İkinci Dünya Savaşı Yıllarında ve Sonrasında Türkiye Ekonomisi Dördüncü Bölüm http://www.yakupkucukkale.net adresinden indirebilirsiniz… Dönemin Başbakanları Mahmut Celal Bayar 25 Ekim 1937 – 25 Ocak 1939 Ahmet Fikri Tüzer 8 Temmuz 1942 – 9 Temmuz 1942 Refik İbrahim Saydam 25 Ocak 1939 – 8 Temmuz 1942 Mehmet Şükrü Saraçoğlu 9 Temmuz 1942 – 7 Ağustos 1946 Savaş Ekonomisi Uygulamaları 1938 yılında M.K.Atatürk’ün ölümü ve II. Dünya Savaşı’nın yaklaşması, sanayileşme hamlesinin sürdürülmesini engelledi. Her şeye rağmen BBYSP’nında öngörülen ancak süresi içerisinde yetiştirilemeyen yatırımlar bu dönemde tamamlandı. İBYSP ise yürürlüğe dahi konulamadı. II. Dünya Savaşı için ekonomik anlamda bir hazırlık yapılmadı. Yapılan hazırlıklar askeri düzeyde kaldı. Ancak, Herschlag’a göre, o yıllarda uygulanan devletçi politika, savaş şartlarına uyum sağlamayı kolaylaştırdı. Ekonominin savaş şartlarına göre örgütlenmesi, savaşın öncesinde ancak gerçekleşebilmiştir. Yasal mevzuat ise savaş başladıktan sonra oluşturulmuştur. Türkiye her ne kadar 11 Eylül 1939’da İngiltere ve Fransa ile ittifak antlaşması yapmış olsa da, silahlı bir tarafsızlık politikası izlediği için, sıcak savaşa girmemiştir. Sıcak savaşa girilmese de, savaşın her türlü zorluğu hissedildi. Askere alınan vatandaşların sayısındaki artış ve onların savaşa hazır şekilde tutulmasının yarattığı maliyet, bütçedeki savunma harcamalarının artmasına neden olmuştur. Nitekim önceki dönemde bütçenin %40’ını oluşturan savunma harcamaları, bu dönemde %60’a yükselmiştir. Vergi gelirleri ve borçlanma savaşın bu artan maliyetlerini karşılamada yetersiz kalınca, TCMB kaynaklarına başvurmak kaçınılmaz oldu. Bu da doğal olarak, başta enflasyon olmak üzere, emisyon artışının bütün olumsuz sonuçlarını doğurdu. Sadece savunma harcamaları artmamıştır. Çok sayıdaki askeri beslemek için ordunun tüketim mallarına olan talebi de artmıştır. Bu durum gelir dağılımının yeniden şekillenmesi ile sonuçlanmıştır. Tüketim malları üretip satan kişi ve kuruluşların gelir düzeyleri artmıştır. Çalışma çağındaki bir çok kişinin askere alınması üretimin düşmesine de yol açmıştır. Ordunun artan talebi azalan üretimle birleşince, enflasyonist baskı iyice artmıştır. 1. Zaten kendini yeni yeni toparlamaya başlamış olan Türkiye ekonomisi, savaşın bu olumsuzlukları ile iyice zor duruma düşmüştür. Bu zor durumdan kurtulmak için “Milli Koruma Kanunu (Ocak 1940)” çıkarılmıştır. Bu kanunun öngördüğü kontrol ve yasaklamalar şu şekilde sayılabilir: Devlet özel kesim elinde bulunan sanayi ve madencilik tesislerinin hangi maldan ve ne kadar üreteceğine müdahale edebilecektir. Madenlerde ve yol yapımlarında vatandaşlar zorunlu çalışmaya tabi tutulabilecektir. 2. 3. 4. Hükümet gerek gördüğü kuruluşlara tazminat ödeyerek el koyabilecektir. Tarımda ne ekileceğine devlet karar verecek, 500 hektarın üzerindeki arazilere gerekirse tazminat ödeyip direkt devlet işletebilecektir. Özel kişilere ait araçlar, devletçe belirlenecek fiyatlarla istenilen yerlerde çalıştırılabilecektir. Gerekirse bu araçlar devletçe satın alınabilecektir. 5. Özel kesim yatırım yaparken devletten izin alma zorunluluğu getirilmiş ve devlet denetimine tabi tutulmuştur. Kanun hükümete, iş yerlerinin atıl tutulmasını önlemek için, el koyma ve çalışmaya zorlama yetkisi de vermiştir. Gerekli görülen işyerlerine kredi, uzman ve işçi temin edilecektir. Ücretli iş yükümlülüğü, çalışmaya zorlama ve çalışma süresinin uzatılması da çalışanlara getirilen bir zorunluluktu. 6. İç ve dış ticarete fiyat kontrolü sistemi getirilmiştir. Devlet piyasalara alıcı olarak girebilecek, bizzat ithalat yapabilecektir. İhtiyaç duyulan maddelere el konulabilecek, bunların dağıtımını yapabilecektir. İthalatta ve iç ticarette azami fiyat (maksimum narh), ihracatta ise asgari fiyat (minimum narh) uygulaması getirilmiştir. Milli Koruma Kanunu girişim özgürlüğünü büyük ölçüde kısıtlamış gibi görünse de hükümet bu yetkilerini oldukça ölçülü kullanmıştır. El koyma kararları tarım ve sanayide sınırlı maddeler için uygulanmıştır. Zaten alınan bu tedbirler de beklenen yararları sağlamamış, bürokratik engeller nedeniyle etkisizleşmiştir. Hükümet aynı yıl, ithalatı ve ihracatı daha sıkı denetleyip, bazı maddelerin dış ticaretini kamu kuruluşları aracılığıyla gerçekleştirmek için bazı kararlar alıp bazı kurumlar oluşturmuştur. Bu amaçla 1941 yılında Ticaret Ofisi, Petrol Ofisi ve İaşe Müsteşarlığı kurulmuştur. Bu kuruluşların görevi bazı temel tüketim mallarının ve petrol ürünlerinin ithalat ve ihracatını yapmak, yurtiçi dağıtımını ve fiyatlarını denetlemektir. - Sanayi ve tarım sektörlerindeki üreticilerin stoklarını ve pazarlanabilir ihtiyaç fazlası ürünlerini belirlenecek resmi fiyat üzerinden kamu kuruluşlarına satmalarını zorunlu kılan kararlar alınmıştır. Bu kararlar doğrultusunda, başta pamuk ve buğday olmak üzere, devlet tarafından ucuza alınmıştır. 1942 yılında temel gıda ve diğer tüketim mallarının halka dağıtımı için “Dağıtma Ofisi” ve “Mahalli Dağıtma Birlikleri” kuruldu. Böylece, piyasa mekanizması yerine tayınlama (karneye bağlama) sistemi getirilmiş oldu. Başta ekmek olmak üzere pek çok ürün karneyle dağıtıldı. Ekmeğin gramı ve gazetelerin sayfaları sürekli küçüldü. 1942 Temmuz’unda Refik Saydam’ın vefatından sonra başbakanlığa gelen Şükrü Saraçoğlu piyasa mekanizmasını geri getirerek ticareti serbestleştirme politikası uygulamıştır. Bu dönemde çıkarılan (11 Kasım 1942) ve hala tartışılan bir diğer kanun da “Varlık Vergisi Kanunu”dur. Bu kanun savaş döneminde elde edilen aşırı ticari kazançlara el koyma amacı güden ve bir defalık alınan bir tür servet vergisidir. İç ve dış ticaretle uğraşan kesimler, özellikle de azınlıklar, büyük servetler edinmişlerdi. Hükümet bu vergi ile, hem azınlıkların haksız şekilde elde ettiği bu kazançları ellerinden alıp, iktisadi hakimiyetin tekrar milli unsurlara geçmesini, hem savaşın maliyetini finanse etmeyi ve hem de enflasyonist baskıları kırmayı amaçlamıştı. Bu tür vergiler Avrupa’da da uygulanmıştır. Amaç 164 bin civarındaki mükelleften 465 milyon TL toplamaktı. Ancak sadece 114 bin mükelleften sadece 315 milyon TL toplanabilmiştir. Toplanan bu paranın %70’i İstanbul’dan toplanmıştır. Bu para o dönemki kamu harcamalarının %38’ini karşılamıştır. Bu verginin matrahı ve oranı açık bir şekilde belirtilmemiş, tutarı komisyonlarca belirlenmiş ve mükelleflere itiraz hakkı verilmemiştir. Vergi borcunu verilen süre içinde ödemeyenlerin mallarına el koyma ve zorunlu bedeni çalışma gibi cezalar getirilmişti. Bu yasa ile hükümet tüccar ve sanayicileri karşısına almış oldu. Ayrıca savaş sonrası ortaya çıkan yoğun muhalefetin de temellerini oluşturmuş oldu. Avrupa’da örnekleri olan ve aslında haklı olan vergi, uygulamadaki keyfilikler ve itiraz hakkının olmaması gibi nedenlerle yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. Varlık vergisi istenen amaca ulaşamamıştır. Tahakkuk eden verginin ancak %67’si tahsil edilebilmiştir. Başka bir ifadeyle verenlerden alınmış, vermeyenlerin tepkisi yoğun bir hal alınca, önce ertelenmiş sonra da tamamen silinmiştir. Bu vergi 1944 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Toplanan vergi tüccarların elde ettiği düşünülen gelirin çok altında kalmıştır. Dış ticarette azınlıkların üstünlüğünün kırılması amacına da ulaşılamamıştır. Uygulamada keyfilik hakim olduğu için, radikal tedbirler alınamamıştır. Radikal tedbirler alınamamasının bir başka nedeni de, o dönem Türkiye’de faaliyette bulunan azınlık tüccarların, uluslararası bir ticari şebekenin uzantıları olmasıdır. Radikal uygulamalar dış ticareti tamamen çıkmaza sokabilirdi. - Atatürk bir çok meclis konuşmasında toprak reformunun gerekliliğini dile getirmiş, adaletsiz ve dengesiz toprak dağılımının gözden geçirilmesi gerektiğini, topraksız köylülere toprak verilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu doğrultuda bazı girişimler yapıldı, 194243 yıllarında yasa tasarıları oluşturuldu. Ancak bu çalışmalar bir sonuca ulaşmadı. En sonunda 1945 yılında Şevket Reşit Hatipoğlu’nun Tarım Bakanlığı yaptığı dönemde, büyük toprak sahiplerinin bütün engelleme çabalarına rağmen “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” TBMM’de kabul edildi. En yoğun tartışmalar bu kanunun 17. maddesi üzerine yapılmıştır. Mülkiye, Halkalı ve Berlin Yüksek Ziraat Okullarını bitirdi, Leipzig Üniversitesi'nde İhtisas yaptı. Tarım ve Ekonomi Profösörüdür. Tarım Ekonomi Umumi Murakebe Heyeti üyeliği ve Başkan vekilliği, VI. (Ara Seçim) Afyonkarahisar, VII, VIII, 1.(XII), 2.(XIII) Dönem Manisa Milletvekilliği, Kurucu Meclis Manisa İli Temsilciliği (6 Ocak 1961 - 15 Ekim 1961) ile Tarım Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmıştır. Evli ve 2 Çocuk babasıydı. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/ Prof. Dr. Şevket Reşit Hatipoğlu Bu madde üzerindeki tartışmalar, kamulaştırma kapsamı dışında tutulan özel mülk arazilerinin genişletilmesi ile son buldu. Bu kanun devlete ait toprakların ve belirli büyüklükteki ve belirli şartları taşıyan özel arazinin bir kısmının kamulaştırılarak topraksız köylülere dağıtılmasını öngörüyordu. Bu kanunun meclisten geçmesi için, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yoğun çaba sarf ettiği söylenir. 1945 tarihli 4753 sayılı bu kanun 28 yıl süreyle yürürlükte kaldı. 1973 yılında 1757 sayılı “Toprak ve Tarım Reformu Kanunu” çıkınca yürürlükten kalktı. Bu süre içinde, 2.2 milyon hektar toprak 432117 aileye dağıtıldı. Dağıtılan bu toprakların sadece 154 bin dönümü kamulaştırılmıştır. Bunun da sadece 54 bin dönümü özel kesimden alınmıştır. Bu kanun amacına tam olarak ulaşamamış, hatta “deneme” denilebilecek kadar değişiklik geçirmiştir. Büyük toprak sahibi vekiller bu kanunun çıkmaması için yoğun muhalefet sergilemişlerdir. Hatta bir rivayete göre Demokrat Parti’nin ortaya çıkması, bu kanuna verilen tepkiden dolayıdır. Kanun en sonunda kamu arazilerini topraksız çiftçilere dağıtan bir kanun halini almıştır. Yoğun tartışmalar yaratan 17. madde 1950’ye kadar yürürlükte kalmasına rağmen, asla uygulanmamıştır. Oysa 17. maddenin oluşturulmasındaki amaç; sefahat içinde yaşayan büyük toprak sahiplerinin elinde atıl bir vaziyette duran bu toprakları, topraksız köylülere dağıtarak işlenmesini sağlamak, toprak ağalarının siyasi ve toplumsal etkinliklerini azaltmaktı. Bu amaca ulaşılamamıştır. Varlık Vergisi ile tüccar ve sanayici kesimi karşısına alan hükümet, Toprak Reformu ile de tarım kesimini karşısına almış, biriken bu tepkiler Demokrat Parti’nin doğuşunu hazırlamıştır. 1946’daki ilk çok partili seçimi kazanamasa bile, Demokrat Parti çok büyük destek görmüştür. Savaş Yıllarında Ekonomideki Gelişmeler GSMH’da ve Alt Sektörlerdeki Gelişmeler Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemiş, ancak 900 bin askeri silah altında tutarak her an savaşa girecek gibi hazır beklemiştir. Bu durum savunma harcamalarını artırmış, bütçe kaynakları ve borçlanma olanakları bu maliyeti karşılayamayınca, emisyona başvurmak kaçınılmaz olmuştur. Sanayileşme hamlesine ara verilmiş, sadece BBYSP döneminde tamamlanamayan fabrikalar tamamlanmıştır. Özel kesim yatırımları izne tabi tutulmuş, mevcut kapasite tamamıyla kullanılmaya çalışılmıştır. 900 bin kişinin askere alınması (yani seferberlik hali) doğal olarak üretimin düşmesine neden olmuştur. Tarımsal hasıla 1945 yılında 1939’daki değerinin ancak %40’ı kadar olmuştur. KBDGSMH 1938-39’da 114.5 TL iken, savaşın son yıllarında (1944-45) 79.4 TL’ye düşmüştür. Fiyatlardaki yükselmeye rağmen tarımsal hasıladaki düşüş, büyük ölçüde; işgücü, araçgereç ve kredi yetersizliğinden kaynaklanmıştır. İklim şartları da tesadüfen kötü gitmiştir. Bunun da etkisi olmuştur. Bütün bu olumsuzlukların üstüne bir de 1942 yılında “Toprak Mahsulleri Vergisi” konulunca tarım sektörü iyice darbe yemiştir. Tarım sektöründeki bu kötüleşme, doğal olarak GSMH’yi ve KBDGSMH’yi düşürmüştür. - Tarım sektörü kadar olmasa bile, savaş şartları sanayi sektörünü de olumsuz yönde etkilemiştir. Büyük ölçüde tarımsal girdi kullanan sanayi sektörü, hammadde bulmakta zorlanmıştır. İthalatın tıkanma noktasına gelmesi de ara madde ve yatırım mallarının temin edilmesini güçleştirmiştir. Bunlara rağmen bazı sanayi kuruluşları, normalin üstünde aşırı karlar elde etmişlerdir. -Hem tarım sektöründe hem sanayi sektöründe üretim düşerken, toplam talep artmıştır. Bu ortamı fırsat bilen bazı tüccarlar ve bazı vatandaşlar, bazı mallarda stokçuluk ve spekülasyon yapmaya başladılar. Hükümetin fiyatları kontrol etmek için yeteri kadar organize olamaması, sadece polisiye tedbirler alması, karaborsayı artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Toplam talebin artmasında hükümetin de etkili olduğu söylenebilir. Savaşan ülkelere tarımsal ürün satıp dış ticaret bilançosu fazlası verilmek istenmesi ve silah altına alınan personelin iaşeleri de toplam talebi artırıcı bir etki oluşturmuştur. Fiyat Artışları 1. Toplam talep az önce belirtilen nedenlerle artarken ve yine toplam arz da anılan sebeplerden ötürü azalırken, vatandaş oldukça sıkıntılı günler geçirmiş, yaşam kalitesi önemli ölçüde düşmüştür. Bu dönemde meydana gelen yüksek enflasyon şu nedenlerle özetlenebilir: Üretim düşüşü, 2. 3. 4. İthalat düşüşü, Talep artışı, Para ve maliye politikalarının yarattığı mali dengesizlik… Fiyat artışları spekülasyonu ve karaborsayı yaygınlaştırmıştır. Ticari karlar anormal ölçüde yükseldi ve yeni savaş zenginleri türedi. Enflasyon ticaret ve sanayi ile uğraşan kesimin lehine gelir dağılımının yeniden oluşmasına yol açtı. Önemli sermaye birikimleri sağlandı. 1938-1945 arasında fiyatlar genel seviyesi %400 artmıştır. 1942 yılında %69.7 ve 1943 yılında %63.2 ile rekorlar kırıldı. İşin ilginç yanı şudur ki, o yıllarda enflasyon, savaşan ülkelerde dahi bu kadar yüksek olmamıştır ! ! ! ! ! Para ve Maliye Politikası Savaşın başlaması ile birlikte artan harcamaları, mevcut gelir kalemleri ile karşılamak güçleşmişti. O dönemde düzenli olarak alınan bir Gelir Vergisi yoktu. Fiyat artışları ile birlikte Nominal GSMH 1939-45 döneminde %265.1 oranında artmış, ancak alınan vergiler bu orandan daha az artmıştır. Bu yüzden hükümet yeni gelir kaynakları aramaya başlamıştır. Eski vergilerin oranları yükseltilmiş, bazı yeni vergiler konulmuştur. Örneğin gümrük vergisi artırılmış, ithalat üzerinden daha fazla vergi alınmıştır. Ayrıca 1942’de ihracat üzerinden de vergi alınmıştır. 1944’de Toprak Mahsulleri Vergisi ihdas edilmiştir. 1946’da yürürlükten kalkan bu vergi, 167 milyon TL gelir sağlamıştır. Varlık Vergisi yürürlüğe konulmuş, Tekel ürünlerine zam yapılmıştır. Bütün bu yeni vergilere ve eski vergilerin oranlarının artırılmasına rağmen, kamu harcamaları finanse edilememiş, iç borçlanma eskisine oranla daha yoğun kullanılan bir enstrüman olmuştur. 1934-38 döneminde borçların bütçe gelirlerine oranı %9.4 iken, 1939-41 döneminde bu oran %38.9’a yükselmiştir. 1942’den sonra borçların kamu gelirlerine oranı yeniden %10’un altına inmiştir. 1940-42 yıllarında alınan borçların bir kısmı dış borç olsa da, büyük kısmı TCMB’den alınmıştır. TCMB’den bu kadar büyük ölçüde yararlanılması, 1939’a kadar neredeyse sabit olan emisyonun anormal bir şekilde artması ve dolayısıyla da enflasyonun yükselmesi sonucunu doğurmuştur. Emisyon hacmi 1938’de 240 milyon TL iken 1939’da 318, 1942’de 700 ve 1945’de 1051 milyon TL olmuştur. Yani emisyon hacmi 1938-45 arasında %438 oranında artmıştır. Banka mevduatlarındaki artış ise daha ılımlıdır. 1938’de 201 milyon TL olan mevduatlar, 1945 yılında 416 milyon TL’ye yükselmiştir. Toplam para arzı ise 1938’de 441 milyon TL iken 1945’de 1467 milyon TL olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sahip çıkılan “Sıkı para politikası” ve “TL’nin değerini koruma” politikaları bu dönemde terk edilmiştir. Bizdeki fiyat artışları, ticaret partnerlerimizdeki fiyat artışlarından daha fazla olduğu için, TL yabancı paralar karşısında değer kaybetmiştir. Buna rağmen hükümet TL’nin değerini savaş öncesindeki değere, yani 1 $ = 1.29 TL düzeyinde tutmaya devam etmiştir. Devalüasyon yapmamak için direnmiştir. Dış Ticaretteki Gelişmeler Bu dönemki dış ticaretimiz, ülke içi gelişmelerden daha çok, ülke dışı etkenlerle şekillenmiştir. Dış ticaret fazlası vermeyi amaçlayan politika bu dönemde de sürdürülmüştür. Bu politikada başarıya da ulaşılmıştır. Ancak elde edilen fazlanın olumlu kullanıldığı tartışmalıdır. Elde edilen dış ticaret fazlası, ihracatın artırılması ile değil, daha çok ithalatın kısılması ile elde edilmiştir. Gümrük Mevzuatı’na ilave olarak Ocak 1940’da çıkarılan Milli Koruma Kanunu, hükümete dış ticareti tamamen kontrol yetkisi vermiştir. Hükümet, hangi mallardan ne kadar ithal edileceğine kotalar belirleyerek karar verdi. Tüketim mallarının ithalatı sınırlandırıldı. Aynı kanun, hükümete ihracatı kontrol etme yetkisi de veriyordu. Türkiye’ye mal satan ülkelerin çoğunun savaşta olması, satın almak istediğimiz malların arzını oldukça daraltmıştı. Diğer taraftan, Almanya ile olan yoğun dış ticaretimiz, 1940-41 yıllarında oldukça geriledi. Savaş öncesinin ¼’üne kadar geriledi. Dış ticaretimizi diğer ülkelere yönlendirmekte oldukça zorlandık. 1. Diğer ülkeler ihraç mallarımıza Almanya’nın verdiği yüksek fiyatları ödemek istemiyorlardı. 2. 3. İngiltere mallarını daha çok kendi imparatorluğundaki ülkelere yönlendirmişti. ABD uzaklığı nedeniyle yoğun dış ticarete uygun değildi. Bu nedenle 1942’den sonra Almanya ile olan dış ticaret yeniden ağırlık kazanmaya başladı. 1944’e kadar yine en önemli dış ticaret partnerimiz olarak kaldı. Türkiye ancak 1945’den sonra dış ticaretini ABD, İngiltere ve diğer batılı ülkelere kaydırabildi. Yukarıda sayılan sebeplerle, savaş döneminde ithalatımız durma noktasına kadar gerilemiştir. Bu durum ülke içi mal arzının daralmasına önemli ölçüde neden olmuştur. Ara ve yatırım mallarının ithalatının zorlaşması, başta sanayi olmak üzere, ithal girdi kullanan bir çok sektörün üretimini olumsuz yönde etkilemiştir. Almanya ile dış ticaretimizin bu kadar yoğun olması, savaş döneminde dış ticaretimizi oldukça olumsuz yönde etkilemiştir. 1939-1945 döneminde ithal mallarının fiyatları %240 artmıştı. Oysa aynı dönemde yurt içi enflasyon yaklaşık %400 olmuştu. Yani nispi anlamda ithal malları ucuzlamıştı. Döviz kurları da oldukça düşük idi. Gümrük vergileri 1940 ve 1941’de 2 defa yükseltilmesine rağmen ithal malları fiyatlarının göreceli düşüklüğü devam etmişti. Yani ithalat bu dönemde oldukça karlıydı. İthalat ise büyük ölçüde gayri müslim azınlığın elindeydi. Zaten 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi’nin çıkarılış nedenlerinden biri de buydu. 1942’den sonra gümrük oranları yükseltilmediği için, ithalatın bu kadar ucuz olmasına seyirci kalınmıştır diyebiliriz. Oysa gümrük oranlarını bir miktar daha yükseltmiş olsaydık, ithalattan doğan anormal kazançların bir kısmı devlete kalabilirdi. Bu yolla hem enflasyon düşürülebilir hem de Varlık Vergisi gibi tepki çeken uygulamalara gerek kalmayabilirdi. Savaş yıllarında ihracatı artırmak isteyen bir görünüm sergiliyorduk. Ancak uygulanan kambiyo politikası bu amaçla örtüşmüyordu. Savaş döneminde TL’nin değeri yüksek tutulmuştur. Üstelik 1942 yılında ihracat üzerine vergi konulmuştur. Her ne kadar bütçeye gelir sağlamak amacıyla konulmuş olsa da, ihracat hedefleri ile uyuşmamaktaydı. Bu yanlış uygulamaların sonucunda, savaş döneminde ihracatımız hem miktar olarak hem de tutar olarak azalmıştır. Bu azalışın en büyük nedeni, mallarımızın neredeyse %50’sini satın alan Almanya ile savaşın ilk yıllarında dış ticaret hacmimizin daralmış olmasıdır. 1938’de 1447 bin ton olan ihracatımız, 1941’de 429 bin tona ve 1945’de ise 310 bin tona kadar düşmüştür. İthalat ise aynı dönemde 844 bin tondan 325 bin tona gerilemiştir. Dış ticaret miktarlarındaki bu çok hızlı düşüşe rağmen, dış ticaret değerleri daha yavaş düşmüştür. Hatta 1942’den sonra ılımlı bir yükseliş dahi görülmektedir. Miktar düşüşlerine rağmen ihracat değerlerinin artması, ihraç mallarının fiyatlarındaki yükselişle açıklanmaktadır. İhraç malları ortalama fiyatı, savaş döneminde yaklaşık 6.3 kat artmıştır. 1939’da ton başına fiyat 111.9 TL iken 1945’de 706.5 TL olmuştur. İhraç malları fiyatlarının ithal malları fiyatlarından daha hızlı yükselmesi, bu dönemde dış ticaret hadlerinin lehimize değişmesine neden olmuştur. 1939’dan 1946’ya kadar verilen dış ticaret fazlaları toplamı 347 milyon $ civarındadır. Ödemeler bilançosunun diğer kalemlerinde bir miktar açık verildiği tahmin edilmektedir. Bu dönemde Türkiye’nin altın ve döviz rezervlerinin 330 milyon TL arttığı hesaplanmıştır. 1946 Devalüasyonu Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyonu 7 Eylül 1946’da yapılmıştır. 1 $ = 1.26 TL olan resmi kur, 1 $ = 2.80 TL olarak değiştirilmiştir. Yani TL yaklaşık olarak %54.3 oranında değer kaybetmiştir. Bu devalüasyonla birlikte dış ticarette kısmi serbestleşmeye gidildi: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. İthalattaki kontenjanlar, Miktar kısıtlamaları ve Tavan fiyat uygulamaları kaldırıldı. İç tüketim için çok gerekli olan bazı mallar dışındaki malların ihracatı üzerindeki kotalar ve sınırlandırmalar kaldırıldı. 2 yanlı ticaret ve clearing uygulamalarının azaltılacağı ilan edildi. İthalat birlikleri tasfiye edildi. Dış ticaretin serbest bölgelere kaydırılması amaçlandı. 1946 devalüasyonu hem içerde hem de dışarıda sürpriz bir karar olarak değerlendirildi ve oldukça eleştirildi. Eleştiri yapanlara göre, Türkiye’nin enflasyonu savaş yıllarında diğer ülkelerden daha yüksek olsa da 1944’ten itibaren fiyat yükselişlerinin kontrol altına alınmış olması, hatta fiyat düşüşleri görülmesi nedeniyle, TL aşırı değerli değildi. Resmi kur sürdürülebilirdi. Zaten sıkı kambiyo uygulamaları spekülasyon ve dışarıya döviz kaçırılması şansını azaltıyordu ve yeteri kadar döviz rezervi vardı. Öte yandan dış ticaret fiyatlarındaki değişme, Türkiye’nin aleyhine değil, tam tersine lehineydi. Zaten 2’li antlaşmalarla dış ticaret devam ettirilmekteydi ve satılamayacak kadar çok ürün stoğumuz da yoktu. Avrupa’nın savaştan yeni çıkmış olması nedeniyle, tarım ürünlerine olan talebi oldukça yüksekti. Devalüasyon, yüksek fiyattan satabileceğimiz ürünleri düşük fiyattan satmamıza yol açmıştır. İthalatı kontrol etmek için devalüasyon gereksizdi, çünkü ithalatın kontrolü için bir çok araç vardı. 1. 2. 3. Sanayileşmenin kaldığı yerden devam etmesi için, TL’nin değerinin yüksek olması gerekiyordu. Yöneltilen bu eleştirilere şu cevaplar verilmiştir: İhraç ürünleri iç fiyatları dünya fiyatlarından yüksektir, bu durum rekabet gücümüzü zayıflatmaktadır, Savaş yıllarında stoklarda biriken ihraç ürünlerini daha kolay pazarlamak için devalüasyon gereklidir, Savaş yıllarında biriken altın ve döviz rezervlerinin değeri iç piyasada artacak, böylece iç borçlar daha kolay ödenecektir. 4. 5. Dış ticaretin serbestleşmesi ile artması beklenen ithalat bu yolla kontrol altına alınabilecektir. IMF’ye üye olmadan önce döviz kurunu serbestçe belirleme hakkı kullanılmıştır. Üye olduktan sonra %10’u aşan devalüasyonlar için izin alınması gerekmektedir… II. Dünya Savaşı Yıllarında Dış Kaynak Kullanımı II. Dünya Savaşı yıllarında, diğer dönemlere oranla, daha fazla kredi ve hibeden yararlanılmıştır. Altın ve döviz stoklarındaki artışta, sadece elde edilen dış ticaret fazlası değil, bu dış kredilerin de büyük rolü vardır. 1938-1945 döneminde 127 milyon dolar ekonomik, bir kısmı hibe olan 187 milyon dolar askeri kredi alınmıştır. 1. 2. II. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında alınan krediler şöyle sıralanabilir: 1939-40 döneminde İngiltere’den 49.5 milyon sterlin (240 milyon dolar) kredi alınmıştır. Bunun 17 milyon sterlini ticari kredi iken, 29.5 milyon sterlini askeri kredidir. 1940 yılında Fransa’dan 1.5 milyon sterlin kredi alınmıştır. Bu kredi ile Fransa piyasalarında biriken borçlar tasfiye edilmiştir. 3. 4. 1941 yılında ABD’den 45 milyon dolar savaş malzemesi kredisi sağlandı. Bu kredinin sadece 5 milyon doları kullanıldı. Geri kalan 40 milyon dolarlık kısmı 1946 yılında yapılan bir antlaşma ile iptal edildi. 1942 yılında Almanya’dan 45 milyon TL (35 milyon dolar=100 milyon Reich Mark) kredi sağlandı. Bu krediler savaşta Türkiye’yi yanlarına çekmek isteyen ya da tarafsızlığını korumasını isteyen ülkelerce verilmiştir. Savaş yıllarında Millileştirme faaliyetleri devam etti. Yabancıların elinde bulunan bir çok demiryolu, haberleşme şirketi ve liman millileştirme yoluyla 517 milyon TL karşılığında alındı. Bu tutar karşılığında dış borç senedi verildi ve taksitler halinde ödendi. Bir yandan dış ticaret fazlası elde edilerek altın ve döviz rezervleri artırılırken, diğer yandan da borçlarımız artmıştır. 1939’da 236 milyon dolar olan konsolide dış borçlar, 1945 yılında 439 milyon dolara yükselmiştir. Rezerv ve borç artışının karşılaştırılmasında farklı rivayetler söz konusudur. K. Bulutoğlu, savaş sonunda Türkiye’nin net borcunun sıfır olduğunu iddia etmiştir. W. Hale 1946 yılında Türkiye’nin 262 milyon dolar rezervi olduğunu söylemiştir. M. Singer ise 1938 yılında Türkiye’nin rezervlerinin 34 milyon dolar iken, 1946 yılında 307 milyon dolara ulaştığını, bunun da 241 milyon dolarlık kısmının altın rezervi olduğunu iddia etmiştir. Hatırlayacağınız üzere, Y. S. Tezel ise, bu dönemde rezervlerimizin 330 milyon TL arttığını belirtmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin sürdürmüş olduğu dış ticaret politikası eleştirilmiştir. Dış ticaret fazlası vermeye ve rezerv artırmaya dayalı bu politika merkantilist anlayışa benzetilmiştir. M. Singer, daha aktif bir dış ticaret politikası uygulanmış olsaydı; krom, pamuk, tütün ve bazı gıda maddelerinin ihracatını artırabileceğini, böylelikle de sanayileşme hamlesini sürdürebileceğini ileri sürmüştür. II. Dünya Savaşı Sonrasında Türkiye Ekonomisi Türkiye’de ve Dünyada Gelişmeler ve İktisat Politikasında Dönüşümler 1. 2. Savaş sonrasında iktisat politikasındaki dönüşümlerin iki grup nedenden kaynaklandığı söylenebilir: Yurt içi etkenler Yurt dışı etkenler Bunları birbirlerinden ayırmak çoğu zaman oldukça zordur. Çünkü karşılıklı bir etkileşim içerisindedirler. Ama ana hatlarıyla ayırım yapmak olasıdır. Önce yurt içi etkenlerden başlayalım… Savaş yıllarında devletin ekonomiye etkisi büyük oranda artmıştı. Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi, kıtlık ve bazı temel ihtiyaç maddelerinin karneye bağlanması büyük hoşnutsuzluklar yaratmıştı. G. Kazgan, Toprak Mahsulleri Vergisi nedeniyle, buğday arzının daraldığını, buğday yardımı alacak düzeye indiğimizi iddia etmiştir. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun görüşüldüğü sırada, özellikle de 17. maddenin tartışıldığı oturumlarda, iktidara karşı yoğun bir muhalefet yapıldı. 1946 yılında, çok partili siyasi hayata geçilince, CHP’den ayrılan milletvekilleri, başta Demokrat Parti olmak üzere muhalefet partilerinde toplandılar. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in öncülüğünde kurulan DP, CHP’nin uyguladığı devletçi politikayı eleştirdiler. Bu eleştiriler; giderek güçlenen özel sermaye kesiminde, büyük toprak sahiplerinde, basında ve geniş halk kesiminde beklediği desteği ve yankıyı buldu. 1948 yılında İstanbul Tüccar Derneği’nin girişimi ile Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Bu kongreye; çeşitli meslek grupları, savaş zengini özel sermaye grubu, bilim adamları, gazeteciler ve toplumun çeşitli kesiminden insanlarla birlikte DP de katılmıştır. Bu kongreye CHP ve hükümet davet edilmemiştir. Bu kongrede Celal Bayar, yaptığı konuşmada CHP’nin ekonomi politikasını oldukça sert bir şekilde eleştirmiştir. DP liberal bir politikayı savunuyordu ve iktidara gelmeleri durumunda devletçiliği tasfiye edeceklerini söylüyorlardı. Özel kesime dayalı, tarıma öncelik veren, yabancı sermayeyi teşvik eden, devletin sadece alt yapı yatırımları ile uğraşacağı bir model öngörülüyordu. Bu dönemde Hükümet her ne kadar devletçiliği savunsa da, diğer taraftan “Yeni Devletçilik” adı altında daha liberal bir politika izlemeyi düşünmekteydi. Dış etkenler de en az iç etkenler kadar etkili olmuştur. Savaş sonunda dünya “Doğu Bloku” ve “Batı” olmak üzere 2 kutuplu bir hal almıştı. Doğu Bloku’nun lider ülkesi SSCB’nin Türkiye üzerinde emelleri olduğunun anlaşılması ile Türkiye’nin yönü de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyordu. Türkiye artık tamamen batılılaşmak için, batının bir çok kurum ve kuruluşuna müracaat etti. Bu arada batının ekonomik yapısını ve yaşam tarzını da ithal ederek kendisi uygulamaya başladı. ABD ile yakın ilişkiler kuruldu. Batılılaşma hedefi yeni bir hedef değildir. Cumhuriyet öncesi Tanzimat ile ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. Savaş sonunda bu hedef daha net bir şekilde ortaya konmuş ve Devletçi sanayileşme politikası gözden geçirilmiştir. Batılı kurum ve kuruluşlarda yer almak için uğraşan Türkiye, 23 Şubat 1945’de Almanya’ya savaş ilan etmiş, 26 Haziran 1945’de San Francisco’da BM Antlaşmasını imzalayan 51 ülkeden biri olmuştur. 1944 yılında Bretton Woods konferanslarına katılan Türkiye, Şubat 1947’de IMF ve Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası)’na tam üye olmuştur. Savaş sonrası üye olduğumuz diğer 2 kuruluş ise 1948’de “Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, EECD (daha sonra Kalkınma İçin Ekonomik İşbirliği Teşkilatı OECD adını almıştır)” ve 1952’de “Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO)”dır. Türkiye 1947 yılından itibaren Truman Doktrini çerçevesinde ABD’den askeri yardım ve 1948’den sonra da Marshall Yardım Programı’ndan ekonomik yardım almıştır. Bu tarihten sonra Türkiye, ekonomik kalkınmasını dış finansman yoluyla temin etmek için sürekli olarak kredi arayışı içinde olmuştur. 1947-50 döneminde toplam 391 milyon dolar dış kaynağın büyük bir bölümü, 294 milyon doları ABD’den sağlanmıştır. Bunun 177 milyon doları bağış, 117 milyon doları kredidir. Bu dönemde batının lideri konumunda olan ABD ile yakın ilişkiler artmıştır. Bu yakın ilişkiler doğrultusunda, Marshall yardımları çerçevesinde Türkiye’ye gelen uzmanlar, devletçi sistemi eleştirmişlerdir. Bu eleştiriler hükümeti devletçi sistemi değiştirmek zorunda bırakmıştır. Hatta, Marshall yardımlarından yararlanılabilmesi için devletçi sistemin bırakılması gerektiği bu uzmanlarca açık bir şekilde ifade edilmiştir. Öz kaynaklarının yetersiz olduğunu bilen Türkiye, yardım alabilmek için bu sistemi bırakmak zorunda kalmıştır. 1. 2. 3. 4. Batılı uzmanların Türkiye’ye önerileri şöyle özetlenebilir: Ekonomide kamu girişimciliği daraltılmalı, özel sektör teşvik edilmelidir. Özel sektörün gelişmesi için ortam oluşturulmalıdır, Ağır sanayi projelerine girilmemeli, hafif sanayiye öncelik verilmelidir. Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğü tarımdadır. Tarımsal alt yapı iyileştirilmeli, tarım ürünlerinin işlenmesine dayanan projeler uygulanmalıdır, 5. 6. Karayolu ulaştırması alt yapısı iyileştirmelidir, Toprak sanayi, hafif metal, inşaat malzemeleri, deri ve orman ürünleri sanayilerine yatırım yapılmalıdır. Uzmanların yaptığı bu öneriler kendi içinde oldukça tutarlıdır. Nitekim ABD Türkiye’yi Marshall programına dahil ederken, Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasında ihtiyaç duyulacak tarımsal ürünlerin ve hammaddenin sağlayıcısı olarak düşünmüştür. Bu amaçla tarımsal üretimin artırılması ve tarımın dışa açılması önerilerini getirmiştir. Yapılan ayni yardımların da büyük bir bölümü tarımsal makineler ile yol inşaatında kullanılan makineler olmuştur. İktidardaki CHP, bu yardımı alabilmek için devletçiliği terk etmiş, “Yeni Devletçilik” adını verdiği daha liberal bir politika izlemeye başlamıştır. 1947’de İktisadi Kalkınma Planı’nı, 1948’de Yabancı Sermayeyi Teşvik Kararnamesi’ni yayınlamış, 1950’de Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nı kurmuştur. Savaş sonrası dönemde politika arayışları içerisinde olan Türkiye, uygulama şansı bulmayan 2 plan oluşturmuştur. Her iki plan da birbirleriyle taban tabana zıt görünmektedir. Bunlardan birincisi 1946 İvedili Sanayi Planı ve ikincisi 1947 Kalkınma (Vaner) planıdır. 1946 İvedili Sanayi Planı, 1930’lu yıllarda uygulanan devletçi sanayileşme planlarının devamı niteliğindedir. Bu plan ile sanayileşme hamlesine kalınan yerden devam edilmek istenmiştir. BBYSP ve İBYSP’dan daha kapsamlı ve daha derli topludur. Bu planlardan edinilen tecrübeler yansıtılmıştır. Üretim hedefleri 10 yıllık tüketim kalıplarına göre oluşturulmuştur. 5 yıl sonunda; tekstil, kağıt, çimento, demir-çelik ve diğer bazı temel ürünlerde kendi kendimize yeterli olacağımızı öngören bir plandır. Planın finansmanı ulusal kaynaklarla gerçekleştirilecekti. Dış konjonktürdeki gelişmeler nedeniyle bu planın uygulanmasından vazgeçilip, 1947 Kalkınma Planı oluşturuldu. 1947 planı daha önceki planlardan daha dengeli bir yatırım öngörmekteydi. Plan büyük ölçüde dış kaynak kullanımı ile finanse edilecekti. Tarım sektörüne ağırlık veren, tarım sektörünü diğer sektörlerle entegre etmeyi amaçlayan, karayolu yapımına ağırlık veren bir plandı. Bu açıdan bakıldığında, 1947 Kalkınma Planı’nın tamamen Marshall Yardımları’ndan yararlanmak için oluşturulduğu açıktır. Ancak bu plan da dış finansman konusundaki aşırı iyimserliğin gerçekleşmemesi nedeniyle uygulanamamıştır. 1947 planında özel kesimin gelişmesi için gerekli ortamın oluşturulmasına yönelik hedefler vardı. 1948 yılında Türkiye İktisat Kongresi’nde de, plana atıf yapılarak, bu önlemlerin artırılması istenmiştir. Yani özel sektöre daha çok sahip çıkılması talep edilmiştir. Bu plan döneminde (1948-1952) gerçekleştirilecek projeler için toplam 3.7 milyar dolar yatırım yapılması, bunun yaklaşık 650 milyon dolarlık kısmının dış kaynak kullanımı ile finanse edilmesi planlanmıştı. Planın uygulanması ile ödemeler bilançosu arasında bağlantı kurulmuştu. Dövizle yapılacak harcamalar 1816 milyon dolar yani toplam yatırımların yarısına eşitti. Uzmanların yaptığı tavsiyeler doğrultusunda, toplam yatırımların %43.7’si ulaştırma, %16.4’ü tarıma, %16’sı enerji sektörüne ayrılırken, sanayiye düşen pay sadece %19.6 idi. 1947 planında ilk kez büyüme hızı kavramı kullanılmıştır. Hem milli hasılanın büyüme hızı hem de sektörlerin bu büyümeye yapacakları katkı ayrı ayrı hesaplanmıştı. 1948-52 döneminde Milli Hasıla’nın %8 büyümesi hesaplanmıştı. Sektörlerdeki yıllık büyüme hızları ise; sanayi %14.8, tarım %6.5, ticaret %10.2, mesken üretimi %5.2, diğer hizmet sektörleri %1.2 şeklinde hesaplanmıştır. Özetle 1946-50 dönemi ekonomi politikasında arayış yılları olarak geçmiştir. 1950’de iktidara gelen DP bu arayışlara son vermiş ve vaad ettiği gibi liberal bir politika uygulamıştır.