Avrupa İktisat Tarihi 14. Haftalık Plan 1. İktisat Tarihinin Doğuşu ve Kapsamı 2. Roma Ekonomisi 3. Ortaçağ Ekonomisi I 4. Ortaçağ Ekonomisi II 5. Ortaçağ Ticari, Sınai ve Mali Örgütlenme ve Düzenlemeler 6. Hansa Birliği 7. Hansa Birliği 8. Ara Sınav 9. Modern Avrupa’nın Doğuşunu Hazırlayan Gelişmeler 10. Avrupa’da Ekonomik Gelişmeler 11. 1600-1800 arası Avrupa’da İktisadi Düşünceler 12. 1600-1800 arası Avrupa’da İktisadi Gelişmeler 13. Sanayi Devrimi ve Avrupa 14. Sanayi Devrimi ve Avrupa İktisat Tarihinin Doğuşu & Kapsamı Bir Bilim Olarak İktisat Tarihi • İktisat tarihi, insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için maddî ihtiyaçlarını tarih boyunca nasıl giderdiklerini anlatır. • Bir başka açıdan iktisat tarihini genel tarihin iktisadî olaylarla ilgilenen bir dalı olarak görebiliriz. • Fakat, iktisat tarihi öncelikle iktisat biliminin ihtiyaçlarından kaynaklandığı için tarihin değil iktisadın bir bölümü olmalıdır. • Bununla birlikte bazı iktisatçıların olduğu kadar tarihçilerin ve hatta sosyal ve siyasî bilimcilerin de ilgi sahası içerisindedir. • İktisat tarihini diğer sosyal bilimlerden soyutlamak mümkün değildir. • Fakat onun doğrudan ilişkisi iktisat ve tarihledir. • İktisat tarihine başlangıç olarak, genellikle XIX. yüzyılın sonları verilmektedir. • İktisat tarihinin bir bilim alanı olarak ortaya çıkışı ile ilgili çok farklı tarihler ileri sürülmüştür. • Önerilen tarihlerden birisi Adam Smith’in meşhur Milletlerin Zenginliği adlı kitabının yayın tarihi olan 1776’dır. • Bu düşüncenin dayanağı, Smith’in tarihi verileri geniş ölçüde kullanmış ve özellikle de üçüncü kitabını tamamen tarihsel bir bakış açısından yazmış olmasıdır. Kitabın bu bölümü bir bakıma Avrupa’nın kısa bir iktisadi tarihidir. • 1883’te iktisat tarihi ifadesi kullanılmaya başlansa da 1892’de Harvard Üniversitesi’nde W. J. Ashley için açılan iktisat tarihi kürsüsü bu bilimin akademik anlamda bağımsızlığının ilk önemli göstergesidir. • Aslında bu kadar önemli bir olaya kesin bir tarih vermek yerine, İktisat Tarihinin belli bir süreç içinde, mesela 1776’dan 1892’ye, ortaya çıktığını düşünmek daha doğru bir yaklaşım olur. • İktisat tarihinin bağımsızlık dönemine kadar bu bilimle uğraşanlar iktisat kökenlilerdi. • Tarih kökenli olanlar daha sonra iktisat tarihine ilgi göstermeye başladılar. • İktisat tarihçileri geçmişteki ekonomilerin, nasıl ve neden değişime uğradığını, büyüme, durgunluk ve gerileme dönemlerinin nasıl gerçekleştiğine ilişkin soruları açıklamaya çalışırlar. • Bu soruları yanıtlamak için de geçmiş dönemlerdeki toplumların yaşamlarını sürdürmek için ürettikleri mal ve hizmetlerin miktar ve niteliklerinin tespiti, elde ettikleri gelirleri nasıl harcadıkları gibi birtakım sorunların araştırılması gerekmektedir. • İktisat tarihi geçmiş ekonomilerin performans ve yapılarını incelemekle bu ekonomilerin sorunlarını çözmede gösterdikleri performansla da günümüz ekonomileri için önemli bir laboratuvar durumundadır. • Avrupa merkezli bir iktisat tarihinden söz etmek dahi mümkündür. • Bu yaklaşımın esas nedeni Avrupa’nın modern dünya ekonomisinin şekillenmesinde taşıdığı önemdir. • Ancak son dönemlerde Asya’nın tekrar geçmişin parlak dönemlerini hatırlatır bir biçimde yükselmeye başlaması, iktisat tarihinin küresel bir bakış açısıyla ele alınmasını zaruri kılmaktadır. • Türkiye’de iktisat tarihi, ticaret tarihi olarak, ilk defa Marmara Üniversitesi’nin çekirdeğini teşkil eden ve iktisat öğretimini de ilk defa başlatan Hamidiye Ticaret Mekteb-i Âlîsi’nde 1885’lerde okutulmaya başlanmıştır. • Daha sonra İstanbul Üniversitesi’nde, 1936’da İktisat Fakültesi’nin kurulmasıyla bu Fakülte’de de Kessler ve Rustov tarafından okutuldu. • Kessler’den sonra bu fakültede, iktisat tarihi derslerini Ömer Lütfi Barkan vermeye devam etmiştir. •Türkiye’de modern anlamda İktisat Tarihi araştırmaları Ömer Lütfi Barkan tarafından başlatılmıştır. •Onun özellikle 1955’te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde kurduğu Türk İktisat Tarihi Enstitüsü önemli bir dönüm noktasıdır. İktisat Tarihi ve Tarihçilerinin Amacı • Günümüz iktisat tarihi araştırmacılarının amacı sadece iktisadi geçmişe ışık tutmak değil, aynı zamanda iktisadi değişimi anlamamızı mümkün kılacak bir analitik çerçeve sağlayarak iktisat teorisine katkıda bulunmaktır. • İktisat tarihçilerinin başlıca inceleme konuları • iktisadi büyüme • kurumların iktisadi gelişmedeki rolleri • ekonomik sorunların tarihsel kökenleri gibi iktisatçıları da yakından ilgilendiren hususlardır. • Günümüz dünyasının en temel ekonomik problemlerinden biri iktisadi gelişmişlik farklılığı ya da başka bir ifadeyle eşitsiz gelişme olgusudur. • Bundan iki bin yıl önce dünyada bölgeler arasında bir ekonomik gelişmişlik farklılığı söz konusu değildi. • 1000 yıllarında Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra ortaya çıkan ekonomik gerileme nedeniyle Avrupa, kişi başına gelir itibariyle dünyanın diğer bölgelerinin gerisine düşmüştür. • 1000’li yıllardan 1820 yılına kadar ekonomik gelişme yavaştı. • Üretimdeki önemli artışa rağmen dönem içinde nüfusun 4 katına yükselmesi nedeniyle dünyada kişi başına gelirlerdeki artış %50 düzeyinde kalmıştı. • 1820’ye gelindiğinde dünyanın ekonomik açıdan en hızlı gelişen bölgeleri olan Batı Avrupa ve ABD’nin kişi başına gelir düzeyi, diğer bölgelerin sadece 2 katı idi. • Sanayileşmenin bir sonucu olarak ekonomik gelişmenin daha dinamik olduğu 1820 ile 1998 arasında dünya nüfusu 5.6 katına çıkmasına rağmen kişi başına gelir 8.5 katına yükselebilmiştir. • Bu iki yüzyıla yakın dönemde dünyanın çeşitli bölgeleri arasında ekonomik performans düzeyi açısından önemli bir farklılık görülmüştür. • Batı Avrupa, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya gibi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinde aynı dönemde kişi başına gelirlerdeki artış 19 kata ulaşırken, dünyanın geri kalan bölgelerinde 5.4 katı düzeyinde kalmıştır. • Bu bölgesel gelişme farklılıklarının bir sonucu olarak 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde gelişmiş ülkelerle diğerleri arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 7/1’e yükselmiştir. • Aynı tarihte dünyanın en zengin bölgesi olan Kuzey Amerika ile en yoksul bölgesi olan Afrika arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 19’a 1 oranındadır. • Hatta en zengin ülke (İsviçre) ile en yoksul ülke (Mozambik) arasındaki fark 400’e 1 düzeyindedir. İktisatçıların ve Tarihçilerin İktisat Tarihine Bakışı • İktisat tarihiyle yakından alakalı iki bilim dalı iktisat ve tarih bilimleridir. • Ancak, tarihçiler ve iktisatçılar, iktisat tarihinin konusuna farklı şekilde yaklaşmışlardır. • Tarihçiler, iktisat tarihini genel tarihin iktisadi olaylarla ilgilenen özel bir dalı olarak görürler. (Evet, öyle görüyorum :) ) • John Clapham, “geçmişin sosyal kurumlarının ekonomik yönlerini araştıran” • G. Unwin, “yazılı tarih boyunca insanoğlunun içinde bulunduğu iktisadi şartları araştıran” • N. S. B. Gras, “iktisadi olayları kronolojik olarak sıralayan ve bu olaylar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaran”bir bilim olarak tanımlamışlardır. • İktisatçılar ise, kendi alanlarını tanımlarken kullandıkları ölçüleri esas alarak iktisat tarihini, iktisat teorisinin gerçekler karşısında test edilmesini sağlayacak tarihi verileri toplayan bir yardımcı bilim dalı olarak görmüşlerdir. • Mesela ünlü iktisatçı Sir John R. Hicks’e göre, “iktisat tarihi geçmiş çağların uygulamalı iktisadıdır”. • Eli Heckscher, “kıt ve yetersiz kaynakların insanların amaçları uğrunda çağlar boyunca nasıl kullanıldığının ve bu alandaki değişmelerin insan hayatını ve toplumları ne şekilde etkilediğinin araştırılması” olduğunu belirtmiştir. İktisat Tarihinin Konusu ve Görevi • İktisat tarihinin temel görevi, ekonomilerin performanslarında ve yapılarında uzun dönemde meydana gelen önemli değişmeleri açıklamaktır. • İktisat tarihinin konusu ekonomilerdir. • Günümüzde en yaygın ekonomi örnekleri milli ekonomilerdir. • On dokuzuncu yüzyıldan itibaren başta nüfus ve milli gelir olmak üzere pek çok makro ekonomik büyüklük hakkındaki veriler milli ekonomiler ölçeğinde düzenlenmiştir. • Tarihte milli ekonomiler dışında az sayıda da olsa başka ekonomi örnekleri de var olmuştur. • İmparatorluklar, hem siyasi ve hem de ekonomik bir bütünlüğü ifade eden büyük ölçekli birimlerdir. • Modern zamanlarda ortaya çıkan dünya ekonomisi ise imparatorluklardan farklı olarak çok sayıda siyasi birimden oluşan ve uluslararası iş bölümüne dayanan büyük ölçekli bir sosyal sistemdir. • Ekonomilerde, ne kadar üretim yapıldığı, maliyetlerin ve faydaların nasıl dağıldığı ve üretimin istikrarlı olup olmadığı gibi iktisatçıların da ilgi alanlarını teşkil eden konular vardır. • Ekonomilerin iktisadi performanslarının açıklanmasında toplam üretim, kişi başına hasıla ve toplumun gelir bölüşümü kullanılabilecek temel göstergelerdir. • İktisatçılar üretimi sağlayan faktörleri toprak, emek ve sermaye olmak üzere üç gruba ayırırlar. • Ayrıca bu üçünü bir araya getirerek organize etme çabası ve yeteneğini ifade etmek üzere girişimcilik, dördüncü bir üretim faktör olarak kabul edilir. • Ekonomide toplam üretim, kullanılan üretim faktörleri miktarına bağlıdır. • Nüfus, teknoloji, ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlar gibi değişkenlerin birer sabit ya da veri olarak alındığı yaklaşımlar uzun dönemde ekonomilerin performanslarının anlaşılması ve açıklanması açısından son derece yetersizdir. • Çünkü tarihsel olarak üretim sürecini büyük ölçüde etkileyen bütün bu unsurlar değişebilirler. • Gerçekten de nüfus ve teknolojiyle sosyal ve ekonomik kurumlarda ortaya çıkan değişmeler uzun dönemde ekonomideki değişmelerin en dinamik kaynaklarıdır. • Üretim faktörlerinin miktar ve fiyatlarının temel değişkenler olduğu ekonomiye yönelik anlık ya da zaman farkının büyük olmadığı kısa dönemli analizlerde nüfus, teknoloji, sosyal ve ekonomik kurumlar gibi değişkenlerin birer parametre olarak kabul edilmesi mümkündür. • Örneğin, 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması imzalandığı dönemde Trieste-İzmir arasındaki gemi taşımacılığı süreci 14 günken; 1858’e gelindiğinde bu süre 9 güne düşmüştür. • Ancak bu tür kısa dönem tahlillerden ekonomik büyüme ve gelişme gibi uzun dönemli analizlere geçince söz konusu parametreler ana değişkenler haline gelir. • Bu nedenle uzun dönemdeki ekonomik değişmenin anlaşılması için üretimi etkileyen faktörlerin daha karmaşık bir tahliline ihtiyaç vardır. • Nitekim geçen iki yüzyılda üretim emek, sermaye ve doğal kaynaklar girdilerinin artışından çok daha hızlı büyümüştür. • Nüfus ve kaynaklar arasındaki ilişkiler karmaşık ve çok yönlüdür. • Nüfus artışının ekonomi üzerinde olumlu ve olumsuz etkilerinden söz edilebilir. • Thomas Malthus uzun dönemde nüfusun kaynaklardan daha hızlı artacağını ve böylece bir kaynak yetersizliğinin kaçınılmaz olacağını ileri sürmüştür. • Bu yaklaşım uzun süre ekonomik gelişme açısından nüfusun olumsuz bir faktör olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. • Ancak Malthus’ün açıklamasını tersine çeviren Ester Boserup’a göre nüfus artışı teknolojik değişimi uyararak kaynakların geliştirilmesini sağlar. • Ayrıca nüfus artışı herhangi bir ürün için pazarı genişleterek iş bölümünü, iş bölümü de teknolojik gelişmeyi ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi teşvik eder. • Nüfus artışının ekonomi üzerindeki nihai etkisini, toplumun nüfus artışına cevap verme şekli ve kapasitesi belirleyecektir. • Kaynaklar bir ekonominin gelişmesi için potansiyel imkân yaratır. • Zengin kaynaklar her zaman ekonomik gelişmeyi garanti etmediği gibi kaynak yetersizliğinin de ekonomik gelişmeyi imkânsızlaştırdığı söylenemez. • Hatta bazen kaynak kıtlığı, Sanayi Devrimi döneminde azalan odun kömürü kaynağı yerine kok kömürünün kullanımının yaygınlaşması örneğinde olduğu gibi yeni kaynakların keşfini teşvik ederek ekonomik gelişmeye olumlu etki yapabilir. • Bu nedenle bir ekonominin kaynaklarının zengin olması değil, o kaynakların etkin kullanılması önemlidir. • Teknoloji, mal ve hizmetlerin üretiminde kaynakların nasıl kullanılacağını gösteren yararlı bir bilgi türüdür. • Doğal kaynaklardan farklı olarak teknolojik bilgi, kullanımıyla azalmaz. • Ancak bu durum, teknolojik bilginin kolay ulaşılabilir bir araç olduğu anlamına gelmez. • Bir teknolojinin transfer edilebilmesi için kurumsal altyapının ve eğitim düzeyinin yeterli olması gereklidir. • Teknolojik değişim, farklı üretim faktörleri bileşimini gerektirir. • Teknolojik gelişme, belirli bir toprak, iş gücü veya sermaye girdisi ile daha fazla mal ve hizmet üretimine imkân verir. • Yeni bir ürün rotasyonu, odun kömürü yerine kok kömürünün kullanılması gibi yeni üretim teknikleri ya da yeni bir makine üretimin verimini artıracaktır. • Teknolojik gelişmeler kaynakların daha etkin kullanımını sağlayarak ekonominin performansını yükseltir. • Bir ekonominin özellikle de toprak ve maden kaynakları donanımı zaman içinde değişmez. • Nitekim toprak gibi sabit bir kaynağın miktarı artırılamaz, fakat verimliliği yükseltilebilir. • Teknolojik gelişme bir ekonomiyi sabit kaynakların getirdiği sınırlamalardan kurtarmanın en etkin aracıdır. • Tarih boyunca insan uzun bir dönem teknolojik bilgisini tecrübeye dayalı deneme ve yanılma yöntemiyle geliştirmiştir. • Bu nedenle tarihte uzun bir dönem teknolojik değişim son derece yavaş cereyan etmiştir. • Taş devri teknolojisi binlerce yıl çok fazla değişmeden varlığını sürdürmüştür. • Ancak 19. yüzyıldan itibaren teknolojinin teorik ve bilimsel bir temele dayanması sonucu teknolojik yenilikler, ekonomik değişme ve gelişmenin en dinamik kaynağı olmuştur. • Belirli bir teknolojik düzeyde bulunan bir toplumun mevcut kaynakları ekonomik başarılarının üst sınırlarını belirlemiştir. • Ancak teknolojik değişim, yeni kaynakların keşfi, üretim faktörlerinin ve özellikle de emeğin daha etkin kullanımıyla bu sınırlar genişletilebilmiştir. • Bir ekonomide nüfus, kaynaklar ve teknoloji arasındaki ilişkiler değer yargıları ve tutumları da kapsayan sosyal ve ekonomik kurumlardan da etkilenir. • Ekonomik kurumlar kaynakların kullanım koşullarını belirler. • Bazı kurumlar kendiliğinden oluşur, bazıları ise bilinçli bir çabanın sonucu olarak ortaya çıkar. • Ekonomik kurumlar arasında mülkiyet hakları ve ekonomik kaynaklar üzerinde devlet kontrolünün derecesi büyük önem taşır. • Etkin kurumlar ekonominin performansını olumlu etkiler. • Etkin kurumlar istikrarlıdır, fakat her istikrarlı kurum etkin değildir. • Etkin olmayan kurumlar zamanla yerlerini yeni kurumlara bırakırlar, fakat güçlü grupların çıkarlarına hizmet ettikleri sürece değişime direnç göstererek varlıklarını sürdürebilirler. • Milli ekonomilerde veya imparatorluklar gibi diğer daha büyük siyasi birimlerde sosyal kurumlar sosyal sınıfların sayısı, büyüklüğü, ekonomik temeli ve mobilitesi gibi nitelikleri kapsayan sosyal yapı özellikleri yanında politik sistem, hakim grupların ve kalabalık yığınların ideolojik eğilimleri gibi karmaşık unsurlardan oluşur. • Kurumların en önemli sosyal fonksiyonu devamlılık ve istikrara olan katkısıdır. • Bu açıdan kurumlar, fonksiyonlarını icra ederken rasyonel kaynak kullanımını ve yenilikleri önleyerek veya yeni teknolojilerin yaygınlaşmasını geciktirerek ekonomik gelişmeye engel olabilirler. • Öte yandan kurumsal yenilikler, teknolojik değişmeler gibi maddi kaynakların, insan enerjisinin ve yaratıcılığının daha etkin ve yoğun kullanımına imkân verebilirler. • Bu tür kurumsal yeniliklerin örnekleri arasında organize pazarlar, madeni para, patentler, sigorta ve çeşitli teşebbüs şekilleri sayılabilir. • Ekonomik gelişmeyi teknolojik değişme ile sosyal ve ekonomik kurumlar arasındaki sürekli mücadele ve gerilimin ürünü olarak gören bir teoriye göre teknolojik değişme dinamik ve ilerletici, kurumlar ise değişime karşı dirençli unsurlardır. • Bu teori tarihsel değişime ışık tutucu bir nitelik taşımakla birlikte teknolojik değişimi otomatik ya da yarı otomatik bir süreç olarak görmesi, kurumlarla teknoloji arasındaki ilişkiyi basite indirgemesi ve nihai sonucu öngörülebilir sayması dolayısıyla ciddi eleştirilere uğramıştır. Roma Ekonomisi Roma İmparatorluğu • Roma, MÖ 9. yyda, İtalya Yarımadası’nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz’i çevrelemiş imparatorluktur. • Efsaneye göre Roma'yı, bir sepet içerisinde suya bırakılmış haldeyken dişi bir kurdun kurtardığı ikiz kardeşler olan Romulus ve Remus kurmuştur. • MÖ 8. yy’da Tiber Vadisi’nin etrafındaki tepelerde yaşayan Latin boylarının bir araya gelerek bugünkü Roma şehrini meydana getiren vadide Forum’u inşa ettiklerini ileri sürülmektedir. • Yaklaşık 12 yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma, başlangıçta seçimle tahta çıkan krallar tarafından yönetilmekteydi. • Soylulardan oluşan Senato, tavsiye niteliğinde kurulmuştu. • MÖ 510’da Patriciler, Etrükslerin hâkimiyetine son vererek Roma’da cumhuriyet dönemini kurdular. • MÖ 27’deyse Roma, imparatorluğa dönüştü. • Roma İmparatorluğu, Batı Avrupa ve Akdeniz’i çevreleyen bölgede egemendi. • Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da sona ermesi Roma’nın yıkılışı ve Ortaçağ’ın Başlangıcı kabul edilir. • Roma’nın en geniş sınırlara ulaştığı dönemde Kuzey İskoçya’dan Fırat Nehrine, Ren ve Tuna nehirlerinin güneyinden Büyük Sahra ve Umman denizine kadar uzanan ülkelerde yaşayan ırklar, diller, dinler, sosyal ve ekonomik seviyeleri değişik toplumlar, Roma’nın egemenliği altında bir araya gelmiştir. Roma’da Toplumsal Sınıflar •Patriciler: Kralın da dahil olduğu askeri yönetici sınıf. Roma senatosunun aslî üyeleri •Plepler: Küçük toprak sahipleri, kiracı çiftçiler, esnaf ve tüccarın meydana getirdiği sınıf •Köleler: Topraklar genellikle köle iş gücü tarafından işlenmekteydi. Roma ekonomisi, tamamen kölelerin çalıştırılması üzerine düzenlendi. Köleler her alanda çalışmaktaydılar: •Düşük rütbeli memurlar, •yol ve kanal inşaatında çalışan işçiler, •maden işçileri, •tapınak bekçileri vb. Roma Ekonomisi Nüfus • Roma İmparatorluğu’nun nüfusu, MS 2. yy’da en yüksek düzeye ulaştığı düşünülmektedir (60 milyon civarında). • En yoğun nüfuslu bölgesi İtalya (6 – 8 milyon arası)’dır. • MS 2. yy’dan, Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da yıkılışına kadar nüfus sürekli düşmekteydi. • İmparatorluğun son döneminde nüfus kıtlığı söz konusuydu. • En geniş sınırlarına ulaştığında Roma İmparatorluğu’nun kapladığı coğrafi alan 3.3 milyon km2 idi. • İmparatorluğun 2. yüzyılın ortasında 50 milyona ulaşan nüfusu dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturmaktaydı. • Bu tarihten itibaren Batı Roma’nın yıkılışına kadar nüfus sürekli düştü. • İmparatorluğun son döneminde kronik bir nüfus yetersizliği olduğuna dair kanıtlar çok fazladır. •İtalya, 6 ya da 8 milyonluk nüfusluyla imparatorluğun en yoğun bölgesiydi. •Ölüm oranı oldukça yüksek, hayat süresi kısaydı. •Yetişkinler için bile ortalama hayat süresi sadece 30-35 yıldı. •Nüfusun büyük bir bölümü kırsalda yaşıyor ve geçimini tarımdan sağlıyordu. •Gelirler, geçimlik bir düzeyde bulunuyordu. Tarım • Roma ekonomisinin temeli tarıma dayanmaktaydı. • İktisadi sistem, ziraî üretimi kesintisiz sürdürmek üzere organize olmuştu. • Tarım, MS I. ve II. yy’da büyük gelişme kaydetti. • O dönemde dünyanın en gelişmiş ekonomisi olan Roma ekonomisinin iki önemli temeli tarım ve ticaretti. • Tarımsal fazlanın vergilendirilmesiyle elde edilen kaynaklar ordu, bürokrasi ve şehirli nüfusu besliyordu. • İmparatorluk nüfusunun büyük bir bölümü tarımla uğraşıyordu. • Tahıl ürünlerinin üretimi yaygın olarak yapılmaktaydı. • İmparatorlukta deniz yoluyla yürütülen uzak mesafeli ticaret, mahalli ihtisaslaşmaya imkân veriyordu. • Fakat, Teknik açıdan Roma tarımı geriydi. • Kölelik, yeniliği önleyici bir faktör olarak gelişmenin önündeki engeldir. • İmparatorluğun genişlemesiyle Roma’ya yeni fethedilen bölgelerden bol ve ucuz hububatın gelmesiyle İtalya’da karlı olmaktan çıkan tahıl üretiminin önemi azalırken, geniş alanlar hayvancılığa ayrıldı. • Verimli topraklarda ise bağcılık ve zeytincilik önem kazandı. • Zirai ihtisaslaşmanın diğer bir örneği Sicilya, Kuzey Afrika ve Mısır’daki buğday tarımıydı. • Bu bölgelerin tahıl tarlaları, Roma ve İstanbul’u besliyordu. • İtalya’nın kırsal nüfusu kendi sahibi ya da kiracısı oldukları toprakları işleyen bağımsız köylülerden oluşuyordu. • Pön savaşları (Kartaca) ve özellikle de Anibal’in seferleri, Roma’nın kırsal sosyal yapısında önemli değişime yol açtı. • Askeri seferlere katılan köylüler, topraklarını terk ederek tarım yapamaz hale geldiler. • Zenginler, boş kalan bu toprakların büyük bir bölümünü Latifundia denen çiftliklerine kattılar. • Bu büyük işletmelerde piyasaya dönük olarak kar amacıyla üretim yapılıyor ve iş gücü kölelerce sağlanıyordu. Tarım neden imparatorluğun her yerinde eşit düzeyde gelişmedi? • Her bölge, zaman zaman boy gösteren ve bazen uzun süren kötü mahsul dönemleri yaşıyordu. • Roma’nın sağladığı barış ortamı sayesinde, tüm bölgelerde tarımsal faaliyetler kesintisiz olarak yapılabilmekteydi. • Büyük bir coğrafya ve farklı iklim türlerine ev sahipliği yapılıyordu. • Bölgeler arasında kültür alışverişi vardı ve yeni tür ve teknikler aktarılıyordu. • Roma tarımı ‘teknik’ olarak geriydi. • Köle iş gücünün fazlalığı yeniliği önlemekteydi. • Önceleri, İtalya’nın kırsal nüfusu, kendi sahibi ya da kiracısı olduğu toprakları işleyen özgür köylülerden oluşuyordu. • İş gücünün büyük bir bölümü, kölelerce sağlanıyordu. • Köylü nüfus İmparatorluk döneminde de azalmaya devam etti. • Bu dönemde, köylü nüfusu topraklarını terke zorlayan en önemli neden, ağır vergilerdi. • Roma İmparatorluğu’nda vergi, ekili arazi üzerinden sabit bir miktar olarak alınıyordu ve ürün herhangi bir tahribatla yok olsa da ödenmek zorundaydı. • MS III. ve IV. yüzyıllarda, yapılan tağşişler neticesinde köylü, sabit vergiyi ödeyemez hale geldi. • Aynı zamanda birçok köylü, toprakları için kira ödemekteydi. • Ağır ödemeler karşısında durumu kötüleşen köylü, işletmesini satıyor ve başkasının toprağında kiracı olarak çalışmaya başlıyordu. • Zirai faaliyetlerin başında tahıl üretimi, zeytincilik, bağcılık ve meyvecilik geliyordu. Sanayi Taş Ocakçılığı • Afyonkarahisar sınırlarında bulunan Synnada’dan (Şuhut), Yunanistan’ın Eğriboz ve Tajet dağından, İtalya’da bulunan Carrara’dan kullanılmaktaydı. • Mısır’ın kırmızı ve siyah graniti, • Orta Anadolu’nun tüfü • Suriye’nin bazaltı yaygın kullanılan taşlar arasında yer alıyordu. çıkartılan mermerler, Roma’da Çömlekçilik • Roma ile bağlı eyaletler arasında ticaretin gelişmesi, toprak kaplara olan ihtiyacı arttırdı. • Fıçı ve amfora imalatı en büyük sektörlerden biridir. • Amforalar tahıl, zeytin, zeytinyağı ve şarap taşımak için kullanılmış olup, özellikle Roma döneminde şarap taşımak amacıyla çok sayıda amfora üretilmiştir. • Şarap amforaları, Attika ölçüsüne göre 39 litredir. Dokumacılık • Dokumacılık, bir ev endüstrisi konumundaydı. • Bununla birlikte bazı gelişmiş dokuma merkezleri de bulunmaktaydı. • İtalya’da Podova bezleri, • İspanya ve Galya’nın yünlü ve keten kumaşları şöhret bulmuştu. • Sanayi, Roma şehir ve kasabalarında, yöresel pazarın taleplerini karşılamaya yönelik küçük atölyelerde ve evlerde gerçekleşmekteydi. İmalat faaliyetleri, genellikle hür esnaf tarafından yürütülüyordu. Madencilik • Kurşun boru yapımında, • Bakır ve kalay bronz yapımında, • Altın ve gümüş ise para basımında kullanılıyor. • En önemli maden kaynakları, İspanya ve Alpler bölgesindedir. • Maden ocaklarında, emeğin büyük bir kısmını köleler sağlıyordu. Ticaret • Roma İmparatorluğu, geniş bir pazardı. • Ticaret, göreceli olarak gelişmiştir. • Roma İmparatorluğu gibi büyük ölçekli siyasi-ekonomik birliklerin sağladığı ticari avantajlardan Roma vatandaşları da yararlandı. • Roma İmparatorluğu’nun ekonomik gelişmeye en önemli katkısı Akdeniz’de uzun bir dönem barış ve düzeni sağlamasıydı. • Korsanlığın önlenmesi, ortak bir paranın ve dilin varlığı da pazar bütünleşmesine katkıda bulunuyordu. • Sistemli yollar, deniz ve nehir taşımacılığı, diğer bölgelerle olan ticareti kolaylaştırıyor. • Ticaret, imparatorluğa canlılık kazandıran ve zenginliğinin temelinde yatan unsurdu. • Akdeniz ticaretinin en önemli kalemi ise bu dönemde tahıldır. • Başkentin buğday ihtiyacıyla yakından ilgilenen imparatorluk yönetimleri, yiyecek getiren tüccara çeşitli imtiyazlar bağışladılar ve zaman zaman da bu görevi doğrudan kendileri üstlendiler. • Mısır, Kuzey Afrika ve Sicilya’dan buğday taşımak üzere oluşturulan büyük filolar, imparatorluğun özel teşebbüse dayalı ekonomisinin en önemli istisnalarından biriydi. • Tahıl, Roma’ya İtalya dışından geliyordu. • Mısır ve Kuzey Afrika ise buğdayın ana kaynakları arasında bulunmaktaydı. • Her yıl Tiber Nehri’ne 6 bin tahıl gemisi girdiği tahmin ediliyor. • Zeytinyağı ve şarap, tahıllardan sonra gelen önemli ticari mallar arasında yer almaktaydı. • Zeytinyağı daha çok Güney İspanya ve Ege’den geliyordu. • Tuzlu etler ve balık, taze ve kuru meyve ve diğer yiyecek maddeleri, ticarî faaliyetler içerisinde önemliydi. • İnşaat faaliyetlerinde kullanılmak üzere odun, kereste, taş ve mermerler Mısır, Anadolu ve Yunanistan gibi bölgelerden getirilmekteydi. • Mısır ve Suriye’nin keten ve pamuklu dokumaları, Denizli ve Cordova’nın yünlüleri, çeşitli bölgelerden gelen seramikler, İskenderiye ve Sayda’nın camları, Nil vadisinin papirüsü, İspanya’nın silahları, Roma pazarlarında her zaman bulunabilmekteydi. • Roma İmparatorluğu’nda dış ticaret de gelişmişti. • Uzakdoğu’nun lüks malları, ipek, ipekli kumaşlar, porselen gibi ürünler en çok talep gören mallar arasındaydı. • Uzakdoğu malları, Amuderya’dan, Afganistan ve Basra yoluyla ya da Hazar Denizi ve Karadeniz üzerinden Roma’ya ulaşmaktaydı. • Endenozya, Hindi Çini ve Hindistan malları, Kızıldeniz yolu ile Roma’ya ulaşmaktaydı. • Bakır, kalay, kurşun, altın gibi madenler ve şarap, köle gibi mallar, Mısır üzerinden Hindistan’a gitmekte, karşılığında ipekli kumaş, pamuk pirinç, karabiber ve diğer baharatlar gelmekteydi. • Roma’nın Avrupa’daki bölgeleri, Doğu’dan ithal ettikleri lüks mallar karşılığında kıymetli madenler ihraç ediyorlardı. • Hindistan, günümüzde de olduğu gibi altın ve gümüşü memnuniyetle kabul etmekteydi. • Roma’nın dış ticaret daima açık vermekteydi. • İmparatorluğun kudretli dönemlerinde bu açık, dış ülkelerden alınan haraç ve vergilerle kapatılabiliyordu. • Siyasi hâkimiyetin sönmeğe başladığı III. yy’da, dış açıkların kapatılabilmesi ve artan devlet masraflarının karşılanabilmesi için gümrük vergileri yükseltildi. • Tahıl, zeytinyağı, şarap, tuz ve demirin ihracatı yasaklandı. • Ticaret, para ve kredi sistemlerinin gelişmesine olanak sağladı. • Başlangıçta ayni mübadele geçerliyken, daha sonraları bronz, gümüş ve altın para olarak kullanılmaya başlandı. • Roma altın parası Aureus, gümüş parası ise Denarius olarak isimlendirilmekteydi. Şehirler • Sümer’in eski şehir devletlerinden Roma İmparatorluğu’na kadar nüfusun büyük bölümü tarımda çalışsa da ekonomiyi ve toplumu belirleyen şehirli insanlar ve kurumlardı. • Roma uygarlığı da bir şehir uygarlığıydı. • İmparatorluğun şehirli nüfus oranı 1. yüzyılda %5 civarındaydı. • Muhtemelen 19. yüzyıla kadar dünyanın böylesine geniş bir bölgesi bu denli şehirleşmemişti. • İmparatorluğun sayıları 2 bini bulan şehirlerinin önemli bir bölümü mahalli yönetim merkezleriydi. • Bazı şehirler ise ya askeri ya da dini bir fonksiyona sahipti. • Roma şehirlerinin imalat ve ticaret gibi fonksiyonları çok sınırlı kalmıştı. • Yalnızca kırsal çevrenin ürünlerinin satıldığı bir pazar durumunda olan şehirler, buna karşılık onların bazı basit mamul mal ihtiyaçlarını sağlıyorlardı. • Bu yüzden şehirler tarım kesiminden kira ve vergi şeklinde elde ettikleri gelirlerle varlıklarını sürdürebiliyorlardı. • En büyükleri dışında tüm şehirlerde tarım önemli bir ekonomik faaliyetti. • Şehir nüfusunun önemli bir bölümünü tarım işçileri oluşturuyordu. • Şehirlerin çoğunluğu büyükçe köylerden ibaretti. • Ortalama şehir büyüklüğü 6 bin kişiden fazla değildi. • Roma şehri, dönemin şartlarına göre oldukça büyük bir şehirdi. • Nüfusu muhtemelen yarım milyonla bir milyon arasındaydı. • Şehir esnafı Roma halkının bazı basit mamul mallar için olan talebini karşılıyordu. • Ancak önemli bir mal ihracı söz konusu değildi. • Bu yüzden şehir halkının gerek duyduğu tahıllar, zeytinyağı ve şarap vergi gelirleri karşılığında elde edilebiliyordu. Roma Ekonomisinin Gerilemesi • Çok az konu Roma İmparatorluğu’nun çöküşü kadar tarihçileri yakından ilgilendirmiştir. • Birçok tarihçi ekonomik faktörlerin çöküşün kritik ve tayin edici nedeni olduğu konusunda birleşmişlerdir. • İmparatorluğun son dönemlerinde giderek artan problem, Romalıların barbar olarak nitelendirdikleri Cermenler’e karşı kuzey sınırlarının korunmasıydı. • MS 3. yy’a kadar Roma’nın askeri üstünlüğü tartışma götürmezdi. • Hatta 5. yy’ın başlarında bile küçük Roma birlikleri büyük barbar ordularını mağlup edebiliyorlardı. • Üstünlük marjı giderek daralıyordu. Barbarların artan askeri yetenekleri, Roma’nın mukayeseli üstünlüğünün azalmasına yol açıyordu. • Askeri üstünlükteki bu nispi düşüşle birlikte imparatorluğun harcamaları da artmaktaydı. • Barbar kavimlerle olan sınırların korunması giderek ağırlaşan bir mali yükün doğmasına neden oluyordu. • Barbarların istilalarını önlemek için verilen haraç miktarları artırılmış, askeri masraflar olağanüstü ölçüde yükselmiştir. • Artan savunma harcamaları, eyaletler üzerindeki merkezi kontrolün daha da sıkılaştırılmasını gerektirdiğinden bürokrasi hem güç kazanmış hem de kadrosu genişlemişti. • 300’lerde imparatorluğun doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasıyla ekonomik bakımdan daha zengin olan doğu eyaletleri kaybedilmiştir. • İçteki siyasi karışıklıklar, sınırdaki güvensizlikler iktisadi faaliyetlerin felce uğramasına yol açmıştır. • Tarlalar işlenemiyor, atölyeler işletilemiyor, ocaklar çalıştırılamıyordu. • Karayolları bakımsızdı, denizler korsanlarla doluydu, ticaret sekteye uğramıştı. • Ticaretin sekteye uğraması sonucu gerek duydukları malları temin etme ve ürettikleri malları satma imkânlarından mahrum kalan şehir sanayileri üretimlerini azaltmıştı. • Doğu ile yapılan ticaretin sürekli açık vermesi, bu açığın kıymetli maden ihracı ile karşılanmasını gerektiriyordu. • İmparatorluk karşılaştığı yeni mali güçlükler nedeniyle bu ticareti sürdürme imkânından da yoksun kalmıştı. • Böylece bir yandan şehirler kır, öte yandan da bölgeler arasındaki ekonomik bağımlılık yerini bölgesel yeterliğe bırakmıştı. • Ekonomik faaliyetlerdeki bu gerilemenin beraberinde getirdiği kıtlık ve salgınlar, savaşlardan daha fazla insanların kırımına yol açarak imparatorlukta bir iş gücü kıtlığının da doğmasına neden olmuştu. • Roma yönetimleri, karşılaştıkları bu problemlerin üstesinden gelebilmek için sonuçta ekonomiyi daha da zor şartlara iten çeşitli tedbirlere başvurdular. • Öncelikle artan gelir ihtiyacını karşılayabilmek için vergiler ağırlaştırıldı. • Ağır ve çoğu zaman da adaletsiz vergileme, köylülerin ve esnafın durumunun kötüleşmesine ve zenginle yoksul arasındaki eşitsizliğin daha da büyümesine neden oldu. • Mali problemlerini çözme konusunda vergi gelirleri yetersiz kalan devlet bir çare olarak paranın ayarıyla oynadı ve değerini sürekli olarak düşürdü. • Üçüncü yüzyıl boyunca süren bu ayarlamalar, yüzyılın sonunda denarius’un satın alma gücünün enflasyondan önceki değerinin yüzde birine kadar inmesine yol açtı. • Buna karşılık maksimum fiyatları ve ücretleri belirleyerek duruma bir çözüm getirilmeye çalışıldı, ancak bu da başarısız oldu. • Enflasyon, bakır paralar tamamen değersiz hale gelinceye kadar devam etti. • Dördüncü yüzyılın sonunda çok az gümüş ve bakır para basıldı. • Sonuçta imparatorluk tamamen altın bir para sistemine geçti. • İmparatorluğun çöküş döneminin temel ekonomik problemlerinden biri, para ayarının bozulması ve bundan kaynaklanan enflasyondu. • Hızlı enflasyon reel vergi gelirlerinde önemli düşüşlere neden olduğundan vergilerin para yerine ürün ya da hizmet şeklinde toplanması yoluna gidildi. • Vergiler ayni olarak toplanınca, ödemeleri de ürün şeklinde yapma zorunluluğu doğdu. • Askerler ve memurlar maaşlarını ve bir kısım şehir halkı sosyal yardımlarını ürün olarak almaya başladılar. • Böylece piyasa ekonomisi kaynak dağılımını düzenleme, para ise bir değişim aracı olma fonksiyonunu önemli ölçüde kaybetti. • Devlet, mali politikalarındaki bu değişmelere ek olarak iktisadi faaliyetlerin cereyan ettiği hukuki çerçeveye de müdahalelere girişti. • Roma ekonomisinin daha önce gösterdiği dinamizmin temelinde yatan ve Roma hukukunda ifadesini bulan mülkiyet hakları sistemi ve özgürlükler önemli kısıntılara uğradı. • Bu ise sosyal hareketliliği sınırlayarak kişisel teşebbüs gücünü yok etti. • Ekonomik hayatın her yönünü etkileyen bu müdahaleci iktisat politikası, çok çeşitli bürokratik kontrol mekanizmalarını kapsıyordu. • Öncelikle esnafın ve tüccarın mesleki özgürlüğü kısıtlandı. • Başkentin yiyecek ihtiyacını karşılayan tüccar ve gemi sahipleri bir dernek halinde örgütlenerek bazı vergi bağışıklıklarını da kapsayan ayrıcalıklar tanındı. • Buna karşılık işleri babadan oğluna geçer hale getirildi. • Vergi gelirlerinin daha kolay toplanabilmesi için her meslekten esnafın bir esnaf cemiyetine girmesi zorunlu kılınarak esnaf cemiyetleri birer devlet organına dönüştürüldü. • Esnaf üyesi bulunduğu bu derneği terk edemezdi. • Bu kişilerin servetlerinin aynı meslek grubu içinde kalabilmesi için evlenme hakları kısıtlandı ve çocukların baba mesleğine devamı zorunlu kılındı. • Aynı bürokratik kontrol mekanizmaları, tarım sektörüne de uygulandı. • Köylerden şehirlere göçü önlemek ve kırsal kesimden alınan vergileri garanti altına alabilmek için çiftçileri bulundukları topraklara bağlayıcı bazı tedbirler getirildi. • Latifundialarda köle iş gücünün yanında serbest sözleşme ile çalışan köylüler bulundukları toprakları terk edemez oldular. • Kolonluk sistemi adı verilen bu uygulamaya göre topraklarından ayrılanlar 30 yıl içinde bulundukları yerlerden zorla eski topraklarına geri getirtilebilecekti. • Böylece hür köylü toprağa bağlı köylü haline geldi. • Zamanla bu kişilerin şahsi hürriyetlerini kısıcı başka bazı sınırlamalar da getirildi. • Kolon bir köylüden doğan çocukların aynı topraklarda kalabilmesi için evlenme hakları kısıtlanarak hür bir kadınla ya da toprakları dışından evlenmeleri yasaklandı. • Buna karşın daha önce köle durumunda olanlar statü açısından yükseldi. • Hür köylü ile köle arasındaki fark azaldı ve toplum, Orta Çağın serflik sistemine doğru kaymaya başladı. • Bütün bu gelişmelerin sonucunda Roma İmparatorluğu gibi dünya çapında bir siyasi-ekonomik birliğin vatandaşlarına sağladığı kazançlar azaldı, vergiler arttı. • Devletin ticarete verdiği destek kayboldu. • Bölgesel küçük birlikler, Roma İmparatorluğu’ndan daha fazla güvenlik sağlar hale geldi. • Devletin koruma sağlama fonksiyonunu tam olarak yerine getirememesi, mahalli güçlerin bu boşluğu doldurmasına; adli, mali ve hatta siyasi bağımsızlık kazanmalarına neden oldu. • Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da Cermen istilacılar karşısında yıkılması, bu süreci tamamladı. • Batı Avrupa’da küçük ölçekli siyasi-ekonomik birliklerin Orta Çağ boyunca bin yıl sürecek egemenliğini başlattı. ve Orta Çağ başlar… Orta Çağ Tarihi Avrupa Toplumu Roma Mirası • • Cermenler • Kilise Orta Çağın İktisadi Devirleri 476-1000 Karanlık Çağ – Erken Orta Çağ • Siyasi Kargaşa – Ekonomik Çöküş • Feodal Yapı - Malikane • 1000-1300 İleri Orta Çağ • Şehirleşme • Haçlı Seferleri • Göç ve Kolonizasyon • 1300-1400’ler Geç Orta Çağ • Ekonomik Kriz • Salgın • Nüfus • Nüfus, 2 ve 7. yüzyıllar arasında düştü. • Binyılın sonuna kadar bu düşük düzeyde kaldı. • 10. yüzyıldan 14. yüzyılın başlarına kadar nüfus yavaş fakat sürekli olarak arttı. • 1300’lerin ilk yarısında nüfusun 80 milyon olduğu tahmin edilmektedir. • Fakat… • 1348’de büyük salgın başladı. • 1348 - 1351 yılları arasında etkisini sürdüren ve Kara Ölüm olarak adlandırılan tehlikeli bir veba salgını, 80 milyon olan Avrupa nüfusunun 25 milyonunun ölümüne neden oldu düşünülmektedir. • Avrupa nüfusu 1347 ile 1400 arasında 45 milyona düştüğü varsayılmaktadır. • Veba, salgın hastalıkların en trajik ve tahripkar olanıydı. • Bu süre boyunca savaşlar, açlıklar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar Avrupa’yı kasıp kavurdu. • Salgınların sıklığı ile nüfus yoğunluğu ve şehirleşme arasında da sıkı bir bağ bulunuyordu. • Şehir ve kasabalarda sağlık tedbirleri yok denecek düzeydeydi. • Fareler, pireler ve bitler boldu. • Şehir sakinlerinin içme suyunu temin ettiği su kuyuları temiz değildi. • Kişisel hijyen şartlarına dikkat edilmiyordu. • Salgınların uzun dönemde nüfus üzerindeki etkisini yalnızca yol açtığı ölümlerin sayısı değil, aynı zamanda bu ölümlerin yaşlara göre dağılımı belirliyordu. • Eğer salgın çoğunlukla genç insanları öldürürse, nüfusun daha sonraki gelişmesi üzerindeki etkileri, doğurganlık çağını geçmiş insanları öldürmesinden daha şiddetli oluyordu. • Bir salgın zamanında yalnız daha çok insan ölmüyor, aynı zamanda daha az çocuk doğuyordu. • Sonuç olarak Avrupa nüfusu, bir yandan düşük doğum oranları, öte yandan da savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar gibi felaketlerden kaynaklanan yüksek ölüm oranları nedeniyle Orta Çağ boyunca ve özellikle de Rönesans döneminde düşük kalmıştır. • Nüfusun iki önemli özelliği vardı. • İlki, Avrupa nüfusu gençti. • İkincisi de 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar süren artışa rağmen nüfus nispeten azdı. • Bu dönemde, en büyük ülkeler 10-18 milyon arasında nüfusa sahipti. • Pek az metropol 100 bin nüfusa ulaşıyordu. • Avrupa nüfusu yüksek doğum oranı nedeniyle genç ve yüksek ölüm oranı sebebiyle düşük kalmıştı. • Sanayi öncesi toplumların temel özelliklerinden biri de her çeşit felakete karşı aşırı zayıflıklarıydı. • Nüfus üzerinde doğum ve ölümden daha çok savaş, açlık ve kıtlık ile salgın hastalıklar etkilidir. • Şiddetli açlık ve salgın dönemlerinde ölüm oranı binde 250’ye ve hatta 500’e yükselebiliyordu. • Savaşlar, Orta Çağ Avrupa’sında veba kadar yaygındı. • Savaşın yol açtığı asıl yıkım, açlığa ve bunun sonucunda da salgın hastalığa neden olmasından kaynaklanıyordu. • Orta Çağ ordularının hijyen koşulları olağanüstü derecede kötüydü. Bu nedenle de salgınlar, savaşların sık karşılaşılan bir yan ürünüydü. • Ordular savaştan çok salgınları yayarak ölüm oranları üzerinde etkili oluyordu. • Savaşlarda ürünlerin, sürülerin ve tarım aletlerinin yağma edilmesi ise açlık ve kıtlığı beraberinde getirerek yaygın şekilde ölümlere yol açıyordu • Savaşlar, sermayeyi yok ettiğinden sağ kalanlar büyük bir açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kalıyorlardı. • Kıtlık ve açlık, sanayi öncesi toplumlar için çok yaygın ve sık karşılaşılan bir tehlikeydi. • Sıradan insanlar gelirlerinin %60 ile 80’i arasında değişen önemli bir oranını yiyecekler için harcamalarına rağmen yeterince beslenemiyorlardı. • Önemli bir problem kaynağı da mahalli ve ülke çapında sık sık karşılaşılan ürün yetersizlikleriydi. • Ciddi bir ürün yetersizliği, etkilenen bölgelerde normal ölüm oranlarını iki ya da üç katına kadar yükseltebiliyordu. • Açlık ve kıtlığa karşı alınan en temel tedbir, imkânların elverdiği ölçüde bolluk yıllarında oluşturulan büyük yiyecek stoklarıydı. • Bu yiyecek stoklarından beslenerek çoğalan fare nüfusu, veba ve tifüs salgınlarına yol açarak yüksek bir negatif dışsal ekonomiye neden oluyordu. • Açlık ve kıtlık dönemlerinde ölüm oranları çarpıcı şekilde yükseliyordu. ŞEHİRLERİN DOĞUŞU VE BÜYÜMESİ • Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışını takip eden yüzyıllarda Avrupa’da şehirler önemini kaybetmişti. • 10. ve 12. yy arasında Avrupa’da şehirlerin yeniden doğuşu, Kuzey ve Batı Avrupa tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. • Bu dönemde hem pek çok yeni şehir doğmuş hem de mevcut şehirler büyümüştür. • Bunun en belirleyici özelliği Hansa Birliği’nin ortaya çıkmasıdır. • Dönem içinde Avrupa’da on binden fazla nüfuslu şehirlerde yaşayan nüfusun oranı hemen hemen sıfırdan %6’ya yükseldi. Şehirlerin Büyümesinin Nedenleri • Pek çok Orta Çağ şehri, eski Roma yerleşim merkezleri üzerinde kuruldu. • Roma tahkimatları, sığınma yeri veya piskopos ve kontlar için idare merkezi olarak Orta Çağda da sürekliliklerini korudular. • Bu şehirler, duvarların ve mevcut otoritenin sağladığı korunmadan yararlanmak isteyen gezginci küçük tüccarın ve esnafın geçici durak yeri olarak kaldığı sürece ekonomik açıdan önemli bir fonksiyonları olmadı. • Ne zamanki, bu 11. yüzyıldan itibaren gerçekleşiyor. Gezginci tüccarın ve esnafın bu merkezlere yerleşmesiyle şehirler birer değişim ve imalat yeri haline geldi. • Böylece şehirler bir yandan malların ve hizmetlerin mahalli değişimi için bir merkez görevi görmeye başlarken, öte yandan da sınai faaliyetler giderek malikanelerden bu yeni merkezlere kaydı. • Şehirler birer değişim ve imalat yeri haline geldikten sonra süratle büyüdü. • Bu büyümenin temelinde yığın halinde göç hareketi yatıyordu. • Şehir nüfusları doğal artış yoluyla büyümedi. • Şehir merkezlerinde doğum oranları, ölüm oranlarından bariz şekilde daha yüksek değildi. • Bu nedenle şehir nüfusu, kırsal bölgelerden nüfus göçüyle büyüdü. • Yine de Orta Çağ şehirleri oldukça küçük nüfuslu şehirlerdi. • 12. yüzyıl Avrupa’sında 25 binin üzerinde nüfus barındıran şehir istisna idi. • İnsanlar biri çekici, diğeri itici iki gücün etkisiyle şehirlere göç ediyorlardı. • 10. ve 13. yy arasında Avrupa’da ekonomik şartlar iyileşme eğilimindeydi. • Buna rağmen hayat, hala büyük bir nüfus kitlesi için çekilmez durumdaydı. • Pek çok serf, durumundan kurtulmak için hiçbir çare göremiyordu. • Asil sınıfın alt tabakası için yükselme şansı çok sınırlıydı. • Bu insanlar için şehir bir yenilik unsuru, bir talihini deneme imkânıydı. • Çünkü şehir tamamen yeni ve dinamik bir dünya idi. • Orada insanlar, tatsız geçmişlerinden tamamen kurtularak ekonomik ve sosyal başarı için yeni fırsatlar bulabilir, geleneksel ayırımlar dikkate alınmayabilir, cesaret ve çalışkanlık ödüllendirilebilirdi. • Bir şehirde 1 yıl ve 1 gün yaşamak o insanı hür yapıyor ve lordlar o insan üzerinde bir hak iddia edemiyordu. • Bu yüzden ‘kent havası özgürleştirir’ (Stadtluft macht frei) sözü bir atasözü haline gelmişti. • Kırsal bölgelerden kaçan bir serf için şehirde kendini hürriyetine kavuşmuş olarak bulma, yalnızca hukuki bir olay da değildi. • Şehirde tüm sosyal atmosfer ihtiraslı ve yetenekli bir kişiye sınıfına bakılmaksızın açıktı. Orta Çağ Avrupa Şehirlerinin Özellikleri • Şehirlerin doğuşunun önemli siyasi sonucu, feodal olmayan bir yönetim şeklinin ortaya çıkışıydı. • Malikane mahkemesinin kuralları şehirli tüccarın ihtiyaçlarına pek cevap vermiyordu. • Bu yüzden tartışmalı sözleşmelerin bir karara bağlanabilmesi için yeni ticaret hukuku kuralları geliştirildi. • Şehirler bulundukları bölgenin lordu ile bir anlaşma yaparak şehir halkının belirli bazı hürriyetlerine saygı göstermesini sağladılar. • Feodal asiller için de şehirler büyük bir değer taşıyordu. • Canlı bir tüccar ve esnaf topluluğunun kendilerine ek bir gelir getireceği ümidiyle pek çok müteşebbis feodal yönetici, yeni şehirler kurma yoluna gitti. • Bu yeni şehirlere, sakinlerinin sahip olacağı hürriyetleri belirten imtiyaznameler bağışlandı. • Kendi kendilerine gelişen şehirler, feodal lordlardan anlaşma ya da satın alma yoluyla aynı nitelikte imtiyaznameler elde ettiler. • İmtiyaznamelerin şehir halkına bağışladığı özel hürriyetler farklılıklar gösterebiliyordu. • Malikane içinde geçerli sınırlamalardan kurtulan şehir halkının şehirde toprak almasına, satmasına ve bağışlamasına izin veriliyordu. • Ayrıca şehirler çevrelerindeki belirli bir alanda ticari tekel hakkına da sahip oluyorlardı. • Fransa ve İngiltere’de krallar da kasaba ve şehirlerin bu imtiyazlarının garantörü oldular. • Böylece krallarla şehir halkı arasında bir iş birliği doğdu. • Çünkü her ikisinin de menfaati feodal asillere karşıydı. • Bu ittifak, Fransa ve İngiltere’de milli monarşilerin kurulmasının temelini oluşturdu. • Orta Çağ şehrinin özerk siyasi yapısı, çevresindeki kırsal hayatla tam bir tezat halinde gelişmesine yol açtı. • Şehrin duvarları pratik bir amaca yönelikti, ancak onun sembolik bir önemi de vardı. • Onlar adeta iki farklı dünyanın sınırlarını temsil ediyorlardı. • Bu farklılık, Orta Çağ ve Rönesans dönemi Avrupa’sının şehirlerine asıl karakterini veriyor ve onu diğer bölgeler ve zamanlardaki şehirlerde tamamen değişik kılıyordu. • Klasik dünyanın, Çin’in ve Bizans’ın şehirlerinde tüccar ve esnaf, sosyal olarak üstün bir konumda değildi: Onlar servet sahibi olsalar bile, aşağı bir sosyal statüde olmaktan kurtulamıyorlardı. • Çünkü yüksek sınıfın kırsal idealleri tüm topluma nüfuz etmişti. • Toprak sahibi asil sınıf, hem kır hem de şehir kesimine politik ve kültürel olduğu kadar, sosyal olarak da hükmettiği sürece birlik ve aynılık unsurları şehir ve kır dünyası arasındaki farklılıkları gideriyordu. • Şehir, kendi başına bir varlık değildi; kır ve şehir devamlılığı içinde yalnızca bütünün bir parçasıydı. • Orta Çağ şehri ise belirgin şekilde kırsal kesimden ayrı ve bağımsızdı. • Fizikî anlamda şehir kırdan duvarlarla, hendeklerle ve yollarla ayrılmıştı. • Daha önemlisi şehir adli bakımdan farklı bir dünya idi. • Bir insan şehir kapısından geçtikten sonra, bugün bir ülkeden diğerine geçildiği zaman olduğu gibi değişik kanunlara tabi oluyordu. • Feodal dünyada tipik olarak dikey bir düzenleme geçerliydi. • İnsanlar arasındaki ilişkileri fief ve hizmet, bağış ve bağlılık yemini, lord, vassal ve serf gibi kavramlar düzenlemekteydi. • Şehirde ise eşitler arasında iş birliğiyle karakterize edilen bir düzenleme geçerliydi. • Kendilerine özgü bir değerler sistemi geliştiren şehirliler, kırsal dünyanın kontrolünü ve değerler sistemini kabul etmiyordu. • Şehirli esnaf ve tüccarın bu kendilerine özgü değerler sisteminin ekonomik açıdan da önemli sonuçları oldu. • Çünkü yeni değerler sistemi, yeni ihtiyaç şekilleri doğurdu. • Yeni sınıfların ekonomik başarısı, bu ihtiyaçlara büyük bir satın alma gücü desteği sağladı. TEKNOLOJİK VE KURUMSAL YENİLİKLER Teknolojik Değişmeler • Bir dizi şaşırtıcı yeniliği takiben MÖ 2500 yılları civarında Batı dünyasında teknolojik ilerleme sona erdi. • Daha sonraki 3 bin yıl boyunca çok az gelişme oldu. • Fakat Orta Çağla birlikte Batı dünyası, teknik yeniliklerin hızla birbirini izlediği ve özellikle de teknolojinin mekanik yönünün ağırlık kazandığı bir döneme girdi. Tarım Teknolojisiyle İlgili Değişmeler • 6. ve 11. yy arasında ortaya çıkan teknolojik yenilikler daha çok tarımla alakalıydı. • Avrupa’da yaygınlaşmaları uzun bir zaman alan bu yeniliklerin en önemlileri ağır saban, üçlü tarla rotasyonu ve yeni bir at koşum sistemiyle çivili at nalıydı. • Bu yenilikler birbirlerine destek olarak 1100 yıllarından sonra Kuzey Avrupa’da görülen zirai büyümenin temelini oluşturdu. • Böylece Roma zamanında seyrek nüfuslu, ekonomik açıdan geri kalmış bir sınır bölgesi olan Kuzey Avrupa, Akdeniz topraklarının servet ve zenginliğine rakip ve sonuçta onu da aşan bir zirai üretim merkezi haline geldi. • Ağır sabanın en büyük avantajı yumuşak topraklara göre daha verimli olan Kuzey Avrupa’nın yoğun ve sert topraklarını tarıma elverişli hale getirmesiydi. • Ağır sabanın ikinci önemli avantajı, bıçağı ile toprağı altüst ettiğinden ekilen topraklarda çapraz sürüm işlemini gereksiz kılarak insan emeğinden önemli tasarruf sağlamasıydı. • Başlangıçta çok verimli topraklarda uygulanabilen üçlü tarla rotasyonu da önemli avantajlara sahipti. • Farklı mevsimlerde değişik ürünlerin ekilmesi, hasat kötülüğüne ve onu izleyen kıtlığa karşı bir sigorta mekanizması görevi yapıyordu. • Çünkü her ürün iklim şartlarından aynı şekilde ve ölçüde etkilenmeyeceğinden, bir üründe görülen başarısızlık diğerlerinin yüksek verimiyle giderilebiliyordu. • Bu sistemin ikinci ve daha önemli bir avantajı, sürüm işlemlerinin yıl içinde daha düzenli dağılmasına ve böylece yeni toprak açma faaliyetlerinin hızlanmasına imkân vermesiydi. • İkili tarla rotasyonundan üçlü tarla rotasyonuna geçiş, köy topluluğunun üretimini %50 artırıyordu. • Üçlü tarla rotasyonunun bir başka avantajı İlkbahardaki baklagiller türü ürünlerin ekimi sayesinde hem köylülere protein yönünden daha zengin bir beslenme rejimi sağlaması hem de toprağı azot bakımından güçlendirerek kış üretiminin verimliliğini yükseltmesiydi. • Yulaf üretiminin artışı atı, tarımda, taşımada ve sanayide yararlanılan önemli bir güç kaynağı haline getirdi. • Çivili at nalı ve yeni koşum sistemi ise atın gücünden daha etkin şekilde yararlanılmasını sağladı. • Tırnaklarının zayıflığı, Kuzey Avrupa’nın nemli ikliminde atın gücünden ekonomik olarak yararlanılmasını önemli ölçüde engelliyordu. • At nalı, atın tırnaklarının korunmasını sağlayarak bu problemi çözdü. • Öte yandan geleneksel koşum sistemi, öküzlerin bünyesine göre düzenlenmişti ve boyna dolanan bir kayıştan ibaretti. • Bu sistem atın boynunu sıkarak rahat nefes almasını ve kanının başa doğru hareketini güçleştiriyordu. • Bu yüzden bir çift at, 50 kg’lık yükü zorlukla çekebiliyordu. • Etkin bir at koşum sistemi önce Asya’da geliştirildi ve 9. yüzyılda Avrupa’ya geçti. • Omuzlara dayanan sert bir halkadan oluşan bu yeni koşum sisteminde at, eskisine oranla 4-5 kat daha fazla yük çekebiliyordu. Böylece at, ağır tarla işlerinde etkin olarak kullanılabildi. • Avrupa’da at besleme yaygınlaştı. • Müslüman ülkelerden at ithal edilerek cinsinin geliştirilmesine çalışıldı. • Giderek tarımda öküzün yerini alan at, öküze göre daha masraflı ancak ondan daha güçlü ve daha hızlıydı. • Bir at, 3 veya 4 öküzün yaptığı işi yapabiliyordu. Ancak atın beslenme maliyeti de aynı oranda yüksekti. • Hızlılık faktörü, soğuk ve yağışlı iklim nedeniyle tarlada çalışma süresinin sınırlı olduğu bölgeler için özellikle önemli bir avantajdı. • Atın öküzün yerini alması, daha pahalı, fakat buna karşılık daha etkin bir sermaye malının daha ucuz fakat daha az etkin bir sermaye aracının yerine ikame edilmesi demekti. • Bu nitelikte bir diğer değişme de 12. yüzyıldan itibaren daha pahalı demir araçların tarımda kullanımının artışıydı. Enerji Alanındaki Değişmeler • Orta Çağda meydana gelen bir diğer önemli teknolojik yenilik de su ve rüzgar değirmenlerinin yaygınlaşmasıydı. • Su ve rüzgar değirmenleri MÖ 1. yy gibi erken bir tarihte icat edildi. • Ancak Orta Çağa kadar bu enerji kaynaklarından sınırlı şekilde yararlanıldı. • 10. yy itibaren hidrolik enerjiden elde edilen hareket gücü, üretim faaliyetlerinde artan bir çeşitlilikle uygulanmaya başlandı. • Su değirmenleri zamanla daha karmaşık ve güçlü hale geldi. • Rüzgar değirmenleri ise Avrupa’da ilk kez 12. yy sonlarında görüldü. • Başlangıçta rüzgar değirmenleri oldukça ağır bir tesis üzerinde sabit olarak kurulmaktaydı. • Rüzgarın yönüne göre değirmenin döndürülmesi gerekiyor ve bu da inşa edilen değirmenin büyüklüğünü önemli ölçüde sınırlıyordu. • 14. yy’a doğru inşa edilmeye başlanan kule değirmenlerde bina ve makineler sabit kalıyor, yalnızca tepe kısım rüzgarın yelkenlere gelmesini sağlayacak biçimde döndürülüyordu. • Böylece daha büyük ve güçlü değirmenlerin kurulması mümkün oldu. • Bu değirmenlerde yelkenler elle çevriliyordu. Fakat daha sonra bu engel de aşılarak, yelkenlerin rüzgara göre otomatik olarak yön değiştirmesi sağlandı. • Bu, muhtemelen makinelerde otomatik kontrolün tarihteki ilk örneğiydi. • Kule değirmenler, 20-30 beygir gücü enerji üretebiliyordu. • Rüzgar değirmenleri su değirmenlerinden daha güçlüydü. • Ancak onun yayılması coğrafi şartlar ve iklim özellikleri ile sınırlanmaktaydı. • Su değirmenleri gibi rüzgar değirmenleri de başlangıçta yalnızca hububat öğütmek için kullanıldı ancak daha sonra ipek dokuma, kumaş kalıplama, yağ çıkarma ve barut imali gibi pek çok üretim faaliyetinde ondan yararlanılmaya başlandı. • Su ve rüzgar değirmenlerinin yaygınlaşması üretken amaçlar için daha fazla enerjinin sağlanması demekti. • Onların yaygın kullanımı, insanın güç için hayvan ve bitki şeklindeki enerji kaynaklarına bağlı olduğu geleneksel dünyadan kurtuluşun başlangıcı ve böylece Sanayi Devriminin ilk habercisi oldu. Çıkrık, Gözlük ve İlk Ateşli Silahlar • 13. yy ikinci yarısının önemli yenilikleri çıkrık ile zanaatkarların ve bilim adamlarının verimliliğini büyük ölçüde artıran gözlüktü. • 14. yy başlarında ilk ateşli toplar ve mekanik saatler ortaya çıktı. • Çinliler barutu 11. yy’da biliyorlardı. • Çin yönetimlerini dış istilalardan çok iç isyanlar korkuttuğundan baruttan silah olarak yararlanmayı düşünmediler. • Avrupalılar ise barutla ateşli silahları icat ettiler. • Nispi olarak daha yüksek maliyetli olan askerlerin yerine sermayeyi ikame eden ateşli silahlar, iş gücünden tasarruf sağlayan teknolojik yeniliklerin bir diğer önemli örneğiydi. Mekanik Saat • Birim zamanda elde edilen üretimi maksimize etmeyi ifade eden verimlilik fikri saatin bir yan ürünüydü. • İlk Çağdan itibaren zamanın ölçülmesi için çeşitli araçlar geliştirildi. • Gölge çubukları ile zamanı ölçen güneş saatleri ilk çözümdü. • Daha sonra astronomik su saatleri icat edildi. • Zaman bilgisinin hükümranlığın halkla paylaşılamayacak esrarlı bir yönü olarak görüldüğü Çin’de 9. yüzyıldan itibaren imparator ve astrologlar için yapılmış resmi projelerin ürünleri olarak tıkanmaya başlamadan önce kısa dönemde zamanı mükemmel gösteren su saatleri üretilmeye başlandı. • Müslüman saatçiler Avrupa’da hiçbir şeyin bilinmediği bir dönemde su saatleri yapıyorlardı. • Böyle bir efsane saat, Harun Reşit tarafından Şarlman’a 800 yılları civarında hediye olarak gönderildi. • Ancak Avrupa’da kimsenin ilgisini çekmedi. • Güneş saatleri gökyüzünün kapalı olduğu günlerde, su saatleri ise ısının donma derecesinin altına indiği zaman işe yaramıyordu. • Kuzey Avrupa’da ise haftalarca güneş görünmeyebiliyor, ısı yalnız mevsimlere göre değil, gündüzden geceye de büyük farklılık gösterebiliyordu. • Avrupa’nın su ve güneş saatlerinin kullanımına imkân vermeyen soğuk ve çoğu zaman bulutlu ikliminin mekanik saatin icadını zorunlu kıldığı ileri sürülmüştür. • Çarklardaki aktarım kullanıldı. ve karmaşık dişli mekanizmaları saat imalatında da • 12. yüzyılda su gücü ile çalışan saatler ortaya çıktı. • 13. yüzyılda mekanik saatler ve 14. yüzyılda Avrupa’da şehir saatleri (saat kuleleri) görülmeye başlandı. • Mekanik saat Orta Çağ mekanik yaratıcılığının önemli bir başarısıydı. • Dijital ilkenin ilk uygulama örneği olan mekanik saatler, günümüzün dijital esasa dayalı hassas aletlerinin başlangıcıydı. • Mekanik saat üretimi, 300 yıl Avrupa’nın tekelinde kaldı. • Diğer uygarlıklar Avrupa’da imal edilen saatlere hayran kaldılar, fakat Avrupa standartlarında mekanik saat üretmeyi başaramadılar. Gemicilik ve Denizcilikle İlgili Gelişmeler • 1000 yıllarında Avrupa gemileri ve denizciliği Roma İmparatorluğu döneminden çok daha ileri düzeyde değildi. • Orta Çağın sonlarında gemi dizaynı ve inşası ile gemicilik araçlarında önemli teknolojik gelişmeler oldu. • Gemilerde yelkenler ve sabit dümenler küreklerin yerini aldı. • Böylece gemilerde daha büyük manevra ve doğrudan kontrol imkânı doğdu. • Gemiler büyüdü, yönetilmeye daha elverişli ve denize daha dayanıklı hale geldi. • 14. yy’ın başlarında gemilerin normal büyüklüğü 75 ton civarındaydı. • 1440’larda bu sayı ikiye katlanmıştı. • 1470’lerde ortalama gemi büyüklükleri 300 tona yükselmişti. • 16. yy’ın başlarında ise gemilerin çoğunluğunun kapasitesi 600-700 tona ulaşmıştı. • Gemilerin büyümesi beraberinde hız artışını getirdi. • Bir geminin maksimum hızı onun su yüzeyindeki uzunluğunun karesinin köküyle doğru orantılıdır. • Gemiler büyürken taşıma kapasitesindeki artışın inşa maliyetindeki artışın üzerinde olması önemli bir ölçek ekonomisi de sağlıyordu. • Ayrıca büyük gemiler uzun seyahatlerin gerektirdiği su, yiyecek ve yedek parça stokları için daha uygun ve güvenliydi. • Pusulanın Orta Çağ boyunca Avrupa’da kullanımı yaygınlaştı. • Manyetik pusula ve haritacılık alanındaki gelişmeler gemicilikte tesadüfiliği azalttı ve gemilerle daha uzun seyahatlere güvenlik içinde çıkılabildi. • 15. yy’da gemi yapım teknolojisinde de gelişmeler oldu. • Rüzgar enerjisinden daha etkin şekilde yararlanılmasını sağlayan üç direkli gemiler inşa edildi. • Daha çok sayıda ve daha geniş yelken sistemleriyle donatılan bu gemiler, elverişli rüzgarları beklemek mecburiyetinde olmadığından denizlerde boşa geçen bekleme süresi önemli ölçüde azaldı. • Orta Çağın sonlarında artık bir gemi Akdeniz’de kışın bile yol alarak bir yılda iki seyahati tamamlayabiliyordu. • Gemilerin büyüklüğü ve kapasiteleri artarken, taşıma maliyetleri de düşürüldü. • Bütün bu gelişmeler gemilerin bir sermaye malı olarak önem kazanmasına ve daha yaygın şekilde kullanımına neden oldu. Matbaanın Yaygınlaşması ve Etkileri • 15. yy’da medeniyetin doğuşundan bu yana en önemli yeniliklerden biri olan matbaa Avrupa’da yaygınlaşmaya başladı. • Matbaadan önce kitaplar, katipler tarafından elle yazılarak çoğaltılırdı. • Bir katip günde 3 bin kelime yazarak günümüz standartlarına göre 250 sayfalık bir kitabı ancak 35 günde tamamlayabiliyordu. • Ayrıca el yazması kitaplarda her kelimenin kapladığı alanın modern baskı tekniklerinin iki katı olması maliyetleri önemli ölçüde yükselten bir durumdu. • Yine de Orta Çağ boyunca Avrupa’da üretilen yazma eser sayısında önemli artış oldu. • Avrupa’da yazma eser üretimi 500-700 arasında yüzyıl başına ortalama 12 bin nüsha iken, 15. yüzyılda 5 milyona yükseldi. • İlk matbaa, 9. yy’da Çin’de icat edildi. • Ancak Çin’de matbaa yaygın bir şekilde kullanılsa da potansiyel imkânlarından tam olarak yararlanılamadı. • Çince bir metnin basımı yaklaşık 5 bin karaktere denk geliyordu. • Çin’de emek bol, sermaye ise kıt bir üretim faktörü olduğundan el yazması, matbaa ile rekabet edebilen bir teknoloji olarak önemini korudu. • Matbaa Avrupa’ya ulaştığında, 26 harfli Latin alfabesi ile kolaylıkla mekanik bir kitle üretim aracına dönüştürülebildi. • Gutenberg’in ilk kitabı bastığı 1455’ten kısa süre sonra 1480’de Batı Avrupa’da 100 ayrı şehirde matbaa bulunmaktaydı. • 1500’de bu sayı 236’ya yükseldi. • 1500’e kadar 12.5 milyon nüsha kitap basıldı. • Bu sayı tüm Orta Çağ boyunca üretilen yazma eser sayısından (10.8 milyon) daha fazlaydı. • Kitap gelir seviyesi yükseldikçe talebi artan bir maldır. • 1450 öncesinde oldukça pahalı bir mal olan kitabın arz ve talebi Orta Çağ boyunca artmakla birlikte sınırlıydı. • Bu nedenle de ancak çok az zengin, kitap satın alabiliyordu. • 1470’lerden sonra kitap üretimi artarken fiyatlar düştü. • 1455 ile 1485 arasında kitap fiyatları %85-90 ucuzladı. • Fiyatların düşüşü pazarı genişleterek kitap üretiminin artmasına ve okuryazarlığın yaygınlaşmasına neden oldu. • Avrupa’da 11. yüzyılda sadece %1.3 olan okuryazarlık oranı, Orta Çağın sonunda % 12’ye yükseldi. • Matbaa, kitapları ucuzlatarak Avrupa insanının bilgi ve eğitim alanında yeni ufuklara doğru yelken açmasını sağladı. Orta Çağ Avrupa’sındaki Teknolojik Gelişmelerin Genel Özellikleri • Sayılan yeniliklerin pek çoğu Avrupa dışında geliştirilmiş fikirlerin transferi yoluyla gerçekleşmişti. • Ağır saban Slav orijinliydi. • Rüzgar değirmenleri bir İran icadıydı. • İplik yapımında kullanılan çıkrık, Avrupa’ya gelmeden yüzyıl önce 11. yüzyılda Çinliler tarafından biliniyordu. • Pusula kullanmayı Avrupalılar Müslüman Araplardan öğrendiler. • Barut, Çin icadıydı. • Avrupa büyük bir açık fikirlilikle bu yenilikleri benimsedi. • Yeni fikirlere açıklık başarının ana kaynaklarından biriydi. • Romalıların ve Çinlilerin imparatorlukları dışındakileri barbar olarak nitelemelerine yol açan gururları yabancı fikirlere kapalı kalmalarına neden olmuştu. • 12. yy’dan itibaren Batı Avrupa teknolojik alanda orijinal bir yaratıcılığa da sahip oldu. • Gözlük, mekanik saat, top, yeni yelkenli gemi tipleri ve diğer yenilikler Avrupa’nın tecrübeye dayanan merak ve hayalinin orijinal ürünleriydi. • Ayrıca Avrupa dışarıdan aldığı fikirleri de pasif bir şekilde taklit etmek yerine, mahalli şartlara daha uygun ve etkin yeni kullanım şekilleri ortaya koydu. Doğu’daki şekliyle yatay bir eksen üzerinde yelkenlere sahip olan rüzgar değirmenlerinin yelkenleri, Batı’da dikey bir eksen üzerinde bulunuyordu. • Batı’daki teknolojik gelişmenin diğer bir özelliği teknolojinin mekanik yönüne verilen önemdi. • Bütün üretim süreçlerini mekanikleştirmeye doğru sonsuz bir iştiyak vardı. • Matbaa, Çinlilerce icat edilmişti. Ancak onu etkin bir kitle üretim aracı haline getirenler Avrupalılar oldu. • On beşinci yüzyılın sonunda Avrupa teknoloji alanında klasik dünyayı geride bırakmış ve Avrupalılar kendi medeniyetlerinin özel simgesi olan mekanik yaratıcılıklarını ortaya koymaya başlamışlardı. • Makinelere ve mekanik çözümlere bu sürekli ilgi iki önemli sonuç yarattı. • Daha çok makinenin ortaya çıkması insanların mekaniğe karşı olan ilgisini artırdı. • 16. ve 17. yy’da mekanikle ilgili kitaplar yaygınlaştı. • Mekanik bakış açısı, sanat ve felsefe gibi alanlara da yansıdı. • Avrupa’nın Orta Çağ ve Rönesans döneminde gösterdiği teknolojik dinamizmin nedenleri üzerinde duranlar, bunun salgınların yol açtığı emek kıtlığına verilmiş bir cevap olduğunu ileri sürmüşlerdir. • Ancak olay, böyle basit bir determinizmle açıklanamayacak kadar karmaşık ve çok yönlüdür. Teşebbüs ve Kredi Alanındaki Gelişmeler • Ticari teşebbüs ve iş alanlarındaki gelişmeler de teknolojik ilerlemenin bir parçasıdır. • 11. yy’dan itibaren Avrupa’da iş tekniklerinde de dikkate değer bir gelişme görüldü. • Panayırların düzenlenmesi, ticari temsilcilerin yaygınlaşması, yeni muhasebe tekniklerinin doğuşu, çek, ciro ve sigorta bu gelişmelerden birkaçıdır. • 13. yy’dan itibaren Arap rakamları, ticarette Roma rakamları yerine yaygın şekilde kullanılmaya başladı. • İtalya, bu yeniliklerin pek çoğunun doğuş yeriydi. • Orta Çağda ortaya çıkan bu kurumlar, sanayileşmenin başlangıç dönemine kadar Avrupa’da ekonomik faaliyetlerin genel çerçevesini oluşturmuştur. • İktisadi büyüme açısından son derece önemli olan yatırımların kaynağı tasarruflardır. Bir toplumun ya da kişinin tasarruf eğilimini çeşitli sosyokültürel ve psikolojik özellikler de etkilemekle birlikte asıl belirleyici faktör gelir düzeyidir. • Ortaçağ Avrupasında İtalya ile Doğu Akdeniz (Levant) arasındaki ticaret ve bağlantılar önemliydi. • Cenova, Pisa gibi şehirler, Müslüman Arapları Korsika ve Sardunya’dan çıkardı. • Daha sonra Cenova, Pisa’yı yenip Doğu Akdeniz’de hakimiyet için Venedik ile çekişmeye başladı. • İtalyanlar, kurmak, Bizans ve Selçuklu topraklarında koloniler/yerleşimler ticari ayrıcalıklar/imtiyazlar elde etmek için rekabet halindelerdi. • Akdeniz havzasında İtalyan şehirleri çekişirken Avrupa’nın kuzeyindeki ticarette de canlanma vardı. • Baltık ve İskandinav bölgesinde Alman ticaret şehirleri önem kazanmaya başladı. • Bu şehirlerin 13. yy’da başlayan hareketlenmeleri 1367’de Danimarka kralının tehditlerine karşı birleşerek Hansa Birliği’ni (Hanseatic League) kurmalarıyla zirveye ulaşmıştır. • Kuzey Avrupa’da Alman tacirler ticaretin gelişmesinde önemli rol oynadı. • 12. yüzyıl gibi erken bir tarihte belirli bir üründe bölgesel uzmanlaşma Ortaçağ ekonomisinin bir özeliği olmaya başladı. • Örneğin Bordeaux bölgesi şarap üretiminde, Flaman bölgesi yün üretiminde (ham yünü İngiltere’den sağlıyordu), Baltık bölgesi tahıl üretiminde (ki talep şehirleşmiş Hollanda-Belçika bölgesinden gelmekteydi) uzmanlaşmıştı. • Genel bir rota olarak, Avrupa’nın güneyinde üretilen tuz ve şarap kuzeye, kuzeyde üretilen kurutulmuş ve tuzlanmış balık da güneye gönderiliyordu. • Kara yolu ile ticaret deniz yoluna göre çok pahalı idi. • Özellikle 14. yüzyıl başlarında gemi dizayn tekniklerindeki gelişmelere kadar Akdeniz ile Kuzey Denizi arasındaki rota tehlikeliydi ve kârlı değildi. • Dolayısıyla kara yolu ile ulaşım pahalı olsa da kuzey ve güney Avrupa arasındaki kara yolu (Alp geçitleri) oldukça işlek durumdaydı. • Yolun güney ucunda Lombardiya ovası, Milan ve Verona bulunuyordu. • Kuzey yönünde ise Viyana, Krakow, Lübeck, Hamburg, Bruges gibi değişik güzergâhlar vardı. • Leipzig, Frankfurt ve Champagne bölgeleri ise önemli fuar merkezleri idi. • Champagne fuarları 12. yüzyılda doğmuştur. Şampanya fuarları, 12. ve 13. yüzyıllarda Kuzeydoğu Fransa'daki Champagne County'nin farklı kasabalarında yerel tarım ve hayvancılık fuarlarından kaynaklanan yıllık bir ticaret fuarları döngüsüydü. Her fuar yaklaşık 2 ila 3 hafta sürdü. • Champagne kontlarının himayesinde kuzeyden ve güneyden gelen tacirlerin buluşma bölgesiydi. 147 • Burada Avrupa’nın çok çeşitli bölgelerinden gelen tacirler arasında çeşitli ticari işlemler ve teknikler gelişmiştir: “fuar mektupları” (letters of fair) denen bir tür ticaret/kredi belgesi ve ticaret mahkemelerinin ilk örnekleri. Buralar ticaret merkezi olarak geriledikten sonra uzun süreler bile finansal merkezler olarak hizmet vermeye devam etmiştir. • Ticari ortaklıkların erken bir türü olan commenda bu dönemlerin bir ürünü idi. • Tek başına ticaret yapmaya ekonomik gücü yetmeyen tacirler birleşerek kimi emeğini kimi sermayesini koymak suretiyle bir ortaklık kuruyorlar ve ticari faaliyet sonucunda gerçekleşen kârı paylaşıyorlardı. • Faaliyete ilişkin kararları birlikte alabiliyorlar ya da “yerleşik” olan (seyahat etmeyen) tacir ortağı yerine karar alabiliyordu. • Dini bir kurum (manastır, yetimhane) ya da zengin dullar gibi kişiler de ticarete bu şekilde ortaklıklarla (sermaye koyarak) katılabiliyordu (örneğin 12. yüzyıl Cenovası gibi). • Ticaret hacmi genişledikçe ve ticari uygulamalar standartlaştıkça commendaya rakip bir başka iş organizasyonu olan vera societa doğdu. • Bu “şirket” tipinde çok sayıda ortak vardı ve Avrupa’da pek çok şehirde faaliyet göstermekteydi. • Bu tip organizasyonun önde gelen temsilcileri İtalyanlardı. • Floransa, Siena, Venedik, Milan gibi bir merkezden Bruges, Londra, Paris, Cenevre ve diğer şehirlerde şubeler işletmekteydiler. • Ticari işlemler kadar bankacılıkla da uğraşan bu şirketlerin en önemlileri Floransalı Bardi ve Peruzzi (ailelerinin) şirketleridir. • 17. yüzyılın şirketlerinden önce bunlar dünyanın en geniş/büyük iş organizasyonlarıydı. • Bu tür şirketlerin kendi gemileri, yük arabaları, hayvan/yük katarları vardı ve bazıları maden sahibi ya da işleticisi olabiliyordu. • Daha küçük tacirler uzun mesafe ticaretinin risklerini yayıcı başka araçlar kullanmaktaydı. • Çok sayıda küçük tacir birlikte bir gemi kiralayabilirdi. • Ya da bir girişimci bir gemiyi kiralayıp bunu çok sayıda küçük tacire kiralayabilirdi. • Bu dönemde deniz ticareti ile ilgili kiralama, sigortalama ve borçlanma ilişkileri yaygınlaştı. Bankacılık • Bankacılık ve kredi, Ortaçağ ticaretinin önemli parçaları idi. • 12. yüzyılda Venedik görülmekteydi. • Bunlar mevduatları koruma amaçlı kuruluşlar iken, kısa sürede sözlü talimat ile bir hesaptan diğerine para transferine imkan veren uygulamalara geçilmiştir. • Sonra da bazı önemli müşterilere bankaya yatırdıklarından daha fazlasını çekme hakkı tanınmıştı; böylece yeni bir ödeme aracı yaratılmış oluyordu. ve Cenova’da basit mevduat bankaları • Bankerler uzun mesafe ticaretini kolaylaştırmak için poliçe/kambiyo senedi gibi belgeleri alıp satıyorlardı. • Çünkü tacirlerin yanlarında para taşımaları pek güvenli değildi. • Fuarlarda da tacirler arasındaki alacak-verecek konuları nakit ile değil, letters of fair (fuar mektupları/belgeleri) denen bir tür poliçe ile sağlanıyordu. • Tacirlerin krediye bağlı olmalarının bir gerekçesi güvence ise bir diğeri de tedavüldeki sikkelerin çeşitliliği ve karmaşıklığıydı. • Bunların değiş tokuşu için özel bilgi gerekliydi: sikkelerin metal içerikleri/birbirlerine göre değerleri nedir sorusunun cevabını bankerler biliyor ve bu hizmeti sunuyorlardı. (döviz kuru) • 13. yüzyıl ortalarında 1252’de Floransa florini (altın parası) ile herkes tarafından kabul gören istikrarlı bir para ortaya çıkmış oldu. Dokumacılık • Tarım sektörünün üretim ve istihdam boyutlarıyla kıyaslanabilir olmasa da imalat ortaçağların önemli bir sektörü idi. • En büyük ve yaygın imalat dalı dokumacılıktı. • Hemen her yerde görülmekle birlikte 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bazı bölgeler; Flander, Belçika, Kuzey Fransa, kuzey İtalya, Toskana, Leipzig ve Saksonya kumaş üretiminde uzmanlaştı. • Ayrıca güney ve doğu İngiltere ve güney Fransa’da da önemli bir uğraş idi. • Dokumacılığın hammaddesi yün daha sonra keten idi. • İpek ve pamuk üretimi ise İtalya ve İspanya gibi bölgelerde görülmekteydi. • İmalat sanayinde lonca örgütlenmesi olmakla birlikte (kumaş boyacıları, kesiciler, dokumacılar gibi) imalatta baskın olan unsur (dokuma hammaddelerini satın alan ve nihai ürünü satan) tacirler idi. • Bu tacirler (ki girişimci olarak nitelendirilebilirler), hammaddeyi ve bazen yarıbitirilmiş ürünü iş için gerekli alet-edevat ile birlikte kendi evlerinde veya dükkanlarında işleyen üreticilere/köylülere (üreticilere) dağıtıyor, bir müddet sonra nihai ürünü onlardan toplayarak satışa sunuyorlardı. • İlk olarak Flandre ve İngiltere’de putting-out (parça başı üretim) denen bu imalat tarzı görülmeye başlandı. • Zanaatkârlar ve (kırsal alanlara iş verildiği takdirde) köylüler dükkânlarında ya da evlerinde çalışarak tacir tarafından verilmiş olan siparişi önceden belirlenmiş olan teslim zamanına yetiştirmek için üretim yapıyordu. • Üretip teslim ettikleri “parça başına” ücret alıyorlardı. • Bu tür bir gelir imkanı özellikle köylü aileler için oldukça önemli bir fırsat yaratmıştı. • Putting-out tarzı imalat yapan zanaatkârlar genellikle evlerde ya da dükkânlarda çalışıyorlar ancak İtalya’da bu tür imalat bir nezaretçinin gözetiminde dükkânlarda ya da üreticilerin bir araya getirildiği barakalarda yapılıyor (erken dönem imalathaneler). • Emeğin verimliliği Antik Çağa göre artmış durumdaydı; çünkü pedal ile güç verilen dokuma tezgahı, çıkrık ve su gücü ile çalışan sıkılaştırma değirmeni gibi aletler kullanıma girmişti. • Bu türden aletler, 13. yüzyıl başlarında Avrupa’da yaygın kullanımdaydı ve üretim maliyetlerini ve işgücü ihtiyacını azaltmıştı (emekten tasarruf sağlayan yenilikler). • Dokumacılık dışında metalurji alanındaki gelişmeler ekonomik gelişme bakımından önemliydi. • Antik Çağ’da demir eşya ve objeler günlük kullanımda pek yaygınlaşamayacak kadar pahalıydı. • Genellikle silah imalinde kullanılıyordu. • Hatta bakır ve bronz da sıradan insanların kullanımında pek yer almıyordu. • Ortaçağlarda ise demir en ucuz metal haline geldi ve silahların ve zırhların yanı sıra çeşitli araç gereçlerde de kullanıldı. • Demirin ucuzlamasında, üretiminde kullanılan körükler ve büyük çekiçlerin kullanımı ve bunların su gücü yardımıyla kullanılması önemliydi. • Ortaçağda artan üretim ve daha gelişmiş teknoloji üzerinde düşünülürken tüketici talebi mutlaka dikkate alınmalıdır. • Köylüler, serfler ve zanaatkârlar kendi (kaliteli) üretim araçlarına sahip olduklarında ve kişisel refahları kendi çabalarına bağlı olduğunda bu durum onları sahip olabilecekleri en kaliteli/en iyi araçları satın almaya itmiştir. • Saban, nal, koşum takımları ve yük arabalarındaki metal parçalar ya da tahta yerine metalden yapılmış alet edevatın kullanımı hep bu durumun göstergesidir. • İngilizcede Smith ya da Almancada Schmidt (demirci) isminin yaygınlığı metal işleri ile uğraşan kişi/usta sayısının çokluğunun (dolayısıyla metal ürünlere olan talebin fazlalığının) göstergesi olarak düşünülebilir. • Keza Goldsmith, Silversmith, Coppersmith isimleri de yakın/benzer örnekler olarak düşünülebilir. • Ortaçağlarda pratik amaçlar için yapılan yenilikler önemliydi. • Gözlük, mekanik saat gibi kullanışlı yenilikler Ortaçağ tamircilerinin eseriydi. • Kendileri için ya da acil bazı ihtiyaçlar için getirilen bu yenilikler emeğin verimliliğinin artmasına da katkı sağlıyordu. • Usturlab, pusula, barut, ateşli silahlar… hepsi Ortaçağ buluşları ya da yenilikleriydi. • Sabun imalatı yaygınlaştı; kağıt imalatı, portatif matbaa, değirmen/çark mekanizmaları ve bunların imal edildiği ahşap işlerindeki (millwork) gelişmeler Ortaçağların pek de durağan bir dönem olmadığını gösterebilir. • Yatay su çarkları çok eskiden beri kullanımdaydı. • Roma İmparatorluğu döneminde köle işgücünün bolluğu sebebiyle emekten tasarruf sağlayıcı aletlere pek ihtiyaç duyulmuyordu. • Ama Avrupa’da Roma’dan sonra 6-10. yüzyıllar arasında bu anlayış değişmiş olmalıdır. • Çünkü 1086’da Fatih William İngiltere’nin sahip olduğu kaynakların bir sayımını yaptırdığında (o dönemde Avrupa’nın ekonomik ve teknik yönden en ileri ülkesi kesinlikle olmayan) ülkede yaklaşık 3000 köyde 5624 su değirmeni mevcuttu. • Ortaçağlarda kullanılan değirmenler yatay değirmenlere göre daha güçlü ve daha ayrıntılı idi. • Dikey değirmenler ve çark sistemleri sadece tahıl öğütmekte değil tahılları ezmek, başka ürünlerle karıştırmak, kağıt hamuru yapmak, kumaş imal etmek, kereste ve taşları kesmek, körükleri ve büyük çekiçleri hareket ettirmek gibi çok çeşitli işlerde de kullanılıyordu. • Ancak su gücüne dayalı çarkların sürekli su akışına bağlı olmak gibi kısıtları da vardı ve bu yüzden kurak yerlerde kullanışlı olmuyordu. • Kuzey Avrupa gibi imkan olan yerlerde rüzgar gücünden faydalanılıyor ve yel değirmenleri özellikle Hollanda gibi denizden arazi kazanılan bölgelerde arazilerden su çekmek (drenaj) işinde pompaları hareket ettirmekte kullanılıyordu. Değirmenlerin ve Saatlerin Katkısı • Değirmencilik ve saat ile ilgili gelişmeler, Ortaçağlarda bir zihniyet değişikliğine işaret eden yolda önemli olmuş görünmektedir. • Değirmenler işgücünden tasarruf sağlamış, üretimi artırmış ve daha önce imkansız ya da çok zor görünen işleri olanaklı hale getirmişti. • Saatler ise insanlardaki zaman bilincini artırdı ve insan eylemlerine daha fazla düzenlilik ve dakiklik getirdi. • Cenova’da iş sözleşmelerine sadece tarih değil imzalamanın “gerçek zamanı” da yazılmaya başlandı; bu gelişme vakit nakittir deyişinin habercisidir. • Hepsi birden ele alındığında bütün bu gelişmeler, Ortaçağ zihniyetinde bir değişimi, maddi dünyaya karşı daha farklı bir bakışa geçişi beraberinde getirdi. • Doğa anlaşılmaz/esrarlı olmaktan çıkmaya, insan meleklerin ve şeytanın bir oyuncağı/piyonu olarak düşünülmemeye başladı. • Doğanın anlaşılabilir bir düzeni, kendi kanunları olabileceğine dair sonraki dönemin düşüncelerinin temelleri oluşmaktaydı. • 14. yüzyılda Fransız bilim adamı Nicole Oresme (1325-1382), evreni bir tür mekanik “saat” tasarımına benzetti. • Daha önce 13. yüzyılda ise İngiliz bilim adamı Roger Bacon (1214-1292) deneysel metod ve bilimin gelecekte getirebileceklerini çok önceden bilmişti: “makineler bizim kürekçiler olmaksızın yelken açmamıza, arabaların hayvanlar olmaksızın çekilmesine imkan verecek… uçmak için ve denizlerin ve nehirlerin derinliklerinde hareket edebilen makineler [olacak]…”. Özetle söylenirse, 9-14. yüzyıllar arasındaki dönemde Batı Avrupa’da: • Siyasi otorite yeniden sağlandı • Para arzı ve ekonomide parasallaşma seviyesi arttı • Nüfus arttı • Şehirler yeniden kalabalıklaştı • İşbölümü gelişti ve bütün bu unsurlar karşılıklı etkileşim içindeydi. Hansa Birliği • Kuzey Alman kent devletlerinin on ikinci yüzyıldan itibaren Baltık Denizi’nde bulunan Gotland Adası’ndaki Visby kentinde temelini attığı Hansa Birliği de ticari ilişkiler sonucu ortaya çıkan böylesi bir birlikteliktir. • Hansa Birliği zaman içerisinde kuzey ve batı Avrupa’da yer alan sayıları iki yüzü aşan kenti içerisine alan büyük bir konfederasyon yapısına bürünecektir. • Birliğin ekonomik gücü kuzey Avrupa ve Baltık bölgesini domine etse de Reform Hareketleri ve Otuz Yıl Savaşları gibi Ortaçağ Avrupası’nı temelinden sarsan sosyal, dini ve ekonomik gelişmeler güçten düşmesine ve zamanla parçalanmasına neden olacaktır. • Bu dönemde birliğin kuruluşunda etkili olan Lübeck ve Hamburg’un yanı sıra Bremen kentiyse (bunlar üç hür Hansa kenti (Freie Hansestadt) olarak anılmaktadır) 1867’de Kuzey Alman Konfederasyonu kurulana değin ekonomik birlikteliklerini Hansa Birliği adı altında devam ettirecektir. • Hansa Birliği’nin Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkisiyse 1838 Balta Limanı Ticaret Anlaşması’na dayanmaktadır. • Osmanlı arşiv belgelerinde Cemâhir-i Selâse-i Anseatik veya Vilhanseatik Cemahiri gibi benzer adlarla anılan Hansa Birliği, Osmanlı’nın İngilizlerle imzaladığı anlaşmanın imtiyazlarından yararlanmak isteyen diğer Avrupa devletleri gibi harekete geçmiştir. • Dönemin Londra elçisi James Colquhoun aracılığıyla temasa geçen Hansa Birliği, Balta Limanı’ndan dokuz ay gibi kısa bir süre sonra istediğini elde edecektir. • 20 Mayıs 1839’da imzalanan ve bilinen ilk Osmanlı-Alman imtiyazlı ticaret anlaşmasıyla Hansa Birliği, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir de diplomatik elçilik açacaktır. Hansa Birliğinin Tarihi • Hansa Birliği ya da Hansa, bazı kaynaklarda Alman Hanse olarak da adlandırılan, kuzey Alman kasabaları/kentleriyle kendi toprakları dışında faaliyet gösteren Alman tüccar toplulukları tarafından karşılıklı ticari çıkarları korumak adına kurulan bir organizasyondur. • On üçüncü yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar kuzey Avrupa’nın ticari hayatına egemen olan Hansa isminin kökeniyle ilgili birçok varsayım bulunsa da temelde birlik veya şirket için kullanılan Gotik bir kelimeden türetilen lonca veya dernek anlamına da gelen bir ortaçağ Almanca tabiridir. • Ortaçağ Avrupası’nda soylulara karşı tüccarlar ve zanaatkarların zaman içerisinde örgütlenmesiyle oluşturulan loncalar, sosyal yapının bir parçası haline geldi. • Aynı zamanda loncalar, ticaret yollarının yanı sıra bağlı oldukları kent ve ülkelerde kendi ekonomik çıkarlarını ve diplomatik ayrıcalıklarını korumak adına daha geniş birlikler de kurmaya başladı. • Hansa Birliği de bu şekilde bir örgütlenmenin ürünüdür. • Bu birliğe dahil olan kentlerin kendi hukuk sistemleri ve karşılıklı koruma ve yardım için kullanılan orduları bulunuyordu. • Buna rağmen, birlik bir devlet yapılanmasından ziyade genel anlamda bir kent devletleri konfederasyonu formatındaydı. • Hansa Birliği’nin merkezi sayılan ve Baltık’ın Kraliçesi olarak da adlandırılan Lübeck, dönemin Saksonya ve Bavyera Dükü Aslan Heinrich tarafından (Heinrich on der ikinci Löwe) yüzyılda önemli bir ticaret merkezi haline getirildiğinde kentte yaşayan tüccarlar farklı kentlerdeki diğer loncalarla başladı. bağlantı kurmaya • Zamanla gelişen ikili ve çok taraflı ilişkiler yüzyılın sonuna doğru tüccarları bir birlik altında birleşme kararı vermelerine neden olmuş olabilir. • Bu sayede öz kaynaklarını bir araya getirmek, birbirlerini korumak ve kârlarını artırmak adına beraber hareket edebileceklerdi. • On ikinci yüzyılın başlarına kadar Rus ve Baltık kentleri arasındaki ticarette Gotland Adası’ndaki Visby kenti önemli bir yere sahiptir. • Rusların zamanla doğu ticaretine yönelmeleriyle ada çevresindeki ticari faaliyette kuzey Avrupa kentleri, özellikle de Alman kentleri aktif rol oynamaya başladı. • Ruslardan boşalan alanda sayısız Alman seçkin tüccarın varlık göstermesi ve adaya ticaret için gelmeleriyle burada bir birlik kurmanın temeli de atılmaya başlandı. • • • • • • • Visby, Baltık ve Rus ticaretinin ana merkezlerinden olan Novgorod (şimdi Veliky Novgorod) ile ticarette önemli bir aktarma merkezi konumundaydı. Visby kentinin bu özelliği sayesinde Alman tüccarlar, Baltık’ın doğu kıyısında önemli kentlerin kurulmasına da katkıda bulundu; Riga (1201), Reval (1219) (günümüzde Tallinn), Dorpat (1224) (günümüzde Tartu) Danzig (günümüzde Gdańsk) bu kentlerden birkaçıdır. Böylece, on üçüncü yüzyılın başlarında Almanlar, Baltık’ta uzun mesafeli ticaretin neredeyse tekeline sahipti. • Alman tüccarların Gotland merkezli oluşturmaya başladıkları bu yeni iktisadi düzenin temel amacı ticari olarak kazançların arttırılmasıydı. • Bu düşünce zamanla bölge kentleri arasında da kabul görerek yenilerinin katılımıyla genişleyen bir ağa dönüştü. • Temelde, Alman kökenli kent devletlerini kapsayan yapı, ileride de görüleceği üzere neredeyse tüm kuzeybatı Avrupa ve Baltık’a kıyısı bulunan kentleri içerisine alan bir yapıya dönüşecektir. • İşin ilginç yanıysa ileride birlik haline gelecek olan bu yapının kurucuları Alman kökenli olmalarına karşın işlerini Baltık kıyısındaki kentlerde genişlettikten sonra Alman kentlerine yaymaya başlamışlardır. • Büyük ölçüde kendi çabalarıyla bir birlik oluşturan ve başarılar elde ederek tarihte görülmemiş bir bağımsızlıkla hareket edebilen birlik, Baltık Denizi’nin neredeyse kapalı olan havzasından batıdaki Kuzey Denizi’ne doğru genişlemeye başladı. • 1237 gibi erken bir tarihte İngiliz topraklarında da imtiyazlar elde edildi. • Her ne kadar birliğin o anda batıda ulaştığı en uç nokta İngiltere olsa da birliğin batıdaki merkezi burası değildi. • Flanders’de bulunan Brugge, bu dönemde birliğin batıdaki en önemli merkeziydi. Öyle ki, bilinen dünyanın her yerinden tüccarlar buraya sadece ticaret yapmak amacıyla değil aynı zamanda birbirlerinin ticari tecrübelerinden de faydalanmak adına gelmekteydi. • Flanders, günümüzde Belçika’nın Kuzey Denizi’ne kıyısı bulunan bölgeleri için kullanılan bir addır • Döneminin son derece gelişmiş sanayisi, zengin eğitim merkezi ve güney-batı Avrupa’dan her zamankinden daha fazla sayıda yabancı tüccarın varış noktası olan Flandre, doğu Avrupa ile daha yakın ve eşit bir ilişkiye sahipti. • Birliğin önemli kentlerinden ve kurucu ortakları arasında yer alan Lübeck ve Hamburg, çok daha önceleri tuz ve ringa balığı ticaretini tekelleştiren resmi bir ortaklığa sahipti. • Gotland’la gerçekleştirilen ticaret ve oluşturulan yeni birlik havası etkisini hemen gösterecek ve ileride Hansa Birliği’nin temeli sayılacak olan Artlenburger Ayrıcalığı 1161 Ekim’inde imzalanacaktır. • Belge, Baltık’ta ticaret yapan Gotland’daki tüccarlarla Lübeck kentindeki tüccarlar arasında bir dengeyi garanti ediyordu. • Bu sayede gümrüksüz, koruma ve karşılıklı güvene dayalı özgür bir ticaret ortamı sağlanıyordu. Hansa-İskandinav İlişkileri • Baltık Denizi’ne kıyısı bulunan ve aynı zamanda ticari faaliyetler yürüten İskandinav kentleriyle Hansa Birliği arasındaki ilişki, birlik kurulmadan öncesine dayanmaktadır. • İskandinav coğrafyasının hemen yanı başındaki Gotland Adası’nda örgütlenerek birlik oluşturulmasına karşın birbirleriyle herhangi bir ilişkide bulunmamaları tesadüf değildi. • Bu durumun yaşanmasında Hansa ile İskandinav ülke/kentlerinin rekabet içerisinde yer almaları büyük etkiye sahipti. • Danimarka Kralı II. Valdemar’ın yenilgiye uğratıldığı Bornhöved Savaşı (1227) sonrasında Hansalılar, önemli ayrıcalıklar elde ettiler. • Bu tarihte her ne kadar resmi bir birliğe sahip olmasalar da Hansa tüccarları ilk defa kolektif hareket ederek haklarını savunmaktadır. • Norveç Kralı’nın 1284’te Hansa tüccarlarının ayrıcalıklarını kısıtlamaya gitmesi de Hansalıların birlikte hareket etmesi ve ambargosuyla karşılık bulmaktaydı. • Norveç’e tahıl ticaretini durduran birlik, ülkede kıtlıkla bir krizin ortaya çıkmasını sağlayarak Kral’ı boyun eğmek zorunda bıraktı. • Bu sayede eskisinden daha iyi şartlara sahip genişletilmiş imtiyazlar elde edildi. • Bu ve benzeri durumlar İskandinav kentleriyle Hansa tüccarları arasında karşılıklı güvene dayanan bir bağın oluşmasına engel oldu. • Hansalılar, İskandinav kentlerine uyguladıkları türden ambargo ve baskıyı başka kent ve devletlere de çeşitli vesilelerle uygulayarak kendi haklarını koruma ya da daha fazla imtiyaz elde etmeye devam ettiler. • Hatta bazı durumlarda birliğe üye kentler de bu tür boykotlardan nasiplerini almıştır. • Hansa tüccarları birliğin batıdaki en önemli merkezi Brugge’de haklarının gasp edildiğini düşündükleri dönemlerde hiç düşünmeden boykot kararı alarak merkezlerini Hollanda’daki Aardenburg veya Dordrecht’e taşımaktan geri durmamışlardır. • Bu durum Brugge’nin geri adım atmasına kadar devam etmiştir. • Birlik her geçen gün büyüyüp güçlenirken rakipleri de o oranda artmaktaydı. • Daha önceden sürtüşmelerin yaşandığı Danimarkalılarla savaşma noktasına gelindiğinde dönemin Kralı IV. Valdemar (Atterdag), güçlerini toplayarak 1361’de Gotland ve 1362’de de Hapsian’da Hansalıları bozgununa uğrattı. • Fakat Hansalılar, 1367 Helsingborg Kuşatması’yla Bruno Warendorp’u ve Danimarka kralını yendi. • Bu galibiyetten üç yıl sonra 24 Mayıs 1370’te, Kral IV. Valdemar ve Hansa kentleri arasında Stralsund Antlaşması/Barışı imzalandı. • Bu anlaşma, Danimarka’nın saldırganlığının sonunu ve temel ekonomik meselelerde Hansa üstünlüğünü ve birliğin Avrupa siyasetinde artık tanınır hale gelmesini sağlamıştır. İlk Hansa Günü - Hansetag • Hamburg ve Lübeck arasındaki ticari birlikteliğin başarı ve gücü her geçen gün yeni kent ve kasabaların katılımını da sağlamıştı. • Bu durum, Hansa Birliği’nin resmi kuruluş tarihine kadar artarak devam etti. • Önceleri Gotland’ndaki Visby kentinden gerçekleşen yönetim faaliyetleri, 1356’da Lübeck’te toplanan ilk Hansa Günü’yle (Hansetag) bu kentten yürütülmeye başlandı. • Aynı gün birliğe üye kent ve kasabalar kendi ordularını birbirlerinin emrine vererek, bir diğerini koruyacağını ve savunacağını öngören Lübeck Yasası’na uymaya yemin etti ve böylece seksen üyeyle birlik resmi olarak kuruldu. • Lübeck, diğer tüm Hansa kasaba ve kentlerine göre merkezi konumuyla ilk Hansa Günü de dahil olmak üzere toplantıların ve sözleşmelerin çoğuna ev sahipliği yaptı. • Hansa Birliği öncesinde ve ilk zamanlarında, soyluların ve Katolik Kilise’nin sahip olduğu güç, serfleri ve tüccar sınıfını kendi inisiyatifleri altında yönetmelerini sağlamaktaydı. • Fakat birlik gücünü arttırmaya başlayıp kuzey Avrupa ve Baltık’a kıyısı olan kentlerde varlık göstermeye başlayınca kendine ait bir kültür de gelişmeye başladı. • Birliğe katılan her kentte kontor adı verilen ticari bölgeler kurularak ticaret yönlendirilmeye çalışılırken aynı zamanda sosyal yapıya meydan okuyacak güce ve zenginliğe de sahip olundu. • On üçüncü yüzyıldan on altıncı yüzyılın ortalarına kadar Hansa Birliği, kontorları aracılığıyla sağladığı güvencelerle batının hammadde ve gıda ihtiyaçlarını doğudan karşılayarak, Avrupa’nın kuzeydoğusu ve kuzeybatısı arasındaki mal değişimine büyük ölçüde egemen oldu. • Bu ticarette doğunun kürk, balmumu, tahıl, bal, keten, kenevir, ahşap, reçine, zift ve katran gibi ürünlerini batıya götürürken; batıdan da kumaş, değerli madenler, metal eşya ve özellikle silah gibi endüstriyel ürünler getirildi. • Zaman içerisinde gücü iyice artan Hansa Birliği artık sadece kuzey Avrupa’da değil Portekiz’den Rusya’ya ve İskandinav ülkelerinden İtalya’ya kadar geniş bir ekonomik coğrafyada iki yüzü aşkın kentte çok sayıda kontora sahipti. • Bu kentler arasındaki bağlantıysa dört büyük aktarma merkezi; • doğuda Novgorod’daki Peteryard (Kuzeybatı Rusya) • Bergen’deki Tyske Bryggen (Norveç) • batıdaysa Brugge (Flanders) • Londra’da önceleri Guildhall sonradan Steelyard (İngiltere) Hansa Birliğinin Gerilemesi • Zaman içerisinde Hansa kentlerinde yaşanan yönetimsel bozulmalar on beşinci yüzyıla gelindiğinde Rusya’da da kendini gösterdiğinde hem halk hem de Rus yönetimince hoş karşılanmadı ve bölgenin önemli aktarma merkezi Novgorod’daki kontor, 1494’te Rus Çarı Büyük İvan’ın (1462-1505) emriyle kapatıldı. • Bu gelişmeyle, Hansa tüccarları buradaki tüm ticari ayrıcalıklarını kaybederken, buradan yürütülen işlemlerse Riga’ya aktarıldı. • Büyük İvan’ın bu adımı diğer devlet yönetimlerince de benimsendi ve birliğin kendi tüccarlarını marjinalleştirdiği ve üyeleri dışındaki tüccarların kârlarını en aza indirme eğiliminde olduğu varsayımı öne sürülerek benzer uygulamalara gidilmeye çalışıldı. • Büyük İvan’la başlayan Hansa Birliği’ne karşı girişimlerin yanı sıra yükselen ulusal ve bölgesel ekonomiler, Hansa tüccarları ve kentleri gibi bölgeler üstü bir birliğe yaşam hakkı tanımamaya başladı. • Birliğin güçten düşmesindeki önemli etkenlerden birisi de üyelerinin dini inanç farklılıklarıydı. • Reform Hareketleri ve temelde dini görüşteki ayrılıkların neden olduğu Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) birliğe üye birçok kenti birbirleriyle savaşır hale getirdi. • Bu da Hansa tüccarlarının ticaret alanını ve düzenli mal akışını ortadan kaldırarak birliğin güçten düşmesine ve etki alanının daralmasına neden oldu. • Tüm bu siyasi ve dini gelişmelerle bir zamanlar sayıları iki yüzü aşan kentin dahil olduğu Hansa Birliği, 1669’da Lübeck’teki son Hansa Günü’nü ondan az kentin katılımıyla gerçekleştirdi. • Birlik on sekizinci yüzyılın başından itibaren artık sadece sembolik bir yapı olarak varlığını devam ettirdi. • Birliğin önemli iki kenti Lübeck ve Hamburg’un yanı sıra Bremen bu sembolik yapının koruyucuları olarak ittifakı devam ettirdi. • Her ne kadar eski gücünde olmasa da zaman içerisinde oluşturulan ikili ilişkiler sayesinde okyanus ötesiyle dahi ticaret yapacak güce sahip olundu. • Bu gücünün farkında olan birlik üyeleri bölgelerindeki diğer birlikler ve devletlerin siyasi ve iktisadi tacizlerine karşı varlıklarını devam ettirebilme adına karşılıklı ticari anlaşmalar ve konsolosluklar açma yoluyla haklarını savunmaya devam ettiler. • İşte tam da bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere’yle 1838’de bir ticaret anlaşması imzalaması birliğin Akdeniz’de de faaliyet göstermesine olanak sağlayabilirdi. • Bu kapsamda birliğin Londra elçisi James Colquhoun (1780-1855), Osmanlı İmparatorluğu’yla karşılıklı ticaret anlaşması imzalamanın yolları aranmakla görevlendirilmiştir. Osmanlı-Alman Ticareti’nde Hansa Birliği • Mevcut literatürde, Osmanlı-Alman ilişkilerinde Prusya’yla olan ilişkiler temel alınmaktadır. • Fakat Lübeck, Hamburg ve Bremen’in oluşturduğu ve Osmanlı arşiv belgelerinde Vilhanseatik veya Cemahir-i Selase-i Vilhanseatik gibi ifadelerle kendisine yer bulan Hansa Birliği görmezden gelinmektedir. • Halbuki bu birlik görüleceği üzere Baltalimanı’yla başlayan süreçte Osmanlı’yla ilk imtiyazlı ticaret anlaşmasını imzalayan Alman kökenli devlet yapılanmasıdır ve her ne kadar temelde bir ticari birlik olsa da Osmanlı’yla anlaşma imzalayacak güce sahiptir. • Birliğin Osmanlı’yla olan siyasi ilişkileri görmezden gelinerek Alman Birliği’nin kuruluşunda öncü rol oynayan ve kurulan yeni Alman İmparatorluğu’nun yönetimini elinde bulunduran Prusya’yla olan ilişkiler, Osmanlı-Alman ilişkilerinde temel alınmaktadır. • Halbuki, Hansa Birliği’yle imzalanan ilk antlaşmadan bir yılı aşkın süre sonra 22 Ekim 1840’ta Prusya’yla aynı şartlar altında bir antlaşma imzalanmıştır. • Bu iki ayrı antlaşma da göstermektedir ki, Osmanlı-Alman ikili ilişkilerinde en azından iktisadi konularda Hansa Birliği’ne atıfta bulunmak gerekmektedir. • Aynı zamanda görülmektedir ki, Hansa Birliği kendi başına bir yapılanmadır ve Prusya’yla herhangi bir yönetimsel birliktelikten söz etmek mümkün değildir. • Hatta Hansa Birliği, Prusya’nın başkenti Berlin’de bir elçi dahi bulundurmaktadır. • Tüm bunlar da göstermektedir ki, Hansa Birliği Alman coğrafyasında kendi yönetimini diğer Alman devlet yapılanmalarına dahi kabul ettirebilecek güce ve özerkliğe sahiptir. • Osmanlı İmparatorluğu ile Hansa Birliği arasındaki iktisadi ilişkileri incelemeden önce iki toplum, Osmanlı ve Alman toplumu, arasındaki tarihsel arka plana bakmak adeta zorunluluktur. • İki toplum arasında kurulan ilk temaslar sadece iktisadi değil aynı zamanda siyasi ve askeri ilişkileri de içinde barındırmaktadır. • Bu ilişkiler, Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunda etkili olan Prusya Krallığı döneminde yoğunlaşmaktadır. • İlk diplomatik temaslar, Prusya Kralı I. Friedrich (1701-1713)’in tahta çıkışı dolayısıyla Osmanlı heyetinin Berlin’i ziyaretiyle gerçekleşse de Alman kentleriyle ticari ilişkiler çok daha önceleri Leipzig, Dresden, Augsburg, Regensburg ve Nürnberg gibi Alman kentleriyle yapılan karşılıklı ticarete dayanmaktadır. • Osmanlı İmparatorluğu ile Alman kentleri arasındaki ikili diplomatik ilişkilerin temelini oluşturan asıl gelişmelerse Prusya Kralı II. Friedrich (Büyük Friedrich)’in hükümdarlık yıllarına (1740-1786) dayanmaktadır. • Avusturya ve Rusya’nın Osmanlı ve Prusya’ya komşu ve düşman oluşları kaçınılmaz olarak iki devletin bir araya gelmesini sağlamıştı. • Osmanlı’yla Prusya’nın birbirlerine sınırlarının olmayışı diğer komşuları gibi birbirlerinin topraklarında yayılmalarını engelliyordu. • Bu duruma ek olarak Prusya’nın, Katolik Avusturya ve Ortodoks Rusya gibi koyu Hristiyanlık öğretilerini benimsemeyen Protestanlık inancına sahip olması Osmanlı’yla ittifak yapmasını da kolaylaştırmaktaydı. • Tüm bu gelişmeler iki devletin yakınlaşmasını sağlayan ortamı yaratmaktaydı. Zamanla ikili ittifak anlaşması imzalasa da Prusya’nın kendi bölgesel ve iç sorunlarıyla uğraşması iki devlet arasındaki ilişkilerin belirli bir düzeyde seyretmesine neden oldu. • Fransa’da 1789’da gerçekleşen devrim ve sonrasında yaşananlar Prusya’yı sınırları konusunda düşünmeye sevk etti. • 1806, IV. Koalisyon Savaşı’yla Napolyon Bonaparte liderliğindeki Fransa’nın İngiltere, Rusya ve Prusya’dan oluşan birliği yenmesi ve Berlin’i işgal etmesiyle Kutsal Roma Germen İmparatorluğu son buldu. • • Bu da beraberinde Osmanlı-Prusya ilişkilerini duraklama dönemine soktu. Bu dönemde Prusya’yı işgal eden Napolyon, ileride Alman birliğinin sağlanmasındaki önemli adımlardan birini de attı. • • Fransa, 1806’da yıkılan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun boşluğunu doldurmak ve Alman kentlerini daha iyi idare edebilmek adına ülke genelinde yapılan düzenlemelerle o dönemde sayıları iki yüzü bulan Alman kentlerinin sayısını altmışa düşürdü. • Bu dönemde anayasanın da uygulamaya konulmasıyla kentlerin siyasi olarak bir araya gelmelerine imkan tanındı. • 1811’e gelindiğinde, Hansa Birliği’nin önemli kentleri Lübeck, Hamburg ve Bremen de Fransa tarafından ilhak edilse de 1813’te bu üç Hansa kenti tekrardan bağımsızlıklarını kazandı. • Daha sonra, Koalisyon Savaşları’na son veren 1815 Viyana Antlaşması’yla da önceden sayıları altmışa düşürülen Alman kentlerinin sayısı bu sefer otuz sekize düşürüldü ve Alman Konfederasyonu (Deutscher Bund) adı verilen bir yapı altında birleştirildiler. • Alman Konfederasyonu, 1848 İhtilali’ne kadar varlığını devam ettirdi. • Bu tarihte birleşmiş bir Alman Devleti hayalini taşıyan liberal ve devrimci fikirdeki ihtilalciler ayaklandılar. • Fakat ihtilalcilerin bu istekleri Alman kentleri arasında gerçekleşen görüşmeler olumsuz sonuçlanınca gerçekleşemedi. • Hatta var olan konfederasyon da dağıldı. • Fakat, Prusya ve Avusturya önderliğinde 1850’de tekrar toplanan konfederasyon bu sefer iki güç arasında liderlik çekişmelerine sahne oldu. • 1866’ya gelindiğindeyse, Avusturya-Prusya arasında kaçınılmaz savaş patlak verdi ve konfederasyon tekrar dağıldı. • Konfederasyon her ne kadar dağılsa da birlik olma isteği devam eden Alman kentleri yeni bir birliğin doğuşunu da sağladılar. • Main Nehri’nin kuzeyindeki birçok kuzey Almanya kenti, 1866’da Prusya önderliğinde, Kuzey Almanya Konfederasyonu’nu (Norddeutscher Bund) kurdu. • Bu konfederasyonsa 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar varlığını devam ettirdi. 1839 Osmanlı-Hansa İmtiyazlı Ticaret Anlaşması • Alman topraklarında siyasi ve askeri durumunun normale döndüğü vakitte, Osmanlı İmparatorluğu 16 Ağustos 1838’de İngilizlerle bir ticaret anlaşması imzalamaktaydı. • Baltalimanı Antlaşması olarak da bilinen anlaşmayla İngilizler, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında gerçekleştirecekleri ticaretten çeşitli imtiyazlar sayesinde büyük karla elde etmeyi garantilemekteydi. • Lübeck, Hamburg ve Bremen’in oluşturduğu Hansa Birliği de İngilizlere tanınan bu imtiyazlardan faydalanmak adına hemen harekete geçti. • Birlik, Osmanlı İmparatorluğu’yla Baltalimanı’nın temel alındığı bir antlaşmayı ilgili antlaşmadan dokuz ay sonra 20 Mayıs 1839’da imzaladı. • Bu belgede anlaşma tarihi olarak 10 Mayıs 1839 belirtilmektedir. • Bu anlaşmadan önce Londra Sefiri Mustafa Reşid Paşa tarafından Sadarete Belçika ile imzalanan ticaret anlaşmasının bir benzerinin Hansa Birliği ile imzalanması yönünde bir yazı iletilmiştir. • Anlaşma tarihi olarak 26 Şaban 1256/22-23 Ekim 1840 tarihleri de verilmektedir. • Başka bir kaynaktaysa, anlaşma tarihi olarak 18 Mayıs verilmektedir. • Hansa Birliği’nin İngilizlerle yapılan anlaşmanın üzerinden bir yıl bile geçmeden Osmanlı’yla ticaret anlaşması imzalaması Prusya önderliğindeki Alman Konfederasyonu karşısında büyük başarıydı. • Anlaşmayı Hansa adına birliğin Londra elçisi James Colquhoun (1780-1855) imzalarken; Osmanlı adına Londra Sefiri Mustafa Reşid Paşa (1800-1858) imzaladı. • Osmanlı İmparatorluğu ve Hansa Birliği arasında imzalanan on sekiz maddelik, Seyri Sefain ve Ticaret Anlaşması anlaşması birkaç defa eklemelerle genişletildi. • Antlaşma aynı zamanda Osmanlı’yla bir Alman kent/devlet yapılanması arasındaki ilk imtiyazlı ticaret anlaşmasıydı. • Hansa Birliği’nin Osmanlı İmparatorluğu’yla doğrudan ticari ilişkiler kurmasının temelinde hem bir yandan Osmanlı’yla yakınlaşma isteği hem de Avrupalı devletlere 1838’de tanınan ticari ayrıcalıklardan faydalanma düşüncesi yatmaktaydı. • Tüm bunların yanında on yedinci yüzyılda Hansa Birliği'nin yavaş yavaş dağılmasından sonra kurucu üyeler, Lübeck ve Hamburg’un yanı sıra Bremen, ticari çıkarlarını savunmak ve komşu Alman prensliklerinin tecavüzlerine karşı egemenliklerini savunmak adına Avrupa’nın güçlü devletleriyle diplomatik ilişkilerini sürdürdüler. • Bu temsil ilişkisi, denizaşırı ticaret üzerindeki merkantilist kısıtlamaların hafifletildiği on dokuzuncu yüzyılın başlarındaysa büyük ölçüde genişledi. • Avrupa, Asya ve Amerika’daki Hansa ileri karakolları, öncelikle ticari ihtiyaçlara hizmet eden ve neredeyse yalnızca fahri konsoloslar tarafından yönetilen bir yapıya sahipti. • Ancak Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki diğer limanlarda konsolosluk açılması için öncelikle İstanbul’da bir diplomatik temsilcilik açılması konusunda ısrar etti. • Müzakerelere başlanılan 1836’dan itibaren kat edilen süreçte, Osmanlı’nın İngilizlerle imzaladığı 1838 Baltalimanı Antlaşması büyük bir öneme sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu, Hansa Birliği’yle imzaladığı ilk anlaşmanın üzerinde çok geçmeden, 15 Eylül 1841’de yeni bir anlaşmayla ilgili antlaşmanın esasları detaylandırılmıştır. • Yeni anlaşmaya göre, ilgili anlaşmanın dördüncü maddesi uyarınca tarım ve sanayi ürünlerinden alınan ve daha önceden kaldırılan dahili ticaret vergisi yerine eşyanın kıymeti gereğince yüzde 9 ve iskeleden ihraçlarında da tüccarların yüzde 3’lük vergi ödenmeleri belirtilirken, antlaşmanın yedi yıl süreyle geçerli olacağı aksi belirtilmedikçe süre sonunda kendiliğinden yenileneceği de belirtilmiştir. • • Antlaşmanın yeni ve İngiltere ve Fransa’yla imzalanan anlaşma maddelerinden farklı olan kısmıysa her iki akit taraf için de en çok kayırılan (müsaadeye mazhar) ulus hakları biçiminde karşılıklılık sağlamasıydı. • Fakat Osmanlı’ya verilen bu taviz, tüm yabancı devletlere Hansa kentlerinde serbest ve eşit rekabeti garanti eden Hansa ticaret anlaşmasına karşılık geliyordu. • Ancak bu durumda, Osmanlı’nın bu deneyime sahip uzak mesafeye gidebilen tüccarlarının neredeyse hiç bulunmaması mütekabiliyet ve en çok kayırılan ulus muamelesinden pek de yararlanmayacağı varsayılabilirdi. İstanbul’da İlk Diplomatik Temsilcilik • Hansa Birliği, 1625’te ilk defa Lahey’de açtığı diplomatik temsilciliğinden sonra birliğin sona erdiği güne kadar ticari ilişkide bulunduğu bölgelerdeki çeşitli kentlerde temsilcilikler açmıştır. • Bu temsilcilikler bazen üç Hansa kentini temsilen tek çatı altında olabileceği gibi genellikle her kent kendi diplomatik temsilciliğini açmıştır. • Birliğin fiili olarak sona erdiği güne kadar Lübeck 202, Hamburg 286 ve Bremen 217 diplomatik temsilciliğe sahipti. • Hansa Birliği her ne kadar iki antlaşma imzalanmış olsa da Osmanlı İmparatorluğu’nda bir temsilciliği yoktu. • İlgili antlaşmalardan önce gerçekleşen görüşmelerde İstanbul’da bir diplomatik temsilcilik açılması üzerine yapılan müzakereler, anlaşma metninin altıncı maddesi uyarınca, 1842 Ekimi’nde İspanyol Antonio Lopez de Cordoba’nın (1799-1854) Hansa elçisi olarak görevlendirilmesiyle karşılandı. • Cordoba’nın İstanbul’daki temsilciliği Hansa Birliği’nin Osmanlı’daki ilk ortak temsiliydi. • Fakat İstanbul’dan önce İzmir’de Bremen müstakil bir temsilcilik açarak Johann Peter Miller’i konsolos olarak atamıştı. • İzmir’de açılan bu konsolosluk birliğe dahil bir kentin Osmanlı’daki ilk temsil edilişiydi. • “…. Bu üç devlet de Osmanlı memleketlerinin ticari bölge, kent ve limanlarında konsolosluklar açılmasına gereksinme gördükleri yerlerde gerek kendi uyruklarından ve gerek yabancılardan bulunsun konsolos ve konsolos vekilleri atayabileler;…” • İspanyol Antonio Lopez de Cordoba sayesinde ilk etapta ihtiyaçlarını karşılayan Hansa tüccarları zaman içerisinde Almanca konuşan bir elçiye ihtiyaç duyduklarında birlik, İstanbul’a Alman kökenli bir görevli atama konusunda karar aldı. • Bu sayede, Hansa Birliği kendine ait özerk bir elçilik de açmış olacaktı. • Bu gelişme uyarınca, şark üzerine araştırmalar yapan Andreas David Mordtmann, Hansa Birliği’nin İstanbul elçisi olarak 1846’da görevlendirildi ve 1847’de görevine başladı. • Lübeck, Hamburg ve Bremen’in oluşturduğu Hansa Birliği için İstanbul’daki diplomatik temsilcilik, kıta Avrupası dışında tam diplomatik karaktere sahip ilk tecrübeydi. • Osmanlı’da uzun zamandır diplomatik temsilcilikleri bulunan diğer deniz cumhuriyetlerinin aksine, Venedik vb. gibi, birliğin Babıâli’nin yüksek siyasetinde aktif bir rol oynamaya ne niyeti ne de kudreti vardı. • Her ne kadar Mordtmann, diğer konsoloslardan farklı bir göreve sahip olmasa da daha çok tarafsızlığı ve ticari özgürlüğü desteklemekle yetinen bir dış siyasetle, bölgede çatışan büyük güçler arasında birliğin haklarını savunmaya ve geliştirmeye çalıştı. • Bu sayede Mordtmann, İstanbul’dan elde ettiği ticari ve siyasi bilgilerle temsilciliğin kapandığı 1859’a kadar aktif ve başarılı bir görev yerine getirdi. • Andreas Davı̇d Mordtmann, Alman Ulusal Birliği’nin (Deutscher Nationalverein) 1859’da kuruluşuna kadar Hansa diplomatik temsilcisi olarak İstanbul’da görev yaptı. • Bu tarihte, Hansa temsilciliği Prusya’nın İstanbul’da bulunan elçiliğinin bünyesine girdi. • Böylelikle Mordtmann’ın görev ve yetkileri de sona erdi. • Osmanlı İmparatorluğu, Hansa elçiliğinin Prusya’ya devredilmesinden sonraki süreçte Baltalimanı temel alınarak imzalanan imtiyazlı ticaret anlaşmalarında zaman içerisinde revizyona gitmek istedi. • Bunun amacı en basit ifadeyle, yerli üretimi dış rekabetten korumaktı. • Bu durumdan haliyle Hansa Birliği’yle imzalanan anlaşma da etkilendi. • Fakat birliğin 1859’da elçiliğini Prusya’ya devretmesiyle ilgili görüşmeler artık Almanların Osmanlı’daki tek temsilcisi Prusya elçiliği aracılığıyla gerçekleştiriliyor gözükse de Osmanlı İmparatorluğu Berlin’de bulunan sefiri Yanko Aristaki Efendi’yi dönemin Hansa Birliği Berlin Elçisi’yle müzakere yapması konusunda ruhsat verdi. • Bu sayede Prusya’yla imzalanan ticaret antlaşmasının hükümleri üzerinde görüşme imkanı tanınmış oldu. • Bu gelişmeler sonucunda Prusya’yla imzalanan 20 Mart 1862 tarihli yeni anlaşma hükümleri uyarınca ithalattan alınan gümrük vergisi yüzde 5’ten yüzde 8’e yükseltilirken ihracattan alınan gümrük vergisiyse yüzde 12’den yüzde 8’e indirildi. • Ancak ihracat gümrüğü, takip eden her yıl yüzde 1 indirilmek kaydıyla 8 yıl sonunda yüzde 1’e düşürülecekti. • Bu anlaşma hükümleri aynı şekilde Hansa Birliği tarafından da uygulanmıştır. • Hansa Birliği, 1859’da her ne kadar temsilciliğini Prusya’ya devretse de görüldüğü üzere varlığını devam ettirmiş ve Osmanlı’yla ilişkilerini de sürdürmüştür. • 1866’da Prusya ve Avusturya arasında Alman kent devletleri üzerindeki hakimiyeti belirleyecek olan Yedi Hafta Savaşı ya da Avusturya-Prusya Savaşı olarak da bilinen savaşın patlak vermesiyle birlikte 1867’de Hansa Birliği’ni oluşturan Lübeck, Hamburg ve Bremen, Prusya’nın yanında savaşa girmiştir. • Birlik üyeleri, 31 Ağustos 1867’de ilk seçimleri gerçekleştirilen Kuzey Almanya Konfederasyonu’na (Norddeutscher Bund) tam katılım sağlamıştır. • Bu tarihten itibaren müstakil bir birlikten söz etmek pek de mümkün değildir. • Öyle ki, Prusya’nın baskılarının iyiden iyiye hissettirildiği 1867’den itibaren birliğe üye kentler, Kuzey Alman Konfederasyonu’na 1868’de dahil oldular. • Böylelikle, 1839’da başlayan Osmanlı-Hansa resmi ilişkileri de son bulmuş oldu. • Bu tarihten sonra Osmanlı İmparatorluğu ilk etapta Prusya Krallığı’yla daha sonra da 1871 itibarıyla, yeni kurulan Alman İmparatorluğu’yla ilişkilerine devam etmiştir.