Alperen Cihan Çetinkaya JOHN LOCKE’A GEÇ KALMIŞ TÜRKİYE’DE RESMİ İDEOLOJİNİN GÖLGESİNDEKİ DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ Din ve Vicdan Özgürlüğünün Gerçek Anlamı Ülkemizde henüz kurumsallaşmamış olan din ve vicdan özgürlüğü kavramı en temel insan haklarından biridir; yani evrensel bir haktır. Ancak bu hak özellikle militan laikliği benimseyen devletlerde gerçek değerini bulamamış ve sürekli ihlallere maruz kalmıştır. Bu tarz ‘sezaropapizm’ yapılanmalarda devlet, dinin bireye ve topluma bırakılmayacak kadar önemli bir şey olduğunu düşündüğünden dolayı, dini hayatı bürokratik din kurumları aracılığıyla kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Ancak insanların barış içinde yaşayabilmesi için özgürlüğe ve hoşgörüye ihtiyaç duyulmaktadır. 17.yy’da bu hoşgörüyü devletler düzeyinde anlatmak isteyen John Locke, din ile siyasi otorite arasındaki çatışmalar arasında şu sözleri dile getirmiştir: ‘‘Dini yüzünden ne Putperest, ne Müslüman, ne de Yahudiler devletteki medeni haklarından mahrum edilebilirler. Dürüst, barışsever, insanları ayrım yapmaksızın kucaklayan bir devlet buna gerek duymaz’’. Din ve vicdan özgürlüğü temelde iki aşamadan oluşmaktadır. Birincisi, kişinin vicdani bir kanaate sahip olması, ikincisi ise bu kanaatin dışa vurulmasıdır. Bireyler bir dine inanıp inanmamakta serbesttirler; inanmak ya da inanmamak din ve vicdan özgürlüğünün koruması altındadır. Yani din ve vicdan özgürlüğü sadece dindarları değil, aynı zamanda dine ilgisiz olanları ve tanrıtanımazları da korur. Aksi hali, din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır. Nitekim, din değiştirmek veya dinden çıkmak da din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi altındadır. Bunun yanı sıra din ve vicdan özgürlüğü, sadece bireylerin inançlarını ve vicdani kanaatlerini güvence altına almakla gerçekleşmiş olmaz, ayrıca gerek bireysel gerek toplumsal ilişkilerinde dini inançlarının gerektirdiği şekilde davranma özgürlüklerini de kapsar.1 Bunun gerçekleşebilmesinin ön şartı, vatandaşlarının her türlü kimlik farklılığına eşit mesafede olan tarafsız devlet ilkesinin tesis edilmesidir.2 Bu ilke, günümüzde birçok ülkede öngörülen bir hedef olmakla beraber, birçok ülkede ve bu arada Türkiye’de de henüz gereği gibi tesis edilmiş sayılmaz. Oysaki herkes, dini inancını veya felsefi mütalaalarını serbestçe seçme ve bunları yalnız veya başkalarıyla birlikte bir topluluk halinde ifade etme hakkına sahiptir.3 Din ve vicdan özgürlüğü, insanın hem onurlu bir hayat sürebilmesinin gerektirdiği bir hak kullanımı olması, hem de çatışma kaynaklarının kurutulmasına hizmet ederek toplumsal barışın tesis edilmesine katkıda bulunması bakımından vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Tarihi tecrübe göstermiştir ki, insanların inanç ve değerlerini özgür bir biçimde yaşayabildiği yerlerde refah ve zenginlik de artmıştır. Bu çerçevede, din ve inanç özgürlüğü hem ahlaki nedenlerle, hem de sonuçları bakımından savunulmayı hak etmektedir.4 ______________________________ 1-Erdoğan M. (2001) ‘‘Sivil Özgürlük Olarak Din ve Vicdan Özgürlüğü’’, Liberal Düşünce, Sayı:21, ss.41-42 2-Tarafsızlık ilkesi için bkz. (Arslan 1999). 3-Özipek B.B (2011) ‘‘Din ve Vicdan Özgürlüğü: Türkiye İçin Bir Anayasal Çerçeve Önerisi’’, Edit.: Murat Yılmaz, Yusuf Tekin, SDE Analiz, Ankara 4-Türkiye’de Din Özgürlüğü Raporu: ‘‘Dinler arası İlişkiler: Seküler ve Demokratik Bir Sistemde Barış İçinde Bir Arada Varoluş Arayışı’’ (2005) LDT, Ankara, ss.2-3 Türkiye Cumhuriyet’inde Din ve Vicdan Özgürlüğü 1923’te yeni filizlenen bir cumhuriyet olan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan miras kalan güçlü, radikal ve jakobenci otoriter bir gelenek üzerine inşa edilmiş, bunu yaparken jakobenci Fransa’nın yıllarca din-laiklik-ideoloji tartışmalarıyla nasıl geri kaldığı görmezden gelinmiştir. Bu felsefeyle kurulan devlet, yeni seküler bir toplum inşa ediyor, kendi ‘çağdaş’ halkını yaratıyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için de o dönem tek parti olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın oklarını resmi ideolojisi olarak belirlemişti. Devlet, kendi varoluş çizgisini bir kenara bırakıp toplumun hak ve özgürlüklerini korumak yerine, o toplumu baştan yaratmayı kendine görev edinmişti. Bu toplumsal mühendislik projesinde yeri olmayan kavramlardan biri de devletin kendi kontrolünde olmayan ‘din’ idi. Yeni devlet ideolojisi, Kemalizm eşliğinde baştan yaratılmak istenen toplumun önünde en büyük tehdidi din olarak görüyor ve John Locke’un dile getirdiği ‘liberal hoşgörü’ kavramını en baştan yok sayıyordu. Bu aşamada millileştirme ve laikleştirme çabalarını sürdüren devlet, bu çerçevede gayrimüslimler arasında da faaliyet göstermiş cemaatlerin yapılarını değiştirerek, kendi güdümündeki isimleri cemaat lideri yapmaya çalışmıştır. Laiklik ilkesinin o zamanlardan itibaren yanlış anlaşılıp uygulandığı görülüyordu; çünkü Osmanlı’dan miras kalan geleneğin de etkisiyle Türkiye’de laiklik, devletin dinler ve inançlar karşısında tarafsızlığı anlamında algılanmamış; Türk milliyetçiliği ile uyumlu hale getirilmeye çalışılmış, akabinde uzun vadede bu kavramın içi tamamen tasfiye edilerek totaliter bir ilke olarak algılanmıştır. Dini kıyafetlerin yasaklanması, şapka devrimi, ezanın Türkçe okutulması vb. örnekler bu algının tartışılmaz örnekleridir. İleriki dönemlerde devlet ideolojisinin laikliğe yaptığı ‘monolitik’ yorum, din-vicdan, ifade, örgütlenme özgürlüklerinin daraltılmasını ve demokratik siyasetin iktidarsızlaştırılmasına neden olmuştur. Oysa liberal ve demokratik bir sistem için bu ideoloji güdümündeki cumhuriyet değil, gerçek bir liberal demokratik cumhuriyet gerekliydi; ancak bu sayede özgürlükçü ve çoğulcu olabilirdi. Çok partili siyasal yaşama geçişle birlikte toplumun, devletin İslam’ından sivil İslam’a geçişe dair talepleri gündeme gelmiştir. Demokrat Parti dönemi ile birlikte kısmi liberalizasyon gerçekleştirilip, özgürlüklere adım atılsa da sık sık gerçekleşen askeri darbelerin de etkisiyle özgürlükler kesintiye uğramış ve Müslüman kitleler ile devlet arasında kalıcı bir uzlaşma sağlanamamıştır. Bu uzlaşının sağlanamaması devlet politikalarının yarattığı güvensizlikten kaynaklanmaktaydı. Modernleşme hareketinin Türk stratejistleri, İslam’ın yerini insanların zihinleri üzerinde yeni sınırlar tesis eden başka bir din, yani yeni bir ideoloji ile değiştirmeye kalkmışlar dolayısıyla da vatandaşlara kendi sağduyularına dayanarak inandıkları değerleri seçmeleri hakkını tanımamışlardır. Bu hakkı elde etmeye çalışanlara da ‘anti-etatist’ demişlerdir. Din ve vicdan özgürlüğü bu özgürlüğün gerçek temeli olan ‘laiklik’ kavramından ayrı düşünülemez; ancak devlet ideolojisi laiklik kavramını kendi belirlediği özel şartlara göre şekillendirmiş, Türkiye, din ve vicdan özgürlüğü konusunda sınıfta kalmıştır. Oysa laiklik Amerikan Anayasası’ndaki birinci maddesinde belirtildiği gibidir; yani devlet, hiçbir resmi din kurumu oluşturamaz ve hiç kimsenin inançlarını özgürce yaşamasına engel olamaz. Ülkemizde ise devlet, kendi laiklik anlayışını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Türkiye’nin laiklik ve din özgürlüğü konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu’ndan, Medeni Kanun’a ve Siyasi Partiler Kanunu’na kadar birçok mevzuatta bu ‘özel’ laiklik anlayışının kanıtları bulunmaktadır. Nitekim laiklik, din ve devlet ilişkilerinin kurumsal yapılanmasında, devletin belli bir din veya inancı ve bunun pratiklerini topluma benimsetmesinin adı olmadığına göre, Diyanet’in bugünkü statüsü özgürlükçü bir laiklik yorumuyla uyumlu olmaktan uzaktır. Sürekli laiklikten bahseden ‘Kemalist İnkılap Kanunları’na anayasal dokunulmazlık sağlayan ‘bürokratik statükocu’ anlayış, dinî hayatın tamamen devlet kontrolü altında olmasını ve devletin müsaade ettiği sınırlar içinde bir dinî hayatın yaşanmasını doğal hak olarak görmekte ve ideolojik bir din örgütlenmesini ‘laiklik’ adı altında kuvvetlendirmektedir. Resmi ideolojinin, sınırlarını kendisinin çizdiği ‘Müslüman Türk Milleti’ oluşturma çabasından dolayı5 devlet din politikasını Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütmüş, din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ile Sünni din anlayışı empoze edilmeye çalışılmış, büyük bir ideolojik endoktrinasyon uygulanmıştır. Cem evleri hiçbir şekilde ibadethane sayılmamış, hacca gitmek devletin tekeline alınmış, alevi köylerine istenmediği halde camiler yapılmış, Cuma hutbeleri dahi her yere merkezden gönderilmiş ve sonunda din ile ilgili olan her şey devletleştirilmiş ve bunun adına da laiklik denmiştir. Oysaki John Locke’un dediği gibi temel sorun devleti kimin ele geçireceği değil, devletin topluma ne ölçüde müdahale edebileceğiydi. Sekülerleşmeyi resmi ideoloji haline getiren devlet, din ve vicdan özgürlüğünün karşısında bir duvar gibi durmuş ve laikliği dini özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla eşdeğer görmüştür. ‘‘Devlet Baba’’ din ve vicdan özgürlüğünü bir insan hakkı olarak kabul etmemiş, kendi laiklik anlayışının izin verdiği ölçüde hukuki olarak tanınan ve bu tanımanın belirlediği çerçevede geçerli olan pozitif bir hak saymıştır. Çünkü Türk laikliğine göre, din sadece bir ‘duygu’dan ibarettir. Türkiye ancak militan laikçi ideolojinin izin verdiği ölçüde insan haklarına saygılı olmak, hukuk devletini ve demokrasiyi kurumlaştırmak durumundadır. İşte bu anlayış Türk demokrasisini daha gerçekçi bir ifade ile ‘yarı-demokrasi’sini (semidemocracy), Batı demokrasilerinden ayıran ve onu totaliterizme yaklaştıran en temel noktadır. Resmî ideoloji, dinin devletini yok etmiş ancak devletin dinini yaratmıştır6! İşte bu ideolojik yapıdan dolayı devlet bugün, toplumun inançlarıyla çatışma içindedir. Resmî ideoloji söylem olarak modernliğin temsilcisi ve öncüsü olarak kendisini sunarken, İslam’ı geriliğin ve baskının kaynağı olarak lanse etmekte ve dini ötekileştirmektedir. Çünkü İslam, hayatın her alanını düzenleme iddiasında bulunan, siyasi ve sosyal alanı düzenlemek isteyen ve son tahlilde bir din devleti amacı taşıyan bir dindir. Oysa gerçek şudur ki din ve vicdan özgürlüğünün önündeki engel İslam değil, Türkiye’de son dönemlerde liberal-demokrasinin gücü ile yıkılması için büyük çaba gösterilen, topluma kendi modernliğini aşılamaya çalışan Kemalist-militan laiklik algısıdır! Nitekim Sambur’a göre: ‘Resmi ideolojinin sınırlı bir din özgürlüğüne müsaade etmesi, din özgürlüğünün plüralist ve liberal nitelikte kurumsallaşmasına engel olmuştur. Türkiye’nin sosyal, siyasi ve hukuki açılardan din özgürlüğünü kurumsallaştırmaya ihtiyacı vardır, bu liberal demokrasilerin gereğidir’7. ______________________________ 5-Başdemir H.Y. (2009) ‘Optimum Değerler Olarak Laiklik ve Din Özgürlüğü’, Liberal Düşünce, Ankara, ss:37 6-Sambur B. (2009) ‘Türkiye’de Din Özgürlüğü Laisizm ve Resmi İdeoloji’, Liberal Düşünce, Ankara, ss:54 7-Sambur B. (2009) ‘Türkiye’de Din Özgürlüğü Laisizm ve Resmi İdeoloji’, Liberal Düşünce, Ankara, ss:59 Türk laikliğinin rasyonel ve tutarlı bir düşünsel temeli yoktur.8 Türkiye’deki laiklikle, dini inançları sınırlayan ve aşan bir üst değerler sistemi kurulmuştur. Din özgürlüğü, ulusal güvenlik konusu olarak değerlendirilmiş, dinî hayatın özgür bir şekilde ve spontane olarak gelişip çeşitlenmesi yerine, devlet kontrolünde onun homojenleştirilmesine çalışılmıştır. Nüfus cüzdanlarındaki ‘din’ hanesi buna en büyük kanıttır; oysaki devletin dinî ya da ideolojik doğruları olamaz. Bireylerin, devletin dışında devletin resmî ideolojisinden farklı düşünme, bireysel inanç ve değerlerini ifade etme ve savunma özgürlükleri vardır. Ancak 1923’te temeli atılan bu yeni devlet ideolojisi, 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ile birlikte yeni rejimin din ve vicdan özgürlüğüyle barışık olmayacağını ilan etmişti. Gerçekten de devletçi, dayanışmacı ve ideolojik olarak taraflı olan bu anayasanın arkasında yatan siyasi felsefenin, bireysellik, özgürlük ve insan hakları idealleriyle bağdaştırılması mümkün değildir. Lakin, Kemalist ideoloji laikliği Türkiye’nin yaşam felsefesi haline getirmiştir. Demokrasiden çok ‘Yargıçlar Hükümeti’ni andıran Türkiye, bu felsefeyi hiç aksatmadan ve her defasında uygulamıştır. Nitekim 1989-2008 başörtüsü kararları önemli örnekler ve hak ihlalleridir. Yıllar arasındaki farka bakınca Akif’in sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘‘Tarihtir, ders alırsak, düzeltiriz, tekerrür de etmez’’. Maalesef bizim ülkemizin tarihi tekerrürlerle doludur; bunun altında ise korku yatmaktadır. Siyasi ideoloji, dindarların Türkiye’nin kamusal ve siyasal hayatına etki edebilmeleri ihtimalinden korkmaktadır. Bu nasıl bir korkudur ki bin küsür yıldır var olan bir giyim tarzı olan başörtüsünü dahi siyasi simge sayabilmektedir? Ama ‘Devlet Baba’ ideolojisi buna izin veremezdi; çünkü bu yıkılmaz sanılan iktidarlarının sonu olurdu. Nitekim İstanbul Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak’ın ‘Başörtülü bir öğrenciye hak ettiği notu veremem’ sözü9 devlet ideolojisinin militanlığını ve ayrımcılığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. İslam’ın kamusal ve siyasal meselelerin dışında tutulması fiilen mümkün değildir. Nitekim Müslümanlar İslam’ı sadece dini bir inanç olarak değil, aynı zamanda değerli bir irşat kaynağı ve bir hayat tarzı olarak da görüyorlar. Böyle bir kavrayışın toplumsal alanda kendini dışa vurmaması düşünülemez. ‘Dünya işlerine karışmayan din’ anlayışı şüphesiz yanlış bir tanımlamadır. Çünkü bütün semavi dinlerin, kendilerine inananlara bu dünyadaki tutum ve eylemlerinde yol göstermek için var oldukları hususu, uzmanlık gerektirmeyecek kadar basit bir bilgidir. Aksi halde ‘din’ olamazlardı. İşte resmi ideolojinin bekçileri, kendi yarattıkları devletin kölesi olan devletçi seçkinler belki de en büyük hatalarını burada yapmışlar ve İslam’ın tarihsel olarak Türkiye’nin toplumsal dokusunda önemli bir yere sahip olduğu gerçeğini görmezden gelmişlerdir. 28 Şubat ile vurulan ‘irticacı’ damgası dahi aforoz edildikleri sistemin misyonerleri olmaları istenen İslami sosyal güçleri yok etmeye yetmemiş akabinde büyük bir ayaklanış ve refleksle kayıt dışı din, devletin yüksek din bürokrasinin dışında kalan sivil alanda artarak ortaya çıkmıştır. Devlet, dini gruplara sivil dini cemaatler olarak bakmak yerine onları irticacı siyasal topluluklar olarak görmüş ve her alanda kısıtlamaya çalışmıştır. ______________________________ 8-Başdemir H.Y. (2009) ‘Optimum Değerler Olarak Laiklik ve Din Özgürlüğü’, Liberal Düşünce, Ankara, ss:35 9-Başkan, B. (2009) ‘Başörtüsü Sorunu ve Meşrulaştırılamayan Yasakçılık’, Liberal Düşünce, Ankara, ss:123 Ancak gerçek olan şudur ki, devlet ideolojisinin din kurumlarının bütün çabalarına rağmen, dini açıdan homojen bürokratik bir toplumun meydana getirmesi mümkün değildir. Ayrımcı Kemalist ideolojinin, bugün seçmenlerin yarısının oyunu almış bir siyasi partiyi, seçimlerden çok kısa bir süre sonra kapatma davasıyla yüz yüze bıraktığı; dini özgürlüklerin alanının genişletilmesi gerektiğini savunanları ‘irticacı’ diye yaftaladığı; konu din olduğunda yargı kararlarını maddi olgular üzerinden değil de olasılıklar üzerinden değerlendirdiği; Türkiye’de Süryaniler'e soykırım yapıldığını ileri süren Süryani Meryemana Kilise Papazı Yusuf Akbulut’u bu düşüncesinden dolayı yargıladığı unutulmaması gereken hak ihlalleridir. Başörtülü kadınlarımız özgürlüklerinden yararlanamazken, Türkiye’nin laik bir cumhuriyet olmasından bahsediyoruz? Cumhuriyet’in yurttaşlarını kılık kıyafetleri nedeniyle Cumhuriyet’in düşmanı sayıyoruz? Başı açık olmak nasıl bir hayat felsefesini ifade ediyorsa, başörtülü olmak da, ateist ya da deist olmak da diğer bir hayat felsefesini ifade etmektedir. Bireylerin inançlarını özgürce yaşaması en doğal insani durum olduğu gibi, başkalarının da kendileri gibi özgürce inançlarını yaşaması gerektiğini anlamaları ve kabul etmeleri zor değildir. Vural Savaş’ın sözlerinden de anlaşıldığı gibi devlet ve adalet ‘tarafsız’ değildir, olamamıştır. Bu nedenle Türkiye’de liberalizm artık zamanı gelmiş bir düşünce akımıdır. John Locke’un Hoşgörü Siyaseti Önderliğinde Yapılması Gerekenler Günümüz Türkiye’si liberal ve demokratik bir toplum olmaktan çok totaliter bir manzara sergilemekte. Bu nedenle en başta devlet mekanizmasının siyasi, ideolojik alt yapısı yeniden bir inşa süreci geçirmeli ve baştan tasarlanmalıdır. Din ve vicdan özgürlüğünün gerçek anlamda tesis edilebilmesi için militan laiklik anlayışı kökten yok edilip, yerine ‘çoğulcu laiklik’ anlayışı getirilmelidir. Devlet, din ve vicdan işlerine karışmamalı, Kemalist ideoloji ve illiberal anlayışı terk etmelidir. Devletten ayrı ve bireylerin inançlarını istedikleri gibi yaşadıkları cemaatler şeklindeki dini örgütlenmelerin varlığı arttırılmalıdır, tüzel kişilik kazanma hakkı verilmelidir. Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kaldırılmalı, Cem evlerinin ibadethane statüsünün resmen tanınması sağlanmalıdır. Eğitim müfredatı, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında tekrardan yenilenmelidir. Nitekim bunlar liberal ve çoğulcu laikliğin gerekleridir. Bunların yanı sıra din ve vicdan özgürlüğünün tam manasıyla gerçekleşebilmesi için TBMM İnsan Hakları Komisyonu her yıl raporlar hazırlayıp, özgürlük ortamını temin edebilecek hukuki düzenlemelere önayak olmalıdır. 1923’te başlatılan kendi ‘çağdaş’ halkını yaratma projesi artık son bulmalıdır. Bunun içinde başlangıç sayılabilecek yapılması gereken iki şey var; birincisi, Diyanet İşleri Başkanlığı tartışmaya açılabilmeli ve akabinde kaldırılmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise, 1982 Anayasası’nın baştan aşağıya değiştirilmesidir. Türkiye’de devlet ideolojisinin ve din ve vicdan özgürlüğü algısının değişebilmesinin tek çözümü, otokratik mirastan kurtulup liberal, demokratik ve özgürlükçü standartlarda yeni bir anayasanın yapılmasıdır. Çünkü liberalizm insanların bir arada yaşamaya çalıştıkları zaman ortaya çıkan farklılıkların ve anlaşmazlıkların ortaya çıkardığı probleme cevap teşkil eden bir siyasi felsefedir. Bu farklılıklar da ancak, John Locke’un işaret ettiği gibi hoşgörü rejimi altında bir arada olabilir. Voltaire: "Eğer İngiltere'de bir din olsaydı tiranlık tehlikesi ortaya çıkardı; eğer iki din olsaydı onlar birbirlerinin gırtlağını keserdi; fakat otuz din var ve onlar birlikte barış içinde ve mutlu yaşıyorlar." Kaynakça: 1-Arslan Z. (2005) ‘Jüristokratik Demokrasi ve Laiklik: Türk Laikliğinin Siyasal İşlevi Üzerine’, Liberal Düşünce, Cilt:10, Bahar-Yaz 2-Başdemir H.Y. (2009) ‘Optimum Değerler Olarak Laiklik ve Din Özgürlüğü’, Liberal Düşünce, Cilt 14, Sayı:55, Yaz 3- Başkan, B. (2009) ‘Başörtüsü Sorunu ve Meşrulaştırılamayan Yasakçılık’, Liberal Düşünce, Ankara, Cilt 14, Sayı:55, Yaz 4-Erdoğan M. (2002)‘Türkiye Özgürleşebilir mi?’’, Liberte Yayınları, Ankara 5-Erdogan M. (2000) ‘‘Sivil Özgürlükler ve Kamu Alanı’’, Liberte Yayınları, Ankara 6-Erdoğan M. (2004)‘Demokratik Bir Toplumda İfade Özgürlüğü, Özgürlükçü Bir Perspektif’, Liberte Yayınları, Ankara 7-John Stuart Mill, (2004)‘Hürriyet Üstüne’, Çeviren: Mehmet Osman Dostel, Ankara, LDT Yayınları 8- Liberal Düşünce, (2009) Sayı 55, Yaz 9-Liberal Düşünce, (2008) Sayı 51-52, Yaz-Sonbahar 10-Liberal Düşünce, (2005) Sayı 38-39, Bahar 11-Liberal Düşünce, (2003) Sayı 30-31, Bahar-Yaz 12-Liberal Düşünce, (2001) Sayı 21, Kış, Sayı 24, Güz 13-Locke J.(2000) ‘‘İnanç Özgürlüğü ve Hoşgörü Üzerine’’, Editör: Aktan C.C, İ. Y. Vural, T. Aktan, Hak-İş yayınları, Ankara 14-Locke J. (1995) ‘Hoşgörü Üstüne Bir Mektup’, Çeviren: Melih Yürüşen, Liberte Yayınları, Ankara 15-Norman P. B. (2005) Piyasa, Ahlak, Din ve Devlet, Türkiye’de Din ve Vicdan Hürriyeti (Derleyen: Murat Yılmaz), LDT Yayınları, Ankara 16-Özbudun E. (2008) ‘Türban Kararının Gerekçesi’, Liberal Düşünce, Yaz-Sonbahar, Sayı: 51-52 17-Özipek B.B (2011) ‘‘Din ve Vicdan Özgürlüğü: Türkiye İçin Bir Anayasal Çerçeve Önerisi’’, Editör.: Murat Yılmaz, Yusuf Tekin, SDE Analiz, Ankara 18-Özdalga H. (2006) ‘‘Tehlikede olan ne? Laiklik mi? Koltuk mu?’’. Zaman Gazetesi (17.05.2006) 19-Sambur B. (2009) ‘Özgürlük ve İnsan Hakları Açısından Alevilik Problemi’, Liberal Düşünce, Cilt 14, Sayı:55, Yaz 20-Sambur B. (2009) ‘‘Türkiye’de Din Özgürlüğü, Laisizm ve Resmi İdeoloji’’, Liberal Düşünce, Cilt 14, Sayı: 55, Yaz 21-‘‘Din, Vicdan Hürriyeti ve Laiklik’’, Türkiye’de Din ve Vicdan Hürriyeti, Çeşitlilik, Çoğulculuk. Armağan, S.(2005), Liberte Yayınevi, Ankara 22-Türkiye’de Din Özgürlüğü Raporu: ‘‘Dinler arası İlişkiler: Seküler ve Demokratik Bir Sistemde Barış İçinde Bir Arada Varoluş Arayışı’’. (2005) LDT, Ankara