Çağrı Rum Katolik Kilisesi Dergisi – Sayı 22 Episkoposumuzun Mektubu Tarsuslu Pavlus’un “tövbesi” Her şeyden önce belirtmeliyim ki Yeni Antlaşma’da, Havarilerin İşleri Kitabı ile Luka ve kendi mektuplarıyla Pavlus iyi bilse de, Şam yolunda gerçekleşmiş olan olayı işaret etmek üzere, metinde “tövbe” terimi hiçbir zaman kullanılmamıştır. Öyle ki, Mesih’ini tanıyan bir Yahudi (Mesih = mesh edilmiş, yağlanmış demektir), dinden dönen biri değil, bekleyişinin gerçekleşeceğini görecek olan bir Yahudi’dir. Saul (Yahudi iken ve İsa’nın şakirdi iken onun bu ismi birkaç yıl böyle kalmıştır; aynı ad İsrail’in ilk kralının da adıydı) İsa’nın Mesih olduğunu göremiyordu. Kendisi için O, bir sahte mesih, bir sahte peygamber, halkının imanına zarar veren biri idi. Bir lanetlenmiş idi: Nitekim onun zamanındaki Yahudiler, haça gerilmişlere Yasa’nın Tekrarı Kitabı’ndaki ifadeyi uygulamaktaydılar: “Asılan kişi Allah tarafından lanetlenmiştir” (Yas 21:22-23). Hâlbuki Pavlus bir Ferisi idi. Dünün ve bu günün Ferisileri kimlerdir? Onlar, güvenlerini bütün yasa ve kuralları yerine getirmeye teslim eden insanlardır; Allah’ın ve dindar insanların öngördüğü tüm her şeyi yapıyorlarsa kendilerini rahat hisseden insanlardır. Eğer herkes yasaya uyarsa dünyanın kurtulacağını düşünenlerdir. Güvencesini parada arayanlar vardır; kimileri güçte, kimileri silahta, kimileri de şefkatte… ayrıca güvencesini yasada arayanlar da vardır! Tabi ki şöyle diyebilmenin bir cazibesi vardır: “Ben bütün kurallara, yasalara, emirlere uydum, o halde bir düzen içindeyim; hiç kimse karşı bir şey diyemez. Eğer dünyadaki herkes benim gibi yapıyor olsa, dünya daha iyiye gider.” Bu, yasaya uyan kişinin memnuniyet ifadesidir! “Dünya kötüye gidiyor, ama en azından ben bu çöküşün işbirlikçisi değilim. Nitekim Allah sonunda beni ödüllendirecektir.” Fakat Tarsuslu Saul, İstefanos’un nasıl öldüğünü görünce (Hav. İş. 7:55-60), çok daha büyük, sonsuz derecede çok daha güzel ve kötülüğün zincirini gerçekten kıracak bir şey keşfetti. Karşılıksız bağışlamayı, karşılıksız sevgiyi, ölümü kabul edenin yumuşak huyluluğunu buldu ve böylece kendisini ölümden ve kötülükten daha güçlü gösterdi! Merhameti keşfetti. İstefanos’un ölümü ve Şam yolundaki Saul’un anlatımı arasına Luka 8. bölümü eklemektedir, çünkü kendi coğrafik düzenine ve İsa’nın sözlerine sadıktır –“Kudüs’te, tüm Yahudiye ve Samiriye’de ve dünyanın dört bir bucağında benim tanıklarım olacaksınız” (8:1) – fakat açıktır ki İsa ile karşılaşma, İstefanos ile karşılaşma sayesinde gerçekleşmiştir. Öyle ki 9:1’deki anlatım, açıkça 8:1-4’ü ele almaktadır. Göz kamaştırıcı bir ışık olarak patlayana kadar Tarsuslu Saul’un kalbinin içinde İstefanos’un tanıklığı işlemektedir: Çünkü tam da onun zulmetmekte olduğu insanların içinde ona görünen Rab’dir (9:4). O halde kendimize soralım: Birçoklarının belki İsa’yı tanımamalarının sebebi, İstefanos’unki gibi bir tanıklık sunmuyor oluşumuzdan mıdır? Sual ve İstefanos, karşıt taraftalardı: Biri zulmedenlerin arasında, diğeri ise zulmedilenlerin. Saul, İstefanos’u öldürmek isteyenlerin arasında; İstefanos ise Saul’un yaşamasını isteyenlerin. Saul, kendisinin doğru olduğuna inanan ve adalet uğruna yargılayanlar arasında; İstefanos ise, Allah’ın adaleti sebebiyle kurtarmaya çalışanlar arasında idi. Karşıt duruşta iki adalet: Bir yandan tavizsiz ve kıskanç yasanın bekçisi Saul’un adaleti; diğer yandan, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyen, kötülüğü iyilikle yenen, düşmanının “üzerine ateş korları yağdırarak” mağlup eden merhametli ve iyi adalet. İşte, Pavlus bir mektubunda (Rom 12:20) böyle yazacaktır, yani düşmanın katı yüreğini yavaş yavaş çözen bir sevgi ateşinden bahsedecektir. Saul, öfke ve şiddet içerisinde karşı konulamaz biri olarak görünmesine karşın, hâlbuki karşılıksız bir hareket karşısında az dayanmıştır. İnsanların tövbe etmesi zor değildir; asıl zor olan, karşılıksız gerçek eylemler yapmaktır! Düşmanı sevmek zordur; ama düşman kendisini sevilmiş hissettiğinde yumuşar. İstefanos’un gücü görünmezdir, insani kriterlere veya mantığa göre değildir; ölerek çok meyve veren buğday tanesinin büyüklüğüdür. Papa Fransis’in Tavsiyeleri Papa, Katolik Kilisenin Ortodokslarla aynı günde Paskalyayı kutlamak için tartışmaya hazır olduğunu bildirdi. Katolik Kilisesi, “Paskalya’yı kutlama tarihi için kendi özelliklerinden vazgeçmeye hazırdır”. Ardından Papa bir şaka da yaptı: “Bir Katolik ve bir Ortodoks yolda karşılaşırlar ve birbirlerine şu soruyu sorarlar: Senin Mesih dirildi mi? Benimki haftaya dirilecek”. Paskalyayı aynı tarihte kutlamayı isteme sebebi, takvimin bu en önemli Hıristiyan bayramını Ortodokslar ve Protestanlarla birlikte kutlamak arzusudur. Kilise dişidir, Mesih’in gelini, halkı Hıristiyanların annesidir”. Papa Fransua’ya göre “Meryem Ana’nın tüm havarilerden önemli olduğunu” söylemek feminizm değildir. Kilisede kadınlar lütuftur, Kilise Mesih’in gelinidir, Allah’ın halkının annesidir”. Efkaristiya önünde uzunca dua etmeyi tavsiye etti. “Efkaristiya karşısında uyuya kalırsanız merak etmeyin, bu çok iyi. İsa size bakıyor”. Kutsal Kulübe gerçekten de “ sıkıcı olabilir, televizyon değildir, ama orada sevgi vardır” ve “sözsüz bir sevgi diyalogudur”. Papa ayrıca vaazlar hakkında da şöyle dedi, “kısa” olsunlar, “sekiz dakikayı aşmasınlar” ve imanlıların yüreğine dokunsunlar. Mümkünse “bir fikri, bir duyguyu veya bir resmi tasvir etsin” ve “pozitif bir konuşma olsun, yasakçı ve katiyen “ahlaki” olmamalıdırlar. Rahip sakın bir bürokrat gibi olmasın, ve Kiliseyi “anne”den “üvey anneye” çevirmesin. Papa, şeytanın denenmelerinin “cüzdandan” geldiklerini ve şeytanın oradan rahipleri denediğini söyledi. Ayrıca Papa, Merhametsiz bir Kilise, istemediğini de ekledi. Örneğin evlilik dışı doğan çocuklara vaftizi ret etmenin çok yanlış olduğunu söyledi. Son olarak da Hıristiyanların şehit edilmesinden bahsetti. Bunun Kilisenin birliğe ulaşması için ödenen bir kefalet olarak gördüğünü söyledi: şehitlerimizin kanında bizler zaten birlik içeresindeyiz. Bunu unutmayalım. Bundan ruhani birlik de doğacaktır: bu sebepten birbirimiz için çok dua edelim. Merhamet işleri HASTALARI ZİYARET ETMEK TANRI’NIN İLAHİ TASARISINDA HASTALIK İsrail halkının zihniyetinde, hastalık her zaman insanların günahları için Rabbin verdiği bir ceza olarak görülmüştür. Rabbin izniyle, Eyüp korkunç bir hastalığa tutulduğunda, onu avutmaya giden arkadaşları ona şöyle diyorlardı: "Bu kötülük günahların için başına geldi; Tanrı’nın önünde suçlarını kabul et, o da seni iyileştirecektir". Ancak Eyüp bu mantığa karşı çıkıyor, çünkü masum olduğunu biliyordu. Hastalığın ve ölümün, günahlar yüzünden dünyaya girdiğini söyleyebiliriz, ancak şu günahın şu hastalığın nedeni olduğunu söyleyemeyiz! Kötülüğün ve hastalıkların dünyada varoluş sorunu ne "Hastaydım ve beni ziyaret ettiniz" Eyüp’ün kitabında ne de Eski Antlaşma’nın diğer "İsa havradan çıkar çıkmaz, Yakup ve Yuhanna ile birlikte Simun ve Andreya’nın kitaplarında çözülebildi. Çözümü yalnızca İsa getirecektir. evine gitti. Simun’un kaynanası ateşler Aziz Matta bunu bize açıkça söylüyor: "Akşam olunca cine tutsak birçok kişiyi kendisine içinde yatıyordu. Durumu hemen İsa’ya getirdiler. İsa onlardaki kötü ruhları bir sözle kovdu, bildirdiler. O da hastaya yaklaştı, elinden tutup kaldırdı. Kadının ateşi düştü ve kendisi hastaların hepsini iyileştirdi. Bu, İşaya Peygamber onlara hizmet etmeye başladı" (Markos aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu: "Zayıflıklarımızı O kaldırdı, hastalıklarımızı O yüklendi" 1,29-31). (Matta 8,16-17; İşaya 53,4). Günahın işareti olan hastalıkların iyileştirilmesi bedelini İsa haç üstünde ödeyecektir. O andan itibaren, tüm hastalıklar haça gerilmiş Mesih’le birleşecektir. Sevgiyle kabul edilen her hastalık bir kurtuluş kaynağıdır. İYİLEŞMELER, YAKLAŞAN TANRI EGEMENLİĞİNİN İŞARETLERİDİR Vaftizci Yahya, öğrencilerine İsa’nın kimliği ve görevi hakkında hücresinden bilgi verirken, aralarından birini gizli olarak O’na gönderip şöyle sordurttu: "Gelecek Olan sen misin, yoksa başkasını mı beklemeliyiz?" (Luka 7,19) Aziz Luka "tam o sırada İsa, çeşitli hastalıklara, illetlere ve kötü ruhlara tutulmuş birçok kişiyi iyileştirdi, kör olan birçok kişinin gözlerini açtı" diye belirtiyor (Luka 7,21). Ve İsa’nın yanıtını bildirerek sürdürüyor: "Gidin, görüp işittiklerinizi Yahya’ya bildirin. Körlerin gözleri açılıyor, kötürümler yürüyor, cüzzamlılar temiz kılınıyor, sağırlar işitiyor, ölüler diriliyor..." (Luka 7,22). İsa’nın Mesih olduğunun, İsa’nın vaadini gerçekleştirip hükümdarlığını kurmaya geldiğinin işareti iyileştirmeleridir. İsa, Tanrı’nın bizi her kötülükten ve başta günahtan kurtarmak için bizim hastalıklarımızın üzerine eğildiğini anlatmak için, birçok iyileştirmede bulundu. Bugün biz, İsa’nın yaptığı gibi mucizeler yapmıyoruz; aslında gerçek mucize olağanüstü iyileştirmeler değildir, birçok kişinin hastalara verdiği, özverili, cömert ve alçakgönüllü hizmettir. Hastalara gösterilen iyilikseverlik İsa’nın hükümdarlığının aramızda olduğunun sarsılmaz işaretidir! Sevgi mucizeden daha değerlidir. HASTALARA ŞİFA VERME GÖREVİ İSA TARAFINDAN HAVARİLERE VERİLMİŞTİR On iki havariyi göreve gönderirken İsa onlara şöyle diyor: "Gittiğiniz her yerde Göklerin Egemenliğinin yaklaştığını duyurun. Hastaları iyileştirin, ölüleri diriltin, cüzamlıları temiz kılın, cinleri kovun..." (Matta 10,7-8) İsa aynı çağrıyı göğe çıkmadan önce öğrencilerine veda konuşmasında yapıyor: "Bütün dünyaya gidin. Müjdeyi bütün yaradılışa duyurun... İman edenlerle birlikte görülecek belirtilerdir: ... ellerini hastaların üzerine koyacaklar, hastalar da iyileşecek" (Markos 16, 15-18). Bu öğreti ve bu cümleler, Yakup’un mektubunda çok açık bir şekilde yinelenmiştir: "İçinizden biri hasta mı? İnanlılar topluluğunun ihtiyarlarını çağırtsın, Rab’bin adıyla üzerine yağ sürüp onun için dua etsinler. İmanla edilen dua hastayı iyileştirecek ve Rab onu ayağa kaldıracak. Eğer hasta günah işlemişse, günahları bağışlanacak" (Yakup 5, 14-15). İsa’nın sözüne ve Elçilerin öğretisine uyan Kilise, her zaman hastaların tedavisinde herkesin dikkatini çekti; birçok aziz hayatını hastalar için sundu ve hastaların tedavisi için çalışan dini cemaatler ve kuruluşlar kurdular. Hastalar tedavi edilmeden, doğru bir şekilde İncil ilan edilemez ve İncil’i düşünerek kurtuluş haberini vermeden de hastalara yalnızca bedensel tedavide bulunulamaz. CEMAATİMİZDE HASTALARIN TEDAVİSİ Çağrı olarak, her Hıristiyan sevgi içinde hastalarla ilgilenmeye gönderilmiştir. Bu görev yalnızca az sayıda gönüllüye verilmemiştir, herkesi kapsar. Birinci tedavi ve yardım yolu içten, basit, alçakgönüllü bir ziyarettir: İster evinde yatan hastayı, ister hastane veya bakımevlerinde yatan hastaları ziyaret etmek. Günümüzde yardımlaşmacı düzen ve gittikçe kusursuzlaşan klinik donanım insanların hastanede bakılmayı tercih etmelerine neden oluyor, ama yapılabildiği yere kadar, evdeki samimi ortamda tedaviyi sürdürmek daha iyidir. Doğal olarak, akrabalar hastaya Mesih’in şefkatiyle hizmet etmelidirler, onlara sevgi, neşe ve ümit duygularını göstermeyi ihmal etmemelidirler. Özellikle yaşlılar ve ölüm döşeğinde olanlar için akrabaların şefkati hastaların en çok ihtiyaçları olan şeydir. Günümüzde oldukça yayılan bir yol gönüllü hizmettir. Aynı zamanda hastaya eşlik ederken uzmanlığın, sevgi ve yumuşaklığın yerine geçmemesi için de kutsal bir mücadele sürdürülmektedir; hastabakıcılık ve tedavi yalnızca bir "iş" olarak görüldüğünde ve "müşterinin” acılı durumu paylaşılmadığında yakışık olmayan bir olay ortaya çıkar. Hastaların yanında iman ruhuyla kalan bir kişi değişmeden oradan çıkamaz, çünkü Rab onu kutsal ve onun hastaya yaptığını kendine yapılmış sayar ve hastanın kendisi de ona sevgiyle yaklaşan kişi için dua eder ve onu unutmaz. Kilise cemaati iki şeyle ilgilenmelidir: hiçbir hasta refakatçisiz kalmasın ve inanan her Hıristiyan kendini hastaların tedavisine açmayı bilsin. Konsil’den sonra, birçok laik, hastaların pastoral tedavisine hazırlandı, "Efkaristiya’nın olağanüstü elçileri" niteliğini kazandılar; bunlar hastalara Komünyon taşımakla yetinmemeli, aynı zamanda onların hastalıkla mücadele ederken durumu kabullenebilmeleri için de yardım etmek için İncil Ruhu’nu iletmelidirler. Eğer Hristiyan cemaati hastalarla ilgili pastoral bir alışkanlık edinirse, o zaman hastalar için yapılan olağanüstü törenler hem mahalli kiliselerde hem de Efes Meryem Ana Evi gibi yerlerde amacına ulaşacaktır. Bu yerlere gittikten sonra bu kişiler böyle değerli bir hizmetten dolayı eve çok zenginleşmiş olarak döndüklerini itiraf etmişlerdir. Hastalara eşlik etme ve onlara hizmet etme her Hristiyanın yapabileceği bir hizmettir; eğer gençler ve daha az gençler, bir kez denemeyi akıllarına getirirlerse... Çocuklar için 10 Emir Ne yapmalıyım? BEN SENİN RAB ALLAH’INIM. Benden Başka Allah’ın Olmayacak İlk emir şöyle der: “Ben senin Rab Allah’ınım. Benden başka Allah’ın olmayacaktır” (Çık 20,2-3). İsa da şöyle eklemektedir: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Hem paraya hem de Allah’a kulluk edemezsiniz” (Mat 6,24). Kesin ve net kelimeler! İlk emir bize hatırlatmaktadır ki Allah, bir babanın ve bir annenin, kendi evlatlarını sevmesinden daha fazla, bizi şefkatle ve kıskançlıkla sevmektedir; bizi ilk defa O sevmiş ve bunu karşılıksız yapmıştır ve bizi armağanlarıyla donatmıştır. Bizim kötülük yapmamıza bakmaz, günahlarımızın hesabını ve listesini yapmaz; O merhametli bir Allah’tır. O bizim Rabbimizdir ve yüreklerimizde hiçbir şey ve hiç kimse onun yerini alamaz ve almamalıdır. Allah bizim kalbimizi kendisi için yaratmıştır ve Aziz Augustinus’un dediği gibi, kalbimiz, “O’nda dinlenene kadar” rahatsız ve üzgün kalacaktır. Yine de yüreğimize ve düşüncelerimize hükmeden ne kadar çok “sahte tanrılar” vardır! Allah genelde en son sırada yer alır; Allah hayattan dışlanmıştır: İlk sırada para gelmekte, ilk önce menfaatler ve kariyer, önce eğlence, önce kibir. Biz Allah’ı unuttuk: Bu ilk günahtır, diğerleri ise onun sonucudur” (A. Solzenicyn) Örneğin, para putuna ne kurban sunulur? Sağlık, aile, mutluluk, kendinin ve diğerlerinin hayatı. Yaşama saygı yoktur; aileler dağılır ve bu da günahın bir başlangıcıdır. O halde paraya hükmeden insan değildir, çünkü insana hükmeden paradır. Kalkınma putuna şunları kurban ettik: Çok geçmeden artık nefes almayacağımız, soluduğumuz hava, çok geçmeden artık içemeyeceğimiz içtiğimiz su, bizimle birlikte yavaşça ölmeye devam eden içinde yaşadığımız ortam. Ben senin Rab Allah’ım… Sen, ürettiğin ve kazandığın kişi değilsin; yaşamının her koşulunda değerli olan sensin: Fakir veya zengin, hasta veya sağlıklı, çünkü ben burada senin için varım. Allah’ın hiçbir görüntüsünü veya sembolünü kendin için yapmamalısın: Ben senin Rab Allah’ınım… senin tarafından yapılan veya başkalarının sunduğu sahte suretlere bağımsız kalma. Ne Allah’ın ne de insanların herhangi bir figürünü yap. Yalnızca bu şekilde, yaşayan Allah’la ve kardeşlerinle karşılaşmaya açık ve hazır olacaksın. İmanlı olmakla, Allah’ın huzurunda küçük olunduğunu hissetmeyi keşfetmek gerekir. İman, duaya, Kutsal Ayine, Kutsal Gizemler ve dindarlığa dönüşmeden önce, Allah’ın huzurunda kendinin küçük olduğunu hissetmektir; Rabbin tek olduğunu, üzerine yaşamımızı kurduğumuz kaya olduğunu kabul etmektir. O halde ilk emir, imanın derinlemesine ne olduğunu keşfettirmektedir; bizden yaşamımızın desteği olarak Allah’ı kabul etmeyi istemektedir, ayrıca bize hatırlatmaktadır ki, bizim için kötü olan veya iyi olan için bizler karar veremeyiz, çünkü kötü olan veya iyi olan ne varsa onu Allah’tan gelmiş olarak kabul etmeliyiz. Kalbimi açıyorum… Allah benim için kimdir? Hayatımın en önemli yerini mi meşgul etmektedir? Onun sevgisine inanıyor muyum? Kendi meşguliyetlerimi, sevinçlerimi ve acılarımı Allah’a sunmayı biliyor muyum? Yaşamımı düzensiz kılan putlar hangileridir? Para, iş, başarı, kariyer… ? Meryem Ana MERHAMET ANASI Kimse annesiz dünyaya gelemez. Tanrı Oğlu Mesih İsa Kutsal Ruh’un kudretiyle yeryüzüne geldiği zaman Bakire Meryem’den “beden aldı”. Zenginlik, kudret, nüfuz ve prestij gibi her şeyden vazgeçti, ancak bir tek annesinden vazgeçmedi. Anneler çocukların beşiğini ve bu şekilde dünyayı hareket ettirirler. Anne, Tanrı’nın elinden gelen yaşamın aracısıdır. Bu nedenle her anne Tanrı Anası Meryem’in kız kardeşi gibi benzeridir. Tanrı’nın bize en güzel armağanı annelerimizdir. Kurtarıcımız İsa Mesih’in bize bıraktığı en güzel şey annesidir. Kimsenin annesiz kalması gerekmez, bu nedenle kimsenin endişelenecek durumu yoktur. İşte annemiz buradadır, elimizden tutar, bizi İsa Mesih’e yöneltir. Bizi asla yalnız bırakmaz. Meryem Ana İnsanların sıkıntılarını, ancak sıkıntıdayken nasıl yardım edeceğini de bilir. O bizim için Oğlu’nun yanında şefaat eden annemizdir. Meryem’in en güzel isimlerinden biri de “Merhamet anası” dır. Kudret insanı yoldan çıkaran şeylerden belki de en tehlikelisidir. Kim kudret sahibiyle bunu başkalarına karşı, kendini yüceltmek için onları basamak yapmak üzere ezmek, aşağılamak için kullanabilir. Kim kudret sahibiyse başkalarına kendi isteklerini zorla kabul ettirebilir, onlara hükmetmemek için egemenliği altına alabilir. Günümüzde de birçok halk bu haksız şiddet altında acı çekmektedir. Baskı ve sömürü, terör ve korku, sayısız insanın baskıya maruz kalıp aşağılanması, şiddet gören bedenler ve mahvedilen ruhlar; dünya cellatlar ile kurbanlar şeklinde ikiye bölünmüş durumda ve sayısız insan yurdundan edilmiş, kaçmaya mecbur bırakılmış haldedir. Ancak şiddetin yarattığı bu sefalet içinde daha insani bir egemenliğe olan özlem, göksel sembol vizyonu tutuşur; (Vahiy 12,1). İşte bu merhamet anası, her şeyi yutan ejderhadan daha kudretli olan kraliçedir. Yumuşaklık, iyi kalplilik, yardımseverliğe yönelik olan bu özlem tasvirleri acı çekmiş yüreklerin derinliklerinden doğar ve aziz olarak adlandırdığımız insanlarda bir çehreye kavuşurlar; Don Bosko,Vinsent’li Paul, Madre Teresa vb. onlar bu göksel sembolün birer aynaları gibidirler. Bu sembol ise Meryem, Merhamet Anası’dır. Biz Hristiyanlar için Tanrı’nın doğası sevgi, saf merhamet, etkin sevgidir. Ve İsa Mesih’te Tanrı’nın aramızda görünür kıldığı merhametidir. “Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu’nu verdi…” (Yuhanna 3,16). Tanrı Oğlu’nun beden alışının gizemi kendini burada gösterir. O’nun Baba’dan üstlendiği ödevi yoksullara, ezilmişlere, baskı görenlere ve günahkârlara Baba’nın merhametli sevgisinin müjdesini duyurmaktı. Tanrı bütün insanları sever ve hepsinin kurtuluşunu ister. Tanrıoğlu İsa Mesih haçta ölümü ve dirilişiyle bizi bütün günahlardan kurtarmış ve bütün insanlığın kurtuluşunu ve affa kavuşmasını sağlamıştır. Tüm sevginin kaynağı olan Tanrı insanlara sevgisini armağan ettiği için insan da Tanrı’ya ve insan kardeşine sevgi göstermeye yetkin durumdadır; “Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin. İşte ilk ve en önemli buyruk budur. İlkine benzeyen ikinci buyruk da şudur; ‘Komşunu kendin gibi seveceksin’ Kutsal Yasa’nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki buyruğa dayanır” (Matta 22,37-40). Göklerdeki sembol, Merhamet Anası Meryem Ana’nın görevi burada daha belirgin hale gelir. Çünkü Meryem Ana herkesten çok daha farklı bir şekilde Tanrı’nın merhametini yaşamış, yüreğinin fedakârlığı ve katılımıyla Tanrısal merhametin vahyini mümkün kılmıştır. Bu nedenle Meryem Ana Tanrısal merhametin gizemini en iyi bilendir. O bizleri İsa’ya yöneltir; “Size ne derse yapın!” Birçok halk Meryem Ana’da şiddet değil, yumuşaklık, merhamet ve sevgi üzerine kurulu gerçek egemenliğin ilkesini görür. Bu bir hayal midir? Dünyamızın acımasız gerçeklerine çarpıp dağılan bir rüya mıdır? Hayır, bu tarihsel deneyimle gerçekliğini göstermiş ve Meryem Ana’nın Magnificat ilahisinde dile getirdiği gibi seslenen bir inançtır; “Hükümdarları tahtlarından indirdi, Sıradan insanları yükseltti”. Haksızlığa uğrayanların bekledikleri günü, belki uzun süre bekletir, ancak o gün gelecektir. Kölelikten özgürlüğe giden yol uzun ve ezici olabilir. Ancak elbet bir sona varacaktır. Bu, ümitlerini göksel sembole bağlamış olanların deneyimidir. Dua eden annelerin elleri Tanrı’nın yüreğinde özel bir güce sahiptir. Meryem bütün annelerin annesidir, bütün insanların annesidir. Çocukları olarak bütün sevinçlerimizi, endişe ve sıkıntılarımızı O’nun dua eden ellerine, sevgi dolu yüreğine, kudretli şefaatine emanet edebiliriz, çünkü o şefaatçimiz olarak Oğlu’nun yüreğine daima yakındır. Amin. Selam sana Allah’ın en sevdiği kulu Meryem Rab seninledir! İncil’deki kadınlar İMAN BEYANI Şimdi öyle yüksek bir düzeye gelmiş bulunuyoruz ki sunacağımız kadınlar iman konusunda geçilemez. Bu en yüksek düzeyde, iki kadını inceledik: Beytanya’da yağ sürülmesi – Lazar’ın dirilişi. Bu sayımızda “Samariyeli kadınla” buluşacağız. Yakup’un Kuyusundaki Samariyeli kadın (Yu 4, 1-42) Önce, tüm Kutsal Yazıların en güzellerinden biri olan bu metni okuyunuz. Yoktan çıkmış olan Samariyeli kadın imanın doluluğuna erişecek. Tesadüfen ortaya çıkıyor ve kuyunun başında oturan tanımadığı bu adama dikkat etmiyor bile. Yaşayacağı serüvene önceden hazırlanmış değildir. Özel yaşamı bir curcunadır; Yahudilerin düşmanı, sapkın bir millete aittir. Oysa bu kadın hemen başında simgesel bir değer taşıyor. Bu yoğunluğun nedeni nedir? Simge dolu tartışılan temalar: maddi su ve yaşam suyu, görünen çöl ve bereketli efsanesi mi? Bu değişik tartışmaların merkezinde Hristiyanı beklentisine yönelten kişi duruyor, İsa. Samariyeli kadın, imanın şart olan bir kopmanın somut örneğidir. Yanıtlarının her biri, coşku ile beklenmedik alay oyununu karıştırıyor. Bu metnin bu iki bileşimine dikkat etmek gerekir: bir taraftan şıp diye yapıştırılan, şaka niyetli, aşağılanmış bir milletin öcünü içeren yanıtlar; diğer taraftan, şaşkına dönen, her sözü yüceltilme olan lütfun karşısında diz çöken bir tanık kadın. Başlangıçta İsa ile kadın arasındaki mesafeye dikkat edelim: O Yahudidir, kadın Samariyeli. İki millet arasında kökeni atalarından gelen bir kin vardır. Başlıca anlaşmazlıkları Allah’a tapınılacak yerdir. Cinsiyetleri farklıdır: bir erkek ve bir kadın yalnız başlarında. Kutsal olan ve altı eşli kadın. Görünüşte hiçbir sorunun çıkmaması gerek. İsa’nın isteği basittir : "Bana su ver, içeyim." Oysa kadın hemen bu isteği tartışıyor. Hemen başında bir anlaşmazlık vardır. Kadının birinci cevabı şaşkınlık ve iman, gülünçlük ve ciddiyet kapsıyor : "Nasıl sen benden...". Bu ikili konuşma iki yönden yorumlanabilir. İşi hafife alan bir yorum :"Aaa, bir erkek ve bir Yahudi..., üstünlüğü içine işlemiş bu milletten alay etme fırsatı... Bu vatandaş bir budalalık ediyor, benim dokunduğum bu kovanın suyundan içmeğe razıdır... Yasasına göre murdar olur... Veya "gizemli" bir yönden: Bu adamı tanımıyorum. Ne tuhaf bir davranış!... Temasımla alçalmaktan korkmuyor mu? Benimle öyle insanca konuştuğuna göre kimdir acaba? İsa’nın bu girişiyle tüm bir öğretim başlamış oldu. İsa ona : "Eğer sen Allah’ın armağanını bilseydin... O sana yaşam suyu verirdi" dedi. Kuyunun adı "armağan" idi. İsa sanki kadına : "Ne sanıyorsun? Allah’ın sadece bu kuyunun suyunu mu armağan ettiğini mi? Benim sadece bir Yahudi olduğumu mu ?" demiş oluyordu. İsa belki bu kadını susturmak istercesine ona, tartışacağına kendisinin dilemesi gerektiğini diyordur. İsa’yı tanımak, ondan dilemektir. Samariyeli kadın su istemesiyle İsa’yı tanımış olurdu. Artık susuz kalmayacaktı. İsa’nın : "Bana su ver, içeyim" sözleri aslında : "Sen, benden su iste" anlamındaydı. Ve oyun sürüyor :"Su mu içmek istiyorsun. Kendin su çek. Su çekmek için kabın bile yok." İsa’nın söylediklerini iyi duydu, yaşam suyundan söz etmişti. Bu ona Musa’nın, Yakup’un efsanesini hatırlatıyor. Sırıtarak : "Yoksa sen atamız Yakup’tan büyük müsün ?" Bu "atamız" sözcüğü sâf bir söz değildir: müşterek atalarımız var demek istiyor. Ben de mirasçıyım. Kendini ataların yerine koyma. Fakat bu adam merakını uyandırıyor. Ona "Efendim" diyor. İsa çift üsluba da cevap veriyor. Alaycı kadına meydan okuyor. Cevabı tartışmanın konusunu genişletiyor: Yakup su verdi ama bu sudan içen yine susayacak. Oysa benim vereceğim sudan içen hiç susamayacak. Samariyeli kadın : "Bana bu sudan ver" diyor. Kadın dalga geçmeye devam ediyor: Bu adam fazla ileri gidiyor. Hem su vermekten söz ediyor, hem de bu sudan bir kez içmenin yeterli olacağını söylüyor. Bakalım ne yapacak! Ve yeni bir evre başlıyor. "Git" diyor İsa. Onu kovuyor, fakat geri gelmesini de istiyor. Kadın biraz içini açtı. Bu kuyuya gidip gelmekten yorulduğunu itiraf ediyor. Fakat İsa onda başka bir acı, başka bir yorgunluk seziyor. Kadın içini tamamıyla açmadı. İsa açılmasına yardımcı oluyor : "Git! kocanı çağır ve buraya getir". – "Kocam yoktur." Gerçek acısını itiraf ediyor. Yalnızlık. "Doğru söyledin beş kocan oldu. Şimdi birlikte yaşadığın adam kocan değildir". Bu sefer Kadın İsa’da bir peygamber görüyor. Fakat hemen Yahudilerle onların arasındaki esas sorunu yüzüne vuruyor : "Nerede tapınmalı ?" Benim hakkımda iyi bildin, fakat bakalım buna ne diyeceksin? Belki de kadın konuyu değiştirmek için bu soruyu sormuştur. Fakat kadın hemşerilerine: "Bütün yaptıklarımı söyledi" diyecek. Kadında sadece su ihtiyacı yoktur. Tinsel bir susuzluğu da var. İsa’dan iki milletin arasındaki sorununu çözmesini istiyor. Nerede tapınmalı?. "Ne bu dağda, ne de Yeruşalem’de. Ruhta ve gerçekte tapınmalı." Kadın konuyu Mesih’e getiriyor. Belki İsa’ya: Peki sen bir peygambersin, fakat kendini Mesih sanma, demek istiyor : "Mesih gelince..." Gene de, kadının İsa’ya yakıştırdığı unvanlarda çok büyük bir ilerleme vardır: Yahudi, Efendi, Peygamber, Mesih... Sanki bir soruyu ima ediyormuş gibi : "Acaba o sen misin ?" Ve İsa ona cevap veriyor : "Seninle konuşan ben, O’yum". Her şey söylenmiş oluyor. Fakat bu gizli duramaz. Marta’nın Meryem’i ve Yahudileri çağırdığı gibi burada halk geri dönen şakirtlerdir. Fakat onlar henüz bu seviyeye ulaşmış değiller. Rab’bilerinin davranışlarındaki aşırı özgürlüğe şaşırıyorlar. Tek başına bir kadınla nasıl konuşabilir? Kadın ise gidiyor ve testisini bırakıyor. Onu ilgilendiren artık su değildir. İsa ona "Git kocanı çağır" demişti. O tüm köyü çağırıyor. Onlara sadece "Bana tüm yaptıklarımı söyledi" diyor. Onun görevi onları çağırmaktır. İnandırmak değildir. Sadece bir kadındır. Tanınıyor. İnanışını bir soruyla bildiriyor :"Acaba Mesih bu mudur ?" Aracı olarak ortadan kayboluyor "Bizim iman etmemizin nedeni artık senin sözlerin değildir. Kendimiz işittik". "Biri eker, başkası biçer..." Acaba İsa bu sözleri söylerken Samariyeli kadını mı ima ediyordu? O, haberi getirmişti ve şimdi Samariyeliler kalabalık olarak İsa’ya geliyordu. Kadın mutlu olabilirdi. Bir Kilise kurulmuştu! Birinci yüzyılın: Tiyatira Kilisesi İncil’de bahsi geçen bölüm: Vahiy 2,18-28 T yat ra şehr L dyalılar tarafından kurulmuş sonrasında se sırasıyla Makedonlar, Galatyalılar ve Bergama kralları tarafından ele geç r lm şt . Bu yören n lahı L dya, Makedon, ve Grek nançlarının kaynaşmasından ortaya çıkan Hel us Pyth us Apollo adını taşırdı. T yat ra emekç sınıfların ve çeş tl meslek topluluklarının faal yet gösterd ğ b r şeh rd . T yat ra, F l p şehr nde mana gelen ve oradak k l se’n n kurulmasında başrol oynayan kumaş boyacısı L dya’nın memleket d r. Bu meslek toplulukları veya şç send kaları genell kle b rer koruyucu lahın gücüne sığınırdı. Bu durum manlı esnafların üzer nde, “ya meslek grubunun özel putperest badetler ve eğlenceler ne uyarsın ya da çevres z kalırsın, şs z kalırsın” d ye b r baskı oluşturuyordu. İzebel (2,20) olarak adlandırılan b r kadın bu konu üzer nde şeh rde öğret ver r ve manlıların bu törenlere katılıp d ğer kutlamalarla kaynaşarak ruhlarını k rletmeyeceğ n savunur. İlg nçt r k , İzebel sm b r zamanlar İsra l’ ahlaksızlığa ve putperestl ğe sürükleyen Fenikeli bir kraliçenin de ismidir (1 Kr. 16,31; 18:4,13). Kil sen n çoğu bu tuzağa düşse de, sadık kalan b r avuç manlı vardı. Rab bu azınlığı takd r ed yor ve “Sizde olana sımsıkı sarılın” (2,25) d yerek teşv kte bulunuyor. Sadık kalan azınlığa ödüller vaat ed l yor: “Ben Babam’dan nasıl yetki aldımsa, galip gelene, yaptığım işleri sonuna dek sürdürene ulusların üzerinde yetki vereceğim… Galip gelene sabahyıldızını da vereceğim. Kulağı olan, Ruh’un kiliselere ne dediğini işitsin.” Yani sadık kalan imanlılara geçici yetki ve itibar arayan sadakatsiz imanlıların tersine kalıcı bir yetki ve itibar vaat ediliyor. Sadık kalan imanlılara Mesih’in ikinci gelişinde uluslar üstünde yetki verilecek. Ayrıca İsa’nın unvanı olan “Sabahyıldızı” (bkz. Vahiy 22,16) kendilerine de bahşedilecek, yani cennette kalıcı bir itibara sahip olacaklar. (Kaynak: www.inciltarihi.com - KK Arkeolojisi) Gençler için Dini Muhabbetler Tanrı bize seslendiği zaman O’na nasıl yanıt verebiliriz? Tanrı’yı yanıtlamak, O’na iman etmek demektir. İman etmek isteyenin “işiten, sezgi dolu bir yüreğe” (1 Kr 3,9) ihtiyacı vardır. Tanrı farklı yollarla bizimle temas kurmak ister. Her insani karşılaşmada, her etkileyici doğa deneyiminde, her ilk bakışta tesadüf gibi görünen şeyde, her meydan okumada, her acıda Tanrı’nın bizlere gizli bir mesajı yer alır. Kendi sözüyle veya vicdanımızın sesiyle bize seslendiği zaman bu çok daha belirginleşir. Bize dostları gibi seslenmektedir. Bu nedenle bizler O’na dostları gibi yanıt vermeli ve O’na iman etmeli, tamamen güvenmeli, O’nu hep daha iyi anlamayı öğrenmeli ve O’nun isteğini koşulsuz kabul etmeliyiz. İman nedir? İman, bilmek ve güvenmektir. İmanın yedi özelliği vardır: İman Tanrı’nın karşılıksız bir armağanıdır, içten bir şekilde dua edersek bu armağanı alabiliriz. İman, esenliğe erişmek için ihtiyaç duyduğumuz doğaüstü bir güçtür. İman, Tanrı’nın davetini kabul ederse insanın özgür iradesi ve açıkça anlamasını gerektirir. İsa kefil olduğu için iman tamamen gerçektir. İman, sevgi içinde etkin olmadığı sürece tamam değildir. Tanrı’nın sözünü daha iyi dinledikçe ve dua aracılığıyla O’nunla diri bir ilişki içinde oldukça iman gelişir ve büyür. İman daha şimdiden cennetin sevincini tatmamızı sağlar. Birçokları inanmanın kendilerine yetmediğini, bilmek istediklerini söylerler. Ancak “iman etmek” çok farklı iki anlama sahiptir: Paraşütle atlayacak olan birisi havaalanındaki görevliye “Paraşüt sağlam paketlenmiş mi?” diye sorup, görevli kayıtsızca “Ee, tabi sağlam paketlenmiş olduğuna inanıyorum” diye yanıt verse bu yanıt ona yeterli gelmeyecektir; bunu kesin olarak bilmek isteyecektir. Ancak paraşütü paketlemesini bir arkadaşından rica etmişse o zaman arkadaşı ona “Evet, kendim paketledim. Endişelenme, bana güvenebilirsin!” diye yanıt verir. O zaman paraşütçü şöyle bir yanıt verir: “Evet, sana inanıyorum.” Bu inanç, bilmekten daha fazlasıdır, emin olmak demektir. İşte bu inanç İbrahim’i Vaadedilen Ülkeye götüren inanç Şehitlerinin ölüme kadar dayandıkları inançtır, bugünde imanlıları gördükleri baskı ve zulümlere rağmen ayakta tutan inançtır. Bu, insanı tamamen kavrayan bir inançtır. İman etmek nasıl olur? Kim iman ederse Tanrı’yla şahsen bir bağ kurmaya çalışır ve Tanrı’nın kendisiyle ilgili gösterdiği herşeye inanmaya hazırdır. İman etmenin başlangıcında çoğu kez yaşanan bir sarsıntı veya huzursuzluk yer alır. İnsan görünen dünyanın ve herşeyin doğal akışının aslında herşey olmadığını hisseder. Bir gizemin kendisine dokunduğunu hisseder. Kendisine Tanrı’nın varolduğunu gösteren izlerin peşine düşer ve gitgide Tanrı’ya seslenmek ve sonunda özgürce O’na bağlanmak için cesaret bulur. Yuhanna İncili’nde şöyle yazılıdır: “Tanrı'yı hiçbir zaman hiç kimse görmedi. Baba’nın bağrında bulunan ve Tanrı olan biricik Oğul O’nu tanıttı.” (Yu 1,18) Bu nedenle Tanrı’nın bizlere ne demek istediğini bilmek istiyorsak Tanrıoğlu İsa’ya iman etmeliyiz. Bu nedenle iman etmek İsa’nın mesajını kabul etmek ve yaşamını O’nun isteği doğrultusunda yönlendirmektir. İman ve doğal bilimler arasında çelişki var mıdır? İman ile doğal bilimler arasında çözülmez bir çelişki yoktur, çünkü farklı iki gerçek olamaz. Bilim gerçeğiyle rekabet içinde olan bir iman gerçeği yoktur. Hem imanın hem de bilimsel mantığın kaynağı olan tek bir gerçek vardır. Tanrı imanı, aracılığıyla dünyanın mantıklı yapısını tanıyabildiğimiz mantığı nasıl istediyse öyle istedi. Bu nedenle hristiyan inancı (doğal) bilimleri destekler. İman, mantığa kapalı olmayan, ancak mantığın da ötesinde gerçek olan şeyleri tanımamız içindir. İman doğal bilimleri kendini Tanrı’nın yerine koymamak ve yaratılışa hizmet etmek konusunda uyarır. Doğal bilimler insanın onuruna müdahale etmemeli, aksine saygı göstermelidir. İmanımın kilise ile ne ilgisi var? Nasıl ki kimse yalnız kendisi için yaşayamazsa, insan yalnızca kendisi için iman edemez. İmanı KİLİSE’den alırız ve bu imanı paylaştığımız kişilerle birlikte topluluk olarak yaşarız. İman insanın en özel varlığıdır, buna rağmen şahsi bir konu değildir. İnanmak isteyenin hem “ben” hem de “biz” diyebilmesi gerekir, çünkü insanın paylaşamayacağı ve açıklayamayacağı bir inanç mantık dışıdır. Tek tek imanlılar Kilise’nin “İnanıyoruz” ifadesini kabullenirler. İmanı yüzyıllar boyunca taşıyan, yanılgılardan koruyan ve devamlı ışık gibi parlamasını sağlayan kilisedir. Bu nedenle iman etmek ortak bir inanca paydaş olmaktır. Başkalarının imanı beni de ayakta tutar, aynı benim imanımın ateşinin başkalarının imanını da tutuşturması ve güçlendirmesi gibi. Kilise imanın “Ben” ve “Biz” yönlerini ayinlerde iki iman açıklaması kullanarak vurguluyor: “İnanıyorum” diye başlayan Havarisel İman Açıklaması ve temel formunda “İnanıyoruz” diye başlayan İznik-Konstantinopel Büyük İman Açıklaması. İmanın tariflere ve ifadelere ihtiyacı var mıdır? İmanda sözkonusu olan boş sözler değil, gerçekliktir. Kilise’de tarih boyunca yardımlarıyla bu gerçekliği gördüğümüz, açıkladığımız, öğrendiğimiz, aktardığımız, kutladığımız ve yaşadığımız iman açıklamaları oluşmuştur. Belli sabit formlar olmazsa imanın içeriği eriyip gider. Bu nedenle Kilise Mesih’in mesajını yanlış anlamalardan ve bozulmalardan korumak için çoğu kez zahmetli bir süreç sonunda formüle edilmiş olan belli cümlelere büyük önem verir. Aynı şekilde iman açıklama ifadeleri, kilisenin imanının farklı kültürlere aktarılıp tercüme edilmesi, ancak aynı zamanda özüne sıkı sıkıya bağlı olarak korunması gerektiği zaman da önemlidir. Çünkü ortak iman kilisenin birliğinin temelidir. İman açıklamaları nelerdir? İman açıklamaları, bütün imanlıların imana ortak tanıklıklarını mümkün kılan imanın kısa açıklama formülleridir. Bu tür kısa formüller Pavlus’un mektuplarında da bulunur. İlk dönemden Havarisel İman Açıklaması, Havarilerin imanının bir özeti olarak sayıldığı için özel bir değere sahiptir. Büyük İman Açıklamasında henüz bölünmemiş olan hristiyanlığın büyük konsillerinde (İznik 325, Konstantinopel 381) formüle edildiği ve halen de Doğu ve Batı’daki bütün hristiyanların ortak temeli olduğu için büyük saygı görür. Müjdeleme Katolik Kilisesi’nde 19 Haziran 2016 Pazar günü Saat 11.30 İlk Komünyon Töreni Yaşam Ekmeği Ben’im! Bu ekmekten yiyen sonsuza dek yaşayacak Rabbin Sofrasına Hepinizi bekliyoruz Sevgili Mons. Luigi Seni unutmadık ve unutmayacağız! Gökte doğum günü 3 Haziran 2010