağmelere geçilmesi de Rumeli türkülerinin önemli özelliğidir. TRT arşivinde ve repertuarında bulunan ve notaları ile tespit edilebilmiş 356 adet Rumeli türküsü mevcuttur. Bu türkülerdeTürk sanat müziğinde de kullanılan 29 değişik makamın kullanıldığı görülmüştür. Makam seyir özellikleri klâsik uslûbla tamamen örtüşen bir yapıdadır. Çok sesli unsurların ya da batı müziği tonalitesine yakın Nihavend, Bûselik gibi makamların kullanılmadığı tespit edilmiştir. 23 adet farklı usûlün kullanıldığı görülmüştür. Klarnet ve zurna bu bölgedeki vazgeçilmez ve en revaçtaki çalgılardan olmuştur (Kaçar, 2008:233). Günümüzde de Türkiye'nin her yanında bilinen Rumeli türküleri arasında; Dağlar dağlar viran dağlar, Estergon Kal'ası su başı durak, Köşküm var deryaya karşı, Maya Dağdan kalkan kazlar (Vardar Ovası), Yine şahlanıyor kolbaşının kır atı, Kırmızı gülün adı var, Gide gide yarelerim dirildi, Ayağına giymiş sadef nâlini, Atladım SAYI 17 - 18 bağçene girdim gülleri fincan gibi, Şahane gözler şahane, Havada turna sesi var, Çıkayım gideyim Urumeli'ne, Aliş'imin kaşları kare, Alıverin bağlamamı çalayım, Fincanı taştan oyarlar, A benim mor çiçeğim sayılabilir. Rumeli türkülerinin büyük bir bölümü İstanbul'da Tamburacı Osman Pehlivan'ın okuyuşundan notaya alınmıştır. Bugün Balkanlar'da yaşayan Türkler arasında bu türkülerin birçok çeşitlemesi oluşmuştur (http://balkanpazar.org). Osmanlı devletinin 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı Rumeli'de karşılaştığı en büyük yenilgisi olmuş, bundan sonraki süreçlerde kaybedilen topraklarla birlikte, 1995 yılına kadar aralıklarla Balkanlar'dan Türkiye'ye göç etmek süreci yaşanmıştır. Osmanlı'nın Balkan'lardaki etkin hakimiyeti neticesinde Balkan Türkleri kültürlerini korumuştur. Osmanlı edebiyat eserlerinin büyük bir kısmı da Balkanlarda üretilmiştir. Osmanlı sarayından başlanarak taşrada şehzade sancakları ve beyler, kendi konumlarına uygun bir sanatçı kadrosunu maiyetlerinde bulunduruyorlardı. Böyle bir kadro, yöneticiliğin şartlarından sayılıyordu. Balkanlar özel konumu nedeniyle çok sayıda akıncı ailesinin de barınma yeriydi. Bu yüzdendir ki akıncı beyleri, çevrelerinde maiyetlerindeki serdengeçtileri sürekli istim üzerinde tutacak derviş-meşrep şairlere ihtiyaç duymuş ve onları himaye etmişlerdir (İsen, 2003:225). Balkanlar'a gelen âşıklar sazını ve bağlı bulundukları âşıklık geleneğini de taşıyarak buralara yaymışlardır. Medreselerde, tekkelerde yetişenler; Balkan divan edebiyatının ve Balkan Türk tekke edebiyatının temellerini atmışlardır. Bu bağlamda BalkanTürkleri, AnadoluTürklerinden farklı değildir; çünkü onların geldikleri yer de Anadolu'dur. Ancak, yaşadıkları coğrafyanın ve karşılaştıkları kültürlerin etkisiyle, zamanla dillerinde ve yaptıkları müzikte farklılıklar meydana gelmiştir. Türkçeyi Anadolu Türklerinden biraz farklı konuşmuş ve kendilerine özgü bir musiki oluşturmuşlardır. Onlar, devletin sınırlarında yaşamanın ve buraları korumak zorunda olmanın manevî sorumluluklarıyla yaşamış ve bu duygularını türkülerine taşımışlardır. Bu duygu, bütün kültürleriyle birlikte müziklerine de sinmiştir. KAYNAKLAR Artun, E. (1999). “Türk Halk Kültürünün Balkanlardaki Rolü”, Avrupa'ya İlk Adım Uluslar Arası Sempozyumu Bildiri, Gelibolu. Artun, E. (2001). “Balkan Türk Edebiyatlarına Genel Bir Bakış”, 4. Uluslararası Kıbrıs- Balkanlar- Avrasya Türk Edebiyatları Sempozyumu. Artun, E. (2002). “Osmanlı'nın İlk Dönemlerinde Türk ve Balkan Kültürlerinde Etkileşim”, II. Uluslararası Balkan Türkolojisi Sempozyumu, Mostar, Bosna Hersek. Avcı, R. (2001). “Rumeli Türküleri, Acizliğin Değil Dirilişin Sesidir.” Gönülden Gönüle Dergisi, 1(18). Bayraktar, H. (2007). “Osmanlı'nın Balkanlardan Çekilmesi: Savaşlar, İsyanlar ve Göçler”, Balıkesir Üniversitesi F.E.F. Karesi Tarih Kulübü Bülteni. Demirtaş, M. (2009) “Kırım Savaşı Ve 93 Harbi Sürecinde Osmanlı Memleketine Gelen Göçmenlerin Sevk Ve İskânları” A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. 1(41). Frith, S. (1998). Music and Identity, Hall, Stuart and Du Gay, Paul (eds) Questions of Cultural Identity, London: Sage Publications. Genç, İ. (1998), “Balkanlarda Türk Divan Edebiyatı ve İzleri”, Uluslararası Kıbrıs ve Balkanlar Türk edebiyatları Sempozyumu Bildirileri, İzmir. Gülsevin, G. (2009). “Rumeli Türkçesi Çerçevesinde Türk Ve Balkan Dillerinin Etkileşimi”, Journal of Turkish Studies. 4(8). Hafız, N. (1985). Kosova Halk Edebiyatı Metinler, Pristine: Pristine Üniversitesi Felsefe Fakültesi Sarkiyat Bölümü Yayınları. Hatipler M. (2003). Selanik'ten Edirne'ye İnsan Ziyanlığı : (Gözyaşı, Hicran ve Büyük Mübadele), İstanbul: Assos Yayınları. İsen, M. (2003). Balkanlarda Türk Edebiyatı, Ankara: Asam Yayınları. Kaçar, Y.G. (2008). “Rumeli Türküleri”, Erdem Dergisi, 51(120). Kırımlı, H. (2002). Kırım, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kurtişoğlu, B. (2008). "Göçmen Kimliği Açısından Boşnak Müzikleri", İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi. Kurtişoğlu, B., Beşiroğlu, Ş. ve Kovanlıkaya, Ş. (2008). “Boşnak Kültürel Kimliğinin Simgeleri: Akordeon ve Gusla”, İTÜ Sosyal Bilimler Dergisi 5(2). 223 Memişoğlu, H. (1995). Bulgaristan'da Türk Kültürü, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları. Nedim, İ. (1996). “ Göçmen Köylerine Dair” , Tarih ve Toplum Dergisi, 1(156). Özalp, N. (1992). Türk Mûsikîsi Beste Formları, Ankara, TRT Basım ve Yayın Müdürlüğü Yayınları. Özönder, M.C. (2001). “Balkan Gelişmeleri, Makedonya Sorunu”, Kök Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, 3(1). Rahmi, M ve Moralı, A. (1992). Beşir Ağa, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Sepetçioğlu, T.E. (2007). “Nüfus Mübadelesinin Türkiye'de Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Yansımaları”, Mübadele ve Balkan Türk Kültür Araştırmaları, Samsun Mübadele Derneği Yayınları. Şimşir, B.N. (1968). Rumeli'den Türk Göçleri, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları. Kültür ve Turizm Bakanlığı, (2007) http://www.kultur.gov.tr http://muhacirin.blogcu.com http://balkanpazar.org TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR BALKANLAR'IN YEREL MÜZİK ANLAYIŞI ÜZERİNE GENEL BİR BAKIŞ Seta KÜRKÇÜOĞLU, Haliç Üniversitesi Farklı kültürlere duyulan ilgi ile gelişen Halk bilimi çalışmaları, 19. yüzyılda İngiltere'de başlamış, sonrasında Avrupa'da gelişerek devam etmiştir. Almanya'da 19. yy. sonlarında ve 20. yy. başlarında Prof. Dr. Carl Stumpf tarafından temelleri atılan etnomüzikoloji, özellikle Avrupa dışı/egzotik müzikleri incelemeye başlamıştır. Balkanlarda ise 20. yüzyılın başlarında ve özellikle II. Dünya Savaşı'ndan itibaren araştırmalar yapılmaya başlanmış, yapılan ilk araştırmalar genellikle siyasi amaçlar güdülerek gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada, Balkanların yerel müzik yapısına, tavrına yönelik genel bir bakış ortaya konulmuştur. Araştırmada kaynak tarama yöntemi kullanılmıştır. Müzik kavramını ve ortaya çıkan olgularını bilimsel olarak ele alan ve genellikle Avrupa'yı inceleyen müzikologların bazıları, egzotik müziklere, yani uzak ülkelerin müziklerine ilgi duymuştur. Böylelikle bu müzik türlerini incelemek üzere yapılan farklı çalışmaların sonucu, yeni bir alanın gerekliliği ortaya çıkmış ve böylece Etnomüzikoloji alanı doğmuştur. Almanya'da 19. yy. sonları ve 20. yy. başlarında Prof. Dr. Carl Stumpf tarafından temelleri atılan “Etnomüzikoloji”, bir terim olarak ilk defa 1950'de Hollandalı Jaap Kunst tarafından kullanılmıştır. Etnomüzikoloji'nin gerekliliğinin ortaya çıkması ile birlikte, farklı kültürlerin yarattığı yerel tınılar daha derin incelenmeye başlanmıştır. Etnomüzikoloji'nin tanım olarak ortaya atılmasından önceki yıllara bakıldığında, Balkan müziği üzerine birtakım çalışmaların yapıldığı, 2. Dünya Savaşı sonrası ise bu çalışmaların yoğunlaştığı görülmektedir. Savaş öncesi yapılmış az sayıdaki çalışmaların büyük bir kısmının, etnik toplulukları araştırmak veya kavramak adına siyasi amaçlı gerçekleştirildiği varsayılmaktadır. Balkanların yerel yapısını anlayabilmek, müzikal oluşumunun biçimini kavrayabilmek, ancak bölgenin geçirdiği tarihsel süreci incelemek ve bu süreçle paralellik kurmakla mümkündür. BalkanlarınTarihsel Süreci: Balkan yarımadasının en önemli özelliklerinden biri, uzun bir süre Türk varlığı özellikle Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında varlığını sürdürmüş olmasıdır. Gerçekte Türk varlığının Osmanlı İmparatorluğu'ndan çok daha eski tarihlere kadar uzandığı genel olarak kaynaklarda yer alan bir bilgidir. Balkan yarımadasındaki Türk varlığının tarihçesi, Slavların buralara yerleşmesine kadar uzanmaktadır. Sırpların, Bulgarların, Hırvatların, Karadağlıların, Slovenlerin ve Makedonların ataları olan Slavlar, Balkanlara VII. yüzyıldan itibaren göç ettiklerinde, aralarında eski şaman Türk boylarından Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar ve Oğuzlar da yer almaktadır. (Tufan, 2005,104). 224 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 nedeniyle duraklayan bu ilerleme, II.Murad'la birlikte yeniden hız kazandı. II.Mehmed'in (Fatih) 1453 yılında İstanbul'u almasıyla, Balkan yarımadasının Osmanlı egemenliğine girme süreci tamamlanmış oldu. Osmanlılar I.Süleyman (Kanuni) döneminde Orta Avrupa'ya yöneldiler. 1521 yılında Belgrad'ı aldılar. 1526'da Mohaç'ta Macar ordusunu bozguna uğrattılar. 1529'da başarısız Viyana kuşatmasıyla Osmanlı Devleti'nin batıya genişlemesi durdu. Balkanlar'ın güneyi doğrudan imparatorluğa bağlanırken, Erdel, Eflâk ve Boğdan özerk eyaletler biçiminde yönetildi. Avrupa'da 1683'e değin hemen hiç toprak kaybetmeyen Osmanlılar, Balkanlar'ın büyük bölümünü de 1878'e değin ellerinde tuttular (Ana Britannica). Bu dönemin ardından bölgede, I. Dünya Savaşı sonunda yıkılana kadar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu etkin oldu. Osmanlılar varlıklarının ilk dönemlerinden itibaren Yörükleri ve Evlad-ı Fatiha'ları bu coğrafyaya yerleşmeye sevk ettiler. Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinden gelen bu kişiler ya aileleriyle beraber gelerek, ya da yerli halkla karışıp bölgede kalıcı hale geldiler. Böylece beş yüzyıl kadar süren Osmanlı yönetimi, Balkanlar'ın bugünkü yapısının biçimlenmesinde, etkileri günümüze kadar süren köklü bir rol oynadı. 626'da Sasanilerle birlikte Konstantinapolis'e (İstanbul) girişilen saldırının başarısızlığa uğramasından sonra, Avarlar gerileme sürecine girer. Bu arada Bizans İmparatoru Herakleios Karpat Dağlarının ötesinde yaşayan Sırpları ve Hırvatları Balkanların kuzeybatısına yerleştirme yoluna gider. Bizans yardımıyla Dalmaçya'ya egemen olan bu kavimler, zamanla bölgedeki ilk Slavlarla karışırlar. (Ana Britannica) Aslında Türklerin eski boyları Balkan yarımadasına, önce Tuna'yı aşarak Kafkaslar ve Orta Asya'dan göç ettiklerinde, bunlarla neredeyse eş zamanlarda Slavları da harekete geçirdiler; çünkü Avar, Peçenek, Kuman v.b. Türk boylarının göç yolları üzerinde bulunmaktaydılar. Balkanlar tarih boyunca, çeşitli güç odaklarını çekici bir alandı. Bir yandan stratejik yolların kavşağı, yani ticaret hareketlerinin merkezi, öte yandan büyük bölümü ılıman iklimi ile ayırt edilen Balkanlar, çiftçilik ve hayvancılığın gelişmesi için elverişli olduğundan dolayı göç odağıydı. (Tufan, 2005,105). Balkanlarda Osmanlıların varlığı ise, 1361 yılında Edirne'nin fethedilmesiyle başladı. Bir süre burayı başkent yaptıktan sonra, Meriç ve Vardar vadilerine yönelerek Balkanlar'daki Hıristiyan devletlere karşı akınlar düzenlediler. 15.yüzyıl başlarında Anadolu'daki savaşlar Balkanların Müzikal Yapısı Üzerine Genel Bir Bakış: Balkan müziği tanımsal olarak araştırıldığında, genellikle geleneksel, yerel ya da folk müzik tanımlarına rastlanır. Balkanların kültürel bağlamda müzikal şekillenişi ile ilgili kaynak araştırıldığında ise, yapılmış çok sayıda çalışmaya rastlanmaz. Üstelik bu çalışmalar, tüm Balkan ülkelerini içine alacak şekilde yapılmış karşılaştırmalı çalışmalar da değildir. Genellikle birkaç ülkeyi değerlendiren ya da araştırmacının seçtiği ülkeleri tek başına ele alan çalışmalardır. Balkan ülkeleri arasında da kendi ülkelerinin müzik kültürüne ve yapısına ait yeteri kadar çalışma görülmez. Özellikle 20.yy'a gelene kadar bu daha da belirgin olarak görülür. Fransız Bourgault Ducoudray bu konuda 1876-1877 yılları arasında yayımladığı Yunanistan'ın genel müzik süreci ile ilgili bir çalışmada durumu şöyle ele alır: “Milliyet unsurlarına karşı kayıtsız veya düşman olan terakki tarafları Atina'da yalnız Avrupa musıkiysine rağbet gösteriyorlar ki bu ötekilerden nazariyat, yazılış tarzı ve yüksek inkişaf seviyesinin fevkalade ehemmiyeti ile ayrılır. Neticede, her birinin kendi taraftarları ve koruyucuları bulunan iki noktai nazar cereyanı ve ta temelinden farklı evsafta iki ayrı müessese meydana 225 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR gelmiştir: - bir yanda bir çeşit konservatuar olan “Odeon” var: burada, Avrupa musıkisi öğretimi yer bularak, milli bir musiki ve onun zevki varmış yokmuş bununla hiç meşgul olmuyor; - öte yanda kilise musikisinin Sillog'u var ki, burada da yalnız yerli unsurla, yani“dini musıkî ve halk şarkıları”ile alakadar olunuyor, on asırlık çalışmaların Avrupa'ya temin ettiği kazançlara hiç kulak asılmıyor. İkisi de faydalı, fakat birinin gayesi ötekine taban tabana zıt; aralarında hiçbir temas noktası, hiçbir hattı vasıl bulunmayan iki kurum; hep birbirinin aleyhine yürüyerek, kendilerinden beklenilecek iyiliklerin hepsini temin edemiyorlar. Görüşlerdeki vahdetsizlik büyük bir kuvvet ziyanına sebep oluyor. İki zıt temayülün meydan verdiği teessüre şayan kararsızlık belli bir hareket noktasının istikrarına mani oluyor. Bu yolların ne biri ne de öteki matlup olan müsmir yol değildir. İkisi de faydalı olmakla beraber tezat halinde kaldıkları için menfaatların ancak kitaba uygun olanlarını temsil ediyorlar. Günümüzün Yunanistan'ı bundan altmış yıl önceki Yunanistan kalamayacağı gibi Yunanlılıktan çıkmak kararını da veremez”demiştir. (Kösemihal,1937) İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sonrası, “Dünya Müziği”ne duyulan ilginin artışı ve bu kavramın içinde yer alan müzik türlerinin yükselen bir değer olması üzerine, Balkan ülkelerine ait müzikal eserler, otantik yapılarıyla daha dikkate alınır olmuştur. Balkanların tarihsel süreci o kadar hareketlidir ki, fazlasıyla kozmopolit olan bu bölgenin multi etnik ve multi-kültürel yapıda olduğu söylenebilir. Doğal olarak bu kadar çok etnik etki alan bir bölgeden çıkan müzikal yapının da aynı orjinallikte olması kaçınılmazdır. Beş yüz yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun etkilerini üzerinde taşıyan bölgede, batının tonal müzik anlayışı ile doğunun makamsal anlayışı harmanlanmıştır. Ancak Türk etkileri üzerine araştırmalar incelendiğinde Bulgar, Roman, Boşnak ve Makedon halklarının bu etkileri biraz daha fazla taşıdıkları görülmektedir. Türk nüfusunun hala baki olduğu bölgelerde bu etkiler daha dikkat çekicidir. SAYI 17 - 18 Fikirsel olarak dikkate almamız gereken en önemli unsurlardan biri ise Balkan bölgesini coğrafi olarak algıladığımız bütünlükte, müziğini ele alamayacak oluşumuzdur. Öncelikle Türk etkileri üzerinde duracak olursak, ezgilerde görülen tonal-modal-makamsal yapının, Anadolu'nun ritmik danslarıyla eşleşen dans kültürünün ve kullanılan ortak enstrümanların var olmasına rağmen, bu özelliklerin tüm Balkan coğrafyası üzerinde eşit oranda müziğe yansımıyor olduğu görülmektedir. Göç sebebiyle coğrafya üzerinde etki unsuru olarak öne çıkan Bizans, Slav ve Doğu kültürünün de farklı sonuçlar yarattığı bu koşullar sonucu, özgün, yöresel tınıların oluştuğunu ve böylece konunuu bir veya birkaç değerler dizisi üzerinden ortak bir müzik anlayışına bağlanamayacağı ortaya çıkmaktadır. Balkan topraklarında yerel müziğin öne çıkmasında, Çingene halkı önemli katkı payı sahibidir. “Balkan Müziği”nin bir kavram olarak düşünülmesine, Çingene halkının popüler kültürü itici bir kuvvet olarak kullanması ve böylelikle bölge müziğini öne çıkarmaları neden olmuştur. Bu coğrafyadaki ülkelerin müziklerine genel olarak bakıldığında, böyle bir birleşim ya da tek tiplilik düşündüren bir kavram yaratmak pek de mümkün olmamaktadır; bununla birlikte az sayıdaki karşılaştırmalı çalışmalarda, özgün farklılıklar daha da net görülebilmektedir. Balkan bölgesinin müzik anlayışı üzerine yapılan araştırmalara bakıldığında ortaya çıkan sınırlı kaynak sayısı, çok önemli bir durumla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, bölge üzerine daha fazla araştırma yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Balkan coğrafyasında kayda değer sayıda eser derlemesi yapılmış olmasına karşın, birçok eser kaybolmuş, birçoğu ise kaybolma tehlikesi içerisindedir. Bunun yanı sıra derlenmiş eserlerin müzikal yapısı ya da şarkı sözleri üzerine yapılmış çalışmalar da oldukça sınırlıdır. Sonuç olarak, çoklu kültür ve kültürlerarası etkileşim unsurlarının yarattığı etkilerin, bölge üzerinde var olan özgün yapıyı zedeleyici etkileri belirgin bir biçimde ortaya çıkmadan önce, tüm Balkan ülkelerini içine alacak şekilde karşılaştırmalı çalışmalara öncelikle ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Kaynaklar: • Ana Britannica Ansiklopedisi • Kösemihal, Mahmut Ragıp; (1937), “Balkanlarda Musıkî Hareketleri”, İstanbul: Numune Matbaası • Markovic, Tatyana; (2009), “ Balkan Studies and Music Historiography: (Self ) Representation Between <Authenticity> and Europeanization” Beograd: http://www.kakanien.ac.at/beitr/balkans/TMarkovic1.pdf • Tufan, Prof.Dr. Muzaffer; (2005), “Güvenlik Boyutunda Balkanlar'daki Türk Varlığının Dünü, Bugünü ve Yarını” Stratejik Araştırmalar Dergisi, Ankara: Genel Kurmay Basımevi 226 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Prof.Dr. Nehat Krasniqi, Priştina Üniversitesi “Osmanlı'nın Gelmesi ile Birlikte, Balkanlarda Nadir Görülen Hoşgörü ve Toplumsal Barış Dönemi Başlamıştır” Konuşan: Mukaddes Mut, Sadık Yalsızuçanlar Osmanlı Döneminde, Balkanlarda çeşitli milletlerin bir arada yaşaması nasıl mümkün olabildi; Osmanlı'nın, buralarda 500-600 yıl hâkim olabilmesini hangi düşünce ya da sistem sağlamış? Bu soruya cevap vermek için evvela balkanlar halklarının, Osmanlının bu topraklardaki egemenliğinden önce içinde bulundukları durumun göz önünde olması lazım. Bu durumu kısaca özetlersek kanlı, çok savaşlı, halklar ve milletler aralarında müsamahasız ve birbirlerine karşı neredeyse hiç tolerans yoktu. Osmanlı öncesi Balkanlar halklarında eksik olan toleranstı. Elbette, Osmanlının bu topraklara gelmesi ile birlikte yeni bir dönem başlamıştır, Balkanlar halklarının Osmanlı Devletine uyum dönemi başlamıştır. Bunun çerçevesinde, özellikle Arnavut milletinin Osmanlıya uyumunun üzerinde durmak istiyorum. Osmanlı ile Balkanların tarihi ve coğrafi kaynakların ışığında görüyoruz ki Arnavutların uyumu oldukça erken başlamıştır. Ankara Harbinden itibaren, Arnavutları, Yıldırım Beyazıt önderliğindeki Osmanlı ordusunun saflarında olduklarını görüyoruz. Böylece, bu savaşa, bütün Osmanlı kaynakların Arnavut asıllı olarak işaret ettiği iki önemli şahsiyet, Beyazıt Paşa ve Hamza Beyin katıldığını söyleyebiliriz. Bu iki şahsiyetin aileleri Osmanlıya hatırı sayılır katkıları olmuştur. Ancak, bu iki ailenin rolü ve bunlar gibi Osmanlının bir parçası olmuş birçok diğer ailelerin de Balkanlarda yeniliklerin doğmasına neden olmuştur. Bu yeniliklerin en önemlisi, sadece din olarak değil kültür olarak da İslam'ın yayılmasıdır. Osmanlı'nın Rumeli'ne ve Balkanlara gelirken asıl amacı ne idi? Doğal olarak hedef ve düşüncelerinden biri İslam dini ve kültürünü yaymaktı ancak, Osmanlı ordusunun iç çatışmalarda müttefik olarak çağrılmış olduğunu da göz önünde bulundurulmalı; örneğin Arnavutlarda Topiaj ile Balşay ailelerin aralarındaki çatışmalarda müttefik olarak Karl Topiay tarafından çağrılmış ve nitekim Savra Harbinde Arnavut toprakların geleceği belirlenmiş olup, Osmanlı İmparatorluğuna katılınmış. Elbette, Osmanlının ilk zamanlarında, özünde, İslamiyet'i yaymak, önemli motivasyon ve hedeflerden biri olmuştur. Şüphesiz İslam dini, ilk padişahlar döneminde önemli etkenlerden biriydi. Benim düşünceme göre de İslam, Osmanlı İmparatorluğunun bütün politikalarını belirleyen unsurdu. Bunu, Osmanlı hukuk sisteminde inkar edilemez rolünden açık bir şekilde kavrayabiliyoruz. Şahsi olarak ben bunun sadece güzellikler getiren bir unsur olduğuna inanıyorum çünkü Osmanlının bu topraklara gelmesi ile birlikte, Balkanlarda nadir görülen tolerans, hoşgörü ve barış dönemi başlamıştır. Bu Osmanlı barışı, sonraki hiçbir dönemde o düzeyde sağlanamamıştır. Osmanlı hoşgörü ve adalet anlayışına ilişkin somut bir örnek verebilir misiniz? Muhakkak Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ve özellikle Osmanlının Balkanlardaki tarihinde, bunun örnekleri boldur, çoğunluğu Müslüman olmayan sayısız tarihçi ile gezgin bundan bahsetmekte, bunu tasdik etmekteler. Birçok yazar, Osmanlı yönetimi altındaki halkların, önceki döneme göre, daha güvenli, insanların hayatı, malları ve mülkleri çok daha değerli olduğunu doğrulamakta. Böylece, günümüzde Osmanlı tarihini ele alan Avrupalı tarihçi ve coğrafyacılar da, örnek olarak Robert Mantran, makale ve kitaplarında, Osmanlı Devletinin toleransı ve dini hoşgörüsünden övgülerle bahsedip o zamanki Türk medeniyetinin en üst düzeylerde olduğunu söylemekteler. Osmanlı hukuk sisteminde, Arnavutların töreleri de saygın bir yere sahipti. Arnavutlar arasında saygınlığı devam eden Lek Dokakin kanunnamesi, Osmanlı hukuk sistemince iyi karşılanmış, daha sonra Prizren vilayetindeki matbaada kısmen Osmanlıca yayınlanmıştır. 227 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Balkanlarda İslamiyet'in yayılmasında etkili olan belli başlı aileler kimlerdir? Bunlar, Osmanlının gelmesinden hemen sonra uyum sağlayabilmiş ve bazıları Bizans döneminde de politik ve yönetici rolü üstlenmiş aristokratik ailelerdir. İslamiyet'i kabul etmeleri ile birlikte, beylikler şeklinde yönetici rollerini uygulamaya devam etmişlerdir. Aralarında en çok tanınmış Dukacinzade ve Vloray aileleridir. Daha sonraları, özellikle 18.yüzyılın başlarında, Osmanlı Avusturya Savaşları döneminde, birkaç aile daha sahneye çıkıyor, ancak ben Kosovalı dört ailenin üzerinde biraz durmak istiyorum. Bunların en eskileri Peye şehrinden Mahmut Begolli ailesi, bölgede ve özellikle Kosovada İslam dini ve kültürünün yayılıp gelişmesinde büyük rol oynamış, Prizren Vilayetinden Rrotla ailesi, Cakovadan Krüeziu ailesi yada Osmanlı tarihinde bilindiği adıyla Kurt Paşa ailesi ve en son Cinoli ailesi. Bu ailelerin dördü de Osmanlıya onlarca paşa, mutasarrıf, bey ve sancak beyi kazandırmış, ayrıca bu ailelerin bağrından, İslam dini ve kültürünün ile bunun yanında Türk kültürünün de yayılmasında önemli katkılarda bulunmuş birçok müderris, müftü, kadı ve şair gibi entelektüel sınıfına ait bireyler de çıkmıştır. Burada oluşan ve gelişen medeniyetin müzikte, mimaride, şiirde, edebiyatta ve sanatta ortaya koyduğu seviye nedir? Osmanlı döneminde Kosova'da, maddi kültür olarak tabir ettiğimiz mimarlıkta olduğu kadar, manevi kültürde de değişik gelişmeler olmuştur. Manevi kültüre örnek olarak divan ile tasavvuf edebiyatındaki gelişmeleri ve bunun çerçevesinde Arap Osmanlı harfleriyle yazılan ama Arnavut dilindeki edebiyatın gelişmesini gösterebiliriz. Bu gelişmelerin rolü, sadece İslam ve Türk kültürünün yayılması açısından değil, doğal olarak Arnavut dili, kültürü ve medeniyetinin gelişmesi, yayılması bakımından da ehemmiyetlidir. Bütün Balkanlarda olduğu gibi Kosova'da da Osmanlı döneminden kalan birçok Türk eserleri var. Türk ve İslam kültürünün yayılmasında camilerden sonra en önemli rolü mektep ve medreseler gibi eğitim kurumları oynamıştır. Prizren'de benim bildiğim kadarıyla daha çok yerli vakıflar tarafından kurulmuş beş medrese vardı ve yine değişik vakıflardan inşa edilmiş mektep ve medreseler her şehir, köy ve kasabalarda bulunuyordu. Köy medreselerine örnek olarak 16. yüzyılın başlarında Prizren yakınlarındaki Oboya köyünden olan Mehmet Kupli Bey tarafından kurulmuş olanı gösterebiliriz. Mehmet Kupli Bey medresesinin, son araştırmalara göre ilk köy medresesi unvanına sahip olma ihtimali yüksek. Bu eğitim kurumları ilim ve irfan fidanlıkları olmuş, İslam dini, kültürü ve medeniyetinin Balkanlarda, özellikle de Arnavutlar ve Boşnaklarda yayılmasında etkili rol üstlenmişler. İslam'ın daha çok Arnavut ve Boşnaklarda kabul edilmiş olduğu için özellikle bu ikisini telaffuz ediyorum. Ayrıca sanat izlerine de rastlıyoruz. Günümüzde gittiğimiz her cami ve tekkeye, sanatkârları Osmanlı Türk veya Arnavut olabilen değişik hatlardaki yazı ve levhalarla karşılaşabiliriz. Uzun zamandan beri üç doğu ve aynı zaman da İslam dilleri olan Farsça, Arapça ve Osmanlıca eski el yazılarıyla ilgilendiğim için, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Kosova'da hatırı sayılan miktarda hattatların faaliyeti olmuş. Önem taşıyan hattat ve mücellit ailelerden biri Cakova'da yaşamış. Bu aileden tarih ve değişik alanlarda elimize geçen birçok eser var ki Balkanlar ve Arnavut topraklarındaki Osmanlı tarihine ışık tutacak ehemmiyetteler. Şeyh Bedreddin'in bu tarihsel hafızada yeri nedir? Şeyh Bedrettin'in ve onun gibi birçok şeyhin, Osmanlı' nın Avusturya'ya ve Venedik'e karşı savaşlarındaki gibi tarihin belirli dönemlerinde Osmanlı ordularının en ön saflarında yer almalarının ve İslam'ın yayılmasındaki rollerinin altını çizebiliriz. Bunlardan biri İşkodra'da doğmuş, büyük tekkeyi kurduğu Cakova'da faaliyet göstermiş ve Sadi tarikatının tekkesini kurduğu Prizren şehrinde ölmüş olan Şeyh Süleyman Acizababa'dır. 228 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Geleneksel mirasın korunması için neler yapılıyor, daha neler yapılabilir? Davud-ı Kayseri'nin İslam ilim ve irfan tarihi açısından değeri nedir? Daha önce de söylediğim gibi Kosova'da mimari olsun el yazısı olsun, Osmanlı döneminden kalan önemli sayıda Türk eserleri bulunmakta. Kosova'da yaşanan son savaş ve karışıklıkları da göz önünde bulundursak, durumları hakkında pek memnun edecek sözler ifade etmek mümkün değildir. Birçok eser, bunların aralarında camiler, medreseler, eski el yazıları, farklı kütüphaneler ve diğer kültür mirası olan eserler zaman aşımı, hava koşulları ve bazı diğer etkenler yüzünden tahrip olmuş ve olmaya devam ediyor. Kültür mirası, Osmanlının Balkanlardaki tarihi ve kendi tarih ile kültürümüz açısından büyük önem taşıyan Türk eserlerini elimizden geldiği kadar korumaya çalışıyoruz. Ancak Kosova'da bir merkezi laboratuarın ve bunu sağlayacak imkânların olmaması, eserlerin restore edilmelerini ve rehabilitasyonlarını engellemekte. Osmanlı döneminden kalan en büyük miraslardan biri de geniş anlamda önce Arap, daha sonra Fars edebiyatında, nitekim bütün Osmanlı İmparatorluğunda gelişim göstermiş olan Divan edebiyatıdır. Benim yaptığım bazı araştırmalara göre yazar ve şairleri kapsayan yaklaşık 400 divan edebiyatçıları var. Bunların aralarında, Arnavut divan edebiyatının en önemli şairi olan ve yukarıda değindiğimiz Vloray ailesinden çıkan Nezim Berati'dir yada bilenen diğer adıyla Beratlı Nezim Bey Frakula. Vloray ailesinden çıkan en son önemli şahsiyet ise Arnavutluk Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı olan İsmail Cemal Vlora veya bilinen diğer ismi ile İsmail Bey Vlora'dır. Nezim Berati divan edebiyatında dört eser bırakmıştır. Bunlardan ikisi Osmanlı Türkçe'si ile yazılmış, biri Farsça diğeri de Arnavutça. Nezim Berati'nin eserleri, sadece doğup büyüdüğü Berat şehri, okuduğu İstanbul ve yaşadığı diğer yerler hakkında verdiği bilgiler bakımından değil, birçok eserlerin ve yapıların inşası açısından da önemli. İstanbul'da okumuş olması itibarı ile tasavvuf, tefsir, hadis ve diğer birçok alanlarda 15'ten fazla eserleri olan Davut El Karsi gibi ünlü bir yazar, şair ve ilim adamının öğrencisi olmuştur. Davud-ı Kayseri, Nezim Berati'nin şahsiyetinin oluşmasında en derin izleri olan insan olması gerekir ki eserlerinden birinde Davud-ı Kayseri'ye iki kaside adamış. Hayatının son bölümlerini hayata veda ettiği İstanbul'da geçirmiş. Yine de bazı yardım kuruluşların katkılarıyla mimari açıdan önemli işlere imza attığımızı düşünüyorum. Burada, TİKA'ya yardımları ile yaptıkları muhteşem ve kayda değer işleri için teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Yukarıda bahsettiğim gibi şu andaki en acil durumumuz eserlerin bakımları ve restorasyonlarını yapabilmemiz için bir laboratuarın kurulmasıdır. 229 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Prof.Dr. İbrahim Tatatrlı, Sofya Üniversitesi (Em.) “İslam'ın Balkan Coğrafyasına İlk Gelişi, Sekizinci Yüzyıla Kadar Gider” Konuşan: Mukaddes Mut, Sadık Yalsızuçanlar Balkanlara İslamiyet ne zaman geldi? Bu çok geniş, çok yönlü bir konu. Balkanlarda İslam'ın yayılmasının tasnifiyle başlayalım. Bu konuda çeşitli yaklaşımlar olabilir. Ama biz somut olarak Balkanlarda İslam konusuna giriyoruz. Yoksa bu konunun bundan önceki Hunlarla, kuzeyden, güneyden gelen Türklerle bağlantısı var. İslam'ın Balkanlara ilk gelişini 8. yüzyıla kadar götürebiliriz. Çünkü elimizde sabit kaynaklar var. Bunlara dayanarak diyebiliriz ki, Balkanlara İslam 8. Yüzyılın başlarında girmeye başlamıştır. Veyahut ta Balkanlardaki halklar İslam diniyle temasa gelmiştir. Bilindiği gibi Abbasiler zamanında, Müslümanlar özellikle Konstantiniyye'yi birkaç defa muhasara etmişlerdir. Kesin olarak 714-715-717 yıllarını göz önünde bulunduruyorum. O zaman Abbasi İmparatorluğu Akdeniz yoluyla, donanmayla Konstantiniye'ye gelmiş ve Bizans'ın başkentini muhasara etmiştir. Şiddetli çar-pışmalar olmuştur. Bu savaşlarda Bizans ile beraber Balkan ülkelerinden bazı devletler de katılmıştır. Bunlar arasında bazı Bulgar kralları da vardır. Hiç şüphesiz ki bu temas İslam'a karşı daha o zamandan bir ilgi uyandırmıştır. Daha kesin olarak 865 yılında Eski Bulgaristan Bizans'la temasa gelmiş ve tek tanrılı dinlere girmek tecrübesinde bulunmuştur. Tabi tek tanrılı dinlerı biz daha Türklerde ve Hunlarda görüyoruz Gök Tanrı'nın izlerini. Fakat burada konkre olarak Bizans'a yönelmiştir. Ve Ortodoks Hıristiyanlığı 865'te kabul edilmiştir. Aynı zamanda Balkanlardaki halkların üzerinde Roma nüfuz etmek istemiştir. Ve bu bakımdan Bizans ile Konstantine arasında bir rekabet başlamıştır. İşte o zamanlar, önce Bulgarlar Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmiş fakat bir zaman tereddüt geçirmişlerdir ve hatta 1.Boris zamanında Roma'ya bir yöneliş olmuş, özel heyetler gönderilmiştir. Ve bir zaman Roma temsilcilerini göndermiş, Bulgaristan'a gelmişlerdir. O zaman 1. Boris Roma'yla münasebete girdiği zaman, Papa 2. Nikola'ya yüzün üstünde soru vermiştir. Yani Hıristiyan dinini kabulü münasebetiyle. Roma'dan bazı papazlar, piskoposlar getirilmiş vs. Fakat 2. Nikolas'ın ölümün-den sonra başka papalar gelmiş ve bunlardan birisi Kaluyan ismindeki Bulgar kralı 1197 ile 1207 yılları arasında iktidarda bulunmuş. Roma'daki papanın cevapları ona gelmiştir. Bu cevaplar bugüne kadar korunmuş. Bu cevapların arasında bir soru vardır. “Müslümanlar yani bizde bulunan Müslümanların kutsal kitaplarını ne yapalım?” O da cevap veriyor. Bu, bize kesin olarak, o zamanlar Bulgaristan'da İslam dininin kutsal kitaplarının bulunduğunu gösteren bir belgedir. Arzettiğim gibi, Balkanlarda İslam'ın tarihini, 8.yüzyıla kadar götürebiliyoruz. Aynı zamanda Bizans'ta tahsil gören ve daha sonra Slav alfabesini yaratan Aya Kiril ve Metodi orada Bizans'ta Konstantin'de tahsil görmüşler. Bunlar özellikle Hazaristan ve özellikle Bağdat'ta bir takım münakaşalara katılmışlar. Bu da gerek Bizans'ın gerek Bulgaristan'da Ortodoks Hıristiyanlığının kabulünde hizmeti olan Aya Kiril ve Metodi'nin, Arap aydınlarıyla temasta bulunduğunu göstermektedir. Bu kesin olarak o zamanlar Balkanlara İslam'ın artık az çok girmiş olduğunu göstermektedir. Anadolu Selçuklu devletinin Balkanlara gelmesi nasıl olmuş? Tabi bundan önce Orta Asya ve Anadolu'ya uzanan Büyük Selçuklu İmparatorluğu var. Bundan sonra 1078'lerde Anadolu Selçuklu İmparatorluğu var. Önce Orta Asya'daki Büyük Selçuklu devletine tabi olan Anadolu Selçukları bağımsızlık kazanıyorlar. Bilindiği gibi Büyük Selçuklu Devleti -bazı kaynaklara göre 1157'lerde Sancar'ın zamanında- 1203 yıllarında çökmüştür. O zaman Anadolu Selçuklu İmparatorluğu bağımsız bir hale gelmiştir. O zamana kadar Büyük Selçuklu devletine bağlı. Bu münasebetle Malazgirt Savaşı karşımıza çıkıyor 1071 yılında. Malazgirt Savaşı, Müslüman Türklerin kesin olarak Anadolu'ya yerleşmesine yol açıyor. Tabi bundan önce de Arapların Anadolu'ya gelmesi var. Daha önce Araplar mı İslamiyet'i Anadolu'ya getiriyor? Tabi. Bundan önce Araplar Toroslar'a kadar geliyorlar yani. Bununla birlikte hiç şüphesiz İslam'ı da getiriyorlar o zaman. Bundan sonra artık Selçuklular ortaya çıkıyor. Bir de bundan önce kaydettik ya 714-715-717'lerde Bizans'ın başkenti Konstantine'yi muhasara ediyorlar. Aynı zamanda doğudan Anadolu'ya giriyorlar. 230 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 O bakımdan Anadolu'nun hemen, hemen yarısı yani doğu kısmı Arapların elinde bulunuyor. Yani o zaman Bizans'la Abbasiler arasında savaş oluyor. Anadolu Selçuklu İmparatorluğuna dönelim. Anadolu Selçuklu İmparatorluğu 1076'dan 1078'den 1308'e kadar devam ediyor. Bundan sonra beylikler zuhur ediyor. O zamandan birkaç elimizde kesin belgelerle desteklenmiş olaylar var. Bunlardan birincisi, önce bazı kaynaklara göre 1214 yıllarında ama daha kesin olarak 1221 yılında Anadolu Selçukluları, Kırım'a, Güney Doğu Avrupa'ya bir çıkış yapıyor Karadeniz yoluyla. Bu Alâeddin Keykubat zamanında oluyor. Tüccarlar şikâyet ediyorlar padişaha. O da tedbir alıyor ve bu münasebetle Kırım'a bir sefer yapıyorlar. Oraya gidip orada yeni camiler kuruyorlar. Büyük bir savaş oluyor orda. Ukraynalılarda hatta o kuzeydeki Türklerden mesela Kumanlar Ukrayna'yla beraber Anadolu Selçuklularıyla savaş ediyorlar. Ama Anadolu Selçuklu Devleti muvaffak oluyor, bu münasebetle orada yeni camiler kuruyorlar ve geri dönüyorlar. Bu sanıyorum önemli, çünkü bu seferle İslam dini ve kültürü kuzey doğu Avrupa'ya ve Kırım'a kadar giriyor. Oralara gitme sebebi İslamiyet'i götürmek için mi? Önce bakınız şikâyet geliyor ticaret yollarına ve bazı tüccarların çalışmalarına engel çıkarıyorlar. Ukrayna'dan gelen bir müdahale herhalde. Bunlara tepki olarak hem de stratejik bakımdan da Alâeddin Keykavus, Akdeniz ile Karadeniz arasındaki birliği kuruyor. Alanya'yı alıyor. Ve bu münasebetle ticaret yollarını temin etmek için bir sefer yapılıyor ama aynı zamanda İslam dinine saldırı da göz önünde bulunduruluyor. Çünkü camiler yıkılmış yerine yeni camilerde yapılmış vs. Bundan sonra özellikle 12601264 yılları arasında bir olay oluyor. Alâeddin Keykubat 1237'de rahmete yürüyor, oğulları yerine kalıyor. Daha sonra üç oğlu aynı zamanda iktidarda bulunuyor. Öbürleri bunları birbirine karşı koyuyor. Ve fakat bunlardan özellikle 2. Keykavus -annesi zaten Bizanslı kendisi Müslüman ama- 2. Keykavus Moğollor'a karşı - o zaman Moğol tehlikesi başlıyor. Onlara karşı Mısır'daki Müslüman devletiyle temasa geçiyor ve Moğollara karşı işbirliği temin etmek istiyor. İşte bu münasebetle Moğollar ile 2. Keykavus'un ordusu arasında sert bir savaş oluyor, savaşı kaybediyor ve gemilerle en yakın insanları kumandanlarıyla beraber Bizans'a Akdeniz yoluyla ulaşıtırıyor. Şimdi bundan önce Latinler 1204 yılında Konstantineyi fethettikleri ve oraya yerleştikleri zaman onlar sözde İsa'nın mezarını kurtarmak niyetiyle gidiyorlar ama gerçekte çapulcularıyla yerleşiyor ve kalıyorlar. Aşağı yukarı yarım asır kalıyorlar. O zaman Bizans'ın hükümdarları Anadolu Selçuk Devletinin başkentine sığınıyorlar. Destek alıyorlar. Savaş başlıyor. Ve savaşı kazandıktan sonra İstanbul tekrar Bizans'ın merkezi oluyor. İşte o yıllarda 2. Keykavus adamlarıyla birlikte gemilerle Bizans'a geliyor. Bizans imparatorundan destek bekliyor Moğollara karşı ve aralarında işbirliği yapıyorlar. 2. Keykavus'un kumandanları, Bizans askerleriyle beraber Balkanlara seferlerde bulunuyorlar. Fakat 2. Keykavus ümitsizliğe düşüyor. Bizans'ın Anadolu Selçuklu Devletine yardım etmediğini görüyor. Bu da normal, yani Bizans koca Moğol İmparatorluğunun karşısına çıkmaya cesaret edemiyor. Araları iyi olduğu zaman 2. Keykavus'un rızası üzerine Bizans imparatoru Müslüman Türklerin Dobruca'ya -iddialara göre Kırım'a- yerleşmesine müsaade ediyor. O zaman bu yöre Bizans'ın idaresinde. Yani Varna, Deliorman tarafları. Ve işte o zaman Sarı Saltık ismiyle bilinen Anadolu Müslüman Türkleri Balkanlara, Güneydoğu Avrupa'ya yerleşiyor. Onlar yerleştikten sonra 2. Keykavus Bizans imparatoruna karşı bir ayaklanma örgütlüyor. Çok ilginç bir cihet de, bu savaşa Bulgar komutanlardan bizzat Konstantintik adında hükümdarın katılması. Fakat bundan önce imparatorunun adamları bu planları deşifre ediyor ve Bizans hükümdarına haber veriyorlar. Böylelikle ayaklanma başlamış ve az kalsın Bizans imparatoru tutuklanacak durumdaymış. Ve bundan sonra emrediyor 2. Keykavus yakalanıyor. Edirne'nin Enez kalesine kapatılıyor. Bazı adamlarına zorla Hıristiyanlığı kabul ettiriliyor. Bazıları Makedonya tarafına sürgün ediliyor. Bazıları öldürülüyor vs. 2. Keykavus Enez hapishanesinde 1260'dan 1264'e kadar kalıyor. Ve Mısır'dan bir takım heyetler, ticaret heyetleri geçiyor Bizans'tan vs. Ve 2. Keykavus'un yakın ailesinden bir hanım Kırım Hanı Berke hanın eşiymiş. Bir yolunu bulup onunla bağlantı kuruyor ve Tuna'nın buz tuttuğu bir kış, Berke askeriyle birlikte Tuna'yı geçiyor. Tekrar Bulgar kralı Konstantikle birleşiyor ve Bizans'a saldırıyor. Enes kalesine kadar gidiyorlar. 2. Keykavus'u hapishaneden çıkarıyorlar beraberinde alıp Kırım'a gidiyorlar. 2. Keykavus' un iki oğlu var. Kendisine orda ikta olarak toprak verilmiş ve orda da rahmete kalmıştır. İki oğlu bir zaman tekrar Anadolu'ya dönmüş fakat savaşlarda kurban gitmişlerdir. 231 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Sarı Saltık kimdir? O zaman üç Bulgaristan var. Niğbolu'da bulunan İvan Şişman, Vidin'de bulunan Strasevir bir de Dobruca Bulgaristan'ı var. Dobrotisa adından geliyor, sonra Doğruca oluyor. İşte o zamanlar anlaşıldığına göre, Sarı Saltık Türkleri Doğruca tarafına yerleşiyor. Özellikle kaynaklarda buralarda misyonerlik yaptığı görülüyor. Ve özellikle Sarı Saltık rahmette kalıyor. Ve ölümünden önce vasiyette bulunuyor. Yedi yerde mezarının yapılmasını söylüyor. Bu mezarların birisi Romanya'da, birisi Bulgaristan'da bulunan Kaliagra adındaki yerde. Bir de Babadağ'da var. Bosna-Hersek'te, gür bir suyun aktığı yerde duvar gibi yüksek kayanın altında tekkesi var, ben onu ziyaret ettim. Sarı Saltık'ın etkisi ne olmuş? Sarı Saltık'ın İslam'ın yayılmasına katkısı olmuştur. Bazı kaynaklara göre sözde bir kısmı geri dönmüşler Aydın tarafına. Ama buna bağlı olarak mesela Saltıkname kitabı var. Üç cilt basılmış. Kim yazmış? Saltıkname birçok eserde olduğu gibi önce sözlü olarak, efsane olarak yaşıyor. Ve sanıyorum Cem'in zamanın da ya da biraz önce, Sultanın emriyle kitap haline getiriliyor ama bundan önce sözlü olarak yıllarca devam ediyor. Ve bugüne kadar geliyor efsaneler. Ama kitap halinde 15.yüzyılın ortasında mevcut. Anadolu Selçuk zamanında kesin olarak böyle birçok olay var. İslamın daha o zaman gerek Güneydoğu Avrupa'ya gerekse balkanlara girdiğini gösteriyor. İslam artık tabi beylikler zamanında Balkanlara girmeye başlıyor. Özellikle Aydın beyliği. Bizans'la çok yakın münasebetleri var. Hatta bir gemide Yunanca konuşmalarına ilişkin bir aketod vardır kaynaklarda. Aydın Türkleri 1228'de Anadolu Selçuklu devletine giriyorlar. Anadolu Selçuklu Devleti güneye yöneltiyor. Ve üç yıl harp ediyorlar. Benim özel bir araştırmam var, Anadolu'da Türk Bulgarları. Anadolu'da Türk Bulgarlarının olduğuna dair çok ciddi kaynak var. Mesela Sancar'ın günlük takvimi var. Bu takvimde Büyük Selçuklu imparatorluğuna tabi olan devletlerin isimleri var. Bunların birinde Türkî devletlerden söz edilir. Selçukluların Anadolu' ya geldikleri zamanda bu devletlerin merkezleri arasında Ankara, Suvar ve Bulgar ismi geçiyor üç beylik olarak. Bunlara İslav da deniyor. Yani “ıslan” anlamına geliyor, köle anlamında. Balkanlardan Anadolu'ya aktarılmış beylikler olma ihtimali de söz konusu. Kesin olarak bunların isimleri veriliyor. Bu Sancar zamanı, Sancar 1157'de rahmete kalıyor. Böyle bir belge var. Daha o zaman Hıristiyan-Müslüman unsurların var olduğunu gösteriyor. Özellikle Bulgar Dağı tarafında bulunanlar, 16.yüzyıla kadar devam ediyorlar. 13.yy.da yaşaya Hoca Dehani'nin bir divanı var. Divanından bize 8-10 şiir kalmış. Bir de Selçuknamesi var. Ne yazık ki Selçuknamenin bütünü kaybolmuş ama eserin bütününü gören 14. yüzyılda yaşamış bir şair var Ercani. Bu eseri okumuş, 600 beyit varmış, muhafaza etmiş, Bulgar Dağı 16.yüzyıla kadar geliyor. Kafkasya' dan gelmişler. Anlaşıldığına göre önce Hıristiyanlığı kabul etmişler ama isimleri Türk isimleri Aydın Bey vs. İlk zamanlar harp ediyor Karamanlarla Kafkas'tan gelenler. Daha sonra yakın dost oluyorlar. Dedim ya bunlar daha o zamanlar gerek Anadolu'da gerekse Balkanlarda İslamiyet'in geniş olarak yayıldığını gösteriyor. Özellikle Aydınoğulları zamanında mesela Aydın bey Bizans imparatoru ile beraber Balkanlara sefer yapıyor. Hatta Akdeniz boyunda Bulgar hükümdarı savaş esnasında ölür. Böyle destan yazılmış. Neyse beylikler zamanında demek ki Aydın beyliği, Saruhan beyliği zamanında Balkanlara Bizans'ın yaptığı seferlere Anadolu'danTürkler katılmış. Bununla beraber tabi İslam'ı da götürmüşler. Ama kesin olarak asıl Osmanlı zamanında İslam daha fazla yayılmış. Çünkü öteki beyliklerin Balkanlarda kara sınırı yok. Onlar İzmir tarafında. Bunlar seferlere katılıyor, gerisin geri dönüyor. Osmanlı beyliğinde durum daha başka, orada artık devamlı olarak Türkler, Rumeli'ye, Balkanlara yerleşiyorlar. Osman Gazi, Orhan Gazi, 1. Murat zamanına geliyoruz artık Türkler kesin olarak yerleşiyor. Süleyman Paşa önce geçiyor. Sinpe kalesini alarak bundan sonra Edirne, Filibe, Sofya diye uzanıyor. 2. Murat zamanında İslam da giriyor. Artık Hıristiyan halkları birkaç savaş veriyorlar. Bunlar arasında mesela Kosova Savaşı var. Kosova Savaşından önce 1. Murat zamanında Lala Şahin 20 bin askerle bugünkü Sırbistan tarafına bir sefere gidiyor. 232 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Fakat orada bir pusu kuruluyor, bu pusuda asker yağmaya dağıldığı zaman, sıkıştırılıp 20.000 kişiden 5 bin kişi geri dönüyor. Lala Şahin dönünce hemen Anadolu'da I.Murat'ı ziyaret ediyor. Bundan anlaşılıyor ki, Hıristiyan Balkan halkları, Osmanlılara karşı İslam'a karşı Haçlı seferi hazırlıyorlar Kosova Savaşı. Bu münasebetle iyi istihbaratları varmış herhalde, hemen Lala Şahin döner dönmez bu haberi aldıktan sonra I. Murat Çandarlı Ali Bey'i çağırıyor ve onu Bulgaristan'a gönderiyor. Maksat Bulgaristan'ı o gün fethetmek değil, üç Bulgaristan'ın Kosova Savaşına katılmasına engel olmak. Muvaffak da oluyor. Hemen Ali Paşa 30.000 süvariyle beraber Edirne'den Aydost tarafına geçiyor, oradan Kuzey Bulgaristan'a gidiyor. Bundan önce Süleyman Paşa zamanında bir sefer olduğu söyleniyor kaynaklarda ama bu daha kesin. Yıl olarak 1378 olacak herhalde. Ali Paşa'nın amacı Bulgaristan'ı fethetmekten fazla üç Bulgaristan'ın Kosova Savaşına katılmalarına engel olmak. Nihayet Ali Paşa 30.000 askerle Kamçı yoluyla Provodi'ye, Şumnu'ya, Tırnova'ya, Rusçuk'tan, Niğbolu'ya geliyor. Muhasara ediyor. Osmanlı kaynaklarına göre İvan teslim olmuş fakat bir anlaşmaya varılıyor. Bu esnada bunlar Kuzey Bulgaristan'a giriyorlar. Yer yer kalelere insan bırakılıyor. O zaman Şumnu fethediliyor. Tırnova, Rusçuk, Tuna Boyu, Niğbolu artık Razgırad tarafları falan fethediliyor.Ve Ali Paşa o zamanın son Bulgar hükümdarı İvan Şişman'la anlaşmaya gidiyor. 1389 baharında Murat bütün ordusuyla beraber Anadolu'dan Yanbol yöresindeki Tavuzlar köyüne geliyor. Kuzeyden Ali Paşa İvan Şişman'la birlikte Yavuzlara iniyorlar. Görüşme yapılıyor. İvan Şişman'ın kız kardeşi Murat'ın eşlerinden biridir. I. Murat, İvan Şişman'dan Silistre'yi vermesini, teslim etmesini istiyor. Vaat ediyor fakat yerine getirmiyor ve bundan sonra bütün ordu I. Murat ile birlikte Ali Paşanın katılımıyla birlikte Filibe'ye devam ediyorlar. Tarihçilerin bildiklerine göre Meriç suyu taşmış, köprüleri götürmüş, bütün ordu beklemiş, su çekilsin diye; bundan sonra ordu Sofya, Köstendil yoluyla Kosova'ya gidiyor. Savaş 1389 Kosova'da. Bunlar ön koşulları yaratıyorlar. Balkanlara İslam yeni bir kültür yeni bir medeniyet getiriyor, yeni eğitim sistemi getiriyor, medreseler, camiler, dergahlar açılmaya başlıyor. Önce, her şehir merkezinde cami, medrese kuruluyor. Bugüne kadar muhafaza edilen en eski cami Hasköy'deki Eski Camidir, 1295'ten kalmadır. Bundan sonra Silistre ve Niğbolu'da, Yıldırım Beyazıt zamanında iki cami var. Zaman itibariyle en eski camilerden birisi Saruca Paşa Camileri, Yeni Zara bölgesinde. Eski Zara'da 1409 yılında Hamza Bey Camisi var, bugüne gelmiş. Filibe Camisi I.Murat mı, II. Murat mı olduğu tartışmalı. Karlofça Camisi var. Filibe'de Şehabettin Paşa Camisi var. 1444 yılına ait bir kitabesi var. Selçuk mimarisi çizgilerini taşıyor. Sofya'daki Şehabettin Paşa ,Fatih'in vezirlerinden biri. Mezarı da varmış SAYI 17 - 18 ama bir şey kalmamış. 1474 yılında yapılan şu anda arkeoloji müzesi o cami. Banyabaşı Cami var sonra, Sinan'ın olduğu sanılıyor. Köstence'de Fatih zamanından kalan bazı yapılar var. Özellikle 18.yüzyılda Şumnu'da Şerif Paşa Camisi var, Tombul Cami olarak biliniyor. Balkanların en büyük camisi Edirne'nin dışında. Kütüphanesinde 12. yüzyıldan tarihçi İdrisi'nin eserinin el yazması var. İtalya'da kitabını hazırlıyor. Dünyada birkaç tane var. Onlardan birisi. Şimdi Sofya kütüphanesine getirilmiştir. Dergahlar da kuruluyor mu? Dergâhlar ayrıdır, ama medreseler cami etrafında kuruluyor. Sünnilikle beraber sufizm geliyor. Bunlar arasında tekkeler var. Bu tekkeler yer itibariyle Otman Baba Hasköy civarında. Bunlar arasında Kızıl Deli var, Akyazılı Baba var, Varna'nın devamında Balçık yöresinde, bunlar İslam sufileri, Demir Baba devam ediyor iki koldan. Özellikle Niğbolu'da mesela Ali Koç baba var. O ilk gelenlerden Tuna boyuna yerleşiyor. Sufilik daha fazla taşra yörelerine giriyor. Bunun dışında Sünnilikle beraber Babailik, Alevilik. Yalnız burada Alevilik alevi olarak biliniyor. Alevilik daha fazla 1241'de büyük bir savaş, Hıristiyan isyana katılan Babailerin devamı gibi bunlar, sonra Bektaşiliğe sığınıyor, takip ediliyor, büyük savaş var. Bali Efendi halvetidir. Strovista kasabasından Vardar tarafından geliyor, Sofya'ya yerleşiyor. Sofya'dan İstanbul'a gidiyor. Tahsil görüyor. Orada Halvetiliğin başına geçiyor. Misyoner olarak Sofya'ya gönderiliyor. Sofya civarında 10 bin kadar taraftarı varmış. Manzum eserleri var. Şiirleri var. Birlik, kardeşlik, hoşgörü görüşlerini yayıyor. Ama aynı zamanda İslam tasavvufunun savaşçı koluna karşı çıkıyor. Özellikle onun zamanından kalmış birkaç mektup var. Gül Baba? Gül baba İslam sofiliğinin temsilcilerinden biri. Bunlar hoşgörüyü savunurlar. Şeyh Bedrettin kimdir? Şeyh Bedrettin'in, Edirne civarında Simavna kasabasında doğduğu biliniyor. Babası, Simavna kadısı. Annesi de Bizanslı bir hanım. Simavi burada tahsilini bitirdikten sonra Mısır'da tahsil görüyor. Döndükten sonra Kazasker oluyor. Musa tarafını tutuyor, I. Mehmet'e karşı çıkıyor. Bu bakımdan özellikle Sofya'nın civarında Çamurlu diye bir yer var. Musa-Mehmet orada savaşıyor, Mehmet kazanıyor. Simavi tutuklanarak Batı Anadolu'ya gönderiliyor. Büyük bir ayaklanmanın başına geçiyor. Karadeniz'den, Romanya-Deliorman Dobruca tarafına geçiyor. İddialara göre büyük bir ordunun başına geçiyor. Sultanla savaş yürütüyor birkaç sene sonunda casusular gönderilerek yakalanıyor, Serez'de asılıyor. Eserleri var,Varidat'ı var. 233 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Balkanlarda Mevlana ve Yunus Emre gibi mutasavvıfların etkisi olmuş mudur? Celaleddin-i Rumi'nin fikirlerine Avrupa'da Avrupa'nın en büyük filozoflarından Hegel'in eserlerinde, estetik dersleri ve başka eserinde geniş yer ayrılmıştır. Rusyalı bir bilim adamının iddiasına göre Hegel'in felsefi görüşlerinde Mevlana'nın etkisi vardır. Bu eserde etütler, araştırmalar, ikinci bölümde eserlerinden, beş eserinden 4050 sayfalık alıntı var. Belh'ten; Horasan'dan Anadolu'ya kadar bütün Müslüman kültürün resimlerle mimarisi var kitapta. 800. doğum yıldönümüne denk geldi. Kitap tam onun doğum gününe denk gelmiş. Bu münasebetle bu kitabın sunulması oldu. Celaleddin Rumi'nin Bulgaristan kültürü üzerinde büyük etkisi olmuş. Eserleri çeşitli çağlarda, çeşitli yollardan Bulgaristan'a girmiştir. Ve Filibe'ye çok geniş olarak nüfuz etmiştir, orada Mevlevi Semahanesi vardır, bugün otel haline getirilmiş. Nüfuzu 13. Yüzyıldan bugüne kadar devam ediyor. Eski şehir kısmında tekkesi var. Yunus Emre 13. Yüzyılda yaşıyor. Sarı Saltık Türkleri bundan sonraki sanıyorum o kanallarla Güneydoğu Avrupa'ya ve Balkanlara girmiştir.Ve bugüne kadar devam ediyor. Bulgaristan'ın bağımsızlığından sonra, medreselerden, rüştiyelerden başka, 192223'de Şumnu'da Nüvvap Mektebi açılıyor. SAYI 17 - 18 hapiste kalıyor, çok da bilgili. Beytullah Şişman var. Asıl bu temel iki okul. 1947'den sonra Nüvvap Lise haline getirilmiştir. Soykırım zamanı bunların hepsi kapanmıştır. Ve demokrasiye geçiş döneminde adeta Nüvvab'ın devamı olarak Sofya'da Yüksek İslam Enstitüsü kurulmuştur. Ben orada hocalık yapıyorum. Ve burada 1990'dan beri önce idari yüksek sonra Yüksek İslam Enstitüsü olarak, Diyanet Vakfı'nın yardımıyla devam ediyor, Türkiye'den ve buradaki yerli hocalarla devam ediyoruz. Osmanlılar Balkanlara insanlık, medeniyet değerleri bakımından hangi yüksek değerleri armağan etmiştir. İslam, medeniyetinin bütün unsurlarıyla Balkanlar'da teşekkül etmiştir. Mimarisiyle, musikisiyle, şehir plancılığı ile, edebiyatı ile, ilmiyle, irfanıyla... Özellikle İslam tasavvufu çok geniş etkiler göstermiştir. Tekkeler, edebiyat ve musikinin de gürbüzleşmesini sağlamıştır. Yahya Kemal'in dünyasında Balkan coğrafyası nasıl yer alır? 1990'da Kosova'da kongre yapıldı. BALTAM diye bir kongre. Kitap çıkarıldı. Benim etüdüm Yahya Kemal'in eseri Balkanlarda kitap halinde basıldı. Şiiri, anıları, Sofya' yı iki defa ziyareti, seyahat notları var. Buralarda Türk kültürünü savunmuş, camilerin yıkılmasına karşı çıkmış. Yahya Kemal sadece Balkanlarda değil, Türk edebiyatının büyük simalarından biri. Modern Balkan edebiyatına baktığımızda Türkçe yazan şairler var mı? Var.Türkiye DışındakiTürk Edebiyatları. Kültür Bakanlığı tarafından 11 Cilt olarak yayınlandı. O kitabımda geniş bilgi bulabilirsiniz. Ayrıca bir cilt Bulgaristan Türk Edebiyatı da vardır. Nüvvap 1947'ye kadar devam ediyor. Lise bölümünde imam yetiştiriliyor, yüksek bölümünde müftü ve şeriat uzma-nı yetiştiriliyor. Şunu kaydedeyim Bulgaristan'da, -Türkiye'de medreseler 1924'te kaldırıldığı halde1938'e kadar şeriat hukuku uygulanması devam edilmiştir. Şeriat uzmanları yetiştiriliyor. Bunlar arasında dünyaca tanınmış şeriat uzmanları var. Osman Keskinoğlu'nun altmış eseri var, Mısır'da tahsiline devam ediyor. Osman Kılıç var bunların arasında. 16 sene hapishanede kalmış. Nüvvap hocalarından. Dediğim gibi çok geniş bir öğretmen kadrosu. 1948'de Osman Kılıç mahkemeye sürülüyor haksız olarak. 16 sene Balkanlarda yaşayan insanlar açısından İstanbul manevi ve kültürel bir merkez midir sizce? Hiç şüphesiz. Çağlara göre alırsak Konstantiniye 1453'den fethedildikten sonra, Osmanlı Devleti'nin merkezi haline geliyor, halifelik Osmanlılara geçince o zaman bütün İslam dünyasının merkezi oluyor. Bu bakımdan dinle kültür birleşiyor. İstanbul bütün Müslüman dünyasının merkezi oluyor, bu 1923'e kadar devam ediyor. Gerek halifeliğin merkezi, gerekse İslam kültürünün merkezi olarak devam ediyor. 234 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Dr. Mirsad Kariç, Saray Bosna Üniversitesi “Osmanlı İmparatorluğu Büyük Ölçüde Medine Anlaşmasından Faydalanmış, Hoşgörü ve Adalet Kavramlarını Uygulayarak 600 Yıl Ayakta Kalmayı Başarmıştır” Konuşan: Mukaddes Mut Osmanlıdan günümüze gelen Bosna-Hersek'in politik durumu nedir? Politik durumdan bahsetmeden ve özellikle 1945 sonrası en kanlı savaşlarından birisi olan Bosna-Hersek savaşını sona erdiren Dayton Barış anlaşması sonrası durumu ele almadan evvel bu ülkede yaşananları Osmanlı devleti zamanında yaşananlarla ilişkilendirmek ve Osmanlı zamanındaki çok önemli iki kavramdan bahsetmek istiyorum, bunlar hoşgörü ve adalettir. Birçok politikacı, bilim adamı ve düşünür Osmanlı devletinin 600 yılı aşkın süredir ayakta kalmasının sebebini Türk imparatorluğunun, sultanlarının ve halifelerinin Osmanlı tebaasının çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara ve halkın diğer kısmını oluşturan Hıristiyan ve Yahudilere adalet ve hoşgörü ile davranmasıdır diyor. Türk ve Osmanlı devrinde var olan bu adaletin temelleri peygamber devrine kadar dayanır. Osmanlı devletinin resmi dini İslamiyet olduğu için bu hoşgörü ve adalet ortamının temeli bizim İslam dini öğretilerinin temelinde yatan faktörlerdir. Örneğin ilk anayasa olan Medine Anayasası 622 yılında yazıldığında Müslüman olanlar ve olmayanların hepsi eşit haklara sahiptiler; tek fark gayrimüslimlerin 'cizye' adı verilen bir tür vergi ödemeleri idi. Ancak bu vergi sayesinde gayrimüslimler askerlikten muaf oluyorlardı. Şunu diyebiliriz ki geniş anlamda Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde Medine anlaşmasından faydalanmış, hoşgörü ve adalet kavramlarını uygulayarak 600 yıl ayakta kalmayı başarmıştır. Hoşgörü ve adalet Osmanlının uzun süre var olmasının ardındaki en önemli sebeplerdir. Bazıları sultanların ve halifelerin mutlak güce düşkün olduğunu ve bundan hoşlandıklarını söyler ancak vurgulamamız gerekir ki burada sultan ya da halifelerin kullandığı güç bir amaç değil Müslüman ve gayrimüslim azınlık arasındaki hoşgörü ve adaleti sağlamak konusunda bir araçtır. Örneğin bugün batı dünyasında ombudsmanlık olarak adlandırılan müessese Osmanlı'dan alınmıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda bazı entelektüeller, sosyal bilimciler Osmanlı topraklarında seyahat ederlerdi ve bu kişiler 'hizbe' denilen ve peygamberlik zamanından kalan bir kurumun varlığından bahsederler. Hizbe görevini yapan kişinin amacı sokağa çıkıp pazarda satılan ürünlerin kalitesini kontrol etmek ve kalitesini denetlemektir. Batılı bilim adamları bu kurumdan etkilenmiş, bunu taklit ederek bugünkü Avrupa da bilinen ombudsmanlık müessesesini geliştirmişlerdir. Şu bir gerçektir ki 600 yıl varlığını sürdüren Osmanlı'nın başarısının sırrı hoşgörü ve adaleti teşvik etmesinde yatmaktadır. Bunu yine ünlü bir İslam bilgini olan Ibn-i Teymiyye'nin sözlerine dayandırabiliriz. Kendisi şöyle der; 'Allah gayrıMüslim olsalar dahi adaletli olan ülkelere yardım eder, eğer adaletsiz iseler Müslüman olsalar dahi onlara yardım etmez'. Osmanlı örneğinde herkes adaletli ve hoşgörülü idi ki bu sayede uzun yıllar ayakta kalabildiler. 18, 19 ve 20. yüzyıllarda bu adalet kaybolmaya başladı. Tarihçilere göre bu Osmanlı imparatorluğunun zayıflamasının ve çöküşünün ardındaki en önemli etkendir. 18. ve 19.yüzyıllarda batılılaşma ve modernleşme aynı zamanda Osmanlının sonunu hazırlamıştır. Batılılar için ana mesele Batılı değerlerin benimsenmesidir. Bilim, teknoloji, politik konular ve modernleşme alınmış ancak bunlara uyum sağlanmamış adapte olunamamış sadece körü körüne kabul edilmiştir. İslam medeniyetinde ve Osmanlı devrinde var olan değerler bir bakıma reddedilmiştir. Bu değişimlere ayak uyduramamak ve adapte olamamak nihayetinde koskoca bir imparatorluğun sonunu getirmiştir. 1924'te halifelik de bu sebepten kaldırılmıştır. Şimdi Bosna'nın politik durumuna değinelim; genelde Balkanlar özelde Bosna bu batılılaşma ve modernleşme sürecinden etkilenmiş, Osmanlının bu konudaki başarısızlığı ile benzer 235 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR biçimde Balkanlardaki ve Bosna'daki Müslümanlar da bu değişimin gerisinde kalmışlardır. Modernizasyon süreci bu ülkenin, Müslü-man azınlığın yıllardan beri sürdürülen geleneklerini alıp götürmüştür. Bu modernizasyon süreci ve batılı-laşma sevdasının sonunda birçok Müslüman dinden uzaklaşmış ve Avrupa'nın batılılaşma ve modernleşme vasıtası ile dünyanın bu kısmına getirdiği sınırlı sayıda pozitif unsur hariç Müslümanlar bununla başa çıka-mamış ve çoğunlukla olumsuz sonuçlar yaşanmıştır. Bu süreç Bosna savaşı ve Dayton anlaşması sonrasında da görülmüştür. Bu anlaşmanın amacı savaşı bitirmek olmasına rağmen bir devlet kurmayı hedeflememektedir. Yaşanan kargaşalar yüzünden ülkedeki birçok Müslüman çeşitli problemlerle karşılaşmıştır. Bu ülke üç ayrı unsurdan oluşur; Bosnalı Müslümanlar, Bosnalı Sırplar ve Hırvatlar. Bu ülke Sırbistan ve Hırvatistan ile komşudur ki bunların her ikisi de savaş esnasında topraklarını genişletip Bosna'dan pay almak istemiştir. Müslümanlar bu iki ülkenin hırsının kurbanı olmuştur ve ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Bosna'nın bölünmesine itirazlar gelmiş ve bu kanlı savaş yaşanmıştır. 92-95 arası Bosna'yı Osmanlı devleti ile karşılaştıracak olursak örneğin Yahudi ve Hıristiyanlar Osmanlının hoşgörüsü sayesinde bu ülkede barış içinde yaşamışlardır. Bunlar İslam inancının bir sonucudur, örneğin Hıristiyanların ve Yahudilerin kendi okulları ve mahkemeleri vardı, özgürce eğitim alıyor, sorun yaşadıklarında kendi kurallarına göre yargılanabiliyorlardı. SAYI 17 - 18 Bosna'da da bu yaşanmıştır, Protestan ya da Ortodoks insanlara kendi yaşayış biçimini oluşturma serbestisi tanınmıştır. Osmanlı dönemindeki adalet ve hoşgörü iklimini Dayton sonrası beliren hoşgörüsüzlük ve gerilim ortamı ile karşılaştırdığımızda burada en çok yarayı Bosnalı Müslümanların aldığını görmekteyiz. Sırplar ve Hırvatlar ülkeyi bölmek ve kendi bağımsızlıklarını kurmak istiyorlardı. Eğer ülke farklı etnik gruplardan oluşuyorsa hoşgörü ve adalet kavramlarının terk edilmesi politik sistemde mühim sorunlara yol açar. Osmanlı da çok kültürlü, çok dinli bir yapıya sahipti ancak tüm insanlar eşit konumda idi, bunun temeli ise yine dini öğretilerdi. İslamiyet'te siyahla beyaz, Arap'la Arap olmayan, Bosnalı ya da Türk arasında ayrım gözetilmemesi, herkesin din karşısında eşit olması benimsenmişti. Hoşgörü ve adaletin yitirilmesi ki bu Dayton sonrası Bosna'nın durumuna işaret eder, büyük bir kayıptır. Batı medeniyeti üç temele dayanır, entelektüel, materyalist ve spiritüel öğretiler. Bunlar arasında Makyaveli zamanına uzanan bir ayrım vardır, güçler ayrılığı söz konusudur. Osmanlıda ise bu üç kavram birlikte süregelir, kanunun temeli Kur'an ve sünnettir. Sultan ve halife mutlak gücünü refahı sağlamada bir araç olarak kullanır. Bosna'da savaş sonrası dönemde bunların yaşanmasının sebebi ruhani yönün terk edilmesi ve batının daha çok görünene konsantre olmasıdır. Bu ülkenin Müslümanları hoşgörü ve adalet eksikliği nedeni ile acı çekmektedirler. 236 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 SÖYLEŞİ: Prof. Dr. İbrahim Yalımov Sofya İslami İlimler Enstitüsü Rektörü “Balkan Halkları İslam'ı Gönüllü Olarak Kabullenmiştir” Konuşan: Mukaddes Mut, Sadık Yalsızuçanlar Bulgaristan'a Müslümanlar hangi tarihte, nasıl geliyorlar? Müslümanlar Bulgaristan'a başlıca iki yoldan geliyorlar. Bunlardan birisi, bildiğiniz gibi, Türkmen kabilelerin belirli bir kısmı Doğudan Batıya hareket ederken Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara geliyorlar. İşte o dönemde buraya Türkmenlerle beraber 11. ve 12. yüzyıllarda belirli bir Müslüman kabilesi gelmiş. Fakat esas olarak İslamiyet burada Osmanlılar geldikten sonra yayılmaya başlıyor. Osmanlılar bildiğiniz gibi 14. yüzyılın sonlarına doğru Balkanlara geliyorlar. 17. yüzyıla gelindiğinde artık Bulgaristan şehirlerinde nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyor. Yani Müslümanların sayısının giderek arttığını bütün tarihçiler kabul ediyor. Ama bu sayının nasıl arttığı ve İslam'ın Bulgaristan'da nasıl yayıldığı konusunda tarihçiler arasında tartışmalar var. Öteden beri iki görüş savunuluyor. Bunlardan birisi, İslamiyet'in Bulgar topraklarında ve Balkanlarda zorla ve zor kullanılarak yayıldığını öngörüyor. İkinci teze göre, İslamiyet bu topraklarda gönüllü olarak kabul edilmiştir. Tarihin belirli zamanlarında bu tezlerin ya biri ya da diğeri ağırlık kazanıyor. Örneğin bildiğiniz gibi seksenli yıllarda bizlere zorla kimlik değiştirme kampanyası yürütülmüştü. O dönemde İslamiyet bu topraklara zorla getirilmiş, kılıç zoruyla yayılmış tezi hâkim tezdi. Çok şükür demokrasiye geçtiğimiz yıllarda ikinci tez ağırlık kazanmaya başladı. Yani İslamiyet bu topraklarda gönüllü olarak, ayrı ayrı insanlar tarafından veya ailevi veyahut belirli gruplar bu dini kabul etmiştir diye bir tez işleniyor ve yayılmaya çalışılıyor. Fakat orada da yine bir soru ortaya çıkıyor. Neden buradaki insanlar İslamiyet'i gönüllü olarak kabul etmişlerdir? Bu konuyla ilgili de çeşitli fikirler var. Bunlardan birisi; İslamiyet her şeyden önce bu topraklarda politik ve ekonomik nedenlerle yayılmıştır. Bilindiği gibi bunu Enver Ziya Karal da belirtiyor. Osmanlı imparatorluğunda Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında belirli bir fark var. Hıristiyanlar belli haklara sahip değil, mesela askerlik yapmıyorlar, cizye diye bir vergi ödüyorlar, bazı devlet dairelerinde memur olamıyorlar vs. İşte bunu aşabilmek için birçok Bulgar İslamiyet'i seçmiş böylece onların ekonomik durumları da iyileşmiştir, deniyor. Ama Osmanlı'dan önce Müslüman olanlar var Bulgar topraklarında? Var, oraya geleceğim, ama andığım iddialara ilişkin kimi ayrıntılar vermek isterim. Şimdi bu gönüllülük tezinin yayılmasında en fazla Hollandalı Michael Kil'in rolü var. Michael Kil, son yıllarda Osmanlı arşivine girmiş belgeler bulmuş İslamiyet'in en fazla gönüllü olarak yayıldığı tezini savunuyor ve onu da şöyle kanıtlıyor; 'Unutmamalıyız ki' diyor, 'İslamiyet en son ve en modern dindir. Öte 237 taraftan 16.yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı orduları her yerde ve her zaman zafer kazanmışlardır. Bu da Allah katında gerçek dinin İslamiyet olduğu kanaatini yaratmış ve bunun için birçok kimse gönüllü olarak İslamiyet'i kabul etmiş.' Tabii ki ekonomik nedenlerin de rolü var. Gönüllülüğün kanıtı bence her şeyden önce bu topraklarda İslamiyet'i kimler kabul etmiştir sorusunun yanıtındadır. Eğer bir gözden geçirecek olursak şu ortaya çıkıyor. Her şeyden önce Osmanlılar buraya geldiği zaman İslamiyet'i en fazla daha önce buraya göç eden Türkmenler kabul etmiştir. Bildiğiniz gibi Türkmenlerin dini gelenekleriyle, Osmanlı Türklerinin dini gelenekleri yakın, bir kökenden geliyorlar. Onun için bu insanlar İslamiyet'i gönüllü olarak kabul etmişlerdir. Gerçi Bulgar halkı 864'te Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Fakat Marin Dirinof gibi Bulgar tarihçilerin de belirttiği gibi, onların inançları sağlam bir inanç değilmiş. Yani şunu demek istiyorum: Daha çok seçkinler Hıristiyanlığı kabul etmiş, fakat köylü halk Hıristiyanlığı tamamen kabul edememiş. Bunların Hıristiyanlığında putperestlik elemanları bulunmakta. Öte taraftan bir tür Hıristiyanlıktan 'sapan' akımlar belirmiş. Bunlardan biri, Bogomilliktir. Bogomillik, Bizans imparatorluğundan, Balkanlardan geçip Fransa ve İtalya' ya kadar yayılan bir tarikat. Bogomiller, Ortodoks Hıristiyanlıktan ayrı bir takım görüşler savunuyorlar. Örneğin mabetleri, kiliseleri TARİH BİLİNCİ reddediyorlar, haçı ve teslisi kabul etmiyorlar vesaire. Bunun için de Bulgar devleti ve Hıristiyan kilisesi bunların üzerine baskı yapıyor, bunlara ibadet hürriyeti tanımıyormuş. Bogomiller, Osmanlıyı burada kurtarıcı olarak karşılamışlar ve İslamiyet'i kabul etmişler. Bunu bugünkü Bulgar lisesinde okutulan Bulgar kitapları da yazıyor. Yani Bogomillerin çoğunun İslam'ı kabul ettiğini. Tabii bir başka husus, egemen çevreler, eski deyimle feodal sınıfın temsilcileri de eski durumlarını koruyabilmek için İslamiyet'i kabul etmişlerdir. Bunun en açık örneği, son Bulgar çarı İvan Şişman'ın oğlu Alexander Şişman'dır. Alexander Şişman, İslam'ı kabul ediyor ve onu o zaman Aydın bölgesine vali atıyorlar. Buna benzer başka olaylar da var. Yani bütün bunlar, burada genellikle İslamiyet'in gönüllü olarak kabul edildiğini kanıtlıyor. Öteki tez neye dayanıyor? Yani neden öteki tarihçiler Bulgaristan'da özellikle Bulgarların İslamiyet'i zorla kabul ettiklerini ileri sürüyor? Bunu kanıtlayacak dört belge var. Bunlardan birincisi her şeyden önce papaz Metodi Proniyot'un hatıraları var. Bunlar 34 sayfalık bir hatıra. 1870 yılında Viyana'da yayınlanmış. İlyetedrot ismindeki Bulgar dilcisi araştırma yaptı, dilini irdeledi ve şu kanaate vardı; bu hatıralar, 19. yüzyılın başlarında yazılmıştır. Oysa hatıralarda 17. yüzyıldaki olaylardan bahsediyor ve buna da şahitlik SAYI 17 - 18 BALKANLAR etmeye çalışıyor. Demek ki bu hatıralar gerçekse onların yazarı 200 yıl kadar yaşamış. Bu mümkün olmadığına göre, bu hatıraların gerçek olmadığı ortaya çıkıyor. Öte taraftan başka bir eser var. Lamanski isminde bir Rus, “Bulgar'ın İkinci Tahrifatı” diye bir eser yazıyor. Bu eserde diyor ki, Ege denizi kıyılarından bugünkü Goçe Delçef'ten Tuna Nehri kıyılarına kadar bugünkü bölge Hıristiyanlaştırılmıştır Sultan I. Selim zamanında. Fakat tarihi olaylar, 17. yüzyılda bile bu bölgede Hıristiyanların yaşadığını gösteriyor. Demek ki Hıristiyanlar varlığını korumuşlar. Sonra son yıllarda bazı Bizans belgeleri açıklandı. Bu belgelerde, Sultan I. Selim'in Hıristiyanlara karşı kötü bir yaklaşımının olmadığı, tam tersine Hıristiyanları kilise inşasında desteklediği ortaya çıkıyor. Başka bir eser daha var, “Tarihi Notlar” diye. Bu eserde bahsedilen, biliyorsunuz dini bölgeler var, dini iller, ilçeler vardır. Bu kitapta bahsedilen dini ilçeler ve oradaki papazların ismine biz Bulgaristan kilise tarihinde rastlayamıyoruz. Yani öyle bir bölgenin, öyle bir papazın yaşadığını kanıtlayacak ortada başka bir delil yok. Bu şekilde devam edebiliriz. Yani zorla İslamiyet'in kabul ettirildiğini kanıtlayacak deliller güvenilir delil değildir. Şimdi Müslümanların sayısının arttığından bahsediyoruz ve bunu bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Müslümanların sayısının artmasında benim kanaatime göre en büyük rol göçtür. Daha I. Murat ve I. Beyazıt zamanında Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden buraya göçmenler aktarılmıştır. Bunların bazıları resmen, bazıları ceza olarak gönderilmiştir. Osmanlı iktidarına karşı ayaklanmak isteyen veyahut Osmanlı iktidarı tuz vergisi gibi birtakım vergiler ortaya koyuyor ve bunları kabul etmeyen birtakım kabileleri Saruhan veya Konya tarafından sürgün edilmişlerdir. Ve en önemlisi de 238 Yörük konusudur. Burada İslamiyet'in yayılmasında, İslamiyet'in ve Türklerin artmasında kanaatimce Yörüklerin rolü büyüktür. Gökbilgin'in araştırmalarına göre, -16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın ortalarına kadarki defterleri gözden geçirmiş- Bulgaristan topraklarına 100 ile 160 bin kadar Yörük tehcir edilmiş ve bunlar çeşitli bölgelerde ocaklar kurmuşlardır. Örneğin Rodop bölgesinde yetmiş kadar ocak vardır bunlardan. Yani Rodoplardan başlayarak kuzey doğu Bulgaristan'a kadar bu Yörükler yayılmışlardır. Beraberinde İslamiyet' de getirmişlerdir. Bunlar Bektaşi mi, nedir inançları? Bence bunlar Ehl-i Sünnet, Bektaşilikten bahsedilmiyor. İran'dan buraya göç edenlerin arasında Bektaşilik ve Alevilik yaygın biliyorsunuz. Şah İsmail dönemindeki savaşlar esnasında Osmanlılar bunların bir kısmını hudut boylarından alıp bize aktarıyorlar. Bunlar da özellikle Deliorman'ın Kemallar ya da İsperih kasabasına yakın Demir Baba Tekkesi vardır, oralara yerleşiyorlar. Tabii Rodoplarda da var, bugünkü Hasköy şehrine yakın Otman Baba Tekkesi vardır vesaire. Özetle şunu söyleyebiliriz; Osmanlı devleti resmen bir İslamlaştırma politikası gütmemiştir. Osmanlı devleti, İslamiyet'in yayılması için ön şartları hazırlamıştır. Tabi şunu da eklemek lazım, İslamiyet'in yayılmasında Osmanlı ordusunun buraya gelmesinin ve özellikle dervişlerin ve vakıfların da payı büyük. bahsetmek lazım. Dervişler ve onların kurduğu vakıflar, tekkeler, İslamiyet'i yazılı ve sözlü olarak yaymakla kalmamış, yaşam biçimleriyle de İslam'ı tanıtmışlar yerli insanlara ve İslamiyet'e ısındırmışlar onları celp etmişlerdir. TARİH BİLİNCİ Sarı Saltık dışında başka hangi ocaklar var? Şimdi bakın isim olarak örneğin bizde büyük birkaç tekke var. Bunlardan birisi, Otman Baba. Haskova bölgesine yerleşiyor. Varna 'da Akyazılı Tekke var, az önce sözünü ettiğim Deliorman'da Demir Baba Tekkesi var. Bunlar birer dini eğitim merkeziymiş, ayrı ayrı bölgelerde dinin yayılmasına yardım etmişlerdir. Sarı Saltık'a gelince, o konu bizde tartışmalı bir konu. Yani şu açıdan tartışmalı, tarihçi Peter Mutafçiyef'in araştırmalarına göre, Sarı Saltık 20.000 kadar Türkle buraya gelmiş, Deliorman'a yerleşmiş, Babadağ'a yerleşmiş, fakat oradan da kalkıp Kırım'a gitmişler. Kırım'dan da sonra çoğu Anadolu ve İstanbul'a dönmüşler diye bir tez işleniyor. Yani Sarı Saltık'la beraber gelenlerden kalanların sayısını tespit etmek mümkün değil. Fakat öteki bahsettiğim tekkelerin etkisi büyük, halen ayakta şu veya bu şekilde. Örneğin her sene Ağustos ayında Demir Baba'ya Müslümanlar toplanıyor ve kutlamalar yapıyorlar. Gerçi son yıllarda bizde bir siyasi parti var Hak ve Özgürlükler Hareketi, onlar bu toplantıları Mayıs ayında düzenliyor ve böylece Demir Baba, Otman Baba, Akyazılı Baba'nın isimleri Müslümanlar arasında yaşamaya devam ediyor. Şunu da eklemek istiyorum, şimdi az önce bahsettiğim Peter Mutafçiyef'in kızı Vera Mutafçiyef ünlü bir tarihçidir, aynı zamanda romancıdır, romanlar da yazıyor. Bu tarihçinin kanaatine göre, Osmanlı imparatorluğu ve merkezi idarenin yerli ahaliyi İslamlaştırmada çıkarı yokmuş. BALKANLAR askerde kullanmaya ihtiyacı yokmuş. Öte taraftan o bunu hazine konusu ile ele alıyor ve diyor ki; gayr-i müslimlerden cizye toplandığı için bu hazineye önemli bir gelir sağlıyormuş, onun için Osmanlı idaresinin gayr-i müslimleri Müslümanlaştırmada bir çıkarı yokmuş. Onun için zor kullanmamış. Peki, Osmanlı döneminde devlet tarafından İslamlaştırma eğiliminde bulunulmamış mı diye sorabiliriz. Buna cevap şu olmalı bence, devlet tarafından belirli faaliyetler gösterilmiştir. Örneğin bunlardan birisi devşirmedir. Devşirme, bildiğiniz gibi Hıristiyan ailelerden bazılarının çocukları alınıp bunlar din ve Türklük şuuru içerisinde eğitilmişler ve Yeniçeri olarak askerlik yapmışlardır. Bunu kabul etmekle beraber, rolünü abartmamak lazım. Neden? Çünkü örneğin 15. yüzyılda Bulgar topraklarında aşağı yukarı on bin kadar Yeniçeri varmış. 17. yüzyılda bunların sayısı, 50.000 e kadar ulaşmış ve bildiğiniz gibi 16. yüzyılın yirmili yıllarında Yeniçerilere evlenme, aile kurma hakkı tanınmış ve bundan böyle Yeniçeri ocaklarına gelen askerler, daha çok Yeniçeri ailelerinden gelmişlerdir. 1826'da II. Mahmut zamanında Yeniçeri ocağı kapatılmıştır. Bu bağlamda şunu da ifade edebilirim. Elbette münferit olarak teker teker şurada veya burada zor kullanma Neden? İki sebep ileri sürüyor. 16. yüzyılda Osmanlı imparatorluğunda askerliğe celp edilebilecek yani seferber edilebilecek yeteri kadar erkek bulunuyormuş. Onun için dışarıdan yeni Müslüman elde edip bunları II. Mahmut 239 SAYI 17 - 18 olmuş olabilir. Genellikle isyan bastırılırken veya Osmanlılar ve Ruslar arasında savaşlar esnasında karşı cepheye hizmet edenler burada söz konusudur. Benim bildiğim kadarıyla Osmanlı Ruslarla on tane savaş yürütmüştür. Batı Hıristiyan devletleriyle dokuz defa savaşa girmiştir. Bu savaşlar esnasında her zaman olduğu gibi bazı Hıristiyanlar düşman cepheye yardım etmeye kalkışmışlar ve isyanlar bastırılırken ya da savaş sona ererken bunların üzerine belli bir baskı yapılmış, yargılanmak istenmiş, işte o zaman canlarını koruyabilmek için Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Fakat bunlar ayrı ayrı meselelerdir bunlardan genel bir sonuç çıkarılmamalıdır. Şeyh Bedrettin'in kimliğine, düşüncelerine ve etkinliğine ilişkin neler söylersiniz? Bu konu genellikle tarihte objektif ve tam olarak incelenmemiştir. Hilmi Ziya Ülken'in de belirttiğine göre, bakıyoruz tarihçiler Şeyh Bedrettin'den bahsederken daha çok onun isyanına önem veriyor. Filozoflar, özellikle materyalist filozoflar ise, Şeyh Bedrettin'de materyalizm ilkeleri arıyorlar. Onun için yapıtları ve hayatı nesnel olarak incelenememiştir. Bizde, benim bildiğim kadarıyla küçük bir broşür çıktı totaliter dönemde. Paraşkef isminde bir gazeteci vardı, belirli bir zaman Bulgaristan'ın konsolosuydu İstanbul'da. Kendisi Gagavuz asıllıdır,Türkçe biliyor; o bir broşür yazdı. Tabi o dönemde Sovyetler Birliği'nde yayınlar var daha derinlemesine. Yalnız Marksist açıdan orda daha çok materyalizm araştırılıyor. Şimdi Şeyh Bedrettin 14. yüzyılın sonlarına doğru, yanılmıyorsam, 1368'lerde falan doğuyor ve 1420'de asılıyor. Kendisinin Simav köyünde doğduğu ileri sürülüyor. Fakat bu Simav köyünün nerede olduğu konusunda tartışmalar var. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Bazıları Bulgaristan'ın eski Zara Starazagora yakınlarında bir köy olduğunu, bazılarıYunanistan'da bir köy olduğunu, bazıları da Anadolu'da bir köy olduğunu ileri sürüyor. Ortaya atılan delillere göre bu karma bir ailede doğmuş. Annesi Yunan, babası Osmanlı Türkü imiş. Eğitimini Edirne ve Kahire'de görmüş. Kahire'de iken tasavvufa yöneliyor, tasavvuf öğreniyor, hatta orada şeyh oluyor. Oradan Hacca gidiyor, oradan da Osmanlı devletine dönüyor. Edirne'ye gidiyor. Edirne o zaman Osmanlının başkenti. Orada Musa Çelebi onu kazasker ilan ediyor fakat hanedan kavgaları var o dönemde, Musa Çelebi'yi Mehmet Çelebi iktidardan uzaklaştırıyor ve Şeyh Bedrettin'i de İzmit'e sürgün ediyor. Şeyh Bedrettin İzmit'ten kaçmaya muvaffak oluyor; oradan bugünkü Romanya'ya gidiyor. Romanya'dan da bugünkü Bulgaristan topraklarında bulunan Silistre'ye geliyor. Aynı dönemde Anadolu'da bazı isyanlar var. Bu isyanları izliyor ve onlar tam sona erdiği zaman Deliorman'da o zamanki imkânlara göre oldukça geniş bir ordu oluşturuyor ve ordusu 3.000 kişiymiş diye söyleniyor. Ordusuna daha fazla yerli ve Müslümanlar, tasavvuf taraftarları ve bazı Hıristiyanlar katılıyor. İsyancılar Silistre'den harekete geçiyor, eski Zara'ya- onun doğduğu söylenen şehre- geliyorlar. Şimdi birkaç yerde nasıl çarpışmalar olduğunu tespit etmek mümkün değil fakat en çetin çarpışma, eski Zara tarafında oluyor. Bundan sonra Şeyh Bedrettin'in gücü dağılmaya başlıyor. Dağılma nedenleri üstünde çeşitli fikirler var. Bunların en tutarlısı şu: Şeyh Bedrettin kazasker olduğu için iktidar çevreleri arasında da- o zamanki Derebeylernüfuzu fazla imiş. Bu Derebeylerden bazıları onun ordusuna katılmış, fakat eski Zara'da çarpışma esnasında yenilgiye uğrayınca, bu feodaller Şeyh Bedrettin'i terk ediyorlar ve ordusu dağılmaya başlıyor. Şeyh Bedrettin'i yakalıyorlar ve Serez'e götürüyorlar. Serez'de bunun fetva verilmeden idam edilmesinin doğru olmadığı kanaatine varılıyor ve ulema cemiyeti onun fikirlerini mahkûm ediyor ve aynı zamanda ölüme cezası veriliyor, Serez'de asıldığı söyleniyor. Bundan sonra da, eserlerinin okunması ve yazılmasının yasaklandığı söyleniyor. İşte bu isyan olayı, O'nu, öteki tasavvufçulardan örneğin İbn Arabî' den vs. biraz uzaklaştırıyor. Yani bu eylemci aynı zamanda, yalnız fikir adamı değil. Şüphesiz Osmanlı iktidarına karşı ayaklandığı için ona karşı tepki uyanıyor. Şeyh Bedrettin'den sonra, Onun düşüncelerinden etkilenenler açısından neler ortaya çıkmıştır? Evet, belirli bir zaman hatıraları orada yaşamış. Bugün de birtakım hatıralar var, fakat bunlar oldukça SAYI 17 - 18 silik hatıralar. Yani Şeyh Bedrettin'i tam olarak görüşlerini bilip bugün de o görüşleri savunan kimseye rastlayamıyoruz Bulgaristan'da. Şeyh Bedrettin'in dinle ilgili de özel görüşleri var. Örneğin sadece onda değil Farabi'de de var bu. Onlar diyor ki İslamiyet'te Kuran-ı Kerim'de semboller vardır. Sembolik bir dil kullanılır. Biliyorsunuz İbn Arabî'nin en önemli eseri Füsus'ul Hikem. Bizim Bali Efendi belki Arnavutluk'ta belki Makedonya'da doğmuştur. İstanbul'da eğitim görmüş ve eğitim görürken de İstanbul'un etrafındaki bağlara geziye çıkmış. Orada manevi bir hal, bir zuhurat yaşıyor, karşısına İbn Arabî çıkıyor ve diyor ki: “Eserimin tefsirini yap.”Onun üzerine bir tefsir yazıyor Bali Efendi . Arabî'nin fikirlerini izah ediyor. Aynı zamanda Şeyh Bedrettin'e karşı bir layiha yazıyor, Kanuni Sultan Süleyman'a gönderiyor bu layihayı. Oradan bazı araştırmacılar şu kanaate varıyor; demek ki Bali Efendi fikir özgürlüğüne önem vermiyormuş. Bizdeki Aleviler- biz onlara Kızılbaş diyoruz- daha fazla Kızılbaşları da tenkit etmişti onların ibadetlerden uzak kalmalarını, rakı kullanmalarını vesaire. Fakat halk arasında Bali Efendi ile ilgili hatıralar tam bunun tersine. Halk arasında hoşgörü sahibi olduğu çok yaygın. Bali Efendi'yi o zaman Müslümanlarla beraber Hıristiyanlar da sayıyormuş. Bugün tekkesini Müslümanlarla beraber Hıristiyanlar da ziyaret ediyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Şimdi tabi bizler de buna önem veriyoruz. Yani bizim için Müslümanların azınlık olduğu yerlerde hoşgörü ve diyalog çok önemli. Bazı Müslüman ülkelerden gelen ilahiyatçılar bunu yadırgıyor belli bir ölçüde. Ben onlara diyorum, diyalojik bir iletişim dili bizim lehimize, azınlıkların lehine. Biz böylece kendi kanaatlerimizi ortaya koyma imkânı buluyoruz, 1939 240 TARİH BİLİNCİ İslamiyet'i daha iyi tanıtma imkânı buluyoruz ve bunun sonucu da artık bazı kimseler İslamiyet'e başka açıdan bakmaya başlıyorlar. Bu tutumu tarihi açıdan temellendirebilmek için Bali Efendi bize gerekli. Şeyh Bedrettin de gerekli, bazı yönlerden eleştirmemize rağmen. Çünkü O'nun ordusuna Hıristiyanlar da katılmış. Tabi bazı tarihçi ve filozoflar özellikle Hıristiyan kökenliler, bunu, annesinin Hıristiyan olmasıyla izah etmeye çalışıyorlar, benim kanaatime göre annesinin etkisi olmuştur ama asıl onun felsefi görüşleri buna yatkındır. Mevlana'da da biliyorsunuz benzer bir tutum var. Diğer din mensuplarına karşı son derece saygılı ve diyalojik bir ilişki biçiminden yana. Böylesi bir yaklaşım biçimi, örneğin Bulgaristan'da Müslümanların siyasi ve dini haklarını savunmada yardımcı oluyor. Onun için biz bunlara başvuruyoruz- başvurmak zorundayız. Ulus-devletten tümüyle vaz mı geçiliyor? Özellikle Balkanlarda kültürel ve siyasal çoğulculuk yeniden mi gerçekleşiyor? Biliyorsunuz, Osmanlı millet sistemi uygulamıştır. Hıristiyanlara, Gregorianlara, Musevilere kendi dini inançları temeli üzerine yaşamlarını kurup bu şekilde yaşamalarına müsaade etmiş. Hukuki alanda özerklik tanımış, okul açma, dernek kurma hakkı vermiş. Bugün Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında diyalogun yeniden canlandırılması, bizim çalışmalarımız açısından da kritik bir önem arzediyor. Siz iki soru ortaya attınız. Bu diyalojik iletişim biçimi yeniden nasıl canlandırılabilir? Bunun kısa zamanda gerçekleşeceğini zannetmemek lazım. Bu zaman istiyor bu, önyargıları ortadan kaldırmak için çaba harcamak gerekiyor. Bunu da yapabilmek için bazı ilkeleri ortaya koyup bunları savunmamız lazım. Örneğin her BALKANLAR şeyden önce dini plüralizmi, çoğulcu din prensibini kabul etmemiz lazım. Benim anlayabildiğim kadarıyla -son kitabımda bunu da yazmaya çalıştım- İslam ıslahatçılarının da belirttiği gibi, öteki dinler de Allah tarafından yaratılmıştır. Yani dinlerin çok olması Allah Teâlâ'dan kaynaklanmakta. Ayrıca, Kuran-ı Kerim'de bir sure var “Biz isteseydik bütün dünya Müslüman olurdu”“Sen mi, diyor Hz. Muhammed'e, bunu gerçekleştireceksin? Senin görevin yalnızca tebliğ, ulaştırmak.” Demek ki Allah Teâlâ, bazı kimselerin mesela Mevdudi'nin, Seyyit Kutup'ların söylediği gibi, “bütün dünyayı İslamlaştırıncaya kadar cihat yapacaksınız” demiyor bize. İşte her şeyden önce bu ilkeyi kabul etmemiz lâzım. Yani dinleri sınıflandırmamak lâzım, benim dinim en üstündür diye. Bunu bizim bilmemiz lâzım, bilmezsek, bunu belirli ölçüde gençlerimize aşılamazsak dinimizi yaşatamayız. Fakat bunu çok nazik bir şekilde yapmamız lâzım. Benim kanaatime göre üzerinde durmamız gereken en önemli konulardan birisi, bilimle din arasında çatışma olmayacağını, bunların bir arada yaşayabileceğini kanıtlamamız lâzım ki, Meşşai Okulu bunu yapmıştır. ElKindi'den İbn Rüşt'e kadar bu konu esaslı olarak işlenmiştir. Buna sadık kalmamız lâzım. Hatta belki de meselâ insan beyninin, zihninin sınırlı olduğu konusunu fazla vurgulamamız lâzım. İşte tabiî bunlar ilkesel. Öte taraftan Bulgaristan'da bana sorulursa tarihe dönmek lâzım ve tarihi kitapları yeniden yazmak gerek. Yani orada bir takım efsaneler, birtakım mitler var. Bunları ortadan kaldırıp gerçek tarihi ortaya koymak lazım. Meselâ ben size bir örnek vereceğim, Bulgaristan'da çok yaygın bir roman vardır. “Vremeraz Delna” isminde yani “Ayrılma Zamanı Geldi” ve bunun üzerine bir film çevrildi. İslamiyet'in bizim Pomak bölgesinde zorla kabul ettirildiğiydi konusu. Şimdi geçenlerde bize çok sıcak bak- 241 SAYI 17 - 18 mayan Pomaklarla ilgili biraz olumsuz kitap yazan birisi bir demecinde dedi ki; “biliyor musunuz bu roman nasıl yazıldı, bu film nasıl çevrildi? Burada bir Pomak bölgesi var Raykova diye. Raykova Günlüğü vardı. Bir araştırma yapıyorlar bu günlük 1913 yılında yazılmış. Oysa, o günlüğün 18. yüzyıla ait olduğu sanılıyordu. Böyle iddia ediliyordu.12.,13.yüzyılında yığınsal Pomakları Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatılmıştır. Hıristiyanlaştırma diyorum yalnız isim değiştirme değil, doğrudan doğruya dinlerini değiştirme kampanyası. O zaman hazırlanmış bu. Şimdi eğer biz hoşgörü diyalog istiyorsak bu gibi efsanelerden tarihi kurtarıp gerçeği ortaya koymak lâzım. Osmanlı İmparatorluğunda her şey güllük gülistanmış demek istemiyorum. Asırlarca devam etmiş. Bugün de görüyorsunuz politik hayatta olumlu şeylerle beraber olumsuz şeyler de ortaya çıkıyor. Savaşlar varmış, isyanlar varmış vesaire. Fakat bunları olduğu gibi nesnel olarak ortaya koymamız lâzım. Böylece genç nesli önyargılardan kurtarmış oluruz. Ve son olarak ta gerçek bir diyalog olması lâzım. Diyalog yani aramızda tartışma yaparken ben karşımdaki Hıristiyanı Müslüman, onun da beni Hıristiyan yapma amacını gütmemesi lâzım. TARİH BİLİNCİ Benim görevim İslamiyet'i olduğu gibi ortaya koymak, ondan ötesi beğenirse, kabul ederse o onun meselesi. Diyalogun eşit şartlarda olması lazım, diyaloga katılan taraflar eşit haklara sahip olması lazım. Bir tarafın kendi görüşlerini empoze etmeye çalışmaması lazım. Buna göre bu doğrultuda başka pratik çalışmalar yapılabilir. Şimdi biliyorsunuz tarih alanında burada bir deneme yapıldı ama başarısız oldu. Ortak tarih yazmak. Bu Avrupa'da bir eğilimdir. Bunu Fransa ile Almanya gerçekleştirdiler. Balkanlarda da biz bir ortak tarih yazabilirsek Osmanlı dönemi ile ilgili, o zaman belli bir ölçüde bu geçmiş daha açık olarak ortaya çıkabilir. Şimdi sizin sorduğunuz soruya gelelim, ulus devlet meselesine. Görüyorsunuz, 20.yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında multietnik dediğimiz çok etnisitenin bir arada yaşadığı devletler ortaya çıkıyor. 19. yüzyılda tek etnisiteyi esas alan devlet ilkesi savunulmuş. Ve bir devlette tek ulusu yaşatabilmek için savaşlar yapılmış, göçler sağlanmış, fakat başarılamamış. Bugün tam tersine Arabistan'dan Türkiye'den insanlar kalkıyor Hıristiyan Avrupa'ya gidiyor ve orada yaşamaya başlıyorlar. Bulgaristan' da çok özel gayretler gösteriliyor, buna rağmen Bulgaristan nüfusunun büyük bir kısmı bir milyon kişi göç etti çeşitli memleketlere. Aynı zamanda dışarıdan buraya göçmenler gelmeye başladı. Mesela geçen akşam bir yayın vardı Vietnam'dan işçi getirmişler buraya. Yani biz istesek de istemesek de farklı dinlere, uluslara sahip insanlar bir arada yaşıyor veya yaşamak zorunda. Biz de onun için hoşgörüye önem vermeliyiz. Sizin sorunuza gelince bununla ilgili anlayabildiğime göre ulusal devlet ortaya çıkıyor. Yani ulusal devletler ve uluslar zamanını yaşamış mıdır yaşamamış mıdır konusu gündeme geliyor. Bizim demokrasiye geçiş dönemimizin ilk yıllarında bu konuda bir heyecan vardı. Ben hatırlı- BALKANLAR yorum burada Park Otel'de bir tartışma yapıldı. Alman bilim adamları ile Bulgar bilim adamları katıldı bu tartışmaya. Almanların tezi, ulusal devlet ve uluslar zamanını yaşamış ve tarihe kavuşmuştur, şeklindeydi. Bulgarların tezi ise, biz ulus devlet olarak uzun zaman yaşayamadık, bunun tadını çıkaramadık, belirli bir zaman ulusal devletimize sadık kalacağız, idi. Ve genellikle Avrupa birliği, Avrupa'da birleşme konusu göz önünde bulundurularak dendi ki, burada Avrupa'da tek bir ulus oluşacak, tek bir devlet ortaya çıkacak. Fakat son yıllarda gelişmeler, özellikle Avrupa Anayasası'nın incelenmesi ve bunun reddedilmesi, bu sürecin o kadar kolay ve yakın zamanda gerçekleşmeyeceğini gösterdi. Avrupa belki de De Gaulle'un dediği gibi ulusların topluluğu olacak.Yani Avrupa Birliği olacak, bu birliğin içinde ulusal devletler, ayrı ayrı uluslar yaşamaya devam edecek. Buna benzer bildiğiniz gibi son yıllarda bir tez yayıldı ona, politik ulus veya vatandaş ulusu deniyor. Zannettiğime göre bu sizin anayasaya yansımış. Orda 82. maddede diyor ki, Türkiye'de yaşayan bütün vatandaşlar Türk'tür. Evet, politik açıdan vatandaşlık açısından bakacak olursak bir devlette yaşayanlar -belki Fransızcadan geliyor- bir ulus oluşturuyor. Fakat bu ulusun içinde ayrı ayrı etnik topluluklar olduğunu kabul etmemiz lazım. Benim izlediğim kadarıyla bizde Bulgaristan'da, Bulgar ulusundan bahsederken eski etno ulus tezi savunuluyor, fakat burada azınlıklar söz konusu olunca daha fazla politik ulus ön plana çıkarılıyor. Yalnız şu var evet bütün vatandaşlar Bulgar ulusuna mensuptur deniyor ve noktalanıyor ama devam etmesi lâzım. Bu ulusun içinde ayrı bir Bulgar ulusu vardır etnik açıdan,Türk azınlığı vardır, Roma azınlığı vardır. Bunların kendine özgü dini dili kültürü vardır. Onlar bu dini, dili, 242 SAYI 17 - 18 kültürü yetiştirip yahut kimliğini koruyup geliştirme hakkına sahiptirler. İşte bu açıdan ele alınması lazım bu konu, buda benim kanaatime göre kimlik konusunu gündeme getiriyor. Benim için Bulgaristan Müslümanlarının, Türklerinin başlıca sorunu kimlik sorunudur. Bizim irfani geleneğimizdeki 'kesrette vahdet' yani çoklukta birlik ilkesini referans alarak politik bir kurgu yapmak mümkün müdür? Oradan çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi düşüncesi çıkabilir mi? Peygamberimizin Müslüman olmayanlarla yaptığı bir sözleşme var meselâ. Medine Sözleşmesi… O tecrübeler bizim için ne anlam ifade ediyor? Şimdi bakın doğrusunu söylemek gerekirse biz Hz. Muhammed'in Medine devletini Medine anayasasını ya da Medine belgesini, çokluğun birliği açısından değil de daha fazla dini hoşgörü ve tolerans açısından ele aldık. Ama sizin söylediğiniz fikir de var orada meselâ O diyor ki; bizim dinimiz bize, sizin dininiz size. Yani öteki dinlere de yaşama hakkı tanıyor. Yani oradan da şu sonuç çıkıyor: Hz. İbrahim'den bu güne kadar çeşitli dinler ortaya çıkmıştır fakat bunların kaynağı aynıdır, bir yerden geliyor. Yani İslamiyet'in kendisinde İslamiyet anlayışında da bu plüralizm var benim kanaatime göre. Bunu araştırıp ortaya çıkarmak lâzım. TARİH BİLİNCİ Fritjof Schuon'un “dinlerin aşkın birliği” düşüncesi var… Tabi muhafazakar algıları ve refleksleri güçlü olanlar bu plüralizmi kabul etmek istemiyor. Daha çok ıslahatçılar kabul ediyorlar. Geçenlerde bir toplantıya katıldım. Katolik papazlardan da birisi bu plüralizme pek sıcak bakmadığını, bunu kabul etmeyeceğini ileri sürdü fakat kanaatime göre dini plüralizmi biz kabul etmezsek artık dini hoşgörüden bahsedemeyiz. Peki ne demek hoşgörü? Sen beni Müslüman olarak kabul edeceksin ben de senin dinine saygılı olmak zorundayım. Bazıları onu ileri sürüyor, Müslümanlık gerçek bir din değildir, Hıristiyanlığın yeni bir şeklidir diye bir tez ortaya atıyor veya diyelim ki, Katolik kilisesi bu diyalog ve hoşgörü konusunu geçen yüzyılın 60'lı yıllarında ortaya attı. Fakat onların bazıları biz Müslümanlarla diyalog kurmak istiyoruz çünkü onları yarınki Hıristiyanlar olarak görüyoruz diyorlar. Tabi böyle bir diyalog bizim tarafımızdan desteklenemez kabul edilemez. Biz, daha çok, plüralizmden yanayız. O da, Peygamberimizin Medine sözleşmesindeki gibi, 'senin dinin sana benim dinim bana' anlayışıdır. Bizim tasavvufi geleneğimizdeki 'kesrette vahdet' meselesi, işin daha Batıni ve ileri boyutunu ifade ediyor. Ama birden fazla etnik ve dini unsurun yaşadığı bir ülkede, bir tür üst kimlik etrafında, bir vatandaşlık tanımı ve kimliğinde birleşmek, bir olmak, bunu yaparken farklıları korumak açısından o bir fikri imkandır tabi. Balkanlarda yaşayan insanların kolektif hafızalarında, bilinçaltında İstanbul hala bir kültürel ve toplumsal merkez midir, ne dersiniz? Şimdi benim izlenimlerime göre, İstanbul'un bir kültür ve bilim merkezi olduğu kabulleniliyor genellikle. Fakat bunun bütün Balkanların BALKANLAR kültürel merkezi olduğunu kabullenenler çok az. Bu kültürlerin birbirini etkilemesi açısından sizinle konuşurken aklıma geldi. Az önce de ismini zikrettiğim Vera Mutafçiyef'in bir tezi var. O şöyle diyor, biz de bir film var, daha dün akşam 1. kanalda gördüm, ikidir veriyorlar, maalesef hep sonuna rastlıyorum. İslamiyet' in İspanya'ya kadar yayılmasından bahsediliyor. Şimdi Vera Mutafçiyef'in kanaatine göre İspanya'da genellikle Doğu ve Batı kültürü birbirine kaynaşmıştır. Doğu kültürü Batıyı, Batı da Doğuyu, felsefi, bilimsel ve estetik açılardan etkilemiştir. Ortak bir takım değerler ortaya çıkmıştır ki, bunların en mükemmel örnekleri mimaride görülmektedir. Fakat aynı tarihçi diyor ki, Balkanlarda bu şekilde gerçekleşmemiş; yani Balkanlarda Doğu İslam kültürüyle Batı Hıristiyan kültürü birbirini etkileyememişler. Bu etkileşim daha çok gündelik yaşam düzeyinde kalmış, yani mutfağı etkilemiş, giyimi etkilemiş, hatta mimariyi etkilemiş belirli ölçüde, fakat manevi anlamda İslamiyet buranın insanlarını balkan insanlarını ve onların maneviyatını etkileyememiş. Çünkü daha o zaman İslam maneviyatı ile Hıristiyan maneviyatı arasında büyük bir sınır olduğu, bunun aşılmasının mümkün olmadığı kanaati yaygınmış diyor. İşte buradan kaynaklanarak İslam kültürüyle buranın yerli kültür arasındaki etkilenmeyi böyle aşağı bir düzeyde kaldığını ileri sürenler var. Fakat gerçeğe bakacak olursak kültürler birbirlerini etkilemiştir. Bugün de etkilemeye devam ediyor. Biliyorsunuz İslamiyet, İslam kültürü açık bir kültürdür, zamanında ilk yıllarda diyelim Bizans'tan ya da Doğudan, Doğu kültürlerinden birçok şeyler almış ve daha sonra bazı Batılı bilginlerin de belirttiği gibi, 17. yüzyıl Rönesans'a kadar Doğu Batıya hep vermiştir. Kültür, edebiyat, dil vesaire alanında... Ama Rönesans' tan sonra bir karşı akım da başlıyor; Batıdan da Doğuya doğru bir cereyan da başlıyor onlar da bizi etkili- 243 SAYI 17 - 18 yorlar. Şimdi bakın burada kültür etkileşimi, dinler arası diyalog hoşgörü konularında siyaset büyük rol oynuyor. Örneğin şimdi Bulgaristan'da daha fazla Batı kültürü hayranlığı, Batı kültürünün bir parçası olduğumuz tezi işleniyor, yayılıyor. Oysa bundan 20 yıl önce Sosyalizm döneminde tam tersi işleniyordu, Rus kültürüyle, Rus uygarlığıyla yakınlığı vurgulanıyordu. Şimdi eğer biz kültürlerin rolü, bunlar arasındaki temas, kültür alışverişleri, dinler arasındaki hoşgörüyü gerçekleştirmek istersek bunları siyasetten ayırmamız lâzım. Yani güncel siyasetten bunları belirli ölçüde uzak tutmak zorundayız. Fakat tekrar ediyorum, bunu pratikte gerçekleştirmek çok zor. Meselâ bizde 78 ay sonra seçimler olacak, bu seçimlerde, Bulgar kültürünün, Hıristiyan dininin Doğu kültüründen, İslamiyet'ten tamamen uzak, bambaşka bir şey olduğunu vurgulayarak oy kazanmak isteyen partiler var bizde, onlar dini ve etnik milliyetçilik üzerinden konuşacaklar. Bizim burada camları kırdılar, ATK isminde bir parti var, oldukça etkin parlamentoda. O camları kırdıktan sonra geldiler sizinle konuşabilir miyiz? Dedim buyurun konuşalım televizyonda. Niye kabul ettiniz? Ben sizi şunun için kabul ettim. Ben Bulgaristan'da bilim çevreleri arasında biliniyorum ve beni bilen bilim çevrelerinin benimle ilgili kuşkusu yok. Benim burada terörist yetiştirdiğime onlar inanmıyor siz inanıyorsunuz. Çünkü siz beni tanımıyorsunuz, okulu da tanımıyorsunuz, buyurun gelin konuşalım birbirimizi tanıyalım. İşte o zamanda bu multi etnik tezi ortaya çıktı siz buna inanıyor musunuz? Ben onlara dedim bakın bu etnik çoğulculuğu benim kabul etmem veya yadsımam bir anlam ifade etmez. Bu pratikte var. Tabii istediğimiz amaca ulaşamadık, benim konuşmalarımı alt üst ettiler ve başka şekilde yayın yaptılar. Ama yine tekrar ediyorum biz birbirimizi tanımalıyız ya da biz kendimizi tanıtmalıyız ötekilere. TARİH BİLİNCİ Rumeli tabiri ne anlama geliyor? Rumeli, Celaleddin Rumi'nin ünvanında da gözlediğimiz üzere, belirli bir dönem, Anadolu coğrafyası için kullanılmıştır. Tabi işin başka bir yönü de var. Biliyorsunuz, Yunanlılara Rum deniyor Türkiye' de. Rumeli, Rumların yurdu, yani bir anlamda Yunanlılarla birlikte bütün Balkanlara Rumeli denmiştir. Ve bu Osmanlı İmparatorluğunda ayrı bir bölge oluşturduğu gibi, benim son zamanlarda yaptığım bazı araştırmalara göre, Osmanlı kültürü çerçevesi içinde belirli bir kültür de oluşmuştur, Rumeli kültürü. Meselâ bizim burada göçmenlerden birisinin Rumeli Motifli Şiirler diye bir antolojisi yayınladı. Rumeli, Balkan havasını estiren, Balkan kokusunu veren bir bölge ve kültürdür. Şimdi siz beni başka bir soruna yönelttiniz. Örneğin ben kimlikten bahsederken şöyle diyorum. Bizim amacımız, genellikle Türk kültürünü yaşatmak, Türk kültür kimliğini korumak olarak tanımlanıyor. Türk kültür kimliğini koruyacak bir devlet var, onun aydınları var, bilim adamları var. Ben Bulgaristan'daki Türk kültür kimliğini korumak istiyorum ki, bu öteki kültürün uzantısıdır. Uzantısı olmakla beraber özel bir takım renkleri vardır bunun. O renkler de buradaki sosyo-ekonomik ve kültürel şartlarla ortaya çıkmıştır. Burada Doğu kültürü, Avrupa kültürü ile daha fazla temasa geçmiştir, karşılıklı olarak etkilenmiştir ve Bulgaristan Türk kültürü- yine tekrar ediyorum- Türkiye kültürünün uzantısı olmakla beraber birtakım kendine özgü yanları vardır. Bizim amacımız, bu özellikleri korumak, geliştirmek olmalıdır. Ben de o özellikleri araştırıyorum, bu bağlamda diyorum ki, bana her şeyden önce Bulgaristan, Deliorman vesaire ağzıyla diyalektiyle ilgili eser getirin. Bulgaristan Türk edebiyatını ortaya koyan araştırmalar getirin. Ben böyle araştırma bulamadım fazla diyalektlerle, lehçelerle ilgili bazı eserler var onlara göz atamadım göz atacağım. Yani bize düşen görev, buradaki İslam kültürünü, Türk kültürünü ele alıp geliştirmek. SAYI 17 - 18 BALKANLAR Onun için bundan birkaç sene evvel burada ben büyük bir uluslararası bilgi şöleni düzenlemeyi başardım. IRCICA'nın yardımıyla, 2000 yılıydı biz burada Balkanlarda İslam kültürü diye bilgi şöleni düzenledik. Çeşitli ülkelerden 70 bilim adamı katıldı ve tebliğler sundu. Bu türden çalışmaları devam ettirmeliyiz. Bulgaristan'da Doğulu bilgelerden daha çok kimler okuryazarlarca biliniyor? Öncelikle İbni Sina. Biliyorsunuz Avrupa'da ismi Avisenna'dır. Yakına gelince ise burada Bulgar televizyonunda Avid Sena diye Rublika diyoruz, fakat onun daha fazla tıp alanındaki buluşları ve oradan neşet ederek bugünkü tıpla ilgili yayın yapılıyordu. Mesela ben Tarih Felsefe Fakültesi mezunuyum; Sofya Üniversitesi'nde Gazali de daha çok tutucu bir filozof olarak, İbni Sina ise reformcu bilim adamı olarak bilinir, İbn Rüşt o kadar yaygın değil. Biliyorsunuz Batıda zengin bir felsefi gelenek var. Maalesef o bizde o kadar yaygın değil. İkinci olarak Mevlana çok yaygındır. Geçen sene UNESCO yıldönümünü kutladı, biz de kutladık burada; bizim bir profesörümüz var, Tatarlı, onun hakkında bir kitap yazmıştı, o kitabı takdim ettik, Sofya Üniversitesi'yle beraber. Mevlana oldukça yaygındır,ayrıca Ömer Hayyam bilinir. Biz aslında Sosyalist dönemde Doğu kültürüne kapalıydık, Doğu kültürünü tanımıyorduk, onu tanıma imkânımız yoktu.Tabi Bulgar bilim adamları da pek önem vermiyordu buna. Eğer bize Doğu bilim adamlarından bir şeyler geldiyse onlar daha fazla Sovyetler Birliği vasıtası ve oradaki cumhuriyetler meselâ Farabi'yle ilgili, İbni Sina ile ilgili vesaire araştırma yapmışlardır ve onlarda şu veya bu şekilde Rusça kitap olarak ulaşmıştır. Benim kütüphanemde birkaç tane kitap var onlarla ilgili. İbn Haldun özellikle son yıllarda İbn Haldun'la ilgili, Mukaddime'siyle ilgili burada Yordan Peyef isminde bir profesör vardır, oldukça büyük bir kitap yayınladı, onun daha fazla tarihi 244 felsefesi ele alınmakta. Osmanlıda vakıfların rolü nedir? Bir Osmanlı dönemindeki vakıflardan bir de Osmanlı buradan çekildikten sonraki vakıflardan bahsedebiliriz. Osmanlı döneminde bir taraftan çeşitli medreseler açılmış öte taraftan kütüphaneler kurmuşlardır. Başta kütüphaneler, medreseler, camilerin yanındaymış fakat giderek Bulgaristan topraklarında önemli birkaç tane kütüphane ortaya çıkmış. Bunlardan birisi Samakof şehrinde, Hüsrev Paşa Kütüphanesi diye bir kütüphane var, oldukça zengin bir kütüphanedir Osmanlı döneminden. Sonra Vidin 'de Osman Paşa Kütüphanesi vardır. Öte tarafta ise benim bölgem Şumnu' da, orda bir Yeni Cami ya da Tombul Cami diyorlar onun kütüphanesi ve daha sonra da Nüvap okulu açılıyor. Örneğin Şumnu'da Şerif Paşa Camii' nin kütüphanesinde dünyada bazılarının belirttiğine göre İdris'in kitabından dört nüsha var, bütün dünya kütüphanesinde bunlardan birisi bizim, Şumnu Camii'nin kütüphanesinde bulunuyordu fakat totaliter dönemde bu kütüphanelerin kitapları alındı, büyük bir kısmı burada milli kütüphanenin şarkiyat bölümü var, şarkiyat bölümünde bulunmaktadırlar. Şimdi Bulgaristan'da 17. yüzyılda 140 tane medreseden söz ediliyor. Bunların çoğu genel medreseymiş, yani özel medrese değilmiş. Ve bunlarda bir sürü öğrenci öğrenim görmüş, yetişmiş ve ondan sonra da İslamiyet'i bu memlekette yaymışlar. Özellikle o dönemde ve az sonra sözünü edeceğim sonraki dönemde de bizdeki okullar ancak vakıfların finansmanıyla yaşamışlardır. Vakıf, okulları finanse etmiş, fakir öğrencilere yardımda bulunmuş. Okulların birçoğunda yatakhaneler vardır. Onun için bu vakıflar önemli rol oynamış tabi, bu vakıfların ortaya çıkmasıyla ilgili şunu belirtmem lazım; Osmanlı buraya geldikten sonra biliyorsunuz o konulara girmedik, yerli insanların bir kısmı dağlara bir kısmı komşu köylere gitmiş.Yani serbest toprak varmış. TARİH BİLİNCİ Osmanlı buraya geldikten sonra bu toprakları belirli vakıflara vermiş ya da burada vakıf kurulmasına yardım etmiş. Bu vakıflar, o bölgenin dini ve kültürel merkezi konumuna gelmiş. Yalnız medrese değil ondan önce Sibyan mektepleri de açmışlar. Çeşitli yerlerde medreseler bulunuyormuş. Medreseler okullar, kütüphaneler, vaaz ve sohbetler vasıtasıyla İslamiyet'in yayılmasına yardım etmişlerdir. Beni daha fazla Osmanlı buradan çekildikten sonraki süreçte vakıfların rolü ilgilendiriyor. Biliyorsunuz, 1878'de burada üçüncü Bulgar Devleti kuruluyor. Yalnız 56 sene sonra eski dini okullar, müftülükler canlandırılıyor ve bunlar 1944'e kadar vakıflar tarafından finanse ediliyor. Tabi o dönemde medreselerin sayısı azalıyor ve yerine Rüştiyeler açılmaya başlıyor. Sıbyanlar, ilkokula dönüştürülüyor. 20. yüzyılın başlarında bu ilkokullarda dini derslerle diğer dersler arasında denge kurma çabaları başlıyor. Ve I. Dünya Savaşından sonra bu, belli bir ölçüde gerçekleştiriliyor. Fakat 1944'e kadar ilkokullarda hatta Rüştiyelerde din dersi veriliyor. Çok önemli 1922'te Bulgaristan'da belki de Balkanlarda ilk olarak Medresetü'nNüvvab açılıyor. Nüvvab okulu, 1922'den 1947'ye, totaliter döneme kadar devam etti. 1922'den 1930'a kadar bunun tali kısmı vardı, lise düzeyinde, beş sene devam ediyor. 1930'da âli kısmı açıldı, bu yüksek okul olarak hesap ediliyordu. Bu böylece 1947'ye kadar devam etti. Gerçi 1918'den 1928'e kadar Şumnu' da Daru'l-Muallimin var, öğretmen yetiştiriyor. Nüvvab ise, daha çok ilahiyatçı, hoca yetiştiriyor. Fakat 1928'de Bulgar iktidar çevreleri, Daru'l-Muallimin kapatırıyorlar. 1930' dan sonra da Bulgaristan'da yalnız ilahiyatçı değil öğretmeni de Nüvvab Mektebi yetiştiriyor. Nüvvab mezunları bizim okulumuzda da öğretmenlik yapıyorlar. Nüvvab da, medreseler de, ilkokula dönüştürülen Sibyanlar da Vakıfların ve yerli Müslümanların yardımlarıyla ayakta durmuş, devlet tarafından hemen hemen hiç para yardımı almamışlardır. Ve diyebiliriz ki, Vakıflar vasıtasıyla Bulgaristan Müslümanlarının dini inançları korunup, belirli ölçüde geliştirilebilmiştir. Aynı zamanda vakıfların yardımıyla Türk kimliği de burada yaşatılabilmiş. BALKANLAR Şimdi söz oraya geldi, ben, Bilimler Akademisi'nde çalıştım yirmi küsür sene kadar, o zamanlar daha çok Cumhuriyet dönemindeki fikir adamlarıyla ilgileniyordum Türkiye'de. Sizde daha 20. yüzyılın başlarında Türkçülükle İslamcılık arasında kesin bir ayrım yapılıyor, hatta belirli ölçüde birtakım gerilimler de vardı. Bizde böyle bir olay gelişmiş, 1930'lu yıllarda fakat özellikle bugün, benim kanaatime göre Türk kimliği ile Müslüman kimliği büyük oranda özdeştir. Yani böyle bir algı var. Biz Bulgaristan'da dört dini okul açtık, bunlarla sadece İslamiyet'i değil belirli ölçüde Türk kimliğini de korumuş oluyoruz. Bu okullarda, öteki liselerden farklı olarak Türkçe, Türk edebiyatı ve Türkiye tarihi okutuyoruz. Tekrar vurgulamak isterim, bu öğretim kurumlarını Vakıflar destekliyor. Mesela dört okul da yine Vakıflar vasıtasıyla finanse ediliyor, yalnız şu fark var ki, bu Vakıflar bizim yerli Vakıflarımız değil. Bunlar, Türkiyeli ve özellikle bu dört okula Türkiye Diyanet Vakfı yardım ediyor. Biz Türkiye Diyanet Vakfı'nın yardımlarıyla ayakta durabiliyoruz, devletten hiçbir yardım alamıyoruz. Vakıflarımız eskiden çok zenginmiş. 1924'ten 1934'e kadar burada bir Turan cemiyeti var. Bu cemiyetin başkanı, o zamanki Çar Boris'e bir mektup gönderiyor diyor ki; bize Osmanlıdan çok zengin bir vakıf varlığı kalmış miras olarak ve bu vakıfların geliri 3 milyar leva imiş o zaman. Fakat 1930'lu yılların ortalarında bu 3 milyar, 300 milyona düşmüş. Şimdi bilmiyorum milyondan bile söz edilemez yani bunlar böyle çar çur edilmiş, bir taraftan devlet bunlara el koymuş bir taraftan da insanlarımız sahip çıkmamış. 1885'te Rumeli bölgesiyle bu prenslik Bulgaristan'da birleşiyor ve bundan bir sene sonra bir anlaşma imzalanıyor Osmanlı devletiyle Bulgar devleti arasında. O anlaşmaya göre özel bir komisyon kuruluyor. Bu komisyonun vazifesi vakıf mallarını tespit etmek ve bu vakıf mallarını Müslüman cemaatlere, müftülüklere aktarmak. Bu komisyon 83 defa toplanıyor ve bir sonuca varamıyorlar bir karar alamıyorlar. Çünkü Bulgarlar vakıf mallarının çoğunu, -herhalde bazı köy- 245 SAYI 17 - 18 lerde bütün Müslümanlar Anadolu'ya göç etmiştir -devletleştirmek istiyorlar. Tabii ki Osmanlı devletinin temsilcileri bunu kabul etmiyor, bir anlaşmaya varamıyorlar. Onun için kasabaları ve şehirleri geliştirme planları uygulamaya başlıyorlar ve öyle oluyor ki şehir düzenleme planları her zaman bizim vakıf mallarına rastlıyor. Ve o vakıf malları belediye tarafından alınıyor, el konuyor, yavaş yavaş azalıyor. Şu anda biz bütün vakıf mallarımızı tamamen elde etmiş değiliz. Burada belirli düzeyde suç bizde, yani şu anlamda bizde. Vakıflarımızla ilgili belgelerimizi koruyamamışız. Bir sahiplik iddiasında bulunduğumuzda, bunu kanıtlayacak elimizde çoğu zaman belgemiz yok. Ne var? Çoğu zaman ben şöyle bir şeye rastlıyorum mesela arşivlerde, Ahmet, Mehmet, Şumnu'dan filan kişi mağazayı kiraya vermiştir. Şimdi buradan çıkacak sonuç, bu mağaza vâkıfınmış. Ahmet'te vakıf adına İvandıragona kiraya vermiş fakat elimizde tapu yok. Onun için bunu ispatlayıp vakıf mallarımızı geri alamıyoruz. Bu malların belirli bir kısmı ayakta ama bir kısmı yok olmuş gitmiş. Mesela camiler... Osmanlı buradan çekilirken Sofya'da 47 tane cami varmış. Bunlar bir gün bir yağ-mur esnasında yıldırım sonucu yok olmuş gitmişler. Kısacası gereken hazırlık yapılmış ve onlar yok edilmiş. Şimdi Sofya'da gerçekte tek bir camimiz var çalışan Banyabaşı Camisi. Mimar Sinan'ın Kara Cami isminde bir camisi var, o da tamamen korunuyor fakat kilise yapılmış, yalnız minaresi yıkılmış onun yerine bir çan takılmış, binanın dışı olduğu gibi kalmış, içi tabi Hıristiyan dinine göre düzenlenmiş, orada bir levha var ve levhada şöyle yazıyor: Bu bina Mimar Sinan tarafından yapılmıştır ve 1907'de kiliseye dönüştürülmüştür, bu gerçekten böyle kabul ediliyor. Veya şimdiki Başbakanlığın karşısında bir Arkeoloji Müzesi var. Bu müzenin binası da o zamanki Ulu Cami. Fakat bir hayli yıkılmış 9 kubbesi varmış ben saymadım ama şimdi kubbelerden bir kısmı ortada kalmış ötekiler yok. Yani kısaca şunu söylemek istiyorum. Vakıf mallarının birçoğu yok edilmiş bir kısmı da hala duruyor ama onlar da Müslümanlara ait değil, hala bazı yerlerde dava güdülüyor, belge araştırılıyor henüz araştırma sürecinde. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Prof. Dr. Muhidin Mulalic, Saray Bosna Üniversitesi “Kur'an, İnananları İslam Dinini Kılıç Zoru ile Değil Barış Vasıtası ile Yaymaya Davet Ediyordu” Konuşan: Mukaddes Mut Medeniyet Nedir? Medeniyetin anlamına baktığımızda sadece Yunan medeniyetinden başlamak yanlış olur, Sokrat öncesi, Sokrat dönemi, daha sonra Yunan filozofları olan Plato ve Aristo da aslında vatandaş, şehir devletleri ve vatandaşlık kavramları üzerinde dururlar. Aslında tüm bu birbiriyle ilintili üç terim medeniyetin anlamı ile de bağlantılıdır. Medeniyetin kendisi genel anlamda toplumun ya ada bir devletin ekonomik, sosyal, politik, askeri ve idari gelişmeler tarafından takip edilen maddesel gelişmeler olarak tanımlanır. Eğer medeniyetin anlamına bakarsak bu ana terimlerden bazılarını görebiliriz ki bunlar aslında ilerleme ve gelişme içerir. Eğer Batı medeniyetini göz önüne alırsak elbette gelişme ve ilerleme daha çok maddesel gelişmeyi içerir, diğer gelişme metotları ve hayatın diğer boyut-larını içermemektedir. Bu anlamda medeniyetin anla-mına ve terim olarak ortaya çıkışına bakılmalıdır. Bu terim yani medeniyet terimi asıl olarak 1750 yıllarında Batı medeniyeti akıl, aydınlanma çağı olarak bilinen zamanda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gelişme ve ilerleme terimlerinin her ikisi de Batı Medeniyetini yansıtmıştır. Bu manada İslam medeniyetinin anlamını ve özelliklerini göz önünde bulundurmak oldukça mühimdir. İslam medeniyetini bir toplumun ve devletin entelektüel, maddi, ruhsal gelişimi olarak tanımlayabiliriz; peki bu ne demektir? Maddi gelişimin kendisi mimari, anıtsal, teknolojik gelişmeleri kapsar. Entelektüel geliş-me, sanatın, edebiyatın ve şiirin gelişmesidir ancak en önemli olan medeniyetin ruhani boyutlardaki gelişmesidir ki bu sosyal normlar, faziletler, değerler, etik ve ahlakı içerir. Bu manada İslam medeniyetinin anlamı, 'din' kelimesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bağlamda temeddün ve meddene kelimeleri gelişme, şehirler kurma manasındadır. Bu nedenle 'temeddün' kelimesi İslam medeniyeti ya da medeniyet anlamına gelir. İslam medeniyeti hayatın dünyevi ve uhrevi taraflarını bir araya getirir bu da az evvel bahsettiğimiz gibi maddesel, entelektüel ve ruhani gelişmeyi barındırır. Eğer Batı ve İslam medeniyetinin anlamını ve özelliklerini karşılaştıracak olursak bu iki kavram arasında oldukça önemli farklılıklar olduğunu görürüz. İslam medeniyeti hayatın maddesel, entelektüel ve ruhani boyutlarını bir araya getirir ancak buna karşılık Batı medeniyeti tamamen maddesel gelişmeyi ve ilerlemeyi vurgulayan bir olgudur. Burada İslam medeniyeti ile ilgili altı çizilmesi gereken başka bir nokta Müslümanların 622 yılında Mekke şehrinden Medine şehrine göçü ve eski Yesrib şehrinin adını Medine olarak değiştirmesidir. Medine şehrinin kendisi de Arapça temeddün kelimesi ile ilgilidir ve İslam medeniyetini yansıtır. Yani bir anlamda İslam medeniyetinin bir minyatürüdür. Bu nedenle İslam dininin peygamberi Yesrib şehrinin adını Medine olarak değiştirmiştir. İslamiyet'ten evvel Hıristiyan, Batı, Bizans ve Pers medeniyetleri vardı, dünyanın tüm bölgeleri kaos, politik çekişmeler ve gerilim içerisinde idi, bu anlamda Arabistan'dan gelen yeni bir ışık, İslam peygamberi ve Kutsal Kur'an öğretileri ile Müslümanlar bu dini yaymak için gereken enerjiye sahip oldular. En temelde yüce Kur'an inananları İslam dinini kılıç zoru ile değil barış vasıtası ile yaymaya davet ediyordu. Böylece İslam dininin yayılışının ardındaki sebepleri vurgulamak gerekir; bu sebeplerden bazıları ekonomik sebeplerdir ancak daha da önemli olanlar dini sebeplerdir. İslam'ı dünyaya yayma noktasındaki en önemli güdüler dini sebepledir. Burada belirtilmesi gereken askeri, ticari ve dini gelişmelerdir. Şunu unutmayalım ki yayılma noktasındaki İslam, Helenizm, batıya ait dinler -Hıristiyanlık, Yahudilik- gibi çok güçlü dinlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır ancak İslamiyet tahrip etmek değil asimilasyon sürecinde rol almıştır. Bu nedenle sonuçta İslam'ın altın çağında Abbasi Hanedanlığı döneminde özellikle Abbasi döneminin sonu olan 750'den 1258' e kadar İslam Medeniyetinin edebiyat, felsefe, bilim, teknoloji, İslami bilimler noktasında yeşermesine tanık oluyoruz. Böylece eğer İslam medeniyetinin ilerlemesinden ve gelişmesinden bahsedecek olursak insanlar ve toplumlar aslında İslam dini tarafından etkilenmiştir, yani bir bakıma İslam dinini kabul ederek bir takım faydalar sağlamışlardır. Neden? Çünkü İslam medeniyeti ekonomik gelişme ve ticari zenginlik getirmiştir,Müslüman tacirler uzun seyahatler yaparak hem ticaret yapıyor aynı zamanda da İslam dinini yayıyorlardı. Yani şöyle diyebiliriz ki ticari ve ekonomik açıdan karlı çıkmak isteyenler genelde Müslüman 246 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR tacirlerle ve Müslümanlarla yakın ilişkiler kuruyordu. Bu İslam tarihinde ve medeniyetinde yaşanan din değiştirmelerin sebeplerinden birisi idi. İkinci sebep ise bilgi aşkı ile seyahat eden İslam bilginlerinin, ilim adamlarının seyahatleri idi. Bunlar seyahatleri esnasında hem ilim yayıyor, İslamiyet'i anlatıyor hem de diğer âlimlerden ilim öğreniyorlardı. Yakın doğu, uzak doğu, Hindistan, Çin gibi memleketlere ilim öğrenmek amacı ile seyahat ediyor aynı zamanda İslam dinini de gittikleri yerlere taşıyorlardı. Burada mühim olan 12. yy başlarında İslamiyet'i yaymada kullanılan metotları geliştiren tarikatlar ve sufi emirlerinin rolüdür. Buradan hareketle sufîler ele alındığında bunlar tarikatları ve İslam dininin yayılması için kurulan kurumları ortaya koyanlardır. Bu kurumların ve tarikatların bazıları yaygın olarak bilinmektedir, örneğin Kadiriler, Bektaşiler, Mevlevilik, Nakşibendîler... Bunların hepsi genel anlamda İslam dininin yayılmasına yardımcı olmuşlardır. Söylememiz gereken İslamiyet'in yayılışında askeri sebepleri, ekonomik ve dini motifleri göz önüne aldığımızda İslamiyet'in yayılışının temelinde sevgi vardır. Sufiler sevgi ve barışı yayarak İslamiyet'i Müslüman ordularının gelişinden evvel bir bakıma yeni bir ışığın gelmesini bekleyen kişilere tanıtmışlardır, çünkü o devirlerde Hıristiyanlar arasında zulüm, özellikle Protestanlığın ortaya çıkışı esnasındaki eziyetlerden bahsediyoruz, yaygındı, bu bağlamda birçok kişi sufilerden ve onların sevgi ve barışı temin eden ibadet şekillerinden etkilenmişlerdir. İslam dininin yayılışının ardındaki önemli tarihi gerçekler nedir? Ve bu esnada ortaya çıkan önemli şahsiyetler kimlerdir? Öncelikle Müslüman takvimi yani Hicri takvim- İslam medeniyetinin başlangıcına işaret eden 622 ile başlar, kısaca diyebiliriz ki İslam dini peygamberinin ölümü olan 632 de bu din açısından birçok başarıya imza atılmıştır. Bunlardan en önemlisi yüce Kuran'ın indirilmesinin tamamlanması ve peygamberin bunun tamamlanmasını müjdelemesidir. İslam medeniyeti ve dini için ikinci önemli dönem ise Dört Halife devridir. Kısaca 632'den 661'e kadar 4 Halife devri olarak geçer. Bu dönemde İslam dini kalıcı şeklini almış bilhassa Ebu Bekir Sıddık'tan Ali'ye kadar İslam medeniyeti organize olmuş ve idari açıdan kendisini düzenlemiştir. Mekke şehri bir öğrenme ve ilim merkezi olmuş daha sonra Basra, Bağdat, Şam, Kordoba bunu izlemiştir. Dört Halife döneminden sonra 661-715 yılları arasında geçen dönemde İslamiyet asıl sıçramasını yapmıştır. Arabistan'dan Kuzey Afrika'ya bugün Tunus, Fas, Cezayir olarak bilinen yerlere ve nihayet 711'de Müslümanlar bu dini batı Hıristiyan dünyasına ve İber yarımadasına taşımışlardır, tüm Arabistan ve yakın doğu Müslümanların kontrolüne girmiştir. Anadolu ile ilgili olarak belirtmemiz gerekir ki Müslümanlar 711 yılında ilk defa İstanbul'u fethetmeye çalıştıklarında başarısız olmuşlardır. Bundan sonra İslam'ı ve İslam medeniyetini Orta Asya olarak bilinen bölgede SAYI 17 - 18 yaymışlardır. Şunu da belirtmeliyiz ki İslam dininin ve medeniyetinin bu yayılışının önemli kısmı Abbasi dönemi ve Emevi dönemi olarak bilinen 715'den 1258 e kadar olan ve İslam'ın altın çağı diye nitelendirilen dönemdir. Bu dönemde fiziksel olarak aşırı genişlemeden ziyade bir tür pekiştirme dönemi yaşanmış, İslam dini filizlenmiş, İslam geleneği, hukuku, ilmi ilerlemiş, İslam enstitüleri, okulları kurulmuş, uygulamalı İslam ilimleri, tıp, felsefe, edebiyat, şiir gelişme kaydetmiştir. Abbasi dönemi gelişme, barış ve huzur dönemi olmuştur. İslam'ın Anadolu da yayılması konusunda Selçuklu Türklerinin yakın doğuya gelmesinin önemini belirtmek gerekir. Selçuklu Türklerinin gelişi ile bunların çoğu daha sonra Moğollar- ki bunlar başta İslam dinine zarar veriyorlardı- daha sonra da hepsi İslamiyet'i kabul etmişlerdir. Selçuklularla ilgili olarak şunu da söylemeliyiz ki onlar geldiğinde askeri güçlerini İslam dünyasının üzerine salmamış bunun yerine Bizans topraklarına keşif amaçlı yollamışlardır. İslam dininin Anadolu ve Balkanların derinliklerine yayılması 1071 yılında Bizans'ın Selçuk-lular tarafından yenilmesi ile başlamış daha sonra da 1300'lerde Osmanlı Devleti'ni kuran Osmanlılar bu dini Anadolu ve Balkanların derinliklerine taşımış ve yaymaya devam etmiştir. Nihayet 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesi ile İslamiyet kesin olarak Balkanlara yayılmıştır. Medeniyetlerin birliği, çeşitliliği ve özellikle dünya üzerinde günümüzde yaşanan problemler hakkında ne düşünüyorsunuz? Eğer tarihe bakacak olursak birçok medeniyet olduğunu görürüz, bunların bir kısmı yok olurken bir kısmı da günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Bu medeniyetlerin bazıları kendilerini yenilemişleridir. Bunların tümü belli dönemlerde belli dinlere, dillere, kültürlere ve tarihe dayanmaktadır. Bu anlamda İslam, Batı, Hint, Çin medeniyetleri gibi günümüze ulaşmış medeniyetler vardır. Günümüzde bir aslında bir tür batı medeniyetinin hegemonyasına tanık oluyoruz. Bu anlamda yıkım bir tür çeşitliliğin, farklılığın birlikteliğinin ortadan kaldırılması anlamında yaşanıyor ve tek bir medeniyet için belli bir düşünce biçimi, kalıbı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu manada ben tüm bu medeniyetlerin-İslam, Batı, Çin, Hindistan medeniyeti gibi- dünyanın çeşitliliğinin çok kültürlülüğüne katkıda bulunacak tüm medeniyetlerin yaşamasını öneriyorum. Yani farklı kültürler, toplumlar, sosyal oluşumlar göz önüne alındığında bize düşen farklılığa saygı göstermek, buna değer vermek ve bunları muhafaza etmektir. Bizler birbirimizi yıpratmak yerine birbirimize yardımcı olmalı, desteklemeli ve işini kolaylaştırmalıyız ki bu da zaten çeşitliliğin yüzyılı olan 21. yüzyılın mesajıdır. Bu manada medeniyetler aslında çok kültürlülüğün, çeşitliliğin, ta kendisidir. Benim doğduğum ülke olan Bosna-Hersek'te dünyanın ve bir bakıma medeniyetin bir minyatürüdür. Burası doğu ve batıyı birleştiren bir kavşak, kültürlerin birbirine uzandığı bir köprüdür. Bu nedenle geleneksel yazarlar ve bilim adamları barış, hoşgörü, anlayış, çok kültürlülük ve çeşitliliğin yeşerdiği Bosna-Hersek'i teşvik ederler. 247 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 “Dindar Olmak Kendime Bir Işık Tutmayacaksa İnsanları İyi Olmaya Çağırma Hakkını Kendimde Nasıl Bulabilirim” Konuşan Mukaddes Mut Sadık Yalsızuçanlar Dr. Valeria Heuberger Viyana Üniversitesi Osmanlılar Balkanlara İslam'ı nasıl yaymıştır? Osmanlılardan önceki döneme baktığımızda, bunların Balkanlarda Hıristiyanlığı yaymaya çalıştığını görüyoruz veya o dönemde, onuncu yüzyılda, yani aşağı yukarı Osmanlıdan yüz ya da yüz elli yıl öncesi olması gerekiyor, dini yayma çabalarının balkanlarda otorite olarak tanımlanan Katolik kilisesi aracılığıyla yürütüldüğünü görüyoruz. Örneğin Bosna kilisesi buna bir örnek olabilir. Bir taraftan otoriter hareketleri alevlerken, diğer taraftan farklı mistik kilisenin, yani Katolik kilisesinin bir müridi olarak özel mistik düşünceleri geliştirdiğini görüyoruz. Osmanlı fetihleri yayılmadan önceki balkanlardaki güneydoğu Avrupa'sına baktığımızda ise inanç şekillerinde, hatta etnik ve kültürel yapıda oldukça birbirinden farklı olan çokluklarla yüz yüze geliyoruz. Bu dikkate alınması gereken oldukça önemli bir mesele. Eğer Osmanlı fetihlerine değinecek olursak, aslında bu fetihler atlı birliklerin ya da dünya savaşları önderlerinin fetihleri gibi değerlendiremeyiz, çünkü Osmanlı fetihleri çok uzun vadeli sürece dayalı, uzun zaman alan bir gidişattı. Osmanlılar ilk etapta küçük askeri birlikler olarak ya da askeri destek noktaları tabir edilebilecek sistemler kurmuşlardı. İlk Osmanlı destek noktaları olarak tabir edebileceğimiz işte bu askeri destek noktaları özellikle İslami akımın Müslüman olmayan halklar arasında yayılması açısından büyük bir önem arz etmiştir. Bu İslami akımın yayılmasında, Osmanlı birliği ile gelen, yerleşim yerlerine yerleşen veya bu destek noktalarında yaşayan ve bu sayede yerel halk arasında İslam'ı yayan farklı derviş tarikatlarının ya da İslami mistik kardeşliği tarikatlarının temsilcileri önemli bir rol oynamıştır. Bu da balkanlarda uzun zaman alan oldukça uzun süreli ve uzun soluklu bir süreç olmuştur. Şayet Osmanlıların balkanlardaki güneydoğu Avrupa üzerindeki egemenliği hakkında konuşacak olursak, bu olay önemini büyük ölçüde hissettirir. Zaten bu hakimiyet de ülkeye direk girip, yakıp yıkıp ve tüm ülkeleri fetih ederek tüm halkı Müslümanlığa kabul etme şeklinde değildi. Balkanlardaki tarikat oluşumlarından bahsedebilir misiniz? Bu tarikatlar toplumun siyasal ve sosyal yapısını nasıl etkilemiştir? Manevi kardeşlik fenomeni hakkında konuşacak olursak, bu konu oldukça geniş aşamalı bir fenomendir. Farklı mistik manevi İslami kardeşliğin temelinde ve kalkınmasında birbirinden tamamen farklı oldukça geniş bir zincir halkası var. Örneğin tarihin seyrine baktığımıza, Osmanlı varlığının yapısına bağlı derviş tarikatları ve mistik kardeşlik vardı, örneğin ahilik teşkilatına bağlı Bektaşi tarikatı da vardı, diğer taraftan Osmanlıya karşı olan ve hatta günümüzde sosyal reformcu olarak tanımlayabileceğimiz ve egemen yönetime karşı çıkan kardeşlik tarikatı da vardı. Bu tarikatın mensubu insanlar sürekli“insanlar gün geçtikçe fakirleşiyor, zenginler ise daha da zengin oluyor, fakir insanlar ise daha da fakirleşiyor ve bu duruma bir dur demek lâzım” sloganlarıyla hareket ediyorlardı. Bu sosyal reform niteliğindeki bakış açısı bir çok isyan hareketlerinin de kaynağını oluşturmuştur hatta derviş tarikatı önderleri bu sebeple hapse atıldığını ya da idama mahkûm edildiğini görüyoruz. Balkanlardaki İslami kardeşlik fenomenlerinden bahsedecek olursak, farklı İslam kardeşliğini oldukça geniş ve büyük paletlerinin bulunduğundan emin olabiliriz. Bu kardeşlik tarikatları zaman, zaman Osmanlı hükümdarı ya da askeri birlikleri ile ülkeye gelmişlerdir. Bunun karşısında 14., 15., 16. yüzyıllarda Osmanlılar aracılığıyla balkanlara yerleşen farklı kardeşlik tarikatlarının önderleri asker ile birlikte ülkeye giriş yapmamıştır. Bu tarikatların bazı önemli fenomenlerinden biri de, Mevlevi tarikatıdır. Bunlar tamamen şehirli idi, şehrin izlerini taşıyan tarikatlardı, zengin esnaf ile sıkı ilişkileri vardı. Bu tarikatlar toplum siyaseti ve kültürel yaşamda büyük rol oynamışlardır. Bu kardeşlik tarikatı için önemli olan faktörler aslında bu olayda yatmıyordu. Bunlarda sosyal faaliyetler daha ön plandaydı. Yani içtima oluşturdukları yerde, sadece mistik bir önder yoktu. Aynen İslami geleneğe de hitap 248 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR ettiği gibi, seyahat edenler, konuklar, göç edenler ve taşınanlar için farklı binalar yapmışlardı, örneğin kervansaray gibi, arkasından ise fakirler için aşevleri, hamam v.s. kurmuşlardır. Bir şehirde bulunması gereken şehir kalkınmasına bu şekilde katkıda bulunmuşlardır. Bu tarikatların çoğu önderleri ya da müritleri şehir yapısında çok önemli rol oynamaktaydı. Yani mesela, eyercilik gibi, eğercilik zanaatı bu dönemde atlar olduğundan dolayı aranan bir zanaattı. Özellikle Mevlevi tarikatını bu meslek grupları ile sıkı ilişkileri vardı. Hatta bu mesleki eğitimi gören kişiler bu içtimai şehirlerde yer almışlardır. Yani şehir yaşamında bu kardeşlik tarikatları ile sosyal, politik, ekonomik işleri yürüten önder takımları arasında sıkı bir ilişki vardı. Bu da çok önemli bir fenomen. İkinci önemli bir fenomen de, diğer kardeşlik ve derviş tarikatlarıdır. Örneğin Bektaşilerin askeri birlik tarafından tanzim edildiği ve bunlarla sıkı ilişkiler içersinde olduğu gibi. Ancak mistik yapı ile alakalı olarak oldukça farklı olan çoğu tarikatlar ve hatta dönme ayini, dans figürleri ile İslam'ın mistik yapısının temelini oluşturan, tanrıyla bütünleşmeye çalışan bazı tarikatlar ve bazı tarikatlar ise tanrı adı olan “Allah” kelimesini tekrarlayarak kendinden geçinceye kadar zikrederlerdi. Tanrıya ulaşmak için sarf edilen çabayla İslami mistik yapının temelini oluşturan tanrıyla bütünleşmenin oldukça farklı yolları vardı. Bu ayinlerin çeşitliliği aynı zamanda şehirli ve inançlı halk grupları üzerinde otoriter bir güce sahipti. Yani neden güneydoğu Avrupa'da bu denli etkili olduğunun ve bugüne kadar varlığını nasıl koruduğunun önemli bir gerekçesi ve de derviş tarikatlarının bu dönemde otoriter bir güce sahip olmasıydı. Bu güçlere bir taraftan sosyal faaliyetleri katkı sağlarken, örneğin fakir insanlarla ilgilenmeleri ve onları korumaları gibi, diğer taraftan ise elit kesim olan ancak henüz Müslüman olmayan ancak ayinlerden son derece etkilenen ve bu inancın saflığına inanan insanlarla da ilgilenmelerinin ayrı bir katkısı vardı. Yani burada manevî unsurların önemi oldukça büyük, yoksa zaten eğitim niteliğinde olmazdı. Tarikatların hedefi insan-ı kamildi, sizce amaçlarına ulaşmışlar mıydı? Buna ben nasıl cevap verebilirim, bu haddini bilmezlik olurdu. Bu mistik İslam'ı temsil eden insanların işi. Bunların kamil insan olduklarını size nasıl söyleyebilirim? Bunu ancak Tanrı bilir, ben bu hususta bir yargıya varamam. Ancak dervişler tarikatının öğretilerinin temelini tanrıya ulaşma oluşturuyordu. Bundan dolayı derviş önderlerinin ölümden korkmamaları oldukça ilginç bir durum. Onlar ölümü, düğün, vuslat gecesi ya da kavuş- SAYI 17 - 18 ma gibi telâkki ediyorlardı. Yani bu kişiler yaşamları boyunca tanrıyla birleşme çabasını gösterdiler ve şimdi ölümden korkmanın da bir anlamı yoktu. İşte tam da buradan hareket ediyorlardı. Yani ezbere bir inanç değildi, yani bir yerde yazılı olarak“bunu, şunu yapmalısın, bunu, şunu yapmamalısın”şeklinde kararlaştırılan yapıda bir inanç değildi. Aslında bunu insana bağlanma, insani değerlere inme şeklinde de değerlendirebiliriz. Genelde dervişler bunu hayatlarında uygulayabiliyorlardı. Başarılı olmalarının en önemli nedenlerden birini de, Osmanlı fetihleri dönemindeki balkanlarda yapıya bakacak olursak anlarız. Balkanlar politik açıdan parçalanmıştı. Krallıklar ve yönetimler arasında sürekli savaş vardı. Sürekli aratan ekonomik krizler, yani kötü hasat dönemleri, kalitesiz yetişen ürünler, açlık sınırına gelen insanlar, endişeler, korkular hat safhadaydı, sürekli askere çağrılıyorlardı. İşte tam bu esnada İslam' ın bu farklı modeli, sürekli hayatlarında var olan bu manevî boşluğu doldurmayı vaat ediyordu. Burada unutmamamız gereken önemli bir nokta da, Hıristiyan halk kitlesinin hayatında bir istikrar yoktu. Çünkü bu insanlar birbirlerine sürekli savaş ilan eden Ortodokslar ve Katolik kilise arasında sıkışıp kalmıştı. Yani burada zaten bir birlik beraberlik yoktu. Tam bu sırada derviş içtiması kurulmuş olarak geliyor, insanların merakını cezp ediyordu. İnsanlar kendilerine hitap eden ilginç motifleri yakalıyordu. Hatta bazı manevi değerleri dahi kendi inançlarına uygulama olanağının dahi bulunduğunu fark ediyorlar. Bunun da manevi boşlukları doldurmak açısından önemli olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Şimdi hemen günümüze büyük bir köprü kurmak istiyorum. Avrupa'da yaşayan Hıristiyan, dogmatik inançları olmayan, Hıristiyanlık dışında başka bir inanca sahip ya da ateist olan kişilerin dahi İslam'a geçiş yaptığını bizzat yapmış olduğum araştırmalarım ile de tasdik edebilirim. Bu kişiler özellikle sofi görüşlerine yatkınlık göstermişlerdir. Yani bu element ve bu elementin hoşgörüsü yıllarca insanlara hitap etti. Balkanlara yerleştirilen idari amirlerin tarikat bağlantıları var mıydı? Hem evet, hem hayır. Tabii ki hükümdarların vekilleri veya Osmanlı hükümdarlığını yönetmekle görevlendirilen ve balkanlara yerleştirilen idarî âmirler ya da yüksek amirler belirli derviş tarikatlarına ya da belli kardeşlik tarikatlarına riayet etmekteydi. Yani buradaki manevî fikirler Osmanlı egemenliği döneminde iyi bir idareyi elde edebilmek için önemli bir çıkış kaynağı olmuştur. Diğer taraftan Osmanlı hükümdarlığı çok 249 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR farklı bir yapıdaydı. Yani etnik köken, diğer kriterler, renkler ya da buna benzer başka farklılıklar değil de, daha ziyade bir konfederasyon grubuna ait olmak önemliydi. Şeyh Bedreddin ve diğer mutasavvıflar dışında bu sistemi Osmanlı hükümdarlığı altına alınan insanlara nasıl uygulandığı anlatılarına da rastlıyorum. Balkanlarda çeşitli etnik kökenlere, kültürlere mensup insanların İslam'dan etkilenmesi, hatta İslam'ın kabul görmesi neye dayanıyor? Derviş tarikatlarının müritleri içtimalarını ya da merkezlerini genelde örneğin yerel küçük Hıristiyan tapınaklarının olduğu yere taşıdılar ya da kurdular. Hıristiyan kutsal tapınaklarının bulunduğu dar kentlerde, insanlar genelde tamam burası benim gidebileceğim bir yer, ibadetimi yapabileceğim bir mekan dedi. Hemen bu tapınakların yanında da bir derviş içtiması bulunurdu ve burada bulunan insanlar da sofilik ve nur yaymaktaydı etrafına, insanlar da doğal olarak bunlardan manevi açıdan bir şey kapabilirim ya da öğrenebilirim diye düşünüyorlardı. İslam'ın yayılması açısından aslına önemli bir unsur. Ancak diğer taraftan Osmanlı imparatorluğu hüküm süren büyük bir güçtü ve bu gücü yönlendiren de İslam dini idi. Şimdi eğer insanlar hayatlarında ekonomik, sosyal ya da toplumsal olarak bir şeylere ulaşmak istiyorlarsa, tabiî ki İslam'a geçme oldukça mantıklı olacaktı. Yani İslam'ın yayılması, İslam'ın kabulü için mistik kardeşlik tarikatının önemi olmadan azalma ya da daralma, kesinlikle Osmanlı bölgesinde hükmedildiği gibi, ekonomik politika nedeniyle olsaydı, büyük bir konfederasyon ailesinin daha da ileriye gitmesi açısından İslam'ın kabulü önemli bir unsur olması da açıktır. Bu da manevi dernek ve birliklerin çok önemli bir elementi ve unsuruydu. Diğer önemli esaslardan biri de, Osmanlı imparatorluğunun önemli kurumlarından biri olan devşirme sistemi idi. Bu sistemle genç oğlan çocukları ailelerinden alınırdı, İstanbul'a ya da Anadolu'ya götürüldü. Bu kişiler İslam'ı kabul etmişlerdir. Artık yeni bir çevredeydiler ve Türkçe' yi öğrenmişlerdi ve ilerleyen zamanla kapasitelerini, yeteneklerini, zekalarını ispat ettiklerinde, kendi ülkelerinde, köylerinde yüksek makamlara ya da askeri makamlara atanıyorlardı ve böylece tekrardan Bosna'ya dönmüş oluyorlardı. Mesela bu olay için en iyi örnek Haloviç ailesidir. Günümüze kadar, İslam'ı kabul eden büyük bir ailenin balkanlarda olması aslında ilginç bir fenomendi. Ancak ailenin diğer fertleri Katolik ya da Ortodoks inançlarını devam ettirmişlerdir. Her iki aile de birbirine ne kızmıştı ne de öfkelenmişti. Yani bir SAYI 17 - 18 diğeri diğer birine“Nasıl Müslüman olursun, İslam'ı nasıl kabul edersin, bu korkunç?!” gibi sözler sarf etmemişti. Tabi ki bu durumu, 20. yüzyılda Bosna olayı olarak tabir edilen savaş vakası değiştirmedi, Osmanlının zayıflama dönemi olan 18. yüzyılın ve gerileme dönemi olan 19. yüzyılın etkisi de var. Yani küçük mikro alanlarda aynı kökenden gelen farklı din grupları arasındaki ilişkiler sağlam oluyor ve varlığını koruyor. Ancak büyük alanlardan konuya girersek, 19. yüzyılda güçlü politika, ulusal devlet politikası, yani Osmanlı imparatorluğundan ayrılarak kurulan devletlerin, Ortodoks olmayan Hıristiyan, Müslüman ve hatta Yahudi halk gruplarına karşı oldukça sert ve hoşgörüye dayalı olmayan bir tavır sergilediklerini ifade etmemiz gerekiyor. Bu kardeşlik tarikatlarında oldukça ilginç olan, herkes için bir şeyler sunuyor olabilmeleriydi. Oldukça fazla çokluk mevcut olduğunda, entelektüel sınıfa hitap eden ve buna göre eğitilmiş kardeşlik ve tarikatlar var olmuştur. Ayrıca İslam öncesi ya da Osmanlı dönemi öncesi grubu dahil olabilecek ve yerel azizlere atfedilebilecek üyelerin mucizevi olaylar iddiasında bulunan tarikatlarda da olmuştur. Örneğin bir sorununuz, müşkülatınız var ya da bir kadın çocuk sahibi olamıyor, bir azizin tahtasına çiziyor ya da yazıyor ve orada bunun için dua ediyor. Daha sonraları bu yerel azizler İslami kardeşlik içtiması tarafından değiştirildi. Yani bu kardeşlik üyeleri kendilerinin mucizelere yakın oldukları, buralara gelinebileceğini, sadece sorun ve müşkülatların değil, aynı zamanda baskı altında kalan ve soruna temel oluşturan problemlerden de arınabileceklerini ve iyileşmenin gerçekleşeceği vaazında bulunuyorlardı. İşte bu bakış açısı, yani bu manevi dini bakış açısı İslam'ın yayılmasına yeni yollar açtı. Çok çeşitli kardeşlik tarikatları olduğundan dolayı, tabi ki 16. ve 17. yüzyılları kastediyorum, yoksa günümüzde bu tür çokluklar çökmüş durumda, şimdi çok farklı kardeşlik tarikatları olduğundan dolayı, her bir insanın kendi bireysel durumuna ihtiyaçlarına göre kendini güvende hissedebileceği bir kardeşlik tarikatı arama olanağı vardı. Ayrıca başka kardeşlik tarikatına da üye olabiliyorlardı ya da başka bir manevi tarikata iştirak edebiliyorlardı. Yani oldukça büyük bir samimiyet vardı, yani nasıl desem kişinin bireyselliğini ortaya koyması için büyük bir olanak vardı, yani mistik İslam'ı tanımaya değer kılıyordu. Ezbere inanca dayalı olmayan, hayatın içinden olan bir inançtı, hayatın kendisiydi, acıları, sancıları, endişeleri, mutlulukları yani hayata dair tüm problemleri kapsamaktaydı. İşte tam bu olay sofileri popüler ve sevilen insan yapıyordu. Bu da insanların neden “bu yeni inanç, İslami şekil, bize anlatılan İslam tam bize göre” demelerine de bir gerekçe oluşturuyor aslında. 250 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Sonradan gelişen gerilimlerin ve savaşların nedeni din olarak gösterilir. Heidegger, “dünyanın nuru çekildi” diyor, siz ne düşünüyorsunuz? Tekrardan balkanlara döneceğiz. Din ya da dinler arasındaki farkları savaşların nedeni değildi. Dinler, Hıristiyanlar, Ortodokslar, Müslümanlar hepsi savaş olayları ve ya da milliyetçilik seslerinin yükselmesiyle harekete geçirildi. Bunlar büyük ölçüde etki altında kaldı. Bu da oldukça üzücü bir fenomen. Din artık karşıdaki komşunun Müslüman mı Hıristiyan mı olduğu şekilde algılanmaya başlandı, bu kesinlikle insanların birbirlerini evlerinden atmaları ya da birbirlerini öldürmeleri için bir neden olamaz, çünkü bunlar zaten yıllardır bir arada yaşadı.Benin kanaatime göre din tek başına çatışma nedeni olamaz daha çok politikacılar tarafından tetiklenen bir olay. Ya da nefreti, düşmanlığı yaymak isteyen ve etik değerlere sahip olmayan medyanın tetiklemesi bence. Sonuçta ben ne bir filozofum ne de derin yorumlar yapabilecek ne de bu bilgilere sahip biriyim, bundan dolayı ne kadar bilimsel olduğu tartışılır. Ancak çok basit bir şey“iyi olmak”, şimdi kulağa çok basmakalıp geliyor. Ne demek “iyi olmak”. “iyi olmak” demek meselâ çevremize karşı biraz saygılı olmak ve yardım sever olmak. Bunun illa dinle ilişkilendirilmesi gerekmiyor. Diğerlerine karşı iyi olmak için illa dindar olunması gerekmiyor. Günlük yaşamımızda biraz saygılı ve sevgi dolu olmayı denemeli bence. Bu bakış açısıyla hayata bakarak çevresinde biraz olumlu atmosfer estirmek. Bunun politika ve dünyanın durumu ile çok az alâkalı olduğu yönünde fikir sahibiyim. Artık ışığın kaybolduğu düşüncelerine bende kapılıyorum. Ancak kendisi için çalıştığı kadar biraz karşısındaki gibi düşünmeyi, kendini onun yerine koymayı denediğinde bu ışığa bir canlılıklar verecektir. Bunu çoğu insanlar yaptığında, birlikte yaşamın çok daha iyi olacağına ve daha konforlu olacağına inanıyorum. SAYI 17 - 18 Dünyayı sadece politik düzlemlere koymamalıyız. Jeopolitik, ekonomik çıkarlar, aslında bunlar sorgulanan değil. Dindar olmak kendime bir ışık tutmayacaksa insanları iyi olmaya çağırmaya hakkını kendimde nerede bulabilirim. Anlaşılır oldu mu bilmiyorum ama bunu her zaman biraz deniyorum. Bu konuda fazla diyecek bir şeyim yok, çünkü ben ne filozofum ne de bu konuda söz söyleyecek bilgiye sahibim. 251 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 MEHMED HÂLİM VANİ YURTSEVER HAYATI, ESERLERİ Dr. Erşahin Ahmet AYHÜN, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Devasa Cengiz imparatorluğunun bakiyesi olan Kırım Hanlığı, Karadeniz'in kuzeyinde ve Doğu Avrupa'da yaşayan milletlerin tarihine doğrudan tesir etmiş, uçsuz bucaksız bozkırlarda asırlarca kasırga gibi esmiş kahraman bir milletin ülkesidir. Günümüzde “tatar” diye adlandırılan bu millet Kıpçak Türklerinin ta kendileridir. XV. yüzyılda Osmanlı Devleti ile ittifak ederek, İslam halifesi, Osmanlı sultanının açtığı bütün cephelerde cihada koştular. XV. yüzyılda yok olan Osmanlı akıncı birliğinin yerini alarak, fetih ordularının yollarını açtılar. XVIII. asırda müttefiki Osmanlı Devleti'nde başlayan çöküş ve toprak kayıplarının menfi tesirleri Kırım Hanlığını çok yakından alâkadar etmiştir. Bu talihsiz dönemde Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla eli kolu hepten bağlanan Osmanlı Devleti, başı her sıkıştığında atlıları yanı başında bitiveren Müslüman kardeşinin kara gününde yardıma koşamamıştır. ilhak eden Katerina karşısında bütün dünya milletleri ses-siz kaldı. Beni ve ülkemi çok büyük zararlara uğratmaları karşı-lığında topraklarını topraklarıma kattığım Kırım halkı bundan sonra Rus tebaasıdır, eşit haklara sahiptir, dinini yaşamakta öz-gürdür dese de, bu sözler içi boş koskoca bir yalan olan tarihe geçti. Tarihleri boyunca esaret nedir bilmeyen bu asil insanlar bütün zenginliklerini geride bırakarak konvoylar halinde öz vatanlarından göç etmeye başladılar. Kırım muhacirlerinin Osmanlı ülkesine hicretleri 18 Mayıs 1944 senesindeki büyük sürgüne kadar devam etti. Nihai istikametleri Anadolu toprakları olan bu göç kervanlarından bir kısmı ilk durakları olan Köstence ve Dobruca'da konakladı. Yeşilyurt'larından daha fazla uzaklaşmak istemeyenlerden bazıları buralara yerleşti bazıları ise diğer akrabalarının izinden Anadolu'ya ulaştı. Zaman zaman göç ettikleri yerlere kadar uzanan Rus zulmü, Dünyanın en verimli topraklarının asırlık sahipleri, bir Kırımlı mazlumların peşini bırakmadı. İnsanlık tarihinin utanç zamanlar cizye aldıkları zayıf düşmanları tarafından taciz sayfalarında yer alan bu zulümler nesiller boyu ızdıraba sebep edilmeye başladıklarında yapa yalnızlardı. Uluslararası oldu. İşte Mehmed Hâlim Vani'nin hayat hikâyesi bu insanlık hukukun bütün kurallarını ihlal ederek haksız yere Kırım'ı dramına en güzel misallerden biridir.1 Hayatı: Mehmed Hâlim Vani (1907-1994), Kırım'dan bir nesil önce göçüp gelen bir ailenin oğlu olarak 28 Ekim 1907 senesinde Romanya'nın Köstence şehrinin Küçük Tatlıcak köyünde doğdu. Akranları arasında zekâsı, okuma merakı, çalışkanlığı, azmi, doğruluğu ve yardımseverliği ile temayüz eden Mehmed H. Vani, köyündeki Türk mektebinde ve Mecidiye medresesinde öğrenim gördü, bununla da yetinmeyerek Romen okullarına da devam etti. Mehmed Vani ,hatıralarında öğrencilik hayatını ve okuduğu dersleri teferruatıyla anlatmıştır. Tarih dersinde Romen profesörün Türklerden dinsiz diye söz etmesine itiraz etti, Profesör Leu “kitapta böyle yazıyor” diyerek kendini savununca, Mehmed Vani “[Onlar] müslüman[dır]lar, Türkler İslamiyet gibi yüksek bir dine sahiptirler. Kitabı yazan da sizin gibi bir profesör, hata yapabilir, ancak bizi öfkelendiren şey hatanın kasten yapılmış olmasıdır” diyerek itiraz etmesi karşısında şaşıran hoca “hristiyanlar başka dine mensup olanları dinsiz sayarlar” diyerek tartışmayı bitirdi. Din adamı ve öğretmen olarak mezun olduktan sonra 1929 yılında Dobruca'nın Pazarcık kasabasında “Hacı Osman” okulunda öğretmen olarak vazifeye başladı2 . Daha sonra kendi köyü Tatlıcak'a giderek orada öğretmenlik yaptı. 1931 yılında Boğaz köyü hatipliğine tayin edildi. Ertesi yıl Aşçılar köyü okuluna Romen dili öğretmeni olarak atandı. 1934'de Edil köyüne baş muallim olarak atandı. 1940'da Omurça'ya 1950'de de Köstence Tatar Öğretmen Okulu'na “Psikoloji, Pedagoji ve Ana Tıli”profesörü olarak geldi. Kendisiyle aynı idealleri ve ülküleri paylaşan Müstecip Hacı Fazıl (Ülküsal), Tahsin İbrahim, Emin ve Mehmet Zekeriya (Bektöre) kardeşler gibi bir çok gençle öz halkının dertlerine çareler aramaya fikirler üretmeye başladılar. Dobruca Türklerinin kültürel ve sosyal hayatlarında önemli rol oynayacak olan Emel mecmuasını çıkarmaya başladılar. Milli kültürü yaymak ve yükseltmek maksadıyla DobrucaTürk Hars Birliği'ni kurdular. Kendisiyle aynı idealleri ve ülküleri paylaşan Müstecip Hacı Fazıl (Ülküsal), Tahsin İbrahim, Emin ve Mehmet Zekeriya (Bektöre) kardeşler gibi bir çok gençle öz halkının dertlerine çareler aramaya fikirler üretmeye başladılar. Dobruca Türklerinin kültürel ve sosyal hayatlarında önemli rol oynayacak olan Emel mecmuasını çıkarmaya başladılar. Milli kültürü yaymak ve yükseltmek maksadıyla DobrucaTürk Hars Birliği'ni kurdular. 252 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 Öğretmen ve din adamı olarak Pazarcık kasabasından başka, Kışkene Tatlıcak, Kadıköy, Boğazköy, Aşçılar, Edilköy, Omurşa ve Köstence'de görev yaptı. Piyes, şiir ve halk edebiyatına dair yazılarını Emel mecmuasında yayınladı. sında tesadüfen tanışıp sohbet ettiği bir avukat kendisine genel af kanunu çıktığını ve bir dilekçe ile müracaat ederse serbest kalabileceğini söylemişti. Nitekim verdiği dilekçe bir sene sonra netice verdi ve serbest 4 bırakıldı . 1936 yılında Köstence yakınlarındaki Omurşah köyünde hayırseverliğiyle meşhur olan Ablay İzzet'in kızı Fatma hanımla evlendi. Ülker (1938), Tekin (1940) ve Özen (1945) adında üç çocukları oldu. Sabıkasından dolayı mesleğine geri dönemedi, geçimini sağlamak için vasıfsız işlerde ağır şartlarda çalışmak zorunda kaldı. Eski mahkûmiyeti çocuklarının tahsil hayatına bile tesir etti. Babasının mahkûmiyeti yüzünden çocukları okullara kabul edilmedi. Oğlu Tekin sırf bu yüzden uzak bir şehirde üniversite okumak zorunda kaldı. İnşaat mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1940'lı yıllarda yaklaşan Rus zulmü karşısında üç kardeşi, arkadaşları ve birçok Türk ailesi Türkiye'ye göç ederken, kendisi Romanya'da kalmayı tercih etti. Çok geçmeden Sovyet işgali ile Romanya'ya hâkim olan komünist rejim insanlar üzerine korkunç bir baskı uygula3 maya başladı . 12 Haziran 1941'de başlayan II. Dünya Savaşı'nda Alman ve Romen orduları Kırım'ı işgal etiler. Fakat 1943 ortalarında Alman orduları geri çekilmeye başlamasıyla birlikte Rus orduları Kırım'da ilerlemeye başlayınca birçok Kırım Türkü Kırım'ı terk etti. Romanya hükümeti kendilerine sığınan Kırımlıları kabul etti. Bu mülteciler arasında Bağımsız Kırım Devletinin Sağlık Bakanı Dr. Ahmet Özenbaşlı da bulunuyordu. 23 Ağustos 1944 yılı Romanya'da dönüm noktası olmuştur. Çünkü, tarihte Rus orduları Romanya'yı işgale başlamıştır. Nitekim, çok geçmeden Romanya'nın tamamına hakim oldular. Sovyetler tarafından kendilerinin suçlu addedildiğini düşünen Kırımlılar öteye beriye saklandılar. Böyle zor zamanda Mehmed Vani, açıkta kalan Dr. Ahmet Özenbaşlı ve ailesini iki ayı aşkın bir süre evinde sakladı. Dört kişilik bir aileyi komşulara, akra-balara ve gelen-gidene sezdirmeden uzun bir müddet saklamak hiç de kolay değildi. Sahte kimlikle Bükreş'e yerleşen Özenbaşlı, bir ihbar sonucu tutuklanarak Rusya'ya götürüldü. 1948 yılında Sovyetlerden gelen direktiflerle yapılan eğitim reformu neticesinde gelen tamimde “Tatarlar Türk değildir, ana lisanları Türkçe değil tatarcadır. Bu ise bambaşka bir lisandır. Adetleri ve gelenekleri bakımından da Türklerden ayrılırlar. Binaenaleyh bundan sonra Türk okulları Tatar okulu olacak, Türkçe ders kitaplarını Tatar çocuklar anlamadıklarından dolayı bu kitaplar okullardan derhal çıkarılacak, Tatar öğretmenleri Tatar dilinde kitaplar yazıncaya kadar Romence kitaplardan Tatarcaya çevirerek ders anlatılacaktır.” İtiraz eden öğretmenler tutuklanarak tehdit edildiler. Mehmed Vani, ana dilinde kitap konusunda epey mücadele verdi, ancak 20 Nisan 1952 gecesi evinden alıp götürülerek tutuklandı. Hücrelere kapatıldı, çalışma kamplarında ve maden ocaklarında çalıştırıldı. Her gittiği hapishanede kısa bir süre kalıyor sonra bir başkasına naklediliyordu, 5 yılda 13 hapishane değiştirdi, neredeyse Romanya'nın bütün bölgelerine gitti. 1 Nisan 1957 senesine kadar 5 yıl tutuklu kaldı. Tutuklular ara- 1971 yılında ailecek Türkiye'ye göç etme kararı aldılar ve İstanbul'a gelerek Fatih semtine yerleştiler. 1972'de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edildiler. 1973 yılında fahri vaiz olarak göreve başladı. Aynı yıl Mezarlıklar Müdürlüğü Fatih Cenaze Kaldırma İstasyonuna okuyucu olarak atandı ve 1982 yılında emekli oluncaya kadar bu görevde kaldı. 18 Mayıs 1944 tarihinde vefat etti. Eserleri: Mehmed Halim Vani, Türk lehçelerinin bir sevdalısı olarak dikkatli gözlemciliği ve kuvvetli kalemiyle güzel edebi eserler meydana getirdi. Gençlik yıllarından itibaren yazılar yazmaya başladı. Kendisi gibi vatan hasreti çeken genç arkadaşlarıyla birlikte çıkarmış olduğu Emel Mecmuası bugün hala yayın hayatına devam etmektedir. Geçtiğimiz asrın ilk yarısında Dobruca'da yayın hayatına başlayan ilmi, fikri ve siyasi yazıların yayınladığı bu dergi bugün İstanbul'daki Kırım Türkleri tarafından ilkelerini ve çizgisini değiştirmeden yayınlanmaktadır. Mehmed Vani yazılarının bir çoğunu bu derginin muhtelif sayılarında yayınlamıştır. Yayınlama fırsatı bulamadığı hatıraları daha sonra muhtelif dergilerde yayınlanmış, ancak hala yayınlanmamış kendi el yazısı ile tuttuğu sohbet ve vaazları bulunmaktadır. Biz elimizde mevcut olan vaazlardan birini bildirimizin ekinde sunuyoruz. Mehmed Vani'nin eserleri oldukça geniş yelpazededir. Eserleri didaktik yazılar, hikaye ve şiirler, piyesler, Dobruca Kırım Türklerine ait örf, adet ve gelenekler, Dobruca Kırım Türklerinin folkloruna ait yazılar, vaazlar, hutbeler ve hatıralarından oluşmaktadır. Birbirinden acıklı hatıralarla dolu hapishanelerde eşi ve çocukları için şiirler yazdı, fakat bu şiirleri yazabileceği ne kâğıdı ne de kalemi vardı.Yazdığı bütün şiirleri ezberinde tuttu ancak özgürlüğüne kavuşup evine döndükten sonra yazılı hale getirebildi. Hatıralarından cezaevleri ile ilgili onüç bölümden yedisi daha önce yayınlan5 mış, geri kalan kısmı henüz yayınlanmamıştır. Yayınlanmayan bu bölümleri de bildirimizin ekinde sunuyoruz. 253 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Hapishane yıllarında yazdığı bu şiirlere birer örnek vermek gerekirse: Eşime Ballarıma Ayırdılar Canan, senden… Sanki kopkan canım tenden. Bu ayrılık eze mení Sagınaman Canan sení Tekin, Özen yavrularım, Cígerlerím, bavurlarım, Hasretínízmen canaman, Men sízní bek sagınaman. Dar bí hücrede cataman Keşe kúndúz oylanaman Bu dört duvar sıga mení, Sagınaman Canan sení Çıkmaysıñız hiç, esímden, Yuklaganda da tíşímden. Hep siz üşün oylanaman, Men sízní bek sagınaman. Kúnler, aylar kelíp geşe, Şáşlerime hep ak tüşe, Kartayta bu yaşav mení Sagınaman Canan sení Sízníñ sawlıgıñız üşün, Sízníñ barlıgıñız üşün Erten akşam calbaraman, Men sízní bek sagınaman. Yaw ekende esímdesín Yuklaganda tíşímdesí. Hasretlík bek eze mení, Sagınaman Canan sení Okumağa ketesízdír, Kalmay devam etesízdír, Dep tüşüne, kuvanaman, Men sízní bek sagınaman. Kózúm adlında hayalíñ Neday boldı eken halíñ? Dep túşúne kaygıraman, Sagınaman Canan seni. Bek okuñız, çalışıñız, Her zorlıkka alışıñız. Okursıñız, inanaman. Men sízní bek sagınaman. O endamıñ, o cúrúşúñ, O bek tatlı, hoş kúrúşúñ, Hoşlandıra daim mení Sagınaman Canan sení Ballarım okusmlar dep Okup adam (Jolsınlar dep Tañrı'ga hep calbaraman. Men sízní bek sagınaman. Boynuñnı burup turganıñ Külümsürep karaganíñ Hoşluk beríp okşay mení, Sagınaman Canan sení Eki kardaş uz yaşarlar, Uzlaşıp köp iş yaparlar Dep tüşüne, kuvanaman Men sízní bek sagınaman. Tıñlamadım her sözíñní, Kóp kereler üzdüm sení… Calbaraman, affet mení, Sagınaman Canan sení Anneñízní ıncıtmañız, Aytkanların bek tınlañız. Tínlarsıñız, inanaman. Men sízní bek sagınaman. Canan, sení bek súyemen, Hem de bek takdir etemen, Seníñ aşkıñ tuta mení, Sagınaman Canan sení Yakşılıktan ayrılmañız, Yamanlıkka kapılmañız. Bunun üşün calbaraman... Men sízní bek sagınaman. Ümútímní hiç üzmíymen Hep yakşı kúnler beklíymen. Bu ümút yaşata mení… Sagınaman Canan sení Savlık, kuvvet bersí Allah, Kavuşırmız bíz inşallah! Bu iman yaşata mení, Sagınaman Canan sení Temmuz 1952. Temmuz 1952. 254 SAYI 17 - 18 Dobruca'daki Kırım Türklerinin adet ve geleneklerine ait yazılarının başlıkları şunlardır: 1) Navrez (Nevruz)6, 2) Hıdırellez (Kıdırlez ve Tepreş)7, 3) Dobruca'da Tepreş Müsamereleri8, 4) Tepreş Müsame9 10 releri , 5) Sultaniye Tepreşte , 6) Dobruca'daki 11 Kırım Türklerinin Hayatından: Toy , 7) Küreş 12 (Güreş) , 8) Kırım Türk Güreşi Hakkında Bazı 13 14 Açıklamalar , 9) Köyde Cuma . Dobruca Kırım Türklerinin folkloruyla ilgili yazıları şunlardır: 1) Folklor, 2) Darbımeseller. Şiirleri: 1) Milli Davuş 15, 2) Tatar Oglıman (oğluyum)16, 3) Çelebi Cihan17, 4) Necip H. Fazıl'ga (Fazıl'a)18. Hikayesi: Uyuşmagan Eki Arkadaş (Anlaşamayan İki Arkadaş)19. Didaktik Yazıları: 1) Muallim ve Hoca'nın Vazifesi20, 2) Ana Baba ve Çocuklar21, 3) Çocuğun Saf Kalbinde Hemcinslerine Karşı Olan Sevgi ve Muhabbet Nasıl Boğuluyor?22, 4) Çocuklarımız Niçin Korkak, Sakıngan ve Cesaretsiz Oluyor?23, 5) Çalışkan Mektep24. Tiyatro Oyunları: 1) Kartman Caş Arasında (Yaşlı ile Genç Arasında)25, 2) Toy (Düğün)26, 3) Ödelek (Korkak)27, 4) Kurtuluş Bayramı28, 5) Kurban Bayramı Gecesi veya Kökköz Bayar29, 6) Büyülü Yumurta30, 7)Talaka31, 8) Sönmeyen Ateş32, 9) Süyümbike33. Makaleleri: 1) Dobruca Şairi Öğretmen Mehmet Niyazi'nin Ölümünün 56-ncı Yıl Münasebetiyle34, 2) 1943'te Dobruca'ya İltica Eden Kırım Türkleri35, 3) Doktor Ahmet Özenbaşlı Ailesi Konuğumuz36, 4) Romanya'da Komunistler Tarafından Şehid Edilen Necip H. Fazıl'ın Ölümünün 43. Yıl Dönümü Münasebetiyle 3 7 , 5) Romanya'da Sosyalist Dönemde Türk Okulları38, 6) 1983 Kırım'ın Rusya'ya İlhakının 200-üncü Yıl Dönümü ve Dobruca'daki Kırımlıların Kalplerindeki Kırım39. Hatıraları: 1) Hayatım40, 2) Hayatımın Hikayesi41 Vaaz ve Sohbetleri42: 1) Ramazân-ı şerîf'in fazîleti, orucun ehemmiyeti, 2) Çalışmak, 3) Birlik ve Beraberlik, 4) İslamiyette Doğruluk, 5) İslamiyette Birlik Beraberlik Yardımlaşmanın Fazileti, 6) Güzel ahlakîmânın kemal derecesi-dinimizde ahlakın önemi, 7) 20 kasım 1971/1 şevval 1391 Ramazan Bayramı, 8) Allah Korkusu, 9) İnsanın Ahiret Hayatına Hazırlanması, 10) Ana - Babaya İtaat, 11) Yüce Rabbimizin İlim - İrfana, Okumaya Verdiği Önem, 12) İçki ve Kumarın Zararları, 13) Sabır, 14) Şükür. Mehmet Vani'nin hayatı muhaceretteki Kırımlıların içinde bulundukları zor şartları anlatan bir örnektir. Mehmed Vani başından geçenleri bizlere kadar ulaştırabilme şansına sahip olabilmiştir. Onun hayattaki olağan üstü başarısı ve zorluklar karşısındaki dayanıklılığının arkasındaki güç, içinden geldiği toplumun manevi değerlerinin yüceliği ve sağlamlığıdır. Ayrıca almış olduğu ilahiyat eğitimi onun bu gücünü daha da perçinlemiştir. Almış olduğu bu eğitim ona vicdani ve ictimai sorumluluklar yüklemiştir. Çektiği bütün sıkıntılara rağmen ülkü ve idealleri uğruna topluma hizmette azami gayreti göstermiştir. TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Ekler: MehmedVani'ninYayınlanmamış Eserlerinden 1.Vaaz ve Sohbetlerinden“Çalışmak”konulu yazısı. a) Orijinal Metin: 255 SAYI 17 - 18 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 256 SAYI 17 - 18 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR SAYI 17 - 18 bir zaman olarak yarattık.” b) Metnin Latin harfleriyle okunuşu: Sh:8 ÇALIŞMAK Hem dünya ve hem ahretimizi kazanmak Eûzubi'l-lâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm bismi'l-lâhi'rrahmani'r-rahîm “Vecealne'l-leyle libâsen ve cealne'n-nehâra meâşa” Elhamduli'l-lâhi rabbi'l-âlemîn hamd ve senâmız evvel âlemlerin rabbi olan Allah[adır] -Allah Teala'nın bu gibi âyetleri ve emirleri karşısında Rasûlullahın bizi çalışmaya teşvik eden birçok hadisleri karşısında olgun ve aklı başında bir Müslüman hiç çalışmayı terk eder mi? Başkalarına yük olmayı kabul eder mi? Elbette çalışır çabalar didinir.Elbette başkalarına yük olmayı kabul etmez. İyi biline ki, çalışmamak tembellik, başkalarından dilenmek zillet, alçaklık, küçüklüktür çalışıp kazanarak ---------başkalarına yardım etmekte izzettir, yüksekliktir. Hadis:“El yedu'l-ulya hayrun minel yedi's-sufla” Muhterem cemaati müslimîn! “üstteki bazı veren yardım eden el, aşağıdaki bazı başkasından alan elden daha hayırlıdır.” Size bugün, dînimizde çalışmanın mükâfatı ve tembelliğin zararları hak k ında birk aç söz söyleyeceğim. -o halde bir müslümana yakışan; tembel oturup başkalarına yük olmak değil, çalışarak mal mülk sahibi olmak, başkalarına yardım etmek. Dînimiz çalışmaya sonsuz değer demektedir, çalışmayı esas olarak kabul ediyor,bu uğurda azami çaba sarf edilmesi için kat'î emirler veriyor. “insan için ancak emeğinin karşılığı vardır.” Düstûrunu i'lân eden din, yüce İslâm dînidir, biz öyle bir dîne mensûbuz ki efrâd-ı âilemizin geçinmesini te'mîn için çalışmamızı, çalışırken çektiğimiz zahmeti, sıkıntıyı ibâdet olarak kabul ediyor. Bu uğurda yorulmayı bir vesîle-i şefâat, dökülen teri sebeb-i selâmet addediyor. Ne mutlu bize ki işte böyle bir dînin mensublarıyız. -Hadis: “Günahlar içinde öyleleri vardır ki,onları insan ancak geçim için çalışıp bu uğurda yorulmakla affettirebilir.”Bundan anlaşılıyor ki Allah indinde geçinmek için çalışmak, hatta meşru' yoldan helâlinden maîşetini nasıl te'mîn etmeyi düşünmek bile bir ibadet sayılıyor. -Bu hususta size İslâm tarihinden ibretli bir misal vereyim: Bir gün erkenden Hazreti Ali [ve beraberindekiler] Selman-ı Fârisi[ye sorar]: -Nasıl sabahladın? -Dört türlü düşünce ile.[cevabını alınca] -Müjdeler sana. [der] Çok dikkat buyurmalıyız ki mensûbu bulunmakla iftihar ettiğimiz yüce dinimizde meşru' yollardan helal rızk te'mîn için çalışmak şöyle dursun, bu yolda düşünmek bile ibâdet Sh:9 Sh:10 - Müslümanlığı iyi anlamayan; bir lokma ve bir hırka felsefesine bağlayan ve tembelliği dinimizin icâbıdır diye büyük bir hatada bulunan bazı kimselere peygamber efendimizin“Allah'ım tembeliğin şerrinden sana sığınırım”diye dua etmesi ------------cevaptır. Cenab-ı hak kuranı kerimde: “inne'd-dîne inda'l-lâhi'lİslam”“Allah indinde din ancak islâmdır”diye i'lân ettiği Müslümanlık hiçbir zaman bir tembellik unsuru olmamış ve olamaz. Dîni insanlara tebliğ eden peygamber, tembelliğin şerrinden Allah'a sığınıyorsa, o dinde tembellik ve atâlet-------- edilir mi? - Dînimiz farz kılmıştır “innallâhe ketebe aleykumu'ssa'ye fes'av” “hakiat Allah size çalışmayı farz kıldı çalışınız.”Buyuruyor. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfinde bir gün eshâbıyla otururken eli nasırlı [birisi için]“İşte öpülmeye layık eller, bu çalışan nasırlı ellerdir.” [buyurur]. -Hikaye: Büyük bir zat sordu:“sen ne iş yaparsın”“hiçbir iş yalnız ibâdet” (Yemin ederim sen olgun bir Müslüman değilsin elleri havada dilleri duada) Hikâye: -Bir gün İbrahim Edhem; -“Gemi batmak üzere. Bundan daha şiddetli bir şey:Başkalarına, bilhassa; merhametsiz mürüvvetsiz kimseye muhtaç olmak. olarak kabûl ve ilan ediliyor. Bu uğurdaki gayter Allah yolunda bir ibadet ve fazilet sayılıyor. Hâlikımız buyuruyor ki: Sayın dindaşlarım; Dersin başında size ------suresinin ---11 ayetlerini okudum “vecealne'l-leyle libasen ve cealne'nehara meaşa” Bu ayetlerde hak celle ve ala buyuruyor “geceyi istirahatinizi temin için elbise gibi kıldık. Gündüzü de maişetinizi temin etmeye elverişli Hûd sûresi 6.ayet: “Vemâ min dâbbetin filardı illâ alallâhi rizkuhâ ve ya'lemu mustekarrahâ ve mustevdeahâ kullun fî kitâbin mubîn.” (Yeryüzünde yürüyen hiçbir mahlûk yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın, ancak rızkı taahhüt eden. “ve en leyse'l-insâni illâ mâ seâ”Necm sûresi 39.âyet. 257 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Sh:11 Cenâb'ı-hak çalışmayı da emretmiştir.) Müslüman kardeşlerim iyi bilelim ki, gayri Müslimler miskin olmayanlar, yarış[a] yarışa çalışırken, biz çalışmaz; dinin emirlerini yerine getirmezsek, bir lokma bir hırka felsefesine bağlanarak tembel tembel yatarsak bir gün (Allah korusun) düşmanlar ne lokmayı nede hırkayı bırakırlar hepsini alırlar. Öyle bir dine mensubuz ki bir anımızın bile boş geçmesine razı olmuyor. Bizden atalet değil ----- istiyor, büyün gün yahut saatlerce kahvelerde oturarak malayani hiçbir faydası olmayan laflarla yahut kumar oynamakla vakit kaybetmeyi değil de, iş yerlerinde yahut evlerimizde çalışmayı, camilere giderek vaazunasihat ve kuran dinlemeyi istiyor. Dinimiz meşru yoldan helal rızk temini için çalışanların, Allah yolunda cihâd eden mücahitler gibi mükâfata nail olacaklarını ilan ediyor. -Hadis: “Kim ki efrâd-ı âilesinin rızkını helalinden temin için çalışırsa, o kimse Allah yolunda cihâd eden mücâhitler gibidir.” SAYI 17 - 18 çalışmayı bırakırdık, lâkin buna peygamberimiz asla müsaade buyurmadı, nasıl buna müsaade etsin ki bizzat kendisi: “Ed-dünya mezraatu'l- âhirati” (dünya ahretin tarlasıdır.) kaidesini desturunu vaz' etmiştir evet, insan burada ne yaparsa ahrette karşılığını görecek, burada ektiğini orada biçecektir. Burada şairimiz Mehmet Akif merhûmun şu iki mısraını tekrar etmeden geçemeyeceğim : Sh:13 Cenab-ı hak: “Kim ki insanların en kuvvetlisi olmak isterse hemen Allah'a tevekkül etsin” buyuruyor. Evet yüce Allah'ımız -------mükâfatların en üstünü ile taltif buyurmuştur işte âyet: “İnnallâhe yuhıbbu'lmutevekkilîn” Âl-i İmran âyet 159 şimdi bu tevekkülün ne demek olduğunu izah edelim. Hakiki tevekkül maddi sebeplere tevessül edip yapılması gerek olan şeyleri yapıp bütün çarelere başvurarak Allah'ın emirlerini yerine getirdikten sonra telaş ve endişeye kapılmadan neticeyi beklemeli ve sonradan çıkacak aksaklıklardan dolayı şunu bunu suçlamamaktır. -Bir gün peygamber efendimiz ashâb-ı kiramla otururken güçlü bir genç geçiyordu Ebu Bekir….Keşki…. “Eğer… alnım. Allah yolunda atılan adımlardır. Bir misal: -Halimize bakalım başka milletler Müslümanlığın emrettiği çalışmayı adeta bir ------ olarak kabul etmişler, biz ise ----- ------ ------ Adam: Onlar fezayı keşfe çalışırken biz hala… O zaman hazret-i peygamber: Sh:12 “kayyidhâ vetevekkel” yani (deveyi önce bağla sonra tevekkül et) buyurdu. Peygamberimiz devesini salıveren bir adama sordu “Neden deveni bir yere bağlamıyorsun?” Ya Rasûlallah ben mütevekkil bir insanım devemi Allaha emanet ediyorum”dedi. - Bakara sûresinin 172.âyetinde yüce mevlamız şöyle buyuruyor: “Yâ eyyuhe'l-lezîne âmenû kulû min tayyibâti mârazaknâkum veşkurû li'l-lâhi in kuntum iyyâhu ta'budû” (Ey iman edenler! Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin helâlinden yiyiniz ve yalnız ona ibâdet ediniz ----- ----- ----- ettiği ni'metlerden dolayı Allah'a şükrediniz.) İşte dinimizin övdüğü ve Allah'ın sevdiği hakîki tevekkül. -Kasas sûresinin 77. Âyetinde de: Allah'a dayanan ve sa'ye sarılan,doğruluktan ayrılmayarak çalışan müslümanca yaşayan mü'mine Allah yardım eder Muhammed Sûresinin 7.âyetinde“Ey mü'minler eğer siz Allah'ın dînine yardım ederseniz Allah'ta size yardım eder.” buyuruluyor. “Velâ tense nasîbeke mine'd-dunya” (Dünyadan da nasibini unutma) buyuruluyor. Bu gibi âyetleri âyetleri okuduktan, dinledikten ve anladıktan sonra, “dünya nasıl olsa geçer ben ahiretimi kazanmaya bakayım” diyemeyiz.----------------------------------------Aşere-i mübeşşereden hazreti Said Bin Ebi Vakkas (r.a.) “Eğer peygamberimiz tek-i dünya etmemizi söylemiş olsaydı hepimiz dünyayı terk ederdik, yani dünya için Allah'a dayan sa'ye sarıl, hikmete râm ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. Onun emirlerini yerine getirmek için çalışan, Allah'ın dinine yardım eder. Cenab-ı hak ve feyyâz'ı-mutlak hazretleri cümlemizi ibâdette, kullukta hiç kusur etmeyen, çalışmayı bir ibâdet bilerek çalışan, iyilikten doğruluktan ayrılmayan, kötülükten, fenalıktan kaçan hakiki mü'minlerden eyleye bu mübarek ayın. 258 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Sh:14 hürmetine cümlemize rahmetinden bol bol ihsan eyleye. Tuttuğumuz orucu, kıldığımız namazı ahsen-i kabul ile makbül eyleye! Mübârek ramazân-ı şerîfi cümlemiz hakkında hayırlı ve mübârek eyleye! çalışmak 33-35 10-13 72-73 86 67 32 10 Yasin Sebe’ Kasas Neml Yunus Nisa’ Cuma’ 36 34 28 27 10 4 62 SAYI 17 - 18 çıkarıyorlarmış, zamanla bu tükenmiş. Uzun bir zaman bu ocak terkedilmiş. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Macarlar bu ocağı yine işletmeye başlamışlar. Ocağa iki kanatlı büyük bir kapıdan girilir ve kofra denilen asansörla inilirdi. İki asansör birden çalıştırılır, biri aşağıya inerken, diğeri yukarı çıkardı. Her seferinde altı kişi iner, diğeri ile de ham kurşun madeni ile dolu bir vagonet yukarı çıkarılırdı. Sekiz saatlik çalışma süresi bitince, çalışanlar yukarıya çıkarken, diğeriyle boş vagonetler aşağıya indirilirdi. Bu kurşun ocağı dört kattan ibaretti. Bunlara "orizont" denilirdi: a) 10 numaralı orizont en üstte, 150 metre derinlikte. Burada pek az maden kaldığından, çalışanlar da az idi. Ancak 25-30 kişi iniyordu buraya. (Yunus 67) “Huve'l-lezî ceale lekumu'l-leyle liteskunû fîhi ve'n-nehâra mübsıran imme fî zâlike leâyâtin likavmin yesmeûn” (Cuma' 10) “Feizâ kuziyeti's-salâtu fe'teşirû fi'l-erdı ve'tegû min fazli'l-lâhi ve'z-kuru'l-lâhe kesîran lea'llekum tuflihûn”(sonra namaz kılınca yeryüzüne dağılınca Allah'ın fazlından rızık arayın Allah'ı(her halinizde) çok anın ki (dünya ve ahret saadetine kavuşup azaptan) kurtulasınız. 2. Mehmed Halim Vani'nin Yayınlanmamış Cezaevi Hatıralarından Biri: Sekizinci Cezaevi: Baia Sprie, kurşun madeni ocakları. Yirmi dört saat süren son derece yorucu ve bunaltıcı bir yolculuktan sonra tren durdu. Burası tenha bir yerdi. Bizi vagondan indirdiler. Silâhlı emniyet erleri ve zindan gardiyanları etrafımızı sardılar. Üstü örtülü kamyonlara bindirdiler. Hareket ettik.Yarım saat sonra, etrafı yüksek dağlarla çevrilmiş bir çayırda bulunan birtakım barakalara geldik. 25 - 40 kişilik odalara yerleştirildik. Burasının Romanya'nın kuzeyinde, Baia Mare vilâyetinin bir kazası olan Baia Sprie şehrine yakın bir yer olduğunu öğrendik. Hep bu ismi taşıyan maden ocağında çalıştırılmak için buraya getirildiğimizi anladık. Binden fazla tutuklu çalışıyordu bu maden ocağında. Bu sayı bizimle bin beş yüz olmuştu. Üç dört seneden beri burada çalışmakta olan tutuklular vardı. Birkaç gün buradaki işlere dair bilinmesi gerek olan bazı malûmatı verdikten sonra bizi de işe koştular. Burada günde üç dilim ekmek veriyorlardı.Yemek daha çok ve daha kalorili ve besleyici idi. Söylendiğine göre, Baia Sprie kurşun madeni ocağı Romalılar zamanından kalan, iki bin seneden fazla mazisi olan bir ocakmış. İlk sıralarda buradan altın da b) 11 numaralı orizont, 220 metre derinlikte, en çok maden bulunan bir orizonttu. En çok işçi bu katta çalışıyordu. Ben burada sekiz ay çalıştım. c) 12 numaralı orizont, 280 metre derinlikte. Buradan da epeyce maden çıkarılıyordu. Burada iki ay çalıştım. ç) 13 numaralı orizont, 300 metre derinlikte. Asansör 12 numaraya kadar iniyordu. Buradan aşağıya birtakım merdivenlerle iniliyordu. Burada pek az işçi çalışıyordu. Ben bir ay çalıştım. Burada sıcak daha fazla ve bunaltıcı idi. 300 metre yukarıdaki giriş kapısından ve hava borularından yeteri kadar hava gelmiyordu buraya. Sıcak bazı galerilerde (dehlizlerde) 45 - 50 dereceyi buluyordu. Havasızlık ve sıcaktan hastalananlar ve bayılanlar oluyordu. Ben ilk defa 1nci orizontta çalıştım. Asansörden indikten sonra 50 metre kadar yürüdük. Yer altı sıcağını hissettik. Soyunmak için tahsis edilen bir yerde soyunduk. Ancak kilotlarımız kaldı üstümüzde. Herkes atandığı iş yerine gitti. Ben, bir papazla, kolay bir işe verilmiştim. Ana galeride temizlik işini yapıyorduk. Galeri kenarındaki, suların akması için kazılmış hendekleri temizliyorduk. Galeride iki sıra vagonet demiryolu (dekovil hattı) vardı. Birisinden, giriş kapıdan içeriye, boş vagonetler, diğerinden de kapıya doğru, dolu vagonetler, bu işle görevlendirilmiş tutuklular tarafından sürülüyordu. Ocağa girerken ambarcı hepimize karpitle yanan birer el lambası veriyordu. Karpit, kalsiyum ile karbonun kimyevi birikmesinden meydana gelen bir maddedir. Su ile temasa gelince havagazı haline gelir ve ateşe değince yanar. Karpit lambası iki kısımdan ibarettir. Aşağı kısmına yumurta büyüklüğünde karpit koyulur. Üst kısmı da su ile doldurulur. Su ufak bir delikten yavaş yavaş karpite damlar, hâsıl olan gaz, lambanın iğne ucu girecek kadar, ufacık deliğinden dışarı çıkar. Ateşin alevine yakın gelince hemen yanar. Ocağa girer girmez lambalarımızı yakar ve çalıştığımız yeri görebilirdik. 259 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Çalışmak için en iyi orizont 11 numara idi. Sıcaklık 30-35 derece idi. Dışarıdan yeteri kadar hava geliyordu. Diğer orizontlara oranla tehlike daha azdı. ana galerinin uzunluğu tahminen 3.700 metre kadardı. Bu galeriden sağa ve sola başka birçok galeriler oyulmuştu. Bunların uzunluğu 300-400 metre kadardı. İçeriye doğru gittikçe sıcaklık artıyor ve hava azalıyordu. Birçoklarından maden çıkarılıyordu. Hatırlıyorum, ocağa girdiğimin dördüncü günü, iş yerinde şefimiz olan bir tutuklu, iş arkadaşım papaz ile ikimize, yan galerilerden birisinde bir iş verdi. Taş ve toprak gibi gereksiz artıkları galerinin iç kısmından girişe yakın bir çukura el arabasıyla taşımak işi. Galerinin iç tarafında sıcaklık 35-40 derece civarında idi. Havasızlık da ona göre idi. Üçüncü kez el arabasını doldururken, birden başım dönmeye ve nefes alışım ağırlaşmaya başladı. Oturdum, üzerime bir baygınlık geldi. Kendimden geçerek yere uzanmışım. Bir ara gözlerimi açtım, iş arkadaşım papazla bir genç tutuklu beni yerden kaldırmak istiyorlardı. Onların yardımı ile ayağa kalktım, beni ana galeriye getirdiler, yüzümü başımı yıkadılar. Biraz serinledim, kendime geldim. Bu olaydan sonra kendimi hiç zorlamamaya, bu ocakta mümkün olduğu kadar az çalışmaya karar verdim. Birçok tutukluların çok çalışmaktan hastalandıklarını öğrendim. Bu ocak işlerini yönetenler, tutukluları çok çalıştırıp, çok miktarda ürün elde etmek için, türlü çarelere başvuruyorlardı. Her işin zorluk veya kolaylık derecesi dikkate alınarak, bir kişinin günlük çalışma süresinde yapabileceği iş ve eldeedebileceği ürün miktarı önceden kararlaştırılmıştı. Buna norma diyorlardı. Normayı yapanlara ufak bir ücret veriyorlardı. Tutuklunun eline para geçmiyordu. Cezaevinin kantinindeki satıcıya liste veriliyor ve çalışıp normayı gerçekleştirebilen tutuklular, listede kaydedilmiş kazançlarının karşılığında sigara, bisküvi, konserve vs. alabiliyorlardı. Tutukluları işe teşvik etmek için her hafta bir duvar gazetesi çıkarıyorlar ve buna uçak, otomobil, at, öküz ve eşek resimleri yapıyorlardı. Çok çalışıp normadan fazla ürün elde edenlerin isimlerini uçak resminin altına, normayı tamamlayanları otomobil resminin altına, normaya ulaşamayıp da yöneticileri memnun eden gayreti gösterenleri at resminin altına, normaya hiç yaklaşamayanları öküz ve eşek resimlerinin altına geçiriyorlardı. Ben ve birçok tutuklular öküz ve eşek resimlerinin altında isimlerimizi görerek hiç üzülmüyoruz, belki seviniyoruz. Buradaki tutukluların yüzde 85'i bizim gibi düşünüyor. Uçak, otomobil resimlerinin altında isimleri olanlar ise pek az idi. Ana galeriden 10-15 metrelik yükseklikleri olan başka galerilere çıkılıyordu. Bunlara "abataj" diyorlardı. Zeminleri ana galerideki toprak ve taş gibi, gereksiz SAYI 17 - 18 maddelerin yığılmasıyle meydana gelmiş galerilerdi bunlar. Madenin kazılmasıyla tavanları hep yükseliyordu. Kurşun madeni ocağında yapılan işler : a) Kurşun madeninin çok olduğu, önceden tespit edilen yerlere ikişer metrelik derinlikte delikler açılır. Sıkıştırılmış havanın tazyikiyle işleyen makinelerle (perforatörlerle) delinirdi duvarlar. b) İşçiler ocaktan çıktıktan sonra, sivil (tutuklulardan olmayan) teknisyenler (artificier veya dinamitçiler) deliklere dinamit yerleştirir ve fitilleri ateşleyerek çıkarlar. Dinamitlerin patlamasıyle galerinin delinmiş duvarları ve tavan çatlar, hammadde (cevher) büyüklü küçüklü parçalar halinde yere yığılır. c) Patlamadan üç saat geçtikten, ocaktaki gazlar çıktıktan sonra işçiler ocağa girerler. İlk yapılan iş, dinamit koyulan ve patlama olan yerlerdeki duvarlarda ve tavanda düşmek üzere olan parçalan düşürerek, çalışılacak yerleri tehlikesiz hale getirmektir. Bu işte çalışanların dikkatsizliği yüzünden tavanda düşmek üzere olan bazı parçalar düşürülmeden kalıyor, bunlar düşerken de altlarında kalanlar, yaralananlar, hatta ölenler oluyordu. ç) Bu iş bittikten sonra, herkes önceden bilinen iş yerine gidiyor ve, lambası yanında, işine başlıyordu. Abatajda (sürme odasında) ağzı bir metre kare büyüklüğünde çukurlar 239 bulunuyordu. Patlama sonunda meydana gelen cevher yığınları el arabalarıyla bu çukurlara taşınırdı. Büyük parçalar önce çekiçle kırılırdı. Veya delme makineleriyle delikler açılıp ufalanırdı. d) Sözü geçen çukurların (fere'lerin) dibinde, aşağıda, ana galeride, tahtadan kapakları vardı. Boş vagonet kapağın altına çekilir, kapak açılır kurşun madeni (cevheri) vagonete akıtılır ve bir kişi tarafından giriş kapısındaki korfaya doğru sürülürdü. Ocakta iki tura olarak çalışıyorduk. Birincisi saat 06'da ocağa giriyor, saat 14'te çıkıyordu. Çıkışta, kapının yanında, büyük bir banyo vardı ; iyi bir banyo yapıyor, vücudumuza sinmiş maden tozundan, ağır kokulu terden temizleniyorduk. Birinci tura işçileri ocaktan çıkarken, sivil fişekçiler aşağıya iniyor, dinamit koyma işini yapıyor, ocakta kendilerinden başka kimseler kalmayınca, fitillere ateş veriyorlar, patlama oluyor, yeni maden yığınları meydana geliyordu. Saat 18'de ikinci tura ocağa giriyor, aynı surette çalışıyor, gece saat 02'de çıkıyordu. Maden ocağı işleri işte böyle devam ediyordu. 260 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR 25 Mart 1954. Saat 01. Ocakta, 230 metre yerin altındayım. Altı arkadaş bir yerde çalışıyoruz. Ocaktan çıkış saati yaklaşıyor, işi bıraktık. Ben bir kenara çekilerek düşünüyorum. Eşim, evlâtlarım aklıma geliyor. Bilhassa oğlum Tekin... Onun doğum günü bugün. Bundan tam 14 yıl önce, 25 Martta, bu saatte dünyaya geldi. Bugün, bu saatte kendisini düşünmemem mümkün mü? Arkadaşlar düşünceli olduğumu görerek yanıma geldiler. Neden düşünceli olduğumu sordular. Bu gün, 1940 senesi 25 Martta, bu saatte oğlum Tekin'in doğduğunu, 14 yaşını doldurduğunu söyledim. Hepsi "Allah bağışlasın, inşallah tezden kavuşmak nasip olur" dediler ve tatlı sözlerle gönlümü almaya çalıştılar. İşte o vakit ve daha sonraki saatlerde, yatağımda, zihnimde şu mısraları tasarladım: OglımTekin'ge 1 Bugün Mart'nıfi yirmibeşi, Senin tuvgan künüfi, Tekin. On dört yaşın totırasın1. Yakşı yaşlar, oglım Tekin! 2 Ulu Tanrı saga savlık, Yakşı, uzun ömir bersin. Mutlu yaşav, bollık, barlık Hem de akıl, fikir bersin. 3 Tekin, seni körmegenım, Hemen hemen eki sene. Seni tüşüngende balam, Tatlı canım örselene. 4 Tüşünemen, hayalinni Köz aldına ketıremen, Ken kokrekli, orta boylı, Tosun bir cıgıt köremen. 5 Tüşünemen, boyman birge, Aklın fikrin de öskendir. Ta yedinci sınıftasın, Bilgilerin köbiy gendir. 6 Tüşünemen, sen annenin Arslanısm, tek oglısın. Her zaman ve her bir işte Yardımcısı, on kolisin. 7 Tüşünemen, sen Özen'nin Tek bir dane akasısın. SAYI 17 - 18 Yardımınman hem sözünmen Onın kavi arkasısın. 8 Bugün gönlün fazla coşkın, Seni bek körgım kele. Kucağıma alıp seni Toya toya öpküm kele. 9 Ulu Tanrı saga savlık, Mutlu, uzun ömür bersın ! Yakşı yaşav, bollık, barlık Hem de akıl, fikir bersin. 25. Mart 1954. Baia Sprie Cezaevi. Bu kurşun madeni ocağında türlü işlerde ve birçok kişilerle beraber çalıştım. Yukarıda gösterdiğim gibi, kendimi mümkün olduğu kadar hiç yormamaya gayret ettim. On bir ayda hiçbir kerre normamı yapamadım, daha doğrusu yapmak istemedim. Burada Romanya'nın bazı ünlü kişilerini tanıdım. Romulus Dianu,"Curentul" (Kurentul-Akım) gazetesinde yayınlanan çok değerli yazıları ile isim yapmış olan kuvvetli bir gazeteci idi. Makalelerini devamlı surette okur, faydalanırdım. Akıcı, güzel üslûbu vardı. Sözü geçen gazetenin sahibi ve müdürü Pamfıl Şeicaru'nun (Şeykaru'nun) birinci iş arkadaşı idi. Kendisiyle aramızda bir yakınlık peyda oldu. Anlatış tarzı güzel, tatlı ve çekici idi. Pek çok memleketleri gezmiş, çok şeyler görmüştü. Balkan Devletleri İtilâfı işlerini ve meselelerini yakından takip etmek için, sözü geçen gazetenin temsilcisi olarak Ankara'da bir hayli zaman kalmıştı. Şöyle anlattığını şimdi de işidir gibi oluyorum : "1933 ve 1934 yıllarında birkaç kez Çankaya'da, Atatürk'ün sofrasında bulundum. O büyük adamın ölmez anısına karşı sonsuz saygım var. Misafirleri severdi. ZatenTürkler misafirperver insanlardır..." Romenlerin yüzlerce sene Osmanlı Devletinin himayesinde kalmasının sonucunda, konuşmalarına birçok türkçe sözler girmiş ve kökleşmiştir. Bilhassa ev ve mutfak eşyaları türkçe isimleriyle söylenir. Mesela : Kazan, kapak, cam, döşeme (Rom.duşumea), tavan, çarşaf, çorba, pilav (Rom. pilaf), sarma (Rom. sarma, çoğ. sarmale) vs. Bir gün birçok tutuklular bir arada, konuşup oturuyorduk. Yemeklerden söz açıldı. Senelerce Fransa'da kalmış olan bir profesör fransız yemeklerinden bahsetti. Bir macar papaz macar mutfağına dair konuştu, macar yemekleri hakkında malûmat verdi. Bir albay söze katılarak dedi : "Bizim borşumuz ve milli aşımız olan "sarmale" kadar lezzetli, saydığınız yemeklerden hiçbiri olamaz". 261 TARİH BİLİNCİ BALKANLAR Aramızda bulunan Romulus Dianu dedi : Şimdi sıra peder Vani'de. Türk yemeklerinden bahsetsin. Tü r k y e m e k l e r i n d e n b a h s e t m e d e n ö n c e "sarmale"kelimesinin etimolojisi yapmak istiyorum. Bu aslında Türkçe bir kelimeden geliyor, sarmak masdarmdan. Sözüme devam ederek sarmak masdarının romencesini söyledim. Üzüm veya lahana yaprağının ortasına etle karışık pirinç koyarak yapılan yemeğe sarma deriz. Romenlerin bu yemeği sarmale ismini vererekTürklerden aldıklarını söyledim. Romulus Dianu bana hak verdi ve : - Evet, "sarmale" kelimesi romen kökenli değil, dilimize türkçeden gelmiş olacak. Milli aşlarımız olan çibörek, köbete, tabakbörek (tataraşı), mantı çorbası (kaşıkbörek) ve kalca'dan bahsettim, açıklamalar yaptım. Romulus Dianu her görüştüğümüzde, romen lisanına girmiş bazı sözlerin açıklamasını yapmamı rica ederdi. Bir gün ünlü bir romen şairinin bir şiirinde kullandığı "kindiye" (Rom. chindie) sözünün türkçe olup olmadığını sordu. Kelimenin türkçe ve aslında "ikindi" olduğunu ve güneşin batmasından iki saat önceki vakte ikindi denildiğini söyledim. Kendisine İkindi Namazından bahsettim. Bir başka görüşmemizde "cenabet" sözü hakkında açıklama yapmamı rica etti. Arapça bir kelime olup guslu gerektiren hal olduğunu söyledim. Gusul ise İslâm Dininin gerekli gösterdiği hallerde yıkanıp boy abdesti almaktır diye kelimeyi açıklamaya çalıştım. Bu münasebetle abdest hakkında da izahat verdim. Çok memnun oldu. Cenabet sözünü Oltenia bölgesinde bir köylüden işittiğini ve Romenlerde ahlâksız, terbiyesiz bir kişi hakkında kullanıldığını söyledi. Hatırlıyorum, bizde de (Dobruca Türk- Tatarlarında), kız çocuklar erkek çocuklara kızgınlık ve hiddet halinde "Aram cinapet!" derlerdi. SAYI 17 - 18 gitmiş, orada haftalarca kaldığı olmuş. Bana büyük yakınlık gösterdi. Tutuklular dispanserinde, bir sivil doktorun idaresinde doktorluk görevini yapıyordu. Beni dikkatle muayene etti. - Peder, hiç korkma, sağlık durumun iyi. Fakat senin fişine böbrek hastalığı var diye kayıt ederim. İleride bu ocak işlerinden uzak kalman için yararlı olur. Sen baş gardiyandan izin alarak hiç olmazsa haftada bir kerre buraya gel, dedi. Dediği gibi yaptım. İkinci çalışma ayımda, sivil doktorun tasvip etmesiyle de, dispanserin yatakhanesine alındım, dört gün burada kaldım, rahatlandım. Yemekleri de iyi idi. Doktor İonesku ile çok şeyler hakkında konuştuk. Biraz Türkçe biliyordu. Benden birçok romence sözlerin türkçe karşılığını sordu ve yazdı. Profesör Nagy (Nogi), Nagy isminde bir macar tarihçi ile de tanıştım. Budapeşte'de üniversite ve doktora eğitimini yapmış, kültürlü bir macardı. Turancı idi. Türklerin, Macarların, Finlerin ve Bulgarların menşei hakkında temelli bilgisi vardı. 25 Ağustos 1954. Evimi, evdekileri, bilhassa bugün doğum günü olan kızım Özen'i düşünüyorum.. Dokuz yıl önce, 25 Ağustosta saat 14'te dünyaya gelmişti. Evimize sevinç, neşe getirmişti. Kıvırcık saçlarıyle hayali gözümün önünde. Kendisi için zihnimde şu mısraları tasarlıyorum: Özen'ge 1 Bugün 25 Ağustos, Senin tuvgan künün, Özen, Dokuz yaşın toturasın. Yakşı yaşlar, kızım Özen! 2 Senden uzakta bolsam da, Bir gün sofrada benim yanıma oturan Romulus Dianu şöyle dedi : Gönlim uşup çete saga. - Duyduğuma göre, sen domuz etini yiyemiyormuşsun. Ben de koyun etini hiç yiyemiyorum, başkasına veriyorum. Sen de domuz etini başkasına veriyormuşsun. Bir anlaşma yapalım : Domuz eti olduğu gün sen yemeğini etiyle bana verirsin, ben de koyun eti olduğu gün ancak etini sana veririm. Ben bu anlaşmada kârlı olacağım, değil mi? diye güldü. Cevap verdim : Bugün fazlaiöte mağa. - İşittiğime göre bundan sonra hep koyun eti vereceklermiş. Kim daha kârlı olacak? diye ben de güldüm. 4 Doktor İonescu (îonesku), Tanıdığım iyi insanlardan biri de doktor İonesku idi. Aslen Bükreşli olsa da en çok Köstence'de kalmış, Transilvanya vapurunda doktorluk görevinde bulunmuş. Çok kezler bu vapurla İstanbul'a Bir kişkene tötüş edin, Bu ayrılık, bu hasretlik 3 Bugün gönlim fazla coşkın, İçim fazla taşıp kaynay. Türlü tarlık, sıkıntılar Yüregimni fazla şaynay. Eki puşuk sene önce Kıvırcık şâşli, sır közlı Bir kişkene kızşık edin. 262 TARİH BİLİNCİ SAYI 17 - 18 BALKANLAR Caransebeş 5 Şimdi dokız yaşındasın. Türlengen, öskensfndfr. Ekinci smıfnı okıp Üçüncüge geşkensifidir. 6 İnşallah on yıllıgınnı Bir arada kutlularmız. Hepimiz bir yerde bolıp Yaşaw zevkin tam alırmız. 7 Özen'şigim, bilsen seni, Ah,... ne kadar körgim kele... Kucağıma alıp seni Toya toya öpkım kele... 8 Ulu Tanrı saga savhk, Yakşı, uzun ömir bersin, 1) E. A. Ayhün, Kırım Hanlığı ve Çöküş Sebepleri, (Basılmamış DoktoraTezi), İstanbul 2008. 2) Mehmet Hâlim Vani Yurtsever, Hayatımın Hikayesi, 1 Ocak 1977 tarihli hatıratı. 3) Mehmet Hâlim Vani Yurtsever, Hayatım, 1 Ocak 1960 Köstence tarihli hatıratı. 4) Mehmed H. Vani, “Romanya'da Sosyalist Dönemde, 20 Nisan 1952'den 1 Nisan 1957'ye Kadar Beş Yıl Tutuklu Kaldığım Muhtelif Şehirlerdeki Cezaevlerinden Hatıralar. Bkz.: Saim Osman Karahan, Nihat Sait Osman, Dobrucanın Davuşu, Köstence 2001, s. 318. 5) Romanya'da çıkamakta olan Tefrika Gazetesi'nin 1997 Şubat-Ağustos sayısında yayınlanmıştır. 6) Emel Mecmuası, No: 75, 1973. 7) Emel Mecmuası, No: 77, 1973. 8) Emel Mecmuası, No: 132, 1982. 9) Dobruca'nın Davuşu, 15. 10) Emel Mecmuası, No: 82, 1974. 11) Emel Mecmuası, No: 71-73, 1972. 12) Emel Mecmuası, No: 70, 1972. 13) Emel Mecmuası, No: 76, 1973. Annen, baban, abiyınmen Birge yaşav nasib etsin. 25 Ağustos 1954. Baia Sprie Maden Ocağı cezaevi. Bu özlemimi, kalbimin bu iniltilerini Özen'ciğime duyurabilmek imkânım olsa... Bu mısraları yazarak Özen'ciğime gönderebilsem... O da bunları seve seve okusa, babacığının kalbinin kendisi için nasıl çarptığını bilse... İşte böyle düşünerek yatıyorum. Ümitli günleri hasretle bekliyorum... 30 Ağustos 1954. Baia Sprie maden ocağı işlerinden çıkarılan, aralarında benim de bulunduğum kırk tutukluyu hayvan vagonuna bindirdiler. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1 Eylül 1954'te Caransebeş (Karansebeş) şehrine geldik. 14) Emel Mecmuası, No: 9, 1937. 15) MilliYol Dergisi, No: 10, Berlin 1929. 16) Yana Milli Yol Dergisi, No: 1 Berlin 1930. Bu dergi Ayaz İshâki Bey tarafından çıkarılmaktaydı. 17) Emel Mecmuası, No: 3, Dobruca 1937. 18) Omurşa, Dobruca, 30 Ekim 1948'de yazdı. Emel Mecmuası, No: 85, 1974'te Mansur Vehbi Yurdakul imzasıyla yayınlandı. Emel Mecmuası, No: 186, 1991'de Mehmet Vani Yurtsever imzasıyla yayınlandı. Daha geniş bilgi için bkz.: Dobrucanın Davuşu, 71. 19) Emel Mecmuası, No: 6, 1937. 20) Emel Mecmuası, No: 25, 1931. 21) Emel Mecmuası, No: 42-45, 1931. 22) Emel Mecmuası, No: 1, 1932. 23) Emel Mecmuası, No: 1, 1932. 24) Emel Mecmuası, No: 6 ve 7, 1936. 25) 1931 Mart ayında yazdığı bu piyese tam 61 yıl sonra 1 Ağustos 1992' de Önsöz yazmıştır. Bu piyes ilk kez Sarıgöl Köyü gençleri tarafından sahneye konmuştur. Bkz Dobrucanın Davuşu, 105. 26) Yazar bu piyesini 1934 yılında kaleme almıştır. 263 Bkz.: Dobrucanın Davuşu, 117. 27) Dobrucanın Davuşu, 137. 28) Dobrucanın Davuşu, 145. 29) Dobrucanın Davuşu, 152. 30) Emel Mecmuası, No: 73-75, 77, 1972. 31) Dobrucanın Davuşu, 196. 32) Dobrucanın Davuşu, 204. 33) Dobrucanın Davuşu, 244. 34) Emel Mecmuası, No: 163, 1987. 35) Emel Mecmuası, No: 146, 1985. 36) Emel Mecmuası, No: 138, 1983. 37) Emel Mecmuası, No: 186, 1991. 38) Emel Mecmuası, No: 156, 1986. 39) Emel Mecmuası, No: 135, 1983. 40) 1 Ocak 1960, Köstence. 41) 18 Kasım 1977, İstanbul. 42) Orijinali elimizde olan defter kendi el yazısıyla ve Osmanlı harfleriyle yazılmış olup henüz herhangi bir yerde yayınlanmamıştır. Yukarıda bu defterdeki konuların listesi görülmektedir. Ferhadija Camii, Saraybosna Ferhad Paşa Camii, Bosna-Hersek'in iki siyasi biriminden biri olan Sırp Cumhuriyeti'nin fiilî başkenti Banja Luka'da bulunur. Bosna Sancak Beyi Ferhad Paşa adına 1579 tarihinde Mimar Sinan'ın adı bilinmeyen bir öğrencisi tarafından yapılmıştır. Klasik dönem Osmanlı mimarisinin özelliklerini yansıtır. 1 büyük ve 3 küçük kubbesi vardır. Küçük kubbelerden aşağı avluya sarkan çatısı ise 1917'de kaldırılmıştır. 7 Mayıs 1993 tarihinde, Banja Luka'daki diğer camiler gibi Sırp teröristler tarafından yıkılmış ve sahası buldozerlerle temizlenmiştir. 1579 tarihinde inşa edilen camii 7 Mayıs 1993 yılında bombalanarak yıkılmıştı. 2001 yılında tekrar yapımına karar çıkmış ancak bu sebeple 7 Mayıs 2001'de 4000 kadar aşırı görüşlü Sırp 300 kadar Boşnak'ı taşlamış, bir Boşnak'ın ölümüne neden olmuşlardı. Camiinin yeniden yapımı bugüne kadar bitirilemedi. Ferhat Paşa Camii'nin eski hali Visoko Piramitleri Bosna Piramitleri, veya bulunduğu şehrin adıyla Visoko Piramitleri (iki piramitin mevcut olduğu savından hareketle, biri Bosna Güneş Piramidi -'Bosanska Piramida Sunca'-, diğeri de Bosna Ay Piramidi -'Bosanska Piramida Mjeseca'- şeklinde de adlandırılmaktadır) Boşnak arkeolog Semir Osmanagiç tarafından halen üzerinde çalışmalar yürütülen, Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna ile Zenica arasında yer alan Visoko kentinin arkasında yükselen hayli düzgün bir piramit şeklindeki tepe ve bu tepeden görülebilen benzer şekilli daha küçük bir yükseltidir. 2005 yılı içinde 'Güneş Piramidi' alanında kazı çalışmalarına başlamıştır. Tepenin uçlarının kuzey-güney-doğu-batı yönlerine denk geldiğine dikkat çekmekte, ve taş döşenmiş bir giriş holü, altında piramidin yer aldığına inandığı kil katmanları bulduğunu öne sürerek, Visoko Piramitleri'nin Avrupa'nın bilinen ilk piramitleri olduğunu iddia etmektedir. Mevcut bir tepenin şeklinin düzgünleştirilerek piramit şekline sokulmuş, yamaçlarında da basamaklar inşa edilmiş olması da başka bir ihtimaldir. Osmanagiç'e göre, Piramitlerin tarihi, bölgeye M.S. 600 yıllarında gelmeye başlayan Slav kavimlerinden önce Balkanlar´da yerleşik bulunan İlliryalılardan (muhtemelen Arnavutların ataları) da öncesine dayanmaktadır. TARİH BİLİNCİ ETKİNLİKLER SAYI 17 - 18 Tarih Bilinci, Çalışmalar, Etkinlikler... 1) Tarih Bilinci & Kültür Dergisi: Prof. Dr. Mehmet Çelik editörlüğünde çıkarmakta olduğumuz “Tarih Bilinci ve Kültür Dergisi” 1 Temmuz 2007 tarihinden günümüze üç aylık periyotlarla 18 sayı çıkarmış bulunmaktadır. Dergimiz, son dönemlerde iki sayı bir arada olmak üzere, dosya halinde 4 özel sayı yayınlamıştır. Bu özel sayılar: 58 akademisyenin 380 sayfada ele aldığı Ortadoğu Özel Dosyası/Sayısı... 40 akademisyenin 276 sayfada ele aldığı Demokrasimizin Yüz Yıllık Serüveni Özel Sayısı... Ergun Özbudun, Serap Yazıcı, Mustafa Erdoğan, Mustafa Şentop vb. 33 kişilik ülkenin en iyi Anayasa uzmanlarının yazdığı ve halen Türkiye'de Yeni Anayasa çalışmaları konusunda yapılmış en kapsamlı çalışma olan "Nasıl Bir Anayasa?" özel sayımız... (Bu özel sayımıza Türkiye Büyük Millet Meclisi internet sitesi http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/akademikcalismalar.aspx linkinden bakılabilir.) Ve yaklaşık 300 sayfa olan "Balkanlar" özel sayımız... 2) Edebiyat Bilinci Dergisi: Yeni bir edebiyat dergisi,“Edebiyat Bilinci Dergisi”'ni “Mehmet Akif Özel Sayısı”ile 2012 Nisan ayının sonunda okuyucumuzla buluşturmuş olacağız. 3) Tarih Bilinci Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nün Kuruluşu: “22 Ekim 2011 tarihli Topkapı Eresin Otel Toplantısı” Yönetim Kurulu Başkanımız Sayın Hasan Konuk başkanlığında: Çankırı valimiz Sayın Vahdettin Özcan, İBB Teftiş Kurulu Başkanımız Sayın İbrahim Kapaklıkaya, Urfa Eski valimiz Sayın Yusuf Yavaşcan, Kütahya Milletvekilimiz Sayın Prof. Dr. İdris Bal, Yeminli Mali Müşavir Sayın Sinan Tavukçu, Yeminli Mali Müşavir Sayın Tayyip Yaşar, Prof. Dr. Sayın Mehmet Çelik, Bağcılar Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağrıcı ve Değerli İşadamımız Sayın Emin Üstün beyefendilerin oluşturduğu divanın başkanlığında 68 (altmışsekiz) kişilik Üst Düzey İstişare Kurulu toplantısı ile“Tarih Bilinci, Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü”nün kurulmasına karar verildi.Tarih Bilinci, Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü binası: "İcadiye mh. Bağlarbaşı İcadiye cd. Cumhuriyet Apt. No:15 D:1 Bağlarbaşı Üsküdar İstanbul" adresinde faaliyetlerine başlamıştır. 4) Yeni Anayasa Platformu: İnternet ortamında Türkiye'nin Anayasa Platformu'nu kurmaktayız. Artık ülkemizin