TEK COK SESLİ FOSFORLU K ALEM MÜZİKTEN SESLİ Av. Sadi ALAFTAN H epimiz hayata ana rahminde, onun kalp atışlarını dinleyerek başlar, sonra seslerden oluşan bir dünyanın içine doğarız. İnsanoğlu zamanla bu sesleri organize eder, dili ve müziği yaratır kendine. Sözlerdeki anlam ve anlayan sınırlılığına karşın müzik, bütün insanlarda sınırsız ve ortak duygular, düşünceler uyandırır. Konfüçyüs: “Müzik devlet kurar, devlet yıkar.” diyerek, daha 2500 yıl önce, müziğin etki gücüne işaret eder. “Bir ülkenin doğru yönetilip yönetilmediğini, ahlak açısından yücelip yücelmediğini anlamak mı istiyorsunuz? O ülkenin müziğini dinleyiniz.” sözleri de Konfüçyüs’e aittir. Aristo ise: “İyi bir karaktere ulaşmada erken ve yoğun bir müzik eğitiminin önemini” anlatır. Sanatçı, hayal gücü ile yaşamın kendine özgü, tekrarlanamaz imgesel modelini yaratırken, bunu sağlamak için malzemesinin bütün 96 Hukuk Gündemi | 2015/2 sınırlarını zorlar. Sınırlar yıkıldıkça gelişir ve ilerleriz. Sanata düşmanlığın, sanatsal faaliyetleri engellemenin altında bu korku yatar. Bestecinin malzemesi ses’tir; doğal olarak ses’in barındırdığı tüm olanakları araştırıp, işleyecektir. Aksi halde yaratılan şey bir sanat yapıtı değil, gerçekliğin kötü bir kopyası olacaktır. İşte, müzikte tek sesten çok sese geçiş, olağanüstü bir gelişme, tarihsel bir sıçramadır. Dinleyicinin çok sesliliğe, onun sunduğu geniş yaratıcılık ıskalasına hangi gerekçe ile olursa olsun direnmesi, kendisini dev bir tablonun küçük bir kısmına hapsetmesidir. Üstelik çok sesli müzik, biz farkında olmasak da, yaşamımızın bir parçasıdır. Günlük hayatın çok sesliliği yanında, seyrettiğimiz filmlerin, dizilerin, belgesellerin fonunda hep çok sesli müzik vardır. Ama biz, sadece görüntüye takılır, müziği es geçeriz. Batı 12. - 13. yüzyıldan beri bu müzikle beslenmektedir. Çok sesli müzik bugün Avrupa FOSFORLU K ALEM sınırlarını aşmış, dünya müziği olmuştur. Günümüzde “Batı Müziği” adı yerine, “Uluslararası Sanat Müziği”, “Evrensel Müzik” gibi adlar kullanılmaktadır. Batıda çok sesli müzik gelişirken, Osmanlı padişahları da çok sesli müziğe ilgisiz kalamamışlardır. Yeniçeri ocağı kaldırılınca 1826 yılında Mehter, yerini Bandoya bırakır. 2. Mahmut Muzıka-ı Hümayun’u kurmuş ve 1828 yılında başına ilerde paşa unvanı verilen Donizetti’yi getirmiştir. Batı müziği yöntemlerine göre müzik eğitimi yapan bizdeki ilk kurum bu bandodur. Sultan Abdülmecit’in İstanbul’da dinlediği Franz Liszt: “Majestelerinin benim ünüm hakkındaki bilgisinin beni son derece şaşırttığını belirtmem gerekir.” demektedir. Sarayın bu ilgisi bestekarlığa kadar uzanmıştır: Bugün çok sesli müziğe karşı çıkanları şaşırtsa da, Sultan Abdülaziz’in Valse Davet’ini, Gondol şarkısını; Sultan V. Murat’ın Mi Majör Valsi’ni dinlemek mümkündür. Öte yandan, İtalyan Operaları Avrupa’dan önce İstanbul’da, İzmir’de, Selanik’te sahnelenir. Fakat çok sesli müziği halka taşımak, bir eğitim ve ilerleme aracı olarak kullanmak hedefi olmayınca, sarayın ve dar bir çevrenin dışına çıkamaz. Her alanda olduğu gibi çok sesli müziğe geçiş de Cumhuriyetle birlikte, Atatürk sayesinde gerçekleşir. Bando, orkestra ve fasıl heyetinden oluşan Muzıka-ı Hümayun Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924 yılında Ankara’ya taşınır ve bir bölümü Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti adını alır (Bu günkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası). 1924 yılında Musiki Muallim Mektebi açılır. Genç müzisyenler eğitim almak üzere Avrupa’ya gönderilir. Atatürk: “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir...”, “…Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek söyleyişleri toplamak, onları bir an önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir.” demiştir. Bu gün pek çok sanatsal kuruma, dünya çapında ünlü sanatçılara sahibiz. Ancak tüm çabalara rağmen 600 yıllık kayıp kapatılamıyor. Durum, Osmanlı’da matbaanın kullanılmasına 400 yıl direnilmesinden farksız ! Hâlbuki çok sesli müziğe sahip çıkmak, tanıtmak ve benimsetmek kuşkusuz bu ülke aydınlarının görevidir. Her biri kendi portesindeki farklı notaları aynı anda çalan çalgıların; seslendiren sanatçıların yarattığı o müthiş çok sesli orkestrasyondan etkilenmemek imkânsızdır (Tek seste herkes ve bütün çalgılar aynı notaları çalar ve seslendirir.). Bizler Mozart, Beethoven, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Muammer Sun, Fazıl Say bestelerinin verdiği coşkuyu, zihinsel dinamizm ve diriliği, duygusal zenginliği yaşamalı, paylaşmalıyız. Çok sesli müziğin olağanüstü uyarıcı etkisi melankoliye, uyuşukluğa izin vermez. Uyaran sayısı arttıkça, beyin daha çok gelişir. İstediğimiz de budur: Her şeye eleştirel bakan; kıpır kıpır, özgür, yaşama sevinciyle dolu insanlar. Sizi, kısa ömürlü çerez ürünler yerine, yüzlerce yıldan süzülüp gelen, kalıcı eserleri Beethoven’in 9. Senfonisini (Sağırken bestelemiştir.), Mozart’ın 40. senfoni’sini, Ravel’in Bolero’sunu, Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nu, Albeniz’in Asturias’ını, Vivaldi’nin Mevsimler’ini; bizden U. Cemal Erkin’in Köçekçe’sini; Fazıl Say’ın İstanbul Senfonisi’ni dinlemeye; keşiflerle dolu uzun ve derin bir yolculuğa çağırıyoruz. Artık yaşadığımız mekânları müzik ziyafeti çekilen, hayat fışkıran yerler haline getirmeliyiz. Burada sorun, çok sesli müziğin bir amaç olarak seçilmemesinden, ona odaklanılmamasından kaynaklanmaktadır. Çok sesli müziğin benimsenmesi ve kalıcılığı, özel bir yaklaşıma, harcanacak emeğe bağlıdır. İşin özü ise, çok sesin içindeki her sesi, aynı anda, birlikte ve ayrı ayrı duymaktır. Kemanı, piyanoyu, trompeti, davulu, çelloyu… aynı anda ve ayrı ayrı duymak. Aksi hal çok sesi yılların verdiği alışkanlıkla tek ses gibi dinlemektir! Ünlü caz saksafoncusu Charles Lloyd: “Müzikle dünyayı değiştirmeyi hayal ediyordum.” diyor. Dünyayı değiştirmek! Tabii kendimizi de ! Ne kadar heyecan verici ve müthiş bir iddia… Not: RADYO 3’ü ve internetten Borusan Klasik’i dinleyebilirsiniz. 2015/2 | Hukuk Gündemi 97