antik çağda sanat anlayışı

advertisement
ANTİK ÇAĞDA SANAT ANLAYIŞI
Sanatın ne olduğu sorusunu ortaya atan ve bu soruya ilk cevap arayan düşünür,
güzellik metafiziğinin de kurucusu olan Platon'dur. Fakat Platon sanatı sanat
olarak ele almaktan çok, onun sosyal ve politik yeri ve görevi üzerine
düşünmüştür. Bu nedenle sanat felsefesinin kurucusu, sanatı kendi başına bir
problem olarak ilk ele alan Aritoteles'tir diyebiliriz.
Aristoteles'in "poetika" adlı eseri düşünce tarihinin tanıdığı sanat üzerine
yazılmış ilk eserdir. Eser günümüze bazı bölümleri eksik olarak ulaşmıştır.
Aristoteles eserde genel bir poetika ile değil de edebiyat sanatı ve dil sorunuyla
uğraşmıştır. Yine de eserde Aristoteles'in sanat, sanat teorisi ve sanat felsefesi
ile ilgili çok önemli bazı düşünceleri bulunmaktadır. Fakat Aristoteles bu
düşünceleri sistematik bir şekilde incelememiştir. Eğer Aristoteles genel anlamda
poesis'i ele alan bir poetika yazmış ve diğer eserlerindeki sistematiği bu esere de
uygulamış olsaydı; ancak 18. yüzyılda bağımsız bir disiplin haline gelebilen estetik,
antik çağda Aristoteles'in eliyle kurulmuş olabilirdi.
Aristoteles'in Sanat Anlayışı
Platon, sanatın kaynağını açıklamak için "Prometheus" söylencesine başvurmuştu.
Söylenceye göre Tanrılar, evren oluştuğu sırada hayvanları soğuktan korunmaları,
düşmanlarına karşı kendilerini savunmaları ve yiyecek bulabilmeleri için çeşitli
şekillerde donatmıştır. Fakat bu ilk dağıtım sırasında insan unutulmuştur. Çıplak
ve savunmasız kalan insana acıyan Prometheus, göklerden ateş, Athena'dan
dokuma sanatını, Hephasus'tan dokumacılık sanatını çalmış ve insana vermiştir. Bu
grek söylencesi, sanatın dünyaya insanın çıplak doğa karşısındaki ilk
gereksinimlerini karşılayacak kaynaklar ve beceriler olarak geldiğini anlatır. Yani
sanatın kökeni, insanın yaşamını sürdürebilmek için girişeceği savaşta başarılı
olabilmesi için, aklını kullanarak doğaya eklediği şeyler anlamına gelir.
Aristoteles ise sanatın kökenini Prometheus olarak değil de, insan eli olarak
düşünür. Zanaatların doğuşunu açıklarken Platon'un Prometheus ile ilgili öyküsünü
yadsır ve insanın çıplak, savunmasız olduğunu görerek onu öteki canlılardan daha
aşağı görenler çok yanılıyorlar, der.
Aristoteles'e göre asıl aşağı olan yabanıl hayvanlardır. Çünkü onların tek bir silahı
vardır, oysa insan başka araçlar yapmaya yarayan ellere sahiptir. İnsan doğanın
en yetkin çocuğudur. Doğa ona zanaatları bulmasının kaynağı olan 'el'i vermiştir.
Bu nedenle Aristoteles'e göre zanaatkarlık öykünme içgüdüsü ile bir arada olan
bir beceriklilik ile başlar. İnsan doğanın yöntemlerini öykünür (mimesis). Sanat,
insanın eliyle doğanın başlamış olduğu şeyi tamamlamaktır. Bu tamamlama işlemi
ise öykünme ile sağlanır.
1
ANTİK DÖNEM SONRASI DEĞİŞİŞK FİKİRLER

Hegelin Sanat Anlayışı
( Georg Wilhelm Friedrich Hegel (27 Ağustos 1770, Stuttgart - 14 Kasım 1831,
Berlin) Alman filozof)
Sanat Eseri Nasıl Oluşuyor :
Bir sanat eserinin tinselleştirilmesiyle (ether) eser mümkün olmaktadır. Hegel,
buna sanatın etheri adını vermektedir. Buna yol açan Sanatsal alanlar arasında
sıralama ise en katı maddeden, malzemeden, yani; mimariden en uçucu olanına,
yani, müzik ve şiire doğru bir yükselme sırası izlemektedir. (Bu, Baudelaire’in
uçuculuğu ile bulutlarıyla karşılaştırılabilinir. Bkz. Baudelaire, Le Sple en de Paris,
çev: Tahsin Yücel, Adam Yayınları).
Sanat eserinin tini doğanın baskıcı tinin yadsınmasından oluşmaktadır. Hegele
göre sanata yolaçarak güzel olarak kabul edilenin doğa güzelliğinin yadsınmasıdır
aslında. Estetik denilen şey “sanatsal olarak güzellik bilimine” verilen adtır.
“Estetik olarak ele alınan güzellik, doğal güzelliğin dışlanmasıdır” (Bkz. Hegel,
L’introduction a l’introduction du Beau, Champs Flammarion, 1979, s.9).
A) Burada görüleceği gibi, doğanın denetim altına alınması işlemi içinde, daha
üstün bir işlem ortaya koyulmaktadır. Estetik, yani, güzellik bilimi doğal
güzellikten daha üstündür. Doğanın güzelliğinin karşısında bulunan güzellik bir
bilimdir; bir başka deyişle, güzellik bilimine konu olan şey estetik olabilir.
B) Bu şekilde, Hegel için “göğün, dağın, taşın güzelliğine göre estetik güzellik daha
üstündür’; çünkü estetik, estetik güzellik tinin (ruhun) ürünüdür” (s.10). Yani; ruh
doğadan üstündür, ve bu üstünlüğü ruhun yarattığı ürünlere de yansımaktadır.
“Bir insanın aklından geçen en kötü fikir bile doğanın büyük prodüksiyonundan
daha yüksektir, daha iyidir” (s.10). (MARKS Arı ve İnsan...)
Hegel şu mantığı gütmekteydi: sanatsal güzel, yalnızca ve yalnızca ruh tarafından
ortaya çıkarılmıştır. “Ruhun ürünü olmak şartıyla, sanatsal güzel doğal güzellikten
üstündür’ (s.10). O halde, sanat kaynağını, kurtuluşunu ve selametini ruha
bağlamakta, ruhtan esinlenmektedir.
Estetik kitabının ikinci cildinde Hegel “ Sanat gerçekliklere kendi soyutlamalarını
katarak doğadan daha üstün sembolik bir tinsellik arayışına giriştir, bu bir çeşit
öznelliktir “ Der...
Müzikle ilgili bu durumu şöyle açıklar :
Sesler müzik ile, dış formdan ayrılır ve görünür-günlük algısallığını bırakır; işitme
organı, kulak yoluyla müzikleşmiş sesler düzeni doğal referanslarını yitirir ve maddi
olamayan ruhtan gelen ideallik kendini gösterir (a.g.e. s.322). Müzikleşen malzeme
günlük kimliğini yadsır; müzik sesin bir yönünü (sıradanlığını) yok eder ve içsel öznellik
ortaya çıkar.
2

Kant’ın Sanat Anlayışı.
(Immanuel Kant, 1724 -1804 Königsberg tarihleri arasında yaşamış olan ünlü
Alman filozofu.)
O’nun estetik anlayışı yücenin yakalanışı şeklinde anlaşılabilir. Yüce ise, doğal
olandan tamamen bağımsız değildir…Lyotard, (Jean François Lyotard; filozof, edebiyat
teorisyeni, postmodernizmin ve postmodern felsefe 'nin öncülerinden olan çağdaş Fransız düşünürü 1924-
“Yüce Ve, Avangard” adlı makalesinde (Lyotard, L’inhumain, Galilee, 1988), Kant’a
göre yücenin tarifini şu şekilde vermektedir: “Güzel olanın duygusu, imgelerin
işleviyle kavramların işlevi arasında doğal bir nesnenin veya bir sanat nesnesinin
aracılığıyla ortaya çıkan serbest uyumun meydana getirdiği hazdır” (s.109). Yüce
ise daha belirsizdir; haz ve acı burada birbirine karışmıştır. Hissedilen haz
acıdan türemektedir. Herhangi büyük bir nesne, bir çöl, bir dağ, bir piramit veya
bir okyanus üzerindeki fırtına, bir volkan patlaması bu fikri doğurabilir. Hayal
gücü bu fikrin uygun olan temsiliyetini vermekte zorluk çeker. Bu ifadenin
anlaşılamaması bir acıyı doğurur. Özne, algılamaya çalıştığı ile hayal etmeye
çalıştığı arasında parçalanır, özne, mutlak olarak algılayamaz, Bu parçalanmanın
verdiği acı bir çeşit zevki doğurur ve bu ikili bir haz duygusudur: Hayal gücünün
yetersizliği görünemeyecek olanın kendisini göstermeye çalışır ve bu şekilde
baktığı nesneyi aklı ile uyum haline getirir; aynı zamanda da imgelerin yetersizliği,
fikirlerin erkinin büyüklüğünün negatif bir göstergesidir. Bu şekilde güzel
duygusunun sakinliğine karşın yüceninhissedilişi, tutku doluluğu, tansiyonu /
frekansı ortaya çıkarır. Sanat eseri bu frekansı harekete geçirebilendir
1998).
Kant’ta doğal olan ile sanat nesnesi arasında bir hiyerarşi yoktur. Ve de yüce ile
güzel duygusu arasında bir hiyerarşiden bahsetmek mümkün değildir. Sadece
aralarında bir kalite farkı vardır.
GÜNÜMÜZE GELİRKEN SANAT ÜZERİNE TANIMLAMALAR-SAPTAMALAR

Clive Bell,
(Arthur Clive Heward Bell 1881 –1864 İngiliz Sanat Kritikçisi)
1914 yılında Cezanne'dan etkilenerek yazdığı Sanat ('Art') isimli kitabında
sanatın biçim vermek olduğunu savunmuştur. Bell'e göre her biçim bu klasmana
girmez, çünkü önemli olan çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi aralarındaki
kombinasyonudur. Bu görüş temsilin sanatsal beğeniye etki etmediğini söyler.
Sanatı tamamen estetikle bağlantılı olarak tanımlar...
3

R.G. Collingwood,
( Robin George Collingwood 1889 –1943 İngiliz Felsefeci ve Tarihçi)
1938'da basılan Sanatın İlkeleri ('The Principles of Art') isimli kitabında
sanatın temel olarak duyguların yaratıcı ifadesi veya dışavurumu olduğunu
söylemiştir. Bunun yanında sanat ve zanaat arasında bir ayrım yapmıştır. Buna
göre zanaat, malzemenin bir plan doğrultusunda daha önceden tasarlanmış bir son
ürüne dönüştürülmesi iken sanatsal aktivite, araçlar ve amaçlar arasında,
planlama ve uygulama arasında ayrım yapmayı gerektirmez. Bunun yanında bu
görüşe göre, sanat herhangi bir duygunun da dışavurumu değildir. Bu duygu, ifade
edildiği ana kadar açıklık kazanmamış olup, ifade edilişi onun keşfedilmesine
neden olacak bir duygu olmalıdır. Bu aynı zamanda izleyiciyi de araştırmanın içine
alır. Bu teori sanat olarak kabul edilen bazı eserleri (örneğin Rönesans Döneminde,
sanatçının duygularını açığa çıkarmak değil, dinsel duygular uyandırmak amacıyla yapılan resimleri )
kapsamadığı için, yerini değişik kuram aramalarına bırakmıştır.

Arthur Danto
( Arthur Coleman Danto (1924- .... ) ABD'li sanat eleştirmeni ve filozoftur. Günümüz estetik
teorisinin önemli isimlerindendir:Colombia Ünv..)
Görüşü 1964'te yazdığı, Andy Warhol'un Brillo Kutuları eserinin, sanat eseri
olarak kabul edilmeyen gerçek Brillo kutularından görünürde ayırt edilemez
olmasından yola çıkan The Artworld ("Sanat Dünyası") makalesiyle atılmıştır. Bir
şeyin sanat eseri olarak kabul edilmesi için gözle görünen,kendi içindeki özellikler
dışında sanat teorisi, sanat tarihi bilinci gibi bağlamların da gerekli olduğunu
söyler....”Eser olarak sunulmuş olanların sanat dünyası adını verdiği bir çevre ile
bağıntılı bir şekilde etki etmesi gerekir “ Der... (Kurumsal Teori)

George Dickie (1926 doğumlu bir Amerikalı Felsefe Profesörü)
Danto'nun yukarıdaki görüşleri daha sonrasında onun makalesindenden yola çıkan
George Dickie bir teori geliştiriyor ve 1974'te yazdığı Art and the Aesthetics
("Sanat ve Estetik") isimli kitabında sanatın tanımını şöyle yapıyor: "Bazı kişi ve
çevrelerin kendisine, sosyal bir kurumu (sanat dünyası) temsil eden bazı
kişi/kişiler tarafından beğenilmeye aday olmaya hak kazandırdığı özgün bir yapıt"
olarak yapmıştır. Bu tanımda sanat eseri değerlendirmeye alınmayıp tarafsız bir
anlamda kullanılmış, sadece değerlendirmeye aday olduğu belirtilmiştir.
Bu yaklaşıma göre :
 Sanat eseri, sanat dünyası çevresine sunulmak üzere yaratılmış özgün bir
yapıttır.
4




Sanatçı, sanat eseri yaratımına bilinçli olarak katkıda bulunan bir kişidir.
Sanat insanları, kendilerine sunulan sanat nesnesini anlamak için belli bir
birikime sahip kişilerdir.
Sanat dünyası, tüm sanat dünyası sistemlerinin bütünüdür.
Sanat dünyası sistemi, bir sanat eserinin bir sanatçı tarafından bir sanat
dünyası çevresine sunulmasına yarayan bir çerçevedir.
Bu görüşte bütün bunlar ile düşünülerek özetle şu denmekte :
Sanat eseri: Bilinçli olarak insan elinden veya fikrinden çıkmadır. Belli bir sosyal
kurum (sanat dünyası) adına hareket eden kişi veya kişiler tarafından, bazı
kısımları hakkında fikir birliğine varılmış olunmalı, beğeni kazanmaya aday
olmalıdır.
 Ludwig Josef Johann Wittgenstein
(1889 - 1951 öncelikle mantık alanlarında çalışmış bir Avusturya-İngiliz filozof )
Bazı olguları,durumları tanımlamak gerekmez diyor ve bunu esas alan

Neo-Wittgenstein'cı Görüş : sanat da açık bir kavramdır ve
tanımlanamaz.şeklinde yaklaşıyor... Ancak bu, felsefi açıdan bir
sorun yaratmamalıdır, çünkü aile benzerliği (konsensus) yöntemi
kullanılarak neyin sanat olup olamayacağı konusunda hükümler
getirmek olasıdır.

Sanata Dahil Etmek İçin Aile Benzerliği İçin Aranan Koşullar İse :

Hem sanatçı hem izleyici için yaratıcı algılama gerektirmesi,

İçerdiği fikirlerin akla kolay gelir türden olmaması

Birçok farklı katmanda algılanabilme özelliği olması ve değişik yorumlara açık
olması,

Bir beceri izlenimi vermesi,

Kendini bilinç ve bilinçaltı arasında veya gerçek ve yanılsama arasında bir oyun
olarak göstermesi,

İçinde işlevsel amaç dışında bir fikir barındırması,

Sanat olarak tecrübe edilmesi amaç edinilerek yaratılmış olması.
5
Kaynakça


Dickie, George (1997): Introduction to Aesthetics : An Analytic
Approach: Oxford University Press, USA
Warburton, Nigel (2003): The Art Question: Routledge, USA (19
Temmuz 2005)
SANAT ÜZERİNE (Ayrıca)
Sanat Olma Durumu Neleri Yapıyor ?
Tanilli : “Anlamlı biçimlerin özgür yaratılışı, nesnelliğin özgürce bir uğraşıdan sonra
anlamlı biçimlere dönüştürülmesi “... Ernest Fıscher in sanatın gerekliliğinde söylediği bir
şey var, Onu çözmeye çalışalım: Diyor ki; her zaman yanından geçtiğim, her zaman görüpte
gündelik hayatımda bir şekilde bir yerde duran herhangi bir durum nasıl oluyor da, ben ona
bazen hayran oluyorum. Oysa her gün bu çakıl taşlarına basıp geçiyorum. Ya da oysa her gün
bu dilenciyi görüyorum ya da her gün annemi görüyorum. Ama bir tabloya girdiği zaman
(bazen), o başka bir kimlik kazanıyor. Sanat eseri her zaman gördüğümüzün, sanatçı
tarafından yüksek bir kültürel uğraşı ile başkalaştırılıp, kendi diline dönüştürülmesidir mi ?
İnsan gerçeği aramak yani bütün nesnelerden gücü yettiğince kuşku duyarak gerçeği
aramak ve o nesneler ile arasındaki ayırımı bilmek gibi bir güdüsü olan, özelliği olan bir
yaratık. Zaten bilmenin sonrasında da bildiğini değiştirmek geliyor insanlığın evrimi de
burada başlıyor. Yani biz aslında bildiklerimizle gördüklerimizi değiştiren, irade olarak
değiştiren biricik canlıyız doğanın içerisinde. Bu bizi doğaya karşı galip çıkarıyor. ....
İnsan olarak diğer canlılardan ayrıştığımız birinci boyutumuz gerçeği arama, kuşku
duyarak arama . Gerçek olarak kendisine görünür olan üzerinde de düşünmek, bilgiyi
geliştirmek; anlamak - anlamlandırmak ve tatmin olmak ve böylece değiştirmeyi tasarlamak:
Bunu (DÜŞÜNMEK) ikinci boyut olarak görüyoruz ...Buna tasarlamanın bir ön adımı
diyebiliriz... ve sonrasındaki belki de en özel boyutumuz değiştirmek. Bu değiştirme irade
olarak olduğunda bir tek bizde doğayı doğal olandan başkalaştırma gücü taşımamıza yardım
eden boyutumuz ki, kitaplar buna kültür diyor. Sanat olan galiba kültürel olanın en ince
üretimlerinden bir tanesi. Doğal olan ve kendi doğallığı içerisinde sürüp gitmekte olan
nesnelliğe, insanın müdahale ederek, kendine özel bir dille o nesnelliğe şekil vermesi bizi
etkiliyor
Romantik dönem bugünkü batılı anlamıyla sanat kavramının yerleştiği dönem. Ve o
zaman diyor ki ressam ; dağlar, biz romantik olduktan sonra güzelleşti. İnsanın doğa
üzerinde egemenlik kurma meselesine bağlamak istiyorum. Bu kültür olarak tanımlanır ve
çok uzun süre pozitif bir şey olarak algılanmıştır. Kültürün en üst düzey ürünü olarak sanatın
başka bir fonksiyonuna dikkat çekmek istiyorum. Kültür; insanın doğa üzerinde egemenliğini
sağlar ama bunu da yaparken insanı, doğasından uzaklaştırır bir yandan. Bu yüzden modern
insan psikolojik olarak, travmalıdır, sorunludur,sıkıntılıdır,mutsuzdur günlük hayatta. Çünkü
doğasından uzaktır. İşte sanat insanı bu doğayla yeniden bütünleştiriyor. Siz bir müzik
çalışması dinlediğiniz zaman, evrenin içindeki yerinizi, sözcüklerle ifade edemiyorsunuz ama
ruhunuzda yeniden hissediyorsunuz.
6
(GOMBRICH) İlkel topluluk insanlarının kafasını anlamaya çalışalım eğer onları
çözersek, sanatın insanın doğayla girdiği ilişkiden nasıl evrimleşerek geldiğini çok daha rahat
anlayabiliriz dder. İlkel adamlar, imgeleri bakılacak güzel şeyler olarak değil de, kullanılacak
güç nesneleri olarak görecekleri bir yaşam içindeydiler...Kendimize bakmamızda da yarar
bulunmaktadır. Günümüzün gazetesinde verdiği sevdiğimiz bir yıldız, popüler bir tip ile
karşılaşılabilir. Elimize iğne alıp, bu kişinin gözüne batırılması durumunun, bizi hiç
etkilemediğini söylemek mümkün mü? Sağlam bir kafayla düşündüğümüzde, fotoğrafa
yapılan bu davranışın, o kişiye herhangi bir etkisinin olamayacağını var saysak bilir bu durum
bizi etkiler. En azından bizi duyarlaştırır. Nerede olduğu bilinmez ama imgeye karşı yapılan
bir şeyin o imgenin temsil ettiği özneye de olduğu sanısı içimizde hep olmuştur. Bu garp us
dışı diyebileceğimiz duygu her zaman olmuştur. Dünyanın her yerinde halk doktorları,
büyücüler ya da din adamları bu uygulamayı hep yaparlar ve etkili olduğunu düşünürler ve
düşündürürler. Zararlıya benzeyen kaba bir figür yapıp onu, sonra parçalamak, yakmak,
bozmak v.b. İmgeyle gerçeklik arasındaki ilişki, tarihte yakın geçmişte de çoğu kez dolaysız
olabilmiştir. Doğrudan imge, gerçeğin kendisini de ifade edebiliyor. Tüm bunlar bireyde
yerleşik ussal akılsal anlayışın, ötesindeki algı kanallarına işarettir. Yerliler bir keresinde,
sürülerinin resimlerini yapan bir ressama şöyle sormuşlar: hayvanlarımızı alıp götürürsen
nasıl yaşarız? Eğer bunu çözersek sanatın insan doğasından nasıl çıktığını çözmemiz daha
rahat olur.
Sanat acaba kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisini sezmiş ya da bunu akılla
kavramış insanın bu acizliğe kendi iç kozmosunu yaratarak karşı durma edimi mi? Sonuçta
doğamızdan üreyen bir şey ama insanın kendi dışındaki doğaya güçlü olabilmek için kendi
içinde kendi doğasını üretme çabası mı? İnsanın kendini gerçekleştirme yolu da denilebilir
belki.
Sonuçta O, anlama, anlamlandırma; bütünü yorumlama oluyor… Bütün bunu hayatın
varedenleri gözeterek, ondaki –hayatın içindeki- tekil bir duruma ait gördüğünden evrensel
sonuçlara ulaşarak /ulaştırarak yapıyor dersek yanlış söylemiş olmayız.
Bir de şöyle tartışalım (daha bir bilimsel olsun :) ;
Sanat ; tasarlanarak organize edilen, içerisinde bildirimler taşıyan, kişiye çeşitli düzeylerde
göndermelerde bulunan ve ortaya bir ürünün ortaya çıktığı sosyal/kültürel bir yaratmaalgılama-etkileme-etkilenme alanı özelliğindedir. Tasarlanmış bütün sosyal/kültürel ürünler
içinde sanatsal ürünlerin bir kısmı, “SANAT” adı altında toplanabilecek ve diğer tüm
ürünlerden çok daha ağırlıklı olarak her parçasında varlığını sezdiren değişik bir tür özel
içeriğe sahiptir. Bu boyuta sahip ürünlerin yaratılış temel gerekçesi, pratik maddi beklentinin
ötesindedir. Büyük ölçüde gündelik olan bitenleri aşar, daha geniş erimli uğraşıdır ve diğer
tüm kültürel ürünler ile arasındaki fark, onların tüketildiklerinde kendilerinden bir eksilme
yerine çoğu kez artma, çoğalma ve yenilenme özelliğine sahip olmasıdır. Bir ürün türü var,
tüketilme özelliği taşıyor, ne var ki her tüketilişinde kendisine yönelik olarak oluşmuş özel
içerikli "yargıda” – ki bu yargı güzellikle ilgili değerlendirmedir - eksilme yerine bir
“çoğalma” olabiliyor.
Bir sanat ürünü karşısında “güzel” yargısından “çirkin” yargısına dek uzanan bir güzellik
değerlendirmesi yapılır. Her yeni bakışta “güzel” yargısı “daha güzel” yargısına, “çirkin”
yargısı yine belki “güzel” yargısına dönüşebiliyor. Bu da bütün diğer insan ürünlerinde
7
olmayan bir özelliği göstermektedir. Bu özellik, bir üründe bulunan kullanılabilirlik, işe
yararlılık, bulunmazlık gibi yanları aşan estetik ile ilgili bir içeriğe karşılık gelmektedir.
Estetik, bir “değer”dir. Sanat ürünleri, insandaki içsel (tinsel) değerlere bu “değer” aracılığı
ile göndermelerde, çağrıştırmalarda, hareketleme ve etkilemelerde bulunan biçimsel bir
yapılanma ile oluşmaktadır.
Sanatta da tüm kültürel ürünlerde olduğu gibi elbette doğadaki malzemeler
kullanılarak bir ürüne erişilmektedir. Bu ürüne beğeni yönüyle bakıldığında bu beğeninin
güzellik / çirkinlikle ilintili bir yargısı ortaya çıkar. İşte, sanat ürünleriyle ilgili bu tür özelliğe
sahip yargılar, ürün her izlenişinde, dinlenişinde, okunuşunda, düşünüldüğünde
değişebilmektedir. Bu hareketlenme ve hareketlendirmelerin neler olduğuna baktığımızda
sanat ürünleriyle sanat ürünü olmayan ürünlerin ayrımına biraz daha ulaşmaktayız.
Özetle ;
Bir sanat ürünü tasarlanarak üretilmiş olmasına karşın tüm tasarlanarak üretilmiş
ürünlerde var olan kullanım ve araç olma özelliğini aşan, estetik adı altında ifade
edebileceğimiz bir işlevle yüklü olup, bu işlev sanat ürününde asli işlevdir ve onun yaratılış
temel gerekçesidir.
Sanat ürünleri;
a. Sanatçı –diye ad verilen bir özellikli birey- tarafından üretilen,
b. Tek bir bireyden en büyük insan topluluğuna kadar uzanan bir yelpaze içinde beğeni
ile değerlendirilen,bu bu yargıyı esasen içsel durumumuza derin etkide bulunmuş olduğu için
kazanan,
c. Oluşturulan ürünün içinde bulunduğu alanın (sanat alanının) ön geçmişinden o
ürünün üretildiği ana kadarki süreçte kanıksanagelmiş, bir toplumsal uzlaşma ile kabul
edilmiş yaklaşım-uğraşı ile çalışılan,
d. Üretildiği andan sonraki süreçte kendisine yönelik olarak oluşmuş beğeni içerikli
ilginin başka bir tür içeriğe, örneğin maddi ranta, (ideolojik misyon,eğitsellik vb. gibi) başka
bir maddi bir beklentiye, bir malzeme olarak kullanılabilirliğe vb. dönüşmeyip asıl işlev
olarak yalnızca “estetiği” kapsayan beğeni içerikli kaldığı”,
e. Kendi alanında üretilmiş kendisinden önceki tüm ürünlerde ulaşılan en son teknik
düzeyi üstünde taşıdığına dair ipuçlarına sahip ve sözü edilen teknik düzeyi aşma özelliği
gösteren (ki bu, yetkinlik,özgünlük, biriciklik vb. olarak da tanımlanabilir),
f. Temel kaygısı malzemelerin “estetik etki için organizasyonu” olan ve
biçimselliğinde asıl bu yöne dair duyarlılık taşıyan,
g. Yaratma için kaçınılmaz görebileceğimiz boyutta son derece “özgür” bir çalışma
süreci sonucunda üretilmektedirler.
Yukarıda özetlenen sanatta var olanlar ile donanık tüm ürünlerin sanat ürünü olamayacağı da
söylenebilir. Bunların bir kısmı tek başına estetik/ sanatsal niteliğe sahip, bir kısmı ise estetik/
sanatsal niteliği taşıyan ne var ki içinde asli olarak başka türden nitelikleri barındıran, sanat
ürünü “olamayan” ya da zaten bunu arzulamayan ürünlerdir.( Bunlara sanat yapıtları vb.
yerine sanatsal çalışmalar demek geçerli olabilir..)
Sanat ürünleri, üreticisinin (sanatçısının) ürününde var ettiği uygulamaları aşan bazı başka
(diğer) anlamları yüklenirler. Bu, tüketicinin (ürünü algılamaya, yorumlamaya dinlenmeye
yargılamaya vb yönelen bireyin) kendi bireysel bilinci içinde var olan değerler ile sanat
ürününün içinde ortaya çıkan değerler arasındaki özel ilişki arasında oluşur. Sanat ürünlerinin
sürekliliğini sağlayan içeriği bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bireysel bilinçliliğe bağlı
değerler çeşitlilik taşımakta, her keresinde farklılaşabilmektedir.
Ne var ki, Yine de, tüketen için yukarıda aktarılan özelliklerin tamamını barındırdığı
varsayılan her ürün, sanat yapıtı olarak kabul edilebilir. Ama bu, o bireye göredir...
8
Sanat alanında çalışılmış bir estetik/ sanatsal ürün, temel olarak seslerinnesnelerin-renklerin ve hareketin organizasyonu sonucunda ortaya çıkmaktadır. ,
Bunlar, sanatçının anlayışı doğrultusunda düzene sokularak bir anlama, bir ifadeye
dönüşürler. Doğada tek başına ses ya da hareket – ya da durumlar doğanın bir
malzemesi olmasından öte bir anlam taşımazken, sanat eserinde kurgulanmaları ve
kontrollü bir biçimde şekillendirilmeleriyle doğal konumlarını yitirirler ve başka
düzlemde yeniden şekillenirler. Bu yeniden şekillenişleri yoluyla bir özel dile, bir
çağrıştırıcı malzemeye dönüşürler. Ki, bu dönüşüm etkisi ile sanatı hisseden bireyin
varlık sorunu,kimlik ve evrensel değer konusuna karşılık gelen sorgulamaları ve bu
sorgulama sonucundaki aydınlamasını hareketlendirir.Sanattan yaşanan haz esasen bu
aydınlanma nedeniyledir.
Bütün bunlar özetle şunu anlatır aslında :
Sanat, kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisizliğini sezmiş ya da bunu akılla
kavramış insanın, bu acze kendi iç kosmozunu yaratarak karşı durma edimidir. Bu ise bir
hazdır – bir güç ve doyumdur.
II
Sanatın yaşandığı/ yapılıp-edilip hissedildiği çeşitli disiplinler (alanlar) çıkıyor karşımıza.
Görsel Sanatlar, Plastik Sanatlar, İşitsel Sanatlar, Sahne Sanatları vb… bu disiplinleri anlatır.
Her bir alan, bu alanların içinde kabul edilmiş malzemeler ile sanatın yapılıp - edilebildiği bir
disiplindir. Yaşamın içinde karşılaşılan her araç-her durum-her olanak estetize
edilebilir,güzellik etkisi ile koordine edilebilir. Bu uğraşıların ‘sanat olanı’ vardır, ‘sanatsal
olanı’ vardır. Bu ayrım uzun ve çetrefillidir ancak ‘sanat olan’ diyebildiklerimiz yukarıda
anlatılan değerleri taşıdığını gördüklerimizdir. ‘Sanatsal olanlar ise asıl fonksiyonları
eğlendirmek - eşlik etmek vb. araçsal nitelik taşıyanlardır; asıl amacı araçsallıktır... O’nu –
durumları-malzemeleri-olguları vb- sanat halinde üretenler tarihte besteci-yorumcu-sanatçı
şeklinde niteleniyor ve bunların içinde yüksek niteliğe sahip eserler bırakanlar dikkat çekiyor:
Sanatın tarihi işte bu niteliğe sahip ürünlere imza atmış bir tür ‘dehaların’ ve onların
ürünlerinin tarihidir aslında…
(Dr. Lütfü EROL)
9
BİLİMİN ÜZERİNE
Bilimin Tarihi Üzerine
Geniş bir perspektif içinde bakıldığında Bilim’in uzun ve çetin gelişiminde şu 4 aşamayı
görebiliriz:
1.Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarına rastlayan Ampirik bilgi toplama aşaması;
2.Antik Grekler’in evreni açıklamaya yönelik akılcı sistemlerinin kurulduğu aşama;
3.Ortaçağ’ın Grek Felsefesi ile dilsel dogmaları bağdaştırma çabası karşısında Müslüman
dünyadaki bilimsel çalışmaların parlak başarılarını kapsayan aşama;
4.Rönesans sonrası gelişmelerin yer aldığı Modern Bilim aşaması.
Bilimin Kökeni
Kökleri çok gerilere uzanmakla birlikte, bugün ‘Bilim’ diye nitelediğimiz bilgi ve düşünme
türü uygarlığın oldukça yeni sayılan bir ürünüdür. Tarih öncesi çağlarda Felsefe, Din, Efsane
gibi ruhsal; el sanatları gibi pratik hayat ihtiyaçlarına yönelik uğraşılar dışında, gözleme
dayalı kavramsal düşünme demek olan Bilim’den söz etmek zordur. Şu kadar ki, bu
uğraşıların dayandığı bilgi, teknik ve kavramların sonraki çağlarda daha belirginleşen bilimsel
kavram ve işlemlere kaynaklık ettiği de inkar edilemez. Denilebilir ki, bilimsel düşünme ve
bulma çabasının kökeninde bir yaşamı güvenilir ve rahat kılma, diğeri dünyayı anlama
gibi iki temel ihtiyaç yatmaktadır. Bu ihtiyaçlardan ilki, insanlığın uzun tarihinde kuşaktan
kuşağa bırakılan çeşitli yaşantı ve beceri biçimlerini kapsayan bir teknik geleneği, 2.si
insanoğlunun duygu, inanç ve düşüncelerini içinde toplayan bir kültürel geleneği
oluşturmuştur. 2 gelenek başlangıçta ve uzun süre, çoğu kez ayrı ellerde, birbirine yabancı
kalmış, yeterince karşılıklı etkileşim olanağı bulamamıştır. Antik Grek Uygarlığı’nın parlak
dönemlerinde bile, bir yanda uğraşları el becerilerine, basit tekniklere dayanan zenaatçıların,
öte yanda duygu, inanç ve düşünce dünyasını oluşturan şair, politikacı ve Filozoflar’ın yer
aldığını görüyoruz. Ayrılık Ortaçağ boyunca kendini sürdürmüş, ancak Yeniçağ’ın başlarında
ortadan kalkmaya yüz tutmuştur. 2 geleneğin birleşim ve karşılıklı etkileşim koşulları
gerçekleştikten sonradır ki, ancak modern anlamda Bilim’in ortaya çıkmasına tanık olunur.
Rönesans’la başlayan bilimsel düşünme ve araştırma çabası, iki geleneğin, deneye olanak
veren teknik becerilerle, kavramsal düşünmeye yol açan metafizik türden teorik çalışmaların
etkili bir kaynaşmasına dayanmıştır.
İnsanın Doğa’ya egemen olma istek ve çabası kendi tarihi kadar eskidir. Fakat Doğa’yı
anlama ihtiyacı da o kadar gerilere gider. Modern Bilim’in doğuşu bu iki isteğin birleşmesini
beklemiştir. Bununla birlikte, ilkel insan yaşamında bile bu iki isteğin tümüyle ayrı olduğunu
söylemek güçtür. Çünkü, ilkel insan Doğa ile ilişkisinde basit teknik becerilerini kullandığı
kadar, büyü türünden birtakım akıl dışı yollara başvurmaktan da geri kalmamıştır. Büyünün
amacı da teknoloji gibi Doğa’yı etkilemektir: Ölmekte olan hastaları iyileştirmek, beklenen
doğal felaketleri önlemek, düşmanların yok olmasını sağlamak... gibi. Hatta aynı amacı,
dünyanın varoluşu ve düzeni ile ilgili çeşitli kültürlerde yer yer sürüp gelen efsane türünden
masal veya hikayelerde de buluruz. Güneşin, ayın ve yıldızların yaratılış ve varoluş nedeni
insanoğlunun hayat ve ölüm karşısında duyduğu korkuyu giderme, aradığı güveni ve rahatı
sağlama olarak tasavvur edilmiştir. Gerçi büyüde bile Doğa’nın isteğe göre değişmediği,
bazı kanunlara boyun eğmek gerektiği düşüncesi üstü örtük de olsa vardır. Ateşin daima
yaktığı, suyun ıslattığı, güneşin parlak olduğu, hava bulutlu olmadıkça yağmurun yağmadığı,
yazların sıcak, kışların soğuk gittiği gerçeğinden ilkel insan da kendini çoğu kez
10
kurtaramayacağını bilirdi. Ne var ki, büyü ve efsane doğrudan bilime yol açmamıştır. Bilimin
doğuşu için Doğayı kontrola yönelik katı bir faydacılık dışında, fayda amacı gütmeyen,
katıksız bir anlama ve bilme tutkusuna da ihtiyaç vardır. Böyle bir tecessüsün
belirmesine ve etkinlik kazanmasına ilkel insanın hayatı pek elverişli olmamıştır.
Bilimsel Gelişmenin Niteliği
Bilim’in gelişmesi ile ilgili görüşler çeşitlidir; bunlardan ikisine değinmekte, konuya yaklaşım
açımızı belirlemesi bakımından, yarar görmekteyiz. Bu görüşlerden birine göre, Bilim yavaş
fakat sürekli ilerleyen bir bilgi üretme coğaltma sürecidir. 2.görüşe göre ise, Bilim’de gelişme
teorik düzeyde yer alan köklü düşünme değişikliklerinin bir sonucudur. 2 görüş, ilk bakışta
sanıldığı gibi, bağdaşmaz nitelikte değildir. Her ikisinde de gerçek payı vardır. Bilim’in
gelişimi karmaşık bir olaydır. Bir cephesinde devrim niteliğini taşıdığını görmekteyiz.
Gerçekten, Bilim’in gelişimi, olgusal bilgilerimiz yönünden sürekli bir birikim, saptanmış
olguları yorumlama ve açıklama yönünden ise ancak zaman zaman patlak veren
düşüncede devrim biçiminde görünmektedir. Bilim Tarihi 2 görüşü de kanıtlama olanağı
veren örneklerle doludur. Geçmişte gözlem ve deney yoluyla saptanmış pek çok olgusal
gerçekler (örneğin gezegenlerin hareketleri, gazların özellikleri, sarkaç salınımı, gel-git olaı,
cisimlerin serbest düşmesi, vb. bu tür olgular arasında sayılabilir) giderek artan bilgilerimizin
bir bölümü olarak geçerliliklerini sürdürmektedir. Bunları bir yana itme, geçersiz sayma
yoluna gidemeyiz; geçmişte bulunmamış olsalardı, bugün bulunacaklardı. Oysa aynı
sürekliliği, olguları açıklama amacıyla bilginlerce ileri sürülen teori veya teorik nitelikteki
hipotezlerde bulamamaktayız. Bilim Tarihi’nde aşağı yukarı aynı olgu grubunu açıklamak
amacıyla değişen aralıklarla, çoğu kez birbirleriyle bağdaşmaz teorilerin ortaya atıldığını
görüyoruz. Bir örnek vermek gerekirse, gök cisimlerinin (gezegen, uydu, güneş ve yıldızlar
gibi) gözleme konu hareketlerinin açıklaması yolunda Eudoxos’dan Newton’a kadar geçen
2000 yıllık sürede ortaya atılan değişik teorileri gösterebiliriz. Bu gibi teoriler, olgusal
buluşlar gibi bir bilgi birikimi yaratmamakta, tersine her biri bir önceskini yıkma veya hiç
değilse değiştirme rolü ile ortaya çıkmaktadır.
Her teori Doğa’ya belli bir bakış açısını ifade eder; fakat başka bakış açıları olanağını ortadan
kaldırmaz. Herhangi bir teoriden ortaya atılmasında veya benimsenmesinde olgulara uyma ve
olguları açıklama gücü kadar kişisel beğenilerimiz de rol oynamaktadır. Bu nedenledir ki,
aynı alanda rakip teorilerin ortaya çıktığını ve uzun süre tutunan teorilerin bile birtakım
koşulların oluşmasıyla geçerliklerini, bazen beklenmedik bir biçimde yitirdiklerini görürüz.
Aslında bilimin gelişimi ne tek başına teorik görüş değişikliklerinden, ne de yalnızca
birbirinine eklenen sürekli bir buluşlar zincirinden ibarettir. 2 süreç birbirini tamamlayıcı
niteliktedir. Yeni olgusal buluşlar yeni teorilere yol açtığı gibi, yeni teoriler de yeni gözlem ve
deneylere kapı açmakta, dolayısıyla yeni buluşların koşullarını hazırlamaktadır. Olgusal
buluşlarla teorik açıklamalar arasındaki bu karşılıklı etkileşim bilimde gelişmenin gerçek itici
gücünü oluşturur. Bu itici güçten kaynaklanan bilimsel gelişmenin iki dönemli bir süreç
olduğunu söyleyebiliriz. Dönemlerden biri teorik düzeyde açılmayı, ötekisi bu açılmanın
olgusal düzeyde pekiştirilmesini simgeler. Fakat her pekiştirme, er geç, yeni bir açılmanın
gerekleri de oluşturmaktan kendini kurtaramaz.
Kaynak :
Yrd. Doç. Dr. Serhat Küçük
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~skucuk/bilimvebilimtarihi.pdf
_________________________________________________________________
11
BİLİMİN ANLAMI ÜZERİNE
Bilimi anlamanın önemi nedir, buna neden gerek vardır? Bu soruya şu iki yönden yanıt
verebiliriz. 1.Bilim’in uygulama sonuçları yaşamımızı giderek artan ölçülerde her cephesinde
etkilemektedir; 2.Bilimsel düşünceyi tanıma çağımız aydını için bir entellektüel
zorunluluktur.
Bilim’in yaşamımızı etkileyen uygulama sonuçları çok çeşitlidir. Her gün kullandığımız araç,
aygıt ve makinelerin bir listesi bile bunların yaşamımızdaki önemini göstermeye yeter.
Telefon, radyo, tren, uçak, otomobil, elektronik hesap makineleri, atom bombası vb.. bilimin
teknolojideki uygulamasından elde edilen bilgiler insanoğluna doğal çevresini kontrol altına
alma olanağını sağlamış; doğa kuvvetlerini kendi yaşamını kolaylaştırma, daha rahat, daha
güvenilir ve daha uzun yaşama yolunda kullanma yeteneği vermiştir. 300 yıl önce, Francis
Bacon, ‘Bilgi kuvvettir’ demişti. Bilginin tükenmez bir kuvvet kaynağı olduğu, insanoğlunun
uzaya açılan teknik başarılarıyla günümüzde iyice ortaya çıkmıştır.
Bu sonuçlar Bilim’in bizim için önemli olan bir cephesini oluşturur. Bundan belki de daha
önemli bir başka cephesi, bilimin güçlü bir düşünme metodu olmasıdır. Bilimsel düşünme
metodunun yapı ve özelliği, kitabımızın II.kesiminde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Burada
sadece 1-2 noktaya değinmekle yetineceğiz.
Bilimsel düşünme belli bir kafa disiplini gerektirir. Bu disiplini kazanmış bir kimse her
şeyden önce gerçeğe dönüktür; olaylara saygılıdır. Yargılarında tutarlı ve ihtiyatlı
olmasını bilir; olgulara dayanmayan uluorta genellemelerden kaçınır; akla ya da ortakduyuya ne kadar yakın görünürse görünsün hiç bir konuda ön yargılara, dogmatik
inançlara saplanmaz. Bilimsel düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin
hareket noktası olduğu gibi, geçerlik ölçüsü de güvenilir gözlem verileridir. Gözlem
verilerine ters düşen, ya da onları aşan, her türlü iddia, teori veya genelleme duygusal
çekiciliği ne olursa olsun, şüphe konusu olmak zorundadır. Herhangi bir çıkarım ya da
savın geçerliği, olgulara uygunluk gösterdiği kadardır.
Bilimsel düşünme belli bir dünya görüşüne dayanır. Bu görüş rasyoneldir; her türlü
mistik ve doğaötesi görüşlerin karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları, doğaüstü
kuvvetlerin varlığını tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya
gider.
Son olarak bilimsel düşüncenin bir anlama, bir bulma ve doğrulama metodu olduğunu
söylemeliyiz. İnsanlık uzun geçmişinde, aynı amaçlar için başka yolları da denemiştir.
Mitoloji, din, metafizik gibi bilim dışı yollar, evreni anlama çabaları arasında sayılabilir.
Fakat bu çabaların hiç biri başarılı olmamıştır; bilimsel metodun sağladığı güvenilir bilgiye,
olguları açıklama gücüne erişememiştir.
İlerde daha genişçe ve ayrıntılı olarak işleyeceğimiz bu 3 nokta Bilim’in entellektüel değerini
belirten temel özelliklerdir. Demek oluyor ki, Bilim’in değeri bir yandan teknolojideki
uygulaması ile faydaya yönelmiş icatlarda, öte yandan nitelikleri belli bir kafa disiplini,
rasyonel bir dünya görüşü ve evrenin insanoğlu için sır olan yanlarını ve işleyişini
anlama, açıklama ya da betimleme metodu oluşturmasında kendini göstermiştir. Bu iki
cepheli değer, yüzeyde uyuşmaz gibi görünse de aslında birbirini tamamlayıcı niteliktedir.
Çünkü, faydaya dönük teknolojik gelişmeler, temelde fayda gözetmeyen, salt insanoğlunun
bilme ve anlama çabasına dayanan bilgi ve açıklamaları gerektirdiği gibi, bu tür bilgi ve
açıklamaların kapsamını genişletme, geçerlik ve güvenirliği arttırma bakımından da teknik
araçlara gereksinme vardır.
‘Bilim nedir?’ sorusu çok sorulan sorular arasındadır. Fakat üzerinde henüz hepimizin
birleştiği bir yanıtı verilmemiştir. Bu güçlüğün nedenleri arasında şu ikisi gösterilebilir:
1.Bilim donmuş, statik bir konu değil, sürekli ve artan bir hızla gelişen, değişen bir etkinliktir.
12
2.Bilim inceleme konusu ve yöntemi yönünden kapsamı ve sınırları kesinlikle belli, bir
etkinlik değil, çok yönlü, sınırları yer yer belirsiz karmaşık bir oluşumdur.
Dural ve basit oluşumları bile tanımlamada çok kez güçlük çekeriz. Bilim gibi sürekli
değişme halinde olan, yapısı karmaşık bir süreci, kesin ve açık ve herkesin kabul edeceği bir
tanımla belirlemek ise büsbütün güç bir iştir. Ancak bu güçlük ne bilginleri ne de Bilim
üzerinde düşünen filozofları bazı tanımlar ileri sürmekten de alıkoymamıştır. İlgili literatüre
bir göz atmak ortaya atılmış tanımların sayı ve çeşit bakımından çokluğunu görmeye yeter.
Biz bunlardan sadece önemli gördüğümüz birkaçı üzerinde duracağız.
Çok yaygın bir tanımlamaya göre Bilim, örgün bir bilgiler bütünüdür. Bu tanım yetersizdir;
ancak yetersizliğinin nedenini açıklamadan önce, tanımın dayandığı iki terimin (‘Bilgi’ ve
‘örgün’) anlamlarını belirtmeye ihtiyaç vardır.
‘Bilgi’ terimi günlük dilde çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Biz burada sadece teknik
anlamını belirtmekle yetineceğiz.
Bir şeyin bilgi sayılması için şu 3 koşulu karşılaması gerekir:
1.O şeyin bir önerme ile dile getirilebilir olması (Önerme, bir tümce ile dile getirilen
doğru veya yanlış bir yargı demektir. Örneğin ‘Bakır bir iletkendir’ tümcesi doğru bir
önerme, ‘Dünya güneşten daha sıcaktır’ tümcesi yanlış bir önerme dile getirmektedir).
2.Bu önermenin doğruluğunu gösteren güvenilir kanıt veya belgelerin olması.
3.Önermenin doğruluğuna inanılması.
Örneğin, dünyanın yuvarlak olması bilgilerimizden biridir. ‘Dünya yuvarlaktır’ önermesi
bunu ifade etmekte, ve önermenin doğruluğunu gösteren elimizde çeşitli kanıt veya belgeler
vardır. Ayrıca çoğumuz önermenin doğruluğunu kabul etmekteyiz. Öte yandan ‘Dünya
yuvarlaktır’ önermesi herhangi bir önerme değildir; olgusal içerikli bir önermedir. ‘Yuvarlak
nesneler biçimlidir’ gibi bir önerme ise olgusal içerikten yoksundur. ‘Yuvarlak’ sözü bir
biçim türü ifade ettiğine göre, önerme asında ‘Biçimli olan cisimler biçimlidir’ demekten ileri
geçemiyor. Oysa, ‘Dünya yuvarlaktır’ önermesi bize bir şey öğretmiyor. Dünya yuvarlak
değil, başka bir biçimde de olabilirdi; yuvarlak olması zorunlu değildir.
‘Örgün’ terimine gelince, bilgilerimizi dile getiren önermelerin mantıksal bir ilişki içinde
olması anlamına gelmektedir. Bilim bir yığın dağınık, ilişiksiz önermelerden oluşmakta (bu
önermelerin hepsi doğru olsa bile), bunların mantıksal yönden bir ilişki düzeni içinde yer
alması , bir sistem oluşturması gerekmektedir.
O halde Bilim’e örgün bir bilgiler bütünü gözüyle bakabiliriz. Ne var ki, bu tanım bir yandan
çok geniş, öte yandan çok dar görünmektedir. Çok geniştir çünkü Bilim dışında başka bazı
şeyleri de aynı şekilde niteleyebiliriz. Örneğin bir Telefon rehberi, bir Üniversite katalogu için
de örgün bilgiler bütünü diyebiliriz. Ama bu tür şeylere bilim diyemeyiz. Tanım aynı
zamanda çok dardır; çünkü bilgi, bilim’i tanımlama da gerekli bir nitelik olmakla beraber,
yeterli bir nitelik değildir. Bilgi bir üründür; bir sürecin sonucudur. Bilim bir sonuç olduğu
kadar, hatta belki daha fazla, bir süreçtir. Bu süreç, ‘Bilimsel düşünme’, ‘bilimsel metod’ ya
da ‘Bilimsel araştırma’ denilen bir bulma ve doğrulama çabasıdır. Sözkonusu tanım bilim’in
bu özelliğine yer vermediği için ya da dar ya da eksik sayılmak gerekir.
Bir başka yaygın tanım da şudur: Bilim gerçeği ( ya da ‘doğru’yu) arama etkinliğidir. Çok
genel bir anlamda bu tanımı belki uygun görebiliriz. Ancak aynı tanımı Felsefe, hatta sanat ve
edebiyata da uygulamak olanağı vardır. Kaldı ki, tanımda geçen ‘gerçek’ ya da ‘doğru’ terimi
açık ve belirli bir anlam taşımamakta, çeşitli bağlamlarda farklı anlamlar için
kullanılmaktadır.
Bilim’i, ‘İnsan deneyim ve yaşantısını betimleme, yaratma ve anlama metodu’ olarak
tanımlayanlar da vardır. [2] Burada ‘deneyim’ ve ‘yaşantı’ sözleri ile tüm bilinçli algılarımız
kastediliyorsa (ki öyle olması gerekir) tanımın kapsamı çok geniş tutulmuş demektir; çünkü
13
Bilim kadar hatta daha fazla sanat ve edebiyat çalışmaları da insan yaşantısını betimleme,
yaratma ve anlama çabasındadır.
Tanınmış bir bilim adamı, genellikle kabul edilmiş bazı tanımları eleştirdikten sonra, şöyle bir
tanım ileri sürüyor: ‘Bilim, üzerinde herkesin birleşebileceği yargıları konu alan bir
çalışmadır.’[3] Bu tanım şu iki yönden açıklamaya muhtaç görünüyor: (1) ‘yargı’ sözü ile ne
anlatılmak isteniyor? (2) ‘üzerinde herkesin birleşebileceği’ koşulu neden ileri sürülüyor?
Yazarın ‘yargı’ sözü ile doğa olaylarını dile getiren önermeleri kastettiğini düşünebiliriz. Bu
doğru ise akla başka bir soru gelmektedir.
Bilim doğa olaylarını mı yoksa bunları dile getiren yargıları mı inceler? Dilin bilimdeki
önemli yerini inkar etmemekle beraber, bilimin doğrudan olguları değil, fakat bunların ifadesi
olan birtakım dilsel nesneleri konu aldığını söylemek pek akla yakın görünmüyor. Dil bir
anlatım ve bildirim aracıdır; bilim dilden yararlanarak incelediği olguları ve ulaştığı sonuçları
saptar. Bilginin yayılması, eleştiriye konu olması için de belli bir dilde ifade edilmiş olmasına
ihtiyaç vardır. Ama gene de bilimin konusu olguların kendisidir, yoksa bunları ifade eden
önermeler değildir, diyeceğiz.
Yazarın ileri sürdüğü koşula gelince, böyle bir sınırlamanın önemini hemen belirtmeliyiz.
Böylece kişisel kalan, öznel, benzeri olmayan ya da mucize türünden sayılan ‘olgular’ın
bilimsel incelemenin kapsamı dışına düştüğü; yalnız nesnel, herkesin inceleme ve eleştirisine
açık olguların bilime konu olabileceği belirtilmiş olmaktadır.
Bilim kavramımızın genişlemesi ve derinleşmesi için önemli sayabileceğimiz iki tanıma daha
değinmekte yarar vardır. Bunlardan biri ünlü bilgin Einstein’ın tanımı:’Bilim, her türlü
düzenden yoksun duyu verileri (algılar) ile mantıksal olarak düzenli düşünce arasında
uygunluk sağlama çabasıdır.’ [4]
Russel’in tanımı: Bilim, gözlem ve gözleme dayalı uslama (akıl yürütme yoluyla önce
dünyaya ilişkin olguları, sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma
çabasıdır. [5]
Kısa bir karşılaştırma hem yetkili kalemlerden çıkan bu iki tanımı iyi anlamamıza, hem de
aralarındaki temel farkı görmemize yardım edecektir.
Her iki tanımda da olgulardan ve mantıksal düşünme ya da uslamadan söz etmektedir. Ancak
Einstein’ın tanımında bilime duyu verileri olarak konu teşkil eden olgular düzensizdir. Algı
dünyamız bir kaostan başka bir şey değildir. Düzen olgu dünyasının değil, fakat mantığın,
insan aklının bir niteliğidir. Bilim, aklın düzenleyicisi niteliğini, yani mantığı kullanarak olgu
dünyasını anlaşılır kılmaya çalışır. Russell’in tanımında ise akla olguları düzenleme görevi
değil, gözlem yolu ile saptanan olgular arasındaki ilişkileri bulma görevi düşmektedir.
Einstein’ın tam tersine Russell, doğayı düzenli saymaktadır. Bilim bu düzeni bulma ve dile
getirme çabasıdır.
Bu karşılaştırmadan da anlaşılacağı üzere Einstein bilime daha çok akılcı bir açıdan, Russell
ise daha çok empirik açıdan bakmaktadır. İlerde de göreceğimiz gibi, bilim ne salt aklın, ne de
katıksız gözlem ve deneyin bir sonucudur. Kant’ın göstermeye çalıştığı üzere bilgilerimizin
içeriğini duyu verilerimiz, biçimlerini aklın verileri (kavramlar) oluşturur. Bilim aklın ve algı
verilerinin uygun biçimlerde birleşmesinden oluşur.
Tanımlar üzerindeki tartışmayı daha fazla uzatmamak için şöyle bir tanıma gidebiliriz: Bilim
denetimli gözlem ve gözlem sonuçlarına dayalı mantıksal düşünme yolundan giderek olguları
açıklama gücü taşıyan hipotezler (açıklayıcı genellemeler) bulma ve bunları doğrulama
metodudur. Bu tanımı açıklayıcı tartışmayı ilerde vereceğiz.
Bilimi Niteleyen Özellikler
Bilim kavramını belirtmeye çalışırken bazı özelliklerini gözönünde tutmak gerekir. Bunlar
arasında başlıcaları aşağıda sıralanmıştır.
14
Bilim olgusaldır. Bilimin başta gelen ve onu Mantık, Matematik, Din gibi diğer düşünme
disiplinlerinden ayırd eden özelliği olgusal oluşudur.Bunun kısaca anlamı şudur: Bilimsel
önermelerin tümü ya doğrudan, ya da dolayısıyla gözlenebilir olguları dile getirir. Bunların
doğru ya da yanlış olması dile getirdikleri olguların veya olgusal ilişkilerin var olup
olmamasına bağlıdır. Bilimde hiç bir hipotez veya teori gözlem ya da deney sonuçlarına
dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilemez. Bilim kendiliğinden doğru sayılan, ya
da tanım gereğince doğru olan önermelerle uğraşamaz. Bunlar çok kere içi boş bilgi
vermeyen, doğru ya da yanlışlığı olgulara değil, kendi anlamlarına bağlı olan önermelerdir.
Örneğin: ‘Yeşil nesneler renklidir’; ‘Dört ayaklı hayvanlar hayvandır’, 2 artı 2=4 gibi
önermeler bu tür önermelerdendir.
Yeşil bir şeyin renkli olup olmadığını saptamak için gözleme baş vurmaya gerek yoktur.
‘Yeşil’ ve ‘renk’ sözlerinin anlamlarını bilmemiz yeter. Bu tür önermelere analitik önermeler
diyoruz. Matematik ve Mantık önermeleri de bu guruba gider. Öte yandan ‘Dünya
yuvarlaktır’, ‘Sabir basınç altında gazlar ısıtılınca genleşir’, ‘Ankara Türkiye’nin Başkentidir’
gibi önermeler ‘sentetik’ dir.
Dünyanın yuvarlak olup olmadığını, ‘dünya’ ile ‘yuvarlak’ sözlerinin anlamlarına bakarak
saptayamayız; bunun için gözleme başvurmak zorunludur. Bilimsel önermeler bu guruba
girer.
Bilim mantıksaldır. Bu özellik iki yönden kendini göstermektedir: a.Bilim ulaştığı
sonuçların her türlü çelişkiden uzak, kendi içinde tutarlı olmasını ister. Birbiriyle çelişen iki
önermeyi doğru kabul etmez. b.Bilim bir hipotez ya da teoriyi doğrulama işleminde mantıksal
düşünme ve çıkarsama kurallarından yararlanır.Hipotezlerin veya teorik önermelerin bir
özelliği doğrudan test edilmemeleridir. Bir teoriyi doğrulamak için gözlem olgularına baş
vurmak gerekir. Ancak bunu yapabilmek için önce teoriden birtakım gözlenebilir sonuçlar
(bunlara ön deyiler de diyebiliriz) çıkarmaya ihtiyaç vardır. Bu çıkarsama işlemi ise dedüktif
mantığın kurallarına dayanmaksızın başarılamaz.
Bilim objektiftir. Birçok kimseler bilimsel objektifliği mutlak bir anlamda yorumlarlar. Bu
doğru değildir. Kuşkusuz bilgin doğruyu arama çabasında kişisel eğilim, istek ve önyargıların
etkisinde kalmamaya, olguları olduğu gibi saptamaya çalışacaktır. Ancak unutmamalıdır ki,
bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi bir insan uğraşısıdır. Bir hipotezin kurulmasında veya
seçiminde bilim adamı ister istemez bazı değer yargılarına, hatta bir ölçüde kişisel duygu ya
da, beğenilere yer vermekten kaçınamaz. En basit gözlemlerimizde bile tam ve katıksız bir
objektiflik sağlanamaz. İnsanoğlu bir fotoğraf makinesi değildir; bütün algılarımız bazı
varsayım ve kavramlar çerçevesinde oluşmaktadır. Günlük yaşamda olduğu gibi bilim’de de
çevremizde olup biten her şeyi değil, ancak bazı şeyleri algılar veya gözleriz. Yaşama veya
araştırma amacımıza göre bir seçmeye gitmek, ancak konumuza ilişkin olgularla ilgilenmek
bizim için hem doğal, hem de bir zorunluluktur. Böyle olunca, bilimde objektiflik mutlak
değil, sınırlı ve özel anlamda yorumlanmak gerektir. Bu da bilimsel olma iddiası taşıyan her
sonuç veya ‘doğrunun’ güvenilir olması, bir iki kişi veya grubun tekelinde değil, kamunun
(meslek çevresinin) soruşturmasına açık ve elverişli olacak biçimde dile getirilmesi demektir.
Bilim eleştiricidir. Bilim, ne denli akla uygun görünürse görünsün, her sav ya da teori
karşısında, hatta bu sav veya teori yerleşmiş, herkesçe kabul edilmiş olsa bile, eleştirici
tutumu elden bırakmaz. Bilim bu tutumunu yalnız bilim dışı görüşlere karşı değil, kendi
içinde de sürdürür. Bilimde her teori veya görüş olgular tarafından desdeklendiği sürece
‘doğru’ kabul edilir. Yeni bazı olguları açıklama gücünü gösteremeyen, ya da bazı gözlem
verilerinin doğrulmadığı bir teori daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştiriye tabi tutulur;
ya bilinen tüm olguları kapsayacak biçimde değiştirilir. Ya da buna olanak yoksa bir yana
itilir; yerine daha güçlü bir teori konmaya çalışılır.
Örneğin:Newton’un yerçekimi hipotezi 200 yıl boyunca bir doğa yasası olarak kabul edildiği
halde, geçen yüzyılın sonlarına doğru bazı olguları açıklamada yetersizliği görülünce,
15
eleştiriye uğramış, daha sonra daha güçlü olan Einstein teorisine yerini bırakmak zorunda
kalmıştır. Bu da gösterir ki, bilimde hiç bir ‘doğru’ değişmez değildir
Bilimin bu kendi kendini eleştirme özelliği ona kendi kendini düzeltme yeteneği vermiştir.
Bilimde hiç bir hata veya yanlışa sapma sürekli olamaz. Gözlem verilerinin durmadan artması
doğrulama sürecinde süreklilik kazandırmakta, bu da hataların ayıklanmasına, bilgilerimizin
giderek daha güvenilir olmasına yol açmaktadır. Kendi kendini eleştirici ve düzeltici bir
süreçte dogmalara, değişmez ‘doğru’lara elbette yer yoktur.
Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil, olgu türleri ile uğraşır. Bu nedenledir ki,
sınıflama bilimsel araştırmada ilk adımı oluşturur. ‘Belli koşullar altında su 100 derecede
kaynar!, ‘Bakır iletkendir’, ‘Bir gazın hacmi, sıcaklık sabit tutulduğunda, basınçla ters orantılı
değişir’ gibi önermeler tek tek olguları dile getirir. Bilimsel önermeler genelleme niteliğinde
olup ya bir sınıf olgunun paylaştığı bir özelliği, ya da olgular arasında değişmez bazı ilişkileri
dile getirir. Bilim açısından tek bir olgunun kendi başına bir önemi yoktur; o ancak inceleme
konusu bir olgu sınıfına üye ise, dolayısıyla bir genellemeyi doğrulama (veya yalanlama)
işleminde kanıt görevini görüyorsa önemlidir.
Bilim başka bir bakımdan da geneli arayıcıdır. Yetkili bilim çevresinin denetim ve eleştirisine
açık olmayan, kişiye özgü kalan bulgu veya ‘doğrular’ bilimsel nitelikten yoksundur. Bilimin
bu kamuya açıklık niteliği, onun belli bir dil ya da ifade vasıtası ile anlatılır olmasına bağlıdır.
Kamuya açıklanamayan, kişisel kalan bulgular ne denli önemli olursa olsun, bilimsel türden
bilgi sayılamaz. Bilim benzer koşullar altında belli bir yöntemle daima aynı sonuçların elde
edilmesi gereğine bağlıdır. Bu gereği karşılanamayan, elde edilen bulgulara ne yoldan
ulaşılacağı dile getirilemeyen kişisel başarılar, bizim için şaşırtıcı ya da çok göz kamaştırıcı
olabilir, fakat bilimsel olamaz.
Bilim seçicidir. Evrende olup biten olgular çeşit ve sayı yönünden sonsuzdur. Bilimin
bunların tümü ile ilgilenmesi hem gereksiz hem de olanaksızdır. Bir olgunun bilime veri
niteliği kazanabilmesi için ya inceleme konusu bir propleme ilişkin olması, ya da bir hipotez
veya teorinin test edilmesinde kanıt değeri taşıması gerekir. Bu bakımdan bilimsel
araştırmaya konu olan olgular, tüm olguların ancak küçük bir parçasını kapsamaktadır.
Bilimsel nitelik taşıyan bütün gözlem ve deneyler, ancak belli bir hipotezin ışığında belli
olgulara yöneldiğinde etkinlik kazanır. Gelişi güzel yürütülen, olgular arasında seçici olmayan
bir gözlem ya da deneyin güvenilir sonuç vermesi şöyle dursun, bir enerji ve zaman
kaybından başka bir şey olduğu söylenemez. Bilgin olgu istifi yapan bir koleksiyoncu
değildir, o ancak araştırma amacına uyan, cevabını aradığı sorulara ilişkin olguları saptamaya
çalışır.
Bilim de bütün diğer girişim ve çabalarımız gibi, açık veya üstü örtük birtakım temel
inançlara dayanır. Varsayım denen bu inançlarımız düşünme ve hareketlerimizin temelde
yatan gerekçelerini oluşturur. Örneğin, sabahleyin rastladığımız bir kimseye ‘günaydın’
dememiz gibi son derece basit bir davranışın bile dayandığı bir varsayım vardır. Hitap
ettiğimiz kişinin Türkçe bildiğini farzetmiş olmalıyız ki, ona başka bir dilde değil Türkçe’de
seslenmiş olalım. Bunun gibi çok daha karmaşık bir etkinlik olan bilimsel araştırma da, çok
kez ifade edilmeyen, hatta belki bilinç altında bulunan, bazı temel inanç ve varsayımlara
dayanmaktadır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1.Kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı,
2.Bu dünyanın bizim için anlaşılabilir olduğu,
3.Bu dünyayı bilme ve anlamanın değerli bir uğraşı oluşturduğu.
1.varsayım, çevremizde olup bitenlerin hayal ürünü değil, gerçek olduğu; bu gerçek dünyanın
algılarımızdan bağımsız, bilgilerimize göre biçimlenmeyen nesnel bir varlığı olduğu görüşünü
içermektedir. 2. varsayım bilgi edinmenin olanak dışı olmadığı, 3.varsayım ise bilginin
değerli şey olduğunu söylemektedir. Gerçekten, temelde incelemeye konu bir dünyanın
16
varlığını, bu dünyanın bizim için anlaşılır olduğunu, gene bu dünyayı anlamanın değerli bir
uğraşı olduğunu kabul etmemişsek, bilim bir anlama çabası olarak gerekçesini yitirir,
anlamsız bir hareket olarak kalır.
Bu temel varsayımlar yanında özellikle Doğa Bilimleri için geçerliği söz götürmez birkaç
varsayımı daha belirtebiliriz.
Bilimsel incelemeye konu olan gerçek dünya gelişigüzel değil, olguların düzenli ilişkiler
içinde yer aldığı, tutarlı, kapristen uzak bir dünyadır. Örneğin, suyun hangi koşullar altında
donduğu, hangi koşullar altında kaynadığı görülse idi böyle bir bekleyiş için olanak kalmazdı.
Olguların gelişigüzel yer aldığı kaprisli bir dünyada, olup bitenlerin gerisindeki temel
ilişkileri arayan, bunları dile getirip açıklamaya çalışan bilim için de olanak yok demektir.
Her olgu, bizim için saptanabilir olsun olmasın, kendinden önce yer alan başka olgulara bağlı
olarak ortaya çıkar. Bunun kısaca anlamı şudur: Nedensiz olgu yoktur ve bu neden doğanın
kendi içindedir. Bu varsayımdan hareket eden bilim herhangi bir olgunun açıklanmasını o
olgunun ortaya çıkış koşullarına başvurarak yapar. Örneğin, suyun kaynaması için 76 cm
barometrik basınç altında sıcaklığın 100 dereceye çıkmış olması gerekir. Burda suyun
kaynaması bir sonuç, belli ölçülerdeki basınç ve ısı ise birer ön koşuldur. Sonuçla ön koşullar
arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak şöyle gösterebiliriz:
Y=f(X1, X2,..Xn)
Formulde, ‘Y’ sonucu, (X1,X2..Xn) ler de ön koşulları göstermektedir. ‘f’ ise ilişkinin
fonksiyonel olduğunu ve bu fonksiyonda ‘Y’ nin bağımlı, ‘X’ nin ise bağımsız değişken
olduğunu belirtmektedir.
Bilim gözlem konusu bütün olguların zaman ve uzay içinde yer aldığını kabul eder.Bu
ise,zaman ve uzayın ‘realite’ denilen gerçek dünyanın temel boyutları olduğu inancına
dayanır. Olguların zaman ve uzayla sınırlandırılması bilimi, ilkece gözlem konusu
olamayacak birtakım doğadışı ‘nesne’lere yönelmekten alıkoyduğu gibi, bu tür nesneleri
inceleme konusu yapan çalışmaların bilimsel olamayacağı yargısını da temellendirmektedir.
Örneğin din, mitoloji ve metafizik incelemeler gibi.
Bilim ‘var olan her şeyin bir miktarla var olduğu’ ilkesine bağlıdır. Bu nedenledir ki, bilginler
elde ettikleri bulguları nicelik türünden dile getirmeğe büyük önem verirler. Deney
sonuçlarının basit gözlemle değil, ölçme yolu ile saptanması ve bunların sayısal terimlerle
ifadesi bilimde giderek önem kazanan bir gelişmedir. İlk bakışta hiç de ölçülebilir gibi
görünmeyen birtakım özelliklerin (Örneğin sıcaklık, sertlik, yoğunluk, öğrenme yeteneği,
yaratıcılık vb.) zamanla ölçülebilir bir biçimde tanımlandıklarını ve bu tanımlara uygun
geliştirilen ölçme araçları kullanılarak ölçüldüklerini görmekteyiz. Bir bilimde ölçme
tekniğinde erişilen yetkinlik o bilimin ilerleme derecesini saptamada önemli bir ölçüt olarak
kabul edilmektedir. Bir tür ölçmeden yararlanmayan bir çalışmaya bilim demek artık çok güç
görünmektedir.
Bilimin dayalı olduğu varsayımlara ilişkin Einstein’ın şu sözleri önemle üzerinde durulmaya
değer: ‘Teorik kavramlarımızla gerçek dünyayı anlamanın olanaklı olduğu inancı olmaksızın,
dünyamızın iç uyumuna inanmaksızın, bilim denen şeyin ortaya çıkması beklenemezdi. Bu
inanç her türlü bilimsel buluşun temel itici gücüdür ve daima öyle kalacaktır.[6]
Bilime egemen temel varsayımların (Kepler’in düşüncesinde görüldüğü gibi) metafiziksel
nitelikte olduğuna değinen tanınmış çağdaş Fizik bilginlerinden biri de şöyle demektedir:
‘Modern teorik Fizikçi de, bilmeyarek, en az bir metafiziksel ilkenin güdümündedir. Doğanın
yeni kanunlarını bulma çabasında O, bu kanunların matematiksel olarak basit ve açık bir
biçimde dile getirilebileceği inancını taşır. Böyle bir inancın güdümünde olmaksızın, Fizik’in
bir tek genel kanunu bulma olacağı düşünülemez bile.’[7]
Yukarda kısaca değindiğimiz temel varsayımların Metafiziksel nitelikte olup olmadığı sorusu
ayrı bir inceleme konusudur. Ancak şu kadarını belirtelim ki, bilimin son 300 yıllık süre
17
içindeki başdöndürücü gelişmesi dayandığı varsaymların geniş ölçüde geçerli olduklarını
kanıtlayıcı niteliktedir.
Kaynak :
http://www.nuveforum.net/709-felsefe-bolumu/45966-bilim-felsefesibilimin-kokeni-bilimsel-gelismenin-niteligi-bilimin-anlami/
_________________________________________________________
______
BİLGİ NEDİR ?
Daha önceden değinildiği üzere, bir şeyin bir şey olarak kavranılması anlamına gelen bilgi
kavram olarak bir çeşitlilik göstermektedir. İlkçağ Grek felsefesinde, sanı, kanaat ya da inanç
anlamına gelen doksadan farklı olarak, episteme doğru bilgi, bilimsel bilgi, ilk ilkelerden
hareketle kanıtlanabilir olan zorunlu bilgi için kullanılan terimdir. Episteme, örneğin
Platon’da, deneyden bağımsız, doğru, ezelî-ebedî ve zorunlu apriori bilgiye karşılık gelir.
Buna karşılık, epistemoloji ise bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını,
doğasını, doğruluğunu, sı- nırlarını inceleyen felsefe dalı anlamına gelmektedir. Bununla
birlikte, bugün yaygın olarak benimsenmiş olan bir diğer adlandırma daha bulunmaktadır:
Bilgi kuramı. Bunun yanında, gnoseoloji (Grekçe; gnosis: tanıma, bilme), de kullanılmaktadır.
Fransızca ve İngilizce konuşulan ülkelerde genellikle epistemoloji, Almancada ise bilgi
kuramı (Erkenntnistheorie) daha çok yeğlenmektedir (Diemer, 1999, ss. 163-164). Geleneksel
anlamda bilgi biliminin kapsamı içinde kalan klâsik problemler dört temel başlık altında
toplanabilir (Cevizci, 1999, s. 307).
1. Bilginin Olanağı Problemi: Bu problem içinde, bilginin hiçbir şekilde olanaklı olmadığını
savunan kuşkucu (sceptic) yaklaşım ile bilginin kesinlikle olanaklı olduğunu savunan
(gnostic) yaklaşım yer alır. 126 Hakemli Yazılar/Refereed Articles Hüseyin Gazi Topdemir
2. Bilginin Doğruluğu Problemi: Bu problem içerisinde şu felsefe görüşleri yer almaktadır.
• Bilginin doğruluğunun, düşünceyle gerçeklik arasındaki bir karşılıklılıktan oluştuğunu
savunan doğruluk anlayışı,
• Bilginin doğruluğunun düşünceler arasındaki tutarlılıktan oluştuğunu savunan doğruluk
anlayışı,
• Bilginin doğruluğunun bilginin apaçıklığından meydana geldiğini savunan doğruluk
anlayışı,
• Bilginin doğruluğunun yararlılığıyla, belli bir amaca hizmet etmesiyle belirlendiğini
savunan doğruluk anlayışı,
3. Bilginin Kaynağı Problemi: Bilginin kaynağında yalnızca aklın bulundu- ğunu savunan,
yetkin bilgi örneği olarak matematiği gören akılcılıkla, bilginin kaynağında yalnızca algının,
deneyimin bulunduğunu savunan ve bilgi örneği olarak da doğa bilimlerini gören deneycilik,
bu çerçeve içinde değerlendirilmek durumunda olan temel görüşlerdir.
4. Bilginin Sınırları Problemi: Bu problem içerisinde şu görüşler yer almaktadır.
• İçkin Epistemolojik İdealizm: İnsan varlığının, bilen öznenin bilgi sürecinde, yalnızca kendi
öznel duyu verilerini bilebileceğini, kendi zihninin, kendi içkin küresinin dışına
çıkamayacağını kabul eden yaklaşım,
• İçkin Epistemolojik Realizm: Bilen öznenin bilme faaliyetinde, kendi iç- kin küresinin
ötesine geçip, nesnenin bizzat kendisine ulaşabileceğini savunan yaklaşım,
• Aşkın Epistemolojik İdealizm: Gerçekten var olan nesnelerin bilginin kendilerine nüfuz
edemeyeceği ya da ulaşamayacağı nesneler olduğunu ve bilginin yalnızca görüngülerle,
düşüncenin kendi kurgularıyla ilgili olduğunu savunan yaklaşım,
• Epistemolojik Realizm: Bilginin gerçekten var olan nesnelere, gerçekliğin kendisine
ulaşabileceğini savunan yaklaşım,
18
İnsanlar pek çok şey bilirler: Ne zaman kar yağacağını, ne zaman hasta olacaklarını, mutlu
veya mutsuz olacaklarını, Amerika Kıtası’nı kimin keşfettiğini, İstanbul’u kimin aldığını,
dairenin alanının πr2 olduğunu, Güneş’in her gün doğup-battığını vb. Bütün bunlar bilginin
doğasının aslında karmaşık bir şey olduğunu göstermektedir. Bilmek sözcüğü, bu yüzden
değişik dillerde çok farklı anlamlar taşımaktadır. Gerçekten de “bilmek” sözcüğünün yalın
anlamı “tanımaktır” ve dolayısıyla bu sözcüğe ve bu sözcükten türeyen sözcük gruplarına
baktığımızda “tanıma”, “onaylama”, “ikrar etme”, “tanınmış olma”, benzer şekilde Felsefe
Nedir? Bilgi Nedir? What is philosophy? What is knowledge? “görmek”, ”kavramak”,
“anlamak” gibi pek çok sözcüğün bilmeyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Modern dil kuramı
da, sözcüklerin ve sözcük gruplarının, kendilerine uygun düşen insani duyum ve davranış,
içeriklerine göre genişliğine ve derinliğine karakterize olduklarını belirtmektedir. Bu
bağlamda bilgi sözcüğünün yer aldığı birçok tümce yazmak olanaklıdır ve her birinde
bilmenin farklı anlamlar taşıdığı görülebilir (Diemer, 1999, s. 163). Bildiğim kadarıyla,
haberim var, gerçekten biliyorum, onu tanıyorum, böyle olduğunu biliyorum, nasıl işlediği
(yapıldığını) biliyorum gibi. Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde, bilgi biliminin ilk
temel probleminin bilginin tanımıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Her bilgi anlayışında bilgi
olgusunun nasıl gerçekleştiği, bilginin doğası, kaynakları ve sınırı sorunları ele alınır. Bu
bağlamda şu türden soruların da problem alanıyla yakından ilişkili olduğu görülebilir:
• Bilgi nasıl elde edilir?
• Kaynakları nelerdir?
• Kişisel deneyimin bilginin oluşumunda rolünün bulunduğu ileri sürülebilir mi?
• Bilgimizin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?
Bu soruların hem bilgi psikolojisi hem de bilgi mantığıyla yakın ilişkisi vardır. Öncelikle,
olguların sorgulanmasıyla, geçerliliğin sorgulanması birbirinden ayırt edilmelidir. Çünkü akla
yeni bir düşüncenin nasıl geldiği sorusu bilgi mantığının değil, bilgi psikolojisinin konusudur
ve bu bağlamda bir önermenin nasıl savunulacağı, sınanabilir olup olmadığı ve bilinen diğer
önermelerle mantıksal bağlarının ne olduğu sorunlarıyla da bilgi mantığı ilgilenmelidir.
Böylece, ideanın (bilgi) nasıl ortaya çıktığının araştırılmasıyla, onun mantıksal irdelemedeki
yöntem ve sonuçlarının araştırılması arasında kesin bir ayırım yapılmış olur (Popper, 1998, s.
55). Bütün bu açıklamalar bilginin var olanların tanınmasıyla ilgili bir kavramlaş- tırma
olduğunu ve aslında her bilme durumunda bir şey (var olan her şey, olgu) hakkında yargıda
bulunulduğunu göstermektedir. O yüzden hemen bütün felsefe kitaplarında bilgi bilenle
bilinen arasındaki bir ilişkiden ortaya çıkan sonuç şeklinde tanımlanmaktadır. Bilginin
kaynağı konusu da nasıl elde edildiği konusu gibi felsefe çalışmalarının odağında yer alan bir
sorunsaldır. Bu konuda yaygın iki felsefe okulu bulunmaktadır: Deney ve Us. Bilginin
kaynağının deney olduğunu savunan okula deneycilik adı verilmiştir ve başlıca temsilcileri:
Demokritos (M.Ö. 460-370), küros (M.Ö. 341-270), John Locke (1632-1704), Etienne Bonno
de Condillac (1714-1780) ve David Hume’dür (1711-1776).
Buna karşılık bilginin kaynağının us olduğunu savunan okula ise usçuluk denir ve başlıca
temsilcileri Sokrates (M.Ö. 469-399), Platon (M.Ö. 427-347), Fârâbî (870-950), René
Descartes (1596-1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716), Baruch Spinoza (16321677), Immanuel Kant (1724-1804) ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir (1770-1831).
Felsefe ve Diğer Disiplinler Felsefenin çeşitli bilgi türleriyle sıkı ve doğrudan bir ilişkisi
vardır. Çünkü yukarı- da değinilen bilim, felsefe ve sanat gibi bilgi türlerinin hepsi, aslında
aynı varlık dünyasını anlamaya, anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Diğer bir
deyişle bütün bilgi türleri araştırmayla bağlanılan tek bir dünyayı yorumlamanın farklı
yollarıdır. Bundan dolayı bu disiplinler zaman içerisinde farklı düzeylerde etkile- şim
içerisine girmişlerdir. Özellikle felsefenin diğer disiplinlerle tarihin hemen her döneminde ve
her kültürde sıkı ilişkisinin olduğu görülmektedir. Felsefenin tarih boyunca en fazla ilintisinin
bulunduğu disiplin bilimdir. Bu iki disiplin entelektüel kültürün temel unsurudurlar ve
19
aralarında tarih boyunca mahiyeti ve kapsamı değişiklik göstermekle birlikte, her zaman
yakın bir ilişki olmuştur. Bu doğal görünmektedir, çünkü tarihin uzun bir dönemi boyunca
neredeyse iç içe geçmiş durumdaydılar. Özellikle Antik Grek Dönemi’nde filozof bilim
adamı, bilim adamı da filozoftu ve bu anlamda bir ayrışmadan söz etmek bile neredeyse
olanaksızdır. Örneğin Grek felsefesinin ve felsefe tarihinin büyüklerinden birisi olan Platon,
tartışmasız büyük bir filozofken, aynı zamanda ileri düzeyde matematik bilen ve hatta
geometri bilmeyi Akademi’ye girebilmenin önkoşulu yapmış birsi olması dolayısıyla salt
filozof veya salt bilim adamı olarak ayrıştırmanın bir zorunluluk değil sadece bir keyfiyet
olduğunu hatırlatan seçkin bir örnektir. Benzer bir durum Modern Bilim Dönemi’nde
gözlemlenmektedir ve burada özellikle doğa bilimlerinde ortaya çıkan büyük ve devrimci
gelişmeler, bilimi başlı başına anlaşılması ve açıklanması gereken bir problem alanı haline
getirmiştir. Bilimde meydana gelen büyük gelişmeler bilimin anlaşılmasını zorunlu kılınca, bu
işi yapacak iki felsefe disiplini ortaya çıkmıştır: Bilim felsefesi ve bilim tarihi. Bu iki alandaki
etkinlikler günümüzde de yoğun bir biçimde sürmektedir (Topdemir, 2008, s. 23). Öyle ki
bilimlerde elde edilen dev gelişmeler sonucunda, sorudan çok yanıt önemli hale gelmeye
başlayınca, ister istemez doğa kar- şısında artık salt spekülatif anlatım düzeyinde kalan felsefe
de kendisini ister istemez yeniden tanımlamak gereğini duymuştur. Böylece doğrudan
doğruya bilim ve Felsefe Nedir? Bilgi Nedir? What is philosophy? What is knowledge?
felsefe arasında kurulan etkileşimli ilişki, bu dönemde bilim tarihi ve felsefe arasındaki
ilişkiye dönüşmüştür (Topdemir, 2008, s. 24). Felsefenin iletişim halinde bulunduğu bir
diğer disiplin de sanattır. Sanat da insan, doğa ve evren üzerine bir tür söylemde
bulunmadır ve birçok açıdan benzerlik içerirler. Bu bakımdan her iki etkinlikte
yöneldikleri sorunsalı kendi özgün yöntemiyle sorgular, anlamlandırır ve yorumlar.
Ancak benzerlik bu iki etkinliğin birbirlerine indirgenmesini değil, aksine diğer
entelektüel etkinlik alanlarından farklı olarak her ikisinin de özgül, özgün ve öznel
yaratımın en güzel örnekleri olduğunu göstermesi bakımından anlam taşır. Öznelliği ve
özgüllüğü çok fazla olan bu entelektüel etkinlikten sanat, yaratma etkinliğini
gerçekleştirme sürecinde, felsefenin aksine, doğrudan doğruya duygulara, sanatçının
imgelem yetisine dayanır. Buna karşılık felsefe etkinliğinin doğası büyük ölçüde varlık
karşısında eleştirel bir tutum almayı ve varlığı aklın ışığında sorgulamayı öne alır.
Ancak buradan hareketle sanatı salt güzel olanla sı- nırlı bir etkinlik olarak
değerlendirmek doğru değildir. O da en az felsefe kadar gerçeğe katılmayı, gerçeği
gözler önüne sermeyi ve insanda gerçek hakkında bir duygulanım yaratmayı amaçlamış
bir etkinliktir. Başka bir deyişle sanatın en önemli kazanımı belki de aklın yanında
duyguya ve duygulanıma da kapı açması, ona bir varlık alanı tanımasıdır. Bugün salt
ussal bir etkinlik olduğu kabul edilen bilimin bile akıl yanında, imgelem ve sezgi
yetilerini kullandığı bilinmektedir. Ünlü bilgin Einstein’ın (1879-1955) şu sözü yeterince
aydınlatıcıdır: “İmgelem bilgiden daha önemlidir” (Topdemir, 2008, s. 27) //
(boldlaştırma bana aittir L.E)
Yukarıda değinildiği biçimiyle nasıl ki bilim ve felsefe arasında değişen tarihsel koşullara
koşut olarak farklı etkileşimler söz konusu olmuşsa, felsefe ve din arasında da benzer
etkileşimlerden söz etmek olanaklıdır. Örneğin Antik Grek’de politeist yani çok tanrılı bir dini
sistem vardı ve bu sistemin eleştirisinde felsefî düşüncenin özünü oluşturan fikirler
doğmuştur. Bu dönemde dinin açıklamaları yetersiz bulunarak eleştirilmiş, aklın ilkelerine
dayalı bir düşünce sistematiğiyle insan, doğa ve evren anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde
ortaya konulan düzenli evren (kozmos) kavramlaştırılması, yine aklın ilkeleriyle uyumlu
olarak çalışan düzenli aklın (logos) inceleme konusu edilmiş ve logosun kozmosu
kavrayabileceği öngörülmüştür. Bununla birlikte, Ortaçağ’da felsefe neredeyse din haline
getirilmiş veya dinsel dogmaların açıklanmasının aracısı konumuna itilmiştir. Modern
Dönem’de ise bu kez tıpkı sanat alanında olduğu gibi, felsefe dini bir bütün olarak inceleme
20
konusu yapmış ve bu bağlamda dinin anla- şılması için temel kavramlarını inceleyen, bu
kavramları temellendirmeye çalışan ayrı bir felsefe dalı olarak din felsefesi geliştirilmiştir
(Topdemir, 2008, s. 29).
Sonuç
İnsanın, kendi kendisiyle tanışması, diğer bir deyişle insanın kendisiyle yüzleş- mesi belki de
var oluşun en heyecan verici anlarından birisini oluşturmaktadır. Çünkü örneğin durgun bir su
yüzeyinde kendi yansımasını gören insan, bu saydam ortam aracılığıyla kendi gerçek
varlığıyla karşılaşmış olmaktadır. Bu özel andan itibaren bütün düşünce tarihini varlığıyla
sarmalayan ünlü “Ben kimim?” sorusu artık sorulmak durumda kalmıştır. Bu soru giderek
çevre için ve en sonunda daha geniş çevre demek olan evren için de aynı titizlikle
sorulmuştur. Soruyu soran akıldır. Yanıtı veren de akıl olacaktır. Göreli olarak ilkel insanın
oluşturdu- ğu bu monologun deyim yerindeyse insanın var oluşu kadar eski olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Bundan dolayı, eğer bu monologa felsefenin başlangıcı olarak
bakılacak olursa, o zaman felsefenin insanın düş ve düşünce gücünün tarih içinde süregelen
eşsiz bir serüveni olduğu ve bu bakımdan da bir devamlılığının bulunduğu anlaşılacaktır. İlk
anda bakıldığında herhangi bir işlevi ve bu anlamda sosyal bir bilim olarak felsefenin
değerinin olmadığı duygusuna kapılabilinir. Ancak bunun doğru olmadığını belirtmek
gerekmektedir. Çünkü felsefe her şeyden önce, insanın düşünsel dünyasında yarattığı büyük
aydınlık ve yüksek kavrayış gücüdür. Bu kavrayış gücü manevi doyumu ve insanın bu
anlamda kendisine, çevresine, yakın ve uzak bütün insansal oluşumlara ussal bir bağlamda
tutarlı bir bakış sergilemesini sağlamaktadır. İnsan bu büyük bakışın sayesinde örneğin
demokrasiyi, insan haklarını ve etik ve estetik yargılarını geliştirmeyi başarmıştır. Felsefenin
toplumsal düzeyde sağladığı bir diğer katkı da bireylerde yaratacağı zihniyet değişimidir.
Bunun en güzel örneği eleştirel zihniyetin bireylere kazandırılmasıyla topluma
yansıtılmasıdır. Ancak bu yolla bir insan diğerinin yerine kendini koyabilir ve tek bir gerçeğin
olması gerekmediğini bazen farklı şekillerde de olayları değerlendirmenin gerektiğinin
bilincine böylece ulaşılabilir. Öyleyse felsefenin ciddi anlamda bir bilinçlendirmeye yol
açacağı, bu temel alışkanlıkları ve erdemleri gerçekleştireceği ve geliştireceği anlaşılmaktadır.
Her şeyden önemlisi insanın kendisini, yaşamını ve içinde bulunduğu koşulları sorgulaması,
gerektiğinde yaşamını derinden etkileyecek değişimlere gitmesi hep eleştirel zihniyete sahip
olup olmamasıyla ilişkilidir. Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanmamış yaşam yaşanmamış
demektir” (Palton, 1997, s. 33) yargısı da benzer kaygı- ların ürünüdür ve felsefenin bireysel
yaşam açısından taşıdığı değeri göstermesi bakımından dikkate değerdir.
KAYNAK :
Felsefe Nedir? Bilgi Nedir?
Hüseyin Gazi Topdemir
( Doç. Dr. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü)
Makaleye ait Kaynakça ve makalenin bütünü için bkz :
http://80.251.40.59/ankara.edu.tr/topdemir/felsefenedirbilginedir.pdf
________________________________________________________________________
21
Download