ġAH ALĠ ABBAS OCAĞI’NDAN FETHĠ ERDOĞAN DEDE’YLE SÖYLEġĠ Ayhan Aydın Araştırmacı/Cem Dergisi Yayın Sorumlusu ÖZET Bu yazı, Alevi inanç ve kültürünün temel tarihî sembol şahsiyetlerinden olan Şah Ali Abbas Ocağından Fethi Erdoğan Dede’yle yapılan bir söyleşiden oluşmaktadır. Yazıda Fethi Erdoğan Dede’nin hayatı ile ilgili bilgilerin yanında Alevilik, dedelik, Anadolu Uygarlığı, yatırlar ve ozanlarla ilgili görüşlerine yer verilmiştir. ABSTRACT The article is about a conversation with Fethi Erdoğan, the personality and historical symbol of Alevite’s faith and culture, in Şah Ali Abbas Ocagı. In addition to the information about Fethi Erdoğan Dede’s life, people are informed about Alevism, dedelik, Anatolian Civilization, poets, tombs. “Alevi inanç ve kültürünün temel tarihî sembol şahsiyetleri olan, büyük bir geleneği günümüzde de yaşatıp devam ettiren dedelerimizle söyleşilerimize devam ediyoruz. Bunları sizlere her sayımızda aktararak Anadolu Türk tarihinin bilinmezlikler içine sıkışmış büyük zenginliklerinin önemli simâlarının dünyalarını sizlere açmaya devam edeceğim.Yeni söyleşilerde buluşmak dileğiyle hoşçakalın.” Sevgili dedemizle daha önce de birçok kez konuştuk, sohbet ettik ama kayıtlarımızda, arşivlerimizde yer alması, yayımlanması açısından, bu söyleşi son derece önemli. Çünkü şu ana kadar üretmiş olduğu şiirleri, yazıları, makaleleri, denemeleri, konuşmaları, söyleşileri, kısacası tüm ürünleriyle toplumumuzun gözü, kulağı olmak misyonunu yüklenmiş; gençlerin bilgilenmesi, toplumun aydınlanması yönünde çabalar harcamış sevgili Fethi ERDOĞAN dedemiz önemli bir isim. Niye söyleşi? Çünkü insanlar söyleştikçe, kafalarında biriktirmiş oldukları düşüncelerini aktarır, önerilerde, eleştirilerde bulunurlar. İnsanlar açık sözlü olup fikirlerini aktardıkları zaman, daha fazla yararlı olabilirler. İşte bu temel kaygılardan dolayı kendisiyle yeniden söyleşi yapma arzumuz doğdu. Önce Alevîlik, dedelik, Anadolu uygarlığı, yatırlar, ozanlar diyeceğiz, ama yıllarını bu işe vermiş değerli dedemizin geçmişini, çocukluğunu, yaşamını kendi ağzından dinlemek isteriz. Belki bu konular kitaplarda ve başka yerlerde de var ama kendinden dinlemek isteriz. - Sevgili dede, her şeyden önce nerede doğdunuz? Çocukluğunuz hangi ortamda geçti? Köyünüzde, ilçenizde neler gördünüz? Küçüklüğünüzde nasıl bir sosyal hayat vardı? O dönemdeki töreler, örf ve âdetler ne idi? Bunların anlatılması, tarihe geçmesi çok önemli. Dilerseniz, önce sizden bunları dinleyelim... - 1934 yılının Mayıs ayında Elazığ’ın merkez köyü olan Mığı, yeni adıyla Sedeftepe Köyü’nde dünyaya geldim. Çocukluk dönemimde, babam çiftçilikle geçimini sağlardı. Ben de bir köylü çocuğu olarak kuzu otlatmak işinden işe başladım. O dönemde, radyo, televizyon gibi yayın organları yoktu. Karagöz, Babacan ve Köylü gibi gazeteler pek az da olsa köyümüze ulaşır ve okunurdu. O günkü insanlarımız, bir araya geldiklerinde ekseriyetle inançtan ve güzel ahlâktan söz açıp sohbet ederlerdi. Siyaset ve ticaret çok söz konusu olmazdı. Felsefemizi ve inancımızı içeren kitaplar da herkesin elinde bulunmazdı. Zaten okur-yazar insanımız da parmakla gösterilecek kadar azdı. Sohbeti güzel olan, tarihten ve inançtan haberdar kişiler konuşur, diğerleri dinler ve konu üzerinde fikir sahibi olmaya çalışırlardı. Edebiyatımızın temelini teşkil eden deyişler çalınıp söylenirdi. Bu söylenen deyişler, arif kişiler tarafından genişletilerek derin mânaları dinleyenlere anlatılırdı. Sözlü gelenek hâlindeki kültür ve felsefemiz böylece yaşamımız üzerinde etkin olurdu. Atalarımızın güzel öğüt ve nasihatleri, ozanlarımızın ve âşıklarımızın çalıp söyledikleri deyişler, biz yeni kuşakları tasavvuf felsefesine yöneltirdi. Köyümüzde okul olmadığı için kendi kendime öğrendiğim okur-yazarlıkla, hanemize mihman olan ozanlardan ve dedelerimizden deyişler yazarak ezberliyordum. 1946’da köyümüze gönderilen bir öğretmen, ahşap bir evde bizim kuşağımız olan çocukları okutmaya başladı. Ben de bu arada üç yıl okula gitmiş oldum. Sanata aşırı merakım bu devrede beni okula gitmekten alıkoydu. Diyarbakır’daki akrabalarımızın yanında iki yıl sıhhi su tesisatı zanaatına devam ettim. Askerlikten sonra da Elazığ’da mesleğimle ilgili dükkan açıp zanaatımı icra ederek geçimimi sağladım. İş faaliyetlerimin yanı sıra, sosyal faaliyetler içerisinde bulunarak mesleğime yakın sanatkâr arkadaşlarla bir derneğin kurulmasına öncülük yaptım. On dört yıl gibi bir zaman boyunca bu zanaatkâr arkadaşlarıma hizmet verdim. Bu sosyal faaliyetlerim sırasında mezhep farkı gözetmeden Sünni kardeşlerimizle maddî-manevî yardımlaştık. Sevgi ve saygıda birbirilerimize karşı kusur işlemedik. 1960’lardan sonra ideolojik ve siyasî çatıĢmalar baĢ gösterince, bazı fanatik kiĢiler bu mutlu yaĢamımızı karartan giriĢimlerde bulunarak, ayrılık tohumları ektiler. 1970-1980 yılları arasında, o günkü tatsız ortamdan rahatsız olan (Alevî ve Sünni kökenli) insanlarımız bulundukları vilâyetleri terk etmek mecburiyetinde kaldı. 1970 yılında, ben de o günkü iĢimi Elazığ’dan Bursa’ya nakil ettim. Halbuki yukarıda da anlattığım gibi; Elazığ’da, her mezhepten olan insanlarımız birbirilerine karşı sevgi ve saygı göstererek mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürürlerdi. Eski adı Harput olan Elazığ’da birçok “yatırlar” vardır. Alevî’siyle – Sünni’siyle bu yatırlara giderek kurbanlar keserdik. Fakirler doyurulup, muhtaç olanlar giydirilerek hayırlar yapılırdı. Bayramlarda ve sayılı günlerde birbirimizi ziyaret ederek gönüller kazanırdık. Birbirimizin çocuklarına kirve olup peygamber dostlukları kurardık. Özlemini duyduğumuz o mutlu günlerimizi bize haram edenler, siyasî ve ticarî çıkar peĢinde olan menfaatperest hain kiĢilerdi. Ortaya çıkardıkları mezhep ve ırkçılık polemikleri ve provokasyonları ile kardeĢ kavgası yarattılar. İşin en acı tarafı da, köylerden şehirlere inen Alevî toplumunun kendisine has bir ibadet yeri bulamamış olmasıydı. Alevî’nin kendisine has İslâmî yorumu, Sünni İslâmî yorumundan hayli farklı olduğu için, bu iki mezhebe mensup insanların birlikte ibadet etmeleri mümkün olmuyordu. Köylerdeki cem evlerinde sorunlarını kendi aralarında halledip “ahlâksal yaşam ve barışık düzen” yaşamını hayatlarına geçirip yaşayan Alevîler, şehirlerde bu erdemli yaşamlarını sürdüremedikleri için büyük bir boşlukta kaldılar. Bu boşlukta kalan Anadolu Alevîleri, dinî vecibelerini yerine getirememeleri; kara yobaz cahiller tarafından fırsat bilinerek, türlü isnat ve iftiralarla karalanıp dışlandılar. Tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunun azizliğine uğrayan ve şehirlerde ibadethane yapamayan Alevîlerin yeni yetişen genç kuşakları bu boşluk içerisinde; örfünü, âdetini, inancını ve ibadetini öğrenme fırsatı bulamadığından, dinî ve felsefî konularda tamamen bilgisiz kalmış oldu. Halbuki; eline-diline-beline sahip, eşine ve işine sadık bir toplum olan Alevîler, ibadete yönelmeden evvel yaşamlarının hesabını vererek “kul hakkından” arınırlardı. Küsülü olan barışırdı. Kul hakkı yemiş olan öderdi. Gönül inciten, incittiği gönlü kazanırdı... Tüm bu erdemli davranışlar tamamlandıktan sonra ibadet yapılabilirdi. Böylece devletin güvenlikle ilgili makamları da meşgul edilmeden, “ahlâksal bir yaşam ve barışık bir düzen” içerisinde yaşanmış olunurdu. - Hangi “ocağa” mensupsunuz? - Kabul edilir isem, Şah Ali Abbas (Celal Abbas) ocağına mensubum. Soy atalarımın, bugünkü iskân yerleri olan Elazığ’ın Sedeftepe (Mığı) köyüne gelişleri soy şeceremizde özet olarak şöyle geçiyor: Şah Ali Abbas’ın merkâdi Kerbelâ Çölü’nde, Bingazi şehrindedir. Şah Ali Abbas Hazretleri’nin birinci evladı Koç Haydar oğlu Şah Cüneyd, (Esseyyin Ali kökünden) Kerbela Çölü’nden sökün edip Horasan’a, oradan da Buhara, Erdebil, Kars, Ardahan ve Durnik üzerinden Pertek-Coravan köyüne uğrayarak Harput’un Mığı köyüne yerleşmişlerdir. Kerbelâ’dan çıkış ile Horasan üzerinden adı geçen vilayet ve kasabalardan geçerek, Mığı köyüne gelen soy atalarımın on sekizinci kuşağı olan Seyyid İbrahim ismindeki zât Mığı’ya gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, soyadı kanunu çıkıncaya kadar (1934) Mığı köyünde ve devlet dairelerinde kabinemizin sanı, “Seyyid İbrahimler” olarak geçmekteydi. Tarihî belge niteliği taĢıyan soy Ģeceremizi, Latin harfleri ile günümüz Türkçe’sine çevirebilmek için uzun yıllar uğraĢtım. Değerli dostum Mehmet YAMAN ile bir kısmını çevirmiĢ olduk ama bu yeterli değildi. 2000 yılının Ocak ayında tanıĢtığım değerli ilim adamı sayın Prof. Dr. Alemdâr Yalçın, bahsi geçen Ģeceremizin çeviri iĢini Ankara Gazi Üniversitesi’ndeki ekibi ile birlikte yaptılar ve yayımladıkları HACI BEKTAġ VELĠ AraĢtırma Dergisi’nin Eylül-2001 sayısında (s.17) yayımladılar. Bu değerli ilim adamlarımızın, tarihimize, kültürümüze ve felsefemize dair yaptıkları büyük hizmetlerden ötürü, minnet ve Ģükranlarımı buradan iletmeyi bir borç bilirim. Bir “ocakzâde” olarak; günümüz Alevîleri’nin yetmiĢ iki milletten farklı olan erdemli yaĢamımıza ilgisiz davranıĢlarına da üzülüyorum. Bugüne kadar, biz Alevîleri asimile etmek için köklü tedbirler alıp yoğun çaba sarf eden devletin ilgili makamları, bugün soy Ģeceremizi toplayıp değerlendiriyor ve inancımızı, ibadetimizi yaĢamamız için gayret gösteriyor. Bu sevindirici ortamı kuĢku ile karĢılayan bazı bihaber insanlarımız, erdemli yaĢamımızı kazanmamıza engel olacak Ģekilde tavır takınıyorlar. Bu cahilane gaflet ve delâlet, tarihî bir hata olduğu gibi Alevî felsefesine de büyük bir hıyanettir. - Galiba daha da kötüye gidiyoruz... - Ağacın “kurdu” içinden olmazsa, dıĢındaki haĢarat öldürücü zarar veremez!.. Günümüzdeki Alevî hareketinin “kurdu” içerisindedir. Muhammedî Ġslâm uğrunda malını ve canını feda edip inancından ödün vermeyen insanlık timsali zâtların soyundan olan yozlaĢmıĢ ve onursuz kiĢilerin, maddî çıkarları uğruna vermedikleri ödün ve yapmadıkları hata yok. Muhammedî Ġslam, Mekkeli müĢriklere zor geldiği gibi, Alevîliğin “Eline – Diline – Beline sahip, EĢine ve ĠĢine Sadık Olmak” Ģartları da bugünün Alevî kökenli yozlaĢmıĢ riyakârlarına zor geliyor. Ġnsanlığın temel unsuru olan bu ölmez Ģartlar; Emevîler gibi saltanat ve sömürü düĢkünü olan Alevî kökenli riyakârlara bayağı zor geliyor ki, yarım asırdan beri Alevîliğin temel Ģartlarını ortadan kaldırmak maksadıyla; “ikrârsız - imansız, edepsiz – erkânsız, pirsiz – rehbersiz, vicdansız – merhametsiz, ilimsiz – irfansız ve secdesiz – sücutsuz” bir yol peĢinde koĢtular. Hz. Ali Murteza’nın dahi fethedemediği birer “inkâr” kalesi olup yolumuzun önünü tıkadılar. Bugüne kadar yol sürmemize engel olan iki sebep vardı. Biri nefs-i emaremiz diğeri de Emevî’nin kara yobazları idi. Günümüzde ise yol sürmemize en büyük engel, yukarıda bahsettiğimiz Alevî kökenli olup sonradan yozlaĢan riyakârlardır. Bundan dolayıdır ki, “Alevî hareketinin kurdu içerisinden”dir dedik. - Yol sürmemize üçüncü bir engel olarak gördüğünüz bu yozlaşmış kişilerin engelini nasıl aşacağız? - Ġkrârından çözülen bu yozlaĢmıĢ kuĢak, 1960’tan bu yana üçüncü kuĢağını da yetiĢtirdi. Yani, dinsizden imansız türedi. Böylece itiraf edelim ki iĢimiz bir hayli zor. Bu yozlaĢmanın sorumlusu önce, iktidar olan hükümetlerdir. Sonra da tüm Alevî toplumu, bu tarihî hatanın sorumlusudur. Toplum olarak, bu hüzün verici “yozlaĢma” felaketine seyirci kalındı. Müdahale edenler de yalnız bırakıldı. Hâlen daha bu “seyirci kalıĢ” durumu devam ediyor ve her gün biraz daha kan kaybediyoruz. Alevî toplumunu yozlaĢtırma fırtınası tek yönlü esmiyor. Çok yönlü esen felaket rüzgârı, koca çınarı kökünden sarstığı hâlde, seyirci durumundaki taban bir türlü harekete geçmiyor. Çünkü toplumun “inançlı” tabanı bu konuda bilinçli değil. Felaketin farkında ama üzerine düĢen görevlerden bîhaber ve acizdir. Örfünü, âdetini, geleneğini ve inancını hâlen daha muhafaza eden bu tabanı bilinçlendirip seyircilikten kurtararak harekete geçirmeden, yozlaĢmanın önünü kesmek mümkün değildir!.. Tabanı bilinçlendirip harekete geçirmenin yolları ise: 1- ĠĢin bilincinde olanlar, seyirci durumunda olanları uyarmak için rahatını düĢünmeden, çaba sarf edip bu insanların cem evlerine gelmelerini ve bilinçlenmelerini sağlamalılar. 2- Cem evlerimize gelen insanlarımıza çağdaĢ ve gerçek bilgiler verilip yozlaĢma virüsüne karĢı koruyucu bilgiler öğretilmeli. 3- Muhammedî Ġslâm ve diğer inançlar arasındaki farklılıklar, ilmî bir Ģekilde insanlarımızın kafasına sokulmalı. 4- “Alevîyim” diyen her kiĢiye, “ikrâr” verip sorumlu olduğu “ocağı” tanıması için yardımcı olunmalı. Her “yol kardeĢine” de musahip tutturulup maddî-manevî yardımlaĢma sağlanmalı. Aksi hâlde, yol ve erkândan bîhaber yaĢayan insanlarımızın yetiĢtireceği yeni nesillerin, Muhammedî Ġslâm’ın bilgisinden mahrum olarak yetiĢip asimile olmaları kaçınılmaz bir musibet olacaktır. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed ve ona inanan müminler, “karanlık çağ”ın imansız ve ahlâksız müĢrikleriyle on yıl Mekke’de on yıl da Medine’de savaĢıp yakınlarını ve yoldaĢlarını “Ahlâksal YaĢam ve BarıĢık Bir Düzen” uğrunda Ģehit verdiler ve ağır bedeller ödediler... O’nun elçiliği vasıtası ile mümin-müslümanlar, Tanrı’nın ilahî emirlerine mazhar olup kendi özlerini öğrenmiĢ oldular. Hz. Peygamberimiz, bu kutsal hizmetinden ötürü ümmetinden bir karĢılık beklemedi. “Ġyilik ve güzellikten yana olup Ehlibeyt’imi sevin. Ben sizden baĢka bir Ģey istemiyorum!” dedi (Bkz. ġûra Suresi/23). Fakat ümmetinin riyakâr olanları, Hz. Peygamberimizin bu özverili vasiyetine aldırmadan O’nun vefatını müteâkip Ġslâm evveli “karanlık çağ”daki yaĢamlarını yeniden hayata geçirerek yaĢamaya baĢladılar. Ġslâm’ın temel ilkelerine aykırı olan bu irtica (geriye dönüĢ), Ehlibeyt (Ehlibeyt : Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin) tarafından tepki ile karĢılandı ve riyakârlarca müslümanlığı kabul edenlerle Ehlibeyt arasında (sonsuza kadar sürecek olan) “Hakk ve bâtıl”ın kavgası yeniden alevlenmiĢ oldu. İblis gibi ikrârına sadık kalmayan, Mekkeli müşriklerin lideri Ebu Süfyan ve taifesinin, Ehlibeyt’e yaptığı zulüm ve katliamın dünyada eşi görülmemiştir (Bkz. : Fuzuli, “Saadete Ermişlerin Bahçesi” ve Yaşar Nuri ÖZTÜRK “Kur’an’ı Anlamaya Doğru” Sf. 39-40 ve “İslâm Nasıl Yozlaştırıldı” s. 575 Yeni BoyutİST.) Ehlibeyt’e mülâki olup Muhammedî İslam’ı yaşamak isteyen nice Hakk dostu mümin müslümanların da Süfyanî irticacıların zulmüne uğrayarak Hakk yolunda ağır bedeller ödedikleri tarihî bir gerçektir. Böylesi ağır bedeller ödeyerek, Hakk’ı ve adaleti ayakta tutmaya çalışan bir soyun evlatlarının ise bugün iğreti, sefil ve aldatıcı bir yararlanma ( Bkz. : Âli İmrân Suresi / 185; Yunus Suresi/23) uğruna, Hakk ve adalet yolunu terk ederek, haksız, adaletsiz, merhametsiz ve zulümkâr bir güruhun yanında yer alması, insan onuru ile bağdaşan bir şey değildir. Böylesi kötü bir gidişe karşı önlem almadan seyirci kalmak da haksız ve adaletsiz gidişe destek olmak demektir!.. - Asırlar boyu baskı ve zulüm görmesine rağmen inancından ve felsefesinden ödün vermeyen bir toplum, ne oldu da yarım asır gibi bir zaman diliminde inancını, ibadetini ve erdemli âdetlerini terk edip bile bile soyunun asimile olmasına göz yumup kulak tıkayarak razı oluyor? - Yukarıda da değindiğimiz gibi insanın mayasında saltanatlı yaĢama karĢı aĢırı bir heves vardır. Bu hevesin insan bünyesindeki üretici unsurunun adı “nefs-i emmâre”dir. “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefisinin ona neler fısıldadığını da biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf Suresi / 16) “İyilik ve güzellikten sana her ne ererse Allah’tandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse kendi nefsindendir. Biz seni insanlara bir resul olarak gönderdik. Tanık olarak Allah yeter.” (Nisa Suresi / 79) İlahî emirlerde de görüldüğü gibi; iyilik ve güzellikle ilgili ne varsa Allah’tan, kötülük ve çirkinlikle ilgili yaramazlıklar ise kişinin kendi nefsinin aşırı isteklerindendir. O hâlde kişi, nefsinin arzularını dizginleyerek, iradesine sahip olmalı ve yapacağı her işi, konuşacağı her sözü vicdanına danışmalıdır. Aklı ile gönlünü, iradesine hâkim kılan kişi merhametli olur ve mazluma yardım eder. Kötülük ve çirkinliğe karşı da tavır koyar. “Kullar ki sabredenlerdir, özü-sözü doğru olanlardır, Hakk huzurunda duranlardır, nimet ve imkânlardan başkalarını yararlandıranlardır; seherlerde bağışlanmak için yakaranlardır.” (Âli İmran Suresi / 17) İşte Muhammedî İslâm’ın temelinde yatan felsefe budur. Ne yazık ki müslüman olduklarını söyleyen riyakârlar, Hz. Peygamberin vefatından itibaren bu felsefeyi terk ettiler. Halbuki Allah’ın elçisi, aşağıdaki ilahî emirlerle ümmetini uyarmıştı: “İçinizden hayra çağıran, doğruluk ve güzelliği belirlenmiş olanı emreden, kötülük ve çirkinliği belirlenmiş olandan alıkoyan bir topluluk olsun. Kurtuluş ve zafere eren işte onlardır.” “Kendilerine açık seçik kanıtlar geldikten sonra, çekişmeye girip fırkalar hâlinde parçalananlar gibi olmayın. Böyle olanlar için çok büyük bir azap vardır.” “Gün gelir bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara şöyle denir: İmanınızdan sonra küfre mi düştünüz? Hadi, saptığınız küfür yüzünden tadın azabı.-” “Yüzleri ağaranlara gelince, onlar, Allah‟ın rahmeti içindedirler. Sürekli ondadır (mutluluk içerisindedir) onlar.” (Âli Ġmran Suresi / 104-105-106-107) Bu ilahî emirlerde önerilen yaĢamın tam tersini, müslümanların hayatına zorla geçiren Emevî iktidarları, Ġslâm’ın en taze çağında, kendi örf ve âdetlerini Muhammedî Ġslâm’mıĢ gibi hayata geçirdiler. Ġslâm dini ile âdeta eğlendiler. Yüce Allah, daha önce bu gibi münâfık güruhları uyarmasına rağmen, saltanat ve sömürü hırsları ağır basan gönlü kör, kalbi taĢ olan müĢrik güruh bir türlü ıslah olmadı. (Bkz. : YaĢar Nuri ÖZTÜRK, “Kur’an’ı Anlamaya Doğru”, Yeni Boyut ĠST-1998 Sf. 39-40) “Dinlerini oyun ve eğlence hâline getirmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak da o Kur‟an ile şunu hatırlat: - Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığına teslim edilirse onun, Allah dışında ne bir dostu kalır ne de şefaatçisi. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte bunlar, kazandıklarına teslim edilmişlerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve korkunç bir azap vardır.-” (En’âm Suresi / 70) - Muhammedî İslâm diyorsunuz? Bu tanımlamayı biraz açıklar mısınız? - Daha önce de söylediğim gibi, Hz. Muhammed, Allah elçisi olarak, kendisinden önce gelen elçilerin/resullerin, insanoğluna önerdikleri “Ahlaksal YaĢam ve BarıĢık Düzen”i gündeme getirmiĢti... Tüm insanların kardeĢçe yaĢamalarını, zenginlerin fakirleri “köle” olarak alıpsatmamalarını, kadınların “cariye” adı altında zenginlerin haremlerinde metres hayatına mahkum edilmemelerini, kız çocuklarının diri diri kuma gömülmek suretiyle öldürülmemelerini, siyahın beyaza, beyazın siyaha; Arap’ın Arap olmayana; Arap olmayanın Arap’a üstün olmamasını ve kan davalarının son bulmasını istiyordu. “Şu bir gerçek ki, müminler sadece kardeştirler. O hâlde kardeşleriniz arasında barışı sağlayın ve Allah‟tan korkun ki, size merhamet edilebilsin.” (Hucurât Suresi/ 10) “Ey inanlar! Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin. Olabilir ki, alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Alay ettikleri, kendilerinden hayırlı olabilir. Öz benliklerinizi ayıplamayın/kendi nefislerinizde ayıplar aramayın; birbirinize kötü lakaplar yakıştırmayın. İmandan sonra fâsıklıkla adlanmak ne kötü şeydir. Kim ki tövbe etmez, işte böyleleri zalimlerdir.” (Hucurât Suresi/ 11) “Ey iman edenler! Zandan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri, ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? bakın bundan iğrendiniz. Allah‟tan korkun!. Hiç kuşkusuz, Allah tövbeleri çok çabuk kabul eden, rahmeti sonsuz olandır.” (Hucurât Suresi/ 12) “Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, kötülüklerden en çok korunanınızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât Suresi/ 13) “Sûra üfürüldüğünde, aralarında artık soy-sop/şuna-buna mensup olmalar söz konusu edilemez. Birbirlerini soruşturamazlar da.” (Müminûn Suresi/101) “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O‟nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Rûm Suresi/22) “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırıyoruz. Kuşkusuz, onları öldürmek büyük bir günahtır.” (Ġsrâ Suresi/31) “O diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda.” “Hangi günah yüzünden öldürüldü diye! (Tekvir Suresi/8-9) Bu erdemli yaĢamı, sömürü ve saltanatlarına engel gören Mekke müĢrikleri, Hz. Muhammed’e karĢı savaĢ açtılar. Yirmi sene gibi uzun süren bir savaĢın ardından Hz. Muhammed, Medinelilerin de desteğiyle Mekkeli müĢrik taifesini mağlup ederek, Mekke’nin fethini sağladı... Mekkeli müĢrikler mecburiyet karĢısında müslümanlığı kabul ettiler. Hz. Muhammed, bu zaferden iki yıl sonra vefat etti. Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra; Hz. Muhammed’in vasiyeti aksine, Ebu Bekir’i halife seçen müslümanlar, Hz. Muhammed’in cenaze hizmetinde dahi bulunmadan, Ġslâm’ı kökten sarsacak kararlar aldılar. Adına irtica dediğimiz bu harekete karĢı çıkan Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma, hakarete uğradı. Ömer Hattab’ın darp etmesi sonucu kaburga kemikleri kırıldı ve çoğunu zayi etti. Bu zulmün acısına dayanamayan Hz. Fatıma, üç veya beĢ ay sonra vefat etmiĢ oldu. ( Bkz. : Abdulbâki GÖLPINARLI, “Sosyal Açıdan Ġslâm Tarihi”, Der Yayınları ĠST-1991 Sf. 279-282) ĠĢ bu kadarla da kalmayıp çeyrek asır sonra iktidarı tamamen ele geçiren Mekke müĢrikleri, Emevi Devleti adı altında bir zulüm estirerek Hz. Peygamberin Ehlibeyt’inden intikam almaya devam ettiler. Sırası ile; Hz. Ali kılıç darbesiyle, Hz. Hasan zehir ile Ģehit edildiler. Fakat Ġslâm’ın ezeli düĢmanı olan Emevi zalimleri, illa da Hz. Muhammed’in ümmetine emanet ettiği “Kur’an’ı Kerim’i ve Ehlibeyt” soyunu tamamen ortadan kaldırmak istiyordu. Çünkü bu iki emanet, Emevî düzeninin sömürü ve saltanat üzerine kurulu sistemine engel oluyordu. Bu maksatla, tertiplenen entrika sonucu, Medine’den Kûfe’ye davet edilip Kerbelâ denilen yerde önü kesilen Hz. Hüseyin ve yetmiĢ iki kiĢilik kâfilesi, otuz bin kiĢilik müĢrik ordusu tarafından muhasaraya alındılar. On gün susuz bırakılmak suretiyle, Hz. Zeynel Abidin haricinde erkek soy bırakılmadan tüm Ehlibeyt ve sevenleri Ģehit edildiler. Geri kalan yirmi dört Ehlibeyt hatunu ve ağır hasta olan Zeynel Abidin Hazretleri, kızıl çöllerde önce Kufe’ye, oradan da ġam’a esir olarak götürüldüler. Mızrak uçlarına takılı Ģehit baĢlarını seyrederek ġam’a götürülen Ehlibeyt esirleri, nice zulümler görüp fazla yaĢayamadılar... Emevîlerden sonra iktidar olan “despot” yönetimler de Emevi irtica düzenini benimseyip sürdürünce, Hz. Muhammed’in yukarıda anlattığımız “Ahlaksal YaĢam ve BarıĢık Düzen”inin üstü örtülü kaldı. Ancak, adına Alevî denilen ve zulümün elinden gözden uzak beldelerde yaĢamaya çalıĢan topluluk, zor Ģartlar, isnat itiraflar ve kanlı katliamlar altında Muhammedî Ġslâm’ı sürdürdüler. Gösterdiğimiz kaynak kitaplar okununca, bu feci zulüm daha da iyi anlaĢılacaktır. Ġslâm’ın temelindeki bu üstü örtülü sorunu çözmeden de “Muhammedî Ġslâm”ı tanımak ve kavramak mümkün değildir. - Alevî ve Sünni mezhep mensupları; “kardeşçe birlikte yaşadıkları hâlde, ibadet usullerinde hayli farklılık olduğu için birlikte ibadet edemiyorlardı.” dediniz. Bu ibadet usullerindeki farklılıklardan bahseder misiniz? - Anadolu’da ve Balkanlar’da yaĢayan Alevî (Osmanlı Padişahı Yavuz Selim‟in, kendilerine karşı olan amansız düşmanlığı ve uyguladığı baskı sonucu; zulüm, katliam ve isnat-iftira karalamasından kendisini korumak için, şehirlerde iskân eden Alevîlerin bir çoğu, kendilerini “Bektaşî” sanı ile tanımladılar.) Müslümanlar ile Sünni müslümanların ibadet usullerinin birbirinden hayli farklı oluĢunun temel nedeni; Hz. Peygamberimizin vefatından sonra, (yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi) Ġslâm’ı kerhen kabul etmiĢ olanların, yarattıkları irtica ve Ehlibeyt düĢmanlığı olmuĢtur. Ayhan can, sorunuzun cevabını kısa tutar isek, bu cevap iyi anlaĢılmaz ve zihinlerde istifham kalır. Tam manası ile anlatır isek bir kitap olur. Biz gene de özet olarak anlatmaya çalıĢalım. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettikten on yıl sonra yanındaki üç-dört bin kiĢilik bir kâfile ile Hâc etmek maksadıyla Mekke’ye hareket etti. Bunu haber alan Mekkeli müĢrikler, Hz. Peygamberin bu ziyaretini engellemek maksadıyla, bir heyet gönderip anlaĢmak istediler. Süheyl adında bir kiĢinin önderliğinde gelen bu heyet, Hudeybiye denilen yerde, Hz. Peygamberimizin kafilesiyle karĢılaĢmıĢ oldu... Süheyl, Mekkeli müĢriklerin anlaĢma tekliflerini Hz. Muhammed’e anlattı. Hayli müzâkereden sonra o yıl plânlanan Umre ziyaretinden vazgeçildi. Hz. Peygamberin ileri sürdüğü Ģartlar da elçi Süheyl tarafından kabul edildi. Hz. Peygamberin, bu anlaĢmaya dair Ģartları Ģunlardı: 1- Bu yıl ertelenen Mekke ziyareti gelecek yıl yapılacak, 2- Ġki taraf birbirinin bölgesine rahatça girip çıkabilecek, 3- Taraflar, birbirlerinin canlarına ve mallarına zarar vermeyecekler, 4- Müslümanlığı kabul edenlere engel olunmayacak, 5- Müslüman olmayanlara ise zor kullanılmayacak, 6- Müslümanlar, Mekke ziyaretinde kılıçlarını kınlarından çıkarmayacaklar, 7- Tanrı’ya ortak koĢulmayacak, 8- Irz ve iffete zarar verilmeyecek, 9- Kız evlatlar diri diri gömülmeyecek, 10- Kan davası güdülmeyecek. vs... ( Bkz. : Lûtfullah Ahmed, “Hz. Muhammed’in Hayatı”, Maarif Kitaphanesi, Ġstanbul Sf. 424 ; A. Gölpınarlı, a.g.e. Sf. 103.) Benzeri Ģartlar taraflarca imza altına alındı. Ömer Hattab ve bazı ashâbın bu anlaĢmaya karĢı çıkmasına rağmen, Hz. Peygamberin emri üzerine kurbanlar kesilip bu kansız zafer kutlandı. Hz. Peygamber, ashabına dua etti ve onlardan; “Ġslâm’ın ahlâksal yaĢam ve barıĢık düzenini eksiksiz Ģekilde yaĢayacakları hususunda ikrâr aldı.” Bu Ģekilde ikrar veren ashabını “el ele tutturan” Hz. Peygamberimiz, Mekkeli muhacirlerle Medineli ensarları birbirine musahip/kardeĢ yaptı. Hz. Ali’yi de o sırada kendisine musahip/kardeĢ edindi. (Bkz. : A. Gölpınarlı, a.g.e. Sf. 78) Bu sırada Ģu ayetler nâzil oldu: “O seninle el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bey‟atleşiyorlar. Allah‟ın eli onların ellerinin üstündedir. Kim ahdi bozar, döneklik ederse kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Ve kim Allah‟a verdiği sözde vefalı davranırsa, Allah ona büyük bir ödül verecektir.” (Fetih Suresi/10) “Andolsun, Allah müminlerden, o ağacın altında sana bey‟at ettikleri sırada hoşnut olmuştur. Onların gönüllerindekini bilmiş, üzerilerine huzur ve sükun indirmiş ve kendilerine yakın bir fetih nasip etmiştir.” (Fetih Suresi/18) Hudeybiye’de birbirleri ile kardeĢ olup Ġslam’ın ahlâksal yaĢam ve barıĢık düzeni gereğince bir yaĢamı kabul ederek, Allah’ın resulüne ikrâr veren ashabın çoğunluğu, Hz. Peygamberimizin vefatı sırasında, dünya saltanatı sevdasına düĢüp ikrârlarından döndüler. Çünkü, Ġslamî Ģartlar kerhen müslüman olanların saltanatını engelliyordu. Hz. Muhammed, ilahî emirlere dayanarak, Ġslâm için “Dört Kapı ve Kırk Makam” ilkesini tespit etmiĢti. Yani her müslümana, yaĢamı süresince dört kapıdan geçmesi ve her kapıda on Ģarttan imtihan olup mertebe kazanması öngörülmüĢtü. Aksi hâlde, her müslümanın Ġslâm olması mümkün değildi... “Bedeviler: „İman ettik‟ dediler. De ki: “Siz iman etmediniz. Ancak „müslüman‟ olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah‟a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr‟dur, Rahîm‟dir.” Suresi/14) (Hucurât “Müminler ancak şu kimselerdir ki, Allah‟a ve resulüne iman ederler; sonra hiçbir kuşkuya düşmezler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda didinirler. İşte bunlardır, özü-sözü birbirine uyanlar.” (Hucurât Suresi/15) Ġslâm’ın temel ilkesi olarak kabul edilen bu “Dört Kapı ve Kırk Makam” düsturuna, beĢerî bir mânada örnek verecek olursak, türlü meslekî dallar için oluĢturulan, “ilk okul, orta okul, lise ve yüksek okul” gibi ilim ve bilim yapılan eğitim ve öğretim kademelerini gösterebiliriz. Bu okulların her kademesinde nasıl ki kiĢi, on ders civarında öğrenim görüyor ve gördüğü derslerden de imtihanını verip diplomasını alınca branĢında söz sahibi oluyorsa, insanoğlunu da diğer mahlukatlardan üstün kılan (9) ahlâki değerleri elde edip yaratılan bu âleme faydalı bir kâmil insan olabilmesi için, “Ģeriat-tarikat-marifet-hakikat” adları altında dört aĢamalı bir sistem oluĢturulmuĢ ve bu kapıların her birine on Ģart koyulmuĢtur. Örneğin; ġeriat kapısında her müslüman için öngörülen Ģu on Ģartı kusursuz yaĢayan kiĢi bir üst kapı/mertebe olan tarikat kapısına geçmeye hak kazanmıĢ olur: Bakınız Kur’an Allah’ın “bir”liğine inanıp ibadetini yapmak.................(Bakara Suresi/255 ; Mümin Suresi/60) Ġlim ve irfan sahibi olmak.............................................. (Nisâ Suresi/162 ; En’am Suresi/140) ĠĢ veya meslek sahibi olmak.......................................... (Bakara Suresi/16 ; Nûr Suresi/137) Helal kazanç elde etmek ................................................(Bakara Suresi/286 ; Rahman Suresi/9) Nikah kıyıp dünya evine girmek.................................... (Nahl Suresi/72 ; Rum Suresi/21) Helal kazanç ile sofra sermek........................................ (Nahl Suresi 71 ; Ġnsan Suresi/89) Cemaate uymak ............................................................. (Hücâdile Suresi /11 ; Enfâl Suresi/24) Temiz giyinip, temiz yemek .......................................... (Bakara Suresi/168-172) HoĢgörülü ve Ģefkatli olmak............................................(Bakara Suresi/129 ; Nûr/22) Yaramaz iĢlerden sakınıp doğruya yönelmek..................(Ġsra Suresi/84 ; Nahl Suresi/123) Şeriat kapısının bu şartlarını yaşayan ve yirmi yaşının üstüne çıkmış genç bir müslüman, özünü tanıyıp tasavvuf felsefesine sevdalanmış olur. Yaratıcı Rabb’ini daha yakından tanıyabilmek için atasının ikrâr verdiği “ocağın” postnişini olan pîre (dedeye) o da ikrâr verip tarikat kapısına girer. Bir mümin yol erinin tarikat kapısında yaşaması gereken on şart: Bakınız Kur’an 1. Yol-erkân üzere yaşayacağına dair pîrine ikrâr verip o güne kadar yaptığı hatalardan dolayı tövbekâr olmak............................................................................................................(Araf Suresi/181) 2. Talip olup ikrârında durmak.........................................................................(Fetih Suresi/10) 3. Temiz ve edepli giyinmek ............................................................................(Araf Suresi/26) 4. İşini temiz ve güzel yapmak. ................................................................ .....(Bakara Suresi/82) 5. Yol ehline hizmet etmek ..............................................................................(Enfâl Suresi/72) 6. Hayf-u Rica içerisinde olmak (Yapılan hatadan dolayı pişmanlık duyup özür dilemek) ........................................................................................................................(Nasr Suresi/3) 7. Zorluk görünce Allah’tan ümit kesmemek....................................................(A’raf Suresi/56) 8. Takva Ehli olup hidayeti hedeflemek.......................................................... (Âli İmran Suresi/114) 9. İrfan ehlinin muhabbetinde bulunup öğüt almak..........................................(Kaf Suresi/37) 10. Hakk’a aşina olup “Eline-Diline-Beline sahip, 11. Eşine ve İşine sahip olmak”..........................................................................(Ahzab Suresi/35) Zatını-sıfatını tanıyan ve hayrını-şerrini seçebilen bu yol eri, kötü huylardan ayrılıp kâmil bir insan olmanın yolunda, daha da ileri bir mertebeye erişebilmek için marifet kapısına girip bu kapının da on şartını yaşar. Marifet kapısının on şartı da şunlardır: Bakınız Kur’an Edebe aykırı iş tutmamak ...........................................................................(Kalem Suresi/4) Nefsin kötü işe teşvikinde Allah korkusu çekmek .....................................(Nisa Suresi/78) Her türlü kötü iş için perhizkâr olmak .......................................................(Â’la Suresi/14) Sabırlı ve kanaatli olarak güzellik üretmek ...............................................(Enfal Suresi/46) Yanlış iş yapmaktan utanmak ....................................................................(Nisa Suresi/85) Elde edilen nimeti paylaşmakta cömert olmak ..........................................(İsra Suresi/26) İlimli olup başkalarını da irşâd etmek .......................................................(Ali İmran/187) Engin gönül sahibi olmak....................................................................... (Furkan Suresi/63) Her konuda marifet ehli olmak ......................................................... (Ankebût Suresi/58) Kendi özünü bilmek ve geriden gelen kuşağa da bildirmek .................(Şuara/193-194-214) Üç kapının otuz şartını başarı ile yerine getiren marifet ehli mümin kişi, kemaletin son mertebesi olan hakikat kapısına ulaşır ve bu kapının da aşağıdaki on şartını yaşar: Bakınız Kur’an Türap olup eksikliği özünde görmek. .........................................................(İsra Suresi/37) Yetmiş iki milleti ayıplamamak .................................................................(Maide Suresi/48) Elden gelen iyiliği esirgememek ................................................................(Nisa Suresi/95) Yaratılmış tüm âlemin itimadını kazanmak ................................................(Âli İmran Suresi/75) Mülkün sahibine hoş gelen işleri yaparak O’nun rızasını kazanmak .........(Teğabün Suresi/17) Sohbet edip Hakk sırrını söyleyerek gönülleri şâd etmek ..........................(Mücadile Suresi/7) Seyahat edip dost gönlü kazanmak .............................................................(Hâc Suresi/46) Dost sırrını saklamak ..................................................................................(Ali İmran/118) Münacât, kusurlardan dolayı şükretmek......................(Bakara/58) Tanrı’dan Müşahede, vahdet-i vücut felsefesi görmek............................(Tekasür /7; Kaf /16) af içerisinde dileyip, Tanrı’yı verdiği tefekkür nimetlere edip yakın İslâm’ın “Dört Kapı Kırk Makamı” Hz. Peygamberimizin vefatından sonra “beş şart”a bağlandı. Hâlen müslüman âlemince İslâm’ın şartı olarak yaşatılan bu beş şart, (savm-salât-hac-zekat ve kelimeşahadet) kul ile Allah arasını ilgilendiren şartlardır. Kul ile kulun arasını ilgilendirmez. Ama bizce önemli olan, kul ile kulun arasını ilgilendiren şartlardır. Öğrenin bir kişi; oruç tutar, namaz kılar, dua eder, hacca gider, zekat verir ve şahadet getirir ise hep bu yapılanlar o kişinin hayır defterine yazılan kazanımlardır. Aksi olur yapmaz ise o kişinin kaybı olur. Fakat bir kimse, kul ile kulun arasını ilgilendirecek diğer İslamî şartları yerine getirmezse, bir başka kişinin zarar görmesi kaçınılmaz olur. Birkaç örnek: Bir kimse; “eline sahip olmaz” da hırsızlık yaparsa, tarttığını yanlış tartar, ölçtüğünü yanlış ölçerse, hırsına kapılıp adam döver veya öldürürse, “Diline sahip olmaz” da yalan söyler, iftira atar, küfür eder, kov-gaybetten dilini kesmez ise, “Beline sahip olmaz” da zina ile ahlakı bozar, soyu kirletirse, “Eşine sahip olmaz” da yuvasını yıkar, çocuklarını ata-ana sevgisine hasret bırakıp iki “hısım” tarafı birbirine “hasım” hâle getirerek birçok insanın huzursuz olmasına yol açarsa, “İşine sahip olmaz” da yaptığı işi sakat yapıp birilerini zarara sokarsa... “Kazancına haram katıp” da kamunun, yetimin, öksüzün ve mazlumun hakkını gasp ederse, “Edep nedir bilmeyip” de saygısızlık sergileyerek, insanî vasfımızın temel dayanağı olan “saygı bağımıza” ve diğer ahlakî değerlerimize zarar verirse, hem devlet hem de millet bu gibi insanlardan zarar görür. Zarar görülen bir yerde razılık olmaz. Kul kuldan razı olmazsa Allah haksız olan kulundan razı olmaz. Demek ki evvela kul hakkından arınıp vebal kirinden temizlenmek gerekiyor. Çünkü, haram kazancın, fesada yol açan şeytanî fiillerin ve edebe aykırı günahların kirini, su ve sabun temizleyemiyor!... Gönülleri ve ruhları karartan bu şeytanî fiillerin temizliğindeki önemli perhizkârlığı, yukarıda saydığımız İslâm’ın “kırk şartı” içerisinde anlatmış olduk... Ne yazık ki, Hz. Peygamberimizin vefatının hemen ardından, İslâm’ın devamı ve de insanlığın mutluluğu için temel unsur olan bu önemli şartlar, müslüman âleminin hayatından çıkarılmıştır. *** Arap Yarımadası’nda hayata geçirilemeyen bu erdemli yaşam, İmam Rıza Hazretleri (M. 765/818) tarafından Horasan’a taşınmış ve Horasan’da Muhammedî İslam hayata geçirilerek doksan bin Horasan Pîri yetiştirilmiştir. Moğol İstilası’nın zulmünden rahatsız olan bu “Alperen”ler, batıya göç edip Anadolu’yu yurt edinmişlerdir. Alperen’lerle Anadolu’ya göç eden Türkmen aşiretleri, Hacı Bektaş Veli (M. 1241/1337) Hazretleri’nin önderliğinde Muhammedî İslam’ı bu kez Anadolu’da hayata geçirip yaşamaya başlamışlarıdır. Horasan Pîrleri ve Rûm erleri öncülüğünde sürdürülen Muhammedî İslam’ın (Alevîliğin) inanç ve ibadetleri; Yukarıda sıraladığımız İslam’ın “dört kapı ve kırk makam” temel şartları üzerine yol süreceğine ikrâr veren mümin-müslimler, her Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan gece (eşleri ve varsa çocukları ile) cem evi dediğimiz mütevâzı mekânlarda toplanırlar. Ellerinde kete, çörek veya kuruyemiş gibi yiyecekler (lokmalar) ile cem evlerine gelen cânlar, makamında oturan dedenin karşısında divân durarak lokma duası alırlar. Dedenin desturu üzerine “gözcü”nün göstereceği yere otururlar. Cemaat hazır olunca, dede sohbete başlar. Gündemdeki sohbet sırasında cemaatten soru soran olursa, dede bu soruları da cevaplar. ... Dede sohbetine son verdiğinde “zakir”e işaret verir. Zakir, sohbet konusu ile ilgili birkaç deyiş çalar ve söyler... Dede; ibadet faslı başladığında, cemaate hitaben, “edep-erkân, mümine nişan” der. Herkes diz üstü oturup sağında oturan kişi ile birbirine niyaz olurlar. ( Niyaz olma : İnsanların, birbirinin omuzlarını öpmesi.) Dede, bu niyazlaşmanın sebebini şöyle açıklar: 1- Bizleri yaratan yüce Rabb’imizin meleklere hitaben: “Adem’e secde edin!” emri ilahîsinin anısına niyaz olup “Hakk’ın nûrunun Adem’de mevcudiyetini” kabul ve tasdik ettik. 2- Birlikte bulunduğumuz cânlardan razı olduğumuzun işareti olarak yanımızda oturan câna niyaz etmiş olduk... Şimdi soruyorum cânlar! “hep birbirinizden razı mısınız?” cemaat hep bir ağızdan, “biz razıyız Hakk da razı olsun” der. Dede de cemaate; “Allah cümlenizden razı olsun” der ve cem ibadetini başlatır. ** * Birbirinden razı olmayan olursa, gelip meydana niyaz eder ve dedenin karşısında divan durarak sorununu anlatır. Kimden razı değilse o kimse de davacının yanına alınır. Taraflar sorunlarını anlatırlar. (Bu meydanda, haklı çıkmak için yalan söylemek en büyük suç sayılacağından tarafların yalan söylemesine imkân yoktur.) Dede ve cemaat anlatılanları dinledikten sonra dede, cemaatten durum hakkındaki görüşlerini sorar. Cemaatin görüşünü de değerlendiren dede, kararını taraflara bildirir. Taraflar dedenin kararına saygı göstererek birbirlerine niyaz olup barışırlar ve dededen dua aldıktan sonra yerlerine otururlar. Yani, Hz. Peygamberimizin mescidinde nasıl ki küsülü ve kavgalı insanlar barıştırılır ve sorunlar çözülene kadar mücadele edilirdi ise, Alevîlerin ibadet yerlerinde de bu güzellik uygulana gelmiştir. “Müminlerden iki zümre çarpışırlarsa, onların aralarında hemen barışı kurun. Eğer onlardan biri ötekinin aleyhine sınır tanımazlık edip saldırırsa, azgınlık edenle, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Eğer vazgeçerse, yine ikisi arasını adalet ve dürüstlük ile sulh edin. Kuşkusuz, Allah adalette titiz davrananları sever.” (Hucurat Suresi/9) Sünni mezheplerin ibadetleri ile Alevîlerin ibadetlerindeki farklılıklar bu kadarla da sınırlı değil. Örneğin: 1) Zina suçu hariç eşini boşayan 2) Küsülü olup da barışmayan 3) Borç alıp ödemeyen, 4) Nikahlı kadın ile evlenen 4) Zina yapan 5) Hırsızlıktan elini kesmeyen 6) Yalanı meslek edinen 7) Şeytanî fiillerden uzak durmayan kimseler, kati bir şekilde tövbekâr olup günahlarının kefaretini ödemedikleri müddetçe, Alevîlerin ibadetine alınmazlar. Bu “ahlâksal yaşam ve barışık düzen” disiplini Alevîler dışında hiçbir din veya mezhep sahiplerinin yaşamlarında görülmemektedir. İşin tuhaf tarafı, bu gibi hatalardan dolayı Alevî ibadethanesinden kovulan birçok insan; camilere gidip (gösteriş için) ibadete katıldıklarında, cami cemaati tarafından “Bak, falan kişi elhamdülillah müslüman olmuş.” diyerek takdir ediliyor. Muhammedî İslam’ın ahlak ve fazilet düsturunu kökünden sarsan tavizler verilip (taraftar toplama amacına dayalı) yol sürmenin, Muhammedî İslam ile ilgisi olamayacağını söylemek durumundayız. “Ne yaparsan yap camiye gel!..” şeklindeki tavizkâr davet; “ahlâksal yaşama” telafisi mümkün olmayan zararlar vermiştir. İnsan hayatının dengesini bozup, yaşamını karartan; haksızlık, adaletsizlik, iffetsizlik, merhametsizlik, zulümkârlık, sömürücülük gibi “fıtratın ilahî buyrukları”na ters olan kötü huylara itibar eden kişilerin şahsiyeti ise dejenere olmuştur. Bu kötü huyların ıslahı için Allah, nebiler/peygamberler göndermiştir ve bu elçileri ile insanoğlunun mutlu yaşamını düzenleyen ilahî yasalar indirmiştir. Bu mutlu yaşam yolunun adına da “İslâm Dini” denilmiştir.(11) Fakat, nefs-i emmâre peşinde koşan insanoğlu, kendi şahsî saltanatı uğruna, mutluluk yolunun temel prensiplerinden ödünler vermek suretiyle, Allah’ın ve resullerinin kurduğu “Tarik-i Müstakim” yolunu tahrip etmiştir. Sözün başında da anlattığım gibi bu sorunuzun cevabını tam manasıyla verebilmek için bir kitap yazmak gerekir. Biz özet hâlinde anlatmaya çalıştık. - Sayın dedem son bir cümleyle insanlarımıza nasıl bir öneride bulunmak istersiniz? - Alevî ve Sünnî kardeşlerimize sağlıklı ve mutlu bir yaşam dilerken her konuda olduğu gibi bu konuda da hoşgörülü ve özverili olarak, Muhammedî İslâm’ı doğru kaynaklardan okuyup öğrenmelerini ve gerçek İslâm’ı yaşamalarını tavsiye ederim. Yolumuz Hakk’ın yoludur. Hakk’a yeten elimiz var. Gönlümüz aşkla doludur, İkrâr veren dilimiz var. Rehberimiz önümüzde Pîr buyruğu özümüzde Sadık eşle evimizde, Soyu temiz belimiz var. Mürşit dârına yetmişiz “Dört canımız” bir etmişiz, Ölmeden hesap vermişiz Hakk ceminde yerimiz var. Sadık olduk Eş’imize, Hile girmez işimize, Cömert olduk aşımıza, Helal lokma verimiz var. Enel-Hakk dedik de geldik, Hakk’ı “Hakel-yakîn” bildik Hem vâhdet-i vücut olduk, Yol gösteren pîrimiz var. Senlik benlik yolu bozar Kibirliler yoldan azar “Gönlü kör” yorulur, gezer, Kör olmayan gönlümüz var. Riyakarlık ârdır bize, İkilik perdedir göze, Meftun olduk kâmil söze İrfan ile ilmimiz var. Muhammed-Ali ulumuz Hacı Bektaş’tır Pîrimiz Ehlibeyt yolu yolumuz, Hakk’a teslim serimiz var. Süregeldik biz bu yolu FETHİ bu kapının kulu Aşık bilmez sağı solu, Hakk’agidenizimizvar “Allah katında din İslâm’dır/barış ve esenlik için Allah’a teslim olmaktır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki azgınlık/ haset/hak tanımazlık yüzünden ihtilafa düştüler... Kim Allah’ın ayetlerine nankörlük ederse, Allah hesabı çabucak görecektir. (Âli İmran Suresi/19 Ayrıca Bkz. Şûra Suresi/14) *Sevgili Dedemizle 17. 07. 1998 tarihinde İSTANBUL’da gerçekleştirilen ve gerekli düzeltmeleri dedemiz tarafından yapılan bu söyleşi metni, Eylül 2002 tarihinde de yine sayın Fethi Erdoğan’ın isteği üzerine kendisine iletilmiş ve birkaç yeni ilâve daha yapılmıştır. (*) Şah Ali Abbas olarak geçen ocak adı, halk arasında Celal Abbas Ocağı olarak yaygın bilinir.