Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! TEMMUZ/AĞUSTOS 2017/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X188 TEMEL HALKA FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ MÜCADELESİ! AMA NASIL? DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞMELER SUBOTNİKLER VE STAHANOV HAREKETİ TÜRKİYE’DE TERMİK SANTRALLER ÜZERİNE • editörden - içindekiler gündem KAVRANACAK ESAS HALKA: FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ MÜCADELESİ! AMA NASIL? Kendileri demokrat olmayanların demokrasi adına mücadelesi, sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Devrimci sol, eğer gerçekten demokrat ve devrimci ise, bu “Hayır Cephe”sinin sahte demokrat unsurlarını teşhir ederek, onlardan kendini kesin çizgilerle ayırarak, “Tayyip’e Hayır” cephesinden kendini kurtararak, gerçek anlamda bir “demokrasi cephesi”nin yaratılmasına yönelmek zorundadır. B ugün Türkiye’de demokrasinin olmadığı, demokrasiyi kazanmak için mücadele etme gerekliliği hemen herkesçe kabul edilmektedir. O kadar ki, faşizmin şu andaki koyu uygulayıcısı AKP bile, programında ve çeşitli söylemlerinde demokrasi eksikliğini kabul etmektedir. Bu konuda atılması gereken adımlar olduğunu yer yer dile getirmektedir! Egemenlerin muhalif partileri ise sık sık demokrasinin yokluğundan şikâyet etmektedirler. Genel olarak ‘sol’ kesim, faşizme karşı burjuva demokrasisi için mücadele etmenin, en acil, en temel mesele olduğu gerçeğinin farkında değildir. Burjuva Demokrasisi Nedir? Herkesin demokrasiden anladığı aynı değildir. Sözünü ettiğimiz demokrasinin, burjuvazinin egemenliği şartlarında bir demokrasi olduğunu belirtmek gerekir. Yani, burada sözü edilen burjuva demokrasisi, burjuvazinin sınıf iktidarında ve burjuva diktatörlüğü şartlarında bir demokrasidir. Burjuva demokrasisi, emperyalizm çağında, gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf olarak devrimci barutunu çoktan tüketmiş olan bir sınıfın, “bütün çizgi boyunca gericileşmiş” olan demokrasisidir. Demokrasinin radikal bir devrim sonucunda egemen olduğu Fransa gibi en gelişmiş ülkelerden birinde bile faşist tedbirlerle ve edimlerle iç içe olan gerici burjuva demokrasisidir. Burjuva Demokrasisinin Temel Özellikleri *Devlet erkinin üç temel unsuru olan yasama, yürütme ve yargılamanın birbirleri üzerinde kesin egemenlik kurmadığı, birbirlerini karşılıklı olarak dengeleyip, denetleyebildikleri bir yönetim sistemidir. Bu son dönemde devam eden tartışmalarda çokça ileri sürüldüğü gibi, yalnızca parlamenter yönetim sisteminde değil, başkanlık yönetimi sisteminde de burjuva demokrasisi kendine yer bulabilir. *Hukukun üstün olduğu, yasalar karşısında herkesin eşit olduğu bir sistemdir. Hukukun üstünlüğü, yürütmenin yasamaya egemen olduğu şartlarda mümkün değildir, fakat yargı bürokrasisinin egemenliği de söz konusu değildir. *Çok uluslu bir devlette, çoğunluğu oluşturan ulus dışındaki ulus ve azınlıkların ulusal haklarının, ulusun ayrılma hakkı da dâhil, tanınmasıdır. *Yöneticilerin; serbest, tek dereceli, eşit oyla ve gizli oy-açık sayım ilkesi temelinde yapılan seçimlerle iş başına gelmesi, meşruiyetin temelinde seçimlerin olmasıdır. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bugüne dek böyle bir demokrasi hiç yaşanmamıştır. Evet, belli dönemlerde kimi burjuva demokratik hakların küçük bir kısmı tanınmıştır ve tanınmaktadır. Fakat burjuvazinin ülkemizdeki iktidarının temel yönetim biçimi hep açık terör olmuştur. Demokratik sistem adına her zaman 3 gündem farklı şiddet ve yoğunluklarda faşizmi yaşadık, yaşamaktayız. Toplumun genelinde burjuva demokrasisi bilinci değil, onun adına yaşadığımız faşizm bilinci egemendir. Ülkelerimizde egemen yönetim biçiminin köşe taşlarını, saldırgan-şoven milliyetçilik ve dincilik oluşturmaktadır. Sol görüşlü ve devrimci çevrelerde bile, egemen faşist bilinç, söylem ve edimler farklı şekillerde kendini gösterebilmektedir. Hal böyle olduğu için demokrasinin, burjuva anlamda da olsa, demokrasinin kazanılması mücadelesi, gerçekten de önümüzdeki en acil ve en temel görev olarak kendini dayatmaktadır. Demokrasinin Biçimleri 4 Demokrasi denilince akla sadece burjuva demokrasisi gelmemelidir. Demokrasi yalnızca burjuva diktatörlüğünün yönetim biçimlerinden biri değildir. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrimle parçalandığı, halk diktatörlüğünün kurulduğu şartlarda halk demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirildiği şartlarda sosyalist demokrasi olarak yaşanan demokrasi biçimi de vardır. Bu demokrasinin burjuva demokrasisinden temel farkı, işçiler ve emekçilerin sahip olduğu en geniş demokratik hakların, yalnızca kâğıt üzerinde değil, pratikte doğrudan yaşanmasıdır. Devlet iktidarı doğrudan halkın, işçilerin, köylülerin, emekçilerin elindedir. Bundan dolayı, siyasi iktidar ve devlet kurumları, işçilerin ve emekçilerin bu hakları kullanmasının önünde engel değildir, tersine bu hakların sonuna kadar kullanılabilmesinin şartlarını yaratan araçlardır. Biz komünistler, halk için, ezilen ve sömürülenler için gerçek demokrasinin ancak halkın ve proletaryanın kendi iktidarı şartlarında mümkün olduğunu bildiğimiz için, demokrasi mücadelesinde de halkları öncelikle kendi sınıf iktidarları için mücadeleye çağırmaktayız. Bu mücadele için aydınlatma ve örgütleme çalışması yürütmekteyiz. Komünistlerin ve tüm devrimcilerin demokrasi mücadelesi devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır. Burjuvazinin sınıf iktidarını devirme, halkın ve proletaryanın sınıfsal iktidarını kurma mücadelesi ne kadar güçlü olursa, burjuvazinin iktidarını korumak için belli tavizler vermek zorunda kalması, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi de o ölçüde mümkün olacaktır. Tabii diyalektik olarak, bu durumun bir başka olası sonucu da vardır. Burjuvazi sınıfsal iktidarını tehdit altında gördüğünde, burjuva demokrasisinden, açık faşizme yönelebilir. Bu işçi sınıfı ve emekçi yığınla- rın sınıf mücadelesinin, burjuvazinin iktidarını ciddi bir biçimde tehdit edecek güçte olması ve fakat henüz onu yıkacak güçte olmaması şartlarında olabilir. Örneğin 1920’li, 1930’lu yıllarda Almanya, İtalya ve Japonya’da yaşanmış olan budur. Bizim demokrasi mücadelesini öncelikle devrim mücadelesi, işçi sınıfının, emekçi halkın iktidar mücadelesi olarak yürütmemiz, hiçbir şekilde burjuva diktatörlüğü şartlarında burjuva demokratik hakların savunulması, bunların uygulanması ve genişletilmesi için reform talepleri için de mücadele etmenin engeli değildir. Biz komünistler, burjuva demokrasisinde işçiler ve emekçiler için kağıt üzerinde var olan hakların kullanılması için de en ön saflarda mücadele ederiz. Bunu, iktidarın sınıf niteliği hakkında, burjuva demokrasisinin sınırları hakkında hayaller yaymadan, işçi ve emekçilere her zaman gerçekleri anlatarak yaparız. Demokratik reform mücadelesini, devrim mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline getirerek yürütürüz. Bunun, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de ne anlama geldiğine de değinmek gereklidir. Demokrasi Mücadelesinin Anlamı Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de demokrasi mücadelesi, ‘Sol’un büyük kesimi açısından, 16 Nisan referandumundaki “Hayır Cephesi”ni koruma ve genişletme mücadelesi olarak görülmektedir. Bu yaklaşım bütünüyle yanlıştır, reformisttir ve bu görüşü savunan ‘Sol’un, egemen sınıflar içindeki iktidar mücadelesinde bir kesimin kuyruğu haline gelmesi tavrını sürdüren bir yaklaşımdır. 16 Nisan Referandumu’nda, halka olağanüstü hâl şartlarında ve burjuva demokrasisinin kendi kuralları açısından ele alındığında bile demokrasi ile hiçbir ilgisi olmayan şartlarda, iki faşist anayasadan hangisinin tercih edildiği sorusu sorulmaktadır. Bu oylamada verilen geçerli her hayır oyu, objektif olarak, 1982 faşist anayasasının 16 Nisan 2017’ye kadar geçerli olan biçimiyle kalmasını savunmak anlamına gelmekteydi. Bu oylamada kullanılan her geçerli evet oyu ise, objektif olarak 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana fiili olarak ve yer yer geçerli Anayasanın belli hükümleri yok sayılarak uygulanan başkanlık sisteminin anayasal hale getirilmesine onay vermek anlamına gelmekteydi. Bırakalım devrimciliği, sosyalistliği, komünistliği bir yana, burjuva anlamda demokrasiyi savunan bir kişi bile, eğer bu savunusunda ciddi ise, faşizmin biçimleri arasında tercih yapması için önüne sürülen bu referandum Referandumu’nda “Hayır Cephesi” olarak ortaya çıkmıştır. Sonuçta, fark açık olmasa da, AKP/Erdoğan istediğini almıştır. Türkiye’de yönetim sistemini değiştiren, başkanlık sistemine resmen geçmeyi öngören anayasa değişiklikleri, referandumda geçerli oy kullananların çoğunluğu tarafından onaylanmıştır. Referandum sonrasında “Hayır Cephesi” seçimlerin gerçek galibinin “Hayır Cephesi” olduğunu, eşitsiz şartlarda gerçekleşen seçim sürecinde oyunun kurallarının oyun sürerken değiştirildiği referandum sonuçlarını tanımadıklarını, seçimi gayrı meşru gördüklerini ilan etmiştir. “Hayır Bitmedi, Mücadele Sürüyor” şiarı altında cephe sürdürülmeye çalışılmaktadır. Devrimci sol güçlerin büyük bölümü de bu cephenin en aktif bileşeni olarak, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de demokrasi ve özgürlüğün “Hayır Cephesi’nin korunması ve güçlendirilmesi” ile kazanılacağı masallarına kendilerini ve halkı ikna etmeye çalışmaktadır. Bu durum, devrimci enerjinin çarçur edilmesi, halkın kandırılmasından başka bir şey değildir. gündem sahtekârlığına hayır derdi, demek zorundaydı. Fakat ne yazık ki, bizim ve bildiğimiz kadarıyla birkaç küçük anarşist grup, Partizan’ın bir kanadı, Mücadele Birliği dışında boykotu savunan ve uygulayan olmamıştır. Peki, bu durumun nedeni nedir? Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci ‘Sol’un büyük kesimi de demokrasi umudunu, egemen sınıflar içindeki iktidar dalaşında, egemen sınıf temsilcilerinin demokrasiyi savunur olarak gördükleri kesiminin mücadelesine bağlamış durumdadır. Kendini onun eklentisi, kuyruğu haline getirmiştir. Lafta çok radikal devrimci laflar edilse, mücadele biçimleri açısından çok radikal görünüşlü biçimler öne alınsa bile, pratik siyasette izlenen çizgi reformisttir, düzenin sınırları dışına çıkan bir perspektif yoktur. Öyle ki gelinen yerde, umutlar pratikte yer yer AKP’nin içindeki muhaliflere bağlanmaya kadar varmıştır. Somut olarak bugün içinde devrimci sol grupların büyük çoğunluğunun da yer aldığı ‘Sol’un demokrasi ve hatta devrim mücadelesinden anladığı şey, şu anda faşizmin uygulayıcısı olan AKP/Erdoğan yönetimini nasıl olursa olsun devirme mücadelesidir. “Daha sonra ne olacağı da o zaman düşünülür” şeklinde bir bakış açısı vardır. Önce AKP/Erdoğan, hatta AKP de değil, Erdoğan iktidarı devrilmelidir. Türkiye’ye demokrasi ve özgürlüğün gelmesinin yolu budur. İlginç olan ise, demokrasi mücadelesinin bu şekilde daraltılması siyasetinin, egemen sınıfların “antiTayyipçi” kesiminin orijinal siyaseti olduğu gerçeğidir. Bu siyaset aynı zamanda, Erdoğan’ın kontrol dışına çıkmış olmasından rahatsız olan emperyalist güçlerin de siyasetidir. Bu siyaset temelinde, güya Türkiye’de insan hakları, demokrasi vs. isteyen emperyalist AB’den, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de AKP iktidarının egemen sınıflar içindeki ana muhalefet alternatifi olan CHP’ye, silahlı mücadele yürüten PKK’ye, MHP’nin “anti-Tayyip’çi” bir bölümüne, Saadet Partisi’ne, Vatan Partisi’ne, emperyalistlerin koruyuculuğundaki Gülencilere, ‘Komünist’ Parti’ye, Haziran Hareketi’ne, kendine ML ve Maoist diyen bir dizi küçük devrimci gruba vs. uzanan geniş bir cephe ortaya çıkmaktadır. Bu cephenin asgari müştereği aslında demokrasi değil, Tayyip düşmanlığıdır. Buradan burjuva anlamda bile demokrasi çıkması mümkün değildir. Bu siyasetin başarılı olması halinde, bu cephenin mücadelesinden çıksa çıksa egemen sınıfların başka bir partisinin önderliğinde bir faşizm, belki bir askeri darbe, belki bir iç savaş çıkar. Bu cephe, 16 Nisan Anayasa Değişikliği Demokrasi Cephesini İnşa Edelim! Kuzey Kürdistan/Türkiye’de AKP/Erdoğan yönetiminden rahatsız olan Batılı emperyalist güçlerle, Vatan Partisi gibi Turancı-faşist partilerle, CHP gibi Kemalist faşist partilerle, Saadet Partisi gibi başkanı Sivas katliamının baş sorumlularından biri olan partiyle, MHP’nin Gülenci kesimiyle, Gülencilerle birlikte, el ele demokrasi mücadelesi olmaz! Kendileri demokrat olmayanların demokrasi adına mücadelesi, sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Devrimci sol, eğer gerçekten demokrat ve devrimci ise, bu “Hayır Cephe”sinin sahte demokrat unsurlarını teşhir ederek, onlardan kendini kesin çizgilerle ayırarak, “Tayyip’e Hayır” cephesinden kendini kurtararak, gerçek anlamda bir “demokrasi cephesi”nin yaratılmasına yönelmek zorundadır. Böyle bir demokrasi cephesinin anayasa konusunda temel talebi, 1982 faşist anayasasının ve bu anayasaya dayalı tüm kurumların bütünüyle tasfiyesi ve yeni demokratik bir anayasanın hazırlanması olmak zorundadır. Çok uluslu T.C. de, Türk ulusunun egemenliğine dayalı hiçbir anayasa demokratik değildir. Çok uluslu T.C. de, etnik parçalı büyük bir coğrafyayı tek merkezden yönetmeyi temel alan, merkezci bir anayasa; “Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” anayasası demokratik değildir. Bireysel de- 5 gündem Devrimci grupların büyük çoğunluğu, bundan, tüm radikal söylemlere rağmen, egemenlerin bir bölümünün kuyruğuna takılma anlamına gelen siyasi sonuçlar çıkarmaktadır. “Demokrasi için Hayır cephesini koruma ve genişletme” siyaseti böyle bir siyasettir. Taktik adına yürütülen böyle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi, kuyrukçu bir siyasetle, “Sol” Kuzey Kürdistan/Türkiye’de yalnızca bugün değil hiçbir zaman gerçek bir alternatif olamaz! 6 mokratik hakları merkeze koymayan bir anayasa demokratik değildir. Demokrasi cephesi, demokrasi konusunda asgari müşterekleri temel alan güçlerin oluşturduğu bir cephe olmalıdır. Asgari müşterek “anti-Tayyipçilik” değil, burjuva demokrasisidir. Tayyip iktidarı mevcut durumda öne çıkan güç olsa da, Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de demokrasi mücadelesinin hedeflerinden yalnızca biridir. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bunu kavramayan bir demokrasi mücadelesi, pratikte, faşizmin biçimlerinden biri için mücadele sınırları dışına çıkmaz, çıkamaz! Denilebilir ki, söyledikleriniz iyi, güzel de, gerçek bir demokrasi programı ile bugünkü şartlarda Kuzey Kürdistan/Türkiye toplumunda çoğunluğu sağlamak, çoğunluğun desteğini almak mümkün değildir. Böyle bir itiraz gerçekçi bir durum değerlendirmesidir. Her ne kadar devrimci gruplar bu görüşte değillerse de, çoğuna göre ülkelerimizde devrimci durum var, halklarımız devrime hazır. Oysa gerçeklik bu değil. Gerçekte Kuzey Kürdistan/Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu anda devrimci düşünceler temelinde örgütlenmeye ve harekete hazır değildir. Devrimciler açısından bundan çıkarılacak sonuç nedir, ne olmalıdır? Devrimci grupların büyük çoğunluğu, bundan, tüm radikal söylemlere rağmen, egemenlerin bir bölümünün kuyruğuna takılma anlamına gelen siyasi sonuçlar çıkarmaktadır. “Demokrasi için Hayır cephesini koruma ve genişletme” siyaseti böyle bir siyasettir. Taktik adına yürütülen böyle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi, kuyrukçu bir siyasetle, “Sol” Kuzey Kürdistan/Türkiye’de yalnızca bugün değil hiçbir zaman gerçek bir alternatif olamaz! Bu durumdan devrimci güçlerin çıkarması gereken sonuç şudur: Egemenlerin arasındaki iktidar dalaşının parçası olmayı reddederek, kendi demokrat devrimci programı ile halkın karşısına çıkmak; sahte demokrasi cephesinden ayrılarak, gerçek bir demokrasi cephesinin inşasına bugünden başlamak gerekir. Evet, bugün böyle bir program çoğunluğun desteğini almayacaktır. Fakat uzun vadede devrimci sol, burjuva iktidarının karşısında halk iktidarının yaratılmasının yolunu açan güç olmak istiyorsa, bugün yapması gereken budur. Bu anlayışla bütün devrimci güçlere sesleniyoruz: Ne idüğü belirsiz “Hayır Cephesi”ni korumak, geliştirmek, büyütmek sevdasından vazgeçin! Emperyalizm yanlısı, açık faşist ve gerici güçlerle ittifak arama siyasetinden vazgeçin! Gelin, gerçek anlamda bir “Demokrasi Cephesi”ni birlikte inşa edelim! Devrimci Olmayan Dönemde Yalnız Olmak! 16 Nisan Referandumu sırasında, bütünüyle doğru olan boykot siyasetimizle devrimci sol çevrede oldukça yalnız kaldık. Hayır tavırlarıyla CHP, MHP’nin bir bölümü, SP vb. ile, hayırcı emperyalist güçlerle birlikte daha doğrusu onların kuyruğunda hareket etmeyi içlerine sindirenler, bizim boykot tavrımızla “Hayır” cephesini zayıflattığımız, böylece AKP/Erdoğan’a yardımcı olduğumuz, “boykotun evet demek olduğu” vb. suçlamalarını yönelttiler. Bu gibi suçlamalar, egemenlerin dayattığı siyasete kuyruk olmayı yüksek siyaset, akıllı taktik vb. olarak gören, egemenlerin çizdiği siyaset sınırları dışına çıkmayı düşünmeyecek kadar dar görüşlü olan tavırlardır. Bu şekilde bir kez daha gördük ki, kimi zaman yalnızlığı göze almadan gerçek anlamda doğruyu savunmak mümkün değildir. Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulmayı göze almak zorundadır. Biz komünistler, onuncu köyün insanları olmayı bilmeli, doğruları savunmaktan bir an bile vazgeçmemeli, akıntıya karşı yüzme cesaretini göstermeyi bilmeli, bu konuda taviz vermemeliyiz. Bize ne olursa olsun çoğunluk değil, doğru, devrimci temelde çoğunluk gereklidir. Bunun yolu ise, devrimci olmayan dönemlerde yalnızlığı göze almaktan geçer… Haziran 2017 Dünya Ekonomisi Dünya ekonomisinin 2016’daki büyüme beklentisi bir bütün olarak %3.1 idi. Gerçekleşen büyüme oranı %2.8-2.9 arasında oldu. Son elli yılla karşılaştırıldığında –dünya ekonomisinin ortalama büyüme hızı %3.5’dur– bu düşük bir büyümedir. Fakat 2008 krizi ile karşılaştırıldığında dünya ekonomisi büyümektedir. 2017’de %3.5, 2018’de %3.7 büyümenin gerçekleşeceği öngörülmektedir. Giderek artan bir büyüme beklentisi vardır. İleri ülkeler, gelişmiş ülkeler olarak adlandırılan ülkelerdeki büyüme hızı, dünyadaki büyüme hızının çok altındadır. G7 olarak adlandırılan en ileri ülkelerdeki büyüme hızı %1.6’dır. Dünya çapında 2016’nın büyüme beklentisi %3.1 olmasına rağmen, ileri ülkelerdeki büyüme beklentisi %1.6 idi. Sonuç olarak, dünya çapında 2016’nın büyüme hızı %2.8-2.9 arasında çıkmıştır. İleri ülkelerin 2016 büyümesi ortalama %1.5 olmuştur. Gelişmiş ülkelerin dünya ekonomisine katkısı %43.7’dir. Dünya ekonomisine katkının neredeyse yarısı gelişmiş ülkeler tarafından yapılmaktadır. Gelişmiş ülkelerin %1.5’lik büyümesi, 170 ülkenin büyümesine mutlak rakam olarak, değer olarak eşittir. 2017’de, ileri ülkeler için beklenen ekonomik büyüme %2, dünya ekonomisinin toplam büyüme gündem DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞMELER beklentisi %3.5’tur. İleri ülkelerde, her ülke için aynı olmasa bile genel olarak büyüme hızı %2 olarak tahmin edilmektedir. Uluslararası ekonomideki beklentiler, ekonominin iyiye doğru gittiğini göstermektedir. Ekonomik kriz vb. söylemler gerçeği yansıtmamaktadır. Ekonomideki bu rakamlar borsalarla ilgili rakamlar değil, üretim rakamlarıdır, gerçek ekonomi rakamlarıdır. Gerçek ekonomi; sanayi üretimi, tarım üretimi ve hizmetler alanını kapsamaktadır. Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında şu anda görünen bir kriz yoktur, ancak bazı ülkelerde kriz olabilir. Şu andaki görünümde en ileri ülkelerde de sıfırın altında bir ekonomik büyüme, başka bir deyimle ekonomik alanda daralma, küçülme yoktur. Gerçek ekonomi hemen hemen bütün ülkelerde, %0.1-0.5’te olsa büyümektedir. Bu anlamda kapitalizm çökecek, çöküyor, çöküntüye gidiyor vb. tespitler, esasında olgularla çelişmektedir. Çin ve ABD Dünya ekonomisinin büyüme hızını %3’e çıkaran gelişme, Çin’in hâlâ %6’nın üzerinde büyümesidir. Çin’in şu anda dünya ekonomisine tek başına katkısı %18 civarındadır. Dünya ekonomisine katkı bağlamında Çin, Amerika ile aynı seviyeye gelmiştir. Doğu Asya eşik ülkeleri denen ülkelerin de büyümesi %5’e yakındır. Çin’in %6, Doğu Asya ülkelerinin %5’e yakın büyümesi, dünyadaki büyümeyi %3’e çıkaran esas faktörlerdir. Önümüzdeki dönemde de bu dengede belirleyici bir değişiklik olmayacak gibi görünmektedir. Değişiklik ancak şöyle 7 gündem Türkiye’de enflasyon %10’nun üzerindedir. Yüksek faiz politikası aslında yurtdışından sermayeyi çekmek için faydalıdır. Fakat Türkiye ekonomisinde, ekonomiyi canlandırma, özellikle de gerçek ekonomi canlandırılmak isteniyorsa, o zaman yüksek faiz politikası gerçek ekonomiyi canlandırmaya terstir. Yüksek faiz politikası, parayla para kazananlara yarayan bir politikadır. 8 olabilir: Eğer Trump kendi ilan ettiği ekonomi politikasını Amerika’da egemen politika haline getirirse, Amerikan ekonomisi önümüzdeki dönemde %3-4 arasında büyüyebilir. Çünkü Trump’ın yapmak istediği, devletin devreye girerek iç yatırımları arttırmasıdır. Bütün altyapının yeniden inşa edilmesi öngörülmektedir. Trump, açıkladığı bu siyaseti uygularsa, en azından Amerika ekonomisi kâğıt üzerinde büyüyecektir. Ne pahasına büyüyecektir? Devletin daha fazla borçlanması pahasına Amerikan ekonomisi büyüyecektir. Amerikan ekonomisinin borçlanmasının önünde herhangi bir engel yoktur. Çünkü o borcu geri isteyecek kimse de yoktur. Amerika’nın borcunu ödemeyi reddettiği koşullarda, borç veren taraf borcunu nasıl tahsil edecektir? Hiç kimsenin, hiçbir ülkenin Amerika’ya karşı yaptırım gücü yoktur. O yüzden Amerika, istediği kadar para da basabilir, istediği kadar da borçlanabilir. Amerikan ekonomisinin güçlü büyümesi dünya ekonomisinin büyümesine de yansımaktadır. Trump’ın ekonomik siyasetini içte ve dışta uygulaması çok zor görünmektedir. Trump’ın görev süresi dolmadan başkanlıktan alınma olasılığı da vardır. Trump, açıkladığı iç ve dış siyasetini gerçek anlamda uygulamaya kalkarsa, Amerikan sermayesinin bir bölümünün ve Amerikan halkının da tepkisi sonucu da Trump’ın görevden uzaklaştırılması gündeme gelebilir. Mali Alan Mali alanda her an çöküş yaşanabilir. Mali alanda yaşanan çöküş, üç, beş, altı ay içinde gerçek ekonomiyi etkileyebilir. Negatif olarak üretim alanını etkileyebilir. Neden? Çünkü dünyada dolaşan paranın %85’i spekülasyon alanında dolaşmaktadır. Spekülasyon alanı bütünüyle kumardır. Spekülasyon alanında en ufak bir siyasi değişiklik, kumarcıları başka alana götürebilmektedir! Çok kısa sürede borsalar büyük değerler kaybedip, kısa süre içerisinde yeniden büyük değerler kazanabilmektedir. Spekülasyon alanındaki gelişmelere bakıp, dünya ekonomisini değerlendirmek yanlıştır. Tek tek ülkeler için de, bu tespit geçerlidir. Mesela Türkiye’de borsa rekor dönemini yaşamaktadır. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’ndaki endeks 95 binin üzerine çıkmıştır. IMKB, bütün tarihinin en yüksek değerini yaşamaktadır. Burada aslında kumar oynanmaktadır. Burada faiz üzerinden para kazanılmaktadır. Paranın faizi ile para kazananlar açısından Türkiye şu anda bir cennettir. O yüzden de borsa rekorlar kırmaktadır. Türkiye Türkiye’de, ekonomik büyüme hızı, Avrupa Birliği’ndeki ekonomik büyüme hızından daha yüksektir, ama kendilerinin iddia ettikleri 2023 hedeflerine varmaları mümkün değildir. 2023 hedeflerine varılması için Türkiye’nin her yıl %28-30 arasında büyümesi gerekir. 2023 hedeflerine ulaşmaları artık mümkün değildir. Türkiye ekonomisi şu anda %2.5-%3 büyümektedir. Ama daha fazla büyüme beklentisi de gerçekçi değildir. Türkiye ekonomisi de fakto büyümektedir. Sol’un iddia ettiği gibi Türkiye ekonomisi çöküşe doğru gitmemektedir. Türkiye ekonomisi, Avrupa Birliği ve gelişmiş ülkelerin ortalamasının üzerinde büyümektedir. Türkiye ekonomisi yedi yıl sonra ilk defa 2016’nın üçüncü çeyreğinde %1.8 küçülmüştür. Böylece ekonomide 27 çeyrek sonra ilk kez daralma gerçekleşmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, ekonomide son olarak 2009 yılı üçüncü çeyrekte yüzde 2.8 daralma gerçekleşmiştir. 2016’nın dördüncü çeyreğinde, Türkiye ekonomisi %3.5 büyümüştür. Türk ekonomisi 2016 yılında yüzde 2,9 büyümüştür. Ekonomik açıdan iki çeyrek üst üste negatif büyüme olduğu zaman, yeni bir kriz devresine girildiğinden söz edilebilir. Türkiye’de 2016’nın üçüncü çeyreğinde, yeni bir kriz döneminin çanları Turizm Sektörü Türkiye’de genel anlamda anda ekonomik kriz yok ama ekonominin belirli alanlarında, mesela turizm sektöründe kriz vardır. Turizm sektörü, ufak tefek bir sektör değildir. Turizm sektöründe binlerce emekçi çalışmaktadır. Bu emekçilerin hayat şartları kötüleşmiştir. Devlet teşvik primi de verse, bütünüyle kötüleşmenin sonucunu değiştirecek durumda değildir. Turistik bölgelerde bir dizi otel kapanmıştır. Bir otelin kapanması onlarca, belki yüzlerce işçinin işini kaybetmesi anlamına gelmektedir. Ekonominin belirli alanlarında gerçek anlamda bir daralma vardır, ama ekonominin diğer alanları bu açığı kapatmaktadır. Bu anlamda, emekçilerin bir bölümü şikâyet etmekte haklıdır, ama bir bölümünün de şikâyetleri gerçek değildir. Orta sınıftaki insanların evi, arabası vardır, çocuklarını özel okullara göndermektedirler. Bir de tabii olgu ve algı meselesi vardır. Anti-AKP cephesinde olgular değil algılar ön plâna çıkmaktadır. Algılara göre, Türkiye ekonomisi batmaktadır! Algılar olgu olarak kabul edilmektedir. Araştırma/ inceleme yapılmamaktadır. Rakamlar ortaya konulduğunda, rakamların çarpıtıldığı söylenmektedir! Algıya göre; TUİK, AKP’nin elindedir. İstedikleri gibi rakamlarla oynadıkları söylenmektedir! Gerçek ekonomiye bakmanın yolu ise, Türkiye’de alış veriş merkezlerinde ve kafelerdeki insan sayısına bakmaktır. Tüketimin durumu nedir? Alışveriş merkezleri, kafeler, lokantalar insan doludur. Tabii ki yoksulluk da vardır. Ancak bizim karşı çıktığımız şey, Türkiye ekonomisinin battığı şeklinde yaratılan algıdır. Yukarıda açıkladığımız gibi batan sektörler vardır ve buna en iyi örnek turizm sektörüdür. Borsa Borsalardaki rakamlar yanıltıcı rakamlardır. O rakamların gerçek ekonomiye bir katkısı yoktur. Yandaş basın sürekli borsa rakamlarını abartmaktadır. Erdoğan ekibi, spekülatif sermayenin bu kadar yoğun olarak Türkiye’ye yönelmesinden memnun değildir. Çünkü bu, yüksek faiz politikasının sürdürülmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Uluslararası alanda merkez bankalarının, bankalara verdiği kredi faizi %0 ile %0.5 arasındadır. Merkez bankaları, bankalara neredeyse bedava para vermektedir. Herhangi fazla bir gelir elde etmeden, ekonomiyi canlandırmak için bankalara para verilmektedir. Erdoğan ekibi de, Türkiye’de de böyle bir para politikasının sürdürülmesinden, faizlerin düşürülmesinden yanadır. Bu nedenle Erdoğan, sürekli olarak faiz lobisini eleştirmektedir. Fakat diğer yandan Türkiye’nin sıcak paraya da ihtiyacı vardır. Merkez Bankası’nın bankalara verdiği paranın kredi faizlerini düşürmesi enflasyonu arttırır. Merkez Bankası, mümkün olduğunca fiyat istikrarından yanadır. Yani, enflasyonu frenleme görevini üstlenmiş görünmektedir. AKP hükümeti, Merkez Bankası’ndan kredi faizlerinin düşürülmesini, paranın bollaştırılmasını istemektedir. Hükümete göre; faizlerin düşürülmesi, paranın bollaşması sonucu yatırım olanakları artacaktır. Sanayici kolaylıkla kredi alabilir. Merkez Bankası ise görevinin enflasyonu engellemek olduğunu belirtmektedir. Zaten şu anda Türkiye’de enflasyon %10’nun üzerindedir. Yüksek faiz politikası aslında yurtdışından sermayeyi çekmek için faydalıdır. Fakat Türkiye ekonomisinde, ekonomiyi canlandırma, özellikle de gerçek ekonomi canlandırılmak isteniyorsa, o zaman yüksek faiz politikası gerçek ekonomiyi canlandırmaya terstir. Yüksek faiz politikası, parayla para kazananlara yarayan bir politikadır. Ülke ekonomisi açısından, dışardan sıcak para dediğimiz her an kaçması mümkün olan parayı getirir. Bu parayla iş yapılabilir, ama garantisi yoktur. Mesela siyasi bir istikrarsızlık çıktığında, faizle para kazanan kesim parasını çeker. Gezi olayları sırasında ve sonrasında, Türkiye’den çok büyük miktarda para çıkmıştır. Borsa’daki endeks değeri altmış binlere kadar düşmüştür. Andaki durumda endeks değeri 95 binin üzerindedir. 15 Temmuz darbe girişimi öncesi ve sonrasında da Türkiye’den çok büyük miktarda para çıkmıştır. O para şimdi yeniden Türkiye’ye dönmektedir. Borsalardaki oynamalara bakılarak gerçek ekonomiyi değerlendirmek mümkün değildir. gündem çalıyor diyebileceğimiz bir döneme girilmiştir. Fakat 2016’nın dördüncü çeyreğinde ekonomi yeniden büyümüş, 2017’nin ilk çeyreğinde Türk ekonomisi %5 büyümüştür. 2017’de, Türk ekonomisinin %2.7-2.9 arasında büyüceği öngörülmektedir. AKP hükümetinin, 2017’de orta vadeli program hedefi %4.5’tur. Bu hedefe varılması, bugünkü veriler bazında, mümkün görünmemektedir. AKP hükümeti, ekonomik hedeflere varmak için teşvikler vermektedir. Son dönemlerde açıklanan teşvik paketlerine bakıldığında, ekonomiyi canlandırmak için milyarlarca dolar teşvik verilmektedir. Ama buna rağmen %4.5 büyüme hedefine varılması çok zor görünmektedir. Türkiye ekonomisi büyüyecek ama önlerine koydukları hedefin gerisinde bir büyüme gerçekleşecektir. 9 Devrevi Kriz gündem 10 Kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri, sürekli değil, dönemseldir. Marksist kriz teorisine göre, kapitalist ekonomi 8-10 yılda bir krize girer. 2008 krizinden bu yana dokuz yıllık bir süre geçmiştir. Andaki ekonomik verilere bakıldığında, önümüzdeki dönemde dünya çapında ekonomik bir kriz beklenmemektedir. Bu durumu nasıl açıklamak gerekir? Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında, dünya çapındaki kriz, tek tek ülkelerdeki devrevi krizler gibi olmaz. Tek tek ülkelerde dönemsel krizler olsa bile dünya ekonomisine bire bir yansımayabilir. Bütün ülkeleri birlikte incelemek gerekir. Bütün ülkeler birlikte ele alındığında, dünya ekonomisinin krize girmesi aslında ana ekonomilerin krize girmesi anlamına gelmektedir. Mesela Çin otuz yıldır kriz yaşamamaktadır. Marksist Kriz Teorisi’ne göre olmaması gereken bir durum yaşanmaktadır. Sürekli büyüme kapitalizmde olmaz, olmaması gerekir. Ama gerçek hayat öyle değildir. Nasıl oluyor da Çin ekonomisi sürekli büyüyor? Sürekli büyümenin nedeni vardır. Çin’de merkezi plânlamalı bir kapitalizm vardır. Çin’de, önemli üretim araçları devlet tarafından kontrol edilmektedir. Plânlı bir ekonomi vardır. Revizyonist ülkeler, eğer dönüşümünü hızlı anlamda tamamlamazsa, üretim araçları üzerindeki mülkiyet çok kısa sürede özel mülkiyete dönmezse, o zaman bu ülkelerde belli bir süre özel mülkiyet esas hale gelene kadar ekonomik büyüme sürebilir, Çin’de olduğu gibi. Ancak bu dünya ekonomisine de yansımaktadır. Şu anda dünya ekonomisinin beşte biri Çin tarafından belirlenmektedir. Dünya ekonomisini bu özelliklerle birlikte ele almamız gerekir. Tek tek ekonomilere gelince; ekonominin gelişmesine devlet siyaseti ne kadar müdahaleci ise, o kadar Marksist Kriz Teorisi’nden uzaklaşma ihtimali vardır. Marksist Kriz Teorisi nereden yola çıkıyor? Üretim araçları üzerinde bütünüyle özel mülkiyet ve bu özel mülkiyet sahiplerinin birbirleri ile kıyasıya rekabeti. Bu rekabet onları belli sürelerde tekniği değiştirmeye zorlamaktadır. Bu teknik değişikliği yapmanın başlangıcı, üretimin düşmesi ya da üretilenin satılamamasıdır. Onun sonucunda, özel sermaye yeniden şekillenmektedir. Marksist Kriz Teorisi’nin çıkış noktası budur. Neo liberal politikalarda, devlet önemli ölçüde ekonomiye müdahaleden çıkarılmıştır. Şimdi yeniden devlet ekonomiye müdahale etmektedir. 2008 krizinden sonra devletler yan yana gelip kararlar almıştır. Hangi bankaların kurtarılması gerektiğini belirlemişlerdir. Bu nedenle devletlerin borçlandırılması göze alınmıştır. Bu gelişmenin kapitalizmin normal gelişmesi ile bir ilgisi yoktur. Tabii ki bu kapitalizmdir ama devlet siyaseti yer yer Marx’ın deyimiyle “Genel Kapitalist Akıl” olarak şu veya bu sermaye gribinin çıkarları ile çelişen, fakat bir bütün olarak sermayenin çıkarlarını temel alan kararlar alabilmektedir. Bütünsel olarak ele alınan sermayenin genel çıkarlarını koruyan bir devlet aygıtı vardır. Bu, kapitalizmin normal gelişmesini saptırmaktadır. Biz kapitalizmden kriz beklerken, kapitalizmin rekabetçi durumundan yola çıkmaktayız. Bu nedenle de şaşırmamak gerekir. Tek tek ülkelerde ve özellikle de kapitalizmin hâlâ belli bir biçimde yeni yeni geliştiği ülkelerde, 8-10 yılda bir kriz evresinin başlaması normal bir gelişmedir. Ama dünya ekonomisi çok önemli ölçüde entegre olmuş durumdadır. Yunanistan’da kriz çıktığında, Yunanistan krizinin nasıl aşılması gerektiği konusu Avrupa Birliği’nde konuşulmuş, kararlar alınmıştır. Teorideki normal gelişme ile pratikte şu anda olan birbiri ile çelişmektedir. Bu yüzden bizim, Marksist Kriz Teorisi’nin bu durumunu bilince çıkarmamız gerekir. Marksist Kriz Teorisi, belli bir biçimde rekabetçi kapitalizm döneminin normal gelişmesinden yola çıkan bir teoridir. Bugünkü şartlarda, Marksist Kriz Teorisi’nin yansıması yukarıda açıkladığımız gibidir. Bir bütün olarak ele alınan dünya ekonomisinin krize girmesinin, sekiz-on yılda değil daha uzun evrelerde olabileceğini düşünmek gerekir. 1974 krizinde, dünya ekonomisinin büyümesi sıfırın altına düşmüştü. Dünya ekonomisi küçülmüştü. Ondan sonraki küçülme, daralma 2008’de yaşanmıştır. 1974-2008 arasında, dünya ekonomisinin büyüme hızında düşüşler meydana gelmiş ama dünya ekonomisinin büyümesi sürmüştür. Gerçek anlamda krizin en önemli belirtisi daralma, ekonominin küçülmesi, negatif konuma gelmesidir. Tek tek ülkelerdeki krizin başlangıcı, iki çeyrek üst üste yaşandığı zaman başlar. 1974-2008 yılları arasında 34 yıllık bir süre vardır. 34 yıllık süre içerisinde dünya ekonomisi bir kriz yaşamamıştır, ama ekonominin büyüme hızında düşüşler meydana gelmiştir. Ekonominin andaki durumu budur. Kapitalist ekonominin kendiliğinden çökeceği beklentisi boş bir beklentidir. Kapitalist ekonomi kendiliğinden çökmez. Kapitalizmi yıkacak olan işçi sınıfı önderliğinde devrimdir. 13.06.2017 CHP’DEN “ADALET YÜRÜYÜŞÜ” İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu›nun yargılandığı “MİT tırları” davasında 25 yıl hapis cezası alması ve tutuklanması üzerine, CHP Ankara Güven Park›tan Berberoğlu›nun tutuklu bulunduğu İstanbul›daki Maltepe Cezaevi›ne kadar sürecek ‹Adalet Yürüyüşü› başlattı. CHP Gerçekten Adalet mi İstiyor? Kapitalist sistemde herkes için adalet olması, adaletin eşit olması mümkün değildir. Kapitalist sistemde egemen olan adalet sermayenin adaletidir. CHP’nin iktidarda olduğu dönemlerde de burjuva anlamda bile bu ülkede adalet olmadı. Kuruluşundan bu yana faşist olan T.C devleti yönetimine gelen her parti faşizmi uyguladı. Türkiye’de siyasi iktidar kimin elinde ise adalet onun yararına çalışır. CHP’nin iktidarda olduğu dönemlerde, adalet CHP yararına çalışıyordu. Şimdi devlet iktidarı AKP’nin elinde. Adalet AKP yararına çalışıyor. “Damat” iseniz, hasta olmanız, sabit ikametgahınızın olması tahliye için yeterli neden olur. Ama muhalifseniz, devrimci iseniz, hele hele Kürt’seniz ölümcül hasta olsanız bile tahliye edilmezsiniz. Adaletin bu durumda olması kapitalist sömürü düzeninin doğal sonucudur. Herkes için adalet bu düzende olmaz! Egemen kim ise adalet de onun adaletidir. AKP ile bir olup vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırtan CHP, kazdığı kuyuya kendisi düştü. HDP Eşbaşkanlarının, vekillerinin tutuklanmasına neden olan CHP şimdi adalet arıyor!! CHP iktidar dalaşı yürüttüğü AKP hükümetini devirip kendisi iktidar olmak istiyor. Adaletin anlamı güncel SOSYAL MEDYADAN onlar için gerçekte budur! “Adalet Yürüyüşüne” Destek Verilemez! CHP ile demokrasi mücadelesi yürütmek, adalet aramak boş bir iştir. Demokrat olmayanların demokrasi mücadelesi vermesi sahtekarlıktan başka bir şey değildir. CHP kurumsal olarak Kemalist faşist -CHP’ye oy verenleri kastetmiyoruz- bir partidir. CHP’nin AKP ile iktidar mücadelesi vermesi, onun demokrat olduğu anlamına gelmez. “Anti Tayyip”çilik demokrat olmanın kriteri değildir. CHP’nin “adalet yürüyüşüne” destek vermek, katılmak gerçekte iktidar dalaşında CHP’nin payandası olmak, CHP’nin yedeğine düşmektir. Demokrasi Nasıl Gelecek? “Sol”un önemli bir bölümü demokrasi umudunu, egemen sınıflar içindeki iktidar dalaşında, egemen sınıf temsilcilerinden biri olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılaçdaroğlu’nun mücadelesine bağlamış durumdadır. CHP’nin mücadelesinden, “adalet yürüyüşü”nden burjuva anlamda bile demokrasi çıkması, CHP’nin niteliği dikkate alındığında mümkün değildir. CHP’nin iktidar mücadelesinin başarılı olması halinde, bu mücadeleden çıksa çıksa faşizm çıkar. Halk için, ezilen ve sömürülenler için gerçek demokrasi ancak halkın ve proletaryanın kendi iktidarı şartlarında mümkündür. Demokrasi mücadelesinde işçileri, emekçileri, halkları öncelikle kendi sınıf iktidarları için mücadeleye çağırmalıyız. Bu mücadele için aydınlatma ve örgütleme çalışması yürütmeliyiz. Demokrasi mücadelesi devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır. Burjuvazinin sınıf iktidarını devirme, halkın ve proletaryanın sınıfsal iktidarını kurma mücadelesi ne kadar güçlü olursa, burjuvazinin iktidarını korumak için belli tavizler vermek zorunda kalması, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi de o ölçüde mümkün olacaktır. Demokrasi mücadelesini öncelikle devrim mücadelesi, işçi sınıfının, emekçi halkın iktidar mücadelesi olarak yürütmemiz, hiçbir şekilde burjuva diktatörlüğü şartlarında burjuva demokratik hakların savunulması, bunların uygulanması ve genişletilmesi için 11 güncel 12 reform talepleri için de mücadele etmenin engeli değildir. Biz burjuva demokrasisinde işçiler ve emekçiler için kağıt üzerinde var olan hakların kullanılması için de en ön saflarda mücadele ederiz. Bunu, iktidarın sınıf niteliği hakkında, burjuva demokrasisinin sınırları hakkında hayaller yaymadan, işçi ve emekçilere her zaman gerçekleri anlatarak yaparız. Demokratik reform mücadelesini, devrim mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline getirerek yürütmeliyiz. Demokrasi cephesi, demokrasi konusunda asgari müşterekleri temel alan güçlerin oluşturduğu bir cephe olmalıdır. Asgari müşterek “anti-Tayyipçilik” değil, burjuva demokrasisidir. T.C. de faşizmi geriletme, onu burjuva demokratik bir cumhuriyete dönüştürme hedefi asgari müşterektir. Tayyip iktidarı mevcut durumda öne çıkan güç olsa da, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de demokrasi mücadelesinin hedeflerinden yalnızca biridir. Egemenler arasındaki iktidar dalaşının parçası olmayalım. CHP’nin “adalet yürüyüşü” iktidar dalaşının bir parçasıdır. Kendimizi sahte demokrasi mücadelesi verenlerden ayıralım. CHP’nin iktidar dalaşının aleti, payandası olmayalım. Egemenler arasındaki iktidar dalaşından bağımsız sınıf mücadelesini yürütelim, geliştirelim! Umut egemenler arasındaki iktidar dalaşında değil! Umut isyanda, kurtuluş devrimde! 16.06.2017 si görüşmeleri 08.06.2017 tarihi itibariyle anlaşmayla sonuçlanmıştır. Sözleşme görüşmelerinin tıkandığı noktada, cam işçisinin güçlü iradesiyle işveren tekrar masaya çekildi ve sözleşme bağıtlandı. Bu sebeple tüm üyelerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Yapılan anlaşma ile Şişecam Otomotiv A.Ş. işvereni, işveren sendikası üyesi olmamasına rağmen, Cam İşverenleri Sendikası’na üye işyerleri ile birlikte tek tutanak hazırlanarak, cam grup toplu iş sözleşmesi bölünmemiş ve tüm işyerleri için aynı şartlarda ve aynı süre için toplu iş sözleşmesi imzalanmıştır. İşverenin tüm baskılarına rağmen, hiçbir idari maddede kayıp yaşanmamıştır. 24. Dönem Cam Grup Toplu İş Sözleşmesi’nde yer alan tüm idari maddelerimiz korunmuştur. Sosyal haklarda %19-20 bandında kazanımlar sağlanmış, dörtlü paket %14.1 zamla 5710 liraya yükselmiştir. Düşük ücretli işçilere iyileştirme yapılmış ve toplamda seyyanen ortalama %16.3 zam oranıyla, 1.92 TL zam alınMÜCADELE EDEN KAZANIR! ŞİŞECAM’DA mıştır.” (http://www.kristalis.org.tr/yeni/?p=13583) ANLAŞMA Cam işçileri grevlerinin ertelenmesi/yasaklanŞişecam ile Kristal-İş Sendikası arasında yürütülen masına karşı mücadelesini sürdürdü. İşçiler fabtoplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma rikalarda bekleme, üretimi durdurma eylemleri sağlanamaması üzerine sendika 24 Mayıs›ta yaptı. Mücadeleleri kısmi kazanımla sonuçlandı. greve çıkma kararı almıştı. Fakat grev Bakanlar Şişecam patronunun grev ertelemesinden önce verKurulu kararı ile 60 gün süreyle ertelenmişti. diği tekliflerin üzerine çıkması, Şişecam’ın Otocam Grev ertelemesi/yasağına karşı Şişecam iş- Fabrikası’nı grup dışında bırakma, grubu bölme ısçilerinin 13 gün boyunca fabrikalarda sür- rarının boşa çıkarılması, sözleşmenin iki yıllık imdürdüğü fiili direniş kazanım sağladı. zalanması vb. işçilerin mücadelesinin kazanımıdır. Kristal-İş Sendikası ile Şişecam patronu ara- Sendikanın söz vermesine rağmen, işçilere danışsında yapılan görüşmelerde anlaşma sağlandı. madan sözleşmeyi imzalaması, mücadelenin kazaSendika yaptığı yazılı açıklama ile anlaş- nım getirdiği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. ma hakkında bilgi verdi. Açıklama şöyle: İşçiler mücadele ettiklerinde, direndiklerinde kaza“Sendikamız ile Cam İşverenleri Sendikası arasında nım elde ettiklerini Şişecam direnişi de göstermektedir. yürütülen 25. Dönem Cam Grup Toplu İş Sözleşme- 08.06.2017 5 HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ ABD “PARİS İKLİM ANLAŞMASI”NDAN ÇEKİLDİ ABD Başkanı Donald Trump, Paris İklim Anlaşması’ndan çekildiğini açıkladı. Trump yaptığı açıklamada, “İklim Anlaşması, ABD’nin çıkarlarına zarar veriyor. İklim konusunda daha adil bir anlaşma yapacağız” dedi. Trump’ın bu açıklaması, iklim konusunda tartışmayı da beraberinde getirdi. Almanya, Fransa, İtalya gibi emperyalist ülkeler Paris İklim Anlaşması’na sahip çıkarak, Trump’ın tavrını eleştirdiler. ABD emperyalizminin çıkarlarını merkeze koyan bir siyasete sahip olan, “önce Amerika” diyen Trump’ın açıklaması bir anlamda iklim konusunda, ABD’nin ikiyüzlülüğüne son veren bir tavırdır. Batılı emperyalistlerin iklim konusunda ikiyüzlülüğü ise devam etmektedir. Enerji üretiminde kullanılan fosil yakıtlar nedeniyle, atmosfere salınan sera gazları oranı giderek art- maktadır. Atmosferde bu gazların oranının artması sera etkisine yol açmakta ve küresel ısınmaya neden olmaktadır. Küresel ısınma da iklim değişikliklerine sebep olmaktadır. Paris İklim Anlaşması Nedir? Paris İklim Anlaşması, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi gereğince sera gazları salınımını azaltmaya yönelik önlemleri içeren bir anlaşmadır. Birleşmiş Milletler İklim Konferansı 30 Kasım-12 Aralık 2015 tarihleri arasında Paris’te yapıldı. Konferansa katılan ülkeler adı “Paris Anlaşması” olan iklim anlaşması üzerinde uzlaştı. Anlaşma 22 Nisan 2016 tarihinde imzaya açıldı. Yeterli sayıda üye ülkenin imzalamasının ardından 4 Kasım 2016 tarihi itibarıyla yürürlüğe girdi. Anlaşma 195 üye ülke tarafından imzalanması bakımından, dünya tarihinde iklim değişikliği ile ilgili en geniş kabul görmüş anlaşma olma özelliğine sahiptir. Anlaşmayı imzalayan ülkelerin anlaşmaya uymaması/çekilmesi durumunda ise herhangi bir yaptırım söz konusu değildir. Paris İklim Anlaşması ile esas olarak küresel ortalama sıcaklık artış limitinin yüzyılın sonuna kadar 1,5 ila 2 derece arasında sınırlandırılması hedeflenmektedir. Her 5 yılda bir tüm devletler bu amaca nasıl ulaşacakları konusunda planlarını sunacak, sanayi ülkeleri önderliği üstlenecek ve kendilerine emisyonları azaltma konusunda kesin hedefler belirleyeceklerdir. İmkanlara göre eşikteki ülkeler de bunu yapacak ve buna teşvik edileceklerdir. Atmosfere en fazla zehirli gaz salan Çin, 2030 yılına kadar atmosferi tüm hızıyla zehirlemeye devam edecek bir plana sahiptir. ABD ise zehirli gaz salınımında 1990 yılını değil, 2005 yılını baz almakta ve salınımı azaltmayı buna göre belirlemektedir. Buna göre azaltma oranı 2025 yılına kadar %26-28 olacaktı. Atmosfere toplam CO2 salınımının % 45’inin sorumlusu olan iki büyük emperyalist gücün planı böyleydi. Diğer emperyalistlerin durumu da, bu durumdan pek farklı değildir. Bu nedenle Paris İklim Anlaşması’nın iklimin korunması anlaşması olarak sunulması yüzsüzlüktür! Paris İklim Anlaşması gerçekte iklimi korumaktan çok uzaktır. Anlaşmanın temel yaklaşımı çevreyi, doğayı koruma, iklim değişikliğine yol açan nedenlere son vermek değil, emperyalistlerin, kapitalistlerin çıkarlarının nasıl daha iyi korunacağıdır. İklim deği- güncel Kapitalizm-emperyalizm çok açık biçimde doğanın, çevrenin ve insanlığın düşmanı olduğunu, her zaman bir şekilde göstermektedir. Daha fazla kar dürtüsü kapitalist üretimin temel amacıdır. Bu sistemde daha fazla kar uğruna doğa talan edilmekte, çevre yok edilmekte; insanlığın geleceği ipotek altına alınmaktadır. Kapitalist sistemde insanlığın yaşam kaynaklarının yok edilmesine karşı ciddi bir önlemin alınabileceğini beklemek boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı, azami kar hırsıyla gözü dönmüş emperyalist- kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak, büyük insanlığın geleceğine sahip çıkmak da biz işçi ve emekçilerin omuzlarındadır. 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde de, çevrenin kirletilmesine ve yok edilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, kapitalist sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütelim. Emperyalizm, yaşadığımız yerküreyi küresel felakete doğru sürüklemektedir. Büyük insanlık kendisini bekleyen bu felaket karşısında sessiz kalmamalıdır. Yaşam kaynaklarını korunmak, doğa ile uyum içerisinde yaşamak için, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yükseltelim! Nükleer enerjiye, nükleer santrallere hayır! Çevre ile uyumlu enerji türlerine evet! 05.06.2017 13 güncel şikliğini önlemede en fazla karın nasıl elde edileceğinin hesabı yapılmaktadır. Teknolojide ileri olanların “çevreci” görünmesinin perde arkasında yatan olgu, geri kalmış ya da kalkınmakta olan ülkeleri, iklim değişikliğini önleme adına kendilerine nasıl bağımlı kılacaklarının hesabı yapılmaktadır. Fosil Yakıtların Kullanımına Son! 2020 yılına kadar atmosfere zehirli gaz salınımı bugün olduğu gibi sürecek, hatta artacaktır. BM’ler raporuna göre atmosferin ısınmasının 2 derecede sınırlandırılması için 2011 yılı baz alınarak en fazla 1000 Giga ton CO2 salınması gerekmektedir. Aynı rapora göre 2030 yılında toplam 748,2 Giga ton salınmış olacaktır. Yuvarlak hesapla geriye 252 Giga ton kalmaktadır. Peki 2025 yılı için 55,2 Giga ton salınımı öngörülüyorsa ve 2030 yılında bu miktar azalma yerine 56,7 Giga tona kadar çoğalıyorsa, 2035 yılında 1000 Giga tonluk sınır aşılmış olacaktır. O halde, CO2 ve diğer zehirli gazları atmosfere salmada radikal önlemler alınmadan, fosil enerji kullanımına en kısa zamanda son verilmeden, 2 derecenin açıkça altında tutma hedefine varılamaz! Atmosferde en fazla sera gazı salınımına neden olan ülke Çin’dir. Çin’i ABD, Avrupa Birliği ülkeleri, Hindistan, Brezilya ve Rusya izlemektedir. Atmosfere zehirli gazların salınmasına son vermenin yolu, enerji üretiminde fosil kaynakların kullanılmasına son verilmesi, enerji üretiminde tamamen yenilenebilir enerjinin kaynaklarına yönelinmesidir. Bu ise merkezinde karın durduğu kapitalist sistemde mümkün değildir. 03.06.2017 14 dın işçiler evlendiklerinde kıdem tazminatını alabilmektedir. Bir işçi 15 yıl sigortalılık süresi ve 3 bin 600 gün prim ödeme süresini doldurduğunda, emeklilik halinde ve kendi isteğiyle işten ayrılma durumunda kıdem tazminatı alabilmektedir. Kayıt dışı çalıştırılma halinde, patronlar tazminat ödememek için işe giriş çıkış yaptırdıklarında, işçinin açacağı dava yolu ile kıdem tazminatını alma imkanı vardır. Kıdem tazminatı, çalışılan her yıl için işçinin 30 günlük brüt ücretidir. Kıdem Tazminatından Yararlanma Durumu TÜİK’in 2017 yılı Ocak dönemine ait işgücü verileri şöyledir: İşgücü: 30 milyon 658 bin kişi. İstihdam: 26 milyon 672 bin kişi. Tarım: 4 milyon 893 bin kişi. Tarım dışı: 21 milyon 780 bin kişi. İşsiz: 3 milyon 985 bin kişi. İstihdam edilenlerin %18,3’ü tarım, %19,8’i sanayi, %6,5’i inşaat, %55,4’ü ise hizmetler sektöründe çalışmaktadır. Ocak 2017 döneminde herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmadan çalışanların oranı, %32,5’tir. Sayısal olarak yaklaşık 10 milyon kişi kayıt dışı çalışma durumundadır. (http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri. do?id=24626) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Temmuz 2015 verilerine göre çalışan işçi sayısı 12.699.769’durKayıt dışı çalışan yaklaşık 10 milyon işçi yasal olarak kıdem tazminatı alma hakkından mahrumdur. Bunun nedeni bu işçilerin kayıtlı bir işte çalışmıyor olmalarıdır. Kayıtlı bir işte çalışan, sigortalı çalışan işçiler yasal KIDEM TAZMİNATI VE FON: DOĞRU olarak kıdem tazminatı alma hakkına sahiptir. Bu TUTUM NE OLMALI? işçilerinde çok büyük çoğunluğu kıdem tazminatı Kıdem tazminatının fona devri yeniden gündemde! alamamaktadır. Patronlar, işçileri çeşitli düzmece Kıdem tazminatının fona devredilmek istenme- nedenlerle, tazminatsız işten atmaktadır. İşçilerin si yeni bir durum değildir. Patron örgütleri ve on- büyük bölümü yasal haklarını ve bu keyfi tutumlara ların hükümetleri uzun yıllardan bu yana kıdem karşı nasıl mücadele edeceklerini bilmedikleri için tazminatının bir fona devredilmesini istemektedir. hak arama mücadelesi yürütmemektedir. İşçilerin Yeni sistemin nasıl olacağı, nasıl işleyeceği, işçilerin çok azı bu mücadeleyi vermektedir. hak kaybına uğrayıp uğramayacağı, kıdemin kaç gün İşbirlikçi, sarı sendikaların önemli bir bölümü işten üzerinden yatırılacağı vb. konularında tam bir netlik atılan üyelerine sahip çıkmamaktadır. yoktur. Bu nedenlerden dolayı kıdem tazminatı alan işçilerin sayısı aslında çok azdır. Mevcut Uygulama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet MüezziErkek işçiler askerlik hizmeti dolayısıyla, ka- noğlu, kıdem tazminatı uygulamasından yararlanan Fon ve Doğru Tutum Mevcut uygulamada, kıdem tazminatının ödenip ödenmemesi tek tek patronların keyfine bırakılmıştır. Kıdem tazminatları patronlardan kesilerek bir merkezi fonda toplanıp, ödeme merkezi fon üzerinden yapıldığında, işten çıkarılma veya işyerinin kapatılması durumunda işçilerin kazanılan haklarında hiçbir kayıp olmaması garanti altına alındığında, Kıdem Tazminatı Fonu mevcut uygulamaya göre ileri bir uygulamadır. İşçilerin büyük bir bölümünün yararlanamadığı kıdem tazminatının olduğu gibi devam etmesini savunmak işçilerin çıkarına uygun değildir. Hiçbir hak kaybına uğramadan, kazanılmış hakların korunarak, her işçinin yararlanacağı, devlet güvencesinde bir fon için mücadele etmeliyiz. Kapitalist sistemde tazminat hakkının korunması, hak kaybı olmaksızın devlet garantisi altına alınması ile sağlanır. Biz işçilerin kazanılmış haklarının iyileştirilmesi ve garanti altına alınması için mücadele etmeliyiz. İşçilerin kazanılmış haklarının gasp edilmek istenmesine karşı mücadele etmeliyiz. Mücadele Taleplerimiz: Kıdem Tazminatı Fonu için şu taleplerle mücadele etmeliyiz: *Kıdem Tazminatı Fonu devreye girmeden her işçinin hak ettiği kıdem tazminatı fonu kendilerine ödenmelidir. *Her işçiye bir yıllık çalışma karşılığı bir aylık brüt ücret patronlar tarafından fona yatırılmalıdır. *Aylık brüt ücret yanında kazanılmış olan ve değişik dilimlerle işçiye bir yıl içerisinde ödenen sosyal haklar da aylık brüt ücretin üzerine eklenerek fona aktarılmalıdır. *İşçi fonda biriken tazminatını istediği zaman çekebilmelidir. *Fonda biriken işçilerin paraları hiçbir şekilde başka bir amaç için kullanılmamalıdır. Kıdem tazminatı, işgücünün değerinin onun kalifiye olmasına paralel olarak yükselmesinin, bir işyerinde aynı işte daha uzun süre çalışmanın daha fazla kalifiye olma anlamına gelmesinin kapitalizm şartlarındaki ifadesidir. Kapitalizm şartlarında artı değerin bir bölümü işçiye işini kaybetmesi halinde, bir süre hayatını sürdürebilmesi için “kıdem tazminatı” adı altında verilmektedir. Sosyalist bir toplumda kıdem tazminatına gerek yoktur, çünkü iş haktır, çalışabilen herkese iş verilmektedir, çalışamayana toplumsal fonlar üzerinden insanca yaşayabileceği imkanlar sağlanmaktadır, işini kaybederek aç kalma korkusu vs. yoktur. Bu yüzden de daha fazla kalifiye olmanın karşılığı, daha fazla ücret olarak işçiyedönmektedir. Sosyalist bir toplumda bu yüzden Kıdem Tazminatı gereksizdir. Fakat kapitalizm şartlarında kıdem tazminatı işçiler açısından bir güvencedir. Kazanılmış haklarımızı koruyarak mücadelemizi geliştirelim! YENİ İŞÇİ DÜNYASI 18 Mayıs 2017 güncel işçilerin oranının % 20 olduğunu söylemektedir.Bu oranın doğru olup olmadığından bağımsız olarak, işçilerin büyük çoğunluğunun kıdem tazminatı uygulamasından yararlanmadığı açıktır. İBRAHİM’İ ANMAK... Devrim mücadelesinde bedenen yitirdiklerimizi anmanın yolu; onlara methiyeler düzmek, onlara aziz gibi yaklaşmak değildir. Yitirdiklerimizi anmak demek; onları oldukları gibi ele almak, hatalarını eleştirmek, doğrularını savunmak ve geliştirmek, kısaca onların mücadelesini kesintisiz sürdürmek demektir. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’yı anmak demek; O’ndan öğrenmek, doğrularına sahip çıkmak ve geliştirmek, hata ve eksikliklerine karşı mücadele ederek onları aşmak, komünizm davası için mücadeleye bütün benlikle daha sıkı sarılmak demektir. Tabuları yıkan, buzları kıran; Komünizmin, Marksizm Leninizm’in kızıl bayrağını 1972’de yeniden göndere çekmeye önderlik eden, Uzlaşmaz, can bedeli mücadele yürüten komünist savaşçı, komünist önder, 1972’de komünizmin temsilcisi olan partinin kurucusu, Faşizmin işkencehanelerinde ser verip sır vermeyen, İbrahim Kaypakkaya mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak! Faşist katiller İbrahim’i katlederek, bedenen aramızdan söküp aldılar. Fakat onun düşüncelerini, mücadelesini yok edemediler. O bugün de yaşıyor ve proletaryanın, ezilenlerin mücadelesinde, yeni dünya mücadelesinde her zaman yaşayacak! İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür! 17.05.2017 15 güncel DÖRT YIL SONRA GEZİ… Ü lkelerimizde dört yıl önce önemli bir direniş yaşandı. Gezi Parkı direnişi... Çevreye duyarlı insanların bir yeşil alanı savunması ile başladı her şey. Yeşile sahip çıkma temelinde başlatılan hareket yeni ve ‘alışılmamış’ bir hareketti. AKP’nin kapitalist rant için ‘ben çevre mevre dinlemem’ diyen anlayışına karşı başladı Gezi Parkı direnişi. Her tarafı beton yığını olan Taksim meydanındaki tek ve küçücük yeşil alandı Gezi Parkı. NEYDİ GEZİ? Gezi Parkı direnişi çevreye duyarlı genç insanların bir isyanıdır. Bu isyan çıkış noktasında hükümetin Gezi Parkı etrafında Osmanlı dönemine ait Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etme ve kışlanın içerisine rant amaçlı AVM yapma isteğine, bunun için ağaçların sökülmesine karşı bir isyandır. Bu isyan özgürlük, demokrasi, katılımcılık talep edenlerin; kendilerini ilgilendiren bir konuda, hayata, doğaya duyarlı olanların isyanıdır. Gezi Parkı direnişi içinde farklı kesimlerin, farklı renklerin yer aldığı bir direniştir. Gezi direnişi başta Başbakan olmak üzere, AKP hükümetinin uzlaşmasız tavrı, yerel idarecilerinin sahtekâr tavırları ve polisin çevre duyarlılığını sergileyen eylemcilere karşı kullandığı faşist şiddet, olabilecek en geniş koalisyonu kendiliğinden oluşturdu. Bir çevre duyarlılığı ile başlayan hareket AKP hükümetine karşı öfke patlamasına dönüştü. AKP’nin siyasetinden rahatsız olan her görüşten, her renkten, her örgütten insan bir araya geldi. Katılımdaki bu çeşitlilik Gezi direnişinin en özgün yanlarından birisidir. Gezi Parkı direnişi eylem biçimleri açısından çok yaratıcı bir direniştir, güler yüzlüdür. 16 Mizahın kullanımı direnişin en önemli özelliklerinden birisidir. Faşist teröre karşı ‘Çapulcu miza- Bizim kavgamız, sadece AKP hükümetini değil, faşist TC devletini yıkma kavgasıdır. Bu yüzden Gezi Parkı direnişinin haklı taleplerinden uzaklaşması ve hareketi Kemalist faşistlerin iktidar dalaşı eksenine oturtma çabalarına karşı olduğumuzu, bu dalaşta taraf olmadığımızı açıkladık. Bu bilinçle, olduğumuz alanlarda hareketin içerisine doğru görüşleri taşımaya çalıştık. Kısaca hareketi doğru okuyarak, net ayrım çizgilerini ortaya koyduk. hı’ hareketi sempatik kılmıştır. Harekete karşı olan yandaş medyanın birçok kalemi bile bu yaratıcılığı teslim etmek zorunda kalmışlardır. Mizahın direnişte bu denli kullanılması Gezi direnişinin en özgün bir diğer yanıdır. Gezi Parkı direnişi kendiliğinden başlayan bir direniştir. Kısa sürede sadece Gezi Parkıyla sınırlı kalmayan ve ülkelerimizin birçok şehrinde destek eylemleriyle genişleyen bir eylemdir. Önder güç, önder parti, önder figür vs. bu eylemde yoktur. Bu eylemde eylemi kendi siyasi hesapları için kullanma çabaları vardır. Gezi Parkı direnişinde devrimci, sosyalist ve komünistler hazırlıksız yakalandılar. Ve ama süreçte eylemler içinde aktif rol aldılar. Bu harekette yer alan devrimci, sosyalist, komünist örgütler, çevreci sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve örgütsüz, hayatlarına karışılmasından rahatsız insanların önemli bölümü gerçekten güncel demokrasi, özgürlük istiyordu, bunun propagandasını yaptılar; eylemlere geniş katılım nedeniyle geniş bir kitle ile kucaklaştılar. Gezi Parkı direnişini kendi siyasi hesapları için kullanmak isteyenler de vardı! Başlangıçta bu eylemler içerisinde yer almayan, hareketi kendi iktidar dalaşlarının bir kaldıracı haline getirmek isteyen güçler de eylemlerde boy göstermeye başladılar. CHP, İP, HKP gibi partiler, bunların uzantıları eylemleri, süreç içinde çıkış noktasındaki taleplerinden, hedeflerinden uzaklaştırdılar. Hareket içinde ulusalcılar, ulusalcı “sosyalistler” darbeciler/darbe çığırtkanları, AKP hükümetinin yayılmacı dış politikasından rahatsız olan kimi yabancı güçler ve uzantıları... hareketi kendi çıkarları doğrultusunda araç olarak kullanmaya çalıştılar. AKP hükümetini seçimlerle iktidardan uzaklaştırma umudunu kaybeden, Kemalist faşist güçler için Gezi direnişi bulunmaz bir fırsat oldu. Faşistler ve tüm gericiler, Geziye destek adına bu hareketi yoğun bir biçimde milliyetçiliğin, ırkçılığın, Türkçülüğün, Kemalizm’in, propagandası için kullandılar. “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”, “Tayyip istifa, hükümet istifa!” sloganları hareketin sloganları haline geldi. Gezi eylemleri, başlangıçtaki haklı ve doğru taleplerden uzaklaşarak egemenler arasındaki iktidar dalaşı- nın çatışmasına dönüştürüldü. Bu kesimlerin faşist propagandaları yer yer etkin oldu. Bunda en önemli etkenlerden birisi bu kesimlerin daha örgütlü ve donanımlı olmalarıdır. İyi kullandıkları sosyal medya ve görsel medyanın da etkisiyle eylemlerde bu kesimler öne çıktılar. Eylemler süreç içinde “Tayyip’i neyle ve nasıl olursa olsun götürme” yönünde başka bir içerik kazandı. Bizim kavgamız, sadece AKP hükümetini değil, faşist TC devletini yıkma kavgasıdır. Bu yüzden Gezi Parkı direnişinin haklı taleplerinden uzaklaşması ve hareketi Kemalist faşistlerin iktidar dalaşı eksenine oturtma çabalarına karşı olduğumuzu, bu dalaşta taraf olmadığımızı açıkladık. Bu bilinçle, olduğumuz alanlarda hareketin içerisine doğru görüşleri taşımaya çalıştık. Kısaca hareketi doğru okuyarak, net ayrım çizgilerini ortaya koyduk. (Yeni Dünya İçin Çağrı sayı 165, Eylül-Ekim 2013) Dört yıl önce Gezi Direnişi hakkında yaptığımız bu genel değerlendirme, bugün içinde doğrudur ve bu değerlendirmeye eklenecek yeni bir şey yoktur. Gezi direnişi eylemlerinde devlet tarafından katledilen; Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan’ı anıyoruz. Mayıs 2017 17 güncel KÜRDİSTAN’DA BAĞIMSIZLIK REFERANDUMU 7 18 Haziran’da Erbil’de, Federal Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani başkanlığında, Kürdistan Parlamentosu’nda temsil edilen siyasi parti temsilcilerinin bir araya geldiği bir toplantı yapıldı. Toplantıda, Güney Kürdistan’da 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapılması kararı alındı. Toplantının ardından yapılan yazılı açıklama ile karar kamuoyuna duyuruldu. “25 Eylül 2017 tarihinde Kürdistan Bölgesi ve Kürdistan idaresi dışında kalan tartışmalı bölgelerde referandum yapılmasına karar verildi.” Toplantıya katılan partilerşunlardır: “Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), Kürdistan İslami Birlik Partisi (Yekgırtu), Kürdistan İslami Hareket Partisi (Bızutnewe), Kürdistan Komünist Partisi, Kürdistan Sosyalist Demokrat Partisi (KDSP), Emekçiler Partisi (Zehmetkeşan), Kürdistan İşçi ve Emekçiler Partisi, Kürdistan Kalkınma ve Reform Partisi, Erbil Türkmen Listesi, Irak Türkmen Cephesi (ITC), Türkmen Kalkınma Partisi, Kürdistan Parlamentosu Ermeni Listesi, Aşuri Demokratik Hareketi ve Aşuri ve Kildani Meclisi.” Toplantıya, Değişim hareketi (Goran) ve Kürdistan İslami Topluluk (Komel) katılmamıştır. Tepkiler Güney Kürdistan’da bağımsızlık için referandum yapılması kararına tepkiler ise gecikmedi. Karara verilen tepkiler şu şekildedir: Türkiye Kürdistan ülkesinin bölünmesi, parçalanmasının sorumlularından biri olan, Kürdistan’ın Kuzeyini ilhak eden Türkiye, “bağımsızlık referandumu” yapılmasına karşıdır. Dışişleri Bakanlığı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı yaptıkları açıklamalarda “bağımsızlık referandumu” yapılmasına karşı olduklarını belirtmişlerdir. Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan, 13 Haziran’da AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada şu tavrı takınmıştır: “Kuzey Irak’ın bağımsızlığıyla ilgili bir adım atmak Irak’ın toprak bütünlüğüne tehdittir ve yanlış bir adımdır. Kuzey Irak yerel yönetimiyle birlikte Musul’da Araplar, Kerkük’te Türkmenler, tüm bunlar hep birlikte yaşıyor. Biz barış içinde bu bölgede tüm bu adımların atılmasını ve Irak’ın bütünlüğünü hep savunduk, savunmaya da devam ediyoruz.” Türkiye, Federal Kürdistan bölgesi ile iyi ilişkiler içinde olmasına rağmen “bağımsızlık referandumu” yapılmasına karşıdır. Türkiye’nin sık sık dem vurduğu “Irak’ın toprak bütünlüğü, siyasi birliği” ise aslında yoktur. Bölgede üç ayrı Irak vardır; kuzeyde Güney Kürdistan, orta bölgede Irak Sünni bölgesi ve güneydeIrak Şii bölgesi. Irak aslında federal bir devlettir. Bu durumdaki bir yerde toprak bütünlüğünden bahsetmek anlamsızdır. Irak Irak Başbakanı Haydar İbadi’nin sözcüsü Said Hadisi, “bağımsızlık referandumu”gündemine ilişkin, “Irak’ın geleceğine yönelik verilen her kararın, anayasa çerçevesinde alınması gerekir.” demiştir. Rudaw’ın haberine göre Hadisi, “Irak’ın geleceğine yönelik konularda, tüm Iraklıların birlikte karar vermesi gerekiyor. Hiçbir taraf, başka tarafları gözardı ederek karar veremez.” demiştir. Ancak, Merkezi Irak Hükümeti’nin federal Kürdistan bölgesi üzerinde bir hükmü yoktur. Almanya Almanya Dışişleri Bakanı SigmarGabriel, Libya ziyareti sırasında konuya ilişkin açıklama yapmıştır. “Irak’ın bütünlüğünü tehlikeye atmak, sınırları yeniden çizmeye kalkmak doğru bir yol değil ve bu Bağdat ile Erbil’de zaten var olan istikrarsız durumu daha da zorlaştırır.” demiştir. Görünüşe göre, Almanya da hayır kervanına katılmış durumdadır. ABD ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü HeatherNauert, “bağımsızlık referandumu” ile ilgili olarak, “ABD olarak biz birleşik, istikrarlı, demokratik ve federal bir Irak’ı destekliyoruz” demiştir. Nauert, “Biz daha önce de bu konuyu konuştuk. Birleşik, istikrarlı, demokratik ve federal bir Irak’ı destekliyoruz. Irak Kürdistan’ının meşru özlemlerini anlıyor ve takdir ediyoruz. Kürdistan bölgesindeki yetkililere şu an için bağlayıcı olan bir karar olmasa bile referanduma gitmenin, önceliklerden kaçınılacağına yol açacağı endişelerimizi aktardık. Bu öncelikler, IŞİD’in yenilgiye uğratılması, istikrar sağlanması, yerinden olmuş kişilerin geri dönüşü, bölgedeki ekonomik krizden kurtulmak ve bölgenin iç siyasi uyuşmazlıklarını gidermek. Bölgesel otoriteleri, Bağdat ve Erbil arasındaki ilişkilerin geleceği arasındaki kapsamlı konularda Irak Hükümeti ile etkileşime girmeye teşvik ediyoruz.” şeklinde konuşmuştur. Sonuç olarak; bölge gerici devletleri ve açıklama yapan emperyalistler, “bağımsızlık referandumu” yapılmasına karşıdır. güncel Federal Kürdistan Bölgesi adı konulmamış bir devlet konumundadır. Buna rağmen emperyalistler devlet adının konulmasına karşıdır. Bu durumun, yeni sorunları ve karışıklıkları beraberinde getireceğini düşünmektedirler.Her ulusun istediği biçimde yaşama hakkı olduğu gibi, Kürt ulusunun da istediği biçimde yaşama hakkı vardır. Kendi Kaderini Tayin Etmek Her Ulusun Hakkıdır! Ulusların devlet biçiminde örgütlenmesi tarihe karışmış bir olgu değil, günümüzde hala devam eden tarihi bir gerçekliktir. Kürt ulusu çok uzun yıllardır bağımsızlık mücadelesi vermektedir. Kürdistan ülkesi; Türkiye, Irak, İran, Suriye devletleri arasında paylaştırılmıştır. Kürdistan bölünmüş, parçalanmış, sömürgeleştirilmiştir. Ancak Stalin’in belirttiği gibi; “Ulus, kendi kaderine özgürce karar verme hakkına sahiptir. Ulus, diğer ulusların haklarına zarar vermeksizin, kendi istediği gibi örgütlenebilir.” (Marksizm Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, İnter Yayınları, Sayfa 29) Kürdistan’ı sömürgeleştiren, paylaşan devletler; Kürdistan’ın bir parçasının “bağımsız” olmasına karşıdır. Batılı emperyalistler, kendilerine bağımlı bir devlet olsa bilebağımsız bir Kürdistan devletinekarşıdırlar. Aslında, Federal Kürdistan Bölgesi adı konulmamış bir devlet konumundadır. Buna rağmen emperyalistler devlet adının konulmasına karşıdır. Bu durumun, yeni sorunları ve karışıklıkları beraberinde getireceğini düşünmektedirler. Her ulusun istediği biçimde yaşama hakkı olduğu gibi, Kürt ulusunun da istediği biçimde yaşama hakkı vardır. Özerklik, federasyon, bağımsızlıkise bu hakkı kullanma biçimleridir. Bu hakka karşı çıkılması, bu hakkın kullanılmasının zorla engellenmesi kabul edilemez. Biz komünistler, 25 Eylül’de Güney Kürdistan’da “bağımsızlık referandumu” yapılmasına karşı değiliz. Güney Kürdistan’da, Kürt ulusu gelecekte nasıl yaşayacağına bizzat kendisi karar vermelidir. Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı! 13.06.2017 19 güncel MÜLTECİ DRAMI ÜZERİNE NOTLAR Mültecilerin gittiği tüm ülkelerde, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de de, ırkçılar tarafından fuhuşun, hırsızlığın, uyuşturucunun ve kısaca tüm kötülüklerin kaynağının mülteciler olduğu algısı yaratılmaya çalışılmaktadır. Mültecilere karşı tahrik, saldırı ve linç girişimlerine her gün tanık olunmaktadır. Fırsatçılar, mülteci göçünü; ücretlerin düşürülmesi, kira ve tüketim maddeleri fiyatlarının yükseltilmesi için kullanmaktadır. Mülteci hareketini fırsata dönüştürüp kasasını daha çok doldurmak isteyen mülk sahipleri, üretim ve ticaret araçlarını elinde bulunduran sermaye grupları fırsat kollamaktadır. Mültecilerin, sömürü ve istismara açık geniş bir kitle olduğunu gören bu kesim, daha çok kazanma hırsı ile kira ve mülklerin fiyatlarını arttırmakta, çalışma ücretlerini düşürmektedir. 20 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nde mülteci tanımı: “Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan veya söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen her şahıs” (28 Temmuz 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi, madde 1a) şeklinde yapılıyor. Bugün savaş, kıtlık, doğal afetler gibi nedenlerle milyonlarca insan yerlerinden ayrılmak, göç yollarına düşmek zorunda kalmaktadır. Bu insanlar da mültecidir. Mülteciler, hayatlarını hiçe sayarak çok tehlikeli kara ve deniz yolculuklarına çıkmaktadır. Bir umudun peşinden Batı’ya giden ve sayıları on binleri geçen mülteciler, bu uğurda Akdeniz’de hayatlarını yitirmekte, ölen mülteci çocukların bedenleri tatil beldelerindeki kumsallara vurmaktadır. Her insan şu soruyu kendisine sormalıdır: İnsanlar neden yerini yurdunu terk ediyor? Neden bu insanlar göç yollarına düşüyor? Neden bu insanlar kurulu düzenlerini, evlerini terk ediyor? Neden bu insanlar boğulma pahasına, denizleri kırık dökük deniz taşıtları ile aşmaya çalışıyor? Eğer bu sorulara doğru cevaplar verilirse, mültecilik ve göç olgusunun temelinde yatan nedenler anlaşılmış olacaktır. Mülteci olmanın temelinde, emperyalist ve gerici devletlerin siyaseti ve emperyal hedefleri önemli rol oynamaktadır. Emperyalistler, kendi emperyalist çıkarları için savaş çıkarmakta, temsilci savaşları yürütmektedir. Göç yollarına düşmenin temel nedeni; açlık, savaşlar ve kapitalist barbarlığın yarattığı koşullardır. Açlıktan, savaşlardan ve katliamlardan kaçanlar, sınırları yıkıp geçmektedirler. Mülteci sorunu, kapitalist-emperyalist sistemin eseridir. Mültecileri ülkelerinden koparan, yollara düşüp başka topraklarda birer rehine gibi yaşamaya mahkûm eden emperyalist haydutlardır. Denizlerin karanlık sularına gömülen gemilerde ve botlarda yaşamlarını yitirenlerin, sınır boylarında kurşunlananların sorumlusu da onlardır. Mülteciler gittikleri her ülkede günah keçisi olarak görülmektedir. Egemen sınıflar, mültecilerin durumunu ırkçılığın körüklenmesi için kullanmaktadır. Irkçı tavırlarla karşılaşmaları, toplum içindeki sosyal statülerini kaybetmeleri, bir topluluğa olan aidiyetlerini kaybetmeleri, mültecilerin sosyal ve kültürel Göç Hep Vardı/Hep Olacak! Göç, özünde sosyal bir harekettir. Göç olgusu, ekonomik yaşamdan kültüre kadar hayatın her yönünü etkilemektedir. Göç, yer değiştirme hareketi olarak tanımlansa da, toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik yapısı ile yakından ilişkilidir. Göç hareketi; ekonomik, siyasi, kültürel birçok faktöre bağlı olarak gelişmektedir. Emperyalizm, kent ile kır arasındaki farklılıkları daha üst boyutlara taşımıştır. Bugün ülkelerin nüfus oranları incelendiğinde, kentlerde yaşayan insanların sayısı, kırsal kesimdeki insanların sayısından daha fazladır. Dünya nüfusunun çoğunluğu bugün şehirlerde yaşamaktadır. Dünya nüfusunun en az bir milyarı hayatlarını varoşlarda sürdürmektedir. Yani, üç şehirliden biri asgari temel hizmetlerle ya da hiçbir hizmet olmadan, güvensizliğin, şiddetin ve zorla tahliyenin günlük tehdidi ile yetersiz barınma koşullarında yaşamaktadır. Bu nüfus artışının nedenleri incelendiğinde görünen şudur; kırlık bölgelerde yaşamlarını sürdürmede sıkıntı çekenler, kentlere doğru yer değiştirmektedir. Kırsal kesimde kaynakların yetersizliği ve geçim sıkıntısı sebebiyle insanlar kentlere doğru göç etmektedirler. Bir başka ifadeyle, göç hareketinin temelinde yoksulluk yatmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) verilerine göre; 2016 yılı ortası itibarıyla 2,8 milyon mülteci ile bütün ülkeler arasında en yüksek sayıda mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke Türkiye’dir. Türkiye’yi sırasıyla Pakistan (1,6 milyon), Lübnan (1 milyon), İran (978.000), Etiyopya (742.700), Ürdün (691.800), Kenya (523.500), Uganda (512.600), Almanya (478.600) ve Çad (386.100) izlemektedir. Suriye savaşından daha küçük ölçekte olmakla birlikte, Güney Sudan’daki mülteci durumu giderek büyümeye ve güncel alanda yaşadıkları sorunların başında gelmektedir. Travmatik yolculuk süreçleri, yol boyunca karşılaşılan zorluklar, kötü muameleler, kimlik yokluğu, belirsizlik, korku, endişe, kalınan yer ile ilgili zorluklar ve her an geri gönderilme korkusu yaşanan sorunların başında gelmektedir. aralarında Sudan, Uganda, Kenya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Etiyopya’nın da bulunduğu dünyanın en az gelişmiş ülkelerinden bazılarını etkilemeye devam etmektedir. Güney Sudanlı mülteci sayısı 2016 yılının ortasında 854.200 iken; bu rakamlar, yerinden edilen kişi sayısında, son üç yılda sekiz kattan daha fazla bir artış yaşandığını göstermektedir. Ayrıca, bu verilerin sürekli değiştiğinin de bilincinde olunmalıdır. Yer değiştiren insan sayısının toplamda 60 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Mülteci sayısının sürekli artış göstermesi, dünyada ciddi bir insani krizin yaşandığını göstermektedir. Dünyadaki mülteci sayılarına bakıldığında en fazla mültecinin/sığınmacının az gelişmiş ülkelerde barındığı görülmektedir. Ülke ekonomisiyle kıyaslanarak yapılan değerlendirmeye bakıldığında, dünya genelinde en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ilk on ülkeden sekizi Afrika’da bulunmaktadır. En büyük mülteci grubunu da Suriyeliler oluşturmaktadır. İnsanlar doğup büyüdükleri ve asırlardır yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda bırakılmaktadır. Yaşadıkları yerde beslenme olanakları kalmadığında insanlar yer değiştirmektedir. İnsanların yaşadıkları yerdeki mevcut şartlar iyi olmasına rağmen, keyfi bir şekilde kalkıp başka yere gitmeleri pek mümkün değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra göç rakamlarında ortaya çıkan durum ise bir rekordur. Bu rekor, emperyalist sistemin hanesine utanç ‘başarı’sı olarak yazılmalıdır. Bugün her kıtada savaşlar devam etmektedir. İnsanlar; açlık, sağlık hizmetlerinden ve temiz su kaynaklarından yoksunluk, devlet terörü ve savaşlardan kaçarak göç yollarına düşmektedir. Mültecilik, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı koşulların bir sonucudur. Kapitalizmin yol açtığı aç- 21 güncel 22 lık, yoksulluk, savaşlar, katliamlar ve siyasi baskılar sonucu insanlar yaşadıkları alanları terk etmektedir. Mültecilik, emperyalist talanın ve emperyalist barbarlığın bir sonucudur. Emperyalizm var olduğu sürece mültecilik olgusu da devam edecektir. Modern Köle Tüccarları İnsan tacirleri, 100-150 bin dolar arasında bir fiyat ödeyerek satın aldıkları hurda gemilerle mülteci tacirliği yapmaktadır. İnsan tacirleri, mültecilerden kişi başı 6 bin dolara kadar varan ücretler alarak, perişan haldeki yüzlerce mülteciyi gemilere doldurarak ciddi miktarda gelir elde etmektedir. İnsan tacirleri, mültecileri ucuz işgücü olarak görmekte, organ nakli için kullanmakta ve fuhuş yapmaya zorlamaktadır. Ülke dışına çıkabilmek için ödeyecek parası olmayanların, insan ticareti şebekelerinin eline düşme riski de artmaktadır. Mülteciler, kaçak çalışmayı, cinsel sömürüyü hatta organlarını vermeyi göze almak durumunda kalabilmektedir. Mültecilerin gittiği tüm ülkelerde, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de de, ırkçılar tarafından fuhuşun, hırsızlığın, uyuşturucunun ve kısaca tüm kötülüklerin kaynağının mülteciler olduğu algısı yaratılmaya çalışılmaktadır. Mültecilere karşı tahrik, saldırı ve linç girişimlerine her gün tanık olunmaktadır. Fırsatçılar, mülteci göçünü; ücretlerin düşürülmesi, kira ve tüketim maddeleri fiyatlarının yükseltilmesi için kullanmaktadır. Mülteci hareketini fırsata dönüştürüp kasasını daha çok doldurmak isteyen mülk sahipleri, üretim ve ticaret araçlarını elinde bulunduran sermaye grupları fırsat kollamaktadır. Mültecilerin, sömürü ve istismara açık geniş bir kitle olduğunu gören bu kesim, daha çok kazanma hırsı ile kira ve mülklerin fiyatlarını arttırmakta, çalışma ücretlerini düşürmektedir. İşsizliğin ve yoksulluğun ayyuka çıktığı ülkelerimizde, orta ve alt gelir düzeyindeki insanlar da birçok halde tepkilerini mültecilere yöneltmektedir. Gayri meşru kazanç sağlayan sermaye gruplarına ve mülk sahiplerine ise tepki gösterilmemektedir. Bu tepki veya öfke hali genel olarak mültecilere karşı hoşnutsuzluk ve homurdanmaya neden olmaktadır. Irkçılar da bu durumu kullanarak, mültecilerin gelmesi ile birlikte kiraların yükseldiğini, işsizliğin arttığını ve mülteciler yüzünden yaşam koşullarının giderek kötüleştiğinin propagandasını yapmaktadır. Bunun sonucu olarak; tepki ve öfke sömürücü sisteme, fırsat kollayıcılarına karşı değil, mültecilere karşı yöneltilmektedir. Hâlbuki, direnç ve saldırı mültecilere değil, egemen sınıflara ve onların sömürü düzenine yönelik olmalıdır. Mülteci kadınlar, fiziksel ve cinsel saldırılara maruz kalmakta, cinsel sömürüye ve fahişeliğe zorlanmaktadır. Mülteci ve sığınmacı durumuna düşen kadınlar, çok kötü şartlarda yaşam mücadelesi vermek zorunda kalmaktadır. Fuhuşa itilen, tecavüze uğrayan çok sayıda mülteci kadın vardır. Ayrıca ailesi öldüğü için ortada kalan kız çocukları vardır ve bu kızlar alelacele evlendirilmektedir. Her savaşta, kadınlar ve kız çocukları savaşın ganimeti olarak görülmektedir. Kadınlara ve özelde de mülteci kadınlara yaklaşım, erkek egemen toplumun bir yansımasıdır. Bu göçlerden en fazla zarar gören kesim ise elbette ki çocuklardır. Çocukların yaşadıkları travma, uzun yıllar sürecek olumsuzlukların temelini atmaktadır. Mülteciliğin özellikle çocuklarda yol açtığı sonuçlar son derece ciddidir. Her yıl dünya çapında yüz binlerce çocuk savaş, çatışma gibi nedenlerle ülkelerinden kaçarak mülteci durumuna düşmektedir. Türkiye’ye de her yıl Afganistan, Sudan, Somali ve son yıllarda Suriye’den gelen sayıları on binlerle ifade edilen çocuk mülteciler vardır. Dünya mülteci nüfusunun büyük bir bölümünü kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. Yetişkin insanların travma yaşamasına neden olan olaylar ve durumlar, çocuk mülteciler üzerinde, iki-üç kat daha fazla olumsuz etki yapmaktadır. Onlar, tüm bu korkulara ve acılara neyin yol açtığını da anlayamamaktadır. Kimi zaman kaçış yolunda, anne-babalarından ayrı düşüp, izlerini kaybedenler vardır. Kimi zaman aileler, çocukları kurtulsun diye onları, diğer insanlarla birlikte göndermektedir. Kız çocukları cinsel tacize maruz kalmakta ve kimileri de fuhşa zorlanmaktadır. Sorun Mülteciler Değil-Kapitalist Emperyalist Sistem Avrupa Birliği ülkelerinin gündemini de egemenlerin “mülteci sorunu” diye adlandırdıkları olgu belirlemektedir. Avrupa’nın egemen sınıfları, “mülteci sorunu” konusunda kendi aralarında dalaşmaktadır. Faşist partilerin mülteciler konusundaki siyasetini, “demokrat” geçinen partiler kendi programlarına monte etmektedir. Schengen sisteminden çıkanlar nedeniyle kendi aralarındaki sınırlar yeniden devreye sokulmuştur. Mültecilere karşı tel örgülerle karşı koyma kararları alınarak aşılmaz sınırlar oluşturulmuştur. Mültecileri sınır yaşamakta ve ırkçı saldırılara maruz kalmaktadır. Emperyalistler, göçmen sorununu, ırkçılığın geliştirilmesi için kullanmaktadır. Sınırlar Açılsın-Duvarlar Yıkılsın! Sınırların açılması, duvarların yıkılması temel talebimizdir. Mültecilik, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı koşulların bir sonucudur. Kapitalizmin yol açtığı açlık, yoksulluk, savaşlar, katliamlar ve siyasi baskılar sonucu insanlar, yaşadıkları alanları terk etmektedir. Emperyalizm var olduğu sürece mültecilik olgusu da devam edecektir. Mızrağın sivri ucu mültecilere değil, egemen sınıflara ve onların sömürü düzenine yöneltilmelidir. Mültecilere karşı yönelen ırkçı, faşist saldırılara karşı mücadele edelim. Öfkemizi, kinimizi, mülteciliğin de kaynağı olan sömürücü sisteme karşı mücadeleye dönüştürelim. AKP hükümeti, Kuzey Kürdistan/Türkiye’deki faşist uygulamalarına yönelen eleştirileri susturmak, etkisini kırmak için Suriyeli göçmenleri bir koz, bir silah olarak kullanmakta ve bu şekilde Batılı emperyalistleri baskı altına almaktadır! Göçmenleri araç olarak kullanmaktadır. AKP hükümeti, Suriyeli mültecilere kapıların açılması ile övünmektedir! Irkçılık ve şövenizmin azdırılması, dikkatlerin gerçek sorunlardan ve sınıf mücadelesi sorunlarından kaydırılması, egemen sınıfların sık başvurduğu araçlardan biridir. Öncelikle, mülteci ve sığınmacıların can ve mal güvenliğini hedef alan eylemlerin ve linç girişimlerinin bir an önce sonlandırılması, mültecilere ait ev, işyeri ve araçlara zarar verilmesinin kesinlikle engellenmesi gerekmektedir. Toplumda mültecilere karşı ırkçı nefreti yayanlar, egemen sınıflardır. Egemen sınıfların mesajını alan ırkçılar harekete geçmektedir. Sınırlar açılmalı, duvarlar yıkılmalıdır. Mültecilere eşit haklar tanınmalıdır. Ayrımcılık reddedilmelidir. Mültecilere vatandaşlık verilmelidir. Her ülkede mülteciler de, diğer halklar gibi eşit haklara sahip olmalıdır. Sınırların olmadığı ve bütün insanlığın kardeşçe yaşadığı bir dünyanın yaratılması öncelikli hedefimizdir. Emperyalistlerin kale duvarlarını parçalayalım. Duvarların yıkılması, parçalanması bütün insanlığın mücadelesi ve direnişine bağlıdır. Mücadele edilmeden, işçi sınıfı önderliğinde devrimler yapılmadan, hâkim sınıfların saltanatına son verilemez. Görev bunun için mücadele etmektir. Mayıs 2017 güncel dışı etme konusunda daha esnek davranacaklarını gösteren adımlar atılmaya başlanmıştır. Avrupa’ya farklı yollarla giren mülteciler, tel örgülerle ve asker/ polis yığılarak kapatılan sınır bölgelerinde mülteci kampları oluşturmuştur. Almanya’ya geçemeyenler Avusturya’da, Avusturya’ya geçemeyenler Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nde, Macaristan’a geçemeyenler Sırbistan’da, Sırbistan’a geçemeyenler ise Yunanistan’da beklemektedir. Bu insanlar şimdilik ne ileri gidebilmektedir ne de geri gitmek gibi bir seçenekleri vardır. Avrupa Birliği, Balkanları Orta ve Batı Avrupa’ya bağlayan ana güzergâh üzerindeki kara ve tren yollarını ya tamamen ya da kısmen kapatmış, kimi yerde Avrupa Birliği vatandaşlarının da kullandığı kara yolları trafiğe kapatılmış ve yirmi yıl sonra sınır kontrolleri yeniden başlatılmıştır. Sınır bölgelerinde oluşan kamplardaki mülteciler, bir yandan Avrupa’nın kendileri hakkında vereceği kararı beklemekte, bir yandan olumsuz kamp koşullarında hayatta kalmaya çalışmaktadır. Avrupa’nın kabul ettiği veya kabul edeceğini açıkladığı mülteci sayıları ise ancak yüzler veya binlerle ifade edilmektedir. Dünyanın, özelde Avrupa’nın, yaşanan insani kriz karşısında takındığı tavır hiçbir insani sorumlulukla bağdaşmamaktadır. 2004’te bir Avrupa Birliği organı olarak kurulan, 2005 yılında faaliyete geçen Frontex’in esas görevi, Avrupa Birliği’nin deniz, kara ve hava sahasını korumaktır. Frontex aynı zamanda, üye devletlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri operasyonların eş güdümünü sağlamaktadır. Ancak günümüzde açıkça görülmektedir ki Frontex ayrıca mültecileri geri göndermek için Avrupa Birliği ülkeleri arasında eşgüdümü sağlamaktadır. Frontex, Akdeniz’de batan mülteci gemilerinin de en büyük sorumlusudur. Emperyalist burjuvazinin zenginliği, bağımlı ülkeleri sömürmesinden gelmektedir. Emperyalist burjuvazi, bağımlı ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını talan etmektedir. Emperyalistlerin zenginlik kaynaklarından biri de bağımlı ülkelerin sömürülmesidir. Emperyalist burjuvazi, mültecilerle zenginliğini paylaşmak istememektedir. Burjuva devletler ikiyüzlüdür. Günümüz dünyasında mülteci/göçmen dramı yaşanırken, emperyalistler zenginliklerinin etrafına duvar örmektedir. Akdeniz, Ege Denizi yüzlerce göçmene mezar olmuştur ve mezar olmaya devam etmektedir. Göç yollarında göçmenler kötü muamele ve baskılara maruz kalmaktadır. Gidilen ülkelerde ise göçmenler en kötü koşullarda 23 panorama PA NOR A M A DALAŞTA YENİ EVRE, KATAR’A ABLUKA! - KATAR Abluka ile ülkeler arasındaki giriş çıkışların yasaklanmasının ve özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’deki Katarlıların 14 gün içinde bu ülkeleri terk etmeleri gerektiği yönündeki karar; bu ülkelerde yaşayan akrabaların buluşmalarına izin vermediği veya söz konusu ülkelerdeki Katarlıların o ülke kökenlilerle evliliklerinin etkilenmesi vb. durumlara karşı gelen tepkiler sonucu, bu ablukacılar söz konusu ülkeyi terk etme kararını gevşettiler. 24 Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri 5 Haziran 2017 tarihinde, “amaçları bölgeyi istikrarsızlaştırmak olan terörist örgütlere destek verdiği” ve “İran’a yakın tutum sergilediği” vb. gerekçeleriyle Katar ile diplomatik ilişkilerini askıya aldıklarını açıkladılar. Katar’lı diplomatların 48 saat içinde, Katar vatandaşlarının ise 14 gün içinde ülkelerini terk etmeleri istendi. Katar ile deniz, hava ve karayolu bağlantıları kesildi. Katar’ın Körfez İşbirliği Konseyi’nden ve Yemen’de Husi’ler önderliğindeki muhalefete karşı savaş yürüten ittifaktan dışlandığı açıklandı. Katar’a karşı atılan bu adıma ilk önce Maldivler, Yemen ve Libya’nın resmen tanınan hükümetleri ve sonraki günlerde ise Moritanya gibi kimi ülkeler destek verdi. Ürdün ise Katar ile diplomatik ilişkilerin seviyesini düşürdüğünü açıkladı. Söz konusu açıklamanın kamuoyuna yansıması ile Katar’a karşı tavır ve bu konuyla ilgili gelişmeler de gündemin ön sıralarında yerini aldı. Suudi Arabistan önderliğinde takınılan bu tavrın, zamanlama açısından ABD Başkanı Trump’ın 2021 Mayıs 2017 tarihlerinde Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret ve silah alışveriş anlaşmasının yapıldığının açıklanmasının sonrasına rastlaması; bu tavrın perde arkasında ABD’nin durduğu yönündeki yorumların yapılmasına neden oldu. Trump’ın söz konusu ziyaretinde 50 civarında müslüman devletin temsilcileriyle -bu arada Katar Emiri ile de- görüşmesi ve bu görüşmede İran’ı bölgedeki “terörün”, “terör örgütlerinin baş destekçisi” olarak göstermesi, “terör örgütlerinin finans kaynaklarının kurutulması”nı gündeme getirmesi vb. olgular, söz konusu yorumların haklı zeminini oluşturdu. Medyaya yansıdığı kadarıyla ABD, Suudi Arabistan ile ilk adımda 110 milyar dolarlık ve gelecek 10 sene içinde de toplam 350 milyar dolarlık silah alışveriş anlaşması yapmıştı. Bu konuda açıklama yapan ABD Hükümet sözcüsü açıkça “Bu savunma teçhizatı ve hizmetler paketinin, Körfez Bölgesi’nde İran’ın tehditleri karşısında Suudi Arabistan’ın uzun süreli güvenliğini desteklediği”ni ifade etti. Böylece Suudi Arabistan’ın “anti-terör harekatlarında” yer alabileceği de belirtildi. Trump ise yaptığı konuşmada -seçim dönemindeki anti-İslam propagandası ve başkan seçildikten sonra yedi İslam devletinin vatandaşlarına ABD’ye giriş yasağı getirmesi vb. durumlar yokmuş gibi- “Bu müca- Perde Arkası 5 Haziran sonrasındaki gelişmelere bakmadan önce, bu açıklamanın perde arkasını biraz da olsa anlayabilmek için kimi olguları, çelişkileri kısaca bilince çıkarmak gerekmektedir. Trump ABD Başkanı olduktan sonra Obama döneminde İran ile yapılan nükleer anlaşmanın dibini oymaya başlamış, İran’a karşı ABD’nin tavrını yeniden sertleştirmiş, İran’ı hedef tahtasına koymuştur. İran, hem Irak’ta hem de Suriye’de ABD’nin politikasına ve çıkarlarına karşı bir siyaset yürütmekte ve aynı zamanda ABD’nin baş rakiplerinden biri olan Rusya ile iyi ilişkilerini devam ettirmektedir. Yemen’de sürmekte olan savaşta da Suudi Arabistan önderliğinde savaş yürüten ittifak tarafından, Husi’lere yardım ettiği iddiasıyla düşman güç ilan edilmiştir. Yemen’deki savaş, bir nevi Suudi Arabistan ile İran arasındaki, Sünnilerle Şiiler arasındaki bir savaş olarak yürütülmektedir. Bölgede Şii-Sünni mezhebi eksenli görünen ve mezhep farklılığının siyasi olarak kullanıldığı; bu temelde de bölgede kimin egemen olacağına ilişkin dalaşın yoğunlaştırıldığı bir durum söz konusudur. Bu dalaşta İran Şii kesimin, Suudi Arabistan ise Sünni kesimin temsilcisi olarak gündeme gelmektedir. Bölgedeki egemenlik dalaşında mezhep çatışması da körüklenmektedir. Fakat çatışma ve çelişki sadece farklı mezhepler arasında değil, Sünni mezhebinin değişik yorumları olan Vahabilik, Selefilik vb. temelinde de yürütülmektedir. Suudi Arabistan önderliğindeki ittifak tarafından, Şii kesimi olarak İran ve Hizbullah hedefe konulurken; Sünni kesiminden ise Müslüman Kardeşler (İhvan) hedefe konmaktadır. Bunun perde arkasında ise İhvan’ın İslam yorumunun Vahabilik ve Selefilik yorumundan farklı olması, Krallık yönetimini vb.ni reddetmesi, İslama dayalı devlet yönetimini diğerlerine göre daha modern, ılımlı bir yönetim olarak savunmasıdır. Bu yaklaşım açıkça Kralların, Emirlerin çıkarlarına terstir, İhvan’ı kendi iktidarlarını tehdit eden bir güç olarak değerlendirmektedirler. Öyledir de! Bunların İhvan’a düşmanlığının gerekçesi farklı olsa da, Mısır’da İhvan’a karşı darbe ile iktidara el koyan Sisi ve yönetimiyle ortak bir noktada buluşmaktadırlar. Bu ortak nokta; İhvan’ın terörist örgüt olarak, İhvan’a destek veren güçlerin karşı güçler olarak ilan edilmesini beraberinde getirmektedir. Suudi Arabistan kendi önderliğinde İhvan vb. “ılımlı İslam” savunucuları olduğunu iddia eden güçlerin dışlandığı bir panorama dele değişik dinler arasındaki mücadele değil, bilakis yaşamları söndürmek isteyen barbar krimineller ile yaşamı korumak isteyen namuslu insanlar arasındadır. İyiler ile kötüler arasındaki bir mücadeledir.” vb. düşünceleri savundu. Buna göre iyiler, kendileri ve müttefikleriydi. Kötüler ise başta İran, Müslüman Kardeşler, Hamas ve Hizbullah gibi kendilerinin düdüğünü çalmayan, çıkarlarına ters gördükleri güçlerdi. Trump, bölgedeki devletlere destek vereceklerini, ama bu devletlerin onlar için mücadeleyi ABD’nin üstlenmesini beklememeleri gerektiğini de açıkladı. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ise söz konusu savaş araçlarının, “İran’ın zararlı nüfuzuna” karşı koymada Suudi Arabistan’a yardımcı olması gerektiğini belirtti. Bu olgulara bakıldığında Suudi Arabistan önderliğinde Katar’a karşı atılan adımın perde arkasında -desteğin biçim ve düzeyinden bağımsız olarak- ABD emperyalizminin olduğu, Suudi Arabistan egemenlerinin ABD emperyalizminden destek ve güç aldıkları tespit edilebilir. Mayıs ayı başında Suudi Arabistan Savunma Bakanı Selman: “Savaşın Suudi Arabistan’a gelmesini beklemeyeceğiz, savaşın Suudi Arabistan’dan ziyade İran’da olması için çalışacağız.” açıklamasını yapıyordu. Buna rağmen Katar’a karşı bu adımı atmanın bahanesi gerekiyordu. 24 Mayıs tarihinde medyada yayınlanan bir habere göre Katar Emir’i Şeyh Tamim Bin Hamid es-Sani, 23 Mayıs’ta askeri okul mezuniyet töreninde yaptığı iddia edilen konuşmasında, İran ve Körfez ülkeleri arasındaki gerilimi eleştirmiş, Hamas ve Hizbullah gibi örgütlerin terörist örgütler olmadığını, Hamas’ın Filistin halkının meşru temsilcisi olduğunu ve Trump’ın uzun süre ABD’nin başında kalamayacağı vb. görüşleri savunmuştur. Bu haber Katar tarafından yalanlandı ve siber saldırıya uğradıkları açıklandı. Siber saldırıya uğradıklarının FBI tarafından da doğrulandığı açıklandı. Buna rağmen Katar tarafından yapılan açıklama işe yaramadı. Özellikle Suudi Arabistan medyası “Katar safları bozuyor ve düşman tarafında yer alıyor” vb. kışkırtmaları yaygınlaştırdı. Katar Emiri’nin 19 Mayıs’ta İran’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini yeniden kazanan Ruhani’yi kutlaması da bu kışkırtmanın bir dayanağıydı. Söz konusu düşman ise başta İran olmak üzere Müslüman Kardeşler (İhvan), Hamas, Hizbullah ve diğerleriydi. Bu gelişmeyle Katar’a karşı atılacak adımın bahanesi de bulunmuştu ve 5 Haziran’da söz konusu açıklama yapıldı. 25 panorama 26 Sünni ittifak, pan-İslamcı bir birlik sağlamaya çalışmaktadır. ABD, Mısır, Suudi Arabistan üçgenine bir de İsrail dahil edildiğinde, Filistin sorunu da bu sorunların bir parçası olmaktadır. Filistin’de bunların Hamas’a karşı tavrı söz konusu olduğunda, bir başka ortak nokta gündeme gelmektedir. Hamas terör örgütü olarak değerlendirilip düşman cephede konumlandırılmaktadır. Hamas’ın 1 Mayıs 2017 tarihinde Katar’ın başkenti Doha’da yapılan basın toplantısında tanıttığı “yeni siyaset belgesi” de Hamas’ı hedef olmaktan çıkarmaya ve terör örgütü olarak değerlendirilmesinin değiştirilmesine yetmemiştir. Söz konusu basın açıklamasında Hamas sözcüsü “Dünyaya mesajımız şu: Hamas radikal örgüt değil. Biz faydacı (pragmatik) ve uygar bir hareketiz. Yahudilerden nefret etmiyoruz. Sadece topraklarımızı işgal eden ve insanlarımızı öldürenlerle savaşıyoruz.” açıklamasını yapmıştır. Aynı zamanda 1967 sınırları içerisindeki bir Filistin Devleti’nin kabul edildiği de vurgulanmıştır. Kısaca ortaya koyduğumuz bu tabloda Katar’ın konumu ise şöyledir: Her şeyden önce Katar, Körfez İşbirliği Konseyi’nin üyesi, Yemen’de muhalefete karşı sürdürülen savaşta Suudi Arabistan ve diğerlerinin müttefiki idi. 5 Haziran’daki açıklamayla dışlandığı ilan edilse de, çelişki çözüme ulaştığında, yeniden aynı konumu sürebilir. ABD emperyalizminin bölgedeki (kimi bilgilere göre ABD dışındaki) en büyük askeri üssü Katar’dadır. 10 binden fazla askeri burada konuşlandırılmıştır. Bu üs aynı zamanda ABD’nin bölgedeki komuta merkezidir. Katar, ABD’nin başını çektiği “İslam Devleti”ne karşı ittifakın parçasıdır, ABD’nin müttefikidir. Bu arada Katar 2014 yılında Türkiye ile stratejik işbirliği anlaşması yaparak, Türkiye’nin Katar’da askeri üs kurmasını da onaylamıştır. Bu anlaşma yapıldığında Suudi Arabistan İran’a karşı olma temelinde bu anlaşmayı övmüştür. Tüm bunlara rağmen Katar, İran ile çatışmaktan yana değildir. Bunun ekonomik çıkar olarak bağlantısı, Basra Körfezi’nde dünyanın en büyük gaz rezervinin varlığı ve bu bölgenin İran ve Katar arasında gaz üretiminde ortak kullanılmasıdır. Katar’ın likit gaz üretiminde dünyada birinci sırada olması, gelirlerinin esas kaynağının gaz ve petrol ihracatı olması vb. Katar’ın İran ile diyalogtan yana tavır takınmasının esas nedenlerindendir. Bunun yanı sıra Katar’da Emir yönetimde olsa da, yönetimde İhvan’ın İslam yorumuna yakın bir uygulama söz konusudur. Yani Katar, Suudi Arabistan veya Birleşik Arap Emirlikleri’ne göre daha “modern” bir konumdadır. Bu nedenle de Katar, İhvan’ı terör örgütü olarak değerlendirmemekte, aksine destek vermektedir. Hamas’ı da Filistin halkının meşru temsilcisi olarak değerlendirmekte ve desteklemektedir. Kuşkusuz ki burada ortaya koyduğumuz tabloya daha birçok çelişme, çatışma ve çıkarların farklılığı vb. eklenebilir, konu daha da detaylandırılabilir. Fakat Katar’a karşı takınılan tavrın perde arkasını biraz da olsa anlayabilmek için bu kadarının yeterli olduğunu düşünmekteyiz. Sonuçta Katar’a karşı takınılan tavrı, başta İran’a karşı olmak üzere, İhvan ve Hamas ve diğerlerine karşı bir tavır olarak değerlendirmek mümkündür. Şimdiye kadar yapılan açıklamalara bakıldığında; Katar’a karşı esas hedeflerinin, Katar’ı “terbiye etmek”, kendilerinin dayattığı siyasete uygun davranmasını sağlamak olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir nevi “balans ayarı” söz konusudur. Gelişmeler... ABD’nin tavrı: ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, tarafların birlikte oturup düşünce farklılıklarını gidermesi çağrısında bulundu. ABD Başkanı Trump ise atılan adımı selamladı. Twitter üzerinden: “Ortadoğu’ya son ziyaretimde ben, radikal ideolojiye artık finansman desteğinin olamayacağını söyledim. Liderler Katar’ı işaret etti -bakın!” ve “Suudi Arabistan ziyareti daha şimdiden işe yaradı. Onlar, aşırıcılığın finansmanına karşı sert tutum alacaklarını söyledi ve tüm referanslar Katar’a işaret ediyordu. Belki de bu, terörizm dehşetinin sonunun başlangıcı olacaktır!” diye açıklamada bulundu. Trump ile Tillerson’un birbirine ters tavırları sonraki günlerde de sürdü. Tillerson, Suudi Arabistan ve müttefiklerine, Katar’a karşı ablukayı kaldırmaları talebinden bulunurken; Trump, Tillerson’un açıklamasından kısa süre sonra “Katar ne yazık ki yıllardan beri terörizmin bir finansörüdür ve yüksek derecede bir finansör” tavrını takındı. Bu dönemde Pentagon ise Katar’a ABD’nin bölgedeki en büyük üssüne 15 seneden beri ev sahipliği yaptığı için gönülden bağlılığını açıkladı. Söz konusu tavırlar genelde ABD emperyalizminin çıkarlarının savunuculuğunu gösterirken, aynı zamanda ABD yönetimindeki çelişkileri de ortaya koyuyordu. Gidişatın ABD’nin de zararına olabileceğini fark eden Trump, bu sefer de arabuluculuğa soyundu. Daha 20-21 Mayıs’ta görüştüğü Kral ve Emir’lere telefon ederek kendileriyle Washington’da görüşme tekli- Diğer gelişmeler: Katar’a karşı uygulanan abluka, Katar’ın gıda ihtiyacının %90’ını ithal etmesi nedeniyle öncelikle gıda malzemesinin karşılanması sorununu gündeme getirdi. İran ve Türkiye (meyve, sebze, süt mamülleri başta olmak üzere) Katar’a yardıma hazır olduklarını açıkladılar ve Katar yetkilileriyle görüşerek yardımlarını gerçekleştirmeye çalıştılar. İran’dan farklı olarak Türkiye, Katar’a yardımda bulunurken bile “biz Körfez ülkeleri arasında ayrım yapmıyoruz” düşüncesini savundu ve arabuluculuk yapmaya kalkıştı. Suudi Arabistan Türkiye’nin arabuluculuğunu “biz kendi aramızda çözeriz, kimsenin müdahalesini istemiyoruz” vb. düşünceyle reddetti. Türkiye’nin Katar ile iyi ilişkileri, İhvan ve Hamas’a desteği göz önüne alınıyordu. İran ve Türkiye ise ortak davranış için görüşmeler gerçekleştirdiler. Tahran’da “İslam Devleti”nin gerçekleştirdiği saldırılarda beşi saldırgan olmak üzere 22 kişinin ölmesi ise İran’ın Suudi Arabistan’ı suçlama ve tehdit savurmasını beraberinde getirdi. Buna bağlı olarak İran iki savaş gemisini Umman’a gönderdi ve bu gemilerin Yemen yakınlarındaki uluslararası sularda görev yapacağını açıkladı. Türkiye bir yandan yardım ederken, bir yandan da yardım adına krizden fırsat doğurma siyasetine sarıldı. Ekonomik olarak Katar pazarına yerleşmenin hesaplarını yapıp, bu yönde adımlar atmaya başladı. Bu arada doğrudan “Katar krizi” ile ilgili olmasa da Katar’a asker yollama konusundaki kanun mecliste kabul edildi. Bunun üzerine, 90 civarında Türk askerinin Katar’da bulunduğu belirtilerek, daimi üssün inşası için incelemelerde bulunacak askeri heyet Katar’a yollandı. Aynı zamanda Katar’ın güvenliğinin destekleneceği de dillendirildi. Suudi Arabistan ve müttefikleriyle Katar arasında arabuluculuk esas olarak Kuveyt tarafından üstlenildi. Katar yetkilileri de bu arabuluculuğa güvendiklerini açıkladılar. Katar yetkilileri kendilerine karşı atılan adımı hak etmediklerini söylerken, kendilerine resmen herhangi bir talebin iletilmediğini, buna bağlı olarak herhangi bir diplomatik adımın da mümkün olmadığı yönünde açıklamalarda bulundular. Ablukacılar “terör listesi” ya da “kara liste” dedikleri bir liste yayınladılar. 59 kişi ve 12 kuruluş yer aldığı, listeye alınanların “terörle irtibatlı” olduğu iddia edildiği liste Katar tarafından reddedildi. Abluka ile ülkeler arasındaki giriş çıkışların yasaklanmasının ve özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’deki Katarlıların 14 gün içinde bu ülkeleri terk etmeleri gerektiği yönündeki karar; bu ülkelerde yaşayan akrabaların buluşmalarına izin vermediği veya söz konusu ülkelerdeki Katarlıların o ülke kökenlilerle evliliklerinin etkilenmesi vb. durumlara karşı gelen tepkiler sonucu, bu ablukacılar söz konusu ülkeyi terk etme kararını gevşettiler. Katar ise en baştan itibaren söz konusu ablukacı ülkelerin vatandaşlarının sınır dışı edilmeyeceğini ilan etti. Soruna diyalogla çözüm bulunmasını savundu. Yazımız yazılırken medyada Katar’a karşı abluka ve arabuluculuk görüşmelerinde durumun ne olduğuna ilişkin haberler yok denecek kadar azdır. Taraflar arasında doğrudan görüşmelere, müzakerelere henüz başlanmamıştır. Sisi’nin, Katar’a yapıldığı gibi Türkiye’ye de yaptırım uygulanmasını talep ettiği, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un İhvan’ın kimi ülkelerde hükümetin parçası haline geldiği ve buna örnek olarak da Türkiye ve Bahreyn’i işaret ettiği yönündeki haberler de, aslında Katar ile ablukacılar arasındaki arabuluculuk görüşmelerinde nelerin pazarlığının yapıldığının haberleri değildir. Katar’ın “balans ayarı”nın yapılıp yapılmayacağını ya da gelişmelerin hangi yönde olacağını tespit etmek, süregelen karmaşada çok zordur. Açık olan şey ise, bölgedeki çatışmaların, savaşların daha çok uzun süreceğidir. Herkesin kendi çıkarına göre “terörist” tespit ettiği yerde, çıkarların farklı olduğu bilindiğinde, farklı çıkarların çatışmalara ve yeni savaşlara yol açacağı aşikardır. Türkiye’nin, Katar ile iyi ilişkileri ve İhvan ile Hamas’a destek konusundaki benzer tavrından dolayı hedefe konulup konulmayacağını ise önümüzdeki dönemde göreceğiz. 20.06.2017 panorama finde bulundu. Sonuçta, tüm abluka tam tamları arasında ABD ile Katar arasında 12 milyar dolarlık, 36 adet F15 savaş uçağı anlaşması yapıldı. 15 Haziran’a gelindiğinde bu habere bir de ABD’nin iki savaş gemisinin ortak tatbikat için Katar’a ulaştığı haberi eklendi. Bu haberlerin kamuoyuna yansımasından sonra medyada Katar ile ilgili haberler neredeyse sıfırlandı. Katar ise, kendilerinin “terörizme karşı” mücadele ettiklerini belgelemesi ve “terör örgütlerine finansmanı engelleme mücadelesinde” neler yapabileceğini tespit etmesi için, danışman olarak ABD’nin eski Adalet Bakanı John Ashcroft’u 2,5 milyon dolar karşılığında, üç aylığına görevlendirdi. 27 panorama BAŞKANLIK VE PARLAMENTO SEÇİMLERİNİN GALİBİ MACRON! - FRANSA - Macron “sağ ve sol ayrımını” ortadan kaldırmak amacıyla ve yenilik getireceği konusunda kitleleri ikna etmek için milletvekili adaylarını belirledi. Adayların büyük çoğunluğu daha önce milletvekilliği yapmayanlardan oluşturuldu ve kadın adayların oranı neredeyse yarı yarıyaydı. Bu arada eski başbakan Valls’in Cumhuriyet Yürüyüşü’nün adayı olması isteği reddedildi. D 28 ergimizin 185. Sayısında; Fransa’da OHAL’in 15 Temmuz’a kadar uzatıldığına, Nisan-Mayıs aylarında başkanlık ve Haziran ayında ise parlamento seçimlerinin OHAL gölgesinde yapılacağına değinmiş; başkanlık seçimlerinde ise belli olan adaylar hakkında değerlendirmemizi yapmıştık. Başkan Hollande’ın partisi Sosyalist Parti’nin başkanlık adayını Ocak 2017 sonunda belirleyeceğinin bilgisini de okurlarımızla paylaşmıştık. Eski İçişleri Bakanı ve eski Başbakan Valls’ın Sosyalist Parti’nin başkan adayı olacağı tahmin edilmekteydi. Fakat ocak ayı sonlarında yapılan “taban seçimi”nde oy veren 1,75 milyon seçmen Benoit Hamon’u seçti. Hamon, Sosyalist Parti’nin “sol” kanadından biri olarak değerlendirildiğinden, Hamon’un seçilmesi kimileri tarafından “sosyal-demokrasiye ve neoliberal modele reddiye” olarak gösterildi ve Sosyalist Parti’nin bu “sol” kanadına umut bağlanmasına hizmet etti. Gerçekten de Sosyalist Parti içinde hala sosyaldemokrat görüşleri savunanlar vardı ve Hamon da bunlardan biriydi. Fakat bu “sol”culuk sisteme karşı olma anlamında bir solculuk değil, düzenin kimi “aşırı yanlarını törpüleme” yanlısı olan, böylece emekçi kitleleri sisteme bağlamaya çalışan bir “sol”culuktu. Hamon Sosyalist Partili biri olarak, Hollande başkanlığı döneminde işçilere-emekçilere karşı saldırı yasalarının tümüne onay vermiştir. Yönetimin patronlara milyarlarca vergi kredisi vermeyi, yeni çalışma yasasını, OHAL’i vb. hepsini onaylamış bir “sol”cudur. Buna rağmen Hamon da emekçi kitlelerin oylarını alabilmek için “sol” bir seçim propagandası yolunu seçmiştir. Hamon, “sosyal, dayanışmacı toplum modeline geri dönülmeli” düşüncesini ve “ekolojik” bir siyaseti, “paranın egemenliğine karşı mücadele”yi savunmuştur. Çalışma saatlerinin kısaltılması, emekli aylıklarının iyileştirilmesi, vergilerin düşürülmesi vaat edilmiş ve VI. Cumhuriyet’in kurulması propaganda edilmiştir. Ancak işe yaramamıştır! Sosyalist Parti başkan adayını belirlerken toplam panorama yedi kişi aday olmuştu. Hepsi de, kim seçilirse seçilsin, kayıtsız şartsız söz konusu adayı destekleyeceğine dair bir belge imzalamış, söz vermişti. Ama bu sözlerine uymadılar. Sosyalist Parti’nin yönetici kademelerinin ve hükümette yer alan bakanların büyük bölümü Hamon yerine Macron’u destekledi. Bu destek kamuoyuna karşı Le Pen gibi bir faşistin seçilmesini engelleme taktiği olarak lanse edildi. Gerçekte ise Valls’ın ekonomide savunduğu neoliberal siyaset, hem Sosyalist Parti’nin yöneticilerinin çoğunluğunun siyasetiydi, hem de Macron’un siyasetiyle örtüşüyordu. Sonuçta Hamon, “sol” seçim programı nedeniyle “hayalperest” olarak değerlendirilen ve kendi partisinin büyük bölümünden destek görmeyecek bir başkan adayıydı. İkinci tura kalmayacağı kesindi. Anketlere göre ne Hamon’un ne de Sol Parti’nin adayı Melenchon’un tek başına ikinci tura kalma şansı vardı. Tabandan gelen “anlaşın ve biriniz aday olun” yönlü talep, değişik gerekçelerle ikisi tarafından da reddedildi. “Sol”da durum kabaca böyle iken, sağda ise başkanlık seçimlerinin ikinci turunda Le Pen’i geçip başkan olmasına neredeyse kesin olarak bakılan Cumhuriyetçilerin adayı Fillon hakkında ortaya çıkan yiyicilik, sahtekarlık yaptığı iddiaları; yapılan soruşturma sonucunda yiyicilik konusundaki iddiaların doğru olduğunun ortaya çıkması, bunun sonucunda Fillon hakkında dava açılması vb. gelişmeler, Fransa’nın başkanının kim olacağını belirlemede önemli rol oynadı. Fillon 1997’den beri eşini ve iki çocuğunu “parlamento asistanı” olarak gösterip devlet bütçesinden 1,5 milyon avro kadar parayı ailesine kazandırmış, yani yiyicilik yapmıştı. Bu konudaki haberlerin medyaya yansıması Fillon’a karşı protestoları beraberinde getirdi. Protestolarda “Hepsinin elleri kirli”, “Yolsuzluk batağındalar” vb. sloganların yanı sıra “Fillon hapse” talebi de dile getirildi. Buna bağlı olarak Fillon’ın başkanlık adaylığından çekilmesi talep edildi ama adaylıktan çekilmedi. Fillon’ın “yiyicilikten” ötürü “özür” dilediği haberi medyaya yansıdı, ama hakkında dava açılmasını engelleyemedi. Bu gelişme sürecinde anketler Le Pen’in seçilme imkanının yükseldiği yönünde sonuçlar açıklıyordu. Şubat ayı sonlarından itibaren ikinci tura kalacak adayların Fillon ve Le Pen değil, Macron ve Le Pen olacağı yönündeki tahminler, hesaplar, öne çıktı. Fillon Fransız egemenlerinin, tekellerinin önemli bir kesiminin çıkarlarına uygun, neoliberal siyasetin savunucusu bir adaydı. Fillon’un seçilme ihtimalinin giderek azaldığı yerde, kimi farklılıklarla aynı siyasetin savunucusu olan Macron’un, var olan adaylar arasından en uygun aday olarak desteklenmesini beraberinde getirdi. “Ne sağcı ne solcu” olduğunu söyleyen Macron’un “Yürüyüş” hareketi, sosyal-demokratların sağından -ki büyük bölümü sağcı- Cumhuriyetçilerin “sol”una kadar uzayan bir kesimi birleştirme rolünü oynamaya başladı. Bu arada oy oranı %6 civarında olduğu söylenen Demokrasi Hareketi (MoDem) lideri Francois Bayrou, “Ben koşullarımı kabul etmesi halinde Macron’a ittifak öneriyorum” diye tavır takındı ve Macron ittifakı kabul etti. Fillon’a karşı olduğu kadar olmasa da faşist Le Pen ve partisi Ulusal Cephe hakkında da yiyicilik yaptıkları nedeniyle soruşturma yapıldı. Buna göre Avrupa Parlamentosu’nda (AP) “hayali” danışman çalıştırdığı suçlaması yapıldı. Le Pen, çağrıldığı halde ifade vermeye gitmedi. Macron hakkında da Las Vegas’ta yapılan bir etkinliğin ihalesinde iltimas yaptığı gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. Soruşturmada şimdiye kadar herhangi bir sonuç çıkmadı. Bu gelişmeler sürecinde Melenchon’ın az da olsa ikinci tura kalma olasılığının olduğu yönünde değerlendirmeler anketlere yansırken, Hamon’un oy 29 panorama Macron 14 Mayıs’ta Elysee Sarayı’nda ve 21 pare top atışı yapılan bir törenle başkanlık görevini, kendisini önce başkanlık sarayında ekonomi işlerinde görevlendiren ve sonra ekonomi bakanı olarak tayin eden Hollande’dan devraldı. Görevi devralırken yaptığı konuşmada “Fransa’daki bölünmüşlüğün üstesinden gelme ve AB’yi reformlarla canlandırma” sözünü verdi. Aynı zamanda önceliğinin “Fransa’yı yeniden demokrasi ve özgür dünyanın rehberi haline getirmek” olduğunu da vurguladı. oranı giderek düşmekteydi. Başkanlık seçiminin birinci turu öncesinde adaylar bağlamında öne çıkan gelişmeler kısaca böyleydi ve toplam 11 başkan adayının olduğu birinci tur seçimi 23 Nisan’da yapıldı. 30 Başkanlık Seçiminin Birinci Turu Her ne kadar Macron ve Le Pen önde görünse de, seçimlerden önceki son anketlere göre söz konusu 11 aday içinde 4 adayın ikinci tura kalma şansı vardı. Macron ve Le Pen dışında şanslı görünenler Fillon ve Melenchon idi. OHAL’in yürürlükte olduğu koşullarda seçim, 57.000 kadar polis, jandarma ve ordu gücünün “güvenlik” için görevlendirildiği bir ortamda yapıldı. Kayıtlı seçmen sayısı 47,5 milyon civarındaydı. Seçime katılım oranı %77,77 idi. Boş ve geçersiz oyların sayısı ise, 949.334 idi. Seçim sonucuna göre Macron kullanılan oyların %24’ünü (8.656.346 oy), Le Pen ise oyların %21,3’ünü (7.678.491 oy) alarak ikinci tura kalmışlardı. Fillon oyların %20’sini (7.212.995 oy), Melenchon ise oyların %19,6’sını (7.059.951 oy) almışlardı. Sosyalist Parti adayı Hamon ise oyların sadece %6,4’ünü (2.291.288 oy) almıştı. Bu sonuç, Hamon ile Melenchon’un uzlaşması durumunda Le Pen’in ikinci tura kalmasının engellenebileceğini gösterdiği yönünde yorum ve eleştirilere yol açtı. Matematiksel olarak bakıldığında bu hesap doğrudur, ama uzlaşmaları durumunda aynı oy oranının yakalanıp yakalanmayacağı sorusuna cevap vermemektedir. Fillon ve Hamon’ın seçimden hemen sonra Macron’a destek vereceklerini ilan etmeleri, kimi yorumcuların Hamon’ın adaylığını, Macron’ın ikinci tura kalmasına dolaylı yardım olarak değerlendirilmesini beraberinde getirdi. Adaylar içinde düzene açıkça karşı çıkan, Troçkist “İşçi İktidarı” örgütünün adayı Nathalie Arthoud 232.384 oy (%0,2) aldı. Yine işçilerin temsilcisi olarak başkan adayı olan Ford işçisi Philippe Poutou ise 394.505 oy (%1,2) aldı. Siyasi düşünceleri üzerine tartışma bir kenara bırakılırsa, adaylar içinde işçileri temsil eden bu ikisiydi. Seçime katılmayanların gerçek tercihlerinin ne olduğu üzerine sadece tahmin yapılabilir, ama gerçek resim çıkarılamaz. Ama seçime katılıp boş pusulaları sandığa atanların da adaylardan herhangi birini seçmediği, onlardan herhangi bir beklentisinin olmadığını tespit etmek mümkündür. Bu sonuca göre Fransa’da 1958’de yapılan Anayasa referandumuyla V. Cumhuriyet’in ilanından beri ilk kez “ana akım” olarak görülen Cumhuriyetçiler ile Sosyalist Parti adaylarından biri ikinci tura kalmamıştı. Sosyalist Parti ise kelimenin gerçek anlamında hezimete uğramıştı. Birinci tur seçimin sonuçları belli olur olmaz, güya “hukuk rejimini”, “demokrasiyi” savunanlar, Macron’un desteklenmesi çağrılarını yaygınlaştırdılar. Macron’u seçmenin “taktik seçim” ya da “yararlı seçim” dedikleri, aslında kötüler arasında daha az kötü olanın seçimi yaklaşımı ön plana çıktı. Ne Macron ne de Le Pen diyenler ise azınlıktaydı. Seçimin 2. turu için propaganda da Macron, AB’nin reforme edilmesi gerektiği, AB kapsamlı reformlara gitmezse Fransa’nın AB’den ayrılması ihtimaliyle karşı karşıya kalabileceği yönündeki düşünceye ağırlık verdi. Halkın AB’nin içinde bulunduğu işlevsizlik durumuna öfkeli ve sabırsız olmasını anladığını ve haklı olduğunu belirtti. Böylece Le Pen’in AB’den ayrılma yanlısı siyasetine karşı AB’den memnun olmayan seçmenlerin de oyunu avlamaya çalıştı. Tartışma ya da propagandaların merkezinde -AB yanlısı ya da karşıtı olmaya bağlı olarak- Le Pen’in engellenmesi için Macron’un seçilmesi gerektiği Başkanlık Seçiminin İkinci Turu İkinci turdan önce anketlerin yansıttığı sonuçlara göre Macron’ın seçilmesi kesindi. Buna sadece Le Pen partisi ve taraftarları inanmak istemiyordu. Ama anketlerin sonuçları doğru çıktı. Seçime katılım oranı %74,56 idi. Geçersiz (%2,96) ve boş oylar (%8,51) ise bu sefer daha yüksekti. Seçime katılmayanlarla bu oylar toplandığında seçmenlerin yaklaşık üçte birinin iki adayı da seçmediği ortaya çıkmaktaydı. Macron kullanılan ve geçerli olan oyların %66,1’ini (20.753.797 oy) alarak başkan seçildi. Le Pen ise %33,9 oy oranıyla (10.644.118 oy) seçimi kaybetmişti. Evet, faşist Le Pen seçilmedi. Fakat faşist babası Jean Marie 2002 yılında ikinci turda Chirac ile yarışırken oyların %17,8’ini alabilmişti. Bu sonuç faşist bir adayın oylarını neredeyse ikiye katladığını göstermektedir. Macron “yıldızı yükselen” biri olsa da, seçimi kazanması Cumhuriyetçiler ve Sosyalist Parti başta olmak üzere, Le Pen’in seçimini engellemek isteyen partilerin desteği sayesinde olmuştur. Bu olgu aslında Fransa’da da faşist, ırkçı kesimin güçlendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu verilerle gelecek seçimlerde faşist bir adayın -belki yine Le Pen- başkan seçilme olasılığının yüksek olduğu yönündeki yorumlar daha şimdiden ortalıkta dolaşmaktadır. İşin kötüsü, bu yorumların gerçek bir olasılığı dile getirmesidir. Macron’ın başkanlığı döneminde uygulayacağını ilan ettiği siyasetin bu yorumlara kaynaklık ettiği de akılda tutulmalıdır. Macron’ın Fransız burjuvazisinin hem AB içinde hem de dünya çapındaki çıkarlarının yağız savunu- cusu olduğu aşikardır. Televizyonda Le Pen ile tartışırken sorunun AB olmadığı, sorunun Fransa’nın ekonomi ve çalışma konusundaki politikası olduğunu savunmuştur. Bu, esas olarak Hollande döneminde Macron’un ekonomi bakanı olarak icra ettiği neoliberal siyasetin sürdürüleceği, işçilereemekçilere karşı yeni saldırıların gündeme getirileceği demektir. Tekellerin, tröstlerin, kısaca sermayedarların kasalarının dolması, büyümesi ve dünya pastasından daha fazla pay almasının kaynağının işgücü sömürüsü olduğu yerde; Fransız emperyalizminin güçlenmesi için işbaşına gelenlerin, işgücünü satmak zorunda kalanlara daha fazla saldıracağı da garantilidir. Önümüzdeki süreçte Fransa işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleştirileceği kesindir. Meselenin özü bu saldırılara karşı mücadele edilip edilmeyeceği ya da nasıl ve hangi içerikli bir mücadele verileceğidir. İşçi ve emekçilerin gerçek çıkarlarını savunan ve devrimci siyasete sahip güçlerin işçi ve emekçileri kendi çatısı altında birleştiremediği yerde ise boşluğu, milliyetçiliği ve ırkçılığı kullanan faşistler doldurmaktadır. Beş sene sonra yapılacak başkanlık seçimlerinde de -eğer sürpriz olmazsa- esas yarış sağcıların değişik tonları arasında yürüyecektir. Macron 14 Mayıs’ta Elysee Sarayı’nda ve 21 pare top atışı yapılan bir törenle başkanlık görevini, kendisini önce başkanlık sarayında ekonomi işlerinde görevlendiren ve sonra ekonomi bakanı olarak tayin eden Hollande’dan devraldı. Görevi devralırken yaptığı konuşmada “Fransa’daki bölünmüşlüğün üstesinden gelme ve AB’yi reformlarla canlandırma” sözünü verdi. Aynı zamanda önceliğinin “Fransa’yı yeniden demokrasi ve özgür dünyanın rehberi haline getirmek” olduğunu da vurguladı. Bu önceliğin aslında Fransa’nın büyük sermayedarlarının dünya pastasındaki payını çoğaltmak olduğu, demokrasi ve özgürlüğün burjuvazinin iktidarının güçlendirilmesi ve sömürünün yoğunlaştırılması olduğu işçiler ve emekçiler açısından açıktır. Macron’un programında işçilerin-emekçilerin çıkarlarına olan demokratik yasaların çıkarılması yoktur. O, daha şimdiden OHAL’i 1 Kasım’a kadar uzatacağını ilan etmiştir. Yapılacak yeni kanun değişikliğiyle OHAL’in sürekli hale getirilmesi gündeme getirilmiş durumdadır. 2022 yılına kadar devlet giderlerinden 60 milyar avro tasarruf planı vardır. Kamu hizmetlerini modernize etme adına 120.000 panorama yaklaşımı vardı. Macron AB’nin varlığını sürdürmesinden yana olan AB’nin diğer üye ülkelerinden de destek aldı. Le Pen ise kendisi gibi faşist örgütlerin desteğine sahipti. “Sol”un birleşmemesine ve kendi aralarında dayanışma göstermemelerine kızan kimilerinin ikinci turda “oyunuzu kime vereceksiniz” sorusuna verdiği cevaplar arasında ilginç olan bir tavır şöyleydi. Sorulan soruya taktik olarak Le Pen’e oy verilmesinin doğru olacağını söyleyen yaşlı kadın, televizyon kamerasına karşı bu tespitini şöyle gerekçelendiriyordu: “Solun eski dayanışma yaklaşımını bulması sadece bundan sonra (Le Pen’in seçilmesiyle -BN) mümkündür. Mali sermayenin bizi nereye sürüklediğini gösterebilmek, beş sene süresince direniş sağlamak, şehirlerimizi ve sokaklarımızı ele geçirmek sadece bundan sonra mümkündür.” 31 panorama 32 kadar kamu hizmetlerinde çalışanın işten çıkarılması hedeflenmiştir. İşsizlik sigortasından 10 milyar, sağlık sigortasından 15 milyar avro kesilmek istenmektedir. Sadece bu örnekler bile işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleştirilmek istendiğinin belgesidir. Mimarının Macron olduğu yeni iş yasasının katı biçimde uygulanacağı ve sermayedarların çıkarlarına göre yeni değişiklikler yapılacağı da kesindir. Formel olarak hala yürürlükte olan haftada 35 saatlik çalışma süresinin resmen kaldırılması plan dahilindedir. Burjuvazinin ve temsilcilerinin özgürlük ve demokrasisi böyledir: İşçilere ve emekçilere baskı, saldırı ve onları sömürme özgürlüğü! Macron başkanlık görevini devraldıktan sonra yeni hükümeti (parlamento seçimleri henüz yapılmadığından geçici hükümet de dendi) kurma işine girişti. Başbakan olarak Cumhuriyetçi Edouard Philippe’yi atadı ve Philippe de kabineyi oluşturup Macron’a sundu. Kabinede yer alanlar öncelikle Cumhuriyetçiler ve Sosyalist Partililerden oluşturuldu. Macron ile ittifak kuran Demokratik Hareket (MoDem) lideri Bayrou ise Adalet Bakanı oldu. Bakanlıklara atananların önemli bir kesimi şu ya da bu daldaki patronlardan, ya da onların temsilcilerinden oluşturuldu. Macron’un görevi devralması ve hükümeti kurmasına paralel olarak 11 ve 18 Haziran’da yapılacak parlamento seçimlerinin hazırlıklarına başlandı ve Macron 2016 Nisan ayında kurduğu “Yürüyüş” hareketinin adını “Cumhuriyete Yürüyüş” olarak değiştirdi. Başkanlık seçimlerinde olduğu gibi MoDem ile ittifak halinde parlamento seçimlerine katıldılar. Parlamento Seçimleri Başkanlık seçiminde olduğu gibi parlamento seçimleri de iki turlu yapılan bir seçimdir. İlk turda %50’nin üzerinde oy alanlar doğrudan seçilmiş olur. İkinci tura katılmak için ise söz konusu adayların en az %12,5 oranında oy alması gerekir. Macron “sağ ve sol ayrımını” ortadan kaldırmak amacıyla ve yenilik getireceği konusunda kitleleri ikna etmek için milletvekili adaylarını belirledi. Adayların büyük çoğunluğu daha önce milletvekilliği yapmayanlardan oluşturuldu ve kadın adayların oranı neredeyse yarı yarıyaydı. Bu arada eski başbakan Valls’in Cumhuriyet Yürüyüşü’nün adayı olması isteği reddedildi. 11 Haziran’da yapılan birinci turda seçimlere ka- tılım oranı %48,7 olarak verildi. Seçime katılımın düşüklüğü, seçmenlerin çoğunluğunun parlamento seçiminden beklentilerinin olmadığını gösteriyordu. Buna rağmen seçimlerin galibinin Macron’un partisi olacağı ortaya çıkmıştı. Cumhuriyete Yürüyüş oyların %28,2’sini, müttefiği MoDem ise %4,1’ini almıştı. Cumhuriyetçiler %15,8 ile ikinci, faşist Ulusal Cephe %13,2 ile üçüncü, “radikal sol” denenler %11 ile dördüncü ve Sosyalist Parti ise %7,4 ile beşinci sırada yer aldı. 18 Haziran’da yapılan ikinci tur seçime ise katılım oranı daha da düşüktü: %42,6. Kullanılan oyların %43,1’ni Cumhuriyete Yürüyüş, %6,1’ini de MoDem aldı. Böylece toplam %49,2 oy oranıyla 577 milletvekilinden 350’si kazanılmıştı. Salt çoğunluk için gerekli olan milletvekili sayısı 289’du. Cumhuriyetçiler %22,2 oy oranıyla 113 milletvekili kazandı ama bir önceki seçime göre 81 milletvekilini kaybetti. Sosyalist Parti %5,7 oy aldı ve 29 milletvekili kazandı. Önceki seçimlere göre SP’nin kaybı 251 milletvekili idi. “Radikal sol” dedikleri ise %4,9 oy oranıyla 17 milletvekili kazandı. Faşist Le Pen partisi ise %8,8 oy oranıyla 8 milletvekili kazandı. Önceki seçimlere göre altı milletvekili artırmıştı. Fransa Komünist Partisi ise %1,2 oy oranıyla 10 milletvekili kazandı. Oy oranları ülke çapında hesaplandığı ve milletvekili seçimini seçim bölgesinde alınan oy çoğunluğu belirlediği için oy oranları ile milletvekili sayısı arasında bir uyuşmazlık varmış gibi görünmektedir. Seçim sonrasında Macron hükümette değişiklik yapacağını açıkladı. Parlamento seçimlerinin sonucunda Macron Başkan olarak Parlamento’da da büyük bir çoğunluğa sahip oldu. Böylece istediği siyaseti uygulamada ciddi bir engelle karşılaşma durumunda değildir. Egemenlerin ezilenlere amansız saldırılarının kapısı sonuna kadar açılmıştır. Macron’un başkanlık döneminde işçilere-emekçilere yönelik saldırılara karşı mücadelede işçilerin-emekçilerin kendilerinden başka dayanacağı güç yoktur. Doğru bir siyaset temelinde mücadele verebilmeleri için de, Marksizm-Leninizm bilimini çıkış noktası alan, sınıf mücadelesini sömürü sistemini alaşağı etmek ve sosyalist bir düzeni kurmak için yürüten ve işçi sınıfına önderlik edebilecek komünist bir parti olmazsa olmaz önkoşuldur. Fransa işçi sınıfının böylesi bir önderliği yaratması asli görevidir. Dayanışmamız işçi ve emekçilerin sömürü sistemine karşı mücadelesiyledir. 21.06.2017 ABD öncülüğünde başlayan Rakka’yı IŞİD’den kurtarma operasyonu sürüyor. T.C devletinin operasyonu birlikte yapma teklifini geri çeviren ABD, AKP hükümetinin tepkilerine rağmen, YPG’nin bileşeni olduğu Suriye Demokratik Güçleri ile operasyonu yapma kararı aldı. T.C. devleti de değişik alanlarda savaş yürütüyor. Önümüzdeki dönemde de PKK’ye karşı yürütülen savaş yoğun bir biçimde sürdürülecektir. Savaş Güney Kürdistan ve Rojava’da da sürdürülecektir. Devlet bu alanlardan geri çekilmeyecektir. Türkiye, hatta YPG’nin yanında ABD askerlerini de vurabilir. Sonra da “yanlışlık yaptık” deyip özür dileyebilir. “Biz YPG’yi vurduk, siz orda ne arıyordunuz?” diyebilir! ABD başkanı Donald Trump, Erdoğan ile görüşmesinde çok açık olarak Rakka operasyonunu YPG ile birlikte yapacaklarını söyledi. Diğer yandan “terörizme” karşı mücadelede Türkiye ile yan yana olduklarını açıkladı. Amerika, YPG’nin PKK’den bağımsız olmadığını, PKK ile iç içe olduğunu bilmiyor değil. YPG’ye verilen silahların aynı zamanda PKK tarafından Türkiye’ye karşı kullandığını da biliyor. Biliyor ama bilmemezlikten geliyor. Çünkü şimdilik çıkarları bunu gerektiriyor. Bu nedenle Türkiye’nin, Rojava’da YPG’ye karşı yaptığı her eylem, aynı zamanda Amerika’ya karşı da eylem anlamına gelir. Türkiye, Amerika’nın YPG ile birlikte yaptığı Rakka anlaşmasını istemeyerek kabullenmek zorunda kaldı. Fakat bunun ötesinde Rojava’dan herhangi bir biçimde YPG kaynaklı bir saldırı görürse, YPG’nin yanında kimin olduğuna bakmadan bombalama vb. yapacaktır. Nitekim Afrin’de YPG mevzilerinin yer yer bombalanması bu tespitimizi doğrulamaktadır. T.C devletinin saldırılarına, provokasyonlarına karşı YPG’nin tavrı önemlidir. YPG örneğin şunu yapabilir? “Biz, Türkiye’ye karşı hiçbir eylemde yokuz” diyebilir. Türkiye’ye karşı yapılan herhangi bir bombalama eylemi varsa, bu bize saldırmak için Türkiye’nin yaptığı bir eylemdir. YPG, daha şimdiden böyle bir açıklama yapıp Türkiye’nin provokasyonlarının önüne geçebilir. YPG, taktik olarak “PKK’yi desteklemiyoruz” onunla ilgimiz yok diyebilir. Bu taktik tavır, Türkiye’nin YPG’ye saldırmasının “meşruiyetini” uluslararası plânda ortadan kaldırır. YPG bu taktik açıklamayı yapar mı? Bizce yapmaz! gündem ROJAVA VE RAKKA OPERASYONU Rakka ve IŞİD Rakka’daki savaş, aslında özgür Kürdistan savaşının bir parçası değil. IŞİD emperyalistlerin baş düşmanı olduğu için, Rakka’dan IŞİD’i atma savaşıdır. Bir anlamda Rakka’da Arapların savaşını Kürtler veriyor. Amerika’nın savaşında Kürtler kara gücü olarak kullanılıyor. Olgu budur. Rakka operasyonunda YPG’nin Amerika’nın kara gücü olmasında eli mahkûm mu? Menbiç’de, Amerika ile birlikte hareket etmesinin anlaşılır yönü var. Çünkü Menbiç, Rojava’ya sınır. Buradan IŞİD Rojava’ya saldırıyordu. Rakka ise Rojava’ya sınır değil. Rakka operasyonunda YPG’nin eli ABD’ye mahkûm mu? Bizce değil. IŞİD emperyalistlerin baş düşmanı. Neden? Kimin baş düşmanı? Türkiye’de yürüttüğümüz sınıf mücadelesi IŞİD’e karşı mı? Alman işçi ve emekçilerinin mücadelesi IŞİD’e karşı mücadele mi? Diğer ülkelerde, halkların esas mücadelesi IŞİD’e karşı mücadele mi? Düşman IŞİD mi? Neden biz, emperyalistlerin baş düşman ilan ettiği IŞİD’i baş düşmanımız ilan edelim? Emperyalistler açısından IŞİD, bugün baş düşman ilan edilmiştir. Neden? IŞİD, kendi kontrollerinin dışına çıkmış ve bir zamanlar kendilerinin yarattığı yararlı bir araç. Emperyalistler şimdi bütün halkları, kontrollerinin dışına çıkan IŞİD’e karşı mücadeleye çağırıyor. Baş düşman Suriye’de, Amerika ve Rusya’dır. Ne arıyor bu emperyalistler orada? İlk önce bunun kavranması lazım. Amerika ile birlikte IŞİD’e karşı mücadele edilmez. Rojava’da IŞİD’e karşı YPG ABD ile birlikte mücadele etti. Çünkü IŞİD, Rojava’ya saldırdı, Rojava’yı işgal etmek istedi. PYD/YPG’nin IŞİD’e karşı mücadele ederken Amerika ile işbirliği/ittifak yapmasının anlaşılır bir yönü var. Fakat bu yapılırken, aynı zamanda Amerika’nın da düşman olduğu belirtilmelidir. IŞİD’e karşı Amerika ile birlikte hareket etmek, zorunluluktan kaynaklı geçici bir birlikteliktir. Bu kadar. PYD/YPG’nin kendi halkına karşı görevleri var. Biz, komünistlerin yaklaşımını anlatıyoruz. Ama devrimci bir milli hareketinde aynı şekilde davranması gerekir. Çünkü bir milli hareketin emperyalizme karşı takındığı tavır, onu devrimci yapar. Sadece yerelde gericiliğe karşı mücadele onu devrimci yapmaz. Reformizm ile devrimci hareketi birbirinden ayıran kıstas emperyalizme karşı tavırdır. Ama bu unutuluyor! YPG’nin Ame- 33 gündem rika ile birlikte Rakka operasyonunu yürütmesine eli mahkûmdur deniliyor. Eğer Amerika yardım etmeseydi, Türkiye koridor açmasaydı, Barzani Peşmergelerini göndermeseydi ve ağır silahlar verilmeseydi Kobanê düşecekti. Bu anlamda eli mahkûm. Ama bunu anlatması gerekir. Ne yapıyor YPG? Gördüğümüz kadarıyla tabanına yeterli bilinç vermiyor. Milli devrimci hareket olarak hareket etmiyor. Emperyalizmle işbirliğine açık bir görünüm sergiliyor. Böylesi bir görünüm doğru değil ve o hareketi uzun vade açısından mahveder. Hep yeniden bu doğruların Kürt milli hareketine anlatılması/ gösterilmesi gerekir. Kürt milli hareketinin temel sorunu nedir? Kendi bölgesinde, özgür, demokratik ve halkların birlikte yaşadığı bir yönetimi oluşturmaktadır. Menbiç, Rojava’ya sınır. Orada IŞİD var ve saldırıyor. Menbiç’de evet IŞİD temizlendi. Temizlendikten sonra Menbiç, oradaki halka bırakılması gerekir. Menbiç’in alınmasında eli mahkûm olduğu için Amerika ile birlikte hareket edildi. PYD/YPG unutmadan, unutturmadan Amerika ile olan ittifakın eli mahkûm olduğu için bir ittifak olduğunu söylemelidir/açıklamalıdır. Bildiğimiz kadarıyla bu yapılmıyor. Suriye Savaşı 34 Türkiye, Rusya ve İran Astana’da görüşmeler yürütüyor. Ateşkes kararları alınıyor. Diğer yandan Cenevre görüşmeleri var. Cenevre görüşmeleri, Astana görüşmelerinden çok daha değişik. Cenevre’de de esasında Amerika ile Rusya görüşüyor. Suriye güya egemen devlet. Suriye’de ateşkesi, İran, Türkiye ve Rusya anlaşarak sağlayabiliyor. Çünkü sonuç olarak savaşan askerler bu ülkelerin askerleri. Suriye’nin yapısı nasıl olacak pazarlıklarını Amerika ile Rusya yürütüyor. Diğer batılı emperyalistler devrede yok. Onlar ancak Birleşmiş Milletler üzerinden devreye giriyorlar. Orda da Çin, Rusya bir tarafta, diğerleri bir taraftadır. Bir tarafta olan emperyalistlerin kendi içlerinde de bir dizi çelişmeler var. İngiltere’nin çıkarları, Almanya’nın çıkarlarından değişiktir. AB’den İngiltere çıktı. Almanya, İngiltere’den AB adına yüklü para istiyor. İngiltere ile ne kadar para ödeyeceği pazarlığı yürüyor. Bu gelişmelerin hepsi, çelişmelerin varlığını ve giderek sertleştiğini gösteriyor. Doğrudan doğruya karşılıklı savaş yürütmüyorlar. Henüz karşılıklı savaşmaksızın birbirlerini idare edebiliyorlar. Suriye’de, Rojava’ya komşu olmayan alanlarda Amerika bir savaş yürütüyor. Rusya/Türkiye bir savaş yürütüyor. Bunlar ne savaşı yürütüyor? Bunlar esasında Suriye’yi işgal savaşı yürütüyorlar. IŞİD’den kurtarma adına ya da Esat’dan kurtarma adına, Suriye’de işgal savaşı yürütülüyor. Bu işgale karşı çıkılması gerekir. Ne diyoruz? Suriye’de savaş durmalıdır, derhal ateşkes ilan edilmelidir ve bütün emperyalist/gerici devletler Suriye’den çekilmelidir. Bu tavır, Suriye’nin içişlerine kimsenin karışmaması tavrıdır. IŞİD’e karşı Kürtlerle, Araplar ittifak yaptı. Amerikan silahlarını kullandılar. Bu bağlamda bir problem yok. Ama şu anda Rakka’da yürüyen savaşta, Amerika, Rakka’yı IŞİD’den kurtarma adına bir işgal savaşı yürütüyor. Bu işgal savaşında YPG, Amerika’nın kara gücü rolünü üstleniyor. Rakka işgalinde YPG’nin eli ABD’ye mahkûm değildir. YPG, Rakka’da bizim işimiz yok diyebilirdi. YPG, Rojava’nın kurtarılmış bölgelerinde demokrasinin inşasına hız verebilir. YPG Rakka’da, Amerika’nın komutasında bir savaş yürütüyor. YPG’nin yürüttüğü siyaset bu bağlamda burjuva siyasetidir. Bu burjuva siyaset, milli hareketin sonunu da getirebilir. Milli hareketin hedefi ulusal devlet kurmaktır. Milli hareketin belli bir biçimde kuracağı devletin de bağımsız olması gerekir. YPG’nin Rojava’da izlediği burjuva siyasetin sonu ne olur? Rojava’da bağımlı bir yapı ortaya çıkar. Rojava’daki ulusal hareketin devrimci yönde ilerlemesini istiyoruz. Oysa yürütülen ulusal mücadele, belli bir noktadan sonra emperyalistlerin bir parçası haline geliyor. Amerika, Rakka’da, YPG’nin kendi kara gücü olduğunu açıkça söylüyor. Türkiye karşı çıktığında, tepki gösterdiğinde Amerika diyor ki; “biz onlara silah veriyoruz, ama o silahların Türkiye’ye karşı kullanılmasını engelliyeceğiz! Rakka’yı YPG’ye bırakmayacağız” diyor. Amerika, YPG ile ittifakının geçici olduğunu söylüyor. Amerika’nın söylediklerini YPG neden söylemiyor? Ne demek Rakka’nın bırakılmaması? YPG orda savaşıyor. Belli temel anlayışlardan yola çıktığımızda, milli hareketin temel niteliğinin ne olduğuna cevap vermemiz gerekir. Eğer Rojava milli hareketi, emperyalizme karşı değilse, emperyalizmle birlikte hareket ediyorsa ve bunun geçici bir birliktelik olduğu bilincini vermiyorsa, o zaman bu milli hareket devrimci değildir. Rojava’da PYD/YPG eli mahkûm olduğu için emperyalistlerle geçici ittifaklar yapabilir. Yaptı da! Eleştirimiz emperyalistlerle yapmak zorunda kaldıkları ittifak değildir. Eleştirimiz, tabanlarına doğru bilinç vermemeleridir. Rakka seferinde elleri mahkûm değildi. Rakka seferine katılan YPG güçlerinin, Rojava’da demokrasinin inşa edilmesi çalışmalarına katılması, bizce daha iyi olurdu. Haziran 2017 üyük Sosyalist Ekim Devrimi yüzyıl önce, emperyalist dünyanın bağrında bir yara açtı. Ekim Devrimi, 24-25 Ekim 1917’de (6-7 Kasım) Lenin önderliğinde zafere ulaştı. İkinci Tüm Rusya Sovyet Kongresi, Sovyetler Birliği tarihinde önemli bir kongre idi. İkinci Tüm Rusya Sovyet Kongresi, “Barış“ ve “Toprak“ kararnamelerinin yanı sıra, Rusya’nın Sovyet Cumhuriyeti’ne dönüştürüldüğü kararını aldı. İşçi ve Köylü Vekilleri Kongresi, proletaryanın kazandığı iktidarı, Devrimci Askeri Komite’den devraldı. Önemli kararnameler onaylandı. Dünyanın ilk işçi ve köylü hükümeti kuruldu. Petrograd’dan sonra Moskova ayaklandı. Moskova’da sert ve amansız mücadeleler birkaç gün daha devam etti. Moskova’da burjuvazinin direnci kırıldı ve iktidar Sovyetlerin eline geçti. Sosyalist devrimin zaferi, Sovyet iktidarının doğuşu haberi bütün Rusya’ya yayıldı. Başkentleri tüm ülke takip etti. Her tarafta devlet iktidarı emekçilerin eline, Sovyetlerin eline geçti. Ekim Devrimi, dünya tarihinde ilk defa üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının yolunu açtı. Ekim Devrimi, kazanımlarını pekiştirmek ve garanti altına almak zorundaydı. Ekim Devrimi’ni boğmak için karanlık güçler hemen harekete geçti. Devrilen sömürücü sınıflar, Sovyet devletine karşı komplolar örgütlemeye başladı. Karşıdevrimciler, Rusya’da bir Sovyet iktidarına yer olmadığını, devrimin yıkılmaya mahkûm olduğunu düşünüyorlardı! Bu yüzden, geniş ölçüde karşıdevrimci ayaklanma faaliyetlerine girişmeye, karşıdevrim güçlerini seferber etmeye, askeri kadrolar toplamaya ve özellikle Kazak ve Kulak bölgelerinde isyanlar örgütlemeye karar verdiler. 1918’in ilk yarısında, Sovyet iktidarını devirmeye hazır güçler ortaya çıkmıştı. Ekim Devrimi’ni izleyen iç savaş ve müdahale döneminde Sovyet devletinin uyguladığı politikaya Savaş Komünizmi adı verildi. Sovyet iktidarı, on yedi emperyalist ve gerici devletin doğrudan askeri müdahalesi ile karşı karşıya idi. “İç savaş ve emperyalist müdahale yıllarında, zaten zayıf olan sanayi tamamen felce uğramış, üretimde tam bir gerileme söz konusu olmuştur. Öyle ki, ekonominin en kötü noktasına vardığı 1921 yılında üretim hacmi, savaş dönemi öncesinin ancak %20’si kadardı. Tarım rekoltesi ise savaş öncesinin %45’ine düşmüştü. Metal sanayii tamamen sönmüş, Donets havzasındaki kömür madenleri Denikin ve Wrangel’in orduları kavganın doğrusu / doğrunun kavgası B ✒ SUBOTNİKLER VE STAHANOV HAREKETİ 35 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 36 tarafından su altında bırakılmış, Kafkasya’daki petrol kuyuları İngilizler tarafından tahrip edilmişti. Bu dönemde işçi sınıfının sayısal gücü savaş öncesinin %60’ına düşmüştü. On binlerin açlıktan ve bulaşıcı hastalıklardan kırıldığı bu koşullarda işçiler, açlıktan kıvranan şehirlerden kırlara göç ediyorlardı. İşçi sınıfının düşmanlarına diz çöktürmek için en büyük fedekarlığı gösterdiği, bütün dünya proletaryasının bakışlarını üzerine çektiği bir dönemde Sovyet Rusya’da çalışanların gerçek ücretleri, ortalama olarak savaş öncesinin %35’ine kadar düşmüştü. Emperyalistlerin ve gericilerin niyeti açıktı. Devrim ablukayla boğulmak isteniyordu.” (“Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu“, Gül Özgür, s. 25, Dönüşüm Yayınları, Ekim 1993 İstanbul) Ekim Devrimi’ni zor günler bekliyordu. O dönemin şartları ağırdı. Ekmek, et kıtlığı vardı. İşçiler açlıktan kıvranıyordu. Moskova ve Petrograd’da işçilere iki günde bir 60 gram ekmek veriliyordu. Ekmeğin dağıtılmadığı günler de oluyordu. Hammadde ve yakıt kıtlığı yüzünden birçok fabrikada üretim durmuştu. Sovyet Hükümeti, tüm ülkeyi askeri kamp ilan etti. Ekonomi, kültürel ve siyasi yaşam savaş düzenine göre ayarlandı. 21 Şubat 1918’de, Lenin, Sovyet hükümeti adına “sosyalist anavatan tehlikede!“ çağrısında bulundu. Lenin, “Her mevzinin kanın son damlasına kadar savunulmasını“ talep ediyordu. Devrimin ilk yılları, Sovyetler için her yerde savaş anlamına geliyordu. Sovyet iktidarı, sadece emperyalistlerin ve gerici devletlerin ordularıyla değil; Kolçak ve Denikin gibi karşıdevrimin uşaklarıyla, ülkeyi içten çökertmek için halkı ayaklandırmaya çalışan hainlerle de savaşıyordu. 12 Nisan 1919’da, “Pravda”da “RKP(B) MK’nın Doğu Cephesi’nde Durumla Bağıntılı Tezleri” başlıklı Lenin’in kaleme aldığı makalesi yayınlandı. Makalede Kolçak’ın zaferiyle bağlantılı olarak Sovyetler Birliği için ortaya çıkan duruma dikkat çekiliyordu. Kolçak’ın doğu cephesindeki zaferinin Sovyet Cumhuriyeti için olağanüstü tehlikeleri de beraberinde getirdiği belirtiliyordu. Kolçak’ı yenmek için tüm güçlerin sonuna dek bir araya gelmesine vurgu yapılıyordu. Tezlerde şöyle deniliyordu: “Merkez Komitesi, tüm parti örgütlerine ve sendikalara seslenerek, işe devrimci tarzda koyulma ve eski şablonlarla yetinmemelerini rica eder. Kolçak’ı yenebiliriz. Hızlı ve kesin olarak yenebiliriz, çünkü güneydeki zaferlerimizle günden güne iyileşen ve bizim yararımıza değişen uluslararası durum bize kesin zaferi garantiliyor. Olanca gücü toplamak, devrimci eleştiri geliştirmek gerekiyor, o zaman Kolçak’ın yenilgisi yakındır. Volga, ✒ Subotnikler Sahnede Lenin döneminde Subotnikler ve Stalin döneminde Stahanovistler sosyalist bir toplumun inşası sürecinde ortaya çıktılar. Sovyet hükümeti, bir yandan yaraları sarmaya çalışırken, diğer yandan iç savaşla mücadele ediyordu. Sovyet halkının erzak ikmalini sağlamak ve üretimi arttırmak için 1919 yılında “Subotnikler” tarih sahnesine çıktı. Rusça’da “subota” cumartesi anlamına geliyordu. 1919 yılına girildiğinde doğu cephesinde Amiral Kolçak emperyalistlerin de desteğiyle saldırıya geçmişti. 10 Mayıs 1919’da Moskova-Kazan demiryollarında çalışan işçiler hiçbir ücret talep etmeden cumartesi günleri gönüllü çalışmaya başladılar. Komünist Cumartesiler’in (Subotnikler) savunusunu ve öncülüğünü parti üyeleri yapıyordu. Bu hareket kendiliğinden ve gönüllü olarak ortaya çıkmıştı. Bu hareket, sosyalist yarışın en kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Ural ve Sibirya savunulabilir ve savunulmak zorundadır.” (“Seçme Eserler cilt 9”, Lenin, s. 684-685, İnter Yayınları, Mayıs 1997, İstanbul). 7 Mayıs 1919’da, Moskova-Kazan Demiryolu Alt Bölge komünistleri ve sempatizanlarının genel toplantısı yapıldı. Toplantıda, Kolçak’ın yenilgiye uğratılması için sözden eyleme geçilmesi çağrısı dile getirildi. Bu toplantıya aşağıdaki önerge sunuldu ve oybirliği ile kabul edildi. Önergede şunlar söyleniyordu: “Zorlu iç ve dış koşulları göz önüne alan komünistler ve sempatizanlar, sınıf düşmanı üzerinde bir üstünlük kazanmak için kendilerini yeniden toparlayıp dinlenme saatlerinden bir çalışma saati daha çıkarmalı, yani iş günlerini bir saat daha uzatmalı, hemen reel bir değer üretebilmek için, bu saatleri toplayıp cumartesi günü altı saat boyunca fiziksel olarak çalışmalıdır. Devrimin kazanımları söz konusu olduğunda, komünistlerin sağlıklarını ve yaşamlarını sakınmamaları gerektiği göz önüne alınarak, çalışma ücretsiz yapılmalıdır. Kolçak üzerinde tam zafere dek tüm alt bölgede Komünist Cumartesi yürürlüğe konmalıdır.” (Age. s. 460) güzel örneği idi. RKP(B) MK’nın çağrısı, komünist Subotniklerde yankısını buldu. 10 Mayıs 1919’da cumartesi günü, akşam saat 18:00’de, komünistler ve sempatizanlar çalışmak için toplandılar. Ustabaşılar tarafından çalışılması gereken yerlere götürüldüler. Lenin, “Büyük Başlangıç” adlı makalesinde “Cephe Gerisindeki İşçilerin Kahramanlığı Üzerine” şöyle diyordu: “Cephe gerisindeki işçilerin kahramanlığı daha az dikkati haketmiyor. İşçilerin kendi inisiyatifleriyle düzenledikleri komünist Subotnikler bu bakımdan neredeyse dev bir öneme sahiptir. Anlaşılan bu sadece bir başlangıçtır, ama bu başlangıcın önemi olağanüstü büyüktür. Bu, burjuvaziyi devirmekten daha zor, daha önemli, daha radikal, daha tayin edici bir devrimin başlangıcıdır, çünkü bu, kendi ataleti ve dizginsizliği üzerinde, küçük-burjuva egoizmi üzerinde, lanet olası kapitalizmin işçilerle köylülere miras bıraktığı bu alışkanlıklar üzerinde bir zaferdir. Bu za- 37 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 38 fer sağlamlaştığında, yeni toplumsal disiplin, sosyalist disiplin o zaman ve ancak o zaman yaratılmış olacaktır, komünizm gerçekten yenilmez olacaktır.” (“Seçme Eserler cilt 9”, Lenin, s. 459-460, İnter Yayınları, Mayıs 1997 İstanbul). Proletarya devleti, emeğin toplumsal örgütlenmesini gerçekleştiriyordu. Sosyalizmde emeğin örgütlenmesi, toplumsal mülkiyetin örgütlenmesi anlamına geliyordu. İşçiler-emekçiler, sosyalist toplumu inşa etmek ve karşıdevrimcileri yenmek için güçlerini birleştirdiler. İşletmelerdeki işçiler ve cephedeki kızıl ordu savaşçıları, kahramanca mücadele etti. Komünist Subotnikler’in ortaya çıkması sosyalist yarışın en güzel örneği idi. İşçi sınıfı, üretimin yönetilmesinde deneyim topladı. Yabancı müdahale ve iç savaş koşulları altında işçi sınıfı ve köylülük arasındaki askeri-politik ittifak pekişti. Bu ittifak, yabancı müdahalecileri ve beyaz muhafızları püskürtmek ve işçi/köylü devletini korumak amacıyla, işçilerin ve köylülerin güçlerini birleştirme amacına hizmet etti. Sovyet İktidarı, köylülüğe toprak verdi ve onları toprak sahiplerinden ve kulaklardan korudu. Köylülük, teslim etme yükümlülüğüne uygun olarak işçi sınıfına besin maddeleri verdi. 10 Nisan 1920’de, Komünist Subotnik gazetesi hazırlandı. Bir gün sonra da yayınlandı. Lenin de bu gazete için “Yüzyıllarca Eski Bir Toplumsal Düzenin Yıkılışından Yenisinin Kuruluşuna” başlıklı bir makale ile katkıda bulundu. Lenin makalesini şöyle sonuçlandırıyordu: “Yeni bir çalışma disiplini, insanlar arasında yeni toplumsal ilişki biçimleri, insanları çalışmaya çekmenin yeni biçim ve yöntemlerini yaratmak yılların ve onyılların işidir. Bu en verimli, en yüce görevdir. Burjuvaziyi devirip direnişini bastırdıktan sonra mücadeleyle, böyle bir çalışmanın mümkün hale geldiği zemini kazanmış olmamız bizim şansımızdır. Ve olanca enerjimizle bu çalışmaya koyulacağız. Sebat, ısrar, hazır olma, kararlılık ve yüz kez deneme, yüz kez düzeltme ve ne pahasına olursa olsun hedefe ulaşma yeteneği –proletarya Ekim Devrimi’nden on, on beş, yirmi yıl önce ve bu devrimden sonraki iki yıl boyunca bu özellikleri geliştirdi, bu arada çok büyük yoksunluklara, açlığa, yıkıma ve yoksulluğa katlanmak zorunda kaldı. Proletaryanın bu özellikleri, proletaryanın kazanacağının göstergesidir.” (“Seçme Eserler cilt 9”, Lenin, s. 486, İnter Yayınları, Mayıs 1997 İstanbul). Subotnikler, cumartesi günleri karşılık gözetmeksizin üretim sürecine katkıda bulundular. İç savaş koşullarında, ülkelerini ayakta tutabilmek ve ülkelerinin içinde bulunduğu kötü koşulları kendi lehlerine çevirebilmek için çalıştılar. Subotnikler, cumartesi günleri altı saat çalışarak, Sovyetleri, burjuvaziye ve emperyalist işgalcilere karşı savundular. Üretim sürecini komünistçe örgütlediler. 1922’de Yeni Ekonomik Politika’nın (NEP) yürürlüğe girmesi ile birlikte Subotnikler tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Aslında yaratılmak istenen yeni toplumda gerçek 1935’de, Sovyetler Birliği’nde madenlerdeki kömür çıkarımı en ileri teknik kullanılarak yapılıyordu. Stahanov hareketi, Donetz Havzası’ndaki “Zentralnaja İrmo” maden ocağında doğdu. 31 Ağustos 1935’de, kazmacı Aleksey Grigoryeviç Stahanov, bir vardiyada 102 ton kömür kazdı. Aleksey Stahanov, 1903’te doğmuş, 1927 yılında maden işçisi olarak çalışmaya başlamıştı. Meslek yaşamında asıl dönüm noktası 31 Ağustos 1935 tarihi olmuştu. 5 saat 45 dakika içinde tam 102 ton kömür çıkarmıştı! Üç gün sonra, Stahanov metoduna göre çalışan aynı ocağın parti örgütçüsü Miron Djukanov 115 ton kömür çıkardı. Bunun üzerine aynı yerde, Komsomol Konzedalov bir vardiyada 125 ton kömür çıkardı. Birkaç gün sonra Aleksey Stahanov kendi rekorunu aştı. Önce 175 ton Eylül 1935’de ise tek bir vardiyada bu kez 227 ton kömür çıkararak yeni bir rekor kırdı. Stahanov Hareketi, Donetz Havzasında, taşkömürü sanayiinde doğdu ve gelişti, sanayinin diğer dallarına sıçradı, demiryollarına ve daha sonra da tarım alanına yayıldı. [Burda verilen bilgiler, “Sovyet Ülkesinde Sosyalizmin Zaferi İçin 1917-1947”, B. M. Volin, s. 128-130, Ceylan Yayınları, Haziran 2004, İstanbul adlı kitaptan alınmıştır.] Sosyalist sanayinin bir dizi başka dallarında da ileri işçiler o zamana kadar görülmemiş emek verimliliği elde etmeye başladılar. Leningrad’da bir ayakkabı fabrikasında çalışan işçi, Nikolay Smetanin bir vardiyada 1860 çift ayakkabı gerdirdi. Bayan dokuma işçileri Maria ve Evdokia Vinogrodova tekstil fabrikası Vitschuga’da, birçok dokuma tezgâhını aynı anda kullanmaya başladılar. Genç makinist Peter kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Stahanov Hareketi Krivonos trenlerin saatlik teknik hızını 23 km’den 47 km’ye çıkardı. Archangelsk’teki kereste fabrikasında çerçeve işçisi Mussinski, tespit edilmiş bütün üretim normlarını birkaç misli geçti. Kâğıt fabrikasında çalışan işçi Pronin, yüksek bir iş verimliliği gösterdi. Stahanov’un iş verimliliği, sosyalist yarışı tetiklemişti. Stahanov Hareketi, emek üretkenliğinde yeni bir ilerleme sağlamak, üretim standartlarını yükseltme yolunda işçilerin ve kollektif çiftçilerin kitle hareketinin temelini attı. Otomobil sanayiinde Bussygin, ayakkabı sanayiinde Smetanin, demiryollarında Krivonos, kereste sanayiinde Mussinski, tekstil sanayiinde Yevdokiya ve Maria Vinogradova, tarımda Maria Demçenko, Maria Gnatyenko, P. Angelina, Polagutin, Kolessov, Kovardak, Borin, Stahanov Hareketi’nin ilk öncülerinin adlarıydı. Stehanov Hareketi böyle ortaya çıktı. Stahanovcular arasında çok sayıda genç vardı. Stahanov’un iş verimliliğini artıran çıkışı, on binlerce insan tarafından benimsendi. İş verimliliği her geçen gün giderek artıyordu. İşçilerin sosyalist yarışı, sosyalist inşanın en önemli faktörlerinden biri haline geldi. Stahanov Hareketi, işin yeni bir örgütlenmesi, yüksek bir iş bölümü verimliliği, bütün teknolojik süreçlerin doğru örgütlenmesi, üretimde doğru bir iş bölümü anlamına geliyordu. Stalin 4 Mayıs 1935’de, “Kremlin Sarayı’nda Kızılordu Akademileri Mezunları Önünde” yaptığı konuşmada, teknik alanda eksiklik döneminin aşıldığını, yeni bir döneme girildiğini ve yeni dönemde tekniğe egemen olmanın esas hale geldiğini belirtir. Stalin devamında; “tekniği harekete geçirmek ve ondan sonuna dek yararlanmak için, bu tekniğe egemen olan insanlara ihtiyaç vardır, bu tekniği öğrenme ve usulüne uygun kullanma yeteneğine sahip kadrolara gereksinim vardır” der. (“Eserler cilt XIV”, Stalin, s. 40, İnter Yayınları, Aralık 1993, İnsanbul). Stalin, bütün Sovyet sanayisinde teknik gerilik sıkıntısının aşıldığını, ama kullanmasını bilen insanlar olmaksızın tekniğin ölü teknik olacağını, buna karşı tekniğin üstesinden gelmesini bilen insanlığın teknik mucizeler yaratabileceğini belirtir. Stalin’in, tekniğin üstesinden gelen insanlar üzerine, her şeyi belirleyen kadrolar üzerine konuşması, Stahanovcuların sanayi alanındaki başarıları, köylülüğün de harekete geçmesine vesile oluyordu. Traktör ve biçerdöver sürücüleri arasında öncü işçiler ortaya çıkıyordu. 17 Kasım 1935’de, Kremlin‘de “Sovyetler Birliği ✒ anlamda komünist olan tek çalışma biçimiydi Subotnikler. Burada yeni toplumun yeni insanının çalışma ahlakı gelişiyordu. Toplum için, toplumun genel çıkarları için gönüllü, ücretsiz çalışma! Bugün kapitalist ülkelerde birçok “hayırsever” insan da gönüllü, ücretsiz toplumsal işler yapıyor. Bu, bireyler açısından iyi niyetli, vicdanı rahatlatan bir edim olsa da, burjuva devletleri tarafından kendi görevlerini bireylere bedava yaptırma anlamına gelen, objektif olarak sömürü sistemini ayakta tutmaya yarayan bir edim olmanın ötesine geçmiyor. Komünist Subotniklerin temeli devrimci, sosyalist, yeni bir düzendir. Onun güçlendirilmesi için yapılan gönüllü ücretsiz hizmettir. 39 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 40 Birinci Stahanovcular Konferansı” yapılır. Stalin bu konferansa katılır ve bir konuşma yapar. Stalin şöyle der: “Stahanov hareketi, sosyalist yarışmada yeni bir dalganın, sosyalist yarışmanın yeni ve daha yüksek bir aşamasının ifadesidir... Geçmişte, üç yıl kadar önce, sosyalist yarışmanın ilk döneminde, sosyalist yarışma ile modern teknik arasında zorunlu bir bağlantı yoktu. Hatta, aslında o zamanlar, hemen hiç modern tekniğimiz yoktu. Öte yandan, sosyalist yarışmanın bugünkü aşaması, Stahanov hareketi, zorunlu olarak modern teknikle bağlantılıdır. Yeni ve daha yüksek bir teknik olmadan, Stahanov hareketi düşünülemezdi. Stahanov, Bussygin, Smetanin, Krivonos, Vinogradova yoldaşlar ve daha birçokları gibi, bu tekniğe tamamen hâkim olmuş ve onu ilerletmiş olan yeni insanlarla, kadın ve erkek işçilerle karşı karşıyayız. Üç yıl kadar önce, böyle insanlarımız hiç yoktu ya da yok denecek kadar azdı... Stahanov hareketinin önemi, eski teknik standartları yetersiz oldukları için yıkan, birçok durumda ileri kapitalist ülkelerin emek üretkenliğini aşan ve böylelikle, ülkemizde sosyalizmin daha da sağlamlaşmasının pratik temelini, ülkemizi bütün ülkeler içinde en müreffeh olanı haline getirme imkanını yaratan bir hareket olmasında yatar.” (“Eserler cilt XV”, Stalin, s. 383-384, İnter Yayınları, Aralık 1993, İstanbul). Stalin, Stahanovcuların çalışma yöntemlerini anlatarak ve Stahanov hareketinin ülkenin geleceği açısından büyük önemini belirterek, sözlerine şöyle devam eder: “Stahanovcu yoldaşlarımıza yakından bir bakın. Stahanovcular ne çeşit insanlardır? Onlar esas olarak genç ya da orta yaşlı, kültürlü ve teknik bilgiye sahip, çalışmada dikkat ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman unsurunun değerini bilen ve sadece dakikaları değil, saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan erkek ve kadın emekçilerdir. Çoğu teknik alanda asgari eğitim görmüştür ve teknik eğitimlerini devam ettirmektedir. Bunlar, bazı mühendislerde, teknisyenlerde ve idarecilerde görülen tutuculuk ve ataletten kurtulmuşlardır; eskimiş teknik standartları yıkıp yeni ve daha yüksek standartlar yaratarak cesaretle ilerliyorlar; sanayimizin yöneticileri tarafından hazırlanan projelerde ve iktisadi planlarda verimli değişiklikler yapıyorlar; mühendislerin ve teknisyenlerin söylediklerini sık sık tamamlayıp düzeltiyorlar, onlara öğretiyor ve onları ileriye itiyorlar, çünkü bunlar, yaptıkları işin tekniğinde tam olarak ustalık kazanmış ve teknikten azami faydayı sağlayabilen insanlardır. Bugün Stahanovcular sayıca azdır, ama yarın sayılarının bunun on katına çıkacağından kim şüphe edebilir? Stahanovcuların sanayimize yenilik getirenler olduğu, Stahanov hareketinin sanayimizin geleceğini temsil ettiği, işçi sınıfının kültür ve teknik düzeyinin yükselişinin tohumunu içinde taşıdığı, bize sosyalizmden komünizme geçiş ve kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması için zorunlu olan yüksek emek üretkenliğini sağlayacak tek yolu açtığı aşikâr değil midir?” (“Eserler cilt XV”, Stalin, s. 384-385, İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul). Stahanov Hareketi’nin yaygınlaşması sonucu İkinci Beş Yıllık Plân zamanından önce tamamlandı. Sovyetler Birliği’nin savunma gücü daha da sağlamlaştırıldı. Emekçi halkın refah ve kültür düzeyi giderek arttı. Sosyalizmin ülkesinde, daha yüksek emek biçimlerinin, sosyalist yarışmanın, Stahanov Hareketi’nin ortaya çıkışı, sosyalist düzenin doğasının bir gereğidir. Sosyalizmin doğuşuyla birlikte toplumsal gelişmenin yeni yasaları da doğmaktadır. Halk ekonomisinin tamamının plânlı yönetimi, sosyalizmin bir yasasıdır. Sovyetler Birliği, sosyalizmin inşasında kitlelerle bağları sağlamlaştırıyordu. Kitlelerle bağların sağlamlaştırılması demek; ilerlemek, kitlelere yol göstermek, kitle hareketinin yoğunlaştığı bütün teorik, politik ve örgütsel sorunları çözmek; kitlelerin sosyalist bilincini daha da artırmak ve kitleleri mücadeleye seferber etmek anlamına geliyordu. Kitlelerin yönetime katılımını sağlayan parti, mücadelenin temel hedeflerini belirliyordu. Sosyalizmin ülkesinde ekonomik ve kültürel alanlarda ulaşılan başarılar, sosyalist yarışa dönüşüyordu. Kitlesel çalışma; emekçileri yetkinleştirme, onların yaratıcı gücünü ve bilgisini artırma ve onların kültürel ve politik düzeyini yükseltmeye yönelik olmalıdır. Kitlelerin seferber edilmesi demek, emekçilerin kendi deneyimlerini tam ve verimli aktarmaları ve sosyalizmin inşasında inisiyatif sahibi olmaları için bütün koşulların hazırlanması demektir. Sosyalist sistemin en önemli özelliği, her insanın yeteneklerini geliştirmesi ve toplumda her olaya karşı yararlı ve yaratıcı bir insan olarak yetiştirilmesidir. Sosyalist sistem ile üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, emekçilerin ülkenin gerçek sahibi olduklarını hissetmelerini sağlar. İnsanlarda toplumsal zenginliğe olan ilginin artırılması ve geliştirilmesi, ilk etapta her teknik çalışmaya bir canlılık getirecektir. Sosyalist inşa süreci, emekçi kitleler kavganın doğrusu / doğrunun kavgası esas manivelası olarak kavrandı ve sosyalizmin bu konudaki ilkesi budur propagandasına ağırlık verildi. Kişisel maddi çıkarın üretimi arttırmada araçsallaştırılması kapitalizmde de vardır. Parça başı üretimde ikramiye sistemi, kapitalizmde üretimi arttırmanın önemli bir aracıdır. Sosyalizm açısından esas mesele, işçilerin kendi bireysel maddi çıkarları temelinde harekete geçirilmeleri değildir. Tabii ki, eğer işçiler başka türlü harekete geçirilemiyorsa, bu bir süre zorunlu olarak yapılacaktır. Esas mesele, işçilerin sosyalizm davası için ‘en fazla katkıyı nasıl yaparım, sosyalizm benim düzenim’ düşüncesi temelinde toplumsal bir çıkarı merkeze koydukları yönde geliştirilmeleridir. Ekim Devrimi, kısa süren sosyalist inşa döneminin muazzam kazanımları ile sömürüsüz bir yaşamın mümkün olduğunu gösterdi. Ekim Devrimi, sömürü barbarlığına proletaryanın ve emekçi yığınların silahlı devrimiyle, şiddete dayalı devrimle son verilebileceğini ve ancak bu yolla kapitalizm–emperyalizmin insanlığı barbarlık içinde çöküşe götürmesinin engellenebileceğini gösterdi. Rusya, Batı‘nın emperyalist ülkeleriyle karşılaştırıldığında devrim öncesinde ekonomik olarak en geri durumda olan emperyalist güçtü. Ekim Devrimi’nin zaferi ile birlikte, tüm gericiler emperyalist güçlerin tam desteğiyle ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürüklediler. Bolşevikler iç savaşta zafer kazandı. 1920’li yılların Rusya’sında açlık vardı. Ekonomi çok kötü durumdaydı. Emperyalist müdahale ordularının ülkeden kovulmasından sonra, sosyalist inşa dönemi başladı. Sosyalist inşa, bir yandan emperyalist ambargo ve abluka şartlarında, diğer yandan burjuvaziye karşı sertleşen sınıf mücadelesi şartlarında yaşandı. 1935’ten itibaren Sovyetler Birliği proletarya diktatörlüğünü yeni bir askeri saldırıya karşı korumak savaş sanayisinin geliştirilmesine ağırlık vermek zorunda kaldı. Bir insan ömrü için bile kısacık denebilecek bir inşa döneminde, işçi ve emekçilerin gerçek bir sosyalist iktidar şartlarında neler başarabilecekleri görüldü. Ekim Devrimi, emperyalist sistemi bir bütün olarak karşısına aldı. Ekim Devrimi, emperyalist sistemi en zayıf halkasından parçaladı. Ekim Devrimi, emperyalist barbarlığın biricik alternatifi olduğunu gösterdi. Proletarya önderliğinde devrimler ve sosyalizmin inşası, Ekim’in bize öğrettiği çözümdür. Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümünde bu gerçek öne çıkarılmalı ve bunun mücadelesi verilmelidir. Dünyaya Yeni Ekimler Gerek! 03.06.2017 ✒ arasında sürekli yeni yeteneklerin ortaya çıkması demektir. Subotnikler ve Stahanov Hareketi sosyalist inşanın en güzel örnekleridir. Sosyalist yarış ile Subotnikler ve Stahanov Hareketi ciddi başarılar elde etti. Ekonomik ve kültürel yaşamla ilgili konulardaki başarılı kararların uygulanması, parti yöneticilerinin, parti örgütlerinin yürüttüğü politik ve örgütsel çalışmanın düzeyine bağlıdır. Kitlelerle ilişkilerin sağlamlaştırılması ve halkın sesine sürekli kulak verilmesi sosyalist yönetimin görevi idi. Kitleler, sosyalist toplumun inşa sürecinde yaratıcı yeteneklerini ortaya koydular. Sovyetler Birliği’nde, kitlelerle olan bağlar sürekli geliştirildi. Kapitalist toplumdan çıkıp gelen sosyalist inşanın başında bulunan bir ülkede kişisel ilgi, kişisel maddi çıkarın üretimi arttırmada bir araç olarak kullanılması kaçınılmazdı. Sorun sosyalizmde esas teşvikin kişisel maddi çıkar olarak görülüp uygulandığı ve bunun sorgulanmadığı noktada başlamaktadır. Stahanov hareketinde, herkese katkısı kadar ücret verildi. Stahanovist işçiler, yaptıkları katkı ölçüsünde daha fazla ücret aldılar. Fakat Stahanov’un ve Stahanovist hareket eylemcilerinin çıkış noktası daha fazla ücret almak değildi. Stahanov gibi öncü işçilerin çıkış noktası, ‘ben daha fazla ücret alayım’ yaklaşımı değildi. Onların çıkış noktası, tekniği daha iyi kullanarak, üretimi arttırmak ve kendi düzenleri olan sosyalizmin inşasına daha fazla katkıda bulunmaktı. Başlangıçta propaganda da öne çıkarılan da Stahanovcuların sosyalist inşadaki, “emek kahramanlıkları”, fedakârlıkları, tekniği öğrenip geliştirme çabaları vb. idi. Fakat süreç içinde Sovyetler Birliği’nde “kişisel maddi çıkar” anlayışı öne çıkmaya başladı. Sosyalist bir toplumda, toplumsal üretimin çıkarları belirleyici ve önceliklidir. Sosyalist ilke, kişisel çıkarın toplumsal çıkar içinde görülmesi, kişisel çıkarın toplumsal çıkarda aranması, onun bir parçası olarak görülmesidir. Sosyalizmde kişisel çıkar ile birleştirilmiş toplumsal çıkar değil, toplumsal çıkar içinde eritilmiş, kendisini onun içinde gören ‘kişisel çıkar’ın çıkış noktası olması gerekir. Kişisel maddi çıkar, Sovyetler Birliği’nde sosyalist ekonomide bir manivela olarak kullanıldı. Kişisel maddi çıkar, Sovyetler Birliği’nde başlangıçta kullanılmak zorunda olunduğu için kullanıldı. Amaç süreç içinde kişisel maddi çıkar, gelişmenin manivelası olmaktan çıkarılmadı. Süreç içerisinde, “prim/ikramiye sistemi” sosyalist gelişmenin 41 yaşam temellerini koruma mücadelesi TÜRKİYE’DE TERMİK SANTRALLER ÜZERİNE Azami kârların gizlenmesi, çevre kirliliğinin üstünün örtülmesi, doğanın talan edilmesi vb. sorunların yanında, insan sağlığına da önem verilmemektedir. Çünkü madende toz yutan işçiler, termik santral yakınlarında oturanlar; azami kârları ceplerine atanlardan ve bu işin kaymağını yiyenlerden değildir. Günümüzde T.C. ’de enerji ile uğraşanlar 1 KWh elektrikten en az 8-12 cent/dolar arasında kâr elde etmektedirler. Dünyada enerji sektörünün başındaki siyasilerin beslenmesinin mantığı anlaşılır bir durumdur. 42 Çevre; yaşam alanının tümünü kapsar. Nefes alınıp verilen hava, içilen ve temizlik için gerekli olan su, üretim yapılan toprak, ormanlar, göller, akarsular, denizler canlılar için gerekli olan bil cümle doğadır çevre. Ona vereceğimiz değer, bilincimizle orantılıdır. Hava, su, toprak bedava diye düşünürüz! Bedava olanın parasal değeri olmadığı düşünüldüğü için istismar edilmesi/kirletilmesi de kolaydır. Hele de büyük miktarlarda paralar kazanmak için çevreyi talan eden, kirletenler için ne demeli! Elbette bir şeyler demeli. Yıllardır kısık da olsa çevreyi koruma bilinciyle ses verenler var. Onlara kulak vermek la- zım! Çünkü yaptıkları iş yüce bir iştir. İşte biz de bu son derece önemli işe katkı sunmak için bu seferki çevre yazımızda çevreye önemli zararı olan kömürle çalışan termik santraller üzerinde durmak istiyoruz. Hani bir laf vardır; “El âlem gider Mersin’e biz gideriz tersine!” Avrupa kömürle çalışan termik santrallerden vazgeçme sürecini hızlandırırken, Türkiye son gaz bu yönde ilerlemektedir. Batı Avrupa’da: *Kömürle çalışan enerji santrallerinin kurulum sayısı 2016 yılında 3’te 2 oranında düşmüştür. nomiye zarar veren bu durum endişenin ötesinde korku vericidir. Kömürden elde edilen enerji çevrenin kirlenmesinde, iklim değişikliğinde birinci sırada rol oynamaktadır. Yeryüzündeki karbondioksit (zehirli gaz) salınımının %41’i kömür kullanımından kaynaklanmaktadır. Yani iklim değişikliğine neden olan en tehlikeli enerji türü kömürden elde edilen enerjidir. Türkiye güneş, rüzgâr ve jeotermal enerji potansiyelinde Avrupa’nın en avantajlı ülkesi olmasına rağmen bu yenilenebilir enerji potansiyelinden ancak %1 oranında yararlanmaktadır. Türkiye 1990 yılından bu yana iklim değişikliğinde birinci sırada olan sera gazı salınımını %95 arttırmıştır ve arttırmaya devam etmektedir. Şimdi sorunu derinleştirebiliriz. yaşam temellerini koruma mücadelesi *2015 yılında fosil yakıtlara yapılan yatırım toplamda 130 milyar dolarda kalırken, yenilenebilir enerjiye yapılan yatırımlar 286 milyar dolar yatırımla fosil yakıtlara yapılan yatırımın iki katını aşmıştır. Yani, sonuçta bunların yenilenebilir enerjiye yönelmesinin biraz da doğal kaynaklarıyla ilgili bir durum olduğu elbette göz ardı edilemez. *Avrupa enerji bağlamında 2020’den sonra kömür ile çalışan enerji santralleri inşa etmeyeceklerini açıklarken, gelecekte kömürü terk etme çabalarına yoğunlaşıp, (Polonya ve Yunanistan haricinde) kararlar almıştır. Elbette bu yönde karar almaları olumludur. Sendikalar izin verirse kendileri kömür üretimini kısmakta, ama daha ucuz kömürü Güney Afrika’dan satın almaktadırlar. Bu da sorunun diğer yanıdır. Türkiye’de: *AKP hükümeti son 10 yıldır kömürle çalışan yeni termik santrallerin yapımına hız vermiştir, Var olanlara yenileri eklenmek istenmektedir. *Çanakkale Kaz Dağları çevresinde yapılması planlanan kömürle çalışan 16 termik santral, bölgenin havasını bozacak, Türkiye’nin “oksijen deposunu” tarumar edecektir. *Kirazlı Dere’de planlanan santral için ihaleyi alan Yıldırım Holding yabancı bankalardan kredi almak için “teknolojimizi yeniledik” demektedir. Kendileri de biliyor ki ne yapılırsa yapılsın kömürlü çalışan termik santralde temiz enerji üretilemez. *Enerji üretiminde yapılan planların merkezinde ucuz olduğu düşünülen kömürle çalışan termik santraller durmaktadır. *Planlarında yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanma olsa da, planlamak ile yapmak aynı şey değildir. Plan yapmak kolaydır, planı uygulamak zordur. Anda rüzgârdan elde edilen enerjinin nakil hatlarında var olan sorunlardan dolayı gerektiği şekilde yararlanılamadığı da ayrı bir gerçektir. *AKP hükümeti kömürle çalışan enerji santrallerine yatırım ve devlet yardımı yapmaya devam etmekte ve 2023 yılında tamamıyla yerli kömür kaynaklarını kullanma hedefinde yürümektedir. *Kömürle çalışan termik santraller cumhuriyetlerinin 100. yılı hedefi olarak gösterilmektedir. *Var olan potansiyellere rağmen Türkiye’de yenilenebilir enerjiler için yapılan planlar, resmi hedefler fosil enerji kullanımının çok çok gerisindedir. *İnsanımızın sağlığına, çevreye, geleceğine ve eko- Termik Santral Nedir? Nasıl çalışır? Termik; ısının üretilmesi, iletilmesi ve kullanılmasını konu alan fizik dalının ismidir. Bu işlemin yapıldığı mekâna termik santral denir. Termik santraller; katı, sıvı ve buhar halindeki yakıtlarda var olan kimyasal enerjiyi ısı enerjisine, ısı enerjisini hareket (kinetik) enerjisine, hareket enerjisini de elektrik enerjisine dönüştüren tesislerdir. Kısaca termik santraller kimyasal enerjinin elektrik enerjisine dönüştüğü tesislerdir. Termik santrallerin içinde en karmaşık yapıya sahip olanları katı yakıtlı buhar santralleridir. Yani kömürle çalışan katı yakıtlı termik santrallerde; kazan, buhar türbini, jeneratör temel elemanlardır. Termik santrallerin büyük debili akarsu yakınında veya deniz kıyısında kurulmasının temel nedeni soğutma ve buharlaşma için ihtiyaç duyulan su miktarının fazla olmasıdır. Kömürlü, nükleer, jeotermal, güneş ve çöp santrallerinin neredeyse tamamı, ayrıca doğalgaz santrallerinin pek çoğu termik santraldir. Doğalgaz çoğunlukla kazanlarda ve gaz türbinlerinde yakılır. Gaz türbininden çıkan ısı, kompleks bir tesiste toplam verimliliği artıracak şekilde buhar oluşturmada kullanılabilir. Kömür, petrol ve doğalgaz santralleri çoğunlukla fosil yakıtlı güç santralleridir. Bizim bu yazımızdaki öncelikli derdimiz, dünyayı kirleten fosil yakıtlı termik santrallerdir. Bunların içinde nükleer santralden sonra çevreyi en fazla kirleten kömürle çalışan termik santrallerdir. 43 yaşam temellerini koruma mücadelesi Maliyet Hesabı 44 Kömürle çalışan bir termik santralde üretilen elektrik enerjisinin maliyeti; yakıt maliyeti, tesisin kurulum masrafları, işçi maliyetleri, bakım, hammadde girişi ve atık maliyetlerinin toplamıdır. Termik santrallerin çevreye verdiği zararın ekonomik ve sosyal etkileri, gelecek nesillerin sağlığı üzerinde bırakacağı olumsuz etkiler ve bunların maliyetleri gibi dolaylı maliyetler genelde bu hesaba dahil edilmez. Termik santrallerde kömür kullanımı, gaz ya da mazota oranla çok daha fazladır. Kömürle çalışan bir termik santraldeki kazan, yaklaşık 15 m genişliğinde ve 40 m yüksekliğinde dikdörtgen bir fırındır. Duvarları yaklaşık 580 mm çapında çelikten, yüksek basınç tüpleriyle ağ gibi sarılıdır. Kömürün madenden çıkarılıp, demiryolu, akarsu ya da deniz yoluyla santrale getirilmesi, boşaltılması, depolanması, santral alanı içinde dolaştırılması ve kazana verilmesi için gerekli tesislerin yapılması da gereklidir. Kömür önce toz haline getirildikten sonra, mazotla 500 dereceye kadar ısıtılmış olan yanma odalarına kuvvetli bir hava akımıyla gönderilir. Buhar kazanında kullanılan besleme suyu, yanan yakıttan elde edilen ısı enerjisini buhar türbinini döndüren mekanik enerjiye dönüştürmede kullanılır. Besleme suyu çevrimi, buhar türbinlerinden geçtikten sonra yoğunlaştırılan suyun yüzey yoğunlaştırıcıdan pompalanması ile başlar. Tam yükle çalışan 500 MW’lık bir tesiste yoğunlaştırılmış suyun akış oranı saniyede yaklaşık 400 litredir. Bu da saatte 1.440.000 litre suya tekabül etmektedir. 100.000 KWh (100 MW) elektrik enerjisi elde etmek için saatte 200 ton kömüre ihtiyaç vardır. Elekt- Kükürtdioksit (SO2) 45,000 ton/yıl Azotoksitler (NOx) 26,000 ton/yıl Karbonmonoksit (CO) Katı partiküller (PM) Hidrokarbonlar Kül 750 ton/yıl 32,500 ton/yıl 250 ton/yıl 5,660 ton/yıl yaşam temellerini koruma mücadelesi rik enerjisi üretiminin sürekli olması için yeterli miktarda kömür hep gereklidir. Saat başı 200 ton yakıtı kazana taşımak ve yanma artığı olan 40 ton kül ve cürufu kazandan tahliye etmek zorunludur. Günümüzde bu durum, güneş enerji sistemiyle karşılaştırıldığında, yapılan işin ne kadar meşakkatli olduğu daha iyi anlaşılır. Türkiye‘de yoğun şekilde kullanılan linyit kömürü, maden kömürüne göre daha hamdır, daha düşük kalorilidir ve eşdeğer ısı enerjisi üretebilmek için çok daha geniş bir fırın gereklidir. Bu kömür %70’e kadar su ve kül ihtiva eder. Modern bir termik santralin verimi %40 dolayındadır. Kömürlü termik santrallerde üretilen enerjinin sadece %30-40’ı elektrik enerjisine dönüştürülebilmektedir. Geri kalan kısmı ise “kaçak enerji” olarak adlandırılmakta ve kazandan radyasyon ile çıkarak ya da baca gazıyla birlikte bacadan atılmaktadır. Yani boşa giden enerji, üretilenden fazladır. Sonuç olarak; kömürle çalışan bir termik santralde elde edilen 1 KWh elektrik enerjisinin maliyeti, gerçek rakamlar ve işletme giderleri dikkate alınarak hesaplandığında, güneş enerjisinden elde edilen elektrik enerjisinin maliyetini katlamaktadır. Tablolarda görülen rakamlar bizleri yanıltmamalıdır. Güneş enerjisine yapılan ilk yatırım ile elektrik elde etmek mümkün olduğu halde, kömürle çalışan bir termik santral için yapılan ilk yatırım ile hemen elektrik elde edilemez. Çünkü kömürü çıkarıp santrale taşımak gerekir, bunun da bir maliyeti vardır. Genellikle göz ardı edilen çevrenin korunmasına ilişkin hassasiyet, maliyet hesapları dışında tutulmakta- dır. Bunun sebebi gerçeklerin gizlenmesidir. Azami kârların gizlenmesi, çevre kirliliğinin üstünün örtülmesi, doğanın talan edilmesi vb. sorunların yanında, insan sağlığına da önem verilmemektedir. Çünkü madende toz yutan işçiler, termik santral yakınlarında oturanlar; azami kârları ceplerine atanlardan ve bu işin kaymağını yiyenlerden değildir. Günümüzde T.C. ’de enerji ile uğraşanlar 1 KWh elektrikten en az 8-12 cent/dolar arasında kâr elde etmektedirler. Dünyada enerji sektörünün başındaki siyasilerin beslenmesinin mantığı anlaşılır bir durumdur. Kömür Bazlı Termik Santralin Canlılara ve Doğaya Zararları Türkiye’nin sahip olduğu en bol fosil yakıt, düşük kaliteli ve yüksek derecede kirlenmeye yol açan linyittir ve bol bulunması nedeniyle ülke enerji üretiminin belkemiğidir. Afşin Elbistan havzası Türkiye’nin en büyük linyit rezervine sahiptir. Ancak kömürün kullanımı çok yüksek miktarda kükürtdioksit (SO2), azotoksitler (NOx), karbonmonoksit (CO), Ozon (O3), hidrokarbonlar, partiküller madde (PM) ve kül oluşumuna neden olmaktadır. Bu atıklar, çevre sağlığına çok ciddi zararlar vermektedir. Eğer herhangi bir filtre kullanılmazsa 100 megavat gücünde kömürle çalışan bir termik santralin kirletici etkileri aşağıdaki tabloda görülmektedir: Şimdi kömürle çalışan termik santralin zararlarına birlikte bir göz atalım. Termik santrallerinin çevresel etkileri şöyle sıralanabilir: Termik santralden çıkan gazlar; hava, su, toprak, tarım ürünleri, canlılar ve ormanlar üzerinde kalıcı tahribat yapar. 1. Hava Kirliliği: havada katı, sıvı ve gaz halinde bulunan yabancı maddelerin insan ve diğer canlıların sağlığına, hayatına ve ekolojik dengeye zarar verecek yoğunlukta atmosferde bulunmasıdır. 2. Su Kirliliği: Termik santrallerde buhar üretme, soğutma ve temizleme işlemleri için önemli miktarda su kullanılmaktadır. Termik santrallerde atık olarak çıkan ısının yaklaşık %15’i baca gazı içinde, %85’i ise su ile dış ortama bırakılmaktadır. Kullanılan su- 45 yaşam temellerini koruma mücadelesi 46 lar daha sonra atık halinde toprağa, yer altı sularına, denize veya akarsulara boşaltılmaktadır. Bu şekilde suyumuz kirlenmek ve bozulmakla kalmaz, sudaki yaşam zinciri de bozulmaktadır. Atık sular ne kadar işlemden geçirilirse geçirilsin çevre kirliliğine yol açmaktadır. Çünkü sonuç olarak bu sular toprağa, yer altı sularına karışmakta ya da bir şekilde denize ulaşmaktadır. 3. Toprak Kirliliği: Türkiye’deki linyitlerde önemli miktarda radyoaktif madde ile zehir etkisi yaratan elementler bulunmaktadır. 4. Canlılara Yaptığı Etkiler: santrallerde atık olarak ortaya çıkan küllerdeki radon gazı, kanser vakalarında artışa neden olmuştur. Kükürt dioksit, azot oksit ve partiküller gibi maddeler içerdikleri ağır metallerle insanların merkezi sinir sistemini etkilemekte, anormal doğumlara sebep olmakta, gelişim ve öğrenme becerilerini olumsuz etkilemektedir. Termik santralin olduğu bölgede oturan bir vatandaşın hayvancılık, arıcılık ve balıkçılık yapması zorlaşmaktadır. 5. Arazi Kullanımı Üzerindeki Etkileri: Santrallerin bacalarından çıkan gazlar asit yağmurları oluşturmakta ve yağan yağmurla toprağın kimyasal yapısı bozulmaktadır. Haliyle tarımsal verim düşmekte, ağaçlar kurumakta, hayvancılıkla ilgili faaliyetler zarar görmektedir. *SO2 ve NOx gazları asit yağmurlarının oluşumundan birinci derecede sorumludurlar. Bacalardan atılan kükürt ve azot oksitler, rüzgârla birlikte ortalama 2-7 gün içerisinde atmosfere ulaşırlar. Bu süre içinde bu kirleticiler atmosferdeki su parçacıkları ve diğer bileşenlerle tepkimeye girerek sülfürik asit ve nitrik asidi oluştururlar. Atmosferde oluşan bu asitler, yağmur ve kar ile yeryüzüne ulaşırlar. Böylece termik santrallerin bacalarından çıkan gazlar ikinci kez ve daha geniş bir bölgeye etki etmiş olurlar. Asit yağmuru denilen bu olgu yalnızca canlılar için değil, taş yapıtlar ve eski sanat eserleri, tarihi miraslar için de önemli bir tehlike arz ederler. *Termik santral küllerinin toplandığı alanda oluşan radon gazı havaya ulaşmaktadır. Küllerin üzeri toprakla örtülse bile oluşan radon gazı, toprağın gözeneklerinden geçerek havaya karışmakta, yaklaşık 4 gün içerisinde polonyuma ve aktif kurşuna dönüşebilmektedir. Bu nedenle kül yığınları çevreye radyoaktif madde yaymaktadır. Bacadan atılan maddelerin içerisinde en önemli olan radyoaktif madde uranyumdur. *Afşin-Elbistan linyitleri üzerinde yapı- yaşam temellerini koruma mücadelesi lan araştırmada uranyum, potasyum, radyum ve toryum gibi seçilmiş radyonükloidlerin belirlenen yoğunluklarının, literatürde yer alan kömürlerin ve dünya kabuğunun ortalama değerinin çok üzerinde olduğu tespit edilmiştir. *Birincil enerji kaynağının depolanması dışında termik santrallerden çıkan büyük miktardaki küllerin imhası da her zaman sorun olmaktadır. Günlük olarak çıkan kül miktarının fazla olması geniş alanların kül depolama alanı olarak kullanılmasını gerektirmektedir. *Linyitle çalışan termik santrallerin aktif hale geçmesiyle ormanlarda kirleticilerin birikimli etkisi söz konusu olmaktadır. Bu etki çam gibi iğne yapraklı ağaçların iğne yapraklarında kükürt birikimi ve ağaçların yıllık büyüme halkalarında da daralma olarak ortaya çıkmaktadır. *Ormanlar hava kirliliği için bazen doktor bazen de hasta durumundadırlar. Olgun iri yapraklı 100 yaşındaki bir kayın ağacı saatte yaklaşık olarak 1.7 kg O2 (oksijen) üretmekte, 2.35 kg CO2 (karbon dioksit) tüketmektedir. Ayrıca aynı kayın ağacı yılda 1 ton tozu süzmekte, baca gazları, bakteri ve virüsleri bağlamaktadır. Bu nedenle orman havası; havadaki parçacıklar, özellikle solunumla akciğere giden tozların sayısı bakımından kent havasına göre %90-99 oranında daha temizdir. Bu durumda termik santrallerin etkileriyle ortaya çıkan orman ölümlerinin insan sağlığını ne derecede olumsuz etkilediğini tahmin etmek pek zor değildir. Ormanların azalması ve toprağın çoraklaşması sonucu oluşan erozyon büyük miktarlarda toprak kaybına neden olur. *Asit yağmurları, yaprakların hücrelerine girerek yaprağın su dengesini sağlayan sitoplazmanın asitleşmesine neden olurlar. Bunun sonucunda sıvı kaybeden yaprak, kısa sürede ölür. Bu şekilde ağacın hastalıklara dayanıklılığı azaldığından zararlı böceklerin istilasına uğrar ve ölümü hızlanır. Ayrıca giderek zayıflayan ve yaprak kaybeden ağacın tepe çatıları seyrekleşerek rüzgâr perdesi görevini yapamaz ve ağaç rüzgârdan devrilebilir. Asit yağmurunun toprağa düşmesi sonucu topraktaki asit oranı artar ve bu kuvvetli asidik çözeltiler topraktaki Ca++, Mg+, K+ gibi minerallerin kaybına neden olur. Bu mineraller ağaçların büyümesi ve kendilerini yenilemeleri için yaşamsal öneme sahiptirler. Toprakta PH %5’in altına düşerse toprak sıvısı içinde alüminyum ve ağır metallerin yoğunlaşması artar. Kurak mevsimlerde top- 47 yaşam temellerini koruma mücadelesi raktaki nemin azalması sonucu bu maddeler iyice yoğunlaşır ve bitki kökleri için öldürücü etki gösterirler. Ayrıca kloroplastlarda biriken SO2, yaprağın fotosentez yapmasını engeller ve bu yolla da ağaca zarar verir. Tüm bunların sonucunda ağaçların yeşil sürgünleri gelişmeyip kurumakta, yaprakları dökülmekte, çiçek ve meyve vermemektedir. *Bacadan atılan gazların etkisiyle evcil hayvanların verimi azalır, kara ve sulardaki yaban hayvanlarının sayısında azalma olur. *Kül yığınları çevreye radyoaktivite yayar. Linyitte bulunan ve yanma ile açığa çıkarak etrafa yayılan uranyumdur. Küllerdeki uranyum da ayrı bir sorun yaratmaktadır. Sözde Alınan Bazı Önlemler 48 Kömürle çalışan termik santrallerde filtreleme sistemleri, kükürtdioksit (SO2 ) gazının sadece % 95’ini tutabilmektedir. Çevreye zarar veren diğer etkenler bu filtreleme sisteminden etkilenmezler. Bacadan yayılan diğer maddeler, uçucu küllerdir. Bu küller ve filtrelerde biriken tozların oluşturduğu yığınlar, termik santrallerin yarattığı en önemli sorunlardır. Filtreleme sistemlerinin denetimi ise başlı başına sorundur. Türkiye’de denetimin rüşvet ve iltimas ile iç içe olduğu da bilinen bir gerçektir. Sonuçta tam kapasite çalışsa da tüm filtreleme yöntemleri sadece SO2 ve PM’nin yarattığı kirliliği önlemeye yöneliktir ve kömürle çalışan termik santrallerin diğer atıklarını (NOx, CO, O3 gibi) filtrelemezler. Örneğin; Yatağan Termik Santrali 3 x 210 MW gücünde olup, birinci birimi 1982, ikinci birimi 1983 ve üçüncü birimi 1984 yılında çalıştırılmaya başlanmıştır. Bacaların yüksekliği 120’şer metredir. Kullanılan kömürün içinde ortalama %4 oranında toplam kükürt vardır. Yanabilen kükürt oranı ise %2.7’dir. Üç birimin toplam kömür tüketimi 6.5 milyon ton/yıl olup, günlük tüketim yaklaşık 18.000 tondur. İşletilmeye başlanmasından 2001 yılına kadar 16 yıl geçmesine rağmen desülfürizasyon ünitesi, ancak devreye girebilmiştir. Diğer bir deyişle, santral 16 yıl yaklaşık 270.000 ton SO2 (kükürt dioksit) yaymış ve 2001’den bugüne bir 16 yıl daha yaymaya devam etmiştir. Yatağan Termik Santralinin yarattığı tahribat, güneydeki Bencik dağı-Sepetçi dağı yamaçlarında 40.000 hektarlık alanda ormanların zarar görmesine ve 4.186 hektarlık alan ormanın kurumasına neden olmuştur. Bencik dağı- Sepetçi dağı arazisinde henüz kurumamış olan kızılçam ormanlarında ise önemli bir artım düşüklüğü belirlenmiştir. Bu ormanlarda- ki kızılçamların yapraklarında kükürt oranı 1.600 – 3.800 ppm arasında olup, yıllık halkaları çok daralmıştır. Bu şekilde etkilenmiş olan kızılçam ağaçlarının kerestelik odun kalitesinde de önemli ve olumsuz değişiklikler söz konusudur. Sonuç olarak: Maalesef kömüre dayalı termik santral yapan ve yapacak olan şirketler ve onlara bu konuda destek veren devlet, insanlara doğru bilgileri vermemektedir. Termik santrale karşı çıkanlar devlet/hükümet yanlısı medyada suç işliyormuş gibi yansıtılmaktadır. Termik santraller sadece bugünü değil, geleceği de kirletmektedir. Bu yüzden çocuklarımız için, geleceğimiz için başka alternatiflere yönelmek zorunludur. Yenilenebilir enerji kaynakları en doğru alternatiftir. Alternatifin bol olduğu bir ülkede fosil yakıtlara yatırım yapanlar ve yaptıranlar deyim yerinde ise “vatan hainliği” yapmaktadırlar. Doğmamış nesillerin haklarına tecavüz edilmektedir. Karar merciinde oturanların bir an önce gelecek planlarını yenilenebilir enerji kaynaklarına yoğunlaştırmalarını beklemek faydasızdır. Çünkü azami kâr hırsı temel dürtüsüyle iş gören kapitalist barbarlıktan kurtulmadan nihai sonuca ulaşılamaz. Bu perspektif bugünkü görevlerin göz ardı edilmesi anlamına gelmez. Her birey çevrenin korunmasına ve çevre ile uyumlu yaşamaya özen göstermelidir. Çevreyi ve doğayı koruma bilinci, gelecek nesillere bırakacağımız en önemli miraslardan biridir. Unutma, doğanın bize ihtiyacı yok! Bizim doğaya ihtiyacımız var! Onu korumak/kollamak kendi yaşam alanlarımızı korumak/kollamak demektir. Yaşanabilir bir çevreye en çok ihtiyacı olan sınıf işçi sınıfıdır! Çevre sorunu öncelikle işçi sınıfının sınıf mücadelesinin bir sorunu, ayrılmaz ve en önemli parçalarından biri olarak kavranmak zorundadır. Haziran 2017 Yararlanılan Kaynaklar: Türkiye Çevre Sorunları Vakfı http://www.ttb.org.tr/eweb/yatagan/2.html 20 Eylül 2014 / Express Haber /Özlem Çimen (Wikipedia) Şengül ARSLAN (BÜYÜKGÜL) http://www.ttb.org.tr/eweb/yatagan/2.html www.aktifbir.com/forum/f94/termik-santral-nedir) h t t p s : // w w w . m m o . o r g . t r / s i t e s / d e f a u l t / files/14c4511b3c98f14_ek.pdf güncel HDK’DEN ÖRGÜTLENME ÇALIŞTAYI Biz bugün faşizme karşı demokrasi için mücadele edecek potansiyeli harekete geçirebilmek için atılacak ilk adımın “meclisler kurmak” vs. değil, önce örgütlü kesimin mücadelesini asgari müştereklerde birleştirmek için çalışmak olduğunu düşünüyoruz. Bugün demokrasi için mücadele eden güçler kimi yasal, kimi illegal değişik siyasi partilerde, sendikalarda ve çoğu aslında bir siyasi örgütün kendi dar çevresini kapsayan “demokratik kitle örgütlerinde” örgütlüdür. HDK tarafından, “Yeni yaşam için HDK’yi örgütle, HDK’de örgütlen!” şiarıyla İstanbul Taksim Hill Otel’de 10, 11 Haziran’da Örgütlenme Çalıştayı gerçekleştirildi. Çalıştaya, çeşitli illerden delegeler, Genel Meclis üyeleri, Yürütme Kurulu üyeleri, bireyler ve HDK bileşenlerinin bir bölümünün temsilcileri katıldı. Çalıştayda HDK kuruluş ilkeleri, örgütlenme sorunları, yerelleşme, örgütlenme kapsamında neler yapılması gerektiği vb. üzerine tartışmalar yürütüldü. Çalıştay öncesinde, HDK ile ilgili görüş ve önerilerimizi yazılı olarak Yürütme Kurulu’na, bileşenlere ilettik. Çalıştayda da ilettiğimiz yazıda yer alan görüş ve öneriler doğrultusunda tartışmalara katılarak görüşlerimizi ifade etmiş ettik. Söz konusu yazıyı yayınlıyoruz. 13.06.2017 HDK’NİN ÖRGÜTSEL SORUNLARI ÜZERİNE GÖRÜŞLERİMİZ HDK’nin (Halkların Demokratik Kongresi) yaşadığı örgütsel sorunlar bağlamında görüş ve önerilerimiz: HDK’nin “Altı yıl önce temel belgelerde belirlenmiş kuruluş amaçları ve ilkeleri yeniden mesai konusu yapılmak” zorundadır. 6 yıllık mücadele pratiği aslında tam da bunu dayatmaktadır. HDK’nin programatik görevlerini, öncelikle meclislerin inşasını gerçekleştirememiş olması ve bu konuda başarısız olmasının temel nedeni, ne bileşenlerin çalışmalarına kendilerini yeterince vermemeleri, ne de HDK fikriyatının içselleştirilememesidir. Temel neden, başka yerde aranmak zorundadır. HDK Nedir? HDK var olan devleti yıkmaksızın, alttan kurulacak meclisler aracılığıyla kendi demokrasisini yaşayabileceği, yaşatabileceği iddiasına sahiptir. HDK, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de meclisler yoluyla alttan komünler/konseyler örgütleyerek alttan kendi devlet iktidarını adım adım kurma programına sahiptir. Bunun koşulları bugün var mıdır? Hiçbir burjuva devlet kendi içinde ikinci bir devlet yapılanmasına izin vermez. Bu yönde bir gelişme olduğu zaman bu gelişmeyi engellemek için yoğun faşist tedbirler alır, gerekiyorsa iç savaşla ezmeye çalışır. T.C devleti Kuzey Kürdistan’da tam da bunu yapmıştır/ yapmaktadır. 49 güncel 50 HDK kendisini, devletin varlığı şartlarında alttan örgütlenme ile “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü alternatif toplumsal örgütlenme modeli olarak kendini kurabilir ve ‘yeni yaşam’ın yolu açılabilir” olarak görmektedir. Bu burjuva devletin varlığı şartlarında gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik bir projedir. Kapitalizmde var olan bir burjuva devlet, devrimle yıkmaksızın, alttan örgütlenmeyle ona paralel bir devlet oluşturup devlete rağmen kendi demokrasisini alttan örgütlenme ile kurmak ve yaşamak mümkün değildir. Hiçbir ülkede de bunun örneği yoktur. Özyönetim/özerklik vb. adı altında da olsa istenen ikinci bir iktidardır. Bunun adı ona devlet denilmese de devlettir. Bu stratejisinin başarılı olması için verili devletin devlet olmaktan çıkması, milyonlarca işçinin, emekçinin değişiklik için harekete geçmesi, alanda devlet iktidarı boşluğunun doğması gerekir, Suriye’de Batı Kürdistan/Rojava’da olduğu gibi. Verili devletin işleyen bir devlet olması halinde, T.C. şu anda bütün zorluklara rağmen işleyen bir devlettir. Devlet iktidarını koruyabilecek güce sahiptir. Bu stratejinin uygulanması halinde getireceği sonuç, örgütlü öncü güçlerin devlet ile savaşıdır. Burada eğer devlet işleyen bir devletse, başarı şansı yoktur. Bu nedenle HDK kapitalizmde gerçekleşmesi mümkün olmayanı hedefleme yerine, gerçekleşmesi mümkün olanı hedefleyen radikal reform örgütü olmalıdır. HDK Ne Olmalı? HDK, verili yasal çerçeve içinde demokrasinin sınırlarını geliştirme, T.C. de faşizmi geriletme, onu burjuva demokratik bir cumhuriyete dönüştürme asgari müşterek hedefinde güçlerini birleştirme ihtiyacı duyan demokratik/liberal/devrimci/sosyalist/ komünist örgütlerin yan yana geldiği bir eylem birliği örgütü olmalıdır. Bu durumda parlamenter mücadele HDK’nin temel çalışma alanlarından biri olacaktır. O zaman HDK’nin çalışmalarını seçimlerin olduğu dönemlerde burjuva demokrasisini savunan HDP’nin desteklenmesine yoğunlaştırması gayet anlaşılır bir şey olur. Yasal bir parti ve cephe örgütü en iyi halde radikal bir reform örgütü olabilir. Ondan daha fazlası beklenemez. Devrim taleplerini gerçekleştirme ve devrimci bir mücadeleyi HDK’den beklemek yanlıştır. Bu beklenti onların -sonuçta devrimci mücadelenin şartlarını da iyileştirecek reform mücadelesi konusunda- yapabileceklerinin en fazlasını yapamamalarının da engeli olur. HDK toplumsal baskı altında olan kesimlerin, dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBTİ bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin, aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanlarının, bu baskılara karşı mücadelesi, var olan devlet yapısı sorgulanmadan, sömürücü devlet yıkılmaksızın, verilebilecek demokrasi mücadelesinin, reform mücadelesinin örgütü olmalıdır. Her türden sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesi, var olan sömürü devletini yıkmak için devrim mücadelesi HDK’nin görevi değildir, olmamalıdır. Devrimi yapacak güç, işçi sınıfı içinde örgütlenmiş, işçi sınıfını kazanmış, sınıf partisi önderliğinde işçilerin, emekçilerin sınıf hareketidir. HDK’nin örgütlenme modeli, bugünün T.C. sınırları içinde, T.C. devlet olarak varlığını sürdürdüğü sürece, gerçek hayatta karşılığı olmayan bir örgütlenme modelidir. En iyi halde sübjektif bir istek olarak kalmaktadır. İradi olarak gerçekleştirmeye çalışıldığında, şu veya bu alanda eğer HDK içinde yer alan güçlerin belirli bir tabanları varsa, o örgütlü güçlerin kendi tabanları ile kuracakları ve bu örgütlü güçlerin –birçok halde temsilcilerinin- halk adına kararlar alıp, birçok halde halksız ve halka rağmen uygulamaya çalışacakları ve bunu da ancak devlet göz yumduğu ölçüde yapabilecekleri bir durum ortaya çıkacaktır. Devletin göz yummadığı hallerde ise öncü devletle gücü ölçüsünde savaşır! Olan da budur zaten. Faşizme Karşı Mücadele Temel Alınmalı Biz bugün faşizme karşı demokrasi için mücadele edecek potansiyeli harekete geçirebilmek için atılacak ilk adımın “meclisler kurmak” vs. değil, önce örgütlü kesimin mücadelesini asgari müştereklerde birleştirmek için çalışmak olduğunu düşünüyoruz. Bugün demokrasi için mücadele eden güçler kimi yasal, kimi illegal değişik siyasi partilerde, sendikalarda ve çoğu aslında bir siyasi örgütün kendi dar çevresini kapsayan “demokratik kitle örgütlerinde” örgütlüdür. Yapılacak ilk iş en geniş anlamıyla demokratik sol siyasi örgütlerin, çok somut talepler temelinde, en geniş eylem birliğini sağlaması, ortak siyasi kampanyalar yürütmesidir. Bunun bir tek şartı vardır: Eylemde birlik/Ajitasyon propaganda da serbestlik; sol grup- Biz bugün faşizme karşı demokrasi için mücadele edecek potansiyeli harekete geçirebilmek için atılacak ilk adımın “meclisler kurmak” vs. değil, önce örgütlü kesimin mücadelesini asgari müştereklerde birleştirmek için çalışmak olduğunu düşünüyoruz ların kendi aralarındaki ilişkide şiddetin ilke olarak reddi. Faşizme karşı mücadele, savaşa karşı barış mücadelesi günümüzün en yakıcı sorunlarıdır. Bu sorunlara karşı mücadeleyi ören bir mücadeleyi HDK hedeflemelidir. Meclislerin inşası hedefi bir kenara konulmalıdır. Savaşa karşı “Barış Hemen şimdi/Silahlar sussun/ Siyaset konuşsun”, faşizme karşı yeni demokratik anayasa, ohal’in kaldırılması vb. somut talepleri ile siyasi kampanyalar yürütülebilir. Buna paralel olarak her alanda çalışan birden fazla kitle örgütünün, kendi içinde en geniş demokrasiyi yaşayan çatı örgütlerinde birleştirilmesi gereklidir. Bu bağlamda: *Her iş kolundaki tüm sendikal örgütlerin demokratik bir sendika çatısı altında toplanması, *Bütün feminist örgütlerin, bütün kadın örgütlerinin bir demokratik kadın örgütünde birleştirilmesi, *Bütün LGBTİ örgütlerinin bir çatı altında birleştirilmesi, *Bütün meslek örgütlerinin, o meslek için tek çatı örgütünde birleştirilmesi, *Bütün çevre hareketi örgütlerinin bir çatı altında birleştirilmesi, *Ulusal baskıların hedefi olan bütün milliyetlerin, ulusal kimlikli kitle örgütlerinin bir çatı altında birleştirilmesi, *Bütün demokratik gençlik örgütlerinin bir demokratik gençlik kitle örgütü içinde birleştirilmesi için çalışılır. Eğer ilk adım gerçekleştirilirse, yani en geniş anlamıyla demokratik sol örgütlerin eylem birliği sağlanabilirse, bu ikinci adım kolaylaşır. Biz bütün bu çalışmalar açısından en geniş anlamıyla demokratik ‘sol’un tümünü kendi çatısı altında toplayacak bir çatı partisinin belirleyici önemde güncel Bir yandan devlet var ve bütün kurumları ile işler halde olacak, diğer yandan “karar ve yürütme organı olan” halk meclisleri olacak. Bunlar “kendi yerelleri ve alanlarıyla ilgili her türlü kararı alabilir ve uygulayabilir” olacaklar. Eğer verili devlet iktidarı, bunların “kendi yerelleri ile ilgili” aldıkları kararları uygulamaya kalktıklarında, “olmaz” derse ne olacak? Ya da fabrikaların patronların özel mülkü olduğu bir sistemde “üretim birim meclisleri fabrikalarda, kendi birimleriyle ilgili her türlü politikayı” nasıl “üretebilip, uygulayabilir” olacak? Daha işçilerin büyük çoğunluğunun en basit ekonomik hakları için bile yeterli mücadele etmediği bir ortamda bu nasıl olacak? Hatta daha ileri gidelim. Diyelim ki, bütün temel üretim araçları toplumsallaştırıldı. Sosyalist bir iktidar ve düzen kuruldu. O zaman her üretim birimi, toplumun genel çıkarlarından bağımsız olan, kendi planını mı yapacak? Programda öngörülen küçük birimlerin kendi kendini yönetmesi planı tam bir ütopyadır. Bizim HDK bileşeni olarak çalıştığımız kısa dönem içinde gördüğümüz gerçeklik, “meclisler” in anda HDK bileşeni örgütlerin -birçok halde küçük bir bölümünün temsilcilerinin- yan yana gelip tartıştıkları, birçok halde karar bile alamadıkları, alınan kararların da bütün için bağlayıcı olmadığı, bileşenlerin gücü ile de yerellerde meclislerin kurulamadığıdır. Bugünkü şartlarda bu bile küçümsenmeyecek bir şeydir, ama gerçekliğin bu olduğunu teslim etmeli, olmayanı var gibi görüp göstermemeli, isteğimizi gerçeğin yerine koymamalıyız. 51 güncel Çatı partisinden anladığımız, bütün “sol” un –kurumsal olarak alındığında- CHP’nin solunda olan bütün kesimlerin, kendi siyasi yapılarını koruyarak, asgari müşterek olan burjuva demokrasisi -proletarya önderliğinde olmayan bir “halk demokrasisi” de burjuva demokrasisidir sonuçta; proletarya önderliğindeki bir halk demokrasisi ise, artık burjuva demokrasisi değil, ama henüz proleter demokrasi de olmayan üçüncü tip bir diktatörlüktür- için mücadele programı temelinde birlikte çalıştıkları bir yapıdır. olduğunu, HDP’nin bu yönde geliştirilmesi için potansiyelin olduğunu ve bugün enerjinin bunun için harcanmasının daha verimli olacağını düşünüyoruz. 52 Çatı Partisi Yararlı ve Gereklidir “Sol” içinde, legal, parlamenter mücadele alanında, faşizmin geriletilmesi ve burjuva demokrasisi için mücadele eden reformcu, radikal demokrat bir çatı partisi mutlaka yararlı ve gereklidir. Bunun ön şartı böyle bir çatı partisinin -çatı partisi aslında yasal alanda parlamenter mücadele yürütmek için bir cephe örgütüdür- kendi içinde demokrasiyi yaşamasıdır. Böyle bir parti içinde şu an var olan siyasi yapılanmalar, kendi siyasi yapılanmalarını dağıtmadan yer alabilmeli, kendi görüşlerini hiçbir engelleme olmaksızın savunma hakkına sahip olmalıdır. Çatı partisinden anladığımız, bütün “sol” un –kurumsal olarak alındığında- CHP’nin solunda olan bütün kesimlerin, kendi siyasi yapılarını koruyarak, asgari müşterek olan burjuva demokrasisi -proletarya önderliğinde olmayan bir “halk demokrasisi” de burjuva demokrasisidir sonuçta; proletarya önderliğindeki bir halk demokrasisi ise, artık burjuva demokrasisi değil, ama henüz proleter demokrasi de olmayan üçüncü tip bir diktatörlüktür- için mücadele programı temelinde birlikte çalıştıkları bir yapıdır. HDP’nin böyle bir çatı partisine doğru geliştirilmesi imkanı ve potansiyeli vardır. Bunun için: a) Bu parti kendi içinde en geniş demokrasiyi yaşamalı, yaşatmalıdır. Hiçbir grup siyasi görüşleri nedeniyle dışlanmalıdır. b) HDP’nin yasal çerçevede kurulmuş ve faaliyet gösteren bir parti olduğu unutulmamalı, ondan legal bir parlamenter mücadele partisinden beklenmesi doğru olmayan şeyler talep edilmemelidir. c) HDP ulusal kimlik açısından çok uluslu bir ülkenin tüm ulus ve milliyetlerini içinde barındıran partisi Kuzey Kürdistan/Türkiye partisi olmalıdır. Bu, milli baskıya kararlı bir şekilde karşı çıkmayı, ezilen ulusların tüm ulusal haklarını, -ayrılma hakkı da dâhil- savunulmasını dıştalamaz. d) HDP onun içinde yer alan siyasi örgütlerin hiçbirinin legal siyasi örgütü olmamalı, bu anlamda kendi programına sahip bağımsız bir siyasi özne olmalıdır. Böyle ele alındığında ve bu yönde geliştiğinde, aslında HDK gibi bir örgütlenmeye, bunlar arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı konusunda kafa yormaya da gerek kalmaz. HDP faşizmi geriletmek, T.C. de demokrasiyi -burjuva demokrasisini- egemen kılmak için parlamenter mücadele yürüten, yasal çerçeve içinde hareket eden bir reform partisi olmalıdır. Eğer bütün solu içinde barındıran bir çatı partisi olursa, elimizde faşizmin geriletilmesi ve tasfiyesi için iyi bir araç olur. Burjuva demokrasisi, faşizm gibi burjuvazinin iktidarıdır. Fakat burjuva demokrasisi şartlarında işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenme ve mücadele şartları çok daha elverişli hale gelir. Kuşkusuz teorik olarak faşizmi işçi sınıfının önderliğinde antifaşist demokratik bir devrimle de yıkmak ve burjuvazinin iktidarı yerine, içinde burjuvazinin bir bölümünün de yer aldığı işçi sınıfı önderliğinde antifaşist cephe hükümeti iktidarı, -buna halk iktidarı da denebilir- kurmak mümkündür. Fakat bunun ön şartı, işçi sınıfının öncü örgütü komünist partisinin güçlü olması, işçi sınıfının sınıf hareketinin güçlü olması ve komünist parti ile sınıf hareketinin çok güçlü bağlara sahip olmasıdır. Bu şartlar ise bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye’sinde ne yazık ki yoktur. Bu yüzden burjuva faşizmin andaki alternatifi olarak burjuva demokrasisinden söz etmekteyiz. Kısaca HDK’nin örgütsel sorunlarının çözümü bağlamında görüş ve önerilerimiz bunlardır. Hepimize kolay gelsin! Yeni Dünya İçin Çağrı 22.05.2017 2 4 Nisan 2017 tarihi, Ermenilere yönelik soykırımın başlangıcının 102. yıldönümüydü ve son yıllarda olduğu gibi bu yıldönümünde de soykırımın tarihsel bir gerçeklik olduğunu hatırlatan etkinlikler gerçekleştirildi, soykırımın kurbanları anıldı. Soykırımın tarihsel bir gerçeklik olduğunu kabul edenler, Osmanlı devletinin devamı olan T.C. devletinin yönetiminden soykırımla yüzleşilmesini, Ermenilerden özür dilenmesini ve Ermeni milletine verilen zararın tazmin edilmesini talep ettiler. Kimi demokratik kurum ve kuruluşlar ve kimi devrimci ve kendisine komünist diyen dergi ve örgütler de soykırımla ilgili açıklamalar yaptılar, yazılı tavır takındılar. 102 sene sonra da devlet tarafından hala soykırım gerçekliğinin inkar edildiği bir ortamda, soykırımı hatırlatma ve soykırım kurbanlarını anmanın 2010 dönemi sonrasından itibaren giderek gelenek haline gelmesi ve daha çok kesimin soykırımın yıldönümünde tavır takınması, kuşkusuz ki olumlu bir gelişmedir. Bu gelişme aynı zamanda başta Türk milletinden olmak üzere değişik millet ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin soykırımın tarihsel bir gerçeklik olduğu konusunda bilinçlenmesine de hizmet etmektedir. Soykırım gerçekliğinin daha fazla bilince çıkması ve buna bağlı olarak daha fazla insanın soykırım sonucunda gündeme gelen sorunlara, Ermenilerin, en başta soykırımın devlet tarafından resmen kabul edilmesi, Ermenilerden özür dilenmesi, Ermenilere verilen zararların tazmin edilmesi gibi taleplerine sahip çıkmasına yol açtıkça da, devletin resmi siyase- tinden değişiklikleri beraberinde getirmektedir. Söz konusu bu değişiklik ama bugüne kadar devletin temel yaklaşımından, yani soykırım gerçekliğini inkar siyasetinden özde bir değişikliği getirmemiştir. T.C. hala inkar siyasetini sürdürmektedir. Bu olgu, soykırımın 102. yıldönümünde Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye Ermenileri Patrik Genel Vekili Sayın Aram Ateşyan”a gönderdiği taziye mesajında da devam etmektedir. Bilindiği gibi soykırımın 99. yıldönümünde, o dönem Başbakan olan R. Tayyip Erdoğan, T.C. tarihinde ilk kez Ermenilere “1915 olaylarına ilişkin mesaj” yollamıştı. Söz konusu taziye mesajı dokuz dilde yayınlanmıştı. Bu mesaj hakkında dergimizin 169. sayısında tavır takınmış ve bunun T.C. tarihinde bir ilk ve yenilik olduğunu tespit etmiş; “99 sene boyunca yok öyle bir şey ya da Ermeniler Türkleri katletti vb. tavırlarla karşılaştırıldığında bu söylemler -aldatıcı da olsa- karşılıklı diyalog yolunun açılmasına hizmet edebilecek olumlu bir hava yaratıyor!” (sayfa 14) tespitini yapmıştık. Buna rağmen ama bu mesajın perde arkasında soykırımın 100. yıldönümüne hazırlık yapmanın, “gardını” alma yaklaşımının yattığını verileriyle ortaya koymuştuk. 2014 yılından sonraki dönemde de R. Tayyip Erdoğan, bu sefer Cumhurbaşkanı olarak her yıldönümünde Aram Ateşyan’a taziye mesajı yolladı, Ateşyan şahsında Ermenilere taziyelerini iletti. Soykırımın 102. yıldönümünde Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın yaptığı basın toplantısıyla güncel SOYKIRIMIN 102. YILDÖNÜMÜNDEN... 53 güncel 54 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın taziyesini kamuoyuna duyurdu. Kalın mesajı okuduktan sonra şunu söyledi: “Tarih istismarcılarına fırsat vermeden Ermenilerle iyi diyalog içerisinde ortak acı duygusunu ortak yas ile gidermeyi hedefleyen çalışmalar içindeyiz.” (internetten) Söz konusu “ortak acı” ve “ortak yas” konusuna değinmeden şunu tespit etmek gerekiyor: 2014 yılından beri yayınlanan taziyeler, T.C. devletinin soykırımı inkar siyasetinden vazgeçmeden yürüttüğü siyasette yeni bir yol seçtiğini göstermektedir. Bu yaklaşım sadece soykırımın 99. ya da 100. yıldönümünde takınılması gereken bir tavır olarak ele alınmamıştır. Sonuçta, “yok öyle bir şey, hepsi yalan”, “Ermeniler Türkleri katletti”, “karşılıklı trajediler yaşanmıştır”, “tarihi tarihçilere bırakalım” vb. tavırlardan, “ortak acı”, “ortak yas” tavırlarına gelinmiştir. Temel yaklaşım değişmediğinden, inkar siyaseti aynen sürdürüldüğünden, gerekli gördükleri yerde hepsini bir arada savunmaktadırlar. 2017 mesajının içeriğine bakmadan şunu da bilince çıkarmak gerekiyor: 2014 yılındaki mesajda tehcir resmen kabul edilmekteydi ve tehcirin “gayr-ı insani sonuçlar” doğurduğu teslim edilmekteydi. 2015’ten itibaren sunulan taziyelerde tehcir ve sonuçları söz konusu edilmemiştir. Yine 2014’de yapılan “Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur” tespiti de, sadece kağıt üzerinde yapılan bir tespit olarak kalmıştır. Bu olgu da resmi yaklaşımın doğasına uygundur tabii ki. İnkar siyaseti terkedilmediği sürece ne insani ne de ilmi bir sorumluluk beklenmelidir. Burjuvazinin temsilcileri tarafından yapılan böylesi tespitler, esas olarak kitleleri aldatmanın birer aracıdır. Somut olarak soykırım bağlamında kitleleri aldatmanın araçlarından biri de “ortak acı, ortak yas” tespitidir. Katilleri kahraman ilan edenlerin, onları ödüllendirenlerin, katledilenlerin yasını tutmaları mümkün değildir. Ya katiller lanetlenir, o zaman katledilenlerin yasına ortak olunabilir, ya da katillerin katilliği bile inkar edilir -yapılan budur- o zaman da “ortak acı, ortak yas” söz konusu olamaz! Cumhurbaşkanı’nın mesajı Mesajın niyet veya amaç ilanı dışındaki hemen her satırı tarihi gerçeklikleri, olguları çarpıtan bir içeriğe sahiptir. Sırasıyla kimi tespitler şöyledir: “Birinci Dünya Savaşı’nın zor şartlarında hayatını kaybeden Osmanlı Ermenilerini bu yıl da saygıyla anı- yor, torunlarına taziyelerimi sunuyorum.” Mesaj, selamlama sonrasında bu tespitle başlıyor. Neymiş durum? Savaşın zor şartlarında “Osmanlı Ermenileri” hayatlarını kaybetmişler... Ve taziye de bu “hayatını kaybeden” Ermenilerin torunlarına sunuluyor! Neresinden bakılırsa bakılsın bu tespit tarihi gerçekliği çarpıtan bir tespittir. Yapılan, Ermenilerin, dönemin devlet iktidarı tarafından bilinçli, planlı ve barbarca katledildikleri gerçeğinin inkar edilmesidir, gerçeğin üstünün örtülmeye çalışılmasıdır. Hayır! Bin kere hayır! Birinci Dünya Savaşı’nın zor şartlarında Ermeniler hayatlarını kaybetmediler! Onların hayatları ellerinden alındı! Sürgün edildiler, katledildiler, malları mülkleri gasp edildi! Osmanlı Devleti’nin İttihat ve Terakki yönetimi, Birinci Dünya Savaşı şartlarını, Ermenilere yönelik yok etme siyasetini uygulamak için kullandı. Bilinçli, sistemli imha siyasetiyle katledilenlerin, savaşta, savaşılırken öldürülenlerle aynı kefeye konması ve hepsinin acısı birdir denmesinin kendisi bile soykırımın inkarı, soykırım kurbanlarına ve anılarına saldırıdır. “Bölgenin iki kadim toplumu olarak Türkler ve Ermeniler bin yıldır omuz omuza yaşadıkları bu coğrafyada, ortak bir tarihi ve kültürü paylaşmıştır.” Burada öncelikle “ortak tarih ve kültür” Osmanlı öncesine kadar uzatılmaktadır. Bu sözde ortaklık esas hedef için, yani “biz biriz” deyip “ortak acı, ortak yas” yaklaşımını yerleştirmek ve böylece hiç de ortak olmayan acı ve yasın üzerini örtmek için dillendirilmektedir. Olgu nedir? Batı Ermenistan, 17 Mayıs 1639 tarihinde yapılan Osmanlı-Safevi (Pers) imparatorlukları arasındaki Kasr-ı Şirin Anlaşması ile Osmanlı devleti tarafından ilhak edilmiştir. Aynı devletin sınırları içinde yaşamanın beraberinde getirdiği karşılıklı etkilenmenin sonucunda kimi benzerlikler -yemek, oyun, müzik vb.- olsa da “ortak bir kültür” paylaşılmamıştır. Ezilen bir millet olarak Ermenilerin kendi kültürleri, Türklerin kendi kültürleri olmuştur. Yan yana yaşamışlardır, ama omuz omuza değil! En basitinde ele alındığında Ermenilerin dini farklıydı, farklıdır. Zaten aradaki farklılıklar olmasaydı, Ermeniler Turancı, Türkçü ideolojinin tek tipleştirme siyasetlerinin kurbanı olmazlardı. Ortak tarih ise, sadece ve sadece takvimsel olarak ele alındığında, yani 1639-1915 yılları döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinde ve sınırları içinde yaşanmış olunması bağlamında söz konusu olabilir. Bunun ötesinde ille de ortak bir tarihten bah- tirmenin startını verdiği tarihtir. Batı Ermenistan’ın ilhak edildiği, Ermenilerin ezilen millet olduğu gerçeğini bir kenara bıraksak bile, Ermeniler genelde “dün” hiçbir zaman eşit ve hür vatandaş olmamış ve egemenler tarafından da eşit ve hür vatandaş olarak kabul edilmemiştir. Egemenlerin Ermenilerden “olumlu” olarak bahsettiği esas nokta “millet-i sadıka” noktasıdır. Yani tabi bir millet! Peki “bugün” durum nedir? Soykırım sonrasında nüfusu 280.000 kadar olduğu tahmin edilen Ermenilerin sayısı niye çoğalmadı da, 40-70 binlere düşmüştür? Eşit ve hür olduklarından mı? Yoksa T.C.’nin kuruluşunun temeli olan Lozan Anlaşması’nda “gayri müslim azınlıklar”a verilen hakların bile ayaklar altına alınmasından, onlara sürekli ve sistemli bir baskı ve zulüm uygulanmasından dolayı mı? Ermeni okullarına Türk müdür atamak, Patriklerinin seçimini devletin iznine tabi kılmak, vakıf mülklerine el koymak; ya da Tapu ve Kadastro kayıtlarında Ermenilere ait araziler ortaya çıkar diye, söz konusu kayıtları Genelkurmay emriyle dijitalleştirmeyerek gizli tutmak vb. yaptırımların sistemli ve sürekli yaşatıldığı bir devlet çatısı altında nasıl eşit ve hür vatandaş olunabilir? “Yüzyıllarca sevinç ve tasada ortak iki halkın, geçmişin yaralarını sarması ve insani bağlarını daha da kuvvetlendirmesi hepimizin ortak amacıdır.” Evet burada bir amaç ilan ediliyor. İlan edilmesine ediliyor da iki halkın “ortak amacı” tek yanlı kararlaştırılıyor. Ermenilere taziye sunulurken bile, Ermeniler adına, onların düşünceleri tespit ediliyor. Esas mesele ise “yüzyıllarca sevinç ve tasada ortak iki halk” meselesidir. Bu, esasta “ortak kültür” ve “ortak tarih” meselesi gibidir. Ermeniler ve Türkler yüzyıllarca ne sevinçte ne de tasada ortak olmuşlardır. 19. ve 20. yüzyılı ele aldığımızda sevinç ve tasada ortak olunmadığı açıktır. En basitinden, son yüzyılın -soykırımdan sonraki 100 yıl- Ermeni milleti için ne anlama geldiğini sorup öğrenmek bile, bu tespitin açıkça yalan olduğunu ortaya koyar. Bu tespitin soykırımın yıldönümünde Ermenilere gönderilen taziyede yer alması bile tasada ortak olunmadığının belgesidir. Burada ilan ettikleri amaç için de: “Bu doğrultuda son 14 yılda birçok adım attık, tarihi nitelikte reformları hayata geçirdik.” tespiti yapılmaktadır. AKP hükümetleri döneminde kimi adımların atıldığı doğrudur. Örneğin Axdamar (Ahkdamar) Kilisesi onarılmıştır. Onarıldı da, Kilisenin haçı bile ancak tepkiler sonucu yerine kondu ve daha da önemlisi Kilise Müzeye güncel sedilecekse eğer, o zaman bu ortak tarihte, bir yandan devlet iktidarı ve onunla işbirliği yapan yerel güçlerin Ermenilere yönelik katliamları, zulmü ve sonuçta soykırımı vardır; diğer yandan da katliamcılar, soykırımcılar! Mesajda ortak tarih tanımı, bu gerçeğin üzerini örtmek için kullanılmaktadır. “Ermeni toplumu, gerek Osmanlı İmparatorluğu gerek Cumhuriyetimizin yüzyıla yaklaşan geçmişinde çok kıymetli evlatlar yetiştirerek ülkemizin gelişimine büyük katkılarda bulunmuştur.” İlkönce bu tespite neden gerek duyulduğu sorulabilir. Öyle ya, Ermeni toplumu ne kadar kıymetli evlat yetiştirdiğini herkesten çok daha iyi bilmektedir. Onlar için her evlat kıymetlidir. Ermeni toplumu bu topraklarda yitirdiği 1,5 milyon evladının acısının travmasını hala atlatamamış, onların yasını bile doğru dürüst tutamamış bir durumda iken, bu tespit de neyin nesi? Osmanlı Devleti ve yüzyıla yaklaşan Cumhuriyet döneminin Türk devletinin bu “çok kıymetli evlatlar”a karşı nasıl davrandığını sormazlar mı? Bunun da ötesinde Ermenilerin evlatları sadece “ülkemizin gelişimine büyük katkılar”da bulunmasıyla mı değerli oluyor? Ya da söz konusu olanlar dışındaki Ermeni evlatları değersiz mi? Soru listesi uzatılabilir, ama Cumhurbaşkanı’nın tavrı somutunda devletin resmi yaklaşımının hangi sahtekarlıklara başvurduğunu görebilmek için bu kadarı yeter. Onların insanları “kıymetli” “kıymetsiz” olarak böldüğünü de bu tavırda görebiliriz. “Dün olduğu gibi bugün de Ermeniler, ülkemizin eşit ve hür vatandaşları olarak, sosyal, siyasi ve ticari hayatımızın her alanında önemli roller üstlenmektedir.” Bu tespit, sadece “dün” için değil, “bugün” için de gerçekleri tersyüz eden, siyasi sahtekarlığın ayyuka çıkarıldığı bir tespittir. Burjuvazinin temsilcileri tarihi böyle yazıyor! Ermeniler, “eşit ve hür” vatandaşlar mışmışmış... sosyal, siyasi ve ticari “hayatımızın her alanında” önemli roller üstlenmekteymiş mismiş... Şimdi “dün” ve “bugün” Ermenilerin eşit ve hür olmadıkları üzerine yazmaya kalkışırsak, sayısız kitap yazmak gerekir. “Dün”, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ermeniler, “ülkemizin” iki milyondan fazla bir nüfusuna sahipti. Sosyal, siyasi ve ticari alanlarda “önemli roller üstlenmişler”di. Bu rolleri üstlenenler Ermeni milletinin üst, zengin ve aydın tabakasıydı. Nüfusun büyük bölümü baskı ve zulüm altındaydı. 24 Nisan 1915 tarihi, Ermenilerin tümünü hedef alan, tümünü imha etmeye çalışan Osmanlı devletinin savaş koşullarını fırsat bilerek bu amacını gerçekleş- 55 güncel 56 dönüştürüldü ve yılda sadece bir kere ibadete izin verildi... Vakıflar Kanunu’nda değişiklik yapıldı ve bazı mülkler iade edildi. Bu ve benzeri adımlar geçmişe göre olumlu ama “tarihsel reformlar” değildir. Ermenilere şu vaat edilmektedir: “Osmanlı Ermenilerinin hatırasına ve Ermeni kültürel mirasına sahip çıkmaya yönelik çalışmalarımızı, önümüzdeki süreçte artarak sürdüreceğiz.” Cumhurbaşkanı’nın verdiği bu sözün peşi sürekli takip edilmeli ve hatırlatılmalıdır! Örneğin soykırımda katledilen Ermeniler için anıtlar dikilmeli, yakılıp yıkılan ya da ahır ve depolara dönüştürülen Kiliseler orijinallerine uygun inşa edilmelidir. Ermeni mezarlıkları, mezarları onarılmalı ve koruma altına alınmalıdır. Soykırımı planlayan, uygulatan katillerin isimleri sokak, okul, viyadük vb. tüm yerlerden silinmeli ve buralara soykırımda katledilen Ermeni aydınlarının, önde gelenlerinin adları verilmelidir. Adları değiştirilen bütün Ermeni yerleşimlerinin orijinal adları yeniden iade edilmeli, her yerleşimin giriş-çıkış yollarına, 1915’ten önce buralarda Ermenilerin yaşadığı, Osmanlı devletinin onları sürgün ettiği, katlettiği bilgisi yazılmalı. vb. “Tek bir Ermeni vatandaşımızın dahi ötekileştirilmesine, dışlanmasına, kendini ikinci sınıf hissetmesine tahammülümüz yoktur.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine uymayan tavırlar karşısında tahammülsüz olduğunu her gün görüp yaşıyoruz, ama Ermenilerin “ötekileştirilmesine”, “dışlanmasına” tahammülsüz olduğunu bilmiyorduk. Öğrendik! Mesajda kullanılan üsluba baktığımızda sakın ha, bu tahammülsüzlük sadece Ermenilerin kendisini “ikinci sınıf hissetmesine” karşı olmasın mı? diye sormak zorunda kalıyor insan. Öyle ya ötekileştirenler başkası, dışlayanlar başkası, ama Ermenilerin bu ötekileştirme ve dışlanma nedeniyle, ya da bunların sonucu kendisine ikinci sınıf vatandaş olarak davranıldığını düşünmesi, nasıl olur da aynı kefeye konabilir? Peki bu devlette Ermeniler resmi devlet siyasetiyle ötekileştirilmemiş midir? Dışlanmamış mıdır? Ermeni olduklarını bile gizlemek zorunda kalmamışlar mıdır? “Affedersiniz Ermeni” tanımı Ermenileri aşağılamada T.C. yetkililerinin “en modern” biçimi iken, hala “Ermeni dölü” “Ermeni tohumu” vb. tanımlarla küfür edilmiyor mu? Tüm bunlara tahammülünüz yoksa, devletin başı olarak, tüm Cumhuriyet tarihinde başta Ermenilere karşı olmak üzere tüm azınlıklara karşı olan, onları ötekileştiren, dışlayan, evet açıkça baskıya maruz bırakan, mülklerine el koyan vb. tüm kanunları, tek bir kanunla kaldırın! Ermenilere ve diğer azınlıklara karşı ırkçı, milliyetçi, şoven tavırları, saldırıları yasaklayın! Bu yasaklara uymayanlara, Ermenilerin kültür mirasına sahip çıkma çalışmasında, zorunlu çalışmaya mahkûm edin! Ancak o zaman, Ermenilerin ötekileştirilmesine, dışlanmasına tahammülünüzün olmadığına inanacağız ve yaptığınız iyi işler için bravo diyeceğiz! Şimdilik, sadece ve sadece, T.C.’nin resmi siyasetinin, inkar siyasetinin sürdürüldüğünü ve bunun Türkiye’de demokrasinin değil, faşist zihniyetin bir ürünü olduğunu tespit etme durumundayız. “Tek vatan, tek dil, tek din, tek bayrak, tek millet” olarak ifade edilen ırkçı yaklaşım hala bu devletin temel yaklaşımıdır. “Türkiye Ermenileri Patriği seçiminin kısa zamanda neticelenmesini temenni ediyor, çalışmalarınızda sizlere muvaffakiyetler diliyorum.” Bu dilek, doğrudan Aram Ateşyan’a yöneliktir. Ateşyan devletle yakın ilişki içindedir ve Ermeni Cemaati’nin Patrik seçimini engelleyenlerden biridir. Son haberlere göre istifa etmesi bekleniyordu. Ama yazımızın konusu bu değil. Patrik seçimi konusunda esas engel, devletin kendisidir. “Patrik hayattadır ve yeni Patrik seçemezsiniz” diyen devletin sorumlu kademeleridir. Sorun sadece bu somutta değil, sürekli var olan bir sorun olagelmiştir. Lozan Anlaşması’nın çiğnenen hakları arasında Ermenilerin Patriklerinin seçme hakkı da var. Cumhurbaşkanı’nın mesajı “Birinci Dünya Savaşı’nın sıkıntılı şartlarında hayatını kaybeden milyonlarca Osmanlı vatandaşına Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.” ile son buluyor. Böylece bir kez daha tüm ölenleri savaşta hayatını kaybedenler olarak değerlendirip, savaşta ölenlerle soykırım kurbanları arasındaki temel farkın üzerini örtmeye çalışıyor. Güneş balçıkla sıvanamaz! Evet, soykırımın 102. yıldönümünü anma etkinliğinde yaptığı konuşmada Murat Çelikkan konuşmasını “Karşılıklı acılardan söz eden taziyeler değil, özür bekliyoruz. 102 yıl oldu. 103 yıl olmasını beklemeyin. Özür dileyin!” diye bitirdi. Biz de bu alıntıyla yazımızı bitirelim ve 103. yıldönümünü beklemeden, sürekli ve sistemli biçimde işçi ve emekçileri soykırım gerçekliği ve devletin inkar siyaseti hakkında bilinçlendirme çalışmasını sürdürme çağrısında bulunalım! 23.06.2017 YILMAZ GÜNEY VE ARKADAŞLARI DEVRİMİN SORUNLARI (BİR TARTIŞMA TUTANAĞI) “Sunudan: 1983 yılının 6-7 Şubat tarihlerinde, Yılmaz Güney ve çevresindeki bir grup devrimci, Paris’te iki gün boyunca Kürdistan-Türkiye devriminin temel sorunlarını demokratik bir ortamda tartışırlar. Elinizdeki kitap o toplantının tutanağıdır. Toplantıya katılan devrimciler, daha önce Yılmaz Güney öncülüğünde yayınlanmış Güney, Yurtsever Devrimci Demokrat ve Demokrasi Bayrağı adlı dergilerdeki ve Ekim Birlik Yayınları’nın yayınladığı broşürlerdeki siyasi görüşleri esas alarak ve onları derinleştirerek bir örgüt platformunun hazırlanması görüşünde birleşirler. Bu görevin üstesinden gelmek üzere bir Hazırlık Komitesi oluşturulur. Komite daha sonra kendini ve işleyişini tanımlayan “Hazırlık Komitesinin Görev, Sorumluluk ve 57 Yetkileri Üzerine Bir Taslak Çalışması” başlıklı, dar çevrede dağıtılan bir metin yayınlar. Bildiğimiz kadarıyla bu belge otuz dört yıl aradan sonra ilk defa bu kitapta gün ışığına çıkmaktadır. 1982 yılında bu toplantıda tartışılan Kuzey Kürdistan-Türkiye devriminin temel sorunları nelerdir? • Devrimimiz sosyalist karakterli midir? Demokratik halk devrimi midir? • Faşizme karşı siyasi bir devrimin koşulları var mıdır? • Demokratik cumhuriyet programı neleri içermelidir? • İttifaklar politikamız nasıl olmalıdır? • Devrime önderlik edecek parti KürdistanTürkiye Birleşik Komünist Partisi mi yoksa Yurtsever Demokrat Parti midir? • Yurtsever Demokrat Parti’nin görevleri ve koşulları nelerdir? • Devrimimizin yolu silahlı mücadeleden mi geçmektedir? • Legal faaliyet mi, illegal örgütlenme mi esastır? • Devlet bütün kurumlarıyla yıkılıp yeni- den mi yapılandırılacaktır? • Kürdistan sömürge midir? Örgütlenme ortak mıdır? •Uluslararası Komünist Hareket’e nasıl bakılmalıdır? Ortadoğu’daki gelişmeler ve örgütlenmeler nasıl değerlendirilmelidir? • Sovyetler’den sonra Çin de sosyal emperyalist bir yolda mı ilerlemektedir? • Türkiye’nin yakın tarihine, Kemalizm’e nasıl bakılmalıdır? • Devrimci mücadelede kültürel mücadelenin yeri nedir? Bütün bu ve benzeri sorulara toplantıya katılan devrimciler ve Yılmaz Güney cevaplar aramaktadır. Belge, kasete kaydedilmiş konuşma tutanağıdır. Tutanağı kasetten çözülmüş biçimiyle, konuşma diliyle, olduğu gibi yayınlıyoruz. Sadece kişisel bilgiler içeren bölümleri metinden çıkarttık. Okumayı kolaylaştırmak için ara başlıklar koyduk. Tutanak, o yıllardaki Yılmaz Güney ve çevresindeki devrimcilerin teorik birikimlerini özetliyor, devrimci kavgadaki azimlerini ortaya koyuyor. Bu birikimin dolaplarda kaybolmasını önleyip, okuyucuya sunmayı bir görev olarak kabul ediyoruz.” 1.Baskı: Mart 2017 286 sayfa Fiyatı: 23.00 Lira ISBN: 978-975-8286-29-4 DÖNÜŞÜM YAYINLARI Sultaniye Mah. 625 sok. No: 7/1 Esenyurt/İstanbul 05309737395 TAKSİM BÜRO: Asmalımescit Mah. Terkoz Çıkmazı Sok. Terkoz İşhanı No: 1/62 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0212/2511191 05354841344 58 Dönüşüm yayınları www.interyayinlari.org donusumyayinları@gmail.com