Haftalık Bülten 29 Ekim 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Al-i İmran Suresi 50. ayetinde Hz. İsa (a.s.) hakkında Yahudilere haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için gönderildiği buyurulmaktadır. Neler helal kılınmıştır?................................... 3 Gören göz değil ruh ise doğuştan görme engelliler neden rüya görmüyor?................................4 Sahabeden Asım b. Sabit'in cenazesini arılar mı yoksa sel suları mı alıp götürmüş, cenazesi sonradan bulunmuş mudur?........................................................................................................... 5 "Allah (cc) alimdir, her şeyi bilir." demek, kadere iman etmek için yeterli midir? ....................6 Ahirette, Kur'an-ı Kerim mi yoksa Peygamberimiz (asv) mi daha büyük şefaatçi olacak? Kur'an'ın bütün peygamberlerden daha büyük şefaatçi olacağı söyleniyor. Buna bizim peygamberimiz de dahil midir?....................................................................................................... 8 Kur’an’da hep helak olan kavimlerden bahsediliyor; neden Allah’ın buyruğunu tutan ve mutlu yasayan kavimler hiç anlatılmamış?.................................................................................... 9 Evlenmek Peygamber Efendimiz (asv)'in sünneti ise, İhya isimli eserde geçen bir rivayete göre, evlenmenin bir başka peygamberin de sünneti olması, bir çelişki değil midir? ...............10 “İşte güzel davrananları biz böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf, 12/22) mealindeki ayeti nasıl anlamamız gerekiyor? Allah, her iyilik yapanı mükafatlandırır mı? Bu mükafatlandırma ahiret hayatında mı, yoksa dünya hayatında mı vardır?............................................................ 11 “Adn cennetinde, müminlerin Allah ile görüşmelerine Allah´ın mübarek yüzündeki kibriya örtüsünden başka hiçbir şey engel olmaz.” hadisine göre, Allah´in yüzünü görecek miyiz? ....12 Bir kimsenin imanı hakkında yargılama-sorgulama yapmanın Kur'an ve sünnetteki yeri nedir?.............................................................................................................................................. 13 Tatlı, meyve, sebze gibi yiyecekleri tartarken, ambalajın, kutunun veya poşetin darasını almak gerekir mi? Darasını almadan yiyecekle beraber tartmanın bir sakıncası var mıdır? . 14 İslam hukukuna göre, eşinden ayırlan bir annenin, çocuğun doğumundan itibaren sorumlu olduğu görev ve vazifeleri nelerdir; anne çocuğuna kaç yaşına kadar bakmak zorundadır? . .15 Tarlada, iş yerinde çalışırken sıcaklığa dayamamayıp orucunu bozan bir kişi kaç gün oruç tutmalıdır? Kaza mı yoksa kefaret mi gerekir? ........................................................................... 16 Bir kadının, kadınlara makyaj yapması caiz midir? Caiz ise, makyaj yaptıran kendisini nikah düşen erkeklere gösterdiğinde, makyaj yapan kişi sorumlu olur mu? ....................................... 17 Allah sakat veya mutasyona uğramış canlıları niçin yaratıyor?................................................. 18 Kur’an’da "Başınıza gelen musibetler kendi nefsinizden" mealindeki ayet ile “Musibetler en çok peygamberlere ve velilere gelir” anlamındaki hadisi nasıl anlamalıyız. Peygamberler masum olduklarına göre nefislerinden gelmesi ne demektir? ..................................................... 20 Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)’in söylemiş olduğu; güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz vallahi ben davamdan vazgeçmem, sözünün kaynağı nedir?.......................................22 "İlmi dünyevî menfaat elde etmek için öğrenenlerin Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar.” ve “Riya için ilim öğrenenin yüzüstü cehenneme sürüklenecek.” hadislerine göre, bilim ve teknoloji ile ilgilenenler cennet kokusu görmeyecek midir? ...........24 Geçmiş ümmetlerde namaz 50 (elli) vakit imiş; bir günde 24 saat var, her saat başı bir vakit namaz kılsalar yirmi dört vakit ediyor; onlar elli vakti neye göre nasıl kılmışlar acaba? ........25 2 Al-i İmran Suresi 50. ayetinde Hz. İsa (a.s.) hakkında Yahudilere haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için gönderildiği buyurulmaktadır. Neler helal kılınmıştır? "Benden önce gelen Tevrat'ı tasdik etmekle beraber size yasak edilenlerin bir kısmını helal kılmak üzere, Rabbinizden size bir ayet getirdim." (Al-i İmran, 3/50) Hz. İsâ (as)'ın kendisinden önceki ilâhî bildirimlerin hak olduğunu onaylayacağı, dolayısıyla tevhid inancının yerleşmesi içi bir Allah tarafından görevlendirilen peygamber dizisinin bir halkasını teşkil edeceği, bununla birlikte onun getireceği dinin pratiğinde öncekine göre farklılıklar bulunmasına bir engel de bulunmadığı bildirilmektedir. Hz. İsâ (as)'ın artık helâl olduğunu bildirdiği hususlar, müfessirlerin çoğuna göre, İsrâiloğullarının yanlış tutumları sebebiyle kendilerine yasaklanmış olan bazı gıdalardır. Bazı tefsir kaynaklarında Hz. İsâ (as)'ın helâl olduğunu bildirdiği hususların, Hz. Musa (as)'dan sonra Yahudi din adamları tarafından konan yasaklarla ilgili olduğu belirtilir. ( Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: I/424). En'am suresi 146. ayette ise nelerin haram kılındığı bildirilmiştir: "Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür." Katade diyor ki: "Hz. İsa (as)'ın getirdiği şeriat, Hz. Musa (as)'ın getirdiğinden daha yumuşaktı. Zira Hz. İsa (as)'ın getirdiği şeriatla insanlara deve eti, bağırsak ve işkembe yağlan, bir kısım kuşlar ve balıklar helal kılınmıştı. Allah Teala, İsa (as)'a gönderdiği şeriatla pençeli kuşlar dışındaki şeyleri insanlara helal kıldı. (Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/267) Hz. İsa (as), onlara Hz. Musa (as)'ın haram kılmış olduğu birtakım şeyleri helâl kılmıştı. İç yağlarının yenmesi ve buna benzer şeyler gibi. Fakat onlara öldürmeyi, hırsızlığı ve ahlâksızca herhangi bir işi helâl kılmamıştı. Yani Yüce Allah'ın, "O Yahudilerin zalimlikleri sebebiyle kendilerine helâl kılınan bir çok temiz şeyleri üzerlerine haram kıldık." (Nisa, 4/160) buyruğunda işaret edildiği gibi, zalimlikleri sebebiyle İsrailoğullarına haram kılınmış bir takım temiz şeyleri helâl kılmak için geldim, demektir. Zalimlikleri sebebiyle İsrailoğullarına haram kılınanlar arasında balık, deve eti, iç yağları ve cumartesi günü çalışmak da vardır. 3 Gören göz değil ruh ise doğuştan görme engelliler neden rüya görmüyor? Gören, ruh ve gözdür. Ruh, göz penceresinden fizik alemi görmektedir. Ruhla beden arasında sıkı bir münasebet vardır. Doğuştan görme engellilerin ruhları göz penceresinden bakamadıkları için, bizim gibi rüya görmezler. Onlar elleriyle dokunarak ve kulaklarıyla duyarak dış dünyayı algıladıkları için rüyaları da dokunma ve duyma şeklindedir. İlave bilgi için tıklayınız: Ruh nedir, ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? Ruh beyinden mi ibarettir? Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır? 4 Sahabeden Asım b. Sabit'in cenazesini arılar mı yoksa sel suları mı alıp götürmüş, cenazesi sonradan bulunmuş mudur? Ebû Süleyman Âsım b. Sabit el-Ensârî el-Evsî (ö. 3/624), Âsım b. Ömer b. Hattâb'ın dayısı olup, Medineli ilk Müslümanlardandır. Hicretten sonra Hz. Peygamber (asv) onunla Abdullah b. Cahş arasında kardeşlik bağı (muâhât) kurdu. Bedir Savaşı'nda müşriklerin elebaşlarından Ukbe b. Ebû Muayt'ı öldüren Âsım, Uhud Savaşı'nda azılı müşrik kadınlardan Sülâfe'nin iki oğlunu öldürdüğü için Sülâfe onun başını getirene yüz deve vereceğini vaad etmiş, ayrıca Asım’ın kafa tasıyla şarap içmeye yemin etmişti. Âsım b. Sabit ok atmakta maharet sahibi olduğu için Müslümanlar arasında Hz. Peygamber (asv)'in okçusu olarak da ün yaptmıştı. Asım’ın kumandasında yedi (veya on) kişilik bir heyet, istek üzerine Hz. Peygamber (asv) tarafından muallim olarak Adal ve Kare kabilelerine gönderildi. Bu heyet, Kureyş'in Uhud’dan sonra Müslümanlara bir daha saldırıp saldırmayacağını öğrenmekle de görevliydi. Yolda, adı geçen kabilelerin elçilerinden biri, Müslümanlarca öldürülmüş olan Hâlid b. Süfyân'ın intikamını almak için fırsat kollayan Lihyânoğulları'na -önceden yaptıkları bir anlaşmaya göre- gizlice haber ulaştırdı. Bunun üzerine Lihyanlılardan yüz kadar okçu. Mekke ile Usfân arasındaki Recî' suyu yakınlarında Müslümanları kuşatarak teslim olmalarını istedi. Ancak Âsim b. Sabit, “Allah'ım! Peygamberini durumumuzdan haberdar et!” diye dua ettikten sonra teslim olmayı reddederek savaşa girdi. Önce ok, sonra mızrak, daha sonra da kılıçla savaşan Âsım müşriklerden bir kişiyi öldürmüş, iki kişiyi de yaralamıştı. Çantasında yedi ok bulunduğu, her biriyle bir kişi öldürdüğü de rivayet edilmiştir. Çetin bir mücadele sonunda, “Allah'ım! Ben ilk günler senin dinini korudum, sen de bugün benim cesedimi koru!” dedi ve ardından şehid oldu. Âsım'ın başını Sülâfe'ye götürüp yüz deveyi almak isteyen Lihyânlılar, aniden üzerlerine saldıran arılar yüzünden onun naaşına yaklaşamadılar. Arıların dağılması için geceyi beklemeye mecbur kalan Lihyânlılar bu defa da birdenbire yağmaya başlayan yağmurun meydana getirdiği sellerin Âsım'ın naaşını sürüklemesiyle emellerine kavuşamadılar. Âsım'ın cesedi daha sonra da bulunamadı. Bu hadiseden dolayı Âsim “Hamiyyü'd-debr” (arıların koruduğu kişi) lakabıyla meşhur olmuştur. Kaynaklar: Buhârî, Meğâzî, 28; Vâkıdî. el-Meğâzi, 1, 355-356; İbn Hişâm, es-Sire, III, 178-180; İbn Sad. et-Tabakat, III, 463; Taberî, Târih (nşr. Yusuf Bey-Muhammed Efendi), Kahire 1326; İbn Abdülber. el-İsti'âb, Haydarâbâd 1318; İbnü'1-Esîr, üsdü'l-ğâbe, II, 120; III, 111; Zehebî, Tecrîdü esma’i's-sahâbe. Kahire, ts., I, 281; İbn Hacer, et-İsâbe, III, 569; Diyârbekrî, Târihu'lhamîs, I, 454-455; Abdülcelil Şelebî, “Aşım b. Şâbit es-Sahâbî eş-Şehîd”, Mecelletul-Ezher, XLVM/3, Kahire 1397/1976; (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Asım b. Sabit md.) 5 "Allah (cc) alimdir, her şeyi bilir." demek, kadere iman etmek için yeterli midir? Kader, Allah’ın ilminin bir nevi olduğuna göre, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını anlamak, kaderi önemli ölçüde kavramaya yardımcı olur. Ancak, eğer sadece bu kadar yeterli olsaydı, eskiden beri bütün İslam alimleri -Allah’ın sonsuz ilmine iman ettikleri halde- kader noktasında çok farklı görüşler, farklı deliller ortaya koymaları, bazılarının bu konuda susmayı tercih etmeleri gibi hususlar olmazdı. Bu durum gösteriyor ki, kaderi anlamak Allah’ın sonsuz ilmini çok iyi kavramakla beraber, O’nun adalet, kudret, hikmet, irade sıfatları gibi daha pek çok sıfatları da yakından tanımak ve idrak etmek gerekir. Çünkü, kader ilmin bir nevi olmakla beraber, Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarının da tecellisidir. Hiç olmazsa, sıfat-ı sübutiye ve sıfat-ı selbiye gibi önem arz eden bazı sıfatların anlamlarını kesin olarak hazmetmekle beraber, konuyu zihne yakınlaştıran, akla kabul ettiren -yaşanan, yaşanabilen- bazı misalleri de özümsemek gerekir. Soruda geçen konuya işaret eden bir hadis meali şöyledir: “Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın.” (Müslim, Kader 7) Allah, her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Her zaman Cenâb-ı Hakk'ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah, hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, O'nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm'dir, hem de Hakîm'dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa, hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri hoş görmeyebiliriz. Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibarıyla güzel olduğunu idrâk edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, yaratılışın sonuç itibarıyla çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır. Şerlere gelince, onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır... Olayların arka yüzünü, meselenin tatlı yönünü gösteren bir misal Hz. Yusuf (as)’dır. Mısır'a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı. Dış yönüyle zor ve çetin görünen bu olayların arka yüzünde, iç yönünde bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti. Allah Resûlü (asv) de mi'râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice (r.anha) ve Ebû Talib cismanî hayatta Allah Resûlü (asv)'ın yanında olmayacaklardı. Taif'e gitmiş, fakat kabul görmemişti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/151-166) İşte tam bu esnada Allah Resûlü (asv)'ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi. Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril (as) sadece O'nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi. (İbn Kesîr, a.g.e. 3/135-145) 6 İşte Allah’ın ilminde her olay başlangıç ve sonuçları yönüyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah, hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût yönünü bilmektedir. Ve kader de O'nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır. İlave bilgi için tıklayınız: Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? Allah cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi? 7 Ahirette, Kur'an-ı Kerim mi yoksa Peygamberimiz (asv) mi daha büyük şefaatçi olacak? Kur'an'ın bütün peygamberlerden daha büyük şefaatçi olacağı söyleniyor. Buna bizim peygamberimiz de dahil midir? Kur’an’ın şefaati manevî yardım olarak değerlendirmek isabetli olur. Kur’an imanın kaynağı ve kalbi nurlandıran bir kurtuluş ve hidayet vesilesidir. Şefaati bu manada da değerlendirilebilir. Allah, Kur’an’a saygılı olanların bazı kusurlarını, bu saygılarından ötürü bağışlaması Kur’an’ın bir nevi şefaati hükmündedir. Şu hadis-i şeriften de anlaşılıyor ki, Kur’an’ın şefaatinin şekli bizce meçhul olmakla beraber, bir nev-i manevî, lisan-ı hal ile yapılır: Abdullah b. Ömer’in anlattığına göre, Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü oruç ve Kur’an kul için şefaat edecekler. Oruç “Ya Rab! Ben bu adamın yemek yemesine ve isteklerini yerine getirmesine engel oldum. Ne olur beni onun hakkında şefaatçi yap.” diyecektir. Kur’an da “Ben bu adamın geceleri uyumasına mani oldum. Ne olur beni onun hakkında şefaatçi kabul et.” diyecektir. Böylece ikisi de o adam hakkında şefaat edecekler.” Taberanî’nin “el-Kebîr”deki bu rivayeti sahihtir. (bk. Zevaid, 3/181). Kur’an’ın kıyamet günü insanlara umumî manada bütün peygamberlerden daha fazla şefaat edeceğine dair elimizde bir bilgi yoktur. Halbuki, Hz. Peygamber (asv)'in o gün bütün insanlara büyük şefaati vardır, Makam-ı mahmud da bu şefaati anlatmaktadır. Hz. Peygamber (asv) canlı, yaşayan bir Kur’an olduğu için hem kendi namına hem de Kur’an’ı temsilen şefaat edecektir. Mahşerdeki insanların Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (Aleyhimüsselam ecmain) sırasıyla gidip şefaat diledikleri halde, hepsi de bu işi bir başkasına havale edeceklerini, nihayet insanlar Hz. Muhammed (asv)’e geldiklerinde bu ricalarını kabul edip onları temsilen secdeye varıp Allah’a yalvaracağını ve Allah tarafından “Kaldır başını şefaatin kabul edilir.” diye kendisine umumî şefaat payesi verileceğini sahih hadislerden öğreniyoruz.(bk. Müslim, İman, 326, 327). Peygamberimiz (asv)'in “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir.”( Ebu Davud, sünnet,23; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbn Mace,Zuhd, 27) buyurması, hem ümmetine yapacağı şefaatin boyutunu aydınlatıcı hem de sevindirici bir müjdedir. Çünkü, bunun manası; “Küçük günahların sahibi zaten affedilir, asıl sorunlu olan büyük günah sahiplerine de ben şefaat ederim.” demektir. İlave bilgi için tıklayınız: Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine düşecek? "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asv)'ın şefaatine layık eyle" şeklinde bir duada bulunmak uygun mudur? Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebair (büyük günah) işleyen kısmınadır, hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır? Peygamberimiz (asv)'in mahşerde, ümmetinden kalbinde hardal tanesi kadar iman olup da üzerinde hesabı olmayanlara şefaat edeceği bildiriliyor. Üzerinde hesap olmayanlardan kastedilen nedir? 8 Kur’an’da hep helak olan kavimlerden bahsediliyor; neden Allah’ın buyruğunu tutan ve mutlu yasayan kavimler hiç anlatılmamış? Peygamberlerin kavimleri genellikle isyan etmiş ve cezaya çarptırılmıştır. İnsanların isyana olan meyilleri olduğu gibi, kendileri gibi bir insan olduğunu gördükleri elçilere de teslim olmama temayülleri vardır. Bu açıdan insanoğlunun müjdelerden ziyade uyarılmaya ihtiyaçları vardır. Bu sebeple, kavimlerin helak öyküleri büyük önem arz etmektedir. Bununla beraber, Kur’an’da kavimlerin helakinden bahsedilirken, peygamberlere iman etmiş olanların kurtuluşlarından da söz edilmektedir. Bu konuda şu ayetler misal olarak verilebilir: “Biz Musa’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini boğduk.”(Şuara, 26/65-66). “Hülasa Biz de onu / Nuh’u ve yanındakileri o yükle dolu gemi içinde kurtardık. Arkasından geride kalanları da suda boğduk.”(Şuara, 26/119-120). “Biz de onu / Lut’u ve ona uyanları tamamen kurtardık. Yalnız bir koca karı geride kalıp helâk edilenler arasında oldu. Sonra geridekileri hep imhâ ettik.”(Şuara, 26/170-172). Ayrıca Hz. Yunus (as)’ın kavminin cezadan kıl payı kurtulduğuna işaret edilmiş ve insanlar bütün isyanlarına rağmen tövbe etmeleri halinde affedileceklerine dair müjde verilmiştir: “Azap gelip çattığı zaman imana gelip de bu imanı kendilerine fayda vermiş olan bir tek memleket halkı olsun, bulunsaydı ya! Asla böyle bir şey vaki olmamıştır. Ancak Yunus’un halkı müstesnadır ki bunlar iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları bir süre daha yaşattık.”(Yunus, 10/98). 9 Evlenmek Peygamber Efendimiz (asv)'in sünneti ise, İhya isimli eserde geçen bir rivayete göre, evlenmenin bir başka peygamberin de sünneti olması, bir çelişki değil midir? İlgili hikâyeyi şöyle tercüme edebiliriz: “Rivayet edilir ki, eski ümmetlerde -Allah’a kulluk ve ibadet etmede- bütün akranlarından üstün olan bir âbid vardı. O devrin peygamberine onun bu güzel hali anlatıldı. Peygamber: “Eğer sünneti terk etmeseydi çok iyi bir insan olurdu.” diye cevap vardı. O âbid peygamberin bu sözünü duyduğu zaman oldukça üzüldü ve söz konusu peygambere (hangi sünneti terk ettiğine dair) konuyu sordu. Peygamber: "Evlenmeyi terk etmişsin” dedi. Adam, “Ben evlenmenin haram olduğunu söylemiyorum, fakat ben fakir bir kimseyim, zaten insanlara yüküm / yardımlarına mutacım (bir de kalkıp nasıl evlenebilirim!..)” dedi. Peygamber: “Ben sana kızımı vereceğim" dedi ve O nebî aleyhisselam kızını onunla evlendirdi."(İhya, 2/24). Öyle zannediyoruz ki, soruya esas teşkil eden şu iki kelimedır: “Sünnet” ve “Nebî aleyhisselam.” Bunlar Bizim peygamberimiz çağrıştırdığı için ifadede bir çelişki düşünülmüştür. Halbuki burada zikredilen “Sünnet” kavramı, bütün peygamberlerin takip ettiği yol manasınadır. Hz. Adem (as)’den beri -birkaç tanesi müstesna- bütün peygamberler evlenmiş ve bu onların sünneti olmuştur. Rivayette geçen “en-Nebî aleyhisselam” ifadesi de her peygamber için kullanılan bir tabirdir. Özellikle Arapçasında en sonunda el takısı almış şekilde kullanılan “EL-NEBΔ kelimesi “yukarıda söz konusu ettiğimiz peygamber” manasınadır. Bu sebeple, bu konunun bizim peygamberimiz(a.s.m)’le bir ilgisi yoktur. Ve dolayısıyla bir çelişki de söz konusu değildir. 10 “İşte güzel davrananları biz böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf, 12/22) mealindeki ayeti nasıl anlamamız gerekiyor? Allah, her iyilik yapanı mükafatlandırır mı? Bu mükafatlandırma ahiret hayatında mı, yoksa dünya hayatında mı vardır? İlgili ayetin meali şöyledir: “O kemâl çağına geldiğinde kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte güzel iş yapanlara / güzel davranış gösterenlere biz böyle karşılı / mükâfat veririz.”(Yusuf, 12/22) Ayette meal olarak yer alan “güzel iş yapan / güzel davranış sergileyen” den maksat, öncelikle Hz. Yusuf (as)’dır. Onun çocukluğundan beri maruz kaldığı sıkıntı ve musibetlere karşı sabır göstermesi ve kayması en kolay olduğu gençlik döneminde bile, oldukça soylu ve kendisinin hanımefendisi makamında olan bir bayanın gayri meşru teklifini reddetmesi, eşsiz bir güzellik ve mükemmelliktir. Ayette ortaya konan bu eşsiz sabır ve harika iffetten doğan Yusuf (as)’ın bu güzel haline işaret edilmiştir. Yusuf’un bu ağırbaşlı, sabur, şekur, vakur karakteri Rabbi tarafından ödüllendirilmiş ve kendisine bir çok imkânların yaratılması yanında hüküm, hikmet ve ilim de verilmiştir. “İşte güzel iş yapanlara biz böyle karşılık veririz.” mealindeki ayetin ifadesinde vurgulanan karşılık / mükâfat “hüküm / hikmet ve ilimdir.” Bu iki unsur hem dünya hem de ahiret saadetine vesile olan şeylerdir. Şüphesiz “İşte güzel iş yapanlara biz böyle karşılık veririz.” ifadesi, aslında Hz. Yusuf (as) için kullanılmış olmakla beraber, geneli ifade eden manasıyla aynı özellikleri taşıyan herkes için de söz konusudur. Yalnız “böyle karşılık veririz” manasındaki ifadede vurgulanan husus, Hz. Yusuf (as)’a verilen mükâfatın aynısını gerektirmez. Bu benzetme “hüküm-ilim” gibi belli bir mükâfattan ziyade, genel manasıyla “her iyiliğin bir karşılığı, bir mükâfatı olur” manasında olup umumî bir kapsamı ifade eder. Bu sebeple, bu mükâfatın dünya için de ahiret için de veya her ikisi için de söz konusu olması mümkündür. 11 “Adn cennetinde, müminlerin Allah ile görüşmelerine Allah´ın mübarek yüzündeki kibriya örtüsünden başka hiçbir şey engel olmaz.” hadisine göre, Allah´in yüzünü görecek miyiz? Bu gibi hadisler manası derin, insanların idrak kabiliyetini nazara alan bir üsluba sahip müteşabihlerdendir. Allah’ın cisim olmadığı hususu, Kur’an, hadis ve Ehl-i sünnet alimlerinin cumhuruna göre sabit bir hakikattir. “Allah’ın hiçbir benzeri yoktur.” (Şura, 42/11) mealindeki ayet bu hakikatin şahididir. Kur’an’da da “vech =yüz” kelimesi kullanılmıştır. Gerek bu gibi müteşabih sıfatları yorumlamaktan kaçınan alimler olsun, gerek bunları tevil edenler olsun,-ehl-i dalalet olan mücessimeler hariç- bütün İslam alimleri tarafından bu kelimenin bilinen “yüz” manasına gelmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Ve tefsirlerde bu kelime “Allah’ın Zatı” olarak açıklanmıştır. Bu sebeple, söz konusu hadiste geçen “vecih “ kelimesini de Allah’ın zatı olarak değerlendirme zorunluluğu vardır. “Yedullah =Allah’ın eli”, Allah’ın kudreti manasına geldiği gibi, “Vechullah” da Allah’ın zat-ı akdesi manasına gelir. İlgili hadiste meal olarak yer alan “Allah´ın mübarek yüzündeki kibriya örtüsünden başka hiçbir şey engel olmaz” ifadesini “Allah’ın Zat-ı akdesini…” şeklindeki tercüme etmek -hiç olmazsa parantez içinde bunu açıklamak- daha isabetlidir. İzzet ve kibriyanın Allah’ın Zat-ı akdesine birer perde olduğunu ifade eden kutsî hadisin (bk. Zevaid, 1/105) ilgili ifadesi de söylediklerimizin doğruluğunu teyit etmektedir. İlave bilgi için tıklayınız: Muhkem ve müteşabih kavramları sadece Kur'an ayetleri için mi geçerlidir? Müteşabih ve muhkem hadisler de var mıdır? 12 Bir kimsenin imanı hakkında yargılama-sorgulama yapmanın Kur'an ve sünnetteki yeri nedir? Kur’an’da ve sünnette genellikle iman-küfür denkleminde açıklamalar yapılmaktadır. Yani açık veya gizli kâfir olanların söz ve davranışları ile mümin kimselerin söz ve davranışlarına dair hususlara işaret edilmektedir. Bu küfür ve iman cevheri elbetteki vahiy ile tespit edilmektedir. Bu iki unsur özellik Asr-ı saadette çok açık olarak ortaya çıkmıştı. Bununla beraber, kendini mümin olarak tanıtan bazı kimseler gerçekte kalplerine iman yerleşmediği halde iki yüzlü münafıklık yapıyor olmalarına rağmen, ne Kur’an’da ne de Sünnette bunların şahıslarına karşı özel bir niteleme yapılmamış ve bunlar “münafıktır” diye bir yaftalamaya tabi tutulmamıştır. Bu açıklamalardan çıkaracağımız sonuç şudur: Bu gün vahiy olmadığına göre, çok açık olarak küfre girdiği belli olmayan kimselere kâfir damgasını vurmak son derece yanlıştır. Hem hatalı bir küfür nitelemesinden dolayı büyük vebali olabildiği için, hem de iman ve İslam kardeşliğini zedelediği için yanlıştır. İmam Gazalî gibi büyük alimlerin çizgisi şudur ki; bir insanda yüzde doksan dokuz küfür ihtimali olsa, buna mukabil bir tek iman ihtimali olsa, bu adamı küfürle suçlamak büyük bir günah olur. Çünkü, küfür gibi görünen bazı davranışların arka planında küfür niyeti değil başka niyetler de yatabilir. Örneğin bir adam kâfir olan bir akrabasına yardımcı olması, küfrünü benimsediği için değil, akrabası olduğu için yardımcı olma ihtimali çok yüksektir. Bu durumda bu adam haksız yere ona yardım ettiyse günahkâr olur, fakat kâfir olmaz. Tabii ki unutulmaması gereken bir nokta da şudur ki; bir insan İslam şeriatını istemezse bu çok tehlikelidir. Sevmediğimiz bir adam yüzünden İslam’a, imana, Kur’an’a sırt çevirmek -amme cüzünü bir tek şekerlemeye satan- haylaz bir çocuğun konumuna düşmek demektir. Bu konuda büyük alim Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin -özetle verdiğimiz- şu sözleri çok büyük önem arz etmektedir: “Kur’an’ın hükümlerine taraftar olan bir kâfirin bu taraftarlığı kurtuluşuna vesile olmadığı gibi, Kur’an’ın ahkâmına taraftar olmayan bir müminin imanı da kurtuluşuna vesile olamaz.” Son olarak şunu söyleyelim ki, bir kâfire “kâfir” demek insana bir sevap kazandırmaz. Fakat bir mümine “kâfir” damgasını vurmak büyük bir vebaldir. Hadiste işaret edildiği üzere, böyle bir hüküm gerçekten karşı tarafı nitelemiyorsa, geri dönüp onu söyleyenin boynuna takılır. (bk. Buhârî, Edeb 73; Müslim, Îmân 111; Tirmizî, Îmân 16) Bu sebeple İslam’da tekfir mekanizmasını asla işletmemek esastır. İlave bilgi için tıklayınız: Tekfir etme ve elfaz-ı küfür, bir kimsenin bazı sözlerinden dolayı ona kafir demek doğru mudur? 13 Tatlı, meyve, sebze gibi yiyecekleri tartarken, ambalajın, kutunun veya poşetin darasını almak gerekir mi? Darasını almadan yiyecekle beraber tartmanın bir sakıncası var mıdır? Asıl olan, tartıyla satışa sunulan tatlı ve benzeri malların -darası çıktıktan sonraambalajın / kutunun / poşetin dışında istenilen ağırlığın sağlanmasıdır. Çünkü, müşteri poşeti değil, satışa sunulan malı satın alıyor. Kutunun maliyeti bizi etkiliyor, diyorsanız; ayrıca bu kutunun fiyatını yiyeceğin fiyatına ekleyerek satmanız daha uygun olur, aksi halde yiyeceğin değeri üzerinden kutuyu da satmış olursunuz ki bu durum şu ayetin genel hükmüne aykırı olur: "Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir."(İsra, 17/35; Şura, 26/182; Ayrıca bk. Mudaffifun, 83/1-3) Bununla beraber, eğer satışın gerçekleştiği bölgede, satılan malın içinde bulunduğu ambalaj ile birlikte tartılması geleneği varsa ve müşterilerce de bu husus kabul edilmiş bir örf haline gelmişse, bunda bir sakınca yoktur. Öyle zannediyoruz ki, bu gün ülkemizde, hatta belki de dünyada bu teamül söz konusudur. Yeter ki, art niyetli olarak müşteriyi aldatmak için herkesin kullanmadığı ağır bir ambalaj kullanılmış olmasın. 14 İslam hukukuna göre, eşinden ayırlan bir annenin, çocuğun doğumundan itibaren sorumlu olduğu görev ve vazifeleri nelerdir; anne çocuğuna kaç yaşına kadar bakmak zorundadır? Çocuk bakımı, akıl-baliğ olup rüşt çağına gelinceye kadar devam eder. Bu çağda çocuğa bakmak, maddî ihtiyaçlarını yerine getirmek yanında dinî, ahlakî terbiye vermek, ilim öğretmek / okula göndermek anne-babanın görevidir. Yörelere / örfe göre babanın görevi, annenin görevi farklılık arz edebilir. Ancak, ayrılan eşlerden annenin -çocuğa bakma- hakkı önceliklidir. O istediği takdirde çocukluk süresince bu hakkı kimse ondan alamaz. Tabii ki annenin de çocuğa bakacak ehliyette olması gerekir. Aklı olmayan, hasta olan, bakamayacak kadar yaşlı olan, ahlakî emniyetini kaybeden veya evlenen bir anne, bu hakkını kaybeder.(bk. el-Fıkhu’l-İslamî, 7/720-727). Hanefi hukukçularına göre, bir anne çocuğunu emzirmeye dinen mecburdur, ancak hukuken mecbur değildir. Hanefiler dışındaki diğer mezhep hukukçularına göre ise, bir anne hem dinen hem hukuken çocuğunu emzirmek zorundadır. Anne emzirme için evlilik devam ederken veya boşanma iddeti beklerken herhangi bir ücret isteyemez. Çünkü bu dönemlerde nafakası esasen kocaya yani çocuğun babasına aittir. Fakat boşanma iddeti biten veya ölüm iddeti bekleyen kadın, emzirme için çocuğun babasından veya bizzat çocuktan yahut çocuğun nafakasından sorumlu olanlardan ücret talep edebilir.(bk. TDV İlmihali, 2/244-245). Emzirme süresi iki yıldır. Bu şu anlama gelir ki, anne emzirme için bir ücret alıyorsa ilk iki yıl için ücret isteyebilir, ondan sonrası için ücret isteyemez. Süt yoluyla kurulan hısımlık da çocuğun ilk iki yaş içinde süt emmesi durumunda meydana gelir. Hanefî hukukçularına göre, çocuğun bakım ve terbiyesi, temyiz yaşına kadar devam eder. Çocuğun bakım ve gözetime muhtaç olduğu yaş, kız ve erkeklerde farklıdır. Genellikle bu yaşın nihai sınırı kızlarda dokuz-on bir; erkeklerde yedi-dokuz olarak belirlenmiştir.(bk. elFıkhu’l-İslamî, 7/742-43; TDV İlmihali). Bu yaşlara kadar çocuk annesinin veya annesi yerini tutan bir akrabasının yanında, bu yaştan sonra da, kural olarak babasının yanında kalır. Çocuğun menfaat ve emniyeti gerektirdiği takdirde hâkim tarafından anne veya bir başka yakının yanına verilmesi de mümkündür. Hâdine / bakıcı, çocuğun annesi değilse bakım ve gözetim için ücrete hak kazanır. Bu ücret çocuğun bir mal varlığı varsa ondan ödenir, yoksa hukuken nafakası kime aitse onun tarafından karşılanır. Şafiî hukukçuları da buna benzer bir görüşe sahiptirler.(bk. el-Fıkhu’lİslamî, 7/742-43; TDV İlmihali) . Bir anne eşiyle beraber iken veya boşanıp da iddet süresi bitmemişse, ne tek başına ne de çocuğuyla birlikte -çocuğun babasının bulunduğu yerden- ayrılması caiz değildir. İddet süresi bitmiş olan annenin ise -çocuğun bakımını üstelenmiş başka bir yakınının bulunması halindetek başına başka bir yere gidebilir. Fakat çocukla birlikte çocuğun babasının bulunduğu yerden ayrılıp başka bir yere gidemez. Çünkü, bu durum babanın çocuğu görmesine engeldir(bk. el-Fıkhu’l-İslamî, 7/737). İlave bilgiler için tıklayınız: Çocuğun Anne Baba üzerindeki hakları nelerdir? Resmi kanunların, boşanan kadına tanıdığı nafaka hakkını, kadının alması helal midir? Verilen nafaka mehir yerine geçer mi? Erkek, kendi çocuklarına ve üvey çocuklarına bakmak zorunda mıdır? 15 Tarlada, iş yerinde çalışırken sıcaklığa dayamamayıp orucunu bozan bir kişi kaç gün oruç tutmalıdır? Kaza mı yoksa kefaret mi gerekir? Oruç tuttuğu zaman, hastalığının artmasından veya uzamasından endişe edilen kimse ile, hastalığı sebebiyle oruç tutmakta zorlanan kişilerin Ramazan ayında oruç tutmayıp, iyileştikten sonra bunları kaza etmelerine izin verilmiştir. Esas itibariyle, bir insanın ibadetlerini normal bir şekilde yapmasını engelleyecek zor ve ağır işlerde çalışması veya çalıştırılması doğru değildir. İnsanın, ibadetini sağlıklı bir şekilde yapmakla, geçimini temin ikilemi arasında bırakılması, insan hakları açısından kesinlikle kabul edilebilir bir durum değildir. Böyle bir durumda bırakılan kişi, eğer toplum kendisine daha iyi iş imkânları sağlayamıyorsa, dolayısıyla işinden ayrıldığı takdirde geçim sıkıntısı çekmesi kesin veya kuvvetle muhtemel ise, bu durumda oruç tutmayabilir. Geçici bir süre ağır bir işte çalışmak durumunda kalan ise bu durumda oruç tuttuğu takdirde sağlığına bir zarar erişeceğinden endişe ediyorsa oruç tutmayabilir. Bunlar imkan bulurlarsa kaza ederler, değilse oruç yerine fidye verirler. Kur'an'da oruç tutmamayı mubah kılan mazeretler olarak hastalık, yolculuk ve oruca güç yetirememeden söz edilmiştir. (Bakara 2/184-185). Fakihler de oruç tutmama ruhsatını bu üç durumla sınırlı tutmayı tercih etmiş, bu üç durumun ortak özelliği meşakkat olsa bile, her meşakkat halinde oruç tutulmayabileceğini söylemekte mütereddit davranmışlardır. Bunun en başta gelen sebebi, mükelleflerin sübjektif ve değişken bir durum olan meşakkati belirlemede ölçüsüz veya mütesâhil (yumuşak, gevşek) davranıp, olur olmaz bahanelerle orucu terketmesine yol açma, yani bu ruhsatı kötüye kullanma endişesidir. Bununla birlikte oruç ibadeti, netice itibariyle kul ile Allah arasında kalan bir yükümlülük ilişkisi olduğundan, mükelleflerin yukarıda sayılan mazeretler ışığında kişisel inisiyatiflerini kullanması, mazeretleri içlerine sinmediği sürece orucu terketmemesi, haklı ve geçerli bir mazeretlerinin bulunduğuna iyice kani olduklarında da anılan ruhsattan yararlanması isabetli bir tutum olur. Örneğin, açlık ve susuzluk had safhaya gelir de kişinin ölmesinden veya akli dengesini kaybetmesinden endişe edilirse, o takdirde orucu bozmayı mubah kılar. Ramazan sonrası müsait bir zamanda günü gününe kazayı gerektirir. Bunun gibi sıcak günlerde çalışmak zorunda kalan bir kimse, sıhhatini kaybetme veya aklî dengesini yitirme endişesi taşırsa, o takdirde orucunu bozabilir. Buna kıyasla çok yorucu ve yıpratıcı görevlerde bulunup sıcak bir mevsimde oruç tuttuğunda hayatını kaybetme veya aklî ve ruhî bir dengesizliğe uğrama endişesi taşıyan kimseler de oruçlarını bozabilirler. (Fethü'l-Kadir - Kemal îbn Hümam; Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/234) Bu itibarla rahatsızlığı sebebiyle orucunu bozan kişinin, bozduğu orucu Ramazan ayı haricinde herhangi bir günde gününe gün kaza etmesi gerekir. İlave bilgi için tıklayınız: Zor, meşakkatli ve ağır işlerde çalışan kişi oruç tutmayabilir mi? Hangi mazeretler oruç tutmama nedenidir? 16 Bir kadının, kadınlara makyaj yapması caiz midir? Caiz ise, makyaj yaptıran kendisini nikah düşen erkeklere gösterdiğinde, makyaj yapan kişi sorumlu olur mu? 1. Kalıcı makyaj, bakılması veya dokunulması haram olan yerlerin epilasyonu, kaş inceltilmesi vs. gibi haram olan şeyler yapılmadığı müddetçe, güzellik merkezi açabilirsiniz. Zira süslenmek fıtratı değiştirmediği müddetçe helaldir. Ayrıca kadın kendi eşi için süslenebilir. Ancak kadının dışarıya, başkalarının dikkatini çekecek şekilde süslenerek çıkması, kendi sorumluluğu altında olup onun vebali ve sorumluluğu kendinedir. 2. Öte yandan yapacağınız makyajda kullanılan malzeme ve kozmetikte pis ve zararlı bir madde bulunmamalı, abdest alırken suyu altına geçirmelidir. Oje gibi vücut üzerinde tabaka oluşturup da suyun bedene ulaşmasına engel olanlar, abdest ve gusle dolayısıyla namaz kılmaya da engeldir. Eğer makyaj malzemesinde necaset (dinimizce pis sayılan madde) varsa veya suyun deriye ulaşmasına engel oluyorsa, bunlar abdest ve gusülden önce temizlenmelidir. Kullandığınız makyaj malzemesinin suyu geçirip geçirmediğini konunun uzmanları bilir. İlave bilgi için tıkalyınız: Dinimizde bir bayanın makyaj yapması caiz midir? 17 Allah sakat veya mutasyona uğramış canlıları niçin yaratıyor? Konuyu birkaç noktada değerlendirecek ve analizin sentezini sizlere bırakacağız. 1. Kâinat Allah’ın mülküdür. O, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Hangi canlıların yaratılacağı ve bunların ne şekilde olacağı tamamen O’nun takdirine bağlıdır. Bu yaratılışta Allah; büyüme, gelişme, farklılaşma ve çoğalma gibi bazı kanunlar koymuş ve bu kanunları da bir takım sebeplere bağlamıştır. Bu kanunlar sadece insanlar için değil, bütün canlılar için geçerlidir. Allah her canlı türüne en gelişmiş ve o canlıya en uygun bir uç noktası vermiştir. Buna kemal noktası, yani o canlının en mükemmel hali deniyor. Lalenin en güzeli, en mükemmeli olduğu gibi, gülün de, bülbülün de, ineğin de, sineğinde ve atın da bir kemal noktası vardır. Bu kemal noktaya o canlı türünün ulaşması için bir takım sebep ve kanunlar vardır. O kanunlara uyulmaması halinde, o canlı kemal noktasına ulaşamadan ömrünü tamamlar. Bunun insan olması, bitki veya hayvan olması fark etmez. Mesela, ihtiyacı olan suyu veya besini yeterince alamayan bir canlının yapısında bir takım kusurlar meydana gelir. Bu noksanlığın ve hastalığın derecesi, o canlının ihtiyacı olan maddenin temini ile doğru orantılıdır. Aynı şekilde, embriyo safhasında radyasyona maruz kalan bir canlıda, mutasyon adı verilen bazı değişiklikler olabilir. Radyasyonun süresine ve şiddetine göre, o canlıda sakatlıklar ve anormallikler ortaya çıkabilir. Bir canlının radyasyon veya benzeri kimyevî reaksiyonlara maruz kalması tabiî ortamda olabileceği gibi, laboratuarda da yapılabilir. Mesela, farelere veya tavşanlara laboratuarlarda uygulanan kimyasal bir takım deneyler, onların şu veya bu şekilde sakat kalmasına yol açabilir. Bu yolla olabilecek bütün değişiklik ve farklılaşmalar, araştırma ve inceleme konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ön bilgilerden sonra sorudaki; “Allah sakat veya mutasyona uğramış canlıları niçin yaratıyor?” sorusuna dönersek bunun iki cevabı olabilir. Birincisi, siz sebep ve kanunları ne kadar değiştirirseniz değiştirin, her canlı mutlaka en mükemmel şekilde yaratılır. Diğeri de, siz sebep ve kanunlara müdahale ettiğiniz zaman, ona göre sonuç alırsınız. Şu anda kâinatta cereyan eden ikinci şıktır. Yani Cenab-ı Hak, bizim sorduğumuz soruya cevap veriyor. Bu O’nun hikmetine ve adaletine daha uygun değil mi? Mesela, biz anne karnındaki on günlük bir fare embriyosuna belli dozda X ışını vererek nasıl bir cevap alacağımızı merak ediyoruz. Bu sorumuzu sorduğumuz, yani uygulamayı yaptığımız zaman cevabını alırız. Bunun cevabı belki sakat veya hastalıklı bir fare olacaktır. Cenab-ı Hak, her şeyi bir kanuna ve sebebe bağlamış. Bu sebeplere veya kanunlara uyup uymamaya göre, canlılar âlemindeki fertlerde bir takım şekil bozuklukları veya hastalıklı yapılar ortaya çıkmaktadır. Siz buna isterseniz soruya göre cevap diyebilirsiniz. Canlılar âleminde hangi soruya ne cevap alınacağı da deneme ve uygulamalarla anlaşılmaktadır. Allah’ın yaratılıştaki hikmeti, adaleti ve hâkimiyeti bunu gerektiriyor. 2. Allah, mülkün tek sahibidir. Bütün dünya ve ukbanın tasarrufu ona aittir. Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. İsterse arsasına bina diker, dilerse ekin eker. Hiçbir 18 surette onun bu tasarrufu kendisini haksız konuma sokmaz ve sorumlu yapmaz. Allah’ın bin bir ism-i celili vardır ki, bunların her birisi farklı bir sanat, farklı bir tecelli, farklı bir yansımayla tezahür etmek ister. Mesela, Rezzak ismi rızka muhtaç olan canlıların varlığını istediği gibi, Şafi ismi de hastaların / hastalıkların olmasını ister... Kâinattaki farklılıklar, bu isimlerin farklı tecellilerinden kaynaklanmaktadır. Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetinin -muhatapları olan şuurlu varlıklar tarafından- tam anlaşılması için sanat eserlerinin farklı estetiğe, biribirine ters düşecek şekilde bir zıtlık içerisinde olması gerekir. Çünkü, “Eşya ancak kendi zıddıyla bilinir.” ilmî kaidesi gereğince varlıklarda zıtlıkların olması şarttır. Ta ki, “hakaik-i nisbiye” denilen izafî, nisbî, göreceliği olan gerçekler ortaya çıksın ve bu şekilde farklı sanatlar arasındaki farklılık idrak edilsin. Bu açıdan denilebilir ki, güzellerin güzellikleri, çirkinlerin çirkinliğine, mükemmellerin mükemmelliği, noksanların kusurlarına borçludurlar. Allah, insanların ve hayvanların cesedini ruhlarına bir elbise olarak giydirmiştir. Ruhu değişik isimlerinin tecellilerini göstermeye bir model yapmıştır. Farklı ceset / beden gömleklerini bu her kalıba uyan esnek ruh modeli üzerinde -kısaltarak, uzatarak, eksilterek, kesip biçerekfarklı biçimlerde dikmeyi irade etmiştir. İşte bu farklılığın olması, ilahî ilim, kudret ve hikmet gibi daha pek çok isimlerinin tecellisini göstermeye yöneliktir. Buna göre, aksaklar, âmalar dahil her varlık bir harika sanattır; Allah’ın ilmini, kudretini, hikmetini yansıtmaktadır. Biz insanlara göre noksan görülen durumlar da aslında harika birer sanat eseridir. Nazik, nazenin ve biraz da nazlı olan insanoğlu dışındaki varlıklar genellikle kendi durumlarından memnundurlar. Örneğin hiçbir karınca fil olmadığı için, hiçbir sinek deve olmadığı için şikayette bulunmaz. Her şey kendi kamet-i kıymeti nispetinde Rabbine medyunu şükran olduğunu bilir ve şükreder. Bu pencereden bakıldığında, aksak insanların da -iman şuuruyla- kendi hallerine şükretmek durumunda olduklarını idrak etmeleri, kısa birkaç gün dünya hayatında bu noksanlıklarına karşı büyük bir mükâfat göreceklerini düşünmeleri, “biri veren bini kazanan kimsenin zarar etmediğini, aksine büyük kâr ettiğini” bilmeleri ve rablerine şükretmeleri gerekir. Ruhları bakî olan hayvanların da varlıklarının bir şükrü olarak -aksak da olsalar- Rablerine teşekkür ediyorlar. “Her şey Allah’ı hamd ile tesbih ediyor.” (İsra, 17/44) mealindeki ayetten bu gerçeği anlamak mümkündür. 19 Kur’an’da "Başınıza gelen musibetler kendi nefsinizden" mealindeki ayet ile “Musibetler en çok peygamberlere ve velilere gelir” anlamındaki hadisi nasıl anlamalıyız. Peygamberler masum olduklarına göre nefislerinden gelmesi ne demektir? İlgili ayet şöyledir: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise senin kendi nefsindendi.”(Nisa, 4/79). İlgili hadis de şöyledir: “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takib edenler, sonra onları takip edenlerdir. Kişi dinine göre müptela kılınır (imtihana çekilir). Eğer dininde salabetli ise imtihanı (göreceği bela ve musibet) ağır olur. Eğer dininde gevşek ise o oranda imtihan edilir. Bela o kimseyi devamlı takib eder. Nihayet onu bırakıncaya kadar. Böylece kul, yeryüzünde hatası olmadığı halde yürür.” (Râmûzu’lEhâdîs, s. 71, 983. hadis. Ahmed b. Hanbel, Buharî, Tirmizî, İbn-i Hıbban, Müstedrekten. bk. İbn-i Mâce II, 1321, 1331, 1335) Bu ayette hitap görünürde Hz. Peygambere (asv) olmakla beraber gerçekte bütün insanlaradır. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri). Bu sebepledir ki, bazı meallerde bu cümle “Ey İnsan! “diye başlamıştır. Her musibette iki yön vardır. Biri, insanın işlediği suçlardan dolayı gördüğü ceza manasına gelir; diğeri, Allah’ın merhametinin tecellisine bakar. İnsana bakan yönüyle her musibet ilahî adaletin bir yansımasıdır. Bir ihkak-ı haktır, bir cezadır ve dolayısıyla da bir kefarettir. Allah’ın rahmetine bakan yönüyle her musibet, bir ilahî lütuftur, bir iltifattır, bir korumadır, bir inayet cilvesidir. Çünkü, büyük suçların büyük merkezlerde, ağır ceza mahkemelerinde görülmesi, küçük suçların küçük yerlerde, ilçelerde, nahiyelerde olması bir hukukî kural gibidir. Bu kaideye binaen, musibetler müminler için küçük bir yer olan dünyada olması, ahiretteki ağır ceza yeri olan büyük mahkemeye bırakılmaması, Allah’ın bu kulları için bir lütfüdür, hafif bir ceza ile onları kurtarma operasyonudur. “Ebrar” denilen salih kimseler için iyilik sayılan bazı şeyler “mukarrebîn” denilen daha üst seviyedeki kimseler için günah sayılabilir. Peygamberimiz (asv)'in “Kalbime bazı tortular konar da günde yüz defa istiğfar ederim” manasına gelen hadis-i şerifi bu manada anlamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında peygamberler ve veliler için söz konusu olan musibetler -bizim bildiğimiz günahlar sebebiyle değil- onların kendi çaplarında Allah karşısında hissettikleri kusurları sebebiyledir ve kefaretten ziyade onların derecesini yükseltir. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu mütalaaları konuya ışık tutacak mahiyettedir. Özetle şöyle der: “Ben her ne zaman insanları irşat etmeyi, onlara iman ve Kur’an hakikatlerini ders vermeyi bırakmayı ve yalnız kendi şahsımı kurtarmak için şahsî ibadetlerime yoğunlaşmayı düşündüğümde, Allah tarafından bir şefkat tokadını yedim...” 20 Bu ifadelerinden anlaşılıyor ki, şahsî kemalatı kazanmak, şahsî ibadetlerini arttırmak, kendi kusurlarını düşünüp kendiyle meşgul olmak gibi herkes için son derece güzel ve sevaplı olan bu durum asrın müceddidi olan Bediüzzaman için bir suç gibi görülmüş ve tokat yemiştir. Fakat bu tokat, bu musibet onun için çok büyük sevaplara medar olduğu için Allah’ın bir lütfu olmuştur. O da bunu böyle telakki etmiştir. Diğer taraftan bela kelimesinin sözlük anlamı imtihandır. Musibet ise, isabet eden, başa gelen demektir. Terim olarak BELA, insanların test edilmek üzere tabi tutulduğu imtihanın adıdır. MUSİBET ise, bu imtihanın içerisinde yer alan sıkıntıdır. (bk. el-Müfredât, s. 61) Bu açıdan, büyük zatlar en büyük belalarla imtihan edilmiş, bu imtihanlarda başarılı olmuşlardır. İmtihanın büyüklüğü nisbetinde, elde edilecek derecenin büyüyeceği de açıktır. Çünkü en büyük belalara maruz olanlar önce peygamberler, sonra da fazilette onları takib edenlerdir. Bu ve benzeri hadisler, peygamberlerin ve onlarla beraber o belaları göğüsleyen arkadaşları sahabelerin ne büyük imtihandan geçtiklerini göstermektedir. Rasulüllah (a.s.m.) son peygamber ve Kainatın Seyyidi olduğuna göre imtihanı en büyük olan peygamberdir. Sahabeleri de onunla birlikte çilelere ve bu büyük imtihanda derecelerine göre hisselere sahiptirler. Bir Müslümanın başına gelen her sıkıntı da, onun hakkında mutlaka hayırdır: Ya geçmiş günahlarını siler, ya gelecek bela ve musibetlere engel olur, ya ilahi bir ikaz ve uyarıdır, ya da manevi makamının daha da artması için bir denemedir. İlave bilgiler için tıklayınız: Cenâb-ı Hakk bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı... Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür? 21 Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)’in söylemiş olduğu; güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz vallahi ben davamdan vazgeçmem, sözünün kaynağı nedir? Mekkeli müşriklerin Peygamber Efendimize (asv) yaptıkları tertip, eziyet ve işkencelerin hiç biri Resûl-i Ekrem Efendimizi (asv) İslâmı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Talib de, yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilakis onu koruyordu. Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Talib'e gelerek; Ey Ebû Talib; yeğenin putlarımıza ve dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil." dediler. Ebû Talib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih edecekti? Sonunda yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı. İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Talib'e tekrar başvurdular: "Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız." Ebû Talib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek istemezdi. Ama, yeğeni Kâinatın Efendisi (asv)'den de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) yanına çağırarak yalvarırcasına, "Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç." dedi. Durum oldukça nazikti. Bir bakıma o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmilik eden Ebû Talib'di. O da mı himâyeden vazgeçecekti? Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (asv), bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakiki muhafızının Cenâb-ı Hak olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: "Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm." 22 Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriyâ (asv)'ın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Talib; "Yeğenim benim," diyerek boynuna sarıldı ve "İşine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim." diye konuştu. Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib'in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar. (bk. Sîretu İbn Hişam, 1/266; İbnu Seyyid’nnas,Uyunu’l-eser, 1/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474; Beyhakî, Delail’u’nNübüvve-şamile- 2/63; Taberî, 2/218-220) 23 "İlmi dünyevî menfaat elde etmek için öğrenenlerin Cennetin kokusunu dahi duyamayacaklar.” ve “Riya için ilim öğrenenin yüzüstü cehenneme sürüklenecek.” hadislerine göre, bilim ve teknoloji ile ilgilenenler cennet kokusu görmeyecek midir? İlgili hadisin tam tercümesi şöyledir: “Allah’ın rızasını elde etmek için öğrenilmesi gereken bir ilmi, dünyevî bir menfaati elde etmek için öğrenen kimse, kıyamet günü cennetini kokusunu dahi alamaz.”(Ebu Davud, ilim,12). İlimler gayeleri açısından ikiye ayrılır. Bunlar, doğrudan Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik olan akaid, fıkıh, tefsir, hadis gibi dinî ilimler. Doğrudan bu gayeye yönelik olmayan, dolaylı olarak bu amaca yönlendirilebilen -fizik, kimya, astronomi, sosyoloji; tıp gibi- teknik ve teknoloji ile ilgili dünyevî / fennî ilimler. Dünyevî ilimlerin asıl maksadı, ibadet edip sevap kazanmak olmadığı için, onları sırf dünya menfaati için öğrenen kimse için günah yoktur. Ancak, dinî ilimleri öğrenip de onları dünya menfaatine alet eden kimse için büyük vebal olur. Çünkü, bu tutumuyla kişi, iki yüzlülük etmekte, ahirette alması gereken sevabı bu dünyada almaya çalışmakta, Allah’ın dinini istismar ederek kendine menfaat sağlamakta, böylece çok yönlü bir münafıklık / iki yüzlülük göstermektedir. Hadiste -meal olarak- yer alan “Allah rızasını elde etmek için öğrenilmesi gereken bir ilmi...” ifadesi bu hususu açıkça belirtmektedir. Riyakârlıkla ilgili hadisleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Hadiste yer alan önemli bir nokta da “böyle yapan kimsenin cennet kokusunu bile almayacağı...” şeklindeki yargıdır. Bu yargı irşat üslubuyla ilgili olup, insanları bu tür yanlışları yapmaktan uzak tutmayı hedeflemektedir. Şöyle ki; Dinî ilimleri dünyaya alet edenler, aslında kalplerinde iman olmayan münafıklardır. Ancak imanı olan müminler de bazen münafıkların işlerini yapabilirler. Hadiste, gerçek münafık olanların portresi çizilmiş ve onların cennete giremeyeceklerine vurgu yapılmış ki, müminler de bu genel uyarıdan paylarını alsınlar. Bir Müslümanın iyi bir niyetle yaptığı çalışmalar da ibadet hükmüne geçer. Nasıl ki bir maya, süte girince tamamını yoğurda çevirir. İman ve ibadet mayasını, çalıştığı ve okuduğu işin içine atan birisi de, o işini ve çalışmasını ibadete çevirebilir. Bundan dolayı iyi niyet, iman ve ibadetle geçirilmiş bir ömürdeki bütün çalışmalar ibadet olarak sayılabilir. “Her çekirdek bir ağaçtır.” sözü doğrudur. Ancak her çekirdek bir ağacın programını taşıdığı halde şartlarına uyarak ekilmezse ağaç olamaz. Bunun gibi her ilimde insanı Allah'a götüren ve günahlarının silinmesine sebep olan bir sır vardır. Ancak çekirdek gibi olan bu sırrın açılması için de bazı şartlar lazımdır. İman, ibadet, niyet ve haramlardan sakınma gibi şartları yerine getiren onu ağaç gibi açabilecektir. Bir avizeye değer veren onun elektriğidir. Elektriği olmayan altın bir avize sizi karanlıktan kurtaramaz. Bunun gibi çalışmalarımız ve insanlığa olan faydalarımız bir avizedir. Onu aydınlatan ve nurlandıran ise iman, niyet ve ibadettir. 24 Geçmiş ümmetlerde namaz 50 (elli) vakit imiş; bir günde 24 saat var, her saat başı bir vakit namaz kılsalar yirmi dört vakit ediyor; onlar elli vakti neye göre nasıl kılmışlar acaba? “Yahudilerde günde elli vakit namazın farz olduğuna” dair bilgi, tefsircilerin görüşü olarak kaynaklarda yer almıştır. (bk. Razî, Beyzavî, Bakara, 286. ayetin tefsiri). Miraçta elli vakit namazın tedricen beşe indiğini gösteren hadis-i şeriflerdeki şu cümle özellikle vurgulanmıştır: “Namaz beş vakte indirildikten sonra şöyle hitap edildi: ‘Ya Muhammed! Benim nezdimde (hükmü kesinleşmiş olan) bu söz asla değiştirilmez. Bu beş vakit (Rabbinin bir lütfu olarak on misliyle kabul edilerek) senin için elli vakit sayılacaktır."(Buharî, salat, 1; Müslim, İman, 259, Tirmizî, salat, 159). Daha önceki ümmetlerde namazın elli vakit olduğuna elimizde kesin bilgiler yoktur. Buharî’nin rivayetinde Hz. Musa (as)’ın kendi ümmeti için elli vakit namaz olduğuna dair bir bilgi yoktur. Onun söylediği sadece şudur: “Rabbine müracaat et, çünkü senin ümmetin buna takat getiremez.”(Buharî, a.g.e). Müslim’in rivayetinde Hz. Musa (as)’ın; “Namazın vakitlerinin azaltması için Rabbine müracaat et, ümmetin buna takat getiremez.” manasındaki sözünden sonra “Çünkü, ben bu konuda İsrail oğullarını denedim, tecrübe ettim.” sözlerine de yer verilmiştir.(Müslim, a.g.e). Tirmizî’de de şu ifadeler yer almıştır: “İsra gecesi namaz elli vakit olarak farz kılındı, sonra azaltılarak beş vakte indirildi ve şöyle seslenildi: Ey Muhammed, benim katımda söz değişmez, senin için bu beş vakit namaz sebebiyle elli vakit sevâbı vardır.” (Tirmizî, a.g.e). Nesaî’de de şu ifadelere yer verilmiştir: “Musa: (Peygamberimize hitaben): ‘Ben, insanları senden iyi tanırım; İsrailoğullarından neler neler çektim, senin ümmetin bu elli vakit namaza hiç dayanamaz…’dedi”(Nesaî, Salat, 1). Dikkat edilirse bu hadis kaynaklarında, İsariloğullarına elli vakit namazın farz olduğuna dair açık hiç bir ifade söz konusu değildir. Bununla beraber mümkündür ki, İsrail oğullarına bir nevi ceza olarak bir süreliğine böyle bir vazife yüklenmiş olabilir. İlave bilgi için tıklayınız: Miraç gecesi namazın elli vakitten beş vakte indirilmesi... 25