EĞİTİM PROGRAMINDA DÖNÜŞÜM Bilimsel görüşünün yok edilmesi ve öznel idealizmin hakimiyeti Eğitim özü gereği bir insan yetiştirme projesidir ve bu proje, insanlığın ulaştığı sosyo-kültürel düzey, üretim biçimi, siyasal yapı vb.den köklü izler taşır. Bu açıdan, tarihsel perspektifte gerek dünya eğitim sistemleri gerekse Türk eğitim sistemi, sürekli değişim ve dönüşümler yaşamıştır ve yaşamaktadır. Konuya Türk eğitim sistemi açısından yaklaşıldığında, Batı’ya yönelimi ifade eden Tanzimat; ulus devlet ve ulusal ekonomi modeli ekseninde yapılanan Cumhuriyet devrimleri, 1960’lı yıllardan sonra yaşanan askeri darbelerle birlikte sürekli eğitimin müdahalelere uğradığı bilinen bir gerçektir. Özellikle 1980 askeri darbesinin ardından ülkenin gerek siyasal gerekse ekonomik anlamda köklü dönüşüme uğraması, Batı’ya entegre olma ve Avrupa Birliği (AB) süreciyle birlikte neo-liberal ideale doğru yönelim, beraberinde eğitim sistemimizde de köklü dönüşümler getirmiştir. Bu yönelimin, 1980 sonrası yapılan eğitim programlarında izdüşümleri bulunmakla birlikte, en yalın ifadesini AKP hükümetinin girişimleriyle oluşturulan 2004 yılından itibaren yürürlüğe giren eğitim programlarında görmek olasıdır. Bu program, altı-yapısı itibariyle neo-liberal modelin üstyapı kurumlarından birisi olan eğitimdeki en açık ifadelerinden birisidir. a) Programın Hedefleri (Kazanımlar) Ve İçerik: Yeni eğitim programında, öğrencilerin, “anlama, sınıflama, sorgulama, ilişki kurma, eleştirme, tahmin etme, analiz-sentez yapma ve değerlendirme, bilgiyi araştırma, keşfetme, yorumlama ve zihinde yapılandırma, kendini ifade etme, iletişim kurma, arkadaşlarıyla işbirliği yapma, tartışma, problem çözme, ortak karar verme ve girişimcilik” gibi çeşitli zihinsel ve üst düzey becerilerini geliştirme amacı güdüldüğü ifade edilmektedir. Programda, çelişkiler olsa da, davranışçılığa karşı bilginin zihinde yapılandırıldığı anlayış ön plana çıkarılmakta daha öznelci bir perspektif sunulmaktadır. Yapılandırmacılık, bilginin keşfedildiğine karşı çıkıp; ontolojik olarak bizim dışımızda, orada duran ve standart bilimsel yöntemlerle bilgisine ulaşılabilecek bir fiziksel evren algılamasına, başka bir ifadeyle realizme mesafeli duran bir algılama yaratmaktadır. İlgili yaklaşıma göre; bilgi, bilişte bireyler tarafından yapılandırılmaktadır. Kavramsal açıdan ele alındığında yapılandırmacılık, ontolojik ve epistemolojik bir temele vurgu yapar ve bu vurguyla, genel olarak bilginin insan tarafından oluşturulduğunu ve bu oluşumun zihinsel bir tutamağının bulunduğunu ima eder. Bireysel-bilişsel yapılandırmacılıkta adı sıklıkla anılan Piaget, Piaget’nin ünlü Alman filozofu Immenuel Kant’ın kategorilerinden derin etkiler taşıyan, bireysel-bilişsel yapılandırmacılığını, bilgi ve anlam oluşturmada daha çok bireyi ön plana çıkardığı ve toplumsal süreçlerin etkisine az yer verdiği gerekçesiyle eleştiren Vygotsky ve adı radikal yapılandırmacılıkla özdeşleşen Ernst von Glasersfeld, yapılandırmacılık söz konusu olduğunda akla gelen isimlerdir. Piaget, Vygotsky ve von Glasersfeld’in ontolojik ve epistemolojik açıdan kesiştiği noktalar şu şekilde özetlenebilir: *Nesnel gerçeklik yapıntısaldır ve insan tarafından bilinmez; zira Piaget’ye göre o, bilişsel yapılarca biçimlenir, bilişsel yapılar nesnel gerçekliğe göre değil. Vygotsky, gerçekliği dile ve kültüre endeksli hale getirir ve onun dilin ve kültürün dışındaki gerçekliğini örseler. Ernst von Glasersfeld ise daha ileriye giderek, nesnel gerçekliğin bilinemeyeceği, görünüşe ilişkin inançlarımızın olduğunu, bu inançların ise ötekinin varlığını zorunlu kılmadığını söyleyerek duyumcu bir tutuma kayar ve gerçekliği bütünüyle öznelleştirir ve onu yadsıyacak bir düzeye ulaşır. *Bilgi görecelidir. Bu görecelik Piaget’de bilişsel yapıların farklılaşmasında, Vygotsky’de, bilginin dilsel ve toplumsal bağlamda ortaya çıkmasında ve topluma göreli olmasında, Ernst von Glasersfeld’da ise, ontolojik gerçekliğe bağımlı olmayan bireysel duyumda kendini açığa vurur. Gerçeklik ve bilgiye ilişkin öznelci hatta yer yer solipsist bir anlayış ortaya koyan, bir programdan yola çıkılarak bilimsel düşünme nasıl kazandırılacaktır? Bu postmodernizmin yaygınlaştırmaya çalıştığı öznel idealizmin bir uzantısıdır ve nesnel doğruların olmadığı anlayışına gönderme yapmaktadır. Bu ise, eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılıp, son dönemlerde yaygınlaşan, bilim dışı dinsel, ideolojik, astrolojik, hatta söylencesel uygulamaları eğitim programlarına dahil etmek ya da eğitim programlarında yer alan bilimdışı unsurların varlığını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İçerik, “ne öğreteceğiz” sorusuna gönderme yapar ve her eğitim programı, öğrencilere kazandırmayı istediği niteliklerle uyum içerisinde bir içerik önerir. Yeni eğitim programına bakıldığında, hedeflerle uyum içerisinde bir içerik önerildiği görülmektedir. Bu içerik, çeşitli öğrenme alanları ve temalar başlığı altında ortaya konulmakta, her dersin kendine özgü nitelikleri göz önüne alınarak, belirlenmiş bulunmaktadır. İçerikler, doğrudan bilgi ve değerler alanına gönderme yaptığından, yeni eğitim programında, insanlığın ortak kazanımlarının bir biçimde yer aldığı görülür. Ancak, bilginin öznel ve göreceli olduğunu savlayan eğitim programının, kimi bilimsel kuramları birer görüş olarak sunması ve alternatif görüş olarak dinsel görüşlere de yer vermesi, oldukça dikkat çekicidir. Sözgelimi, Fen ve Teknoloji programında Evrim Teorisi bir görüş olarak sunulmakta, dinsel özel yaratma görüşüne de yer verilmektedir. Yine, şartlandırmaya karşı uyanık öğrenciler yetiştirmeyi hedefleyen bir eğitim dizgesinde, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin de zorunlu dersler arasında yer alması ve buna dokunulmaması dikkat çekmektedir. Girişimcilik özelliğinin içeriklere yansıması daha da ilgi çekicidir; zira İlköğretim 4. sınıftaki bir öğrenciye, bir malın, üretim, reklam, pazarlama, tüketim vb. süreçleri ile ilgili etkinlikler yapmasını önermektedir. Bu türden olumsuzlukların örneklerini çoğaltmak olasıdır; ancak amacımız açısından gereksizdir. b-) Öğrenme-öğretme Süreci: Yeni öğretim programı, öğrenme öğretme sürecinde, öğrenci merkezli bir anlayışı ön plana çıkarmakta ve etkinlik kavramını temele oturtmaktadır. Bu yaklaşımın dayandığı yapılandırmacı öğrenme kuramı, bireysel farklılıkların, öğrenenlerin ön bilgilerinin, öğrenenlerin zihninde çelişkiler yaratıcı açık uçlu etkinliklerin önemine vurgu yapmaktadır. Programda çoklu zeka-kuramı doğrultusunda çoklu yöntem anlayışı da önerilmektedir. Sosyokültürel öğrenme teorisine gönderme yapan öğrenme-öğretme teknikleri de dikkate alındığında; böylesi bir program anlayışında öğrenmenin gerçekleşeceği formel ortamdaki öğrenci sayısı en önemli ölçüt olarak belirir. Ülkemizdeki sınıfların öğrenci sayıları ve birleştirilmiş sınıf gerçeğine odaklanıldığında programın uygulanabilirliği gibi bir hedefin değerlendirme dışı tutulduğu açıkça görülecektir. Öğretim programlarında uluslararası alan yazından yararlanırken, ülke gerçeklerinin de dikkate alınması oldukça önemlidir. Bundan dolayı yeni ve farklı bir öğrenme teorisi gibi sunulan yapılandırmacılığın ülkemiz eğitimindeki fırsat eşitsizliğini daha da derinleştireceği, her bireyin kendi yerelindeki olanaklar ölçüsünde bir eğitim düzeyine ulaşacağı ve böylece ülkemiz genç popülasyonunun homojen olarak eğitilememe sorununun katmerleşeceği ileri sürülebilir. Üniversite geleneğini yok sayan bir anlayışla henüz kentleşmesini dahi tamamlayamamış yerleşim birimlerinde açılan öğretim üyesiz üniversiteler, bu durumun en somut kanıtını oluşturmaktadır. Her öğrenme teorisi çoğunlukla farklı öğrenme alanlarına yönelik açıklamalar yapabilir. Davranışçı öğrenme teorisi motor öğrenmelere gönderme yaparak; öğrenmenin, gözlenebilen ve ölçülebilen davranış değişikliklerinden ibaret olduğunu savlar. Yapılandırmacı öğrenme teorisi ise, bilişselci öğrenme teorisinin bir versiyonu olarak; öğrenmenin bilişsel yapıdaki kavramsal tema veya temaların değişimi olduğunu ifade eder. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bir program öğrenme alanlarının çoğunlukla bir boyutuyla ilgili bir öğrenme teorisinden hareketle, belirli yönde öğrenme etkinliklerinin düzenlenmesini norma bağlayamaz. Yapılandırmacılığı temel alan mevcut program, öğrenenin bireysel farklılıklarının dikkate alınması ve bilişsel yönden farklı her mikro gruba yönelik farklı açık uçlu etkinliklerin geliştirilmesini talep etmektedir. Böylece öğrenenin, karşılaştığı bilişsel çelişki yaratan her problem durumu öğretmen rehberliğinde çözümlemesi ve yeni kavramları anlamlı bir kavramsal çerçeve içinde yapılandırması sağlanmış olacaktır. Böylesi bir öğrenme süreci çok ciddi bir zaman gereksinimi yaratır. Uygulamada bunun karşılanması olası değildir. Programdaki bilgi yoğunluğu da bu durumun en önemli göstergesidir. c-) Ölçme ve değerlendirme: Yeni program, ölçme ve değerlendirme açısından sonuç merkezli anlayışın yerine süreç merkezli bir değerlendirme anlayışı ortaya koyduğunu ileri sürmektedir. Portfolyo sistemi gibi alternatif ölçme ve değerlendirme yöntemleriyle, öğrencinin pek çok kaynak ve araçla çoklu bir değerlendirmesini önermektedir. Öğretmen açısından iyi bir gözlemci olmayı salık veren ve öğrenciye kendi gelişimini görme olanağı sağlayan bu değerlendirme sistemi, anlamlı gibi görünmekle beraber; etkinlik ve süreç merkezli bu ölçme ve değerlendirme, ulusal düzeyde tüm sisteme hakim kılınmadığı için sorunlar ortaya çıkmaktadır. Zira süreç merkezli değerlendirme ile yetiştirilen öğrenciler, sonuçta, ÖSS, KPSS, YGS ve LYS gibi sınavlarla sonuç temelli bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Hatta, süreç temelli değerlendirme sistemleri özü gereği öğrencilerin etkinliğini temel aldığı için, öğrenme alanlarında daralmalara yol açmaktadır; oysaki adı geçen ulusal ölçekli sınavlarda salt bilgi merkezli sorular sorulmaktadır. Bu yüzden yeni programın neo-liberal politikalara uygun bir biçimde dershanelerin önünü açtığını söylemek olasıdır. Özetle söylemek gerekirse, yeni programın dayandığı ontolojik ve epistemolojik temel sakattır ve bilim eğitiminde sıkıntılar yaratabilecek düzeydedir. Yine yeni program, tek bir öğrenme kuramına odaklandığı için, sıkıntılar içermektedir. Zira, yapılandırmacılığın aksine, motor öğrenmelerde, hala davranışçı öğrenme kuramı aşılabilmiş değildir. Öğrenme-öğretme süreciyle, değerlendirme açısından yeni programın önerilerinin tamamen biçimsel olduğunu; ülke gerçekleriyle örtüşmediğini, programın hazırlık aşamasının yeterli bir fizibilite çalışması yapılmaksızın geçiştirildiğini belirtmek olasıdır. Özellikle 1968 ilkokul programının altı yıllık uygulama ve geliştirme çalışmaları dikkate alındığında, bu son program pilot uygulamalarının yetersiz kaldığı hükmü verilebilir. Bunun yanı sıra 1968 programında da ünite ve konuların işlenmesinde “araştırma, inceleme, kendi kendine öğrenme, tartışma ve değerlendirme” gibi kavramların yer aldığını tespit etmek; ilgili programın teorik olarak günümüz programından çok da farklı olmadığı izlenimini vermektedir. Önemli olan teori ile uygulama dengesinin sağlanabilmesidir. Öğrenciler tarihin postmodern yorumu ile toplumsal ilerleme referanslarından uzak bırakılmaktadır. (Böylesi bir algılamanın, Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısında” ifade ettiği paradigmal sıçramalara bağlanabilir. Bu değerlendirme doğru olmakla birlikte eksiktir. Devrim, toplumsal ve bilimsel ilerleme (progresif evrim)’nin sonucudur. Cumhuriyet dönemi eğitiminde tarih ve toplumsal bilimler alanındaki eğitim pozitivizmden etkilenmiş bu durum özellikle sınıfların varlığı, sınıf çatışmaları ve emek sömürüsüne eğitim programında yer verilmemesi ile kendini göstermiştir. Öte yandan tarihsel ilerleme fikrine yabancı olmayan program, 1923 Devrimine tarihsel bir ilerleme olarak yer vermekte idi. Burjuva devrimi ve bu devrime bağlı olarak hayata geçen reformlar ilerleme olarak nitelenirken, bilim tarihi anlayışına uymasa da tarihsel çağlar belli bir dizge ile ele alınıyordu. Eski programın bu bağlamdaki sorunu, tarihsel ilerleme mekanizmasının muğlaklaştırılması, maddi temelinden arındırılması, milliyetçi ve bireylere yaslanan idealist bir tarih anlayışının ileri sürülmesiydi. 1980 sonrası süreç, küreselleşme dinamiklerinin etkisi ve son olarak AKP iktidarından bu yana, eğitim programında tarihsel ilerleme fikri ve toplumsal sıçrama noktalarına işaret eden referanslar yok edilmiştir. Küreselleşmenin düşünsel dayanağı olan postmodernizmin eğitim programına nüfuz etmesi olarak nitelenebilecek bu durum, tarihsel ilerlemenin kriterlerinden ve referanslarından yoksun bir neslin yetişmesi anlamına gelmektedir. Postmodernizmde öne çıkan aşırı –görelilik ,aşırı öznelcilik ve akla güvensizlik,daha iyi bir geleceğe inanmayı ve toplumsal sorunların çözüm olasılıklarını olanaksızlaştırmakta bireyi aynı zamanda bütünsel bakıştan uzaklaştırmaktadır. Eğitim programının temel vurgusu postmodernist yaklaşıma uygun bir biçimde toplum değil birey olmakta, aynı zamanda dinsel/mistik bir birey anlayışı ön plana çıkmaktadır. Eğitim dinselleştirilmektedir. 1924’te uygulamaya konulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülkemizde eğitim ve öğretim faaliyetleri tek elde toplanıp Maarif Nezaretine bağlanarak dini kurumlar eğitim sürecinde devre dışı bırakılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir meslek okulu olup öğrenci sayısı hayli sınırlı olan İmam Hatip Okulları günümüzde imam yetiştirmenin ötesinde misyonlar yüklenmiştir. Laik eğitim anlayışının Cumhuriyetin kuruluş yıllarının ardından terk edilmesi ile İmam Hatip Okullarının siyasal misyon üstlenmesi ve muhafazakar anlayışın topluma nüfuz etmesi ile karşı karşıya kalınmıştır. İmam Hatip Liselerinin geldiği noktanın yanı sıra, AKP iktidarı ile beraber dinci temaların programa yerleşmesi, zorunlu olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’nin içeriğinin camilerde uygulamalı biçime dönüşmesi, ilköğretimin ilk yıllarına kadar taşınmaya çalışılması ve okul öncesi seviyedeki hikaye kitaplarında bile dini referanslara başvurulması eğitimin dinselleştirilmesi başlığında akla gelen ilk örnekler olmaktadır. 18. Milli Eğitim Şurası’ndaki tartışmalar ve açıklanan kararlar ise bu konuda gelinen son noktayı tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi, Şuraya kız ve erkek öğrencilerin ayrı okullarda okutulması Komisyon önerisi olarak sunulmuştu. Ancak Şura’nın kararları da bu öneriden geri kalmadı ve sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yerine 13 yıl kesintili zorunlu eğitim kararı alındı. Tavsiye niteliğindeki Şura kararlarının yasalaşması durumunda, kesintisiz sistemde kapatılan İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının yeniden açılması bekleniyor. Ayrıca, günümüzde sekiz yıllık zorunlu eğitim tamamlanmadan çocuklar yasal olarak kuran kurslarına gönderilemezken kesintili sistemle beraber bunun mümkün hale geleceği belirtilmektedir. Temsiliyeti tartışmalı olan 18. Eğitim Şurasının, eğitimin dinselleşmesi yönündeki kararları bununla sınırlı kalmamıştır. “Değerler eğitimi konusunda önemli işlev gören önemli işlev gören Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin çoğulcu bir anlayışla tüm öğretim kurumlarında daha etkin okutulması” kararının ardından, ilköğretim 4. sınıfta başlayan din eğitiminin alt sınıflardan itibaren hayata geçmesi beklenmektedir. Eğitimin dinselleştirilmesi başlığında atılan adımlar din devletine doğru gidiş olarak yorumlanırken, bu yıl yapılacak olan genel seçimin ardından olası bir AKP iktidarının gerçekleştireceği Anayasa değişikliğinin dinselliğin eğitimin her alanına nüfuz etmesine yol açması beklenmektedir. Akademik eğitim törpülenirken meslek eğitimi ağırlık kazanmaktadır. Eğitimde bilimsel yöntemden bilgi içeriğine kadar bir gericileşme ve sığlaşma olduğunu, bunun çok bilinçli bir siyasi eğilim olduğunu vurgulamış olduk. Öte yandan ortaöğretim ve üniversite eğitiminde meslek liseleri ve yüksekokullara verilen ağırlık, ülkemizde akademik eğitimden faydalanma olanaklarını kısıtlamaktadır. Bilim üretme süreçlerine emperyalizmin hakimiyeti; eğitim politikalarının ara insan gücü, teknisyen yetiştirme üzerine kurulmasına yol açmaktadır. Nitekim, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen 18. Şura’da “ İlköğretim ve Ortaöğretimin Güçlendirilmesi, Ortaöğretime Erişimin Sağlanması” başlığında alınan kararlardan birinde, meslek liselerinin işgücü piyasasına göre şekillendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) 2010-2014 Stratejik Planı’nda mesleki ve teknik eğitim için belirtilen stratejik hedefler de meslek liselerinin piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmek istendiğini göstermektedir. Bu stratejik hedeflere göre; 2014 sonuna kadar mesleki teknik eğitim veren okulların sayısı % 50’ye çıkarılacak, sektörle yapılan iş birliği protokolü sayısı arttırılacak, öğretim programları işgücü piyasasının ihtiyaçlarına bağlı olarak belirlenecek ve toplumda mesleki teknik eğitim farkındalığı oluşturularak daha fazla tercih edilir hale gelmesi sağlanacaktır. Ülkemizde mesleki teknik eğitimde uygulanan öğretim programlarının oluşturulmasında piyasa dışında etkenler de söz konusudur. Avrupa Birliği (AB) ile imzalanarak yürürlüğe giren Türkiye’de Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi (MEGEP) kapsamında MEB; öğretim programlarını “sosyal ortak”ların katılımı ile hazırlamıştır. AKP Hükümeti 2010 – 2012 Orta Vadeli Program’da (OVP) yer verdiği “iş dünyasının talep ettiği nitelikte insan gücü yetiştirilmesine hız verilmesi” amacına uygun bir şekilde bir eylem planına imza atmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, MEB ve YÖK ortaklığı ile oluşturulan bu eylem planına göre; Meslek Yüksek Okulları’nın (MYO) öğretim programlarında patronlar da söz sahibi olabilmektedir. AKP Hükümeti, düzenlemeleri ve stratejik hedefleri ile sermaye kesiminin ihtiyaçlarını karşılayacak bir mesleki ve teknik eğitim programını hayata geçirmektedir. Eğitim dili üzerinde baskı ve yozlaşma sürmektedir. Kültürün iletilmesi ve bilinç edinmenin bir unsuru olarak kabul edilen dil, eğitimöğretim süreçlerinde bahsedilen özelliklerinden ötürü önemli bir işlev üstlenmektedir. Ülke nüfusunun dikkate değer bir kısmını Kürtler oluşturmasına rağmen, Anayasa’nın 42. maddesinde “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” ifadesi yer almaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana burjuvazinin olası bir Kürt ayrılıkçılığına karşı beslediği korku, Kürtleri anadilinde eğitim hakkından yoksun bırakmıştır. Bunun sonucunda; dil kimliğin bir parçası kabul edildiğinden bu anlamda yok sayılma, kültürün aktarılamaması ve iletişimde duygu düşünce ve beklentileri ifade etmede sorunlar yaşandığı eğitim bilimciler tarafından ifade edilmektedir. Anadilde eğitim taleplerinin bölücülük olarak nitelenmesi, 2006 yılında bu talebi tüzüğüne koyan Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’na (Eğitim-Sen) kapatma davası açılmasına yol açmıştır. Ayrıca, 2001 yılında Kürtçenin üniversitelerde seçmeli ders olmasını talep eden üniversite öğrencileri cezalandırılmıştır. Bugün bazı dinamikler değişmiş olmakla birlikte, Kürtlerin anadilde eğitim almaları önündeki yasak sürmektedir. Anadilinde eğitim dendiğinde yürütülen mücadele ve nüfustaki ağırlıklarından ötürü akla ilk olarak Kürtler gelse de, ülkemizde azınlık statüsüne dahil olmayan Araplar, Çerkezler, Süryaniler, Lazlar ve Romanlar da bulunmaktadır. Öte yandan ülkenin diğer dilleri ve komşu ülkelerin dillerinin öğrenimi hiçbir zaman başat hale gelmemişken emperyalist ülkelerin dilleri zorunlu yabancı dil eğitimi altında eğitim programında yer almıştır. Yabancı dilde eğitim, AKP döneminde özel üniversitelerin sayısının artması ile beraber yaygınlaşmıştır. Bu durumun, ülkenin anadilleri dışındaki dillerde eğitim ve düşünme süreçlerine müdahale olduğu ifade edilmektedir. Küreselleşme olarak nitelenen emperyalist entegrasyon gereği uygulanan yabancı dilde eğitim; anadilin teknoloji, bilim ve sanat alanında gelişimini engellemektedir. Anadilin bilim dili niteliği kazanması, bilim üretiminin var olması ile bire bir ilgili iken bunun üzerinde durulmamakta ve yabancı dilde eğitim verilerek beyin göçünün önü açılmaktadır. Ayrıca, akademik yeterlilikte yabancı dilde yayın zorunluluğu konması ve anadilde yayınların dikkate alınmaması da bilim dili niteliğinin kazanılamamasına yol açan diğer bir etkendir. Ahmet Yaşar Tezulaş/Hasan Aydın / Rahşan Sönmez /Zeki Apaydın