ayeti ağır bir hakaret değil midir? İslam da hakaret hoş

advertisement
1
İçindekiler
Yılda iki hatim indirmeyene kuran davacı olacaktır hadisi sahih mi? ......................................3
Ok atmak nafile ibadetten daha hayırlıdır sözü hadis midir? ....................................................3
Gayr-i müslim bir ülkenin müslüman bir ülkeye darbe girişimde sorumlu olduğunu ifade
etmek, ülkelerle ilgili siyasi konuları konuşmak gıybet midir? ..................................................4
''Müşrikler ancak bir pisliktir'' ayeti ağır bir hakaret değil midir? İslam da hakaret hoş
görülmezken Allah neden böyle ağır hakaret ediyor? ................................................................5
İslam’ın ırkçı ve anti-feminist olmadığını söyleyebilir misiniz? ................................................6
Neden zina ve hırsızlık gibi suçlar asla affedilemez ve cezalandırılması gerekirken cinayet
keffaret ile affedilebilir? ...............................................................................................................9
Altın oran gerçekten var mıdır, varsa bununla ilgili ayet var mıdır? ......................................11
Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa 4/80) ''Bana itaat edin'' diyen
bir insan kendini Tanrı yerine koymuş olmuyor mu? ..............................................................12
Kuran ve İman hizmetinde bulunanlara ne gibi müjdeler vardır? ..........................................13
Allah Kur'an'da arşın sahibine and olsun diyerek kendisine yemin etmesinin hikmeti nedir?
.....................................................................................................................................................15
2
Yılda iki hatim indirmeyene kuran davacı olacaktır hadisi
sahih mi?
Kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlayamadık. Ancak, Hz. Peygamberin Abdullah b. Ömer’e
haftada bir defa Kur’an’ı hatmetmesini tavsiye ettiği bilinmektedir(Gazali, İhya, 1/274). Hadisi
Buhari ve Müslim rivayet etmiştir(bk.Irakî, Tahricu Ahadisi’l-İhya, a.g.y).
Gazali’nin değişik rivayet ve teamülleri nazara alarak hatim konusunu farklı insanların
durumuna taksime tabi tutmuştur. Ona göre, bazıları 24 saatte 1-2; bazıları haftada 1-2; bazıları
da ayda 1-2 hatim yapabilirler. Bunlar, farz-vacib değil, sünnet-müstehabtır(bk. İhya, 1/276).
Gazali’nin bu taksimatına göre, yılda iki hatim indirmeyen kimsenin durumunun bu konuda
parlak olmadığı açıktır. Ancak, “yılda iki hatim indirmeyen Kur’an davacı olur” hükmü, sahih
bir hadiste bulunmadığı sürece bir hüküm ifade etmeyecektir.
Ok atmak nafile ibadetten daha hayırlıdır sözü hadis midir?
İnternette kaynak verilmeden yazılan bu hadis rivayetiyle ilgili bir bilgiye -kaynaklardarastlayamadık.
Kütüb-i sittede “ok atma” ifadesi daha çok “atma” sözcüğüyle aktarılmıştır. “Ok” anlamına
gelen “Sehm” kelimesi sadece bazı yerlerde yer almıştır. Bundan anlaşılıyor ki, Peygamberimiz
o gün için geçerli bir silah olan “ok atmayı teşvik etmiş, ancak bunu ifade ederken her zaman
için geçerli olsun diye “er-remy=atma” sözcüğünü kullanmayı tercih etmiştir. Nitekim, bugün
ok değil silahlar vardır. Düşmana karşı koyan her türlü mücadele hadiste geçen ifadenin
içerisinde değerlendirmek gerekir.
3
Gayr-i müslim bir ülkenin müslüman bir ülkeye darbe
girişimde sorumlu olduğunu ifade etmek, ülkelerle ilgili
siyasi konuları konuşmak gıybet midir?
Soru: Gayr-i müslim bir ülkenin müslüman bir ülkeye darbe girişimde sorumlu olduğunu ifade
etmek gıybet midir? Ülkelerle ilgili siyasi konuları konuşmak o ülkenin devlet erkanı, ya da o
ülke insanlarının gıybeti sayılır mı? Onlara buğzetmek günah mıdır? Siyasi konuları
konuşmada üslubumuz ne olmalı? Konuşmamalı mıyız?
Cevap: Eğer kesin olarak bir kanıt biliniyorsa, “Gayrimüslim bir ülkenin müslüman bir
ülkeye yapılan darbe girişiminden sorumlu olduğunu” söylemekte bir sakınca yoktur.
Herhangi bir ülke hakkında -iftira etmeden, haksızlık etmeden- “Ülkelerle ilgili siyasi
konuları konuşmak, o ülkenin devlet erkanı, ya da o ülke insanlarının gıybeti sayılmaz”.
Yalnız sadece tahminlere dayanan veya sırf karalama adına müslüman bir ülkeye karşı bir
kampanya açmak, oranın erkanını kötülemek doğru değildir. Bununla beraber, sırf bilinsinler
ve şerlerinden müslümanlar korunsun diye bir ülkenin erkanları hakkında konuşmakta bir
sakınca yoktur.
Müslümanlara buğzetmek günahtır. Ancak, müslümanın yaptığı yanlışa buğzetmek, onun kötü
söz veya fiiline buğzetmek gereklidir. Siyasi konularda konuşurken, Bediüzzaman
Hazretlerinin II. Dünya savaşında birbiriyle boğuşan ve her iki taraf da gayr-ı müslüm olan bir
ortamda takınılması gereken tavrı belirlemeye yönelik ifadesine dikkat etmek ve ondan ders
çıkarmak gerekir:
“...Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli
hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını
boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb
boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini
hoş görür, zulmüne şerik olur” (Asa-yı Musa, 20 )
Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözlerinde de önemli bir ölçü vardır: “Madem zemmetmemek
ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'î var. Zemm
ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevab yok. Çünki
tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir
hükm-ü şer'î yok, hiç zararı da yok” (Emirdağ Lahikası-1-205 )
4
''Müşrikler ancak bir pisliktir'' ayeti ağır bir hakaret değil
midir? İslam da hakaret hoş görülmezken Allah neden böyle
ağır hakaret ediyor?
İlgili ayetin meali şöyledir: “ Ey iman edenler! Müşrikler bir pislikten ibarettir. Onun için,
bu yıldan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar...”(Tövbe, 9/28).
Önce bu ayette sözkonusu olan husus, müşriklerin bir cami olan Mescid-i Harama girmelerine
yasak getirmektir. O halde, Mescid ile onunla uyuşmayan bir durum olarak zikredilen
“Necis/pislik” kelimesi arasındaki bağlantıya bakmak gerekir. İslam alimleri, bu kelimenin
kullanılmasının hikmeti üzerinde durmuş ve farklı yorumlara yer vermişlerdir. Bunları şöyle
açıklayabiliriz:
a) Ayetteki “pislik”ten maksat, manevi pislik sayılan cünüplük halidir. Bu durum, müminler
için de sözkonusudur. Cünüp olan bir mümin de yıkanmadan camiye giremez. Çünkü camiler,
insanların Allah’ın huzuruna çıktığı, ona kulluk görevlerini yaptığı mekânlardır. Küçük ve
büyük abdestin namaz için farz kılınmasının hikmeti, bu manevi temizliği sağlamaktır.
Müşriklerin Mescid-i Harama bundan böyle girmelerine izin verilmemesi hususu
vurgulanırken, gerekçe olarak onların boy abdesti almadıkları için manen pis olduklarına işaret
edilmiştir(krş. Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
b) Şirk, Allah’ın sevmediği büyük bir küfür çeşididir. “ Şu kesin ki: Allah Kendisine şirk
koşulmasını affetmez, ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder.
Her kim Allah’a şirk koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur”(Nisa, 4/116) mealindeki ayette
şirkin Allah katındaki kötü ve çirkin boyutuna vurgu yapılmıştır. Bütün noksanlardan uzak
olan Allah’ın KUDDUS isminin kudsiyetine yakışmayan her şey, birer necis ve pislik olarak
değerlendirilir. Bu açıdan müşriklerin manevi birer pislik olduklarını belirtmek, Kuddus
isminin bir gereğidir. Ya iman ile temizlenecekler veya pislik damgasını yiyeyeceklerdir(krş.
Razi, ilgili ayetin tefsiri).
c) İslam alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, kâfirler de müslümanlar gibi maddi bedenleri
itibariyle temizdirler. Şu var ki, bir insan, hem bedeni hem de küçük-büyük abdest
itibariyle temiz olduğu halde, elbisesinin bir parçası/eteği-paçası pisliğe bulaştığı zaman o
kimse, bu açıdan pis kabul edilir. Bunun gibi, kâfir ve müşriklerin bedenleri -insan olaraktemiz olmasına rağmen, akıl ve kalplerinin bulaştığı şirk ve küfür pisliğinden ötürü manevi
olarak pislenmiş kabul edilir. Ayette, onların bu bulaşık durumlarına dikkat çekilmiştir(krş.
Razi, a.g.y).
d) İnsanları her türlü küfür pisliğinden tiksindirip uzaklaştırma adına, bu gibi benzetmeleri
yapmak irşad üslubunun bir gereğidir. Çünkü, Allah insanları yarattığı o tertemiz fıtratlarına
uygun olarak yaşamlarını, hem dünyada hem ahirette tertemiz bir hayat sürmelerini ister. Oysa,
insanlar dünyanın geçici bazı zevkleri için bir temiz fıtratlarını kirlendiriyorlar. İşte bir kısım
insanların zevk aldığı küfür ve günahların çirkin yüzünü onlara göstermek için, o çirkin
manaları çirkin ve tiksindirici bir sözcük ambalajına koymak hikmetin gereğidir. Örneğin, bazı
kimseler, şirk ve küfür manasının gerçek yüzünü, o çirkin yüzünü her zaman görmeyebilir,
hatta ondan zevk de alabilir. Onların zevk alınacak bir taraflarının olmadığını en kestirme
yoldan duyurmak için, onları “Pislik” gibi çirkin bir sözcük ambalajına koymak gerekir. Ta ki
bir şok etkisi yapsın.
5
İslam’ın ırkçı ve anti-feminist olmadığını söyleyebilir
misiniz?
-İslam dinine “ırkçı” diyen kimse ya İslam dinin doğrularından hiç bir haberi yoktur ya da
İslama karşı art niyet beslemektedir.
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en
üstün olanınız, takva bakımından en üstün olanınız (Allah'tan en çok korkanınız)dır.
Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberi olandır." (Hucurât, 49/13) ayeti kerimesi ile
“Hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın Araba, hiçbir beyazın siyahîye,
hiçbir siyahînin beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva ile/Allah’a karşı
gösterilen saygıyladır” mealindeki hadis-i şerif, İslam’ın ırkçılığı nasıl reddettiğini gösteren
hakikatin belgesidir.
İslam’ın 15 asır önce kadınlara tanıdığı haklara, Hristiyanlar şu anda da sahip değiller. Fatih
İstanbul’u fethedeceği sıralarda Hristiyan papazlar Kilisede kadınların insan olup olmadığını,
erkekler gibi bir ruha sahip olup olmadığını ciddi ciddi tartışıyorlardı.
İslam’ın daha ilk asrında, ilim, ticaretle uğraşan kadınlar vardı. Hz. Aişe Medine’nin bir
müftüsü gibiydi.
Hz. Peygamber erkeklerden biat aldığı gibi, kadınlardan da biat almıştır. Bu bir nevi seçme
hakkıdır. Cemel vakasında bir tarafın komutanı ve âmiri Hz. Aişe idi.
Kur’an’da bir kaç sure kadınlarla anılmıştır. Buna mukabil, erkeklerle ilgili bir isim yoktur.
Kur’an’da, kadın haklarının, hem de erkek haklarıyla karşılaştırmalı olarak aynı ölçüde ifade
edilmesi, genişliği ile birlikte her asırda uygulanabilirliğine imkân sağlamıştır.
Aşağıda meali verilen ayetin ifadesinde bu gerçeği görmekteyiz: “Erkeklerin hanımları
üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşru çerçevede hakları vardır.
Şu kadar ki erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır. Unutmayın ki Allah
üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”(Bakara, 2/228).
İslam şeriatı kadar adil başka bir nizam yoktur. Çünkü, Allah’dan daha âdil daha merhametli
kimse olamaz. On dört asırdan beri onlarca milletlerin içinde bulunduğu toplumdaki adilane
icraatı bunun açık göstergesidir.
Saadet asrında Yahudiler ve Hristiyanların İslam’a karşı oldukça eleştirel bir tutum
sergilediklerini tarih kitaplarından olduğu gibi doğrudan Kur’an’dan da öğrenebiliyoruz.
Yapılan bütün eleştirilere karşı Kur’an’da şiddete dair bir emir sözkonusu edilmemiş, bilakis
ehl-i kitaba karşı en güzel şeklide mücadele edilmesi tavsiye edilmiştir. Kur’an’ın bu emir ve
tavsiyeleri doğrultusunda, İslam devletleri tarafından onlara karşı tarih boyunca çok büyük
tolerans gösterilmiştir.
Sultan Fatih’in İstanbu’lu fethetmesi esnasında kendi idarecilerinin zulmünden bıkmış
Hristiyan halkın -müslüman olduğunu ve bu sebeple de âdil olduğunu bildiklerinden- onu
alkışlamaları, büyük bir sevinçle karşılamaları bunun tartışmasız bir kanıtıdır.
Hz. Ömer’in dillere destan adaletinin, Salahaddin-i Eyyubi’nin düşmanlarına karşı gösterdiği
adaletin ötesindeki insan onuruna saygısı ve erdeminin kaynağının İslam dini olmadığını
söyleyenin istikamet yolu timarhanedir.
6
Hz. Peygamber “Kim gayr-ı Müslim bir vatandaşa eziyet ederse, kıyamet günü onun hasmı ben
olurum. Ben kimin hasmı olursam, onunla hesaplaşırım”(Kenzu’l-ummal, h. No: 10909).
buyurmuştur.
Hz. Peygamber(.a.sm)’in gayr-ı Müslimlere yönelik bu tavrı, aslında her şeyi anlatmaktadır.
Necran Hıristiyanlarından gelen bir heyeti ağırlayan Hz. Peygamber(a.s.m), onların ibadetlerini
yapmaları için Mescid-i nebeviyi boşaltmış ve onlara tahsis etmiştir.
Medine dışında baş gösteren bir kıtlık münasebetiyle Medine’ye gelip sığınanlar arasında pek
çok gayr-ı Müslim de bulunuyordu. Bütün bunları sahabelerine taksim eden Hz.
Peygamber(a.s.m) bizzat evinde-bir süreliğine- misafir ettiği kişi de gayr-ı Müslim idi.
Son olarak şunu tekrar etmeliyiz ki, kadınlar yaklaşık her ayın yarısı kadar olağan dışı
sayılabilen adet halini yaşıyorlar. Bu hallerinde farklı bir psikolojik ortama girdikleri bilinen bir
gerçektir. Farklı bir psikolojinin meydana getirdiği olumsuzluklardan biri de sinirlilik hali ve
unutkanlıktır. Bu konunun bilimsel bir çalışmaya ihtiyacı vardır. Fakat, görünen köy kılavuz
istemez. Madem Allah “onlar için unutkanlık” durumunu dikkatlere sunuyor. Bize düşen bunu
inkar etmek değil, bunu ilmen ispat etmeye gayret etmektir. Ancak, Allah’a, Kur’an’a
inanmayan, üstelik Kur’an’ın yanlışlarını göstermeyi bir hedef olarak kendine görev sayan bir
kimsenin bu konuda yapacağı bir çalışmanın sıhhatli olduğunu söylemek safdillik olur. Çünkü
her muarız, ilmin namusunu muhafaza etmek gibi bir erdemliği göstermeyebilir. Bu da ayrı bir
noktadır.
Bir meselenin-insanlarca- hikmetinin anlaşılmaması, o meselenin gerçekten hikmetsi olduğu
anlamına gelmez. Bizim Kur’an’ın bazı konularını anlamamamız, hikmetini kavramamamız,
gerçekten onların anlaşılmaz, hikmetsiz olduklarını göstermez.
Burada şunu da belirtelim ki, Kur’an’ın herhangi bir meselesinin hikmetini bilmediğimizden
hareketle Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunda şüpheye düşmek son derece yanlış ve
tehlikelidir. Çünkü, Kur’an, yüz kapısı olan bir saraya benzer. O kapılardan 99’u kapalı, yalnız
bir tanesi açık olsa, o saraya rahatlıkla girebilir. Oysa Kur’an sarayının 99 kapısı açıktır. Yani
mucizelerle donatılmış, onun Allah kelamı olduğunu gösteren yüzlerce aklî, naklî delil ve ilmî
belge vardır. Şeytan ise, bütün o açık kapıları görmezlikten gelmemizi sağlamaya, yalnız bizim
hikmetini bilmediğimiz- bizce kapalı olan- kapıya götürüp, “işte bu saray kapalıdır, içinde
zannedildiği gibi hiçbir ilahî hazine yoktur..” dedirtmeye çalışır. Şeytanın bu oyununa
gelmemek gerekir.
Şahitlik meselesine gelince:
İslam’da şahitliğin itibar edilmesinin en önemli kriterlerinden biri kişinin doğruluğu,
dürüstlüğüdür. Çünkü, bir yalan bir çok haksızlığın yapılmasına sebep olur.
Bu sebepledir ki, şahit olan kimsenin yalan söylemesine neden olabilen bir menfaat ilişkisi, bir
düşmanlık ilişkisi gibi olumsuz bir faktörün bulunması, en takva sahibi bir müslümanı da
şahitlikten azleder.
Bir babanın çocuğunu lehine, bir evladın babasının lehine olan şahitliğini kabul edilmemesi
bundandır. Bir hasmın hasmının aleyhine yaptığı şahitliği makbul değildir. Ortaklardan birinin
şirketle ilgili şahitliğini kabul edilmemesinin altında yatan sebep de budur.
İşte İslam’da bir gayr-ı müslimin bir müslümanın aleyhindeki şahitliği, böyle bir yalan
ihtimalini barındırdığı için kabul edilmez. Çünkü, prensip olarak gayr-ı müslimlerin
müslümanlara karşı düşmanlıkları vardır.
7
Bununla beraber, Kur’an’da açıkça belirtildiği üzere, kendi kitaplarını tahrif etmekten ve yalan
uydurup Allah’a iftira etmekten çekinmeyen, Hz. Üzeyr’i ve Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu olduğunu
söyleme cüretini gösteren ehl-i kitabın, şehitlik gibi adaletin temel unsurlarından biri olan bir
konuda ehliyetini tartışması adalet mekanizması bakımından son derece isabetlidir.
Hanefiler dışında kalan üç mezhep alimlerine göre, zimmi olanların birbirinin aleyhlerindeki
şahitlikleri de makbul değildir. Çünkü, bunlar -genel olarak-yalandan sakınmazlar. Bazı gayr-ı
müslimler de elbette yalandan sakınabilirler, ancak “sedd-i zerayi” kuralı çerçevesinde bir
haksızlığa yol vermemek için, şahit olan kimsenin müslüman olması şartını getirmişler(şahitlik
kriterleri ile ilgili geniş bilgi için bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/562-68).
Demek ki, gayr-ı müslimlerin şahitliklerinin kabul edilmemesi, onların dini tercihlerinden ötürü
değil, adaletten uzaklaşmalarının kuvvetli bir ihtimal olmasındandır.
Demek ki bu ayrımcılık, adalet mekanizmasının sağlam işlemesine yönelik alınmış bir
tedbirdir. Nitekim âdil olmayan hiç bir müslümanın da şahitliği geçerli değildir.
8
Neden zina ve hırsızlık gibi suçlar asla affedilemez ve
cezalandırılması gerekirken cinayet keffaret ile affedilebilir?
Bu konunun hikmetini görmek için çok ciddi bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Bununla beraber,
şimdilik söyleyebileceğimiz bir kaç noktayı aşağıda takdim edeceğiz:
Önce Katil ve Zina suçu:
a) Kısas konusunda suçlu tek taraftır. Bu sebeple, maktulün yakınları katili affetme yetkisine
sahip kılınmıştır. Zina suçunda ise, suçlu çift taraflıdır. İşin suçsuz olmayan tarafı yok ki, birisi
diğerini affetsin. Çünkü, hem kadın hem erkek suçludur. Bu iki suçun- katil meselesinde
olduğu gibi- masum ve mağdur tarafı yoktur. Her iki taraf da canidir.
b) Zina çok gizli yapılabilen bir suçtur. İslam dahi bunun gizli kalmasına taraftardır. Ancak,
bunun gizli olarak işlenebilmesi, suçun fazlaca işlenmesine fırsat veren bir yan etkidir. Bir
yandan dört şahit gibi, genellikle tahakkuk etmesi çok zor olan şartları ön gören İslam hukuku,
diğer yandan bunun affına bir yol vermemek suretiyle de suç işlemenin caydırıcılık etkisini
pekiştirmeyi hedeflemiş olabilir.
c) Katil cinayeti genellikle açıktan yapılan veya netice itibariyle açığa çıkan bir suçtur. Fail-i
mechul cinayetler genellikle bir şahıs tarafından değil, resmi veya gayr-ı resmi komitelerce
işlenir ve bunların affı da sözkonusu değildir. Bu sebeple genellikle-zina suçunnun akisne-açık
olan/veya açık olmaya aday olan bir cinayetin faili de genellikle malumdur. Gizlenmesi
sözkonusu olmayan katil cinayetini işleyen kimsenin canı da kısas olarak sözkonusudur. Kısas
da olsa yine de bir adamın öldürülmesi oldukça ağırdır.
İşte İslam hukuku, bir yandan açık suçlar grubuna giren katil cinayetinin cezasını kısas olarak
belirleyip caydırıcı bir tedbir alırken, diğer yandan da bu çok ağır olan ve zamanla kan davasına
dönüşme ihtimali gibi bir tehlikeyi de taşıyan bu cezanın yan etkilerini bertaraf etme adına af
faktörünü de uygun görmüş olabilir.
Hırsızlık olayın agelince:
a) Hırsızlık çok cazibedar bir meslektir. Kısa zamanda önemli bir menfaatin kazanması
sözkonusdur. Bu sebeple, bu suça en ufak bir pirim vermek, mağdurların çoğalmasına ve
hukuklarının çiğnenmesine bir davetiye hükmünde olur. Bu açıdan bakıldığı zaman bu suçun dünya hayatı itibariyle- affa kabiliyeti yoktur.
b) Ömür boyu bir emeğin karşılığı olarak elde edilen bir sermayenin hırsızın eliyle yok olup
gidiyor. Bu çok gaddar ve zalim bir hırsız tarafından gadre uğrayan mal sahibinden üstelik bu
adamı affetmesini istemek, adamı ikinci kez vurmak anlamına gelir. Kaldı ki, böyle af faktörü
telafisi imkânsız başka hırsızlıkları, başka mağduriyetlerin meydan gelmesine bir çağrı
niteliğindedir.
c) Hırsızlık, hep gizlice yapılan bir suç olduğundan “sedd-i zerayi” kaidesi gereğince, bu suçun
bütün kapılarını ve pencerelerini kapatmak hikmetin gereğidir.
Özetlersek; Katil suçu aynı kişi hakkında ancak bir defa sözkonusu olur. Aynı adamı bir kaç
defa öldürme imkânı yoktur. Bu sebeple, -yukarıda ifade edilen gerekçeler doğrultusundamaktulun yakınları tarafından kâtilin affedilmesi, fazla yan etkisi olmayan bir maslahat olarak
görülebilir.
Buna mukabil, zina ve hırsızlık suçu aynı kişilerle defalarca tekrar etme riskini taşımaktadır.
Bu sebeple, zaten gizli olan ve tekrarlama potansiyeline sahip olan bu suçlara bir de af faktörü
eklenirse, bu suçların daha kolay işlenmesine sebep olabilir.
9
Tekrar nüks etme riski olmayan ve genellikle açıktan yapılan katil suçuna bir hafifletme
getirmek; bun karşılık, işin tabiatının gereği olarak gizlice yapılan ve her zaman tekrar etme
riskini taşıyan zina ve hırsızlık suçuna bir hafifletme getirmemek, cezasının caydırıcılık vasfına
uygundur.
Bununla beraber, zinanın sabit olması için dört şahidin gözleriyle eylemi görme şartına
bağlanması, çok önemli bir hafifletici unsur olarak değerlendirilmelidir. Hatta bu işin
dedikodusunu yapanlara yönelik teşhir ve seksen değnek cezanın ön görülmesi, bu konuda
“şakk-ı şefe” etmemeleri için insanlar uyarılmış ve adeta bununla; “bu konuda dudaklarınızı
açmayacaksınız” denilmiştir. Bu tavır, işin başında suçun tespitine yönelik önemli zor şartlar
getirilmesi, işin sonunda ayrıca bir af fırsatının verilmesine ihtiyaç bırakmamıştır. Çünkü, bu
takdirde cezanın caydırıcılık vasfı tamamen ortadan kalkar.
Hırsızlık cezasının el kesme olması için, çalınan malın miktarı, korunmuş bir mekanda olması,
hırsızın hayati bir ihtiyaç içinde olmaması gibi şartlar yanında, İmam-ı Azam ve İmam
Muhammed’e göre, mahkemeye intikal etmeden önce malın iade edilmesi, Malı sahibinin
“hırsızlık olayını” inkâr etmesi, şahitlerin yalan söyledikleri bildirmesi gibi bazı unsurlar,
önemli hafifletici sebeplerdir(bu konuda bk. el-Fıkhu’l-İslamî, 6/95, 126-127).
Konularla ilgili ayetlerin meallerini teberrüken aşağıya alıyoruz:
“Ey iman edenler! Öldürülen kimselerin hakkını almak için size kısas (yani cezayı vermek
istediğiniz takdirde-başkasını değil- sadece katili öldürmek) farz kılındı. Hür hür ile, köle köle
ile, dişi dişi ile kısas olunur. Ama kim, maktûlün velisi tarafından affedilirse kısas düşer.
Bundan sonra, diyeti ona güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gerekir. Bu esneklik Rabbiniz
tarafından bir kolaylık ve lütuftur. Artık kim bundan sonra karşıdakinin hakkına tecavüz ederse,
Ona son derece acı bir azap vardır”(Bakara, 2/178).
”Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara
ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz. Allah azîz ve hakimdir/mutlak galiptir, tam
hüküm ve hikmet sahibidir”(Maide, 5/38).
“ İmdi, zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhirete iman
ediyorsanız, Allah’ın hükmünü uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da
uygulamayı engellemesin. Hem onların bu cezalandırılmalarında müminlerden bir cemaat da
bulunup şahid olsun!”(Nur, 24/2).
Recim konusu sünnetle sabittir.
10
Altın oran gerçekten var mıdır, varsa bununla ilgili ayet var
mıdır?
Altın oranla ilgili açıktan Kur’an’ın bir ifadesi sözkonusu değildir.
Bu konu özel bir araştırma konusudur. Bunu kabul edenler, kanaatlerini yaptıkları bilimsel
araştırmaya dayandırdıklarını söylüyorlar.
Fibonacci isimli italyan matematikçinin bulduğu altın oran, matematik ve sanatta, bir bütünün
parçaları arasında gözlemlenen ve parçalar arasındaki en iyi uyumu sağlayan matematiksel bir
oran bağıntısıdır.
Bu değişmez oran bağıntısına, kâinat çapında cari olan bir sünnetüllah olarak bakılabilir.
Altın oranın matematik ifadesi: 1, 618’dir. Bir kaç yıl önce bu konuda önemli bir çalışma
yapan bir kardeşimiz, başka tevafuklar hususunda bizimle de istişare etmişti. O zaman şu nokta
dikkatimizi çekmişti:
Kainatta herşey hal veya kal diliyle BİSMİLLAH diyor. Altın oran da bu değişmez mühürü ile
-bu açıdan- BİSMİLLAH diyor. Bismillah’daki Allah lafaza-i celalin başındaki elifin ebced
değeri 1’e, er-Rahmanirrahim’in ebced değeri ise, 618’e tekabul etmektedir. Demek ki, altın
oran bağıntısı, lisan-ı haliyle Allah’ın varlığı ve birliğini gösteren bir mührü olduğunu ve onun
da manen “Bismillahirrahmanirrahim”i kendine vird edindiğini akl-ı selim sahiplerine ilan
etmektedir.
Denilebilir ki, bütün varlıklarda değişmez bir ölçü olan altın oran, lisan-ı haliyle “ Biz, her şeyi
bir ölçüye göre takdir edip yarattık”(Kamer, 54/49) mealindeki ayeti, maddeten tefsir
etmektedir.
11
Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa
4/80) ''Bana itaat edin'' diyen bir insan kendini Tanrı yerine
koymuş olmuyor mu?
Allah peygamberine itaat edilmesini emretmektedir. Zira peygamberler yalnızca Allah'ın
emirlerini ilan ederler. Peygamberimiz nefsinden hevasından konuşmaz onun konuşması
yalnızca vahiy iledir. Bu sebeple ona itaat emredilmiştir.
İtaat etmek, ibadet etmek manasına gelmez. Bir çocuğun anne-babasına itaat etmesi, bir
memurun âmirine itaat etmesi, askeriyede bir astın üstüne itaat etmesi gerekli olan bir husustur
ve bunda bir sakınca da yoktur. Nitekim Kur’an’da ulul-emre itaat emredilmiştir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer
Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve
Resulüne arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha
güzeldir”(Nisa, 4/59) mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.
Hz. Peygamber ümmetindeki bütün ululemirlerin de amiridir. Ululemirlere itaat edilmesi farz
olduğuna göre, Hz. Peygambere itaat katlanarak farziyetini koruyacaktır. Ayrıca, Hz.
Peygamber, Allah’ın elçisidir. Elçi demek onu gönderenin emirlerini tebliğ eden kimse
demektir. Bu sebeple, peygambere itaat etmek gerçekte Allah’a itaat etmek demektir. Nisa
suresinin 80. ayetini bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bilgi için tıklayınız:
Peygamber Efendimiz (sav)'in Kur'an'ın açıklayıcısı olduğuna dair ayetler var mıdır? | Sorularla
İslamiyet
Kuran-ı Kerimin Yeterliliği, Sünnet olmadan Din olur mu, bir müslüman Hz. Peygambere
uymak zorunda mıdır? | Sorularla İslamiyet
12
Kuran ve İman hizmetinde bulunanlara ne gibi müjdeler
vardır?
Kâinat tamamen fedâkarlık, yardımlaşma, fazilet ve vakıf ruhuyla sevk ve idare edilmektedir.
Menfaat kesinlikle söz konusu değildir. Zira güneş kendisi için ısıtmıyor, yağmur kendisi için
yağmıyor, hayvanat ve nebatat kendileri için çalışmıyor, gözler kendileri için görmüyor ve
ayaklar kendileri için yürümüyor. Demek ki kâinatta her şey başkasına büyük fedâkarlıkla
hizmet ediyor. Bir nevi karşılıksız vazife ifa ederek kendilerini başkalarına vakıf ve feda
etmişlerdir.
İslamiyet fıtri bir din olması hasebiyle, aynı vakıf ruhu İslamiyet'te de kendisini
gösteriyor. Mesela peygamberler hizmetleri için ücret ve karşılık beklemezler.
Yani vakıftırlar. Dinler, kitaplar bir çeşit hizmet ve fazilet esasına dayalı fikri olan vakıf
sistemleridir. Ayrıca ibadetler, yardımlar, zekâtlar, ianeler hep vakıf ruhuna ve fedâkarlık
esasına hizmet eden muamelelerdir.
Bu müessese fıtrattan ve yaratılıştan gelip, peygamberlerle insanlığa en güzel şekillerini
ve sistemlerini takdim etmiş ve göstermiştir. İnananlarda ise; bu sistem fiziki olarak her
tarafta neşvünema bulmuştur. Vakıf hanlar, camiler, medreseler, kitaplar, araziler,
şehirler, davalar ve hayatlar. Osmanlıda ise; bu müessese teferruatına kadar yerleşmiş
kuşları ve hayvanları koruyacak kadar müesseseleşmiştir.
İman ve Kur'an hizmetinde bulunanlara verilen müjdelerden bir kısmını şöyle sırlayabiliriz:
1) “Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyen
kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir?”(Fussilet, 41/33)
2) Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere:"Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime
temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir." (bk. Lem'alar, 49 )
3) İslam’ın mukadderatı için toplanan, her asrın müceddidinin içinde bulunduğu bir mecelis-i
münevver, asr-ı hazırın mebusu(bu asrın tecdidine tayin edilmiş bir müceddid) sıfatıyla orada
bulunan Bediüzzaman hazretlerine alem-i misalde şu müjdeyiğ verdiler:
“Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı
olacaktır!..” (Sünuhat-Tuluat-İşarat, 50 ).
4) “Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden (Her zaman, ümmetimden bir
cemaat, Kur’an’ın hak yolunda sabit-kadem olup kıyamete kadar muarızlarına karşı galibane
manevi cihad edeceğini bildiren) bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin
ِ (şedde
taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi “ ‫ه‬
‫ِّ ق ااحلاِ ََِِ ِني ِر َ ا‬
sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve
aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i
tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder.” (Kastamonu Lahikası, 27-28 )
5) “ Allah’ı ve Resulünü karşısına alanlar, onlara düşmanlık edenler en alçak/en zalil olanların
derekesindedirler. Çünkü Allah:“Ben ve Resullerim elbette galip geliriz” diye
hükmetmiştir. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak galiptir”(Mücadele, 22/20-21)
mealindeki ayette, dinsizlerin, din düşmanlarının bir gün mutlaka mağlup olacaklarına, İslam
dinine; Kur’an’a ve imana hizmet ederek, bu hizmeti hayatlarının yegâne gayesi bilerek Allah’a
ve resulünün emirlerine tabi olanların mutlaka galip olacaklarına vurgu yapılmıştır.
13
- “Ben ve Resullerim elbette galip geliriz” cümlesinin riyazi makamı, şeddesiz 1959-1960
yapar. Bediüzzaman’ın o tarihte “Ben küfrün belini kırdım” derken adeta bu ayetin maddi bir
tefsirini yapıyordu. Şedde sayılsa, bu sayı 20o9 yapar. Bu işari beşaretten anlaşılıyor
ki, 1959’tan beri, bazen “sırren tenevveret” sırrına göre, bazen aşikârane iman ve Kur’an’a
hizmetini yoğunlaştıran İslam âlemi, 2009’dan itibaren galibiyetin sath-ı mailine girmiştir. Bu
günkü cahil inkârcıların, bedbaht muarızların çırpınışları, yenilgilerini hızlandırmaktan başka
bir işe yaramayacaktır. ÇÜNKÜ:
“Takdir-i Hudâ, kuvvet-i bâzu ile dönmez
Bir şem'a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez” (Mektubat, 72 )
6) Bediüzzaman hazretlerinin Tüflis’te Rus polisiyle tartışırken, verdiği müjdeler,Allah’ın
inayetiyle tahakkuk etme aşamasındadır. İslam alemi bugün bu doğumun sancıları çekiyor.
Bir asır önce Rus polisiyle yaptığı bu konuşmasında Bedîüzzaman şu müjdeyi veriyordu:
“ Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı
vardır.”
(Demek ki, İslam aleminin uzun süreden beri içinde bulunduğu kış mevsimi, artık yerini güzel
bir bahara bırakacaktır. Kim bilir, belki de “Arap baharı”, bu hakikati ilan etmeye yönelik
“intak-ı bil-hak” nevinden bu bediâne müjdeyi hatırlatmaktadır).
Rus polisinin: “İslâm(âlemi) parça parça olmuş” şeklindeki ümit kırcı sözlerine karşı,
Bedîüzzaman, şu sosyolojik tespiti yapıyor ve şu müjdeyi veriyordu:
“Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde
çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders
alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim
ediyorlar. İlâ âhir... Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir
kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını âfâk-ı
kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev'-i
beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir” (Sünuhat-Tuluat-İşarat, 73; Tarihçe-i
Hayat, 79)
14
Allah Kur'an'da arşın sahibine and olsun diyerek kendisine
yemin etmesinin hikmeti nedir?
Yemin, Araplarda çok kullanılan bir husustur. Bununla, karşı tarafı ikna etmek istemeleri
yanında, yemin edilenin kutsallığına da vurgu yapılmış oluyor. Arapça indirilen Kur’an’da
diğer üslup çeşitleri gibi, yemin üslubu da kullanılmıştır.
Büyük, değerli ve kutsal şeylere yemin edildiğine göre, insanlara hitap eden Allah, “Arşın
sahibi” vasfıyla kendine yemin etmekle hem büyüklüğünü, hem kutsallığını gönüllere
nakşetmek istiyor.
Zaten İslam’da yemin daha çok Allah’ın isim ve sıfatlarına yapılır. Kur’an’da bu konuya dikkat
çekilmiş ve bir ders verilmiştir.
Bunun yanında insanların başka nesnelere yemin etmelerine izin verilmediği halde, Kur’an’da
Allah, güneş, ay, yıldız, zeytin, incir gibi bazı varlıklara da yemin etmiştir. Bununla söz
konusu nesnelerin harika yaratılışlarına, barındırdıkları pek çok faydalara dikkat çekilmiştir.
Bediüzzaman hazretleri bu çeşit yeminlerin hikmetini şu sözlerle özetlemiştir: “Kur'an'da
kasem(yemin) ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri
daima ikaz ederler. Evet kasemat-ı Kur'aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar'-ul asâdır”
(Muhakemat,14 ). Yani: Kur’n’da yemin edilmeye değer bulunan gök ve yer cisimlerine
yapılan bu yeminlerin hikmeti, gaflet uykusunda olanları daima uyandırmaktır. Çünkü;
Kur’an’da yer alan kasemler/yeminler, gaflet uykusuna dalanları uyandırmak üzere başlarına
vurulan bir tokmaktır.
15
Download