Uygarlık Tarihi Organik dünya, 500 milyon yıl öncesine dek yumuşak dokunun (pelte ve buğu, kas ve sinir) hakimiyetindeydi. O noktada hayatı oluşturan etli madde-enerji birikiminin bir bölümü ani bir mineralleşme süreci getirdi ve canlı yaratıkların oluşumu için yeni bir malzeme ortaya çıktı: Kemik. Kemik, omurgalılar olarak bizlerin de ait olduğu hayvanlar kolunun karmaşıklaşmasını mümkün kıldıysa da, mineral kökenlerini hiç unutmadı. Kemik en kolay taşlaşan, kayalar dünyasına geri giden eşiği en çabuk aşan canlı maddedir. İnsanın iç iskeleti de bu kadim mineralleşmenin birçok ürününden biridir. Yaklaşık 8 bin yıl önce insan nüfusu kentsel bir dış iskelet geliştirerek yeniden mineralleşmeye başladı: Güneşte kurutulmuş kilden yapılmış tuğlalar evlerin yapı malzemesi oldu, evler de taş anıtları ve koruyucu surları çevreledi, onlar tarafından çevrildi. Bu dış iskelet, iç iskeletinkine benzer bir amaca hizmet ediyordu: İnsan etinin kent surları içine ve dışına hareketini kontrol etmek. Kentsel dış iskelet başka birçok şeyin de hareketini düzenliyordu: Örneğin lüks nesneler, haberler ve gıda. Özellikle de birçok kentin ve kasabanın merkezinde kurulan pazarlar motor işlevi görüyorlardı: Yakın ve uzak bölgelerden insanları ve malları düzenli aralıklarla yoğunlaştırıyorlar, sonra da çeşitli ticaret çevrimleri doğrultusunda yeniden harekete geçiriyorlardı. Bitkiler fotosentez yoluyla güneş enerjisini şekere çevirdiğinden, tarım insan toplumlarına geçen güneş enerjisi miktarını arttırmıştır. Antropologlara göre kentlerin ortaya çıkması, alternatif yoğunlaşma rotaları izlemiştir, mesela Peru’da kent hayatının gelişiminin balık rezervlerinden beslenmesi gibi. Önemli olan tek başına tarım değildir, önemli olan toplumun içindeki madde-enerji akışında gözlenen büyük artış, bunun yanı sıra bu yoğun akışın mümkün kıldığı kent hayatındaki dönüşümlerdir. Kentler, madde-enerji akışından doğmuşlardır ama bir kasabanın mineral alt yapısı ortaya çıktığında, bu alt yapı söz konusu akışlara tepki vermiş, onları yoğunlaştıran ya da engelleyen yeni bir dizi kısıtlama yaratmıştır. Bir kasabada surlar, anıtsal yapılar, caddeler ve evler sırf kendi başlarına kalsalardı daha zayıf bir kısıtlamalar dizisi oluştururlardı. Bu yüzden de kent dinamiklerine ilişkin tarihsel çalışmalarda, kentleri yöneten bürokrasiler olsun, onlara canlılık kazandıran pazarlar olsun kentlerde yaşayan kurumlara dair analizleri içermesi gerekir. Bu kurumlar, insanların kolektif karar alma süreçlerinin ürünü olsalar da, bir kere yerleştiklerinde onları oluşturan insani bileşenlere de tepki gösterir, onları kısıtlar ve kontrol eder ya da tam tersine harekete geçirir veya dönüşümlerini hızlandırır. Bürokrasiler her zaman enerji fazlalarının (vergiler, haraç, kira, zorunlu emek) planlı bir biçimde toplanmasını sağlamak üzere doğmuşlar, bu enerji akışlarını kontrol edip işleme becerileri nispetinde de genişlemişlerdir. Pazarlarsa tersine, bağımsız karar alıcıların düzenli olarak toplandıkları kilise olsun, iki bölge arasındaki sınır olsun her yerde doğmuşlar, bireylere alma, satma ve takas etme imkanı sunmuşlardır. Bu sistemlerin biri, insanları bir bürokrasinin içindeki homojen mevkilere taşır. Diğeri ise heterojen bir insanlar grubunun, birbirlerini tamamlayan ekonomik ihtiyaçların içi içe geçtiği pazarda bir araya getirir. İslam dünyasında ve Çin’de kentleşme patlaması, Avrupa’dan 200 yıl önce yaşanmıştı. Bu iki bölgede kentler ve kasabalar, Batı’da çok daha sonraları ortaya çıkacak bir sosyopolitik oluşum olan merkezi devletle rekabet etmesi gerekiyordu. Bazı tarihçiler Batı’nın bin yıla egemen olmasının nedenini, şehirlerde merkezi ve merkezi olmayan karar alma süreçlerinin farklı ölçülerde bir arada bulunmasından kaynaklandığını ifade etmişlerdir. Sanılanın tersine parasal sistemlerin kökeni ticari değil siyasidir. Parasal sistemler, tarımsal fazlalara el koymayı ve vergileri arttırmayı kolaylaştırmak üzere merkezi hiyerarşiler tarafından geliştirilmişlerdir. Ortaçağ pazarları büyüdükçe, karmaşıklaştıkça işlem maliyetleri de buna bağlı olarak artmıştır. Bu maliyetleri aşağıya çekecek bir kurumsal normlar ve örgütlendirmeler dizisi olmasaydı Batı’da ticaretin hızlı yoğunlaşması durma noktasına gelebilirdi. Ticaretteki ölçek ekonomileri ve sözleşmelerin düşük maliyetle uygulanabilmesi, karşılıklı olarak birbirini teşvik eden unsurlardı. İlk pamuk devimini yapanlar kapitalistler değildi, bütün yeni fikirler girişimci küçük işletmelerden çıkmıştı. 13. Yy. dan itibaren kapitalistler, her zaman ticaret piramidinin en üst seviyelerinin ayırt edici niteliği olan büyük para birikimini yaratmak için rekabetçi olmayan çeşitli pratikler içinde olmuşlardır. Dünya ekonomilerini kapitalist sistemle karıştırmak hata olur. Çünkü Hindistan, Çin ve İslam dünyasında kapitalizme yol açmaksızın tutarlı ekonomik bölgeler oluşturmuşlardır. 18. Yy. da o dönemki ağa sisteminin merkezi olan Amsterdam’ı merkez alan bir bankacılık sistemi doğmuştur. Metropol merkezlerin nüfusları ülkeler arasındaki sınırları aşar ama başkentler bu sınırların çevrelediği toprakların ve bu sınırların bekçileri, koruyucularıdır. Dolayısıyla metropoller deniz kenarında ortaya çıkarken, başkentler genellikle denize uzak iç bölgelerdedir, arka bölgelerine bağlıdır. Doğu dünyasında merkezi karar alma süreçlerinin fazla gelişmiş olması çalkantılı dinamikleri denetim altında tutuyordu, oysa Batı dünyasında bu dinamikler engellenmeden hızla geliştiler. Fakat aşırı merkezileşmenin başarılı olduğu medeniyetler olduğu gibi, kaçırmış olduğu fırsatlar da bulunmaktadır. 1400’lerde Çinli elitlerin deniz seferlerini durdurmaları yeni kıtanın keşfini Avrupalılara bırakmıştır. İngiltere’nin kömür üretimi yapılan bölgeleri, 1829’da icat edilen roket lokomotifi benimsenerek ilk demiryolu sistemini doğurmuştur. Böylelikle Liverpool- Manchester demiryolu, 1830’da açıldı. Birkaç yıl sonra da Avrupa kıtasının başka yerlerinde de demiryolları açıldı. Fakat 60 yıl öncesine kadar İngiltere’nin tedarik bölgesi olan ABD, kısa süre sonra İngiltere’nin buhar gücüne dayalı ulaşımdaki liderliğini elinden aldı. ABD, ekonomik atılımlarını 18. Yy ın ikinci yarısında ithal ikamecilikle uğraşan geri kalmış kentler arasındaki esnek ticaret sayesinde yaptı. Bu sürece giren ilk iki ABD kenti Boston ve Philadelphia’ydı. Biri Britanya’nın kereste ve balık deposuydu. Diğeri ise İngiltere’ye tahıl sağlıyordu. Bağımsızlık Savaşı’nın ardından daha büyük bir imalat çeşitliliğinin geliştirilmesinde New York’ta Boston ve Philadelphia’ nın saflarına katılırken, San Francisco ‘Altına Hücum’ döneminin ardından doğmakta olan küresel ağ sisteminin geçit kapısı haline gelecekti. Amerikan sistemi, imalatı esnek vasıflara dayanan açık bir süreç olmaktan çıkarıp değişmez rutinlere dayanan, kapalı bir süreç haline getirdi. Amerikan kentlerindeki ticari kurumlar topluluğu, pazarların hiyerarşilerce içselleştirildiği yoğun bir süreçten geçti. Bu bütünleşme süreci üç farklı şekilde gerçekleşti: Geriye doğru dikey bütünleşme, yani bir imalatçının hammadde tedarikçilerini yutması; bir şirketin dağıtım sisteminin birleşmesi anlamına gelen ileriye doğru dikey bütünleşme; ve son olarak da aynı sınai uzmanlık dalındaki başka şirketlerin alınması anlamına gelen yatay bütünleşme. Amerikan sınai kurumları rekabetten kaçınmak ve merkezi sistemi güçlendirmek için kendi aralarında birleşmişlerdi. ABD yenilikçi inşaat tekniklerine başvurmanın yolunu açan 1871’deki büyük yangının etkisiyle Chicago, çelik ve elektriğin inşaat sanayine girmesine öncülük etti. 1890’lara gelindiğinde Chicago, dünyanın gökdelenler başkentiydi, New York’da hemen peşinden ikinci sırada yer alıyordu. 1860’ların başında Amerikalılar dünyanın ilk modern savaşında birbirlerini top ve tüfeklerle öldürürken, Çinlilerde dünyanın son geleneksel savaşında kılıçlar ve kargılarla aynını yapıyordu. Geleneksel iç savaş yarattığı yıkım açısından modern benzerini çok geride bırakmıştı. Çoğu açlık ve hastalıktan olmak üzere 20 milyon kişi öldü, batılı diplomat ve generaller Doğu Asya da bu kaostan yararlanarak daha da güçlenerek çıktılar. California ile Çin arasında bir kömür ikmal istasyonu arayan Amerikalı Tuğgeneral Perry, 1854’te Japonya’yı limanlarını açmaya zorladı. İngiltere, Fransa ve ABD, 1858’de Çin’den yeni imtiyazlar elde ettiler. 1900’e gelindiğinde Çinli entelektüeller Japonların açtığı yolu izleyerek batılı kitapları tercüme etmeye giriştiler. 1750 sonrası nüfus artışının Avrasya’nın her iki ucunda farklı etkileri oldu. Çin’de refahı kutuplaştırır, siyasi krizleri besler ve yenilikçiliği caydırırken, İngiltere’de yeni fabrikalara ucuz emek sağladı. Doğu dağılıp çökünce Batı Çin’in yapması gereken sanayi devrimini yaptı, devrim Çin’de değil de İngiltere’de olduğu için Dünya mirasını Batı devraldı. Tarih, her şeye rağmen güçlü bir gelişim seyri düzenine sahip olan ve doğru gereçleri kullanan kişilerin bunların ne olduğunu görebileceğini, hatta onları açıklayabileceğini öngörmekteyiz. Bu gereçlerden üç tanesini ifade edecek olursak; ilki biyoloji, ikincisi sosyoloji ve üçüncüsü ise coğrafyadır. Yaklaşık 1.8 milyon yıl önce Doğu Afrika’nın iklimi kurumaya ve Homo Habilis in yaşadığı ormanlar yerini açık savanlara bırakmaya başladı, işte tam bu noktada maymun adamın yeni türleri hünerli insanın yerini aldı. İklim değişimi nadiren basit bir süreçtir ve Homo Sapiens in Afrika’nın Doğu ve Batısındaki ana yurdu 70 bin yıl önce daha yağışlı hale gelirken, Kuzey Afrika kuruyup çölleşiyordu. İnsanoğlu küçük gruplar halinde bugünün Somali’sinden bir kara köprüsüyle Arabistan’ın güneyine ilerlediler. M.Ö: 60 Bin e gelindiğinde Endonezya’ya ulaşmışlar ve Avusturalya’nın güneyine kadar varmışlardı. Yaklaşık 45 bin yıl önce muhtemelen Mısır üzerinden Güneybatı ve Orta Asya’ya, oradan da Avrupa’ya ikinci bir göç dalgası yayıldı. M.Ö. 15 Bin civarında insanlar Sibirya ile Alaska’yı birleştiren kara köprüsünü geçtiler ve M.Ö. 12 bine gelindiğinde Şili’ye varmışlardı. Modern insan, Avrupa’ya M.Ö. 35 bin civarında girmişti. 1990 ların sonunda teknik ilerlemeler genetikçilere Y kromozomundaki çekirdek DNA yı inceleme imkanı verdiğinde, insanlığın kökenine dair kanıtlanabilir verilere ulaştılar. Buzul çağının büyük bölümünde Kuzey İspanya, Güney Fransa ve Doğu Avrupa, mükemmel av alanıydı ve Ren Geyiği sürüleri yazlık otlaklardan kışlık otlaklara bu hat üzerinden geçiyordu. Yaklaşık 15 bin yıl önce sıcaklıklar yükselmeye başladığında Ren Geyikleri kışın bu kadar güneye inmeyi bıraktı ve avcılar onların peşinden kuzeye doğru yöneldiler. Buzul çağında insanlar kamp kurmaya meyilliydi. Bulabildikleri bitkileri ve öldürebildikleri hayvanları yiyerek oradan oraya yer değiştirip duruyorlardı. Büyük enerji zinciri yerleşmeyi ciddi bir olanak haline getirince ocak ve ev bize daha çok hitap etmeye başladı. Keza Peru dağlarındaki avcı-toplayıcılar da M.Ö. 11 bin civarında duvarlar inşa ediyor ve bunları sürekli temiz tutuyordu. Bir bölgede kümelenme ve yerleşmenin en bariz kalıntıları arkeologların Hilly Flanks (dağlık yamaçlar) adını verdikleri Güneybatı Asya’da Dicle, Fırat, Ürdün vadileri etrafında kıvrılan bir kemerden gelir. Kalıcı köyler kemirgenler açısından kuralları değiştirdi. Lezzetli çöp yığınları artık 7/24 bulunur hale gelmişti ve insanların burnunun dibinde yaşayabilen sinsi kemirgenler bu yeni ortamda diğer saldırgan türlerden gizlenerek daha rahat yaşayabiliyordu. Ev kemirgenleri sonu gelmez çöp armağanına, depolanmış gıdaya ve suya bağırsaklarını boşaltmak yoluyla hastalıkların yayılmasını hızlandıracak biçimde karşılık verdiler. Kurt-çöp-insan etkileşimi bizim köpek dediğimiz hayvanları yaratmıştı. Bunlar hastalık taşıyıcı kemirgenleri öldürmekle birlikte kurtlarla bile savaşarak insanoğlunun en iyi dostu olmaya hak kazanmışlardı. Tarıma geçişin ilk günlerinde, toprak bol ama iş gücünün nadir olduğu zamanlar, insanlar genelde büyük alanları hafif şekilde işler, kadınlar ve erkekler birlikte çapa yapıp, otları ayıklarlardı. M.Ö. 8 binden sonra Hilly Flanks’ te olduğu gibi toprağı daha yoğun bir şekilde işlemek, gübrelemek, sabanla sürerek ve sulayarak her bir dönümden daha çok ürün elde etmek gelişmeleri yaşanmıştır. Dünyanın bilinen en eski tahıl ambarları M.Ö. 9 bin civarında Ürdün’de yapılmıştır. Yörüngesel değişim Dünya’nın Güneşten eskisinden daha çok elektro manyetik enerji alması demek oluyordu. Fotosentez bu enerjinin büyük bir kısmını kimyasal enerjiye dönüştürdü. (daha çok bitkiye) Metabolizma kimyasal enerjinin büyük bölümünü kinetik enerjiye (daha çok hayvana) dönüştürdü ve çiftçilik insanlara bitkilerden ve diğer hayvanlardan kendi yararlarına daha çok enerji elde etme imkanı sağladı. Bitkiler ve diğer hayvanlar gibi insanlar da bu fazladan enerjilerini kullanacak önemli bir menfez olarak üremeye yöneldiler. Yüksek doğum oranları, yeni köylerin mevcut toprağının her yerinde tarım yapılmasına varana dek büyüyebileceği anlamına geldi, bu olurken açlık ve hastalık yükselmekteydi, ta ki doğurganlığı iptal edene kadar. Daha sonra enerji elde etme ile tüketme arasında kabaca bir denge sağlandı. M.Ö. 7 bine gelindiğinde çiftçilik Hilly Flanks’e tam anlamıyla hakim olmuştu. Hilly Flanks dışındaki en erken tarım topluluğuna geçen bölge Çin’dir. Pirinç ekimi M.Ö. 8 bin- 7 bin 500 arasında Yangfze Nehrinde, Akdarı ekimi M.Ö. 6 bin 500 de kuzey Çin’de başladı. Akdarı 5 bin 500 civarında, pirinç ise 4 bin 500 e kadar tamamen evcilleştirilmişti. Domuzlar 6 bin- 5 bin 500 arasında evcilleştirildi. Kültür kabağı M.Ö. 8 bin 200 de Kuzey Peru’da evcilleştirildi. Çin ve Yeni Dünya evcilleşme süreçlerinin Hilly Flanks’teki olaylardan bağımsız olduğu kesindir ama Pakistan’ın İndus vadisindeki durum biraz daha az açıktır. Evcil arpa, buğday, koyun ve keçilerin tamamı M.Ö. 7 binde bir anda ortaya çıkar ve bir çok arkeolog bunları Hilly Flanks’ten gelen göçmenlerin getirdiğini düşünür. Yeryüzünde 45 kiloyu aşan 148 büyük memeli türü yaşar. M.Ö: 1900 e gelindiğinde bunlardan 14 ü evcilleştirilmişti. Bu 14 memeliden yedisi Güneybatı Asya’nın yerli türüydü. Dünyanın en önemli 5 evcil hayvanından (koyun, keçi, sığır ,domuz ve at), at dışında hepsinin ataları Hilly Flanks’teydi. Doğu Asya da evcilleştirilme potansiyeli olan 14 türden beşi, Güney Amerika’da ise sadece biri vardı. Kuzey Amerika, Avusturalya ve Sahra altı Afrika’da hiçbiri yaşamıyordu. M.Ö. 3500 e gelindiğinde dini önder olan şamanlar toplum içinde liderlik rolü üstlenmeye başlamışlardı. Bazı kentlerde görülen 370 metrekareye varan büyük evlerde yaşıyorlardı. Arkeologlar genelde bunları saray olarak adlandırırlar. Bu sarayların içinden çeşitli heykelcikler ve kaideler bulunmuştur. Bu heykelciklerle ilgili iki şey arkeologları heyecanlandırmıştır. İlki bunların binlerce yıl dayanacak şekilde yapma geleneğidir ve M.Ö. 1000 civarına tarihlenen Çin’deki bir sarayda bulunan sivri uçlu şapkalı heykelciğin şapkasına Çince Wu karakteri resmedilmiştir. Wu ‘dinsel aracı’ anlamına geliyordu. Arkeologlar bu heykelciklerin şamanları temsil ettiği sonucuna varmıştır. İkincisi bu heykelciklerin bir çoğunun belirgin şekilde Çinlilere değil beyaz ırka (Caucasian) benzemesidir. Bu heykelciklerin benzerleri, daha sonra İpek Yolu haline gelecek olan, Çin’i Roma’ya bağlayan yol boyunca Anban ‘dan Orta Asya’daki bir çok yerde bulunmuştur. Şamanizm Sibirya’da bugün bile gücünü korumaktadır. Anban heykelcikleri M.Ö. 4 bin civarında Orta Asya’nın şamanlar üzerinden Çin’i otoriteleri altına aldığını göstermektedir. Beyaz ırk özellikleri taşıyan tarım havzasındaki mumyalar, insanların M.Ö. 2 bin de Orta ve Batı Asya’dan Çin’in kuzeybatısına geldiğini kanıtlamıştır. Mançurya’ da yapılan bir keşif kazısında, M.Ö. 3500- 3000 arasında yapılmış olan 5 kilometrelik bir alanı kaplayan dinsel sit alanları kümesi bulunmuştu. Çeşitli hayvan ve insan heykellerinin bulunduğu, odalarına ilaveten 18 metre uzunluğunda bir koridora sahipti. İnsan heykelciklerinin gözleri mavi idi. Mavi gözlerin Çin’de nadir olduğunu düşününce bu insan heykellerinin beyaz ırktan olduğu tespit edilmiş ve Anban heykelcikleri ile tarım havzası mumyalarıyla ilişkilendirilmiştir. Görelilik kuramı kütle çekiminin ışığı büktüğünü söyler. Yani kuram doğruysa Güneş’in Dünya ile bir başka yıldız arasından her geçişinde Güneş’in kütle çekimi, o yıldızdan gelen ışığı bükerek, yıldızın hafifçe yer değiştirmiş gibi görünmesine yol açar. Görelilik kuramı kainattaki enerji hareketlerini ve bu enerji hareketlerinin Dünya üzerinde yaşayan canlılara etkilerini anlamamıza yardım eder. İnsan bir enerjidir ve enerji temini toplumsal gelişmenin temelidir. Dolayısıyla toplumsal gelişmenin en önemli adımı enerji elde etmedir. Bitki ve hayvanlardan asker ve denizcileri besleyecek enerjiyi, rüzgar ve kömürden gemileri yürütecek enerjiyi ve patlayıcılardan topları düşman kalesine fırlatacak enerjiyi elde edemeseydi insanoğlu, hiçbir fetih gerçekleşemez, hiçbir toplumsal gelişim düzeyi sağlanamazdı. Bu enerjiyi toplumsal gelişmenin katalizatörü yapacak olgu ise, enerjiye sahip olan insan kitlesinin örgütlenme kapasitesidir. Toplumsal gelişmenin başladığı kentleri idame etmek ve gelişmeyi sürdürülebilir kılmak akla durgunluk veren bir örgütlenmeyi gerektirir. Roma’nın M.Ö. 1 yy’da 1 milyon sakini vardı. Aynı zamanda bazen yönetimi durma noktasına getiren sokak çeteleri vardı ve ölüm oranları çok yüksekti. Bu nüfus sayısı her ay kırdan binden fazla insanın Roma’ya göç etmesiyle korunabiliyordu. Yine de Roma’nın bütün kokuşmuşluğuna rağmen kentin idamesini sağlayan örgütlenme, daha öne hiçbir toplumun başaramadığı kadar muazzamdı. İşte bu nedenle sosyal bilimciler düzenli olarak kentleşmeyi, örgütlenme yeteneğinin bir ölçütü olarak kullanır. İngilizler fiziksel enerji üretim onu örgütlemenin yanı sıra akıl almaz miktarlarda bilgiyi işlemek ve iletmek zorluluğunu örgütlenme yetenekleri ile aşmışlardır. Mezopotamyalılar örgütlenme gücünün farkına vararak daha fazla kişinin birlikte çalışmasıyla daha büyük sulama sistemlerini işletebileceğini ve ürünler hazır olana dek taşkın sularını depolayabileceklerini hesap etmişlerdir. Toprağı kazıp bakır çıkartmak için daha fazla madenci, süslemeler, silahlar ve aletler yapmak için daha fazla demirci, bu malları götürüp satmak için de daha fazla tüccar besleyebilmişlerdi. M.Ö. 3000 e gelindiğinde az miktarda kalay ve bakırın alaşımı olan tunç silahlar da ve çoğu alet de taşın yerini alarak savaşçıların ve işçilerin etkinliğini son derece arttırdı. İşte bu noktaya gelmek örgütlenmeyi gerektiriyordu. Bunun yanıtı olarak ta çözüm merkeziyetçi yönetim oldu. Örgütlenme Hilly Flanks’teki ve Sarı Nehir kıyı boylarındaki köyleri kentlere, devletlere ve imparatorluklara dönüştürdü, örgütlenemeyenlerin ise çöküşüne yol açtı. M.Ö. 3100 civarında Nil Vadisi belki birkaç milyon uyruğuyla dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük krallıkta birleşmiştir. Firavunlar bütün Nil Vadisinden yerel seçkinlerle işbirliği yaparak onları yöneticileri haline getirmekteydi. Firavunlar stratejik konumdaki Memphis’te yeni bir başkent inşa edince bölgenin soyluları onlara geldi. Firavunlar da onlara himayeler dağıttı. Firavunlar iktidarlarını güçlendirmek için sembolik bir dil de yarattılar. M.Ö. 2700 de kral Coser in sanatçıları 500 yıl boyunca varlığını koruyan hiyaroglifleri oymak ve tanrı kralları temsil etmek için üsluplar geliştirdiler. Coser ölümsüz bir varlığın ölümündeki teolojik hassasiyetin farkındaydı. Kutsal naaşı muhafaza etmek üzere Mısır Krallığının nihai simgesini tasarladı: Piramit. Kral Kufu’nun (Keops) M.Ö. 2550 civarında inşa edilen 137 metre yüksekliğindeki büyük piramidi, M.S. 1880 de Almanya’daki Köln Katedralinin inşa edilmesine kadara dünyanın en büyük binası olarak kaldı. Ekolojik sorunlara yanıt olarak insanlar kentleri yaratmışlardı. Kentler arasındaki rekabete yanıt olarak tanrıların veya tanrısal kralların hükümdarlığında ve bürokrasilerin idaresinde milyonluk güçlü devletleri yaratmışlardı. Bazı rahipler dinsel hiyerarşiyi ve tanrıların çıkarlarını krallardan bağımsız kılan (Tapınak Kenti) kuramını ortaya attılar. M.Ö. 2440 civarında bir kral kendisini koruyucu tanrısının oğlu ilan etti ve Uruk şehri kralı Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışıyla nasıl dünyanın ötesine yolculuk etmiş olduğuna dair şiirler söylenmeye başladı ve bu şiirler dünyanın günümüze ulaşan en eski edebi başyapıtı olan Gılgamış Destanında birleşti. M.Ö. 2350 civarında devrimler, darbeler ve fetihler baş gösterdi. 2334’te Sargon adında bir adam Akad adında bir kent kurdu. Bu şehir Bağdat’ın altında yatıyor olabilir. Sargon 5 bin askerlik bir ordu ile Suriye ve Lübnan’ı yağmaladı. Girit’te insanların saraylar inşa etmeye koyulması, Malta’da heybetli taş tapınakların yükselmesi ve İspanya’nın güneydoğu kıyısında müstahkem kentlerin kuruluşu gerçekleşti. M.Ö: 2330 a gelindiğinde Sümer ve Mısır’daki iki batı çekirdeği Hilly Flanks’teki özgün çekirdeği gölgede bırakmış durumdaydı. Suriye ve Doğu Akdeniz’in yanı sıra İran üzerinden günümüzün Türkmenistan’ına kadar basit çiftçi köyleri yerine bir kentler ağı kuruldu. M.Ö. 2160 civarında Aşağı Mısır’da yeni bir hanedan için darbe hazırlandığı sırada, kırsal bölgeleri terörize eden düzinelerce bağımsız bölgesel hakim ve Asyalı çete vardı. Mısır, Anadolu ve Hilly Flanks’te öylesine çatışmalar ve iktidar darbeleri meydana geldi ki kent devletlerine bölünmeler gerçekleşti. Mezopotamyalı hükümdarların hiçbiri M.Ö. 2 bin sonrasında bir daha tanrısallık iddiasında bulunmadılar. Günümüzde Ukrayna olan yerdeki çobanlar (Kıpçak Türkleri) M.Ö. 4 bin civarında atları evcilleştirmişlerdi, 2 bin yıl sonra günümüzde Kazakistan olan yerdeki at terbiyecileri de bu güçlü hayvanlara koşun vurarak hafif, iki tekerlekli savaş arabalarına koşmaya başladılar. Savaş arabalarının avantajları, dönemin düzenli orduları karşısında çok açık bir avantaj sağlamıştır. İyi eğitimli savaş arabası askerlerinden bir birlik kurmak, tamamen piyadeden oluşan orduların hiyerarşi düzeninde kaos yaratarak tümüyle yeni bir seçkinler grubunu güçlendirecekti ve kudretini arttırmıştır. Kafkaslardan göç etmiş Kuzeyli Hurriler, bozkır bağlantıları ile yeni silahlara kolayca erişmiş, gevşek toplumsal yapıları ile de yeni sistemleri diğer kavimlere göre daha hızlı benimsemişlerdir. Bu sayede Mezopotamya ve Suriye’de etkili olmuşlardır. Ne Hurriler, ne Batı İranli Kassiler, Anadolulu Hititler, günümüz İsrail ve Ürdününden Hiksoslar ve Yunan Mikenler Mısır veya Mezopotamya kenti Babil kadar örgütlüydü. M.Ö. 1720’de Hiksoslar Mısır’a geldiler ve kendi kentlerini kurdular ve M.Ö. 1674’te tahtı ele geçirdiler. M.Ö. 1500 e gelindiğinde Hurriler Mitanni adlı bir krallık kurmuşlar, Mikenler ise Girit’i fethetmişlerdi. M.Ö 1350-1320 arasında Hititler ve Asurlular Mitanni’yi yuttular. M.Ö. 1274’te uzun süredir soğuk savaş olarak devam eden ve döneminin dünya egemenliği savaşı veren Mısır ile Hitit devletleri Kadeş’te savaşa giriştiler. Mısır Firavunu II. Ramses tuzağa düşmüştür. Kayıtlar Ramses’in Hitit pususundan kıl payı kurtulduğunu anlatır. Bu savaştan sonra altın arayışıyla güneye yönelen Mısır orduları yerli devletleri ezip geçerken, tapınaklar inşa ettiği bugünkü Sudan’da izler bırakmıştır. M.Ö. 1500’lerden sonra Batı çekirdeği yeni bir genişleme çağına girmiştir. MÖ 1100’e gelindiğinde Mısır dağılmaya başlamıştı. MÖ 1000’e gelindiğinde insanlar, 250 yıl öncesine göre daha az enerji elde ediyorlardı. Daha küçük kentlerde yaşıyor, daha zayıf ordular kuruyorlar ve daha az yazı yazıyorlardı. Sibirya ve Hazar Medeniyetleri Türklerin ilk anayurdu Altay - Sayan dağlarının kuzeybatısı, Tanrı dağlarının kuzeyi, Hazar Denizi’nin doğusu, Sibirya steplerinin güneyi olarak belirlenmiştir.Orta Asya, günümüz itibarıyla denizlerden uzak olduğu için karasal bir iklime sahip olsa önceden bir iç deniz konumunda bulunup, oldukça verimli topraklara ev sahipliği yapmıştır. Nitekim ileriki bölümlerde Türk milletinin Haplogrup’u olan R Haplogrubunun nasıl Ortaasya’ya gelip, R1 ve R2 diye ayrıldığını ve Türklerin hangi göç ve iskan yollarını takip ettiklerini belirteceğiz.1 Türklerin etgonenez etkisi altında kaldıkları bu coğrafya, onların göçebe hayat tarzını benimsemelerine ve mücadeleci bir karaktere sahip olmalarına neden olmuştur. Kültürün doğuşunda, coğrafi durum ve insan unsuru başlıca rol oynadığından insanlar ancak yaşadıkları bölge koşullarının etkisi altında kendi kültürlerini kurmaktadırlar.Orta Asya’da yapılan kazılar sonucunda M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanan kültürlere rastlanmış ve bölgede kurulan Türk devletleri bu kültürlerden etkilenmekle birlikte kültürü oluşturmuşlardır. Anav kültürü (M.Ö.4500–M.Ö.1000), Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat yakınlarındaki Anav bölgesinde ortaya çıkarılmıştır. Orta Asya’nın en eski kültürü olan Anav bölgesinde yapılan kazılar sonucunda insanların, Yerleşik hayata geçtikleri, Tuğladan yapılmış evlerde oturdukları, Dokumacılığı, topraktan ve bakırdan eşya yapmayı bildikleri, Koyun, keçi, sığır ve deve besledikleri, Tarımla 1 Etnogenez Konulu Bölüme Baknz. uğraştıkları tespit edilmiştir. Afanasyevo Kültürü (M.Ö. 3000 – M.Ö. 1700)Altay ve Sayan dağlarının kuzeybatısındaki bozkırlarda gelişmiş en eski Türk kültürüdür. Bölgede yaşayan insanların, avcılık, hayvancılık faaliyetleriyle uğraştıkları, taştan ve bakırdan eşyalar yaptıkları tespit edilmiştir. Bu kültür çevresi geniş bir alanı etkileyerek Orta Asya uygarlığının temelini oluşturmuştur. Andronova Kültürü (M.Ö. 1700 – 1200)Altay – Tanrı dağları, Güney Sibirya ve Hazar’ın doğusuna kadar uzanan bölgede gelişmiş bir kültür çevresidir. Afanasyevo kültürüne benzeyen ve daha ileri bir seviyeye ulaşan Andronova kültüründe bakır araçların yanında tunçtan ve altından yapılmış araçlara da rastlanmıştır. Eşyalarını hayvan figürleriyle süsleyen bu kültür çevresinde yaşayanlar atı evcilleştirmişlerdir. Karasuk Kültürü (M.Ö. 1200 – 700)Bu kültür adını Yenisey ırmağının kollarından biri olan Karasuk nehrinden almıştır. Orta Asya uygarlığında demir ilk defa bu bölgede işlenmiştir. Keçeden dokunan çadırlarla örtülü dört tekerlekli arabaların kullanıldığı tesbit edilmiştir. Tagar Kültürü (M.Ö.700–100)Abakan bölgesinde ortaya çıkarılan bu kültür çevresi, bölgedeki kültürlerin en gelişmiş olanıdır. Bu kültür bölgesinde, iki yüzlü keskin hançerler, ok uçları, iğne, bilezik, küpe ve tarak gibi eşyalara rastlanmıştır. Türklerin atı evcilleştirmeleri ve tekerleği kullanmaları çok uzak bölgelere göç etmelerine yardımcı olmuştur. Tarihi değiştiren tek bir dâhinin eylemlerinden çok, çaresiz insanların en iyi çözüme ulaşana kadar karşılarına çıkan her fikri denemeleri olarak görülmektedir. Ya merkezileşeceklerdi yada yok olacaklardı; yerel reisleri denetim altına almayı başaramayan hükümdarlar, başarabilenler tarafından ezildi. Doğu’da Çin’de Qin İmparatorluğu ile Batı’da Roma İmparatorluğu, pek çok ortak yöne sahiptir. Aynı dönemde her ikisi de eski bir çekirdekte öncü niteliğindeki örgütlenme yöntemleri birleştirmesiyle, geri kalmışlığın avantajlı olmasının olağanüstü örneğiydi; her ikisi de milyonlarca kişiyi öldürdü, köleleştirdi ve mülksüzleştirdi. Ayrıca her ikisi de toplumsal gelişimi daha önce görülmemiş seviyede hızlandırdı. Bu iki imparatorluk, kan ırmakları kuruduğu zaman emperyalizmlerinin hem doğu hem batı’da çoğu insanı daha müreffeh kıldığı, şiddet paradoksu denilmekte olan olguyu örnekliyorlardı. Her ikisi de ordularını toplama, silahlandırma, besleme ve yerini doldurmada rakiplerinden üstünlerdi. Roma İmparatorluğu için devamlı suretle yapılan ‘Kurt’ benzetmesi, tarihsel açıdan çok önemlidir. Özellikle kuruluş aşamasında ve ilk örgütlenme ve devlet yapısının oluşturulmasında hangi yönetim geleneğinden gelmekte olduklarını anlatmaktadır. Her iki imparatorlukta, kurduğu su ve kara yolları ağıyla, toplumsal gelişimin ‘yollar’ üzerinden gidebileceğini uygarlık tarihine kanıtlamışlardır. Roma’nın Kartaca ile giriştiği Akdeniz’e ve dolayısıyla Akdeniz Ticaretine egemen olma savaşı, bugün dahi devletlerin bölgedeki çatışmacı tutumlarını açıklar niteliktedir. Roma’nın en büyük sıkıntısı gevşek bir devlet yapılanmasına sahip ve bir Ticaret İmparatorluğu olarak deniz ve kara yollarını hakimiyeti altına alarak birleştirip ticaretle birlikte toplumsal gelişimi sağlamanın dezavantajı olarak senatoya girmiş zengin ihtiyarlar, köle orduları, zafer sarhoşu güçlü generallerin patırtıları ile baş edememesiydi. Elbette Çin ve Roma’nın benzer sorunlara farklı çözümler geliştirdiler. Çinli hükümdarlar orduyu pasifize ederken, Roma’lılar denetimleri altına alarak, akrabalarını komuta kademelerine getirdiler. Roma’, artan asker ve savaş gereci ihtiyacını, sikkedeki değerli maden miktarını düşürmekte buldu. (Osmanlı’da aynı yola başvurmuştur) Çin’in tersine Roma, 2.yy’da sınır savaşlarını kazandılar. Kuzey Çin ve Batı Roma’nın eski zengin aristokrat ailelerinin birçoğu hazinelerini ve mahiyetlerini de yanlarına alarak Jiankang veya Konstantinopolis’e kaçtılar. Bizans’ın en önemli savaş gücünü, zaman zaman büyük savaşlar için kiralanan Türk Süvarileri oluşturuyordu. MS 900’lerle birlikte dünyanın yörüngesinin kaymayı sürdürmesiyle atmosfer basıncı kara kütlesi üzerindeki basıncını arttırıp, Atlantik okyanusundan Avrupa’ya esen batı rüzgarlarını ve Hint okyanusundan Güney Asya’ya esen musonları zayıflattı. Avrasya çapında hava sıcaklıkları yaklaşık 17 derece yükseldi. Yağışlarda azaldı. Kuzey Avrupa’da bu ısınma neticesinde 1000-1300 yılları arasında nüfus iki katına çıktı. Müslüman İmparatorluğu’nda nüfus azaldı. Mısır, 1000’li yıllarda batı’daki toplumsal gelişmeyi en fazla göstermiş bölgeydi. 960’da bugünkü Özbekistan’da 200.000 aileden oluşan Karluk Türkleri toplu halde Müslüman oldular.2 Karluklar kendi Karahanlı İmparatorluğunu kurarlarken, bir diğer Türk boyu olan ve göç sonrası Müslümanlığa geçen Selçuklular, İran’ı, Bağdat’ı ele geçirip Bizanslıları Anadolu’nun tamamından Batı Anadolu’ya sürüp, Fatımileri de Suriye’den çıkardılar. Bu göçebe beyler yeni geldikleri ve savaşlarla geçen zamanlarında ticareti ve toplumsal gelişme konusunda bir ilerleme kaydedemediler. Kentler küçüldü, sulama kanalları alüvyonlarla doldu, sınır köyleri terkedildi. Ortaçağ ısınma dönemi sebebiyle de tarım yapmak hayli zahmet gerektiriyordu. Ortaçağ ısınma döneminin kapanmaya yüz tutmaya başladığı zaman, çiftçilerin bir zamanlar orman olan çok geniş toprakları sürmeye başlamış olması Batı Avrupa ormanlarının belki yarısının kesilmesine yol açmıştır. Vikinglerin soyundan gelen Normanlar Fransa’da şefleri Rollo’nun 912’de Hristiyanlığı benimseyerek kendisini bugün Normandiya olarak bilinen bölgenin kralı ilan etti. Ceneviz tüccarların desteğinde 1099’da Kudüs’te birleşen Fransız ve Norman şövalyelerinin ittifakı kutsal kent Kudüs’ün surlarını yardı.312 saat boyunca yapılan katliamlar sonucunda Yahudiler diri diri yakılırken, Müslümanların bedenleri diri diri parçalandı. Kudüs’ün Hristiyan krallığı 1187’de Türk süvari ve komutanlarının egemenliğindeki Müslüman ordusunca geri alınıncaya dek sürekli kan kaybetmiştir. Konstantinopolis’te nüfus 1453’teki Osmanlı yağmasından sonra 50 bine düşmüştü. Fakat imparatorluğun başkenti haline geldiğinde, özellikle 1600’lerde kentte 400 bin kişi yaşıyordu. 15 2 3 İlk Müslüman Türk Kralı, Bulgar Kralı Akmeniş’tir. (Bir Kıpçak Prensidir) Güncel bir çalışma için National Geographic Türkiye Aralık 2008 sayısına bakılabilir. asır öncesinin Roma’sı gibi Konstantinapol de beslenmek için Akdeniz’in dört bucağının ürünlerine ihtiyaç duyuyordu. Osmanlı padişahları bir ayakları Batı çekirdeğinde, bir ayakları bozkırlarda tutarak imparatorluğu güçlendirebilmişlerdi. 1527’de Sultan Süleyman, ordusunda bulunan çoğu geleneksel göçebe tarzı aristokrat okçular olan 75 bin sipahi ve silahşor olarak eğitilen ve topçu kuvvetleriyle desteklenen 28 bin yeniçeri ile iftihar ediyordu. 15. yy da Yeniçeriler genellikle merkeziyetçi hükümeti ve kozmopolit kültürü himayeden yana oldular. 16. Yy da aristokrasiye, iktidarı devralmaya ve İslamı teşvik etmeye meylettiler. Orduyu beslendiren ve güçlendiren şey yağmaydı. Avrupa’yı kısmen birleştiren Habsburg Hanedanı veya Batı Türkleri olan Osmanlılar Avrupa’ya tam anlamıyla hükmedebilseydiler sanayi devrimi asla olmayacaktı. Elbette ki 1600’de Peru’daki bir yanardağ patlamasının atmosferde oluşturduğu kül tabakası nedeniyle küresel soğumaya veya serinlemeye meyleden dünya iklimsel bir baskının altında savaşların artması, tarımsal üretimin düşmesiyle yoğun bir gıda ve üretim maddelerine ihtiyaç duymuş fakat bu ihtiyaçlar tedarik edilemeyince devletler nezdinde krizler meydana gelmiştir. 1640’lar neredeyse her yerde hükümdarlar açısından kabustu. Mutlakiyetçilik karşıtı isyanlar Fransa’yı felç etti ve İngiltere’de parlamento saldırgan kralıyla savaşa gidip onun kafasını kesti. Osmanlı’da Yeniçeriler din adamlarıyla ittifak kurarak 1648’de padişah Deli İbrahim’i idam ettiler. Yeniçeriler 1622’de de padişah II. Osman’ı gene din adamlarıyla ittifak kurarak öldürdüler. 1644’te Pekin düştü, son Ming İmparatoru sarayının arka tarafındaki bir ağaca kendisini astı. Bir çok bilim adamı Batı dünyasının küresel hakimiyeti üzerine görüş bildirse de nihai olarak hakimiyette öncü rolü oynayan unsurun iklim koşulları olduğu tespit olunmuştur. Canlandırıcı hava şartlarının Avrupalılara verdiği beden ve zihin dinçliği onları sabırlı ve azimli kılarak meşakatli işlerde vasıflı hale getirirken, sıcak iklimlerin insanlarının efemineliği daima onları köleliğe mahkum eder. İşte bu yüzden Ortadoğu ve GüneyAsya’da da hiçbir zaman üstlerinden silkip atamadıkları bir kul ruhu hüküm sürer.(s. 548) Arada sırada tek ir yıl, ayağımızın altındaki toprağı adamakıllı değiştiriyor gibi görünür. Batıda 1776 işte böyle bir zamandı. Amerika’da bir vergi devrimi ihtilale dönüştü, Glasgow’da Adam Smith ekonomi politiğin ilk ve en büyük eseri ‘’Milletlerin Zenginliği’’ni tamamladı, Londra’da Edward Gibbon’ un ‘’Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’’ kitapçılarda satılmaya başlandı ve bir gece içinde büyük sansasyon yarattı. Batı Avrupalılar planlı olmaktan çok, tesadüf eseri yeni okyanus imparatorlukları kurdular ve yeni Atlantik ekonomileri toplumsal gelişmeyi tırmandırdıkça tümüyle yeni zorluklar yarattı. 18. Yy da batılılar bu zorlukları yerle bir ettiler, enerji satarak daha önce baş gösteren bütün gelişmeyi gülünç bir taklide dönüştürdüler. Batı Avrupa içinde Kuzeybatı, Güneybatıdan daha iyi konumdaydı. Kuzeybatı içinde de İngiltere hepsinden iyi konumdaydı. 1770’e gelindiğinde İngiltere diğer her ülkeye kıyasla yalnız daha yüksek ücretlere değil, daha çok kömüre, daha güçlü maliyeye ve tartışmalı olsa da daha açık kurumlara sahipti. Ancak Hollandalılar ve Fransızlarla yaptığı savaşlardan galip çıktığı için bunların yanı sıra en çok sömürgeye, ticarete ve savaş gemisine sahip olan da oydu. İngiltere yerine Fransa, Hollanda, Belçika veya Lüksemburg dünyanın atölyesi haline gelmiş olsaydı, sanayi devrimi daha ağır ilerleyerek belki 1770’ler yerine 1870’lerde patlak verirdi. Bugün yaşadığımız dünya farklı olurdu ama Batı Avrupa gene de ilk sanayi devrimini yapmış ve Batı hala hükmediyor olurdu fakat belki İngilizce değil, Fransızca daha yaygın bir dil olurdu. Elbette ki daha başta söylediğimiz üzere Çin de M.S. ilk bin yıl içinde coğrafi keşifler yönetim tarafından kesilmemiş olsaydı bugün Doğu egemenliğinden bahsediyor olurduk. Romalıların ve Çinlilerin başarısız olduğu yerde Batı Avrupalıların başarılı olmasının nedeni üç şeyin değişmiş olmasıydı: İlki teknoloji birikmeye devam etmişti. İkincisi teknolojinin birikmiş olması sonucu tarımsal imparatorlukların artık etkili silahlarının bulunuyor olmasıydı. Üçüncüsü gemilerin ticarette etkin rol oynayabilmesiydi. Daha önce ifade ettiğimiz üzere dünyadaki belirli gelişmeler çok kısa bir sürede, bir anda gelişebilmekteydi. Örneğin 1869’da açılan Süveyş Kanalı, 1869’da tamamlanan San Francisco-New York demiryolu hattı ve 1870’de bitirilen Bombay-Kalküta demiryolu hattı gibi. 1860’larda Çinli ‘’Kendini Güçlendirme’’ ve Japon ‘’Uygarlaşma ve Aydınlanma’’ hareketleri, Batının en iyi yönleri olarak gördükleri ne varsa almaya; bilim, devlet, hukuk ve tıp üzerine Batılı kitapları Çince ve Japoncaya çevirmeye ve araştırma yapmaları için Batıya heyetler göndermeye başlamışlardı. Tıpkı Osmanlı’nın 1856 Tanzimat Fermanı ve yenileşme hareketinde olduğu gibi. M.Ö. 1. Bin yılda Doğulular ve Batılıların tamamı savaşları yönetmekte en etkili örgütlenmelerin hanedan imparatorlukları olduğunu öğrenmişti. İlk giden Çin’in Qing hanedanıydı. Akabinde Rusya’nın Romanov hanedanı sona ermiştir. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1917’de iktidardan inmiş ve 1918’de Bolşevikler hepsini vurmuştu. Almanya’nın Hohenzollern’leri ve Avusturya’nın Habsburg’ları ellerini çabuk tutarak, Romanov’ların kaderinden ancak kendi yurtlarına kaçarak kurtulabildiler. Türkiye’de Osmanlılar ancak 1922’ye kadar direnebildiler. 1.Dünya Savaşı Avrupa’nın arkaik hanedan imparatorluklarını temizleyerek ve Çin’i her zamankinden de zayıf bırakarak Batı hakimiyetini pekiştirdi. Galipler Fransa ve İngiltere gözüküyordu. İngiltere, Alman sömürgelerini bünyesine katarak bir yandan okyanus imparatorluğunu Afrika, Pasifik ve eski Osmanlı İmparatorluğunun petrol yataklarına doğru daha da uzaklara genişletirken bir yandan da Doğulu müttefiki Japonya’ya kabadayılık ederek Japonların ele geçirdiği Alman sömürgelerinin çoğunu devralmıştı. 1919’a gelindiğinde dünyanın kara kütlesinin üçte birinden çoğu ve nüfusunun neredeyse üçte biri ya Londra ya da Paris’ten yönetilir olmuştu. 1929’a gelindiğinde ABD 15 milyar doları aşan yabancı yatırıma sahipti. Bu miktar 1913’te Britanyalıların sahip olduğu kadar bir miktardı ve küresel ticaretleri neredeyse yüzde 50 daha fazlaydı. Kapitalist sanayi 1928-1937 arasında çökerken Stalinli Sovyetlerin çıktısı dört katına kadar yükseldi. Japonya’nın ekonomisi 1930’larda yüzde 72 büyüdü, çelik çıktısı 18 katına çıktı fakat maliyetleri yüksek oldu. 1940’a gelindiğinde fethin Japonya’nın sorunlarına yanıt olmadığı anlaşılmış, zira savaş kaynakları ele geçirilenden daha hızlı bir şekilde tüketiyordu. Hitler bütçe açığı devlet mülkiyeti ve silahların modernleştirilmesi, 1930’larda işsizliğe köklü çözüm olarak sanayi çıktısını ikiye katladı. Hitler okyanus imparatorluklarını mağlup ederek Almanya’nın Batı kanadını sağlama aldıktan sonra Doğu Avrupa’nın Slavlarını ve Yahudilerini güçlü kuvvetli Ari çiftçilerle ikame etme planını açıkça duyurdu. Hitler, Napolyon’un bir yankısıyla Manş denizinden Moskova’nın karlarına ve Mısır’ın çöllerine yöneldi. Nitekim enerjisi bitti ve petrol kaynakları tükenince tarihteki yerini aldı. Washington’ın İsrail’i vekil devleti haline getirmesi Arap devletlerini Sovyetlere yanaşmaya itti. İsrail 1973’te Arap saldırısını püskürttüğü zaman Arap petrol ambargoları ve fiyat yükseltmeleri büsbütün yeni bir durum olan eş zamanlı durgunluk ve enflasyon anlamına gelen stagflasyon canavarını ortaya saldı ve uygarlık tarihi milenyumla birlikte Amerika’nın yazmaya başladığı bir kitap haline geldi. Toplumsal gelişimin kişi iradesinden ve inanç sistemlerinden bağımsız olması, düşünce üzerindeki baskıyı, bu baskıyı uygulayan kişilerin etkisini, inanç sistemlerini ya da hukuk düzenini elbette önemsiz kılmayacaktır. Gerçek belirleyici, toplumsal gelişimin bağımlı olduğu ekonomiye dayalı nesnel kurallardır. Batı toplumlarına yön veren belirleyici unsur, din ya da ona bağlı inanç sistemleri değil, ekonomik ilişkilerin biçim verdiği sosyal zorunluluklardı. İnanç sistemleri toplumsal düzeni değil, toplumsal düzen inanç sistemlerini belirledi. Avrupa’da 2 bin yıl içinde, mezhep ve tarikatlarıyla üç tür Hristiyanlık ortaya çıktı. Köleci dönemde barışçılığa ve eşitliğe, feodal dönemde mutlak kilise despotizmine, kapitalist aşamada ise sermaye ve ticaretin kutsallığına dönüşen bir Hristiyanlık yaşandı. Batı Avrupa kapitalizmi doğudan aldığı bilim ekonomiksosyal gelişime hizmet eden somut uygulamalara dönüştürdü ve bu tutumu siyasal sisteme yön veren politikanın temeline yerleştirdi. Batı, gelişirken geliştirtmeyen bir baskı politikasını çoğu kez askeri güç kullanarak uluslararası ilişkilere egemen kılmayı başardı. Doğudan Batıya giden bilim doğuya teknolojik tehdit olarak dönerken, doğunun zenginlikleri serbest ticaret karı olarak Batıya akmaya başladı. Doğu için yoksulluk bilimsizliği, bilimsizlik geriliği üretti. Reform hareketi, bir inanç sorunu değil, inanç üzerinden yürütülen bir sınıf mücadelesidir. Burjuvaların feodalizmi temsil eden Katolik düşüncesine karşı, kendi çıkarlarını temsil eden yeni bir Hristiyan inancına gereksinimi vardı. Protestanlık (Alman), Calvinizm (Fransa), Anglikanizm(İngiltere) ile birlikte böyle ortaya çıktı ve bu sürece ‘ Dinde yenilenmeReform-‘ adı verildi. Reform hareketinin özü, kilise var olmalı ancak burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına uygun davranmalıydı. Katolik kilisesine karşı savaş açan Alman papaz Martin Luther’e göre insanın kurtuluşu törensel ayinlerle değil, inancın dünyevi işler için kullanılmasıyla sağlanırdı. Katolik kilisesi ‘’köle emeği sömürüsünü’’, Protestanlık ve Calvinizm ‘’üretimde el emeği kullanımını’’ nasıl Tanrıya onaylatmışsa, Anglikan kilisesi de ‘’sömürge ticaretini’’ öyle Tanrıya onaylatıyor ve dini İngiliz İmparatorluğunun çıkarlarını savunan bir doktrin haline getiriyordu. Batı Avrupa’da Merkantilist devletçilikle başlayan fizyokrat liberalizmiyle gelişen ve sanayi devriminden geçerek 20. Yüzyıl tekelci kapitalizmine ulaşan uzun ve kapsamlı bir gelişim süreci yaşandı. Bu 500 yıllık dönemde kültürel ve sosyal ilerlemeler sağlanmıştır. Batı Aydınlanmasının en belirgin özelliği gelişmelerin Avrupa’nın çıkarlarında kullanılmasıdır. Batı aydınlanmasının kapsam ve içerik olarak zenginliği ne kadar gerçekse, çıkarın belirlediği bu sınır da o kadar gerçektir. Batı’nın elde ettiği ekonomik ve kültürel gelişme bu sınırın kalın bir çizgiyle çizilip politik olarak uygulanmasına dayanır. Batı dünyasının belirli gelişim virajları vardır. Rönesans ve reform gibi 1689 Haklar Bildirisi’de bunlardan birisidir. Haklar Bildirisi bilimin olduğu kadar ekonomik örgütlerin de önünü açan entelektüel bir ortam oluşturduğu, bilim ve ekonomik örgütlenme birlikte gelişti. 1689 yılında İngiliz kralı III. William dinsel hoşgörü yasası ile kiliseye, Haklar Bildirisi ile burjuvaziye ayrıcalıklar vererek batı aydınlanması sürecine yeni bir ivme kazandırmıştır. İngiltere ve Almanya’da anti feodal mücadele, çatışmalı dönemler içermesine karşın ağırlıklı olarak evrimci bir yol izlerken, Fransa’da aristokrasiye ve feodalizme karşı işçilerin ve diğer halk kesimlerinin toplumsal ve siyasal mücadeleye katılmış olmaları nedeniyle devrimci bir nitelik kazanmıştır. Fransız siyasi sistemi ve partileri, 1789 devrimi ile başlayan 1830-1848, 1870 ayaklanmalı ile süren ve bu ayaklanmaların ezilmesinin yarattığı birikim üzerine kurulmuştur. Devrim- Karşıdevrim, TutuculukDevrimcilik, Burjuvazi- Prolaterya gerilimlerinin biçim verdiği ve burjuva egemenliğine temel oluşturan bu birikim, oluşumunun doğal sonucu olarak uzlaşmaz nitelikli düşünce ve eylemleri içerisinde barındırmıştır. Karl Marx ve Frederick Engels Kendilerinden önceki düşünürlerden farklı bir özelliğe sahiptiler. Sistemin korunup geliştirilmesi değil, değiştirilmesi yönünde düşünceler ileri sürüyorlardı. 17. Yy da, 350 devletçiğe bölünmüş olan Alman toplumu tam bir tarikatlar toplumu durumundaydı. 1618-1648 yılları arasında 30 yıl süren din çatışmaları neticesinde toplumun yüzde 40’ı savaş ve salgın hastalıklar yüzünden ölmüştür. 1648 yılında yapılan Westfallen Antlaşması ile dünya sistemi yeni bir evrime doğru yol almıştır. 1807 yılında demokratik yenileşme atılımının sınırlarını belirleyen Nassau Bildirisi kabul edildi ve aynı yıl bildirinin maddelerini uygulamaya sokan Ekim Buyruğu açıklandı. (Bu gelişmelere sebep 1806 yılında Almanya’nın (Prusya)Fransa’ya yenilerek savaş sonucunda imzalanan Tilsit Antlaşmasıyla topraklarının yarısını yitirerek Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun çöküşü gerçekleşirken, Prusya Kalkınmasının da başlangıcı meydana gelmiştir.) Prusya, Kendi çevresinde bir gümrük birliği (Zollvereim) oluşturdu. 1818-1833 yılları arasında 20 eyalet devleti bir araya geldi ve Alman ulusal birliğinin Ekonomik- siyasi dayanağı oluşturuldu. Ekonomik alanda liberal, siyasi alanda ulusal olan Mart 1848 devrimi ile Alman sanayi sermayesinin gücünü arttırırken, Alman burjuva da demokratik devrimini daha ileri bir noktaya taşıdı. Sermaye birikimini arttırarak güçlenen sanayi burjuvazisi, aristokrasiyi, lonca ustalarını ve bunları temsil eden monarşiyi yok ederek iktidarın tek gücü haline geldi. Üretim yoğunlaşmasının zorunlu sonucu olarak, denizaşırı ülkelere mal satmak özel önem kazandı, sömürgeler, tarım ve madencilik başta olmak üzere yatırım haline geldi. Dünyanın her yerinden metropollere taşınan gelirler, büyük boyutlu bir sermaye birikimi yarattı ve yeniden üretime dönen bu birikim, ona sahip olanları sonsuz bir pazar gereksinimi içine sokarak bugüne dek süren küresel bir sorun haline geldi. Buharlı makinenim bulunuşuyla başlayan 1. Sanayi Devrimi, 95 yıl sonra doğru akımla çalışan ve elektromanyetik makineleri geliştiren kolektörün bulunması, iki yıl sonra ilk dinamonun geliştirilmesi ve bu makinelerin sanayi üretiminde kullanılması ile 2. Sanayi Devrimi adı verilen döneme geçmiştir. Sanayi sermayesinin olağanüstü güçlenmesine yol açan bu dönemlerden sonra bilgisayarlarla robotların üretimde kullanıldığı ve 3. Sanayi Devrimi adı verilen son dönemi de içine alarak hala devam etmektedir. 1. Sanayi Devrimi ekonomik liberalizme dayanarak burjuva demokratik açılımları gerçekleştirirken, 2. Sanayi Devrimi demokrasiyle çelişen tekelleşme sürecine hız kazandırdı. 19. Yy. da geçerli olan liberal ilişkilerin yarattığı serbest ticaret ortamında aynı dalda üretim yapan şirketler rakipleriyle eşit koşullarda yarışıyordu. Ayakta kalmak için yarışmak, yarışı kazanmak için güçlü olmak, güçlü olmak için de teknolojiye sahip olmak gerekiyordu. Dünya 20. Yy. ile birlikte her üretim dalında az sayıdaki büyük şirketin egemen olduğu bir arenaya döndü, liberalizmin yerini emperyalizm aldı. Burada artık söz konusu olan bilim değil kara bağımlı teknolojiye hizmet eden bilimdir. Avrupa uygarlığı olarak tanımlanan batı anlayışı, tarihsel açıdan, antik çağ Grek ve Roma uygarlığının sahiplenilmesine ve bu uygarlıkların kültürel ayrımcılık aracı olarak kullanılmasına dayanır. Avrupalılık anlayışında özel olarak da Avrupa aydınlanmasında Türk karşıtlığının şiddetli, kapsamlı ve kalıcı bir yeri vardır. Hitler Almanyasından kaçarak Türkiye’ye sığınan, savaştan sonra ülkesine dönerek Avrupa Birliği’nin vergi ve mali işleyişinin temellerini atan Profesör Fritz Neumark, hücrelere sinen Türk karşıtlığının Avrupa’da toplumsal bir gelenek olduğunu ifade etmekle birlikte Türklerin farkında olamasalar da Avrupalıların şu gerçeğin farkında olduğunu ifade etmiştir: Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada Tarih diye bir şey kalmaz. Dünya’da uygarlığın ölçütü yalnızca sosyal ya da sanatsal gelişkinlik değil, bunlarla birlikte silah teknolojisi ve askeri örgütlenmede sağlanan gelişkinliktir. Kendini koruyacak askeri gücü yaratamayan toplumlar yeterince uygarlaşamamış demektir. Tarihi, güncel siyasi yarar peşinde koşmadan tam bir nesnellik içinde ve bir bütün olarak ele almak, varılan her sonucu özellikle eski çağlar için kanıtlamak zor bir iştir; bilgi sabır ve emek ister. Tarihi irdeleyenlerin en önemli görevi yaşadığı toplumdaki önyargılardan kurtulmaktır. Batı merkezci tarih anlayışı için uygarlık; şimdi, geçmişte ve her zaman Avrupa’ya ait bir olgudur. Batı merkezci anlayışa göre uygarlık Yunanistan’da doğmuş, Roma’da gelişmiş ve Avrupa’ya yerleşerek burada kök salmıştır. Doğu uygarlıklarını ele almak, Türklerin bu uygarlıklar üzerinde yaptığı etkiyi incelemek ve bu incelemeden günümüze yönelik sonuç çıkartmak yalnızca bir görev değil, zorunluluktur. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli tarih kavşağı yaşamak için gereken yiyeceğin doğadan toplanması yerine, bilinçli olarak üretilmesi yani tarımın bulunmasıdır. Üretim bilinci akabinde dil ortaya çıkmıştır. İnsanların tarım faaliyetlerine başlamasıyla yerleşik hayata geçilmiş, yerleşik hayata geçilmesiyle de tarım yapılan bölgedeki insan sayısı artarak ortak yaşamın, paylaşımın ve yerleşikliğin ortaya çıkmasıyla uygarlık doğmaya başlamıştır. Çiftçilik ve çobanlığın avcılık ve toplayıcılığın yerini alarak uygarlığın ortaya çıkışı Asya’da olmuştur. Dolayısıyla yontma taş devri Asya’da M.Ö. 12 Bin yılında tamamlanırken Avrupa’da M.Ö. 7 Bin yılında tamamlanmıştır. Tarihi başlatan yazı, demir devri başlarında Orta Asya’da bulundu. Avrupa’nın yazıyı öğrenebilmesi için 4 ana devrin geçmesi gerekti. Yazı, tahıl tarımı ve üretim teknikleri ile birlikte büyük göçler yoluyla Asya’dan dünyaya yayıldı. Göçlerin neden ve sonuçları, kapsamı, dünyaya yaptığı etki henüz tüm ayrıntılarıyla ortaya konamamıştır ve aynı dönemde başka yerlerde de yerleşikliğin varlığı üzerine değişik savlar ileri sürülmektedir. Orta Asya’nın uygarlığın başlangıç yeri olduğu kanıtlanmış ve geniş bir çevrede kabul görmüş tarihi bir gerçektir. Göçlerin insanlık tarihine yaptığı en önemli etki göç edenlerin gittikleri yerlerde, daha gelişkin olduklarında egemen olmaları, geri kaldıklarında yabancı topluluklar içinde erimeleri, ancak her iki biçimde de yerel unsurlarla kaynaşmalarıydı. Ticaretin gelişmesi, ulaşım ve iletişimi önemli ve gelir sağlayan bir iş haline getirdi. Göç yolları zamanla ticaret yolları haline geldi. Tüketilenden fazla mal üretimi bilindiği üzere ticaretin doğmasına neden olmuştur. Yelkenin bulunması, denizlerin de göç ve ticaret yolu olarak kullanılmasını sağladı. Anakaraları değişik yörelerindeki tarım havzalarında, kıyı şeritlerinde, ticari kavşaklarda büyük yerleşim birimleri oluştu, kent yaşamı gelişti. Orta Asya’da bulunup geliştirilen demir ve tekerleğin ulaşım ve savaş arabaları ile silah yapımında kullanılması, At’ın askeri teknolojinin etkili bir aracı haline getirilmesi yine göçler aracılığıyla yayıldı ve uygarlık gelişimi sıradışı bir ivme kazandı. Doğuda uygarlık merkezlerinin oluşumu M.Ö. 9 Binlerde başlayan M.Ö. 3 Binden sonra yoğunlaşan çok uzun bir süreci kapsar. Orta Asya başta olmak üzere Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Mısır bu oluşumların en parlak bölgeleridir. İnsanlığın ilk dönemlerinde tek uygarlık merkezi olan Orta Asya değişen doğa ve iklim koşulları nedeniyle göç vermeye başladı. M.S. 14. Yy. a kadar süren büyük göçler M.Ö. 2 Binlerden sonra yeni bir döneme girdi. Savaş arabaları, silahlar ve savaş tekniklerinde yüksek bir düzeye ulaşan bozkırın çoban ve savaşçıları olağanüstü bir etkinlikle dünyanın büyük bir bölümüne yayıldılar. Demiri yumuşak çeliğe dönüştürme yöntemlerini geliştirmişler, maden alaşımlarını bulmuşlar, bu buluşları tarım ve iş araçları ile silah teknolojisinde ustaca kullanmışlardı. Üretim teknolojisinde –biz bu olguya ortak üretim araçlarının kullanılarak üretime geçilmesiyle meydana gelen kültür olgusu diye ifade diyoruz- eriştikleri düzey nedeniyle gittikleri her yerde son derece etkili oldular ve kalıcı dönüşümler gerçekleştirdiler. Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Anadolu ile Avrupa’da tarihe iz bırakan eylemler gerçekleştirdiler. Karşılaştıkları uygarlıklar içinde eridiler ya da onları kendi içlerinde erittiler, varlıklarını korudular ya da yok oldular. Sonuçta dünyanın çok geniş bir coğrafyasında gelişimi ileriye doğru sıçratan bir işlev yerine getiriler. Tarihin akışına yön verdiler. M.Ö. 500’e gelindiğinde Çin’in Sarıırmak boylarında, Hindistan’ın Ganj ve İndus Vadilerinde, İran Yaylasında ve Ege’nin iki yakasında özgün ve çok gelişkin uygarlıklar ortaya çıktı. Toplumsal düzeni evrensel düzenle bir tutan Çin düşüncesi, dünyada sürmekte ve belli ki sürecek olan çatışma ve çekişmelere; barışçılığı, iyilikçiliği ve saygınlığı öneriyor; inançtan çok ahlaka, mistik yaklaşımlardan çok siyasete yönelerek, evrensel bir niteliğe ulaşıyordu. Asıl Çin günümüzdeki Çin topraklarının yarısından azını oluşturan ve Kuzeyde büyük set, Güneyde Vietnam, Batıda Tibet, Doğuda Çin Denizi ile çevrilen bölgeydi. Çinliler buraya Orta İmparatorluk adını veriyorlardı. Bugünkü Mançurya, Mongolya, Çin Türkeli ve Tibet gibi asıl Çin içerisinde yer almayan ancak bugünkü Çin içerisinde kalan yerel topluluklar tarihin hemen her döneminde, gerilim ve çatışmaların kaynağı olmuştur. Tarih içinde yok olanlar dışında bugün resmen tanınan 5 özerk bölge, 29 özerk il ve 69 özerk yönetim birimi vardır. Çin’in siyasi tarihi M.Ö. 3 binlerde başlar ve 800 yıllık ilk dönemi M.Ö. 2200 de sona erer. Bu döneme Beş İmparatorluk Dönemi adı verilir. İlk Çin devletini kuran İmparator Fuhi ile kız kardeşi Niyü-Kua, Türklerin M.Ö. 5 binlerde gelip yerleştiği ve varlıklarını günümüzde de sürdürdükleri Batıdaki Kansu ilinden gelmişlerdi. M.Ö. 2200’lerden sonra üç imparatorluk dönemi denilen yeni bir dönem başlar. Bu dönemin önemli özelliği, yönetici liderin ‘’Millet Uluları’’ adı verilen bir kurul tarafından seçilmesi ve iyi işleyen bir yönetim yapısının kurulmasıydı. 3 İmparator dönemini başlatan Hiya, Yin ve Çeu ile T’sin sülaleleri, eski Çin kaynaklarına göre Batıdan, yani Türkistan’dan gelen Türklerdi. İki bin yıl süren üç sülale dönemi M.Ö. 249’da sona erdi ve 20. Yy.’a kadar süren imparatorluk dönemi başladı. İmparatorluk dönemini başlatan İmparator Çeng, İçinden çıktığı T’sin sülalesi Çin tarihçilerinin mutabık olduğu üzere halkın çoğunun Türk olduğu Kansu bölgesinde yaşıyordu ve bu bölgede yaşayan Türkler Yueşi Türkleriydi. Çeng’in yaptığı ilk iş 2 bin yıl süren Konfiçyusçuluk, ortak bir yazı, yeni yollar, posta konakları ve Türk akınlarını kesmek üzere yapımına kendisinden önce başlanılan Çin Seddi’ni bitirmek olmuştur. Çin uygarlığının bize bıraktığı ilk belgeler M.Ö. 16. yy.’a ait kemikler üzerine yazılı yazıtlar, matbaanın bulunduğu Song’lar döneminde (960-1279), ilk vatanı Çin olan kağıt Batıya Semerkand’dan geçmiştir ve heykeltıraşlık eserlerinin en eskileri 5. Yy’da Topa Türklerinin kurduğu Vey sülalesi döneminde yapılmış olanlardır. M.Ö. 5. yy’a giden Çin- Türk ilişkileri Atatürk dönemi Türkiye’si ile bilimsel bir nitelik kazanmıştır. Çin, Çok eski dönemlerden beri Kavim eritici bir makine gibi çalışmıştır ve bu nedenle Hun Hakanı Mete, Çin’e bu nedenle girmemiştir. Mete’den 5 yüz yıl sonra M.S. 3. Yy. başında; 19 Hun boyunu birleştiren ve Mete soyundan gelmesine karşın kendisine bir Çin adı alan Şan Si’li bir Türk olan Liu-Yuan Çin İmparatoru oldu. Liu- Yuan Mete’den beri Türklerin, Çin Hükümdar soyu ile akraba olduğunu söylemiş ve Çin tahtını kendisi için doğal bir hak olarak görmüştür. Türk boylarında kimliğini koruma, değerlerine sahip çıkma ya da yabancılaşmadan sakınma, etkisi günümüze dek gelen tarihsel bir gelenek ve ulusal bir tavırdır. Karşılarında başka hiçbir askeri güç kalmamışken Mete’nin Çin’e, Timur’un Hindistan’a yerleşmemiş olması bu ulusal tavrın sonucudur. Topaların (Tabgaçlar) Çin’e yaptığı en büyük katkı yüzyıllardır çözümsüz bir hale gelen toprak sorununun Orta Asya’dan getirdikleri mülkiyet ve uygulama anlayışlarıyla çözmeleriydi. Topaların uyguladığı toprak düzeni, Orta Asya’dan Selçuklulara, Oradan da Osmanlılara geçecek olan Miri toprak düzeninin hemen hemen aynısıydı. Uygarlıklar, tarihin her döneminde ve her yerde nehir vadilerinde gelişmiş, Fırat ve Dicle Mezopotamya’nın, Nil Mısır’ın, Ganj ve İndus Hindistan’ın uygarlığının can damarı olmuştur. Hindistan’da bol Muson yağmurlarının beslediği, gür bitki örtüsüne sahip toprakların ağaçlardan arındırılarak verimli tarım toprağına dönüşümü Kast düzeninin doğuşuna sebep olmuştur. Tarımla zenginleşen, varlıklarını ve ayrıcalıklarını koruyabilmek için içine kapalı kast toplulukları oluşturdular. Bu düzen, kalabalık nüfusa sahip bir ülkede dışardan gelerek iç egemenler haline gelen istilacıların bile uymak zorunda oldukları bir sosyal işleyişti. Hint uygarlığının diğer uygarlıklarda olmayan en belirgin özelliği, toplumun hemen hemen tüm kesimlerine yayılmış olan kast toplumu ve Hint inancının çileci anlayışa verdiği sıra dışı önemdir. Kast düzeni; doğal olarak Hindistan’ın tümünü kapsayan, bütünlüklü ve merkezi bir siyasal sistemin oluşmasına izin vermiyordu. Bu nedenle kastların resmen kaldırıldığı 1947 Türklerin egemenlik dönemleri dışında Hindistan’da gerçek bir siyasi birlik oluşturulamadı. Toplumu korumaya yönelik askeri bir örgütün ve bu örgütün gereksinimlerini karşılayacak silah teknolojisinin yeterince geliştirilmemesi, Hint uygarlığının kendisine zarar veren önemli bir özelliğidir. Kent yönetiminde en yüksek yetki Raca’ ya aittir. Raca tanımı küçük bir kent yöneticisinden, bölge ve ülke yöneticisine dek her büyüklükteki yönetim birimini içine alır. Bu tanım Hindistan’daki Türk egemenliği döneminde Tımar sahibi Müslüman Türkler için de kullanılmıştır. Raca’ lar bir tür Hint Feodalleridir. 1971 yılında yapılan nüfus sayımına göre 1652 ana dil ve 67 öğrenim dili saptanmıştır. Hint edebiyatı günümüzden 3 bin 500 yıl geriye gitmektedir. Dünyanın en ileri uygarlıklarından biri olan Hindistan, İngiliz sömürgeciliği olarak yaşanılan 200 yıl içerisinde tarihinin en yoksul dönemini yaşamıştır. 1875’ten 1900’e dek yaşanan 18 kıtlık 26 milyon insanın ölümüne yol açmıştır. 1943’teki Bengal kıtlığında 4 milyon kişi açlıktan ölmüştür. Hindistan I. Dünya Savaşı’nda 1 buçuk milyon evladını, 185 bin baş hayvanını, 146 milyon sterlin maddi varlığını İngiliz ordusuna teslim etmiştir. Hindistan, Büyük İskender’den İngiliz egemenliğine dek 2374 yıl boyunca sayısız işgal yaşamıştır. M.S. Hindistan’a gelen ilk Türk boyu Yueşilerdir. Türkler Hindistan’a İngilizler gibi ele geçirdikleri zenginlikleri ülkelerine götürmek için değil, Hindistan’ı yurt edinmek için gelmişlerdir. Yueşi’lerin kurduğu imparatorluğun adı Kuşhan İmparatorluğu’dur. Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra bu birliğin bir kısmı olan Akhunlar, Hindistan’a M.S. 408’ de geldiler. Bunlar Hindistan’da Hint Gupta İmparatorluğunu yıkarak yerel prensliklerin ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Gazneli Mahmud 1001 yılında Hint seferine çıkmış ve 1857 yılında dek sürecek Türk egemenliğinin Hindistan’daki temellerini atmıştır. Gaznelilerin yaptığı en önemli etki Hindistan’ı uluslararası ticarete açmışlardır. Hindistan’daki Gazneli egemenliği, Oğuzlar ve daha önce birlikte oldukları Kara Hitay Türklerinden gelen Gurlular tarafından 1187’de sona erdirildi. Gurluların Hindistan egemenliği, Gur ordusunda komutan olan Kıpçak Türkü Kutbettin Aybek adlı bir Türk tarafından yıkıldı. Aybek’in 1206’da kurduğu Delhi sultanlığı 1290’a dek hakim oldu, 1526 yılında kadar hepsi Türk olan 5 hanedan Delhi’de hüküm sürdü. 1388’de Timur Hindistan’a girdi ve 1527 yılına kadar farklı Türk sülaleleri egemen olurken Timur’un soyundan gelen Babür4 1527’de Hindistan’daki Türk varlığını İmparatorluk aşamasına getirmiştir ve Babür İmparatorluğu 1857 yılına kadar hakimiyetini sürdürmüştür. Tıpkı Roma ve Çin’de olduğu gibi Hindistan’da da Orta Asya Türklerindeki tımar sistemi uygulanmıştır. Bugün Bangladeş ve Pakistan’ı da katarsak Hindistan Büyük Yarımadasında yaşayan yaklaşık bir milyar insanın 350 milyonu Müslümandır. Bu durum erirken eritmeye gösterilebilecek iyi bir örnektir. Dicle ve Fırat’tan, İndus Vadisi’ne, Basra’dan Hazar Denizi’ne uzanan İran Yaylası, binlerce yıl eskiye giden tarihi, zengin kültürü ve son derece çeşitli etnik yapısıyla benzersiz bir uygarlığa beşiklik etmiştir. İlk İraniler Güneybatı Orta Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen Tuğrani Anzanit Türkleri idi. Anzanitler, Türkçe’nin Oğuz lehçesini konuşuyordu. Türkçe adlar kullanıyorlardı. İlk İran hükümdarları Okus (Oğuz), bir diğer hükümdarlarının adı da Kodaman’dı. İran’ın 7 bin yıl öncesine giden bilinen tarihi göçlerin tarihi gibidir. Orta Asya kökenli Med’ler, İndus kökenli Persler, birbiri içine giderek, yarattığı uygarlığı sürekli geliştirerek İran’ı günümüze kadar getirdiler. Gerçek Persler Türk akınları sonucunda göç ederek bugünkü Hindistan bölgesine 4 Güncel bir çalışma için NTV Tarih Sayı 12 Ocak 2010 sayısına bakılabilir. yerleşmişlerdir.İran tarihini; Emleş, Hasanlu(Azerbaycan), Lüristan gibi Yerel Kültürler Dönemi (M.Ö. 3000-M.Ö. 7. Yy.) ; Med İmparatorluğu (İskit Dahil) Dönemi (M.Ö. 764- M.Ö. 550) ; Pers İmparatorluğu ( Akamanışlar) Dönemi (M.Ö. 550- M.Ö. 330) ; Büyük İskender ve ardılları Dönemi (M.Ö. 330- M.Ö. 255) ; Part İmparatorluğu dönemi (M.Ö. 255-M.S. 224) ; Sasani Dönemi (M.S. 224-651) ve 651 den günümüze dek süren Son Dönem olarak yedi döneme ayırabiliriz. Sasaniler döneminde yönetici sınıfın dili Oğuz dilidir. İran’da tıpkı Hindistan’daki gibi çok ve çeşitli inanç biçimi, iç içe geçmiş ve o kadar birbirini etkilemiştir ki din tarihinin sorunlarının büyük bölümü bu ülkede yaşanmıştır. İran tarihinin ilk döneminde geçerli tanrı kavramı, Türklerdeki Gök Tanrı kavramının aynısıdır. Orta Asya’dan Kalde’ye, Sümer ‘den Hindistan’a, Etiler’den Asurlulara kadar birçok kültürden beslenerek gelişen İran uygarlığı, binlerce yıllık birikimle büyük bir zenginliğe sahiptir. Eski İran’daki ilk devlet örgütlerinin küçük beylikler halinde Altay Dağları eteklerinden gelen insanlar tarafından kurulduğu, yapılan kazılar neticesinde ele geçen yazılı tablet ve dikilitaşlardan anlaşılmıştır. İran’da ilk büyük devlet M.Ö. 2000 lerde Elam bölgesinde Sil Haha’lar tarafından kuruldu. Hanedan temeline dayanan bu devletin en büyük ve güçlü kişisi büyük hükümdar olarak tanınıyor, diğer beylikler ona bağlı olarak varlıklarını sürdürüyordu. Türk yönetim anlayışının Orta Asya’ya özgü bu biçimi, On-Ok’larda, Büyük Hun Devleti’nde bunlarla aynı kökten inen Tukyu ve İran Part’larında ve tabi ki Selçuklu ve Osmanlılarda fazla bir değişikliğe uğramadan aynen kullanıldı. Pers Devleti gerçek bir Doğu Konfederasyonu yaratmayı başardı. Akamaniş Devleti bir merkeze bağlı 23 eyaletten oluşuyordu. Her eyalette Üçler Kurulu adı verilen yerel yönetim birimi vardı. Tarihsel olarak Türk-İran ilişkilerinin Türkler için anlamı, bu ilişkilerin genel Türk tarihinin bir parçası, İranlılar için ise tarihlerinin tümünü kapsayan bir konu olmasıdır. Büyük göçlerin geçiş noktası üzerinde olması, İran’a ister istemez sürekli bir Türk etkisiyle karşı karşıya bırakmıştır. İran’daki Türk nüfusu, İran’ın nüfusunun yarısına yakındır. 9. yy. dan başlayarak 14. Yy. a dek süren 500 yıl içerisinde, Güneybatı Orta Asya, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da sıra dışı bir aydınlanma ve uygarlık gelişimi yaşandı. Avrupa, Ortaçağ karanlığını yaşarken Bağdat ye da Semerkant sokakları birkaç dil bilen insanlarla doluydu. Büyük uyanışın öncülüğünü yapan düşünürlerin büyük çoğunluğu Müslümandı. Kuzey Afrika ve İspanya’ya bilim Doğu’dan gelmişti. Endülüs Emevi devletini kuranlar, önemli oranda Kuzey Afrika’ya yerleşen Berber Hazar boylarıydı, Endülüs’ü fetheden komutan Tarık Bin Ziyad, Türk’tü. İslam Uygarlığı bir merkezden doğmamıştır. Merkezi devlette tüm yetkileri toplayan halifelerin başkenti bile İslam uygarlığının doğum yeri olmamıştır. Bu uygarlık Doğu ve Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Tunus ve İspanya’da yaratıcılığın doruğa ulaştığı ve sürekli olarak birbirini etkileyen pek çok ocaktan doğmuştur. Bu uygarlığın içinde Orta Asya’nın önceliğini görmemek bilime haksızlık olacaktır. Doğru olan bu topraklara borçlu olduğumuz her şeyin bir bütün halinde ele alınmasıdır. Kitaba karşı düşmanlık Ortaçağ boyunca geleneksel bir tutum haline gelmişken, Semerkant, Bağdat ya da Kurtuba’lı bilginler, Antik Çağ’da yaratılmış olan bilimsel birikimi geliştirmekle kalmamış, bu birikimi yok olmaktan kurtararak Batı’ya öğretmişlerdir. Başta İngilizler olmak üzere Batı dünyasının çok övündükleri ve içinde okuma-tartışma salonları bulunan günümüz kulüpleri bin yıl önce Semerkant, Horasan, Bağdat ve Kurtuba’da kurulmuş ve aydınları ağırlamışlardı. Şam, Kahire, Semerkant, Kurtuba, Merv’deki kütüphanelerin her birinde 1 milyona yakın kitap vardı. Irak’ın küçük kasabası Necef kütüphanesinde 40 bin kitap vardı. Kahire kütüphanesinde felsefe üzerine 18 bin, matematik üzerine 6 bin 500 kitap bulunuyordu. Bugün Berlin ulusal Kütüphanesi’nde 1 milyon 230 bin, Roma ulusal Kütüphanesi’nde 677 bin kitap olduğu düşünülürse bin yıl öncesinin İslam medeniyetindeki kitap sayılarının ne anlam ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Türk İslam medeniyetindeki ilerleme 16. Yy. dan sonra gerileme sürecine girmiş, cahil bırakılan halk Kur’an’ı yetersiz hocalardan öğrenmeye başlarken, Batı büyük bir eğitim atılım ile herkesin her şeyi öğrenme olanağına erişmiştir. 9. Yy. başında Batı Avrupa’daki Hristiyan topraklarını birleştirerek Kutsal Rome Germen İmparatorluğunu kuran Şarlman, İmparator olduktan sonra ilerlemiş yaşında okuma yazma öğrenmiştir. 9.-14. Yy. lar arasında Doğu’da medeniyet çağının ötesine erişmişken, Orta ve Batı Avrupa’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 95 oranını bulmuştur. Bilgisizliğin ve bilinçsizliğin yaratacağı özgüven yoksunluğu, ‘Biz adam olmayız, bilim ve uygarlık Batı’dadır, uygar olmak için Batı gibi olmalıyız, ona benzemeliyiz’ türünde dile getirilen propagandalar Doğu insanı üzerinde düşünsel bir baskı oluşturmaktadır. Geri kalmışlığın yarattığı edilgenlik, bugünü mutlaklaştıran eğilimlerin gelişmesine yol açarken, geçmişi bilmemek bu olumsuz süreci hızlandırmaktadır. Asıl olan, doğaya ve yaşama uygunluk, tarihi bütünüyle kavramak ve bilinçle davranıp gereğini yapmaktır. Bilimde öncülüğün Doğudan Batıya geçmesi ve üstünlüğün teknolojik saldırganlığa dönüşerek sürmesi, her şeyden önce bir insanlık sorunudur. Çözülmeyi önleyen şiddet, teknolojiye, teknoloji de bilime dayandırılmıştır. Bu bilim artık bilimden çok, baskı ve şiddetin aracıdır, onun hizmetindedir. Geçmişi bilmeyenin geleceği olamaz. Doğu hiçbir dönemde bilimi şiddetin ve sistemli sömürünün aracı olarak kullanmadı. İnsana hizmeti, gelişkinliği ve ilerlemeyi tek amaç olarak bildi. Binlerce yılda oluşan köklü kültürüyle, insana ve doğaya yabancılaşmadığı için yeniden uygarlığın merkezi olması kaçınılmazdır. Doğu aydınlanmasına 500 yıl yön veren ve inancı akılla birleştirerek kaderciliği reddeden Mutezile Felsefesi ‘’Türk illerinden’’ getirilen aydınlar tarafından yaratılmıştır. TÜRK UYGARLIĞI Tarihte hiçbir toplum, Türkler kadar dünyaya açılıp geniş alanlara yayılmadı, hiçbir toplum kendisini ve ilişki kurduğu toplulukları Türkler kadar değiştirmedi, hiçbir toplum tarihin akışı üzerinde Türkler kadar etkili olmadı, dönemine ve geleceğine yön vermedi. Eriştiği ekonomik güçle, son iki yüzyılda dünya egemenliğine yönelen Batı için Türk karşıtlığı, politik gereksinimlerin yol açtığı, bilinçli ve çıkar amaçlı bir eylemdir. Batı tarihinin büyük bölümü, Türklerle çatışmanın ve mücadele etmenin tarihidir. Batı için Dünya tarihi Avrupa tarihidir. Uygarlığın merkezi Avrupa’dır. Bu uygarlık, beyaz Avrupalı ırkın üstünlüğüne, Grek ve Roma’nın mirasçılığına ve Hristiyanlığın yüksek erdemlerine dayanır. Aşkaabat yakınındaki Anav’da arkeologların yaptığı çalışmalar sonucunda neolitik uygarlığın (Orta Taş ve madencilik arasındaki Cilalı Taş Dönemi) M.Ö. 9 binde, hayvancılığın M.Ö. 8 binde, madenciliğin ise M.Ö. 6 binde yani madencilikte bilinen en eski merkez olan İran’daki Sus’ tan bin yıl önce burada başladığını açıklamışlardır. Kuzey Orta Asya’daki Uluken Vadisi Sülyek Köyü’nde bulunan M.Ö. 7 bin e ait yazıt, bugüne dek bulunan en eski yazıttır. Ön Türk dilinin ilk kez burada oluştuğunu ortaya çıkartan bir belge niteliğindedir. Yavuz Sultan Selim’in Hilafeti İstanbul’a getirmesiyle, Türklüğe olan yabancılaşma hızlanmış, bu tarihten sonra Türk kimliğini devlet değil, devlete rağmen halk yaşatmıştı. 18. Yy. dan sonra gelişen milliyetçilik akımları imparatorluk içindeki tüm etnik toplulukları önlenemez biçimde uluslaşmaya götürürken, yalnızca Türkler, üstelik kendi devleti tarafından bu gelişmenin dışında tutulmuştu. Türkçülüğe verilen önem Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Türk İstiklal Savaşı’nın zafer ile tamamlanmasından sonra, bilimsel çerçevede bir bilinçle yayılmıştır. Atatürk’ün önderliğinde eğitim çalışmaları, müze çalışmaları, arkeolojik kazılar yapılmakla birlikte, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi kuruldu. Türk Tarih Tezi kabul edildi. Türkçü ideolojide bir eğitim sistemi oluştu. 1939’da Mustafa Kemal’in ölümünden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, liselerde okutulan ve Atatürk’ün hazırlanmasıyla bizzat ilgilendiği tarih kitabı eğitim programlarında çıkartıldı. İsmet İnönü ile başlayan Türk karşıtlığı ve İslam ağırlıklı ideoloji 1960’lı yıllarda Aydınlar Ocağı çatısı altında Türk İslam Sentezi adıyla somut bir yapıya bürünmüştür. 1968’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ‘’Biz devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri İmam Hatip okullarında yetiştiriyoruz’’ diyecek kadar kurucu ideolojiden sapmıştır. Tanzimat Batıcılığından Arap Ümmetçiliğine dek, ulus karşıtı her çeşit siyasi eğilim varlıklarıyla çelişen uluslaşma gelişimine karşı çıkarak bu gelişimin simgesi olan Atatürk’le çatışmaktadır. Atatürk, ulusal varlığı koruyan ve onu ayakta tutan bir eylemi gerçekleştirmekle kalmamış, Batı’nın her zaman rahatsızlık duyduğu Türk tarihini, gerçek boyut ve bilimsel kanıtlarıyla ortaya çıkartmaya çalışmıştı. Dünya tarihi bir anlamda kurulan, genişleyen ve yok olan devletlerin tarihi gibidir. Tarım ve iş araçlarını bularak yerleşik yaşama geçen insanlar, oluşmakta olan toplumsal yaşamı düzene sokmak, geliştirmek ve korumak için; kural koyan, koyduğu kuralı uygulatan bir güce gereksinim duydu. Devlet, bu gereksinim sonucu ortaya çıktı. Başlangıçta toplumu oluşturanların tümünü temsil ediyor ve insanlar onda biraz kendilerini buluyordu.5 Fakat gelişen toplumsal ayrışma sonucu devlet, zamanla güçlü olanların yön verdiği bir örgüte dönüştü; siyasi, hukuksal ve askeri alanda geliştirilen yapılarla birlikte günümüze dek geldi. Devleti kurmak, onu güçlendirmek ve bu güce toplumsal değer yaratacak biçimde kalıcı kılmak gelişmenin ve uygarlaşmanın ölçütüydü. Batı’da devlet, köleciliğe dayalı üretim ilişkileri ile birlikte ortaya çıktı. Devletin amacı köle sahiplerini korumak, bunun için de köleleri baskı altına almaktı. Batılı devlet önce içinden çıktığı topluma şiddet uyguladı. Türk toplumlarında devlet gücünü şiddet aracı olarak içe değil, Boy, Budun ya da Kavmin haklarını korumak için dışa karşı kullandı. Toplumun tümünü, genel çıkarlarını savundu. Türk tarihi bir anlamda devlet kurmanın tarihi haline gelmiştir. 6 Yarkent, Hotan, Kuca, Karaşar, Turfan ve Kaşgar gibi Türk kentleri dönemin ileri uygarlık merkezleriydi. Alma-Ata yakınlarındaki Eşik ve Altay dapları eteklerindeki Pazırık ile Baykal gölü kenarındaki Noyun Ula kazılarında Türk medeniyetinin en nadide eserleri ortaya çıkarılmıştır. İskit(Saka) İmparatorluğu, devlet yönetim geleneği itibarıyla hala devam etmekle birlikte Güney Sibirya, Altay ve Tanrı Dağı kültürüne dayanıyor, döneminin en gelişkin sanat-sanayi ürünlerini içeriyordu. Madencilik konusunda çığır açmışlardı. İskitler Güney Sibirya’dan Hindistan’a, Orta Asya’dan Britanya’ya kadar yayılan büyük medeniyetlerinin sonuna doğru önce Doğu’dan gelen Sarmat’larla karıştılar, daha sonra aynı kökenli Traklar ve Roksolanlar için de eriyerek M.S. 2 yy. da tarih içinde evrim geçirerek, farklı kavimlerin içerisinde varlıklarını devam ettirdiler. Saka Türklerinin bir devamı niteliğinde olan Göktürk Devleti, bıraktıkları Orhun Yazıtlarıyla Türk tarihinde özel bir öneme sahiptir. Göktürkler yönetim sistemi, askeri yapılanma, bilim ve eğitimin örgütlenmesi konularında Türk devlet kültüründe süregelen bir öneme sahiptirler. Kudirge, Kuray, Gökbulak ve IşıkKul kazılarıyla birlikte Tuva bölgesinde bulunan sekizgen planlı tapınaklar ve Balballar Göktürk medeniyetinden kalan değerli eserlerdir. Göktürklerin en önemli devlet yönetme geleneği yönetime katılımcılık ile etnik ve dinsel hoşgörüdür. Türkler, kurmuş oldukları birçok devletlerden ayrı olarak, tarihe başka milletler adına kaydedilmiş olan bir çok devletin kuruluşunda yer almışlar ve bunların gelişip güçlenmesinde belirleyici biçimde yön vermişlerdir. 5 6 Tunguz Türkleri ‘Önce Devlet’, Kıpçak Türkleri ‘Önce Millet’ der. Güncel bir çalışma için 21.Yüzyıl DergisiOcak 2014 sayısına bakılabilir. Göç eylemi, özgürlüklerine düşkün Türkleri, bunu korumanın zorunlu koşulu olarak, devlet kurmanın ve onu güçlü kılmanın uzmanları haline getirmiştir. İklimsel değişiklikler ve doğa olayları, bir zamanlar yaşama son derece elverişli Orta Asya’yı çölleştirmiş ve Türkleri ana yurtları olan bu topraklardan ayrılmaya zorlamıştır. Batı’da kölecilikle başlayan devlet toplumu şiddetle ezen bir gücü temsil ederken, Türkler de millet (Budun) varlığını koruyan, toplumun tümünü temsil eden, kamusal bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Uygarlığın en önemli göstergesi güçlü bir ordudur. Ordu ve ordunun yarattığı güç, içi boş duygular ve sanlarla değil; yüksek bir eğitim, inanç sağlamlığı, teknolojik olanaklar ve bu olanakların arkasındaki bilimsel-teknik gelişmeyle sağlanır. Gelişkin toplumlar gelişkin ordular kurarlar. Çadırda yaşayan, tarımı bilmeyen ya da bir şey üretemeyen bir toplumun tarihin hemen her döneminde ve geniş alanlarda uzun süren egemenlikler kurması, buradaki toplumları içinde eritebilmesi olanaksızdır. Günümüzde, teknolojik üstünlüğe sahip ordularıyla övünen ve bu orduları uygarlıklarının doğal ürünü olarak kabul eden batılıların, konu Türk tarihi ve ordusu olduğunda içine düştüğü çelişki herhalde bilimin değil, siyasi propagandanın ilgi alanına giren bir konudur. Türklerde her yaşta insan, savaşmayı, ülkeyi ve kavmi korumanın kendilerine yüklediği bir görev olarak görürdü. Bu uğurda ölmek Türkler için görevini yerine getirmenin en ihtişamlı biçimiydi. Günümüze dek gelen bu gelenek, toplumsal ahlak ve bu ahlaka dayanan bir ulusal bilinçti. Bütün Türk devletlerinin birbirinden aldıkları bu yönetim geleneklerine en güzel örnek M.Ö. 3 binlerde Sümerlerdeki savaş ve sanayi alanındaki onluk sistemin M.S. 2 binlerde, günümüz Türklerinde de kullanıyor olmasıdır. Savaş teknolojisi alanında bir çok ilk Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Savaş arabaları, demirden çift üzengi, üzengi aracılığıyla atın savaş aracı haline getirilmesi, maden-deri karışımı zırh, ses çıkaran döner oklar, kundaklı yay, eğik uçlu hançer, süvari düşürücü mızraklı kement ve top Türkler tarafından bulunuş ve etkili bir biçimde kullanılmıştır. Çinliler, kullandıkları arabaların yüksekliği nedeniyle Türklere ‘’Yüksek Arabalılar’’ adını vermişti. Demirden çift üzengi, döneminin savaş teknolojisi için gerçek bir devrim niteliğindeydi. Üzengi, süvarinin sadece ayaklarını kullanarak atın üzerinde sağlam durmasını sağlamakla kalmıyor, süvarinin vuruş gücünü atın hızına bağlı olarak arttırıyor ve süvariye olağanüstü bir dinamizm kazandırıyordu. Madeni başlık ve zırh ilk kez Türk süvariler tarafından kullanılmıştır. Batı’nın kökleri, köleciliğe giden çıkarcılığı, bireyselliği ve şiddete yatkınlığı ile Doğu’nun paylaşımcılığı, toplumculuğu ve barışçılığı yalnızca bugünün gerçekçiliği değil, binlerce yılda oluşmuş özelliklerdir. Batı’da yönetilenler, yöneten için Türklerde ise yöneten, yönetilenler için vardı. Örneğin Fransa Kralı IV. Loise ‘’Devlet Benim. Uyruklarımın canı ve malı benimdir’’ derken, Orhun yazıtlarında Bilge Kağan ‘’Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım’’ diyordu. Türklerde ‘’İl mi yaman bey mi yaman’’ özdeyişi egemenliğin Hakanda olmayıp, İl’de yani halkta olduğunu gösteren bir tümcedir. Göktürk Kağanı Kapgan, halka kötü davrandığı için 716 yılında öldürülmüştür. Bu gelenek Osmanlı’ya karşı Türkmen isyanlarında ve özellikle Batı Anadolu’da yaygın olan Zeybek geleneğiyle günümüze kadar gelmiştir.7 Büyük göçler, nüfus, iklim, ve doğa koşullarının değişmesi nedeniyle, yeni yaşam alanları bulmak için yerleşik ve göçebe, toplumun tümümün katıldığı zorunlu olarak girişilen olağanüstü bir eylemdir. Büyük göçlerle göçebeliği birbirine karıştırmamak gerekir. Türkler göçebe değil göçmendirler. Çünkü göç ettikleri yerlere uygarlık getirirler. M.S. 11 yüzyıldaki son büyük Türk göçünde o dönem 8 milyon insanın yaşadığı düşünülen Anadolu’ya gelen göçmen sayısı 600.000 civarindadır. Türklerin Türkleştirme hareketi zor’a değil özgür seçime dayanmaktadır. Doğan Avcıoglu’na göre Kıpçak Türklerinin bir kolu olan Bulgar Türkleri M.S. 530’da Fırat-Trabzon bölgesine, Avar Türkleri M.S. 557’de doğu Anadolu’ya ve sınır bölgelerine, Bizans İmparatorlarının isteği ve onayıyla yerleşmişlerdir. Hazarlar, Fergana Türkleri Peçenekler 1071’den önce Anadolu’ya yerleşen diğer Türk boylarıydı. Durağanlığı (Atalet-İşşizlik) , tutuculuğu ve uyuşukluğu (tembellik) sevmeyen, her zaman hareketli ve atak, öğrenmeye ve bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler, bu niteliklerini büyük oranda binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle kazanmıştır. İklim değişiklikleri, eski dönemlerde bir iç denize ve verimli topraklara sahip Orta Asya’da, tarım arazilerinin ve yerleşim yerlerinin kumla örtülmesine, hayvanları besleyen otlakların yok olmasına neden oldu. Türk ulusal bilincinde göç olgusu bir yaşam tarzıdır. Bu ulusal bilince göre; yeni yurda sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalı, bunun içinde örgütlü ve güçlü olunmalıydı. Bu yaklaşım Türklerin neredeyse genlerine işleyen kutsal bir milli ülkü halini almıştı. Bu milli ülkü Türk toplumunun kendine özgü niteliğini yani onu başka toplumlardan ayıran özyapı (seciyekarakter)‘yı ortaya çıkarır. Özyapı oluşumu, binlerce yıllık geçmişe dayanan ve sürekli değişimle yenilenen sonsuz bir süreçtir. Rus tarihçi Bosfort’a göre Türkler arslan gibi gururlu, doğal kusurlarından arınmış, ev işlerini sevmeyen, savaşlarda yüksek yeteneğe sahip kişilerdir. Ön Moğol tarihinde, Cengizhan’ın içinden çıktığı kabul edilen Borcigin Boyunun atası Bodoncar, Türkleri ‘’büyüğü küçüğü yok, iyisi kötüsü de yok, baş olanda ayak olanda yok, hepsi eşit‘’ biçiminde tanımlamıştır. İngiliz gazeteci D.HotHam 1958-1966 yılları arasında Türkiye’de görev yaptıktan sonra ‘’Türkler hakkında nazik, yardımsever, devlet otoritesine saygılı, bireysel özgürlüğe aşırı düşkünlerdir. Kendilerini yönetecek bir diktatörün peşinden koşarlar, ama ille de demokrasi diye diretirler.’’ Demektir. Güney Kore’nin Türkiye’de görev yapmış diplomatı H.Lee 2002’de Türkler ile ilgili yazdığı kitapta Türklerin karakterini şöyle anlatmıştır: ‘’Türkler Batı giysileri içinde Doğulu yürekleri olan insanlardır. Sempatik ve duyguludurlar. Birbirlerine ‘canım, şekerim, balım’ gibi, Korece’de karşılığı olmayan ve bizim alışkın olmadığımız sevgi sözcükleri ile seslenirler. Yardımseverdirler. Yolda bir kaza olsa herkes yardıma 7 Güncel bir çalışma için NTV Tarih Sayı 51Nisan 2013 sayısına bakılabilir. koşar. Dünya’da hiç kimse Türkler kadar konuksever olamaz. Eve gelen konuğu tanrının gönderdiğine inanırlar.’’8 Türkler, Dünyaya yayılıp tarih boyunca küresel davranmışlar, ama baskı ve sömürüye dayanan günümüzdeki kapitalist küreselleşmeye ve onun tarihsel kökleri olan köleci ve feodal despotluğa her zaman karşı durmuşlardır. Emperyalist merkezlere karşı, az gelişmiş ülkelerin yürütebileceği tek mücadele biçimi olan Milliyetçilik, içine her türlü siyasi eğilimi alan bir demokrasi mücadelesidir. Türk devrimi ve Atatürkçülük, bu mücadelenin en son örneğidir. Türk kültüründe hayvanların özel bir önemi vardır. Kuş, yol gösterdiğinden Hunlar için uğurlu bir hayvandır. Kurt, bağımsızlık ve özgürlüğün simgesi, kutsal bir hayvandır. Kıpçaklar, Göktürkler, Avarlar Kurt’a kutsal bir önem atfetmişlerdir. Eski Türk inancına göre ulu bir ağaç, toprağın derinliklerine giden kökleri ve göğe uzanan dallarıyla gücün ve sonsuzluğun simgesidir. Kayın ağacının böyle bir önemi vardır. Türkler’de kadının siyasal yaşamda önemli bir yeri ve kabul edilmiş hatları vardı. Dönemin inanç düzenini, erkeğin kutsal kuvvetini öne çıkaran Toyonizm ile kadına önem veren Şamanizm’in oluşturduğu ve bunların tasavvufi birer yorum olduğu az bilinen gerçeklerdir. Türkler’de Hakan’ın iktidar ortağı olan Hatun’un ünvanı Türkan’dı. Kadınlar Türk ordularında savaşçı bir rol edinmişlerdir. Amazonlar Türk kadın savaşçılara önemli bir örnektir.9 Saka Türklerini kadın hükümdarı Tomris ile Selçuklularda Terken Hatun Türk devlet yönetimindeki kadın yöneticilerdir. Dülkadir Beyliği’nin 30.000 erkek ve 30.000 kadından oluşan bir ordusu vardı. İspanya’da Müslüman fethini başlatan Türk komutan Tarık Bin Ziyad’ın ordusunda savaşçı kadınlardan oluşan birlikler vardı. Türk Kurtuluş Savaşı’nda Kara Fatma, Nene Hatun, Fatma Seher, Ayşe Hanım, Fatma Kadın gibi Kuvayi Milliye’ci Türk kadınları bulunmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u10 aldıktan sonra ve Mustafa Kemal’in Büyük Taaruzdan sonra intikamını aldıkdedikleri bir Türk devleti olan Truva Devleti’nin, Meşhur Truva Savaşı’nda Amazon Türk kadınları da savaşmıştır. Türkler’de iş ve ticaret ilişkileri, sosyal yaşamın temelini teşkil eden değer yargılarının dışında tutulmayıp, dürüstlüğe dayanan dayanışmacı toplumsal kültür ticaret ilişkilerinde de geçerliydi. Mesleğe yol adı verilir ve ‘’yol’daki büyüğü (ustayı), soydaki büyükten ileri’’ sayarlardı. Bektaşilerin ‘’Belden gelen seyyid (önder) değil, il’den (işten) gelen seyyiddir.’’ Sözü, meleğe verilen önemi gösterir özdeyişlerdir. Günümüzden 5.000 yıl önce yaşayan Sümer’de hemen her mesleğin kural belirleyen bir örgütü vardı. 8 Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Ank. 2003, s.101Türk -Dünyası Edebiyat Tarihi, C.1, s.134 9 Güncel bir çalışma için NTV Tarih 48. sayısına bakılabilir. 10 Güncel bir çalışma için NTV Tarih 52. sayısına bakılabilir. M.Ö. 2400’lerde balıkçılarının bir loncası var ve lonca önderine baba deniliyordu. Anadolu Selçukluları döneminde gerçekleşen ve tüm meslek dallarını kapsayan Ahi örgütleri meslek ahlakına verilen önemin nişaneleridir. Tarihsel evrim yasaları çerçevesinde, Selçuklu ve Osmanlı toplum düzeninin biçimlenişi ve evrimini anlayabilmek için hem İran-Arap-Bizans karışımı İslam Toplumsal yapısını, hem de Orta Asya Türk-Moğol yapısını, evrimi içinde birlikte incelemek gerekir. Bu nedenle tarihimizi Anadolu’daki köklerinden de, Orta Asya’daki köklerinden de koparma olanağı yoktur. Hun ve Göktürklerde olduğu gibi özellikle sınır bölgelerinde vergi toplamaya yetkili merkeze bağlı yönetim birimleri oluşturulmuştur. Selçuklu’da başlayan, Osmanlı’larda devam eden İkta ve Tımar sisteminin ön uygulamaları Hun ve Göktürk dönemlerinde yapılmıştı. Feth edilen toprakların kullanımının, mülki hakkı saklı tutulmak koşuluyla yurtluk olarak göçebe boylara verilmesi eski bir Orta Asya geleneğiydi. Selçuklularda ki İkta ya da Osmanlılardaki dirlik ile Batı Fief’i ya da Arap-Abbasi İktası arasında amaç ve işleyiş bakımından önemli farklılıklar vardır. Türk sisteminde, İkta örgütlenmesini belirleyen Orta Asya gelenekleri korunmuş ve İkta sahibine (Mukta) toprak ya da üzerinde yaşayan insanlar üzerinde kullanım ayrıcalığı tanınmamıştı: ayrıcalık sadece vergiyle sınırlı tutulmuştu. Abbasilerde İkta miktarları eylemsel olarak denetlenmesi mümkün olmayacak kadar büyüktü. Batı Fief’inde toprak, üzerinde yaşayan insanlarla birlikte ve onlar da kullanılacak mal gibi kabul edilerek veriliyor Fief’in özel mülkiyete dönüşmesini engelleyecek bir önlem alınmıyordu. Yalnızca Avrupa Feodalizmin’deki Fief’lerden ya da Bizans’ın asker-toprak ilişkisini düzenleyen Pronoia’lardan değil, Arapların Kat’ia’sindan Sırpların Bastinası’ndan ve diğer Orta Çağ uygulamalarından farklı olarak Türkler’deki toprak sistemi toprağı kullanan halkı kollayan bir sistemdi. Türkler, Fethedilen yerlerde, yerel halkın inancına ve yaşam biçimine karışmama, onlara bu yönde baskı uygulamama davranışı sergilemişlerdir. Bu yönetim anlayışı ile Osmanlı İmparatorluğu 22 millet, 36 boy ve kavim ve binden çok etnik ya da dinsel yapılanma ile yönetimi altındaki insanlara tarihlerinin en çatışmasız ve gönençli dönemlerini yaşatmışlardır. Osmanlıların İmparatorluğa adını veren 1.Osman Selçuklu Hakanı 3.Alaattin’in Halefi olarak kabul edilmiştir. Nitekim Selçukluların geliştirdiği Türk Tımar sistemi sürdürülmüş, ırsi askeri tımar işleyişi devam etmiş, denizcilik ve donanma hizmeti tımarları ile askeri yapılanma ve ordu işleyişi korunmuş; yönetim sistemi, hukuk, eğitim ve vergi düzenleri geliştirilerek sürdürülmüştür. Doğan Avcıoğlu Türklerin tarih adlı kitabında Anadolu’yu hızla kalkındırmayı amaçlayan Selçuklu tutumuyla Atatürk’ün politikaları arasında anlayış olarak örtüşme olduğunu söylemiştir. Şu iyi bilinmelidir ki Anadolu’yu Selçuklular ve Osmanlılar Türkleştirip İslamlaştırdılar. Resim 35 : Büyük Selçuklu Devleti Oğuz Türkleri, Uygurlarla birlikte Tunguz etnik boyundan biridir. 6.yy’da Göktürk İmparatorluğu içinde yer almışlardır. Göktürk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Göktürk içindeki Kıpçak Aristokrat ve kurmaylarının Hazar Hanlığı bünyesine katılmasıyla, Hazarların içerisinde yer almışlardır. Bir kısmı da Uygur Devleti içerisinde bulunmuştur. 10.yy’da Hazarlar ile Uygurların zayıflamasıyla Hazar Denizi’nin batısında ayrı bir devlet olarak mücadelelerini sürdürdüler. Resim 36: 900 Yılında Avrasya Hâkaniye ve İlig-Hanlar adlarıyla da anılan Karahanlı Devleti, başta Karluklar olmak üzere Çiğil, Yağma ve Tuhsı gibi Türk Boylarına dayanıyordu. Karluklar, Balasagun merkez olmak üzere Yedi-su bölgesinde bir devlet kurmuşlardı. Karluk yabgusu, bağlı bulunduğu Uygur Hakanlığı'nın 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine istiklâlini ilân etti. Kendisini Türk hakanlarının yasal halefi sayan yabgu ‘Karahan’ unvanını aldı. Karahanlıların ilk hükümdarı olarak bilinen Bilge Kül Kadir Han, Maverâünnehir'deki Sâmanî devleti ile mücadelelerde bulundu. Oğullarından Arslan Han ulu hakan olarak Balasagun'da, Oğulcak Kadir Han ise Talas'ta oturdular. Kadir Han 893'te başkenti Kaşgar'a nakletti. Bu dönemde yeğeni Satuk Buğra Han Müslümanlarla temas kurdu ve Karahanlı Devleti'nin başına geçince de İslâmiyet'i resmî din olarak kabul etti (920). Bu tarihten sonra Abdülkerim Satuk Buğra han adıyla anıldı. Ancak Karahanlı sınırları içerisindeki halkın tamamıyla İslâmiyet'i seçmesi Satuk Buğra Han'ın oğlu Baytaş zamanında gerçekleşmiştir. Karahanlılar, Samaniler devletine son verdi (999). Ebu Nasr Ahmed Abbasi halifesi tarafından bir İslâm hükümdarı olarak tanınan ilk Karahanlı hanı olmuştur. Karahanlı Devleti'nin sınırları Balasagun, Özkent ve Tarım Havzası'nın batı kısmı ile Karakurum dağları dolaylarına kadar genişlemişti. Güneyde Gazneliler ile komşu oldular ve mücadele ettiler. Ancak hanedan arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde devlet Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı (1042). Doğu Karahanlıların başında Tamgaç Buğra Han; Batı Karahanlıların başında ise Ahmet Arslan Han bulunuyordu. Doğu Karahanlı Devleti'nin (1042-1211) sınırları Kaşgar, Fergana, Balkaş gölü civarına kadar uzanmaktaydı. Devletin merkezi zaman zaman Balasagun, Talas ve Kaşgar şehirleri olmuştur. Doğu Karahanlı Devleti'nin ilk hükümdarı sayılan Tamgaç Buğra Han âdil ve dindar bir kişi olarak tanınmaktaydı. Yusuf Has Hacib'in yazdığı Kutadgu Bilig bu hükümdara sunulmuştur. Doğu Karahanlı Devleti 1090 yılında Selçuklulara bağlandı. Devlet 1133 yılında Moğol asıllı Karahıtayların hâkimiyetine girdi. Bu durum 1211'e kadar devam etti. Bölgenin tamamı Cengiz Han tarafından istilâ edildi. Batı Karahanlı Devleti ise (1042-1212) sınırları batıda Aral gölünden doğuda Çimkent ve Özkent'e kadar uzanmaktaydı. Devletin başkenti önceleri Özkent idi. Daha sonra Semerkant ve Buhara devletin merkezleri olmuştur. İlk hükümdarları Ahmet Arslan Han idi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah bir Karahanlı prensesi ile evlenerek iki devlet arasında akrabalık kurdu ve böylece Karahanlıları kendisine bağladı (1089). Selçukluların Katavan Savaşı'nda yenilmesiyle beraber Batı Karahanlılar da Karahitay hâkimiyetine girmişti (1141). Harezmşahlar bölgedeki Moğol hâkimiyetine son vermiş, son Karahanlı hükümdarı Osman Han'ı da ortadan kaldırarak, bu devleti yıkmışlardır (1212). Batı Karahanlılar, Kıpçak kurmaylığında sanatsal ve bilimsel alanda gelişim göstermiştir. Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügati’t Türk bu dönemde yazılmıştır. Fetihçi Selçuklu Devlet Kültürü’nün altyapısı Batı Karahanlılarda atılmıştır. İlk eyalet ve Hassa Ordu Sistemi Batı Karahanlılarda denenmiş, Selçuklu ve Osmanlı bünyesinde profesyonel anlamda uygulanmıştır. Kıpçak Türkleri, burada oğuzları seçmişlerdir. 1000 yılında Selçuk bey, Kıpçak Türklerince seçilerek güneye gönderiliyor ve 1041 sonrası bayrak Selçuklu Devleti’ne geçmiştir. Ve Selçuklular Fetih hareketlerine başlamışlar. Karahanlı-Selçuklu çizgisinde gelişen islam temelli devlet kültürü, devlet merkezinin Anadolu’ya taşınması ile burada gelişerek yeni bir etnos oluşuyor. Özetle Kıpçak Türkleri, Oğuz devleti içerisinde bir devlet kültürü’nün temellerini atmaya başlıyorlar, Batı Karahanlı bünyesinde bilimsel ve sanatsal altyapısını tamamladıkları devlet kültürünün Selçuklular bünyesinde fetih hareketleri gerçekleştirerek Anadolu’ya taşımışlardır. Kıpçak kurmaylığı ile yürüyen Moğollar, 1215’de dünyanın üç payitaht’ından Pekin’i alırken, 1243’te de Selçuklu üzerine yürüyerek diğer payitahta İstanbul’a yürümeyi denemiştir. Bu Kıpçak merkezli Tunguz destekli Türk Devlet Kültürü, Osmanlı ile birlikte Balkanlara yürüyerek, İstanbul’dan sonra dünyanın bir diğer Payitaht’ı olan Roma’nın Fethi için (Payitaht fethi Kıpçak hedefidir) Balkanları ileri harekat üssü olarak yurt edinmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Şehzade Mustafa ile Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa, Roma’nın fethi için yetiştirilmiştir.