KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI* Nasr Hamid Ebu Zeyd ** Çev.: Enes BÜYÜK*** Öz * ** *** “The Qur’anic Concept of Justice”, polylog: Forum for Intercultural Philosophy 3 (2001). Makale buradan alınmıştır. Ağ bağlantısı için bk: http://them.polylog.org/3/fan-en.htm Prof. Dr., 1943 yılında Mısır’ın Tanta şehrinde doğmuştur. Dar gelirli bir ailede yetişen Ebu Zeyd, meslek lisesini bitirdikten sonra Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili Bölümüne girmiş, 1972 yılında mezun olduğu bu fakültede 1976’da master tezini –ki bu çalışma “Tefsir’de Akılcı Eğilim: Mu’tezile’ye Göre Kur’an’da Mecaz Meselesi” ismiyle Türkçe’ye çevrilmiştir-, 1979 yılında da doktora tezini tamamlamıştır. Bu çalışması da “Felsefetü’t-Te’vil: Dirase fi Te’vili’l-Kur’an/Yorum Felsefesi: İbn Arabi’nin Kur’an Yorumu Hakkında Bir Araştırma,” başlığını taşımakta olup Türkçe’ye de çevrilmektedir. Ebu Zeyd, Kahire Fen-Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde 1987’de doçent, 1995’te de profesör olmuştur. Türkiye’de hakkında sınırlı sayıda akademik çalışma bulunmakla birlikte, önemli çalışmalarının çoğu da Türkçe’ye maalesef yeni çevrilmiş ve bazılarının çevirileri de devam etmektedir. Ebu Zeyd Hakkında daha detaylı bilgi için şu çalışmalara bkz. Fethi Ahmet Polat, Çağdaş İslam Düşüncesinde Kur’an’a Yaklaşımlar, İstanbul: İz yay., 2009, 123-157; Nasr Hamid Ebu Zeyd, Yenilik, Yasaklama ve Yorum, İstanbul: Mana yay., 2014. Arş. Gör., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tefsir Anabilim Dalı, enesby_55@outlook.com Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi Cilt 15, Sayı 3, 2015 ss. 245-264 Ebu Zeyd çağdaş dönemde genel olarak İslam düşüncesi, özel olarak da Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında yaptığı çalışmaları ve ileri sürdüğü fikirleriyle önde gelen Müslüman entelektüellerden birisidir. Bu makale çalışmasında da Kur’an’daki adalet kavramını ve bunun semantik alanını incelemektedir. Bu süreçte onun metodik açıdan kronolojik, semantik ve tarihsel bir tavır sergilediği ifade edilebilir. Genel olarak İslam ve ilahi adalet ilişkisini, kanımızca özgün bir yaklaşımla ele almaktadır. İlgili ayetlere atıfla ona göre; her insanın özünde bulunan ve doğuştan getirdiği bir fıtrat gerçeği vardır. Bu insanın varlık alemine çıkmadan Allah’la yaptığı; onun var olduğuna, tüm mahlukatın yaratıcısının o olduğuna dair bir antlaşmayı ifade eder. İnsanın doğuştan getirdiği bu fıtrata uygun davranması ve dolayısıyla kendisini Allah’a teslim etmesi (İslam) Kur’an’daki adalet kavramının gönderimde bulunduğu hususlardan biridir. İnanan insanlar, bu antlaşmaya, daha doğrusu fıtratlarına uygun hareket eden in- db 15/3 NASR HAMİD EBU ZEYD sanlar olup adaletli davrananlardır. Tanrı’yı inkar edenler de yine bu fıtrata aykırı davranmış olan adaletsiz insanlardır. Adalet-İslam-fıtrat ilişkisi bağlamındaki bu ilişkinin ötesinde Kur’an’da adalet kavramı sosyal ve ekonomik hayata dair davranışlarla da ilişkilidir. Burada Ebu Zeyd’in, adalet kavramının, sosyal hayat zemininde anladığımız sığ anlamının ötesinde çok daha geniş semantiğini tespit ettiğini söyleyebiliriz. Buna göre adaletin hem insani hem de Tanrısal yönü bulunmaktadır. Adalet sadece insanla ilişkili olmayıp Allah’ın tüm evrene verdiği düzeni ve uygunluğu da gösterir. Ebu Zeyd, Allah’ın evreni, içindekileri en uygun ve düzgün bir şekilde yaratmasını, devam ettirmesini onun adaleti çerçevesinde değerlendirirken burada sadece insanı istisna etmektedir. Ona göre insan bu süreçte fıtratını uygun davranıp davranmama hususunda özgür bırakılmıştır. Bu minvalde Kur’an’ın adalet kavramının semantik kapsamlarına dair yapılan analiz ve tespitler çalışmayı önemli bir konuma yerleştirmektedir. Fakat özellikle Ebu Zeyd’in eşitlik ve adalet bağlamında sergilediği bazı yaklaşımları tartışmaya açıktır. Burada Kur’an’a tarihsel bir perspektifle yaklaşılmakta, bugün çok daha fazla tartışmalı ve manipülasyona açık olan çok eşlilik, din özgürlüğü ve başörtüsü emri gibi meselelere dair yapılan açıklamaların ve tespitlerin tarih felsefesi ve bazı hermenötik yaklaşımlar açısından sorunlu görülebileceği ifade edilmelidir. Bir metni böylesi bir yaklaşımla ele almaya yöneltilen eleştiriler buradaki yorumlar için de geçerli olacaktır. İslam adalet kavramından ziyade Kur’an’ın adalet kavramına dair bu tartışması tarihi süreç içerisinde kronolojik olarak onun 246| db vücut buluşunda oluşmaktadır. Kur’an bilimlerinin çeşitli yönleri ciddi olarak, “en sağlam kulpa” (el-urvetü’l-vuska) dayalı Kur’an’ın ilahi adalet kavramını açıklamaya çalışmaktadır. Allah ve mahluku arasındaki bu sonsuz antlaşma, tek bir Allah’ın mutlak otoritesini tanıyan her insanın özünde (fıtrat) doğuştan bulunan ilahi yasa üzerine kurulmuştur. İnsanlar bu iç tabiata karşı adil ve dürüst olduklarında adalet gerçekleşmiş olur ve onların kurtuluşu buna dayalıdır. Bu yüzden peygamberler ve Kur’an bu ilk vahyi hatırlatırlar ve hakikati olduğu gibi ona taşırlar. Eşitlik ve adaletten bahsederken insanın, dikkatini, çok eşlilik meselesine, kadının konumuna, Müslüman olmayanlara ve din özgürlüğüne yönelik konulara apolejetik İslami cevaplar vermekten uzaklaşarak bilimsel olarak yönlendirmesi önemlidir. Kur’an’ın tarihsel olarak yeniden bağlamsallaştırılması bu konuların daha objektif analiz edilmesini sağlayabilir. Sonuçta, insanın ilahi adaletten ayrılışının ve itaatsizliğinin örnekleri olarak Kur’an kıssalarında ortaya çıkan sosyal ve ekonomik adalete ilişkin çeşitli günahlar tartışıldıktan sonra, insanlığın iyiliğinin ve kötülüğünün değerlendirildiği son yargı münasebetiyle ölçü kavramı (mizan) detaylı bir şekilde işlenmiştir. Adalet, hukuk penceresinden bakılınca genellikle eşitlik kavramıyla ilişkili ve bağlantılı bir kavramdır; o, hukukun kurallara ve normlara bağlı kalan insanlara, sosyal, siyasi ve ekonomik konum- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI larını dikkate almaksızın eşit bir şekilde davranması gerektiğini ifade eder. Bu, kavramın hukuki çağrışımıdır. Bununla birlikte kavram ayrıca, hukuksal çağrışımla sınırlı olmayan ya da sınırlanmaması gereken daha geniş insan eşitliği paradigmasını çağrıştırmaktadır. Fakat eşitlik göreceli bir kavram olduğu için, genelde kültürel, sosyal, bazen de siyasi ve dini normlarla tanımlanmıştır. Adalet kavramının da benzer şekilde göreceli olduğu tahmin edilebilir. Modern insan haklarının farkındalığının ortaya çıkmasıyla, kültürel rölativizm sorun oluşturmuş, teologların ve düşünürlerin aklına farklılıklarına rağmen bireyler ve uluslar arasında mutlak eşitliğe dayanan insan adaletiyle ilişkili soruyu getirmiştir. Benim makaledeki katkım İslamî kavram araştırmasından ziyade Kur’an’ın adalet kavramını soruşturmayla sınırlı olacaktır. Kur’an’ın bir kavramını soruşturmak bütünüyle kolay bir etkinlik olmamasına rağmen böylesi sınırlı bir alan ve zamanla kaplıdır. Ancak İslamî kavram araştırması ise zorunlu olarak fıkıh, kelam, felsefe, tasavvuf ve hepsinden öte tefsirler gibi tüm İslamî disiplinlere bağımlılığı gerektirmektedir. Fakat yine de Kur’an’a ve Kur’an’da açıklandığı gibi İslam’a bir db | 247 giriş yapma tartışma zemini oluşturmak için gereklidir. Kur’an Kur’an, Allah’nın yirmi yılı aşkın bir sürede Hz. Muhammed’e vahyettiği sözüdür. Kur’an’a tekabul eden ve onu ifade eden böyle birçok kelime vardır. Bunların en meşhuru “Kur’an” kelimesidir. Vahiy (bildirim ya da ilham) ise bir başka kelimedir, ben onu, sadece Kur’an’ın değil aslında önceki Kutsal Kitab’ların da bildiriliş yolu olan bir “kanal” olarak açıklamayı tercih ediyorum. Etimolojik olarak, o “gizli bir iletişim”i ifade eder ve İslam öncesi literatürde onun kullanımı, Kur’an’daki kullanımının yanı sıra, iki farklı düzeydeki varlığın arasındaki gizli bir iletişim şeklini göstermektedir.1 Kur’an vahyi üç farklı düzeydeki varlığı kapsamaktadır. Diğer bir ifadeyle, gönderici olarak Allah, aracı olarak Cebrail ve alıcı olarak peygamber; ancak bu iletişim sürecindeki mistik çağrışım hala besbelli ve vurgulanmıştır. Allah mesajını insanlara iletmek için Hz. Muhammed’i elçi olarak seçmiştir, bu elçilik de ilkin alıcı, sonra da insanlara ulaştırıcı şeklinde ikili bir pozisyonu göstermektedir. Burada üçüncü bir kavram olan risalet ortaya çıkmaktadır. Vahyin, yani iletişim kanalının ilettiği gibi risaletin de Kur’an’ın 1 Krş. Toshihiko Izutsu (1962) "Revelation as a Linguistic Concept in Islam", Studies in Medieval Thought (The Japanese Society of Medieval Philosophy) 5, 122-167. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD “içeriğini”nin iletilmesi olduğu çok açıktır. Zikr (hatırlatma), beyan (açıklama, fasih ifade etme), hüda (rehberlik) vb. gibi başka sayısız kelimeler vardır. Bununla birlikte onlar özel isimler olmaktan ziyade sıfatlardır ve önceki Kutsal Kitab’lara da bütünüyle uygulanabilir, Kur’an bu gerçeği tasdik etmektedir. Özel isim olan Kur’an’a geri dönersek, filologlar onun karane (bir araya getirme veya toplama) ya da karae (ezbere okuma)’dan türediğini ileri sürerler. Ben birkaç nedenden dolayı ikinci leksikal anlamı tercih ediyorum. İlki çok açık bir gerçek ki Kur’an elçi Muhammed’e aslında şifahi formda iletilmiştir. İslami literatürün her yerinde ifade edilmiştir ki Cebrail başlangıçta bazı ayetleri her bir vahiy esnasında peygambere iletmiş/ezberletmiş ve ardından Hz. Peygamber de onları arkadaşlarına düzenli olarak okumuştur. Bu ayetler ya da pasajlar bölümlerin içine yerleştirilmiş ve kısmi olarak bazı yazılı formlara işlenmiştir. Peygamberin ölümünden sonra bu bölümler toplandı, düzenlendi ve daha sonra bir kitabın, el-Mushaf, içine yazıldı. 248| db İkinci sebep ise Kur’an’ın bir yazılı forma işlenmesine rağmen ilk Müslüman toplumun günlük yaşamında asla bir yazılı metin olarak ele alınmadığı gerçeğidir. Böyle düşünülmesi için o, baskı (matbaa) çağına kadar beklemek zorundadır. Şuanda Kur’an basılmış bir metin olsa bile, her bir Müslüman için önemli olan şey Kur’an’ın ezberlenmesi ve onun klasik okuma kurallarına, tecvid, göre okunabilmesidir. Son olarak Müslümanların günlük yaşamını etkileyen Kur’an dilinin sanatsal özellikleri çoğunlukla onun sözel olarak okunması ve tekraren terennüm edilmesiyle ilişkilidir. Onun en büyük sanatsal etkilerinden biri, bireysel veya toplu olarak okunduğunda onun şiirsel dili tarafından üretilen şeydir. Bu, birey yaşamındakinin yanı sıra toplumda Kur’an ezberinin çok önemli bir uygulama olduğunun gerekçesidir. Her bir fırsatta Kur’an pasajları ezbere okunur: ibadetlere, vakit namazlarına ve diğer dini durumlara ilaveten evliliklerde, cenazelerde, festival açılışlarında ya da kutlamalarda.2 İslam düşüncesi, Kur’an’ı incelemek için hep birlikte multidisipliner bir yaklaşım sunan çeşitli disiplinler geliştirmiştir. Kur’an ilimleri (ulumu’l-Kur’an) olarak bilinenlerin bir kısmı Kur’an’ın tarihsel 2 Krş. William A. Graham (1993): Beyond the written words: oral aspects of scripture in the history of religion. Cambridge, özellikle 3. bölüm. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI oluşumuna odaklanır, diğer bir kısmı onun yapısına ayrılır, geri kalanlar da onun özelliklerini araştırmaya çabalar. Kur’an’ın anlam ve içeriğinin analizine gelince, müfessirlerin, kelamcıların, yanı sıra fakihlerin, vasıta olarak kullanabilmeleri için, Kur’an’ı onlar olmadan araştırmanın imkansız olduğu bu Kur’an ilimlerinde etkili bir şekilde mahir olmaları zorunludur. Sunulan bu makale, yazarın tam bir kitap ortaya koyduğu detaylı bir araştırmadan dolayı bu disiplinlerin önemini ihmal edemez.3 Fakat modern bağlamda, bununla birlikte, bu klasik disiplinlerin eleştirel kullanılması gereklidir. Böylesi eleştirel kullanım onların ilettiği şeyle tatmin olmaktan ziyade ifade ettiği şeyin gözden geçirilmesine dayalıdır. Bu makalede, ayrıntılı metodolojik açıklamaya girmeden bazı Kur’an ilimlerinin eleştirel kullanımına dikkat edilmiş olacaktır. İslam ve İlahi Adalet Kur’an’a göre İslam, Araplara öğüt vermesi için Muhammed’e getirilen yeni bir din değildir; ancak o, dünyanın yaratılışından beri tüm peygamberler tarafından öğütlenen aynı temel mesajdır. “Allah’nın sana vermiş olduğu din Nuh’a emrettiğiyle aynıdır, bir de İbdb | 249 rahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizle aynıdır.” (42:13)4 “Sana vahyettik, Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere de aynı vahyettiğimiz gibi; biz İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına, İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun’a, Süleyman’a ve Zebur’u verdiğimiz Davud’a da vahyettik.” (4:163-164) Bu nedenle, Kur’an’da tanımlandığı üzere tüm peygamberlerin Müslüman olarak kabul edildiği anlaşılabilir bir durumdur. (bk. 6:163; 7:143; 10:72, 84, 90; 27:31, 38, 42, 91; 39:12; 46:15 vd.) Kelimenin leksikal anlamına göre İslam, kendini evrenin efendisine, Allah’a mutlak teslimdir. Kur’an defaatle vurgular, “Her kim tüm benliğini Allah’a sunar ve iyilik yaparsa o rabbinden gelen ödülünü alacaktır, böylece onlar ne üzülecekler ne de korkacaklar.” (2:112) Bir de 4:125; 31:22’ye bak, bir yerde de İslam el-urvetü’lvuska “en sağlam kulp” olarak tanımlanmıştır. Bu, Allah ve insan 3 4 Krş. Nasr Hamid Ebu Zeyd (1990): Mefhumu’n-Nass: Dirase fi Ulumi’l-Kur'an (Metni Anlama: Kur’an İlimlerinde Bir Araştırma). Kahire. . Kur’an’dan yapılan alıntı referansları bu makalede her zaman Kahire baskısının takip ettiği ayet ya da ayetlerin sayılarına göre bölüm numaralarıyla gösterilmiştir. [Makalede gösterilen bazı sure ve ayet numaraları, Türkiye’deki Mushaf’lar dikkate alındığında, ya yanlış yazılmış ya da yazarın belirttiği Kahire baskısına göre farklılık göstermektedir. Bu sebeple biz Türkiye’deki Mushaf numaralarını dikkate alarak ilgili ayet ve surelerin numaralarını gösterdik. Çev.] DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD arasında yapılan sonsuz antlaşmayı ifade eden metaforik bir açıklamadır. Bu antlaşmada Allah, “Ademoğlunun sulblerinden kendi zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutmuştu ve sormuştu, ‘Ben sizin rabbiniz değimliyim?’ ve onlar cevap vermişlerdi, ‘Evet! Biz şahitiz!’” (7/172) Allah ve fiziksel olarak varlık alemine çıkarılmadan önce onun mahlukatı arasında yapılan bu antlaşma doğuştan gelen bir öz-farkındalıktır. Yanı sıra bu, sadece Allah’nın varlığına değil aynı zamanda onun mutlak otoritesine de öz-tanıklıktır. Bu öz-farkındalık fıtratı ya da her bir bireyin özündeki doğuştan bulunan ilahi yasayı oluşturmaktadır. Bu yasaya göre her bir birey yüzünü sürekli ve tam olarak Allah tarafından kurulan belirli dine çevirmektedir. Bu doğuştan gelen yasa, bu dünyada kendi iç doğasının farkına varamayacak olanlar için öte dünyada kenditanıklığının, kendi-yargılamasının temeli olacaktır. Bu antlaşma daha sonra değerlendirme ölçüsü olacaktır, böylece en azından hiçbir birey o gün geldiğinde demeyebilsin, “Bizim bu antlaşmadan asla haberimiz yoktu” (7:172) 250| db O halde İslam, her bir insani özün Allah’ın tek rab olduğuna şahitlik yaptığı sonsuz antlaşmaya dayalı fıtrattır, belirli dindir. Her bir insanın yaşamı boyunca doğuştan gelen bu sonsuz antlaşmayı fark etmesi onun ruhunun/özünün kurtulmuş olduğunu gösterir, bu, dolaylı olarak insan özünün/ruhunun, doğuştan gelen bu doğasına karşı dürüst ve adil olmasıyla kurtulacağına işaret eder. Kurtulamayan ruhlar/nefisler ise kendilerine yargılama yapamamış olanlardır, onlar sahip oldukları iç fıtratlarını, bu yüzden de kendi sorumluluklarını fark etmede başarısız olmuşlar. Saygı için meleklerin boyun eğmekle emredilmiş olmalarıyla Adem onurlandırılmış olsa da Kur’an’daki Adem ve Havva kıssası, onların cennetten kovulmasıyla sonuçlanan sorumluluklarını göstermektedir. Çünkü o, belirli bir ağaçtan yemekten sakınacağına dair Allah ile yaptığı antlaşmayı unuttu. (20:115) kendilerine yönelik bu adaletsizlikten dolayı onlar şöyle demişlerdir, “Ey rabbimiz! Kendimize zulmettik. Bizi affetmez ve merhametini lütfetmezsen kesinlikle kaybetmiş olacağız.” (7:23) Daha sonra, “Adem rabbinden kelimeler aldı ve rabbi onun tövbesini kabul etti, çünkü o tövbeleri çok kabul edendir ve çok merhametlidir.” (2:37) O zaman, yargılama keyfi bir otoriteye dayalı değildir. O, ancak her bir bireyin kendifarkındalığının ya da doğuştan bulunan özünü/ruhunu fark etme- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI mesinin sonucudur. Kur’anî anlatımla tasvir edildiği gibi Adem ve Havva hikayesi bu örneği kurmaktadır. Sonsuz antlaşma el-urvetü’l-vuska üzerine kurulu temel fıtrat kavramı mutlak ilahi adalet ve sonsuz geleceğine dair her bir insanın mutlak sorumluluğu için sağlam bir zemindir. Ademin Allah’la yaptığı antlaşmayı unutma tecrübesi ilahi hatırlatma ihtiyacını oluşturmaktadır ki bu hatırlatma Ademin Allah’tan aldığı kelimelerdir. Böylece Allah’ın merhameti, onu yanlışa sürükleyebilecek kendi farkındalığıyla baş başa bırakmıyor; o mesajlarla birlikte peygamberler göndererek insanın bu sonsuz antlaşmayı hatırlaması için yardım ediyor. Bu, tam olarak Allah’ın Adem’e söylediği şeydir, “Hep birlikte oradan inin, şayet benden size bir hidayet gelirse, benim rehberliğime tabi olan herkese ne bir korku ne de bir üzüntü vardır. Fakat benim ayetlerime inanmayı ve kabul etmeyi reddedenler, onlar ateşin dostları olacaktır ve orada ebedi kalacaklardır.” (2:38-9) Buna göre Hz. Muhammed’in kendisi de dahil tüm peygamberler bu ‘hatırlatma’nın temsilcileridir; Kur’an yalın bir biçimde zikir, hatırlatma (Kur’an’da 52 kez geçen isim) olarak isimlendirilmiştir ve Hz. db | 251 Muhammed de sadece bir hatırlatıcıdır. (88:21) Vahiy, kendisine bir haksızlık olduğunda insanın sorumluluğunu ve Allah’ın ilahi adaletine işaret ederek onun merhametini temsil etmektedir. Kendine haksızlık kavramı zulmü’n-nefs Kur’an’da her zaman ilahi adaleti tasdik etmeyle ve Allah’a atfedilebilecek herhangi bir zulüm anlamını olumsuzlamayla ilişkili olmuştur. (Örneğin: 2:57; 3.117; 7:9, 160-62, 177; 9:36, 70; 10:44; 16:33, 118; 18:49; 29:40; 30:9) Mesajlarını kabul ederek peygamberleri takip etmek, gerçekte, kendi özündeki doğuştan bulunan antlaşmayı (self-inherent pact) fark etme ve Allah’ın belirli dinini takip etme meselesidir. Bu din ister Yahudilik ister Sâbiilik isterse de Hıristiyanlık veya İslam olsun fark etmez. Dinler arasındaki farklılıklar sadece onların yasaları arasındaki farklılıklardır, diğer bir ifadeyle onların temel inanç boyutları aynı kalırken hukuki boyutları geçicidir, zaman ve mekanla değişime maruz kalır. Bu temel boyut Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanma ile salih ameller işlemedir. “(Kur’an’a) İnananlar, Yahudi (kutsal metinlerini) takip edenler, Sâbiiler ve Hıristiyanlar, Allah’a, Ahiret Günü’ne inanan ve salih amel işleyen herkese ne bir korku ne de bir üzüntü vardır.” (5:69) Yukarıda sunulan İslami bakıştaki gibi Kur’an’da insanlar dört büyük sınıfa ayrılmıştır. İlk kategoridekiler Allah’nın ve sonraki DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD yaşamın varlığını inkar eden ve sadece buradaki hayatın olduğunu, ölümden sonra hiçbir şey bulunmadığını iddia edenlerdir. Onlar ateistlerdir (el-kafirin). İkinci gurup Allah’a inanan; ancak onunla birlikte ortaklığı iddia edenlerdir. Onlarsa müşriklerdir (elmüşrikin). Üçüncüler ise Allah’a ve öte hayata inanan; fakat onun yasasına itaat etmeyenlerdir. Bunlar da asi insanlardır (el-fasıkin). Dördüncü grup da Allah’a ve öte hayata inananlar ve vahyedilen yasaya göre yaşayanlardır, onlar inançlı insanlardır (el-müminin). Şimdi bir soru vardır: ateistlerin ve müşriklerin herhangi bir Müslüman toplumundaki adaletten yararlanmaları için bir fırsat var mıdır? Cevap açıkça evet olmalıdır en azından Kur’an’a göre. Çünkü yalın bir biçimde “sonsuz antlaşma” üzerine kurulmuş fıtrat kavramında işaret edilen İlahi Adalet bütün bir evrende adaletsizliğe izin vermez. Eşitlik ve Adalet En azından modern bakış açısından, adalet kavramına aykırı gibi görünen belli sorunlar vardır. Çok eşlilik, Müslüman olmayan252| db ların yanı sıra kadının pozisyonu ve din özgürlüğü gibi meseleler Kur’an ve İslam hakkındaki herhangi bir tartışmada sürekli provoke edilmektedir. Böyle sorunları çözme çabasıyla Müslümanlar tarafından verilen birçok apolejetik yanıtlar vardır. Ancak Kur’an’ın metinsel olarak yeniden bağlamsallaştırılması yanı sıra tarihsel açıklaması yukarıda bahsedilen sorunların objektif bir tarzda analiz edilmesini sağlayabilir. Çok eşlilik, tarihsel olarak söylenirse, İslam’dan önceki topluluklarda meşhur bir uygulamaydı. Bu yüzden poligamiyi, Kur’an tarafından şart koşulan İslami vahyin bir parçası olarak düşünmek büyük bir yanlış ve bilimsel olarak ciddi bir hatadır. Bu konunun Kur’an’da ele alındığı doğrudur; fakat İslami söylemi, İslam öncesi ölçülere göre değerlendirmek çok önemlidir, bu Kur’an mesajının yeniden bağlamsallaşmasını ifade eder. Poligamiyi şart koşmuş olarak görülen ayetler temelde, Müslümanların ciddi bir yenilgi aldıkları ve geride çocuklarını bırakarak ordunun %10’unun –toplamda 700 savaşçı- öldüğü Uhud savaşında (h. 3/m.625) ebeveynlerini kaybettikten sonra gözetime ve korumaya muhtaç olan yetimler sorununu ele almaktadır. Metinsel bağlamla birlikte bu tarihsel bağlam, verili iznin, yeteri kadar güvenlik sağlayamamadan korkulması ve özellikle bir mirasa sahip olunması durumunda yetimlerin annelerinin (dul kalanların) veya yetim kalan kızların evlenmesi için olduğunu ortaya koymaktadır. “Eğer yetimlere adaletli bir şekilde davranamamaktan korkarsanız, tercih ettiğiniz DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI kadınlarla ikişer, üçer ya da dörder evlenebilirsiniz. Fakat onlara adaletli, davranamamadan korkarsanız o zaman tek bir kişiyle evlenin. […] Adaletsiz davranmaktan sizi koruması için bu daha uygundur.” (4:3) Böylesi tarihsel ve metinsel bağlam içinde Kur’an’ın bu bölümünün temel ilgisi adalettir, bu sadece burada değil diğer tüm ayetlerde de izlenebilir. Kadınlara ilişkin şu tekrar edilmiştir: “Siz kadınlar arasında asla adil ve adaletli davranamayacaksınız, her ne kadar bunu arzulasanız da.” (4:129) Bu ayet birden fazla kadınla evlenmeye yönelik güçlü bir engele işaret etmektedir. Gerçek problem İslam hukukunun yanı sıra İslam öncesi sosyal geleneğin Müslüman toplumunu etkisi ve egemenliği altına almasıdır. Bu surenin ismi(nin Nisa/kadınlar olması) yanıltıcıdır; çünkü Müslümanlar bu sureye Nisa (kadınlar) ismini vermeye karar verdiklerinde onun muhtevasından ziyade belli bir konuyu dikkate almışlardır. Eğer surenin muhtevası dikkate alınacak olsaydı surenin adı “Adalet” (eladl) olabilirdi. Eğer biz buna, Kur’an’da sunulan evlilik imajını da eklersek db | 253 tüm yanlış anlama ortadan kaldırılmış olacaktır. Bu evlilik ilişkisi yerin ve göklerin yaratılması gibi Allah’ın Ayetleri’nden birini olarak düşünülmüştür. “Sizin için huzur bulacağınız kendi türünüzden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhameti koyması O’nun ayetlerindendir; doğrusu bunda düşünenler için ayetler vardır. Yerin ve göklerin yaratılması, renkleriniziz ve dillerinizin farklılığı O’nun ayetlerindendir; doğrusu bunda bilenler için ayetler vardır.” (30:21-22; bir de bk. 16:72) Kur’an’da ifade edilen kadının bu pozisyonu, genelde, kısmen ve tarihsel olarak ilerlemeyi anlatmaktadır. Bu, kolay bir şekilde onun tarihsel ve bağlamsal anlamıyla ortaya çıkarttığı şeye göre, onun imada bulunduğu anlamı gözler önüne sermek ve adalet kavramında doğuştan bulunan temel eşitlik prensibini teşvik etmek amacıyla yeniden yorumlanabilir. Spesifik bir konumdan insan haklarının daha tartışmalı bir konusuna geçiş yaparken şu belirtilmelidir ki yukarıda açıklanan Kur’an’ın ilahi adalet kavramı akılda tutularak, eşitlik prensibi İslam’ın büyük, önemli ve temel öğretilerinden biridir. Yukarıda “kadınlar” olarak isimlendirilen bölümün başında, Kur’an’da, Allah’ın tüm erkek türünü “tek bir özden ve eşini de aynı özden yarattığı, daha sonra her ikisinden de birçok kadın ve erkeği yaydığı” (4:1) açıkça ifade edilmiştir. Bu nedenle kadın ve erkekten yaratılan in- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD sanlık birbirleriyle tanışsınlar diye kabilelere ve uluslara ayrılmıştır. (49:13) O yüzden bu eşitlik bir tercih meselesi değildir, o insana bahşedilen ilahi onurla oluşmuştur. “Biz Adem’in çocuklarını onurlandırdık; onları denizde ve karada taşıyarak, iyi ve temiz şeyleri onlara vererek; yarattıklarımızın büyük bir kısmının üstünde onlara özel lütuf sunarak.” (17:70) Yukarıda açıklandığı gibi İslam tüm kutsal metinlerde beyan edilen ve tüm peygamberlere vahyedilen standart bir dindir. Eğer Allah’a ve sonraki yaşama inanma imanın temel unsurlarıysa, o zaman inanan kişinin Yahudiliğe, Hıristiyanlığa, Sâbiiliğe veya herhangi bir dine bağlı olması önemli değildir. İslam’ın bu şekildeki tanımı inanç özgürlüğünü teminat alına almaktadır. Dinde herhangi bir zorlama yoktur. İslam’ı kabul ettikten sonra başka herhangi bir inanca ihtida etme özgürlüğü, politeizme veya ateizme geri dönme bile olsa, insanın temel özgür seçimine bırakılmıştır. Şu çok mantıklıdır: inanç özgürlüğü eğer garantilenmiş ve zorlamadan korunmuşsa, bireylerin kendi dinini değiştirme hakkı korunmuştur. Buna 254| db karşın böyle bir eylemin öte dünyada cezayı gerektirdiği Kur’an gibi bir dini metinde açıklanmış olabilir. Ancak Kur’an’da böyle bir eylem için bahsedilen peşin bir dünyevi ceza yoktur. Böyle bir ceza adli bir takibat ve uygulama olarak daha sonradan fakihler tarafından üretilmiş ve inancın bir parçası olarak kurumsallaşmıştır. Yine Kur’an’dan alıntı şunu ortaya koymaktadır: “ (Muhammed ) De ki: bu hakikat Allah’tan gelmektedir, dileyen inansın, dileyen inkar etsin, biz yanlış yapanlar için bir ateş hazırladık.” (Kehf 18:29) “İnancından dönecek olanlar, (onların yerine) Allah kendisinin sevdiği, onların da onu sevdiği başka insanlar getirecek.” (5:54) “Kabul ettikten sonra inanmayı reddedenler ve inançla mücadelede ileri gidenler, tövbeleri asla kabul edilmeyecektir; onlar yoldan çıkanlardır.” (3:90 ve 4:137) Herhangi bir farklılığa bakmaksızın tüm insanlar arasındaki bu eşitlik Müslümanlara karşı bir savaş durumu olmayıncaya kadar esasen teminat altındadır. Tarihsel olarak uygulandığı gibi böylesi savaş durumlarında belli kurallar vardır. Bu savaş şartları genel olarak, “dokunulmazlık”, Berae ya da Tevbe diye isimlendirilen Kur’an’ın dokuzuncu suresinde bulunmaktadır. Bu sure Mekke müşriklerine karşı bir deklarasyonla başlar, bunun için bu şartların istisnai tarihsel uygulama öğretileri olarak anlaşılması gerekir; çünkü savaş durumunda bile koruma altına alma, o savaşı isteyenler için garantilenmiştir. “Eğer paganlardan birisi (Muhammed) senden hi- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI maye isterse, bunu ona ver, böylece o Allah’ın sözünü işitebilsin ve ona güvenli olabileceği yere kadar eşlik et.” (9:6) Etimolojik olarak “kutsal savaş”ı ifade etmeyen bütüncül bir cihat fikri peygamberin vefatından sonra Arapların yayılma politikası bağlamında dini bir vecibe olarak geliştirilmiştir. Surelerin ve ayetlerin mevcut düzenlerini dikkate alarak yukarıdaki ayetlerin bağlamı dışında ele alınması sebebiyle Kur’an’ın birçok kavramı yanlış anlaşılmıştır. Doğrusu, Kur’an’da, müşriklerin nerede bulunursa orada katledilmesi gerektiğinden bahsedilmiştir. (2:191) Fakat tek bir bağlamsal seviye, yani surenin iç anlatımı ve linguistik bağlamı dikkate alınırsa onun açıkça bir “tehdit” ifade ettiği anlaşılacaktır. Bu bağlam baskıyı ortadan kaldırmak ve adaleti devam ettirmek için tek vasıta olarak mücadele etmeyi ortaya koymaktadır. Kutsal ev, el-Kabe ve haram aylar dikkate alınarak hiçbir haddi aşmaya izin verilmemiştir. “Sizinle savaşanlarla Allah’ın uğruna savaşın; fakat haddi aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Ve onları bulduğunuz yerde öldürün, sizi çıkarttıkları yerden onları çıkarın; çünkü karmaşa ve baskı öldürmeden(katl) daha kötüdür; db | 255 ancak Mescid-i Haram’da onlar sizinle ilkin savaşıncaya kadar onlarla savaşmayın; ancak size saldırırlarsa onları öldürün. İnanca baskı uygulayanların cezası işte budur. Eğer bundan vazgeçerlerse, Allah çok bağışlayan ve affedendir. Hiçbir baskı ve karmaşa kalmayıncaya kadar, Allah adına tam bir adalet ve inanç ortaya çıkıncaya kadar onlarla savaşın, yok eğer vazgeçerlerse, zalimlik yapanlar hariç onlara hiçbir düşmanlık yoktur.” (2:190-193) Müslümanlar terk etmeye mecbur kaldıktan on yıl sonra, Mekke’yi fethettiğinde Hz. Peygamber’in tavrı literal okumaya karşı önemli bir kanıttır. Hz. Peygamber Mekkelileri bağışladı ve Allah’tan onlar için istiğfarda bulundu. İslam’ın Mekke’ye bu büyük girişi esnasında, Müslüman fatihler tarafından işlenilen toplu öldürmeye dair tek bir rapor kayıt edilmemiştir. Bu durum, ilk Müslümanların bu ayetlerin zorunlu bir dini vecibe taşıdığını düşünmediklerini göstermektedir. Tüm bunlardan sonra, Müslümanlara, kendilerine savaş açmayanlara karşı sadece adaletli davranmaları emredilmemiş aynı zamanda onlarla iyi ilişkileri devam ettirmeleri de emredilmiştir. “İnanç konusunda sizinle savaşmayanlara ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara karşı iyi ve adaletli davranmayı Allah size yasaklamaz; çünkü Allah adil olanları sever. Allah ancak, size, din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD sizi çıkarmada (dostluk ve koruma şeklinde) birbirine yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar.” (60:8-9) Yeniden bağlamsallaştırma şeklindeki aynı metot Müslüman olmayanların durumuna da uygulanabilir. Cizye şartı (Müslüman olmayanlara koyulan ekstra vergi), örneğin, temelde Kur’an tarafından başlatılmamıştır; bu, İranlılar, Romalılar ve tüm imparatorluklardaki ortak ekonomik ve siyasi bir uygulamaydı. Hatta o, Müslüman fakihlerin yorumladığı gibi azınlıklara koruma sağlamak için koyulan ekstra bir vergi olarak da düşünülmüyordu, o mutlak bir teslimiyete zorlama ve aşağılama alameti olarak kullanılıyordu. (9:29) Maalesef Müslüman fakihler genelde cizye doktrinini bir tür aşağılama alameti olarak düşünmemiş, yerine, herhangi bir askeri hizmete katılmama karşılığında ödenen bir tür ekstra vergi olarak ona bakmayı istemişlerdir. Bu sebeple fakihler, vergiden kadınları, çocukları, hastaları, engelli insanları ve rahipleri muaf tutmuşlardır. Hatta onlar biraz daha ileri giderek Müslüman olmayanlar arasındaki yoksul ve fakirlerin hakkını gözetmişler ve onların sadece Müs256| db lümanlar tarafından ödenmesi şart koşulan zekattan hisse almaya sahip olduklarını düşünmüşlerdir. Bu, bizi Kur’an’ın erken dönem vahyinde sosyal adaletin boyutunu ele almaya götürmektedir. Ekonomik Adalet Mekke dönemi vahyi yoksula, fakire ve yetimlere adaletli ve dürüst davranmayı vurgulamaktadır. Açıkça anlaşılmalıdır ki 7. yüzyılda Mekke’nin sosyo-ekonomik durumunun sosyal adalete ihtiyacı vardı ve bundan dolayı (ayetlerde) sosyal adalet öncelikli talebi oluşturmaktaydı. “Adaleti” çağrıştıran adl sözcüğü kullanılmamasına rağmen, açık bir şekilde bu kavram kastedilmiştir. Bu pasajların birinde çocukluğuna dair spesifik bir atıfla Hz. Muhammed ele alınmaktadır. O bir yetimdi; o doğmadan önce babası ölmüş ve annesi de o altı yaşındayken vefat etmişti. Velayetini dedesi üstlenmesine rağmen, onun bu üzücü çocukluk tecrübesi Mekke’deki adaletsiz sosyo-ekonomik durumun bir örneğini sunar. Fakat soylu ve zengin karısı Hatice ile evlendikten sonra hayat Hz. Muhammed için daha iyi hale geldi. Kur’an, vahiy sürecinin durakladığı kısa bir periyod esnasında rabbinin kendisini terk ettiğini düşünen Hz. Muhammed’e, rabbinin onu terk etmediğini, Cebrail vasıtasıyla onunla iletişimini sonlandırmadığını anlatır. O, sabırlı olmasını ve razı oluncaya kadar gelecekte rabbinin daha fazla nimetlerini almayı ummasını anlatıyordu. Bu bağlamda Kur’an Hz. Muhammed’in çocukluğunu yoksul bir yetim olarak şöyle hatırlatı- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI yor: “O seni bir yetin olarak bulmadı mı, seni barındırmadı mı (ve gözetmedi mi)? Ve seni yolunu şaşırmış buldu ve hidayete erdirdi, seni yoksul buldu ve zengin yaptı. Bu yüzden yetime kaba davranma ve dilenciyi geri çevirme.” (93:6-10) En erken surelerin birinde, ikinci vahyedilen surede, Mekke halkı; kasten fakir insanları bahçelerinin meyvelerinden mahrum ettiklerini kastederek herhangi bir yoksulun kendi bahçelerine girmesini engellemelerinden dolayı cezaya çarptırılan antik bir ulusla mukayese edilmektedir. Kur’an onları şöyle hikaye etmektedir: “Bu gün tek bir yoksulun o bahçede yanınıza girmesine izin vermeyin” (68:24) Yine bu, dördüncü vahyedilen surede, cehennemliklere cennetlikler tarafından sorulacağı zaman, “Cehennem ateşine sizi sokan nedir?” tekrar edilecektir. Kur’an bize onların ne cevap vereceğini anlatır: “Biz namaz kılmıyorduk, ve biz yoksul insanları doyurmuyorduk da.” (74:42-44) Yoksullara ve yetimlere kötü muamelenin inançsızlık belirtisi olarak görüldüğü bir başka erken dönem sure daha vardır: “Sen (Muhammed) Yargı Günü’nü yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi kaba bir şekilde itip kakan ve yoksulu do- db | 257 yurmayı teşvik etmeyendir.” (107:1-3) Onuncu yılda vahyedilen bir surede, Kur’an zengin olsun fakir olsun ben-merkezli kişiyi azarlamaktadır. Eğer böyle ben-merkezli kişi varlıklı olursa, Kur’an bize onun, gururla ve övünerek şöyle dediğini: “Rabbim beni onurlandırdı”; aksine fakir olması durumunda da şikâyetçi bir tavır sergilediğini anlatır. Bu durumda o umutsuzca: “Rabbim beni aşağıladı!” der. (89:15-16) Her iki durumda da insan sanki yeryüzünde tek kişi oymuş gibi davranır; özellikle zengin olduğunda o, kendisinin dikkat ve önemine ihtiyaç duyan diğer insanların olup olmadığının hiç farkında değildir. Kur’an açık bir şekilde işaret eder ki, zengin olma seçilmiş bir elit olma şeklinde Allah tarafından bahşedilen bir ayrıcalık değildir; fakir olma da Allah’ın aşağılamasının bir belirtisi değildir. Aksine zenginlik ve fakirlik insanın imtihanını ifade etmektedir. İnsanın böylesi çıkarcı tutumları onun imtihandaki kesin başarısızlığına denk gelmektedir. Çıkarcı insanların gerçek suçu yetimlere ikramda bulunmamaları ve yoksulları doyurmada birbirlerini teşvik etmemeleridir. Gerçekte onlar, mirası açgözlülükle yalayıp yutuyorlar ve malı anormal bir şekilde seviyorlar! (89:17-20) Kur’an kıssalarının sunduğu zengin, adaletsiz ve kibirli insan tipleri hemen hemen tüm Kur’an anlatılarında bulunmaktadır. Bu DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD kıssaların birinde; zengin insanın, layık olduğu şeyleri elde ettiğine ve eğer yaşam sonrası hayat varsa orada da daha fazlasının kendisini beklediğine dair bütünüyle kendini düşündüğü anlatılmaktadır. Rabbine şükretmesinin ve rabbinin ona ihsan ettiklerini başkalarıyla paylaşmasının yerine o, karşılıklı bir tartışma sırasında arkadaşına şöyle der: “Senden çok daha fazla, onura, güce ve mala sahibim.” (18:34) O bahçesine doğru yürürken “Kendi nefsine zulmederek” ifadesiyle tasvir edilmektedir. Burada şuna dikkat çekmek önemlidir: bu zengin ve kibirli insan imajı kendi nefsine zulmeden bir varlık olarak sunulmuştur ki bu durum da onun, kendi doğasıyla çelişen haksız davranışını ve Allah’ın o sonsuz antlaşmasını çiğnediğini ifade etmektedir. “ O dedi ki: ‘Bunun yok olup gideceğini zannetmiyorum, Yargı Günü’nün gerçekleşeceğini de zannetmiyorum, şayet rabbime döndürülecek olsam bile (orada) karşılık olarak çok daha iyi şeyler bulacağım.’” (18:35-36) Bu kıssadaki zıt örnek ise, faydalandığı her şeyin Allah tarafından verildiği ile bu yüzden minnettar ve dürüst olması gerektiği 258| db gerçeğini bilen “adil” insandır. Onun kibirli arkadaşına cevabı şudur: “Onu inkar mı ediyorsun? Halbuki o seni topraktan, sonra sperm damlasından yaratan ve sonra da insan olarak şekil verendir. O benim rabbimdir ve hiçbir kimseyi ona ortak koşmam. Bahçene girerken niçin şöyle demiyorsun: ‘Maşallah! Allah’tan başka hiçbir güç yoktur! Şayet mal ve erkek evlatlarınla mukayese ederek benimkileri az görüyorsan, belki rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir.” (18:37-40) Dalaletinden dolayı böylesi küstahlığın cezası şudur: “Onun ürünleri ve menfaati harabeye dönüştürüldü. Ve o Allah’a karşı kendisine yardım edecek kimseyi de bulamadığı gibi kendi kendini kurtaracak vaziyette de değildi.” (18:41-42) Bu, Allah’ın bireylere ve uluslara uygulanan cezasının temelde insanların kendilerinden kaynakladığı gerçeğini pek çok anlatımında vurgulayan bir kıssadır. Şimdiye kadarki konuda Kur’an’ın tek olmadığı söylenebilir. Fakire, yoksula, ihtiyaç sahibine ve engellilere kötü muameleyi ayıplama tüm kutsal kitaplarda bulunur, bu herhangi bir dini dindarlığın temel unsurudur. Bu kesinlikle doğrudur. Yine de Kur’an bu konuda daha fazla eklemelere sahiptir; o, yoksulun zengine ait maldaki hissesini alma haklarını dini bir vecibe olarak şart koşar, böylece muhtemelen insan toplulukları tarihinde ilk sosyal refah sistemini o yaratır. Mekke’deki erken dönem vahiyde; inananların, sahip oldukları mal ve mülkte yoksul ve mahrum bırakılmış insanlar için “belli bir hakkın” olduğunu bilmeleri gerektiğinden bahsedil- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI miştir. (51:19) Bu yüzden erken dönem Medeni bir surede, yardım (Arapça zekat ya da sadaka) İslam’ın beş temel sütunundan bir olarak şart koşulmuştur ve şehadet formunun üçüncü sırasında söylenir. (Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun resulü olduğuna tanıklık ile namaz) Zekat şartı, zorunlu bir vecibe olarak alacaklılar için aşağıdaki gibi belirlenmiştir: fakirler, yoksullar, zekat memurları, müellefe-i kulub, köleler ve borçlular, Allah yolundakiler ve yolcular. (9:60) Burada, Müslüman olmayanların istisna tutulduğuna dair herhangi bir işaret ve ima yoktur. Bu sosyal refah sisteminde herhangi bir dini ayrımcılık yoktur. Kur’an’ın aynı suresinde daha ileri gidilerek mal biriktirenler şiddetle eleştirilir. “Altın ve gümüşü biriktirenler, onları Allah yolunda harcamayanlar… o gün bu mallar cehennem ateşinde kızdırılacak ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak.” Onlara şöyle denilecek, “Bu kendiniz için biriktirdiklerinizidir, tadın biriktirdiklerinizi!” (9:34-35) Dahası, Kur’an açıkça, amaçlarından birinin servetin adil bir şekilde dağıtılması olduğunu belirtir. Bu yüzden zekat şart koşulmuştur, “Servetin sadece zengin- db | 259 ler arasında dönüp durmaması için” (59:7) Zekatın şart koşulması tek başına adil bir ekonomik sistem kurabilir mi? Özellikle biz onun şart koşulmasının soysal bağlamını düşünürsek ve en önemli adalet amacını devam ettirmesi için Kur’an’a başka önlemler eklersek kesinlikle kurar. Kur’an’ın tefecilik, riba uygulamasına yönelik en büyük muhalefet ve katı eleştirisi, adil bir sosyo-ekonomik sistemi oluşturmak için temel bir zemin olarak zekatın şart koşulmasıyla birlikte yan yana durur. Zekat ve tefecilik, bu iki konu, Kur’an’da dikkat çekici bir biçimde birbiriyle ilişkilendirilir ve birbiriyle mukayese edilir. Herhangi bir utandırma türü davranışa maruz bırakmadan iyi bir şekilde ve dikkatlice yoksula yardım eden o sadaka verenlerin imajı, tefecilik yapanların durumuyla mukayese edilir, onlar kan emicidirler. (2:273-280) Geçen otuz yılda dünya üzerinde, serbest faiz ekonomik sistemini yeniden kurumsallaştırma iddiasıyla birçok İslami banka kuruldu. Son yıllarda derinlikli ve kapsamlı bir çalışmanın ortaya koyduğu gibi, bu bankaların işleyişi neredeyse faize dayalı mevcut bankaların işleyişleri gibidir. Bu çalışmanın yazarına göre, problem fıkıhçıların hemen hemen bütünüyle tefeciliğin yasaklandığı ortamı ve şartları göz ardı etmeleri, bir de onların onun amacını bütünüyle DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD ihmal etmeleridir.5 Bu sebeple Kur’an’ın durum bağlamını ihmal ederek, sadece, yasaktaki gerekçenin ki o da adaletsizliktir, bulunup bulunmamasına odaklanan riba hakkındaki modern tartışma daha ziyada, İslam hukukunda şekilsel olarak kavramsallaşan ribanın legal formunu takip etmeyi kabul etmektedir. Mesele bu şekilde tasnif edilirse, faizle ilgili ahlaki ve yasal yönlerin bağlamsal arka plandan kopartıldığı bu tartışmada her grubun hareket noktası aynı olduğundan adalet ve adaletsizlik olarak iki farklı kavram ortaya çıkacaktır. Bu temel sorun kredi ve mevduatlar üzerindeki banka faizinin riba olup olmadığıyla sınırlıdır. Modernistler bunu ribadan saymazken, ıslahatçılar ribayı içerdiğinde ısrar etmektedirler.6 Bu yüzden o formal bir hukuk meselesine ve sonuç olarak da Kur’an’ın merkezi adalet kavramından yoksun hatalı bir İslamlaştırma meselesine dönüşmektedir. Adalet (‘adl ve kıst) Etmimolojik olarak, bu kök; bütün varyasyonları ve formlarıyla Kur’an’da, isim, tekil, sıfat ve fiil olarak kullanılmıştır. Onun isim 260| db formlarında, hem isim hem de sıfat hallerinde tam olarak aynı mana taşınmaz. İsim hali her zaman adaleti ifade eder. Sıfat olarak da o, doğruluğu, dürüstlüğü ve dengeli olmayı ifade eder, böylelikle o hem varlıklar hem de şeyler için geçerlidir. Kur’an’ın adalet kavramının köşe taşı, adaletin Allah tarafından emredilen ilahi bir şart olarak sunulduğu pasajlarda bulunur. Bu hususta analize konu olan örnek, adaletin ihsan ile ilişkilendirildiği yer olan 16. surenin 90. ayetidir. Burası, diğer insanların yanı sıra insanın kendine karşı azami derecede mümkün olan iyi ve güzel insani davranışı yapmayı ifade eder. Daha kapsamlı, daha kozmolojik hükmü ifade eden diğer ayetlerin durumu gibi, adaleti ve iyiyi yapmaya yönelik buradaki emrin herhangi bir muhataba, kişiye ya da inananlara hitap etmediği dikkat çekicidir. Belirli gramatik bir objenin bulunmayışı buradaki “emir” fiiline sonsuz bir semantik kapsam kazandırmaktadır. Ayette adaletin ve ihsanın emredilmesini takiben fahşa’nın, kötü eylemlerin, münkerin, tüm uygun olmayan davranışların, baghy’ın ve diğer insanlara karşı dürüst olmamakla sınırları aşmanın yasaklanması izlemektedir. Daha detaylı örnekler fahşa, münker ve baghy’ın açık5 6 Abdullah Saeed (1996): Islamic Banking and Interest: a study of the Prohibition of Riba and its Contemporary Interpretation. Leiden, 40. Daha detaylı açıklama aynı çalışmanın 3. bölümünde sunulmuştur. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI lamasını 17:26-30’da bize sunmaktadır. Burada, Kur’an’ın bütün adalet kavramı, adaletsiz davranışlar, Allah’a başka şeyleri ortak koşarak kendine zulmetmekten insani harcamalarında dengeli davranarak kendine karşı adaletli olmaya kadar ilgili hususlar özetlenmiştir. 16:90’daki ihsan ve adalet arasındaki ilişki tam anlamını, ilgili yerde Hz. Peygamberin ihsana getirdiği tanımda bulmaktadır, o, (fiziksel olarak) Allah’ı görüyormuş gibi senin ona kulluk yapmandır. Fakat sen onu gerçekte görmesen de o seni görür.7 Böylesi bir nebevi açıklama ihsanı, sıradan bir iman türünden daha yüksekte olsa bile Allah’a kulluğun en üst sınırına yerleştirmektedir. Eğer adl ve ihsan böyle ilişkilendirilirse, ihsanın konumu semantik olarak adl’e bağlanmış olmalıdır. (ihsan ve onun diğer varyasyonları için bir de şuralara bk. 2:178, 229; 9:100; 55:60 vd.) Adaletin gerçekleştirilmesi emrinin tüm çirkin davranışların yasaklanmasıyla ilişkilendirildiği Kur’an’ın diğer bir örneğini şöyle alıntılıyorum: “Onlar bir kötülük yaptıklarında şöyle diyorlar, ‘Biz babalarımızı böyle yapıyor bulduk ve bunu bize Allah emretti.’ De (Muhammed) ki, ‘Allah asla böyle kötülüğü emretmez. Bilmediğiniz db | 261 şeyleri Allah’a söyletmeye nasıl cesaret ediyorsunuz?’ De ki, ‘Rabbim adaleti emretti, her zaman ve her secde yerinde tüm benliğinizi ona çevirin ve tüm samimiyet ve adanmışlığınızla o görüyor gibi, ona dua edin. Başlangıçta sizi yarattığı gibi tekrar ona döndürüleceksiniz.” (7:28-29) Bu pasajda adaleti ifade etmek için kullanılan kelime adl’in eşanlamlısı olan kıst’tır. Tıpkı adl gibi o da, günahkârların ya da politeistlerin kötü davranışlarını meşrulaştırma çabalarındaki iddiaları gibi değil de Allah’ın bir emridir. Aynı surenin bir başka ayetinde şöyle denir, “Rabbimin kesinlikle yasakladığı şeyler, kötü davranışlar, açık olsun gizli olsun hakikate ve gerçeğe karşı suçlar ve günahlar, hiçbir delil vermemişken Allah’a eşler isnat etmeniz ve bilmediğiniz şeyleri Allah adına uydurmanızdır.” (7:33) İnsanın öldükten sonra gideceği yerin Allah tarafından rastgele önceden belirlenmediği gibi adaletin ilahi bir kavram olduğu bütünüyle zaten açıklanmıştır, gerçekte o, Allah ile insan arasında yapılan sonsuz antlaşmayı fark etmesi ve tanımasındaki başarısına göre insanın kendisi tarafından belirlenmektedir. Kur’an’a göre böylesi 7 Hz. Peygamberin sahabesinden hiç kimsenin tanımadığı bir kimse tarafından sorulan soruya yanıt olarak söylenmiştir bu söz. Daha sonra ilgili tüm tanımlar Hz. Peygamber tarafından ortaya koyulmuştur. Gerçekte insan kılığına girmiş Cebrail olan bu yabancı kişi, insanlar arasında Hz. Peygamber’e iman nedir, ihsan nedir gibi bir dizi sorular sordu. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD bir tanıma ve farkındalık, insanın sahip olduğu iç doğasının (fıtrat) tanınması ve fark edilmesinden başka bir şey değildir. Bu ilahi adalet, kesin olarak adaleti ayakta tutan sadece Allah olduğu için tepeden dibe kadar tüm evrene nüfuz etmektedir. “Allah, melekleri ve ilim sahipleri ondan başka ilah olmadığına ve ancak adaleti onun ayakta tuttuğuna şahitlik eder. Hiçbir ilah yoktur; üstün güç ve hikmete sahip ancak o vardır.” (3:18) Kayyum en harika isimlerden birisidir; o, iyi bilinen “taht ayeti”nde (Ayete’l-Kürsi) belirtildiği gibi (2:255), varlığın mutlak devam ettiricisinin Allah olduğunu ifade etmek suretiyle sözel bir isim olan kaim’in (ayakta durma) etkili bir formudur. Adaleti ayakta tutma, kaimen bi’l-kıst, daha sonra, rasyonel teologların beş temel ilkelerinden birinin “İlahi Adalet” olmasını kabul etmelerine imkan sağlayan Allah’ın sıfatlarından birini göstermektedir. Bu onların sistemlerinde, İlahi Birlik’ten (tevhit) sonra ikinci sıraya yerleştirilmiştir, her ne kadar onlar kanıt açısından ikinciyi birinciye dayandırsalar da durum böyledir.8 Kur’an’da Allah’ın adl ve kıst’ının kap262| db samı, onun, yarattığı her şeye tam ve en iyi niteliğini verdiğini tekrar eden açık beyanla iletilmiştir. Bu mükemmellik, adl ve kıst, onun İlahi Bilgi’si ve İlahi Hikmet’ine göre en üstten en alta kadar tüm evrende gösterilmiştir. (15:16-25) Eğer tüm evren en iyi ve en mükemmel düzenle yaratılmışsa, insan da, Müslüman sûfilerin iddia ettiği gibi, en güzel surette, Allah’ın suretinde yaratılmıştır. Bu yüzden onun kendisinden, Allah’ın sıfatını yansıtan o suretine göre hareket etmesi beklenmiştir.9 Eğer insanın yaptığı tüm davranışları her zaman Allah’ın görevlileri tarafından yakından izleniyor ve kaydediliyorsa, o zaman Allah kendi suretini izliyor demektir. Eğer insan bu surete uygun olmayan tarzda davranışlarda bulunursa, sadece ölümden sonra alacağı ceza haklılık kazanmış olmayacak aynı zamanda bu ceza bu imajı bozan insana da uygulanacaktır. “Ey insan! Seni kerem sahibi rabbine karşı aldatan nedir ki o seni yaratandır, tam ve düzgün bir tarzda sana şekil verendir, dilediği şekilde seni oluşturandır? Hayır! Siz gerçeği ve yargılamayı inkar ediyorsunuz! Fakat doğrusu sizin üzerinizde, yap8 9 Krş. Nasr Hamid Ebu Zeyd (1998), el-İtticahu’l-akli fi’t-tefsir: dirase fi kadıyyeti’lmecaz fi’l-Kur’an inde’l-Mu’tezile, (Tefsirde Akli Yöneliş: Mu’tezile’ye göre Kur’an’da Mecaz Problemi Hakkında Bir Araştırma). Beyrut, 4. Baskı, 40-42. Krş. Nasr Hamid Ebu Zeyd (1998), Felsefetü’t-Te’vil: dirase fi te’vili’l-Kur’an inde Muhyiddin İbn Arabi (Yorum Felsefesi: Muhyiddin İbn Arabi’nin Kur’an’ın Yorumlamasına Dair Bir Araştırma), Beyrut 4. Baskı, 177-193. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 KUR’AN’IN ADALET KAVRAMI tıklarınızı yazan, onurlu ve koruyucu melekler yerleştirilmiştir. Onlar tüm yaptıklarınızı bilir (ve anlar). İyi olanlar mutluluklar içinde olacak, kötü olanlar da ceza gününde girecekleri ateşte olacaklar. Onlar oradan çıkamayacaklar. Ceza gününün ne olduğunu sen ne bileceksin? Evet! Ceza gününün ne olduğunu sen ne bileceksin? O gün, hiçbir nefsin başkası için bir güce sahip olamayacağı bir gündür. O gün bütünüyle emir Allah’ın olacaktır.” (82:6-19) Sonuç olarak burada, Kur’an’da açıklanan adaletin birçok semantik katmanını sembolize eden “ölçü” fikrini/imajını (mizan) analiz etmek önemlidir. Her şeyde önce Allah’ın alışverişte sahtekârlık yapmaktan sakındırmaya yönelik sürekli bir emri bulunmaktadır; el-Mudaffifin (sahtekârlık yapanlar) isimli bir surede böylesi insanlar ağır bir şekilde tenkit edilmekte, ölümden sonra da büyük ve özel bir cezayla tehdit edilmektedirler. “Sahtekarlık yapanların vay haline! Onlar insanlardan ölçerek bir şey aldıklarında onu tam ölçerler. Fakat kendileri başkalarına ölçü veya tartıyla bir şey verirlerken eksin verirler. Onlar, büyük bir günde, tüm insanlığın âlemlerin rabbinin önünde kaim olacakları günde hesap vermeye çağ- db | 263 rılmayacaklarını mı zannediyorlar?” (83:1-6) 26:181-183’te de Medyenlilerin peygamberi Hz. Şuayb, halkına doğru ve tam bir şekilde tartmalarını söylemektedir. Ölçü ve tartıyla ilgili adalet kavramının metaforik olarak kozmolojik bir kavrama göndermede bulunduğu daha birçok örnek vardır. (13:35;55:9; 6:152; 7:85; 11:84-85) “Ölçü”nün bu metaforik imajı bir de, adaletin Yargı Günü’de gerçekleştirilmesi için işletilmektedir. Bu hayatın her aşamasında Allah’ın melekleri tarafından kaydedilen iyi veya kötü davranışlar sonraki hayatta tartılmış ve ölçülmüş olacaktır. “Yargı Günü’nde biz adalet ölçütlerini kuracağız. Böylece hiçbir nefse haksızlık edilmiş olmayacak, eğer hardal tanesi kadar bir ağırlık bulunursa onun karşılığını vereceğiz. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (21:47) “Kimin iyi davranışları ağır gelirse onlar kurtuluşa erecektir. Kimin de iyi davranışları hafif kalırsa onlar kendi nefislerini hüsrana uğratacaklar ve cehennemde ebedi kalacaklardır.” (23:102-103; ayrıca bk. 7:8-9 ve 101:6-8) Bu ilahi ölçülerin her yerde vücut bulmasıyla mizan imajı daha fazla sembolleşmektedir. İlkin o dünyanın yaratılışında dışa vurmaktadır. “(Bir halı gibi) Yeri yaydık, oraya sabit ve sarsılmaz dağlar yerleştirdik; orada ölçülü bir biçimde her türden bitkiler yetiştirdik.” DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3 NASR HAMİD EBU ZEYD Bir de bu Allah’ın hazinelerinden yeryüzündeki insana bir şeyler gönderme şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Hiçbir şey yoktur ki onun (kaynakları ve) hazineleri (tükenmez şekilde) bizim katımızda olmasın! Fakat biz onu ancak birtakım nedenlerle ve anlaşılabilir ölçülerle indiririz.” (15:19, 22) 55. Surede mizan, şiirsel bir tarzda, insanın tartıda haddi aşmaması için semanın yükseltilmesiyle, devamında da adalet tartısının kurulması ve tartıda eksiklik yapılmaması gerektiği ile ilişkilendirilmektedir. (55:7-8) Böylesi bir şiirsel formdaki ima, mizanın sadece yeryüzündeki adaleti sembolize etmediği aynı zamanda her şeyde ortaya çıkan ilahi adaleti de sembolize ettiğidir. Yine bu ima çok açık bir şekilde Vahiy Kitabı’nın mizan olarak tasvirinde ortaya çıkmaktadır. “Biz önceden apaçık işaretlerle elçilerimizi göndermiştik, yine olarla birlikte Kitab’ı ve kendisiyle insanların adaleti ayakta tutabildikleri (doğruluk ve yanlışlıkla ilgili) ölçüyü gönderdik.” (57:25) Bu yüzden ilahi adalet tüm evrende görünmüştür ve vahiy kitabında açıklanmıştır. Adalet her şeyi dengede tutan bir ölçektir; ancak itaatsizlik özgürlüğüne sahip olan ve bu yüzden dünyaya düzensizliği getiren 264| db insan hariçtir. Adem ve Havva kıssasına geri dönersek, onların asi hareketleri sebebiyle meydana gelen düzensizlik Allah’ın vahyettiği Kelam’ıyla yeniden düzenleniyordu. Bu tam olarak peygamberlerin misyonudur, şimdi ise hepimizin sahip olduğu Allah’ın Kelam’ınındır. Bizler ve tüm insan ulusları düzeni ya muhafaza ederiz ya da düzensizliğe sebep oluruz. Her halükarda dünyada veya ahrette gideceğimiz yeri belirleyen bizleriz, işte bu da Kur’an’ın adalet kavramıdır. Kaynakça Ebu Zeyd, Nasr Hamid (1998), el-İtticahu’l-akli fi’t-tefsir: Dirase fi kadıyyeti’l-mecaz fi’lKur’an inde’l-Mu’tezile, (Tefsirde Akli Yöneliş: Mu’tezile’ye göre Kur’an’da Mecaz Problemi Hakkında Bir Araştırma). Beyrut, 4. Baskı. Ebu Zeyd, Nasr Hamid (1998), Felsefetü’t-Te’vil: Dirase fi te’vili’l-Kur’an inde Muhyiddin İbn Arabi (Yorum Felsefesi: Muhyiddin İbn Arabi’nin Kur’an’ı Yorumlamasına Dair Bir Araştırma), Beyrut, 4. Baskı. Ebu Zeyd, Nasr Hamid (1990): Mefhumu’n-Nass: Dirase fi Ulumi’l-Kur'an (Metni Anlama: Kur’an İlimlerinde bir Araştırma). Kahire. Graham, William A. (1993): Beyond the written words: oral aspects of scripture in the history of religion. Cambridge. Izutsu, Toshihiko (1962): "Revelation as a Linguistic Concept in Islam", Studies in Medieval Thought (The Japanese Society of Medieval Philosophy) 5, 122-167. Saeed, Abdullah (1996): Islamic Banking and Interest: a study of the Prohibition of Riba and its Contemporary Interpretation. Leiden. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 3