TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ KASIM 2012 - SAYI 3 Başbuğ’un İzindeyiz Yürüyoruz yolunda bu nesil senle dolu Sana borçlu bu vatan aldığı her soluğu Emanetine bekçi ışığının izinde Cihan alkışlar seni yüce Türk'ün başbuğu Bir yük değildir bize emanetin bu vatan Aldığımız her nefes sana fedadır Atam TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ KASIM 2012 - SAYI 3 Türk Sazı Türkçü Düşünce, Töre, Tarih Ve Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:3 Aylık Türkçü Dergi İletişim: turkalevi@gmail.com Web: http://turkalevi.com | http://turania.net Başbuğ’un izindeyiz Varlığını Türk’ün varlığına armağan eden Başbuğumuzun Tanrı Dağı’na göçüşünün üzerinden 74 yıl geçmiş. İçindekiler 3 Apo’yu Akp’ye Genel Başkan Yapın 4 Turan Yazgan Uçmağa vardı 5– 11 Ahıska ve Ahıska Türkleri 12-13 Başbuğumuz Atatürk’tür 14-15 Altay Kamizmi'nin Anandolu Türk Halk İnançlarındaki İzleri 16-17 Batılıların Gözüyle Türkler 18– Bırakın Gebersinler 19–27 Unutulan Soykırım: Batı Anadolu'da Yunan Mezalimi 27—Milli Şuur Uyanıklığı Onun adını kullanarak kendilerine siyasi taraftar toplayanlar, devrimleri apaçık ortadayken yeni fikirler üretenler O’na düşmanlarından daha fazla zarar verdi. Düşmanlarının Başbuğ’u sevmemek için mantıklı nedenleri yoktu. Türklüğü yok olmaktan kurtarıp milli bir devlet kuran bir lideri sevmemek için insanın ya gayrı Türk, ya Türklük düşmanı, ya saltanat hilafet yanlısı ya mandacı, ya emperyalizmin uşağı olması gerekiyordu. Onlar saflarını seçtiler. Biz namusumuzu, şerefimizi kurtardığı için sevdik onu. Masaya konan Sevr’i parçalayıp attığı ve bu toprakları emperyalizmin postallarından temizlediği için sevdik onu. Taş üstünde taş kalmamış bir harabeden on yıl içinde demir ağlarla örülmüş, her yanında fabrikalar açılmış, yüzlerce yıldır gülmeyen yüzlerin güldüğü bir vatan yarattığı için sevdik onu. Osmanlı’da yüzlerce yıl boyunca “aptal,cahil kaba, akılsız Türk” denilerek aşağılanan hor görülen ve devlet yönetimi dahil her yerden dışlanan sadece vergi mükellefi ve asker olarak kullanılan Türk’e devletin adını verdiği ve devleti ona teslim ettiği için sevdik onu. Bugün kan gölüne dönen Ortadoğu ülkeleri gibi medeniyetten uzak, dilini kültürünü unutmuş büyük devletlerin boyunduruğuna girmiş sömürge ülkeleri gibi bir devlet bırakmadığı için sevdik onu. Hür bir bayrak altında özgürce yaşama fırsatı verdiği için seviyoruz onu. Onu sevecek binlerce nedenimiz var. Başbuğumuzun izindeyiz Birinci vazifemiz: Türk istiklalini Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir… Türk’üz Türkçüyüz Atatürkçüyüz TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ AKP'ye Genel Başkan olsun! Kenya’dan getirildiğinde gözleri bağlı ve süklüm püklümdü. Anasının Türk olduğundan söz ediyor, izin ve imkân verilirse devlete hizmet edeceğini söylüyordu. Önce yargılandı, ardından kellesini urgandan kurtardı. Şimdilerde İmralı’da yatıyor. Başbakan çıkıp “Kim ki onunla ya da örgütüyle görüşüyor diyorsa şerefsizdir” dedi. Bu arada, “İmralı’yla hükümet görüşmedi. Devlet görüşüyor” açıklamasını yaptı. Oslo görüşmeleri medyaya düştü, saklanacak bir şey de kalmadı. Başbakan bu defa “Biz görüşmüyoruz, devlet görüşüyor” dedi. Bu arada Başbakan Erdoğan, bu arada bir sarkaç misali terörle müzakere ile mücadele arasında gidip geliyordu. Önce “Kürt sorunu vardır ve bu benim sorunumdur” anlamına gelen sözler etti. “Kürt Açılımı” başlattı. Bir süre sonra da “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin sorunu vardır” diye yeni bir jargonla ortaya çıktı. Bu arada İmralı’daki Öcalan için kendi durumu en büyük sorundu. “Kürt sorunu” ikinci derecede önemdeydi. Öcalan ile AKP’nin görevlileri arasındaki her görüşme sırasında Öcalan, ‘Devlet beni muhatap alsın, şartlarımı iyileştirsin, ev hapsine çıkarsın, özgür bıraksın ve nihayet önderliğimi kabul etsin(!)’ anlamına gelen sözler ediyordu. Terör örgütünün katliam planlayıcısı Öcalan için, “Kürt Sorunu” eşittir ‘Öcalan’ın İmralı’dan kurtulması sorunuydu’. Bunun için kendisini sorunun merkezine yerleştirmişti. AKP’nin uygulamaya koyduğu açılım politikaları sırasında “Benimle görüşmeyi uygun bulmuyorsanız, Kürt akil adamlarla ya da DTP ile görüşün” mesajlarını vermişti. O zamanlar çıraklık dönemini yaşayan AKP, Öcalan’ı ciddiye alıp DTP’yle ve “Kürt akil adamları” yla görüştüklerinde onlar da sorunun muhatabı olarak İmralı’yı gösterdiler. Habur’a dağdan inerek gelenler de “Öcalan söyledi, geldik” dediler. AKP hükümeti sonuçta İmralı, Kandil, Oslo demeden her üçüyle de ilişkileri sürdürdü. Her türlü tavize açık olduğunu gösterdi. Bu görüşmelerde terör örgütü ve Öcalan devlete muhatap kılındı. Ancak ortada bir sorun vardı. Devlet, görüşmeler sırasında PKK’ya karşı her türlü operasyonu durdurmuştu. PKK ise var gücüyle silahlı saldırılarına devam ediyordu. Öcalan ise Kandil tarafından satıldığını söyleyerek durumu kurtarmaya çalışıyordu. Medyadaki terör örgütünün yandaş ve sözcüleri ise; PKK’dan kopmuş olan TAK adlı söz dinlemez bir örgütü ve derin PKK’yı, terörist saldırılardan sorumlu tutmuştu. Kandil’e çıkıp-inen gazeteciler, İmralı’ya girip-çıkan görevliler, Oslo’da bir araya gelen MİT memurları ve terör mensuplarının görüşmelerine rağmen terörist saldırılar ara vermeden sürdü. PKK’nın katliamları sürünce, sonunda hükümet görüşmeleri kesti. İmralı’daki Öcalan’ın dışarıyla ilişkisini kopardı. KCK’lıların ölüm orucu grevine kadar da bu durum böyle devam etti. BDP ve PKK ise KCK’lı mahkûmların hayatlarını, Öcalan’ın İmralı’dan kurtarılması için araç olarak kullandı. KCK davasından tutuklananlar, aldıkları talimat ya da gördükleri baskı nedeniyle Öcalan’a uygulandığını iddia ettikleri tecridin kaldırılması için ölüm orucuna yattılar. Sözüm ona ölüm orucunun 69’uncu gününde tutuklular, AKP hükümetin talepleri dolaylı bir biçimde kabul ettiğini açıkladıktan sonra eylemlerine son verdiler. Hükümet “ana dilde savunma hakkı” yla ilgili düzenlemeyi TBMM’ye sundu. Diğer talepler konusunda kamuoyunun algısının değişmesi gerektiği ve sorunun bir zamanlama konusu olduğunu ortaya koydu. Ardından şanlı Barzani medyası kamuoyunun algısını yönetmek üzere harekete geçti. Devletin Kürt gerçeğini tanıdığını, sıranın PKK’yı tanımaya geldiğini söyleyenler oldu. Hızını alamayıp Öcalan’ın ev hapsine alınmasını ya da serbest bırakılması gerektiğini savunanlar oldu. Mümtaz’er, Öcalan’a valilik teklif etmişti, Birand genel başkanlık ve milletvekilliği teklifinde bulundu. Bir öneri de bizden: Öcalan AKP’ye Genel Başkan olsun. Özcan Yeniçeri www.turkalevi.com Apo’yu Paşa Yapın Sonunda terörü çözme işi Apo'ya kaldı... Büyük devlet başka... * Adalet Bakanı "Teröre karşı çözüm sürecinde PKK liderinin olabileceğini" söyledikten bir gün sonra, Başbakan televizyonda "İmralı ile görüşülebileceğini" açıkladı size... "İmralı" Apo'nun coğrafi adı... Onu getiren komutanı cezaevine kapattılar... 18 yıl... Terörü çözmek için Apo'ya gidiyorlar... İyi mi?.. * ANAYASA KOMİSYONU APO'NUN FİKRİ Apo'nun anayasa yapımı sürecinde yer aldığı da anlaşıldı, partiler arası anayasa komisyonu kurulması onun fikriymiş... Memleketin aydınları, gazetecileri, bilim insanları, ordunun yarısı "anayasal düzeni yıkmaktan içeride... Yeni anayasal düzen Apo'nun katkıları ile kuruluyor... Eeee çüş?.. ? Ben size söyleyeyim: Çaresiz kaldılar... ? En son bizim Enis Berberoğlu'na düşmüştü iş... Bir masa, masa örtüsü, bir vazo çiçek alıp gitti Şemdinli'ye, teröre karşı... Teröristler, masa, masa örtüsü, vazo ile gelen birisini görünce, mağaralarda uzun süre birbirlerine bakarak sessiz oturdular... ENİS BERBEROĞLU DİYALOĞU Sonra mağara deliğinden sordular muhtemelen: "Ula sen kimsen?.." "Enis..." "Dizi filmci?.." "Hayır, Enis Berberoğlu..." "Heeee..." "Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni..." "Nedisen?.." "Öyle dedikleri gibi terör merör yok burada yani..." Biliyorsunuz, ertesi gün sekiz şehit... Bu da çare olmayınca işte... Çözüm Apo'ya düştü... Başbakan'a ve bakanına bakılırsa, onun terörün çözümünde Genelkurmay Başkanı'ndan, bakanlardan, muhalefet liderlerinden, daha az etkili olduğunu kim söyleyebilir?.. APO PAŞA Türkiye içine düştüğü büyük tuzaktan kurtulamıyor açıkçası... AKP; muhaliflerini yok etmek, önündeki tüm engelleri kaldırmak, iktidarını sürdürebilmek uğruna teslim olduğu ABD'nin nihai oyununa düştü... Çıkamıyor... Çaresiz... ? Ve mecbur... Apo'yu çıkarıp paşa yapsalar... Abdullah Paşa... Sayfa 3 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Turan Yazgan Uçmağa Vardı Asya’nın derinliklerinden Balkanlara Atayurt’tan Anayurt’a Türk Dünyası “Hocaların Hocası” Prof. Dr. Turan Yazgan’ı son yolculuğuna uğurladı Ömrünü “Türk” davasına adayan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan için önce İstanbul Üniversitesi ile hizmet verdiği Vakıf’ta tören yapıldı. Ardından naaşı Fatih Camii’ne getirildi. Kılınan namazdan sonra “Hocaların Hocası” eşi Gülen, çocukları Korhan, Karahan ve Közhan ile sevenlerinin elleri üzerinde “uçmağa” vardı... Türk Dünyası’nı buluşturdu TBMM Başkanı Cemil Çiçek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli başta olmak üzere siyaset, iş ve sanat dünyasından çok sayıda ismin hazır bulunduğu cenaze törenine Türk Dünyası’ndan büyük katılım oldu. Yapılan konuşmalarda Yazgan’ın Türk Dünyası için yaptığı hizmetlerden övgüyle söz edildi. “Hocaların Hocası”nı ebediyete uğurladık... Vefatıyla Türk dünyasını yasa boğan Turan Yazgan, binlerce kişinin katıldığı cenaze töreniyle toprağa verildi... Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın kurucu Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan, dün son yolculuğuna uğurlandı. Tabutu üzerine Türk Bayrağı, “Gökbayrak” olarak tanımlanan Uygur Türklerinin bayrağı ve Kırım Bayrağı ile kırmızı karanfiller konulan “Hocaların Hocası” Yazgan için ilk tören uzun yıllar görev yaptığı İstanbul Üniversitesi’nde düzenlendi. Yazgan’ın eşi Gülen, çocukları Korhan, Karahan ve Közhan Yazgan ile sevenleri ve akademisyenlerin katıldığı törende konuşan Rektör Prof. Dr. Yunus Söylet, sadece Türk dünyasının değil, İstanbul Üniversitesi’nin de ismi ve ülküsüyle hep aynı yönde giden bir büyüğünü kaybettiğini söyledi. Turan Yazgan’ın hizmetlerinin devamının herkesin üzerine vazife olması gerektiğini ifade eden Söylet, “Allah ondan razı olsun. Mekanı cennet olsun” dedi. Birçoklarının hayal bile edemediğini gerçekleştirdi Edebi hayat için bu dünyada bir şeyler yapılması gerektiğine yürekten inandıklarını anlatan Söylet, Turan Yazgan’ın, ömrüne birçok eser sığdırdığını, bir çok kişinin hayal bile edemediklerini gerçekleştirerek dünyadan ayrıldığını dile getirdi. Söylet, Yazgan’ın arkasında Türk dünyasına hizmet edecek bilim insanları bıraktığını ifade etti. Kazakistan Çimkent Miras Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Bolat Mirzaliyev, Turan Yazgan’ın durmadan, yorulmadan hep çalışır bir şekilde hayatını sürdürdüğünü belirterek “Yazgan, Türk dünyasını birleştirdi. Hocamız edebi evine gitti. Orada iyi olsun” dedi. Mirzaliyev, “Yüzlerce çocuğu bizim çadırlarımızdan alıp Türkiye’deki modern eğitim imkanlarını sağladı” ifadelerini kullandı. Bir eli Asya’da bir eli Balkanlardaydı Azerbaycan Milletvekili şair Sabır Rüstemhanlı, Turan Yazgan’ın, Türk dünyası sevdalısı bir akademisyen olduğunu belirterek, “Son yıllarında çok çileler çekti. Türk dünyası bıraktığı vakfa yardım etmeli. O, bir çınar ağacıydı. O bu millet için fikir üreten bir insandı” değerlendirmesinde bulundu. Rüstemhanlı, Yazgan’ı bir elinin Asya’nın derinliklerinde diğer elinin Balkanlarda olduğunu yüreğinin de Türklük için yandığını söyledi. Rüstemhanlı, “Biz Türkler, birbirimize zulmedip, ardından ağlayan milletiz. Atatürk, Türkeş, Turan Yazgan aynı çizgide insanlardı” daedi. Dostları Yazgan’la anılarını anlattı Kırım Meclis Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu da Türk dünyasının büyük bir insanını kaybettiğini belirterek, dostluklarının Yazgan’ın 1980’de kurduğu vakıfla başladığını, Turan Yazgan’ın, 25-30 kişinin yapacağı çalışmaları tek başına yaptığını, Türk dünyası çocuklarını okuttuğunu anlattı. Prof. Dr. Turan Yazgan’ın naaşı, buradaki törenin ardından cenaze aracına konularak, Fatih’teki Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’na getirildi. Bu sırada cenaze aracının arkasından Türk cumhuriyetlerine ait bayraklar taşındı. Vakıfta düzenlenen törende ise Kur’an-ı Kerim okunmasının ardından dostları, Prof. Dr. Turan Yazgan ile ilgili anılarını anlattı. Vakıftaki törenin ardından Prof. Dr. Turan Yazgan’ın cenazesi, ikindi vakti kılınacak cenaze namazı için Fatih Camisi’ne götürüldü. Buradaki Cenaze törenine Türk dünsyısından çok sayıda konuk, siyasiler, sanatçılar ve bilim adamları ile vatandaşlar katıldı. Turan Yazgan’ın naaşı törenin ardından Kozlu Mezarlığı’na götürülerek toprağa verildi. Türk dünyası için çalıştı 74 yıllık hayatında kendisini tanıyanların üzerinde büyük tesirler bırakan bilge bir adam ve son nefesine kadar Türk Milleti ve Türk Dünyası’nın sorunlarını çözmek için olağanüstü çalışma sergileyen son alperen Turan Yazgan, unutulmayacak eserlere imza atmıştı. Yazgan, özellikle Ata yurdumuzda yaşayan soydaşlarımızın Anadolu Türklüğü ile kaynaşması, duygu ve düşünce birliğinde buluşması için büyük çaba harcamıştı. Prof. Dr. Turan Yazgan tarafından 1980 yılında kurulan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı bünyesinde, Azerbaycan, Kazakistan’da birer fakülte ile lise, Kırgızistan’da ise 2 fakülte ve bir lisede eğitim öğretim yapılıyor. Vakfın, Rusya Federasyonu’nun özerk Türk bölgelerinde de Türkçe öğreten görevlileri bulunuyor. Balkan ülkeleri ile Yakutistan, Tataristan, Çuvaşistan’daki Türk Kültür Merkezleri ve okullar ise maddi zorluklardan dolayı kapandı. Hayatı örnek olmalı... Kırgızistan Celalabad İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kantörü Şaripoviç Toktamamatov, Turan Yazgan’ın, Türk dünyasında olduğu gibi Kırgızistan’da çok önemli çalışmalar yaptığını anlatarak, Kırgızistan’dan Türk öğrencileri Türkiye’ye getirerek okumalarına yardımcı olduğunu anlattı. Toktamamatov, yakınlarına başsağlığı dileyerek, “Turan Yazgan hocamızın hakka yürümesiyle onun açtığı bu kapı kapanmayacaktır. Onun yetiştirdiği öğrenci ve hocalarla bu yolda çalışmalarımıza devam edeceğiz” diye konuştu. Azerbaycan Devlet Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Abidoğlu, çok üzüntülü olduğunu belirterek, “Hayatta insanlar iki şekilde yaşar. Birincileri kendileri için ikincileri ise milletleri için yaşıyor, mektepler açıyor. Bu insanlar, diğerlerinin gönüllerine adeta heykel dikiyor. Turan hocamızda bunlardan biriydi” ifadesini kullandı. Prof. Dr. Turan Yazgan’ın, Türk dünyası gençlerine çok önem verdiğini ifade eden Abidoğlu, Yazgan’ın hayatının tüm gençlere örnek olması gerektiğini söyledi. Yazgan’ın kabristanına Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından İsmail Gaspıralı’nın mezarından ve Kırgızistan’dan toprak getirildi. www.turkalevi.com Sayfa 4 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Ahıska ve Ahıska Türkleri Yunus Zeyrek Gazi Üniversitesi Rektörlüğü Türk Dili Bölümü A. Ahıska‘nın Coğrafi Konumu Ahıska Şehri, Türkiye‘nin kuzeydoğusunda, Ardahan ilimizle sınır teşkil eden, Gürcistan toprakları içinde yer alan, çok eski bir Türklük yurdunun merkezidir. Abastuban, Adigön, Aspinza, Ahılkelek, Azgur ve Hırtız gibi kasabaları ve bu kasabalara bağlı 200 kadar köyü vardır. Ahıska, Türkiye sınırına 15 km. mesafede bulunmaktadır. Posof Çayı‘nın iki yakasında yer alan şehir, karayolu ile Tiflis, Batum ve Türkiye‘ye bağlıdır. Ayrıca batıda Türk sınırının çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu, Ahıska‘yı doğudan Tiflis‘e bağlar. Ahıska topraklarının en önemli akarsuyu, Kür ırmağıdır. Batıdan gelip Ahıska‘ya ulaşmadan birleşen Posof ve Adigön çayları, şehrin doğusunda Kür ırmağına karışır ve Hazar Denizi‘ne doğru akarlar. Yer yer düzlükler görülmekle beraber dalgalı bir yapıya sahip olan Ahıska toprakları, sulak ve tarıma elverişlidir. Posof‘ta olduğu gibi buralarda da yaylacılık geleneği vardır. Ormanlık tepelerin aralarındaki yüksek ve bol otlu vadilerde hayvancılık yapılır. Çam ormanlarıyla kaplı dağlar arasındaki dar vadide kurulmuş olan kaplıcalı Abastuban, görülmeye değer tabiî güzelliklere sahiptir. Ahıska yakınındaki linyit yatakları da işletilmektedir. Bugün sakinleri orada yaşamayan Ahıska ve çevresinde nüfus da seyrek, hatta ıssız hâldedir. 1944 sürgünüyle boşaltılan köylere, zorla veya zaruretle gelenler dışında nüfus hareketlenmesi olmamıştır. Bölgeye iskân edilmek istenen Gürcüler gelmediği gibi, kasabalara da sadece Ermeniler yerleşmiştir. Buralarda resmî kişilerden başka Gürcü varlığından söz edilemez. 1828‘de 50.000 olan şehir nüfusu, 1887‘de 13.265‘e düşmüştür. Günümüzdeki nüfusu 24.650‘dir. B. Ahıska‘nın Kısa Tarihi 1. Eski Çağlar: Ahıska ve çevresi, çok eski devirlerden beri, insanların topluluk hâlinde yaşadığı bir bölgedir. Milâttan önceki çağlarda Hurriler, onları takiben Urartular, Kimmerler ve Sakalar buralara hakim olmuşlardır. Yukarı Kür ve Çoruh boylarıyla Ahıska bölgesinin Türklük tarihi, çok eski asırlara dayanmaktadır. Son Kıpçakların, Gürcü kralının davetiyle gelip yerleşmesinden yüzyıllarca evvel buralarda Kıpçak ve Bun-Türklerin yaşadığına dair ciddî haberler vardır. Doğu seferine çıkan Makedonların ünlü kralı iskender, MÖ. IV. yüzyıl sonlarında Kafkasya‘ya geldiğinde, ona karşı çıkan kuvvetli bir Türk varlığının olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, Kıpçak ve Bun-Türk adıyla anılmaktadır.1 Kun akınları sırasında batıya doğru sürülen Alan unsurları, bu bölgeye gelmişlerdir. Romalıların Güney Kafkasya‘ya hakim olmasıyla, Alanlar da geldikleri ülkeye, Kuzey Kafkasya‘ya dönmüşlerdir.2 Bölge, VI. yüzyılda iranlılar, Hazarlar ve Bizanslılar arasında el değiştirdi. Hazarlar, Kafkasya coğrafyasında çok büyük rol oynamışlardır. XX. yüzyıl başlarına kadar varlığından haberdar olduğumuz anadili Türkçe olan, aralarından âşıklar yetişen ve halk tarafından çufut denilen Musevî unsurunun, Hazar hatırası Karaimler olduğu söylenebilir. Bugün Rus ve Gürcü kaynaklarında Mesketya adıyla anılan Ahıska bölgesinin eski sakinleri kimlerdi? Bu soruya çok net cevap bulmak zor olsa da, milâttan önce iskender‘in seferinde buralarda Türk unsurlarının yaşadığına dair kuvvetli haberler vardır. Mesketya adının da, buralarda yaşamış eski bir kavim olan Meshlerden kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavmin menşeini kesin olarak belirlemek zordur. Bununla birlikte şu görüşler ileri sürülebilir: Meshler, Nuh Nebi oğlu Yafes‘in oğlu ve Oğuz‘un pederi Mesek‘ten gelen Masagetlere dayanır.3 Meskler, Kartvel (Gürcistan) güneyinde yaşamış Gogarlı (iskit) ve Turanî yerli Hıristiyan halktır.4 Meshlerin Gürcü olduğunu iddia edenlerin de kesin kaynağı yoktur. Ahıska‘nın Rustav köyünde dünyaya gelmiş olan ünlü şair şota Rustaveli, ―Üstadım Genceli Nizamî‘dir demiş ve eserinde tamamen İslâmî motifler kullanmıştır. Şair Rustaveli‘nin ad ve soyadının Gürcü isim kalıplarında görülen -vili, -dze gibi ekleri almaması da dikkat çekici bir husustur. Dilinden başka Gürcü kültürüyle ortak noktaları bulunmamaktadır.5 Bu kavim, muhtemelen Hitit, Asur ve Sümerler gibi kayıp bir topluluktur. Ahıska bölgesinden sürgün edilen Türk unsuru, Mesh değildir. Bu topluluğun, Kıpçak hâtırası olduğu artık kesinleşmiştir.6 Eski çağlarda Kıpçak Türkleriyle birlikte bu bölgede yaşadığı anlaşılan Meshler, Kıpçakların yahut Kartvellerin arasında erimiş olmalıdır. Zira Kartvel/Gürcüler, küçük bir millet olmasına rağmen, dünyada emsali az görülecek derecede ırkçı bir yapıya sahiptirler. Ele geçirdikleri yerde ilk başvurdukları yol, yerli halkın isimlerini değiştirmektir. Bunun en son örneği, 1919 yılında işgal ettikleri Posof‘ta görülmüştür.7 Makedonyalı, İskender’in, Kafkasya‘ya geldiği sıralarda buralarda Kıpçak ve Bun-Türk unsurları yaşamaktaydı. Bu bilgi, Batılı kaynaklarla birlikte Gürcü kaynaklarında da geçmektedir.8 Fransız bilgini Brosset, Bun-Türklerin Turanlı olduğunu bildirmektedir.9 Gürcü dil bilgini Marr ise, Bun-Türkün ―otokton/yerli Türk anlamına geldiğini yazmaktadır.10 Bu bilgiler, Çoruh ve Kür boylarında, dolayısıyla Kafkasya‘da, Türklük tarihinin, ne kadar eskilere gittiği konusunda kesin bir fikir vermektedir. 2. Kıpçaklar ve Atabek Hükûmeti: Kıpçaklar, 1068‘de Rus knezlerinin müttefik kuvvetlerini yenerek Güney Rusya sahasına yerleştiler. 1080‘lerde Balkaş gölünden Tuna nehrine kadar uzanan topraklara Kıpçak Eli/Komania deniliyordu. Kıpçakların bir kısmı Kırım‘da yerleşirken diğer bir kısmı da daha güneye, Kafkaslar‘a doğru indiler. Kıpçak Eli‘nde daha sonraları Altunordu Devleti kurulmuştur. Gürcü Kralı II. David, Selçuklulara ve İranlılara karşı savaşacak ordusu olmadığından, Kıpçak Türklerini ülkesine davet etti (1118–1120). Azak Denizi doğusu ve Kafkaslar kuzeyinden gelen 45.000 Kıpçak ailesi, Çoruh-Kür ırmakları boylarına yerleştiler ve güçlü bir ordu kurdular.11 Gürcistan, bu ordu sayesinde canlandı hatta Tiflis‘i Selçuklulardan geri alarak topraklarını Erzurum yakınlarına kadar genişletti. Zamanla Gürcistan‘da Kıpçak/Kuman unsuru arttı. Bu topraklara yerleşen ve Gürcülerle din birliği bulunan Kıpçak Türkleri, devletin ordu, siyaset ve maliyesinde çok etkili konuma geldiler. Zamanla güçlenen Kıpçak Atabekleri, 1267 yılında Tiflis‘e baş kaldırarak bağımsızlık mücadelesi verdiler. Onların bu faaliyeti ilhanlı Hükümdarı Abaka Han tarafından da desteklendi. Bugün Posof‘ta kalıntıları bulunan Cak/Caksu kalesi onların hatırasıdır. Atabek ailesinin siyasî faaliyetlerinden Gürcü kaynakları bahsetmektedir: Gürcistan‘a gelen Moğollara karşı savaşmak üzere 1266 tarihinde Tiflis‘e giden Kıpçak Beyi Caklı Sargis, Gürcü Kralı David tarafından tutuklandı. İlhanlı Kağanı Abaka Han, David‘den Sargis Bey‘i serbest bırakıp kendi yanına göndermesini istedi. Sargis Bey, Abaka Han‘a, artık Gürcü yönetiminde yaşayamayacaklarını ve bağımsız olmak istediklerini bildirdi. Böylece Abaka Han‘ın desteğini alan Atabek ailesi, Gürcistan‘dan ayrı bir hükûmet oldu.12 Ahıska Atabekleri hükûmet olduktan sonra Osmanlı Devleti ile iyi münasebetler kurmuşlardır. 1500/1516 yıllarında Artvin, Ardahan, Ahıska Beyi olan Kıpçak Atabeki Mirza Çabuk, 1508‘de Trabzon Sancak Beyi Şehzade Yavuz Selim‘e kendi askeriyle öncülük etmiş; Batı Gürcistan‘ın Osmanlı‘ya itaatini sağlamıştır. 1514‘te Çaldıran Seferi‘nde de Osmanlı ordusuna sefer sırasında, sürülerle etlik koyun, yüzlerce yük yağ, bal ve un vererek yardımcı olmuştur. Onun bu siyaseti, Gürcü kaynakları tarafından eleştirilmektedir. www.turkalevi.com Sayfa 5 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Atabek hükûmeti, 310 yıl yaşamış, Anadolu‘nun en uzun ömürlü Türk Beyliği‘dir. Osmanlı fethinden sonra 1595 yılında yapılan sayım sonucu hazırlanan Ahıska Tahrir Defteri‘ndeki vergi mükellefi köylü isimlerinden bölge halkının Türklüğü açıkça anlaşılmaktadır: Arslan, Ayvaz, Bayındır, Bekâr, Çabuk, Devletyar, Elaldı, Elalmaz, Emirhan, Gökçe, Kanturalı, Korkut, Murat, Nuraziz, Pirali, Şahmurat, Temür, Ülkmez, Yaralı, Yusuf…13 MÖ. VIII. ve VI. yüzyıllarda Kafkaslar‘ın kuzeyinden güneye geçip Yukarı Kür ve Çoruh boylarına yerleşerek 300 yılında Hıristiyan olan Kıpçaklara İlk Kıpçaklar; bu bölgeye XII. yüzyılda gelenlere de Son Kıpçaklar denilmektedir.14 Bu bilgiler, Ahıska ve çevresinin, ne kadar eski bir Türklük tarihine sahip olduğunu göstermesi bakımından fevkalâde önemlidir. XVI. yüzyılın başlarında Ahıska Atabekleri hükûmetinin sınırları Azgur‘dan Kars, Artvin, Tortum, İspir ve Erzurum‘a kadar uzanıyordu. Bugünkü halk kültüründen de anlaşılıyor ki, Ahıska Türkleri ile Posof, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Yusufeli, Tortum, Narman ve Oltu halkı aynı köktendir.15 Bu bölgede Ortodoks-Hıristiyan Kıpçak Atabeklerinden kalan dinî yapılara Gürcüler sahip çıkmakta, bölgeyi de eski toprakları olarak tanıtmaktadırlar.16 3. Osmanlı Fethi: Osmanlı padişahı III. Murad çağında, Dağıstan, Gürcistan ve şirvan‘ın fethine karar verildi. 1 Ocak 1578‘de Şeyhülislâmın fetvasını alan Serdar Lala Mustafa Paşa, Safevîler üzerine sefere çıktı. 5 Ağustos 1578‘de Ardahan kalesi güneyindeki ovada konan Serdar Lala Mustafa Paşa, buradan yolu üzerindeki beylere ve hakimlere birer mektup göndererek Osmanlı ordusuna bağlılık bildirmelerini istedi. Bununla ilgili olarak eski bir kaynakta şu ifadeler vardır: ―Altunkala nâm hisâra bir Hatun (Kıpçak Atabekleri Melikesi Dedis İmedi) zabt u tasarruf ederdi. Yarar yiğit oğulları varidi. Ol vilâyetlerin Küffârlarını, anlar zapt ederlerdi. Küffâr-ı hâkisârın Beylerine Serdâr Mustafa Paşa, Kal‘a-i Ardahan‘dan kalkmazdan mukaddem bir âdem gönderüp, dimişler idi ki, ‗Sen ki Altunkala sâhibi olan Manuçahr‘sın. Sana ma‘lûm ola ki: Ben ki Rûm Pâdişâhı‘nın bir ednâ Vezîriyim. Üşde yüz elli bin İslâm ‗askeriyle üzerüne geldim. Eger gelüp, Dîn-i İslâm Pâdişâhı‘nın çerisine istikbâl edüp, mütâba‘at ve mürâca‘at edersen, biz dahi, senin hâline münâsib ve şânına mülâyim ri‘âyet edelim. Eger ‗inâd ve muhâlefet edüp, serkeşlik edersen, üş üzerine varurum. Ve Ellerüni, Vilâyetlerüni yıkup, yakup, harâb ederim. Ve ‗Asker-i İslâm, üzerüne varup, bir mıkdâr emek ve zahmet harc edüp, nâ-çâr olduğın vakit, havfa gelüp mütâba‘at edersen, kat‘â özrün ve bahânen makbûlüm degildir. Hemân seni sene gerek ise, ta‘cîl gelüp, Dîn-i İslâm‘a tâbi‘ olasın. Ve Elüni ve Vilâyetlerüni bize teslîm edesin.‘ eyü (haber) gönderildi. 17 Ordu Ardahan‘dan hareket ederken, Ardahan Sancak Beyi Abdurrahman ile Bayburt Alaybeyi Bekir Beyler, kendi askerleriyle Ulgar dağını aşıp Posof merkezi Mere ve Ahıska yolundaki Vale kalelerini teslim aldılar. Ertesi günü (9 Ağustos 1578) Ahıska, Tümük, Hırtız, Çıldır ve Ahılkelek kaleleri de fethedildi. Ordu, Tiflis istikametinde yürürken, Safevî Tokmak Han, büyük bir kuvvetle birlikte gelip, Çıldır Gölü kuzeybatısında Osmanlı ordusunu pusuda bekledi. iki ordu arasında yapılan savaşta, Safevî ordusu büyük kayıplar vererek geri çekildi. Tarihe Çıldır Meydan Muharebesi adıyla geçen bu savaş, Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı.18 Zaferin ertesi günü (10 Ağustos 1578), beş altı bin askeriyle Atabek Manuçahr Bey, Serdar‘ın otağına törenle gelerek itaatini arz ve Altunkala‘nın anahtarlarını teslim etti. Müslümanlığı kabul ederek II. Atabekli Mustafa Paşa adını aldı. Önce Sancakbeyi sonra da Çıldır/Ahıska Beylerbeyi oldu. Çevredeki 32 kale de Osmanlı ülkesine katıldı. Manuçahr‘ın Yusuf Paşa adını alan kardeşi Greguvar/Gorgor‘a da Oltu Sancakbeyliği verildi.19 Hammer, bu tarihî olayı anlatırken, ―Manuçahr, itaatnâme göndererek hükûmetinin kabul edilmesini diledi. Bununla ilgili taahhütnâme istedi. Lala Mustafa Paşa, onun isteklerinin bir kısmını kabul etti. Kendisine Azgur‘u, kardeşi Greguvar‘a Oltu sancağını ve annesiyle diğer kardeşine de timar ve köyler verdi. demektedir.20 Böylece Altunkala Atabekliği topraklarının fethi tamamlanarak tahririne başlandı. 1578 güzünde merkezi Ahıska şehri olan ve adını Lala Paşa‘nın zafer yerinden alan çıldır Eyaleti kuruldu. Kür ırmağı başlarında ve Çoruh boyundaki eski Atabek Yurdu bölgeleri de buraya bağlandı.21 Zaman zaman Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî nüfuzu altında kalan Ahıska Atabeklerinin toprakları, Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa‘nın Kafkasya Seferi sırasında, Safevîlerden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı (1578). Ahıska şehri, yeni kurulan Çıldır Eyaleti‘nin başkenti oldu. Bütün Türk boyları gibi bu bölgenin Türk ahalisi de, Osmanlı fethini müteakip gönüllü Müslüman oldu. Bu tarihî gerçeği kabul etmeyen bazı Gürcü kalemleri, her fırsatta ―zorla islâmlaştırma’dan bahsederler. Bunlardan birisinin kullandığı ifadeler şöyledir: ―17. yüzyılda Muhammed‘in dininin zorla kabul ettirilmesinin yanı sıra, bölgeye yoğun bir şekilde Türkler ve diğer milletler zorla ya da isteyerek yerleştirilmiştir. 19. yüzyılda Rus imparatorluğu‘nun sınırlarına ve ilgi alanına giren bu topraklara, Türkler tarafından Erzurum‘dan acımasızca göç ettirilen Ermeniler, Cavakheti yaylasına yerleştirildiler. 22 İslâm dininin zorla kabul ettirilmesi iddiası, tarihî gerçeklere uymamaktadır.23 4. Rus işgali: Ruslar, devlet hâline geldikten sonra, bilhassa Altınordu Devleti‘nin yıkılmasıyla daima genişleyen bir siyaset takip etmişlerdir. Bu genişleme siyasetinin ana hedeflerinden biri de Kafkasya idi. Genişleme düşüncesi içinde Kafkasya‘nın önemini kavrayan Ruslar, yüzyıllar boyunca bu bölgeden elini çekmemiş, mağlûbiyetlerden yılmayarak sayısız savaşları göze almışlardır. X. asırdan itibaren Kafkasya‘yı ele geçirme mücadelesine devam eden Ruslar, Kafkasya ve Karadeniz kuzeyindeki Türk devletlerinin zeval zamanlarını değerlendirmişler, hatta birtakım iç karışıklıklar çıkararak, buna zemin hazırlamışlardır. Kafkasya‘daki insan topluluklarının çeşitlilik arz etmesi, Rusların işini kolaylaştırmıştır. Bu bölgede kırk çeşit dil konuşulduğu söylenir. Bu durum, bölgede siyasî birlik kurmanın ne kadar zor olduğunu gösterir. Ruslar için Kafkasya, Orta Asya ve Uzak Doğu‘daki sömürgelerden daha önemliydi. Onlara göre dağların zirvesinde bayraklarının dalgalanması, üstünlük sembolü ve büyük devlet olmanın belirtisiydi. Gerçekte bu, bir Türkiye kompleksinden başka bir şey değildi. Bu kompleksledir ki, Ruslar, üçüncü Roma hayaliyle yüzyıllarca Türk kanının dökülmesine sebep olmuşlardır. Ruslardaki bu aşağılık duygusu, Çarlık devrinden Sovyet devrine de sirayet etmiştir.24 Sovyet ideolojisinde ―Azınlıklar, dünyanın en büyük ülkesinde köle olarak yaşamaktan gurur duymalıdırlar! şeklinde ifade edilen anlayış bunun ürünü olsa gerek.25 1800‘lü yılların başlarında Avaristan, Bakû, Kuba, Derbend, Karabağ Hanlıkları Rusların eline geçti. Sıcak denizlere inmek, Rusların tarihî ülküsüdür. Bunun için de hedef Osmanlı toprakları idi. Osmanlı ülkesine giden yol, Ahıska‘dan geçiyordu. Bu bakımdan Ahıska, çok önemli bir stratejik noktada bulunuyordu. 887 Ahıska‘nın düşüşünden sonra Rusların, istanbul‘a doğru, çok kısa zamanda 500 kilometrelik yol kat etmeleri de Ahıska‘nın kilit nokta olduğunu ortaya koyuyor. Rus kuvvetlerinin 1807, 1810 ve 1811‘de Kafkasya‘daki vahşiyane faaliyeti bilinmektedir. Onların bu faaliyeti sırasındaki Ahıska kuşatmaları sonuç vermemiş, kuşatmadan vazgeçerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. II. Mahmut devrinde 1826‘da Yeniçeri Ocağı‘nın kaldırılmasıyla talimli asker yokluğu başlamış; Navarin Olayı ile de Osmanlı donanması tamamen yok edilmişti. Osmanlı Devleti‘nin askerî gücü çok zayıftı; hatta yoktu denebilir. Bu fırsatı kaçırmayan Ruslar, tekrar Ahıska üzerine yürüdüler. 1827‘de Paskeviç, Kafkasya Rus orduları başkumandanlığına tayin edildi. Paskeviç, ―Eğer elinden gelirse ayağının altında ot bitmesine izin vermeyecek kadar zâlim birisiydi. 26 www.turkalevi.com Sayfa 6 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Ahıska, ekseriyeti Müslüman Türk olan 50.000 nüfuslu, zengin ve tabiî güzellikleriyle meşhur bir şehirdi. Üç kat suru, kudretli bir iç kalesiyle birlikte her evi âdeta bir kale gibiydi. Doğu Türkiye‘nin Erzurum ve Trabzon‘dan sonra en önemli şehriydi.27 ―Kendi mahallî liderleri tarafından yönetilen Ahıskalılar, çok savaşçı ve korkusuz, enerjik insanlar olarak ün salmışlardır. 17 Ağustos‘ta Rus ordusu Ahıska şehri önlerine geldi. şehirden beş altı kilometre uzaktaki garnizon, Ruslarla iki gün süren kanlı çarpışmalar yaptı. Burada üstün gelen Rus kuvvetleri, Ahıska‘yı kuşatmaya başladılar. Rusların gelmesini dört gözle bekleyen Yahudi ve Ermeni azınlığı saymazsak geriye kalan Müslüman halk, cesur ve savaşçı insanlardan oluşuyordu. Bunlar, kadınları da dâhil olmak üzere, hayatlarını, evlerini ve mallarını sonuna kadar savunmaya kararlıydılar. Bu insanlar, Ruslara gülerek kendilerine olan güvenlerini şu şekilde açığa vuruyorlardı: ―Siz gökyüzündeki ay‘ı Ahıska‘nın camisindeki hilâlden çok daha kolaylıkla sökebilirsiniz! ―Ruslar, 28 Ağustos‘ta sabaha karşı ânî bir hücuma geçtiler. Şehir toplarla dövüldü. Çevredeki binalar ateşe verildi. Her tarafa yangın paçavraları atarak şehrin evlerini yakmaya başladılar. Genç ihtiyar şehir halkı büyük bir cesaretle savaştılar. Kadınlar canlı olarak Rusların eline geçmektense yanan binalara dalarak canlı canlı yanmayı tercih ediyorlardı. Bir câmide toplanan yüzlerce insan diri diri yakıldı. Rus askerleri bu kahramanca mücadeleyi sindiremiyor, ele geçirdikleri insanı çocuk dahi olsa acımasızca öldürüyorlardı. 28 Bu çetin muharebeler sonucunda Ahıska şehri, 28 Ağustos 1828 sabahı Rusların eline düştü. Paskieviç‘in adı, halk arasında lanetle anıldı. Şehir yağmalandı. Kütüphaneleri Tiflis ve Petersburg‘a taşındı. Bu kanlı savaşta Gürcüler de aktif olarak Rusların safında yer almaktaydı. Hatta Doğubayazıt Rusların eline geçince, şehrin kütüphanesini yağmalayan Gürcü asıllı Rus kumandanı Çavçavadze idi.29 Ahıska‘dan sonra Ardahan ve Azgur da alındı. Eylül ayında Ahıska/Çıldır Eyaleti toprakları Rusların eline geçmiş oluyordu. 1829 yılı kışında Acaralılar, büyük bir kuvvetle Ahıska üzerine yürüyerek şehri kuşattılar. Diğer bir Acara kuvveti de Karadeniz sahili taraflarında Ruslara karşı harekâta girişti ve bozguna uğrattı. Tekrar güç toplayarak birkaç koldan saldırıya geçen Ruslar, Acara‘da Hula civarında birkaç köyü ateşe vererek geri çekildiler. Ahıska‘ya giden yolu bekleyen Acaralılar, Rus kuvvetlerini çevirdiler. Ruslar, burada büyük kayıplar vererek kaçtılar. Ne yazık ki Acaralılar düşmanı takip işini gevşetip, elde edilen ganimeti paylaşma derdine düşünce, fırsatı iyi değerlendiren Ruslar, Koblıyan yolu ile Ahıska‘ya ulaştılar. Böylece Acaralıların Ahıska‘yı kurtarma girişimi sonuçsuz kaldı.30 1828 yılında Rus esaretine düşünceye kadar tam 250 sene boyunca, Osmanlı‘nın Çıldır Eyaleti merkezi olan Ahıska şehrine, birer sancak olarak şu yerler bağlı idi: Bedre, Azgur, Ahılkelek, Hırtız, Cecerek, Ahıska, Altunkale (Koblıyan), Acara (Bu sekiz sancak 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması‘yla Ruslara bırakılmıştır, bugün Gürcistan‘dadır); Maçahel (Bugün bir kısmı Acara‘da), Livana (Artvin), Yusufeli, Ardanuç, imerhev, Şavşat (Bu sancaklar bugün Artvin ilimizdedir), Oltu, Narman, Kamhıs (Bunlar şimdi Erzurum‘da); Posof, Ardahan, Çıldır, Göle (Bunlar da şimdi Ardahan ilimizdedir). Çıldır Eyaleti‘nin merkezi Ahıska halkının bir kısmı Anadolu‘ya göç etmiş, göç etmeyenler de 1944 sürgününe kadar bu bölgede yaşamışlardır. 1828 Osmanlı-Rus savaşlarında, Osmanlı tebaası olan Ermeniler, Rus kuvvetlerinin yanında, eski komşularına karşı savaşmışlardır. Ruslar, tarih boyunca bu kandırılmaya müsait halkı, kendi emelleri uğrunda kullanmıştır. Şu ifadeler, Batılı bir tarihçiye aittir: ―Tamamen politik sebepler yüzünden Paskieviç, Türkiye‘de yaşayan Ermenilerin umut ve hırslarını en üst dereceye kadar cesaretlendirerek teşvik etti. Sonunda öyle bir durum ortaya çıktı ki, daha önceleri Türk komşuları ve yöneticileriyle uyum içinde bulunan bu insanlar, onlara karşı cephe aldılar. Türklere karşı yaptıklarından sonra onlardan korkan Ermeniler, kitleler hâlinde Ruslarla birlikte gitmek istiyorlardı. 1829 Edirne Antlaşması gereğince Rus ordusu geri çekilirken, 90.000 kadar Ermeni de onu izliyordu. 31 14 Eylül 1829 tarihinde Ruslarla imzalanan Edirne Antlaşması gereğince -savaş tazminatı yerine- Ahıska ve Ahılkelek Ruslara verilmiş; Kars ve Ardahan‘dan itibaren diğer topraklar Osmanlılara bırakılmıştı. Böylece Ahıska‘nın karanlık devri de başlamış oluyordu. 5. Esaret Yılları: Kudüs‘teki kutsal yerler meselesini bahane eden Rusların, 3 Temmuz 1853 tarihinde, Osmanlı topraklarına saldırmasıyla yeni bir OsmanlıRus savaşı başladı. Tarihe Kırım Harbi adıyla geçen bu savaş sırasında Osmanlı Devleti, Rumeli, Anadolu ve Batum cephelerinde Ruslarla savaştı.32 Batum cephesinde, yerli ahalinin de desteğiyle Ruslara karşı açık bir üstünlük sağlandı. Ardahan Kumandanı Ali Rıza Paşa, Posof‘ta yerleşmiş olan Ahıskalı muhacir öncülerin de desteğini alarak Ahıska üzerine yürüdü. 5 Kasım 1853 tarihinde Türk kuvvetleri, Rusları püskürttü. Türk askeri, Vale‘de ahali tarafından sevinçle karşılandı. Ne yazık ki, bu cephedeki savaş, başlangıçtaki gibi devam etmedi. 19 Kasım‘da, Azgur Boğazı‘nı tutmaya çalışan kuvvetlerimiz bozuldu. Ahıska‘ya doğru ilerleyen Rus kuvvetleri, 26 Kasım‘da Suhlis köyü yakınında Ardahan tümenini de bozdu. Ahıska Bozgunu diye anılan bu mağlûbiyetten sonra askerlerimiz dağınık hâlde Ardahan‘a çekildi. Sonu hüsranla biten ve kısa süren bu Ahıska sevincinden sonra Ruslar, ―Türklerin gelişine sevinip yardımda bulundunuz! diye katliâmlar yaptı, ahalinin mallarını yağmaladılar. Ruslar, aynı sebeple, böyle bir vahşeti 1915 yılında Ardahan‘da da gerçekleştireceklerdi.33 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı‘ndan sonra imzalanan Ayastefanos/Yeşilköy Antlaşması‘yla Kars, Ardahan ve Batum, savaş tazminatı yerine Ruslara bırakılınca, Ahıska da, bizden uzaklarda kalmış oldu. Ahıska ve çevresinin Çarlık Rusyası işgalinde geçen doksan yıllık hayatı, zulümlerle doludur. Halkın bir kısmı Türkiye‘ye göç etmiş, Ağrı, Muş, Çorum, Hatay ve Bursa yörelerinde yerleşmiştir. Onların yerlerine ise Rus, Gürcü, Ermeni ve Yahudiler iskân edilmiştir. Orada kalanlar, Rus mezâlimi altında yaşamaya devam etmişler, her yönden geri bırakılmış hatta askere bile alınmamışlardır. Rus işgal yıllarında halkın eğitim ihtiyaçlarına önem verilmiyordu. Köy mollalarının, sadece yüzünden Kur‘an okumayı öğretmesine müsaade ediliyordu. Asgari dinî bilgiler seviyesinde eğitim yapılıyordu. Böylece, kitap, gazete gibi iletişim araçlarından habersiz kalan halk, dünyada olup bitenleri, Sibirya‘ya sürgüne gidip gelenlerden öğreniyordu. Çar hükûmeti, Müslüman halkı askere almıyor, onun yerine 40 manat para alıyordu. Silâh kullanmasını ve askerlik mesleğini bilmeyen insanlar, sonraki yıllarda vuku bulan savaşlarda, bunun acısını çok çekmiştir. Çar idaresi, halktan az vergi alır, askere götürmez ve iyi davranır görünürdü. Diğer yandan dinî ve etnik farklılıkları daima canlı tutarak, çağdaş gelişmelerden uzak tuttuğu bölge halkını birbirine düşman etmiştir. Günümüze kadar sürüp giden Türk-Ermeni, Gürcü ve diğer kavimlerin devamlı sürtüşmeleri, Rusların iki yüz yıldan beri yürüttükleri faaliyetin neticesidir. Ruslar, 1915 yılında, Türk ordusuna yardım ettikleri gerekçesiyle, Ardahan ve çevresindeki halkı büyük bir katliâma tâbi tuttular. Ahıskalı ünlü gazeteci Ömer Faik‘in çabasıyla harekete geçen Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, bölgeye bir hey‘et gönderdi. Bu hey‘ete Dr. Hüsrev Sultanoğlu başkanlık ediyordu. O, Ardahan‘dan Bakû‘ye gönderdiği yazıda: ―Müslüman memleketinde insan oğlu görünmüyor. Yalnız birkaç köyden beş altı yüz kadın ve çocuk yığıldı. Bunların içinde altı adam vardı ki, onlar da elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı. 34 Bölgede 1914–1918 yıllarında cereyan eden Ermeni Taşnaksutyon hareketini anlatan kitabın yazarı A. Lalayan, ―Taşnak kuvvetleri tarafından ele geçirilen Türk köyleri, bütün canlı insanlardan temizleniyor ve harabeye çevriliyordu. demektedir. Ardahan ve Kars civarında yaşanan olayların gayriinsanî bir karakter taşıdığı ve bu hareketin bir Haçlı yürüyüşüne çevrildiği ifade edilmektedir.35 15 Kasım 1917 tarihinde, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan‘ın iştirakiyle Tiflis‘te Maverayi Kafkas/Seym Hükûmeti kuruldu. Bu hükûmetin bakanlarının çoğu, Gürcü ve Ermenilerden meydana geliyordu. Birinci Dünya Savaşı, Ahıska Türklerinin ana vatana kavuşma umutlarını güçlendirmiştir. Bu ümitler halk şairlerini de coşturmuş, bu savaşın kurtuluş olması dileğiyle destanlar yazmışlardır. www.turkalevi.com Sayfa 7 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Sonu hüsranla biten ve kısa süren bu Ahıska sevincinden sonra Ruslar, ―Türklerin gelişine sevinip yardımda bulundunuz! diye katliâmlar yaptı, ahalinin mallarını yağmaladılar. Ruslar, aynı sebeple, böyle bir vahşeti 1915 yılında Ardahan‘da da gerçekleştireceklerdi.33 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı‘ndan sonra imzalanan Ayastefanos/Yeşilköy Antlaşması‘yla Kars, Ardahan ve Batum, savaş tazminatı yerine Ruslara bırakılınca, Ahıska da, bizden uzaklarda kalmış oldu. Ahıska ve çevresinin Çarlık Rusyası işgalinde geçen doksan yıllık hayatı, zulümlerle doludur. Halkın bir kısmı Türkiye‘ye göç etmiş, Ağrı, Muş, Çorum, Hatay ve Bursa yörelerinde yerleşmiştir. Onların yerlerine ise Rus, Gürcü, Ermeni ve Yahudiler iskân edilmiştir. Orada kalanlar, Rus mezâlimi altında yaşamaya devam etmişler, her yönden geri bırakılmış hatta askere bile alınmamışlardır. Rus işgal yıllarında halkın eğitim ihtiyaçlarına önem verilmiyordu. Köy mollalarının, sadece yüzünden Kur‘an okumayı öğretmesine müsaade ediliyordu. Asgari dinî bilgiler seviyesinde eğitim yapılıyordu. Böylece, kitap, gazete gibi iletişim araçlarından habersiz kalan halk, dünyada olup bitenleri, Sibirya‘ya sürgüne gidip gelenlerden öğreniyordu. Çar hükûmeti, Müslüman halkı askere almıyor, onun yerine 40 manat para alıyordu. Silâh kullanmasını ve askerlik mesleğini bilmeyen insanlar, sonraki yıllarda vuku bulan savaşlarda, bunun acısını çok çekmiştir. Çar idaresi, halktan az vergi alır, askere götürmez ve iyi davranır görünürdü. Diğer yandan dinî ve etnik farklılıkları daima canlı tutarak, çağdaş gelişmelerden uzak tuttuğu bölge halkını birbirine düşman etmiştir. Günümüze kadar sürüp giden Türk-Ermeni, Gürcü ve diğer kavimlerin devamlı sürtüşmeleri, Rusların iki yüz yıldan beri yürüttükleri faaliyetin neticesidir. Ruslar, 1915 yılında, Türk ordusuna yardım ettikleri gerekçesiyle, Ardahan ve çevresindeki halkı büyük bir katliâma tâbi tuttular. Ahıskalı ünlü gazeteci Ömer Faik‘in çabasıyla harekete geçen Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, bölgeye bir hey‘et gönderdi. Bu hey‘ete Dr. Hüsrev Sultanoğlu başkanlık ediyordu. O, Ardahan‘dan Bakû‘ye gönderdiği yazıda: ―Müslüman memleketinde insan oğlu görünmüyor. Yalnız birkaç köyden beş altı yüz kadın ve çocuk yığıldı. Bunların içinde altı adam vardı ki, onlar da elden ayaktan düşmüş ihtiyarlardı. 34 Bölgede 1914–1918 yıllarında cereyan eden Ermeni Taşnaksutyon hareketini anlatan kitabın yazarı A. Lalayan, ―Taşnak kuvvetleri tarafından ele geçirilen Türk köyleri, bütün canlı insanlardan temizleniyor ve harabeye çevriliyordu. demektedir. Ardahan ve Kars civarında yaşanan olayların gayriinsanî bir karakter taşıdığı ve bu hareketin bir Haçlı yürüyüşüne çevrildiği ifade edilmektedir.35 15 Kasım 1917 tarihinde, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan‘ın iştirakiyle Tiflis‘te Maverayi Kafkas/Seym Hükûmeti kuruldu. Bu hükûmetin bakanlarının çoğu, Gürcü ve Ermenilerden meydana geliyordu. Birinci Dünya Savaşı, Ahıska Türklerinin ana vatana kavuşma umutlarını güçlendirmiştir. Bu ümitler halk şairlerini de coşturmuş, bu savaşın kurtuluş olması dileğiyle destanlar yazmışlardır. Rusya‘daki 1917 Komünist ihtilâlinin getirdiği ―oto determinasyon hakkından yararlanan Ahıska Türkleri, 1918 Nisanı‘nda Türkiye‘ye katılma kararı aldılar ve bu kararı resmî bir müracaatla Osmanlı Devleti‘ne ilettiler. Bu müracaat, 4 Haziran 1918‘de yapılan Batum Antlaşması‘nda Gürcistan Cumhuriyeti tarafından kabul edildi. Böylece Türkiye, daha önce kaybedilen topraklarına kavuşarak 1828‘deki sınırına ulaştı. Halit Paşa kumandasındaki Türk askeri Ahıska‘ya girdi. Halk teşkilâtlandı ve Ömer Faik Bey başkanlığında geçici idare teşkil edildi. 30 Ekim 1918‘de imzalanan Mondros Mütarekesi‘yle ordumuz 1914 sınırına çekilince bölge, Ermeni ve Gürcülerin işgaline uğradı. Ahıska ve Posof köylerinde katliamlar yapıldı. Ahıska ve çevresi, Kars‘ta kurulan Millî Şura Hükûmeti‘ne katıldı. Bölge halkı, bir yandan da, mahallî önder -Kıpçak Atabekleri neslinden- Osman Server Atabek‘in önderliğinde, işgalci Gürcü kuvvetleriyle mücadeleye başladı. General Kvinitatze komutasındaki nizamî Gürcü ordusu, Azgur Boğazı doğusuna (asıl Gürcistan‘a) sürüldü. Kars‘tan hareketle Batum üzerinden İstanbul‘a gitmekte olan Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir, 6 Kasım 1918‘de Ahıska‘ya geldi. Hatıralarında, Gürcülerin düşmanlığından endişe eden halkın yeis ve teessür içinde olduğunu anlatarak onları tesellî ettiğinden bahseder. Karabekir, Ahıska‘yı ve Ahıskalıları şöyle anlatır: ―Eşraftan bir Türkün hanesinde kaldık. Bütün bu havali eşrafı tahsil görmüş, evleri, kendileri medenî bir hâlde. 36 Kars‘taki şura hükûmetinin İngilizler tarafından yıkılmasıyla Ermeniler ve Gürcüler de işgale giriştiler. Ne yazık ki 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması, Batum‘la birlikte Ahıska‘yı da yeniden ana yurttan ayırdı. Bugün, Gürcistan siyasî yapısı içinde muhtar bir cumhuriyet olarak yer alan Acara‘nın tarihi, Ruslara ve Gürcülere karşı verilen şanlı mücadelelerle doludur. Hiçbir zaman askerî güçle buraları ele geçiremeyen Ruslar, 1878 yılında yapılan Berlin Antlaşması‘yla Osmanlı Devleti‘nden savaş tazminatı yerine, buraları koparmıştır. 1918‘de tekrar ana vatana kavuşan, Misak-ı Millî sınırları içinde alan ve ilk TBMM‘ye beş mebus gönderen Batum-Acara, 1921 tarihinde yapılan Moskova Antlaşması‘yla tekrar sınırlarımızın dışında kalmıştır. Buradaki asimilasyonun tarihi hayli eskiye gider. Batum-Acara bölgesine en azından muhtariyet verilirken, Ahıska ve çevresine böyle bir imtiyaz dahi verilmeyerek Sovyet Gürcistanı‘na terk edilmiştir.37 Devam eden mücadelede Bolşevik kuvvetler galip geldi ve 25 Şubat 1921‘de Gürcistan da Sovyetler Birliği‘ne katıldı. 6. Zor Yıllar ve Sürgün: Çarlık Rusyası dönemindeki baskı ve zulümler Sovyet Gürcistanı döneminde de devam etti. Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile karşı karşıya kaldılar. Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedeli ağırlaşmaya başladı. Bu baskı, Stalin zamanında en yüksek noktaya çıktı. Ahıska Türklerinin önde gelen aydınları, çeşitli düzme suçlarla tutuklanıp ya öldürüldüler, ya da sürüldüler. Masum insanlar için düzme suçlar icat ediliyordu: Türkçülük, Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı hatta Troçkistlik! Bu yıllar aynı zamanda Gürcü şovenizminin azgınlaştığı bir zamandı. Birçok Türkün soyadı değiştirildi: Paşaoğlu, Paşaladze; Alioğlu, Alidze; Dadaşoğlu, Dadaşidze; Zeyneloğlu, Zenişvili… 1938 Sovyet Anayasası‘nın kabulünden sonra Ahıskalıların bir kısmını Azerbaycan milleti (!) diye yazdılar. Aynı yıl Ahıska ve çevresine sınır koruması adı altında on binlerce asker yerleştirildi. Bu, yakında çıkabilecek Türk-Sovyet savaşının hazırlıklarıymış! II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri, savaş başlayınca askere alınmaya başlandı. 40.000 civarında insan, Almanlarla savaşmak üzere silâh altına alınarak cepheye gönderildi. Geride kalan kadınlar ve yaşlılar da, Ahıska-Borcom demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Bu hat 1944 Ekimi‘nde tamamlandı. Ahıskalılar, kendilerini vatana hasret bırakacak trenlerin yolunu, kendi elleriyle yapmışlardı! 15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır. Zira bu tarih, bir kış gecesi 200‘den fazla köy ve kasabada yaşayan binlerce insan, birkaç saat içinde ocağından sökülerek yük ve hayvan vagonlarında, Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan‘a sürülmüşlerdir. Sürgün edilenlerin birçoğu yollarda öldü. Sağ kalanlar da, ata vatanından ebedî ayrılığa mahkûm edildiler. Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen sürgünün belgeleri bugün artık sır değil. 31 Temmuz 1944 tarihli ―Devlet Savunma Komitesi nin gizli kaydıyla kaleme alınan kararının altında Gürcü diktatörü Stalin‘in imzası bulunmaktadır. Bu karar: ―Ahıska, Adigen, Aspinza, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarıyla Acaristan Ézerk SSC‘den Türk, Kürt, Hemşin olmak üzere toplam 86.000 kişiden meydana gelen 16.700 hanelik nüfustan, 40.000‘i Kazakistan SSC‘ye, 30.000‘i Özbekistan SSC‘ye ve 16.000‘i de Kırgızistan‘a tahliye edilsin. emriyle başlıyordu. Tahliyenin, SSCB Halk iç işleri Komiseri Beriya tarafından 1944 yılı Kasım ayında gerçekleştirmesi isteniyordu. Ahıska Türklerinin malı mülkü de buralara getirilerek iskân edilecek Gürcü ve Ermenilere peşkeş çekiliyordu. Bu hususta şu emirler veriliyordu: ―Bölgeye iskân edilen çiftçilere sınır bölgesi için uygun görülmüş miktarlarda arsalar dağıtmak; buradan tahliye edilmiş nüfustan kalan kamu ve hususî bahçe ve bağları yedi yıl vadeli kredi şeklinde yeni gelenlere devretmek; bu bölgeye iskân edilen nüfusu 1945 yılında her türlü vergilerden muaf tutmak; iskân edilenlere Gürcistan Hükûmeti imkân ve fonları çerçevesinde ev hayvanları vermek; Boşaltılan bölgeye yeni iskân edilecekleri parasız nakletmek. Taşınma masrafları Gürcistan Hükûmeti‘ne özel olarak ayrılmış paralarla karşılanacaktır. 38 www.turkalevi.com Sayfa 8 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Bu karar gereğince, 14 Kasım‘ı 15‘ine bağlayan gece, Türk köyleri askerler tarafından kuşatıldı. Kapılar dövüldü. Birkaç saat içinde, küfür, tüfek ve dipçiklerle köy meydanlarına toplanan halk, kamyonlarla demiryolu boylarına getirilerek hayvan vagonlarına dolduruldu. İnsanlar, haftalar sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarıldılar. Gittikleri yerlerde yıllar sürecek zorbalıklara ve acılara maruz kaldılar. Sürgünü gerçekleştiren L. Beriya, 28 Kasım 1944 tarihli yazıyla, icraatını Stalin‘e rapor ediyordu: ―Türklerin, Kürtlerin ve Hemşenlilerin Gürcistan SSC sınır bölgesinden tahliye işlemleri tamamlanmıştır. Türkiye‘nin sınıra yakın kısmındaki nüfusla akrabalık bağları bulunan söz konusu halkın önemli bir çoğunluğu kaçakçılık yapmakta olup muhaceret eğilimi gösteriyor ve Türkiye istihbarat makamları için casus angaje etme ve çete grupları oluşturma kaynağı teşkil ediyordu. Tahliye işlemlerine hazırlık tedbirleri bu yılın 20 Eylül gününden 15 Kasım gününe kadar alınmıştır. Nitekim tahliyeye tâbi tutulan kişilerin sınırı geçmesini önlemek için Türkiye ile devlet sınırımızın korunma ve gözetimi azami şekilde takviye edilerek kuvvetlendirilmiştir. Adigen, Aspinza, Ahıska, Ahılkelek ve Bogdanovka rayonlarında tahliye işlemleri 15-18 Kasım; Acaristan Ézerk Cumhuriyeti‘nde ise 25-26 Kasım günlerinde gerçekleştirilmiştir. Toplam 91.095 kişi tahliye edilmiştir. Tahliye edilenleri taşıyan katarlar hareket hâlinde olup Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan‘daki yeni iskân yerlerine doğru yol almaktadırlar. Tahliye işlemleri düzenli ve olaysız bir şekilde tamamlanmıştır. Adı geçen sınır rayonlarına Gürcistan‘ın toprak sıkıntısı çekilen bölgelerinden 7.000 köylü hanesi iskân edilecektir. 39 1944 sürgününün tahminî rakamları şöyledir: Ahıska: 64 köy, 30.000; Adigön: 72 köy, 40.000; Aspinza: 59 köy, 35.000; Ahılkelek: 11 köy, 5.000; Bogdanovka: 2 köy, 5.000 olmak üzere 208 köyle birlikte toplam 115.000 kişi sürgüne gönderilmiştir.40 Beriya‘nın sürgün raporunda tahliye edilen nüfus için verilen 91.000 rakamı doğru değildir. Ciddî kaynaklar, 1926 tarihli resmî rakamı 137.921 olarak vermektedir.41 Sürgüne gönderilen insan sayısı, bu rakamın üzerinde olmalıdır. Sürgün sırasında cephede bulunan 40.000 kişiyi de bu rakama eklemek gerekir. Böylece sürgün insan sayısı, bir Alman dergisinin verdiği gibi 180.000 kişi olmalıdır.42 Ahıska Türklerinin sürgünü yıllarca gizli tutuldu. Batılı gözlemciler, ilk bilgi kaynağının MWD kaçağı Binbaşı Burlizky olduğunu; onun Balkarlar hariç bütün sürgünlerde aktif görev aldığını yazıyorlar. Yirmi beş yıla yakın bir zaman boyunca saklanan bu sürgün, haritacıları da yanıltmış olmalı ki, savaş sonrası haritalarında bile buralar, hâlâ Türklerle meskûn bölgeler olarak gösteriliyordu!43 Stalin bu sürgünü, Kars ve Ardahan‘ı Gürcistan‘a ilhak etmek için bir hazırlık mahiyetinde gerçekleştirmiştir. Batılı gözlemciler de bu kanaattedir: ―Onların sürgün sebebi, Sovyetlerin, Türkiye üzerine yapmayı düşündüğü bir saldırıda, stratejik önemi olan bu bölgeyi Türk unsurundan temizleme maksadıydı. 44 Nitekim Sovyet yönetimi, sürgünden hemen sonra bu talebini açığa vurmuş, iki Gürcü profesörüne sözde ilmî yazılar yayımlatmıştır. Stalin‘in de bir Gürcü olduğu hesaba katılırsa sürgünün esas sebebinin bu olduğu söylenebilir. Burada dikkati çeken bir diğer nokta da, bu bölgeden ―Türk, Kürt ve Hemşinli adı verilen bütün ahalinin sürülmesidir. Bu unsurlar, Türkiye taraftarı olduğundan, Stalin bunlara güvenmiyordu. Onları tehlike olarak görüyor, bu bölgeyi kendine göre güvenli hâle getirmek istiyordu. Stalin, Ahıska Türklerini Orta Asya‘ya sürerken onların Orta Asya Müslüman Türk boyları arasında eriyip gideceklerini, böylece tarihî kahramanlıkları, Rus askerî arşivlerini dolduran halkın tarihe karışıp gideceğini hesaplamıştı. Hâlbuki onlar dil, din, kültür ve geleneklerini bırakmadı, nerede yaşarsa yaşasın asimile olmadılar.45 Ahıska Türklerinin sürgününde, Ermeni faktörünü de unutmamalıyız. Zira, Türk-Rus savaşlarında Türk’e ihanet ettikten sonra, artık bu topraklarda kalamayacaklarını düşünen Ermeniler, Rus ordularının arkasına takılarak Anadolu‘yu terk etmiş, Ruslar tarafından bu bölgelere iskân edilmişlerdi.46 Günümüzde de bu bölgede önemli bir varlığa sahip olan Ermeni unsuru, önce özerklik, sonra da Ermenistan‘a ilhak düşüncesiyle faaliyet yapmaktadır. Ahıska Türklüğü, çok büyük acılar yaşadı. Sürgün yerlerinde, NKVD‘nin sıkı kontrol rejimi altında yaşamaya başladılar. Bu ağır şartlarda, açlıktan ve soğuktan, 50.000 kişi öldü.47 Cephelerden çok uzaklarda olan Ahıska, ikinci Dünya Savaşı‘nın sonuna doğru, bu savaştan en kötü hisseyi aldı. Rus-Alman savaşına yaklaşık 40.000 asker gönderen Ahıska‘da ziraî işlerde çalışacak erkek kalmamıştı.48 Sovyetler Birliği uğruna savaşan Ahıska Türklerinin 25.000 kadarı savaşta öldü.49 Savaştan dönen gaziler ve madalyalı kahramanlar, köylerine döndüklerinde ailelerini bulamadılar. Boş evlerde, kimsesiz sokaklarda akrabalarını aradılar! Onların sürgüne gönderildiklerini öğrenince, Orta Asya yollarına düştüler. Bu çile de yıllarca sürdü. Birçoğu aradıkları yakınlarına hiç kavuşamadılar. Bu trajik olayın kahramanlarından biri Hatem Kurbanoğlu‘dur. Onun yaşadığı uzun macerayı özetleyelim: ―1916‘da Aspinza‘nın Van köyünde doğdu. Pedagoji Enstitüsü‘nü bitirip öğretmen oldu. Nişanlandı. Düğüne bir hafta kala 1939‘un karakışında askere çağrıldı. Savaşın en çetin safhalarına katıldı, yaralandı. Birçok madalya aldı. Savaş bittikten bir yıl sonra 1946‘da terhis edildi. Son iki yıl boyunca evinden haber alamamıştı. Sürgünden haberi yoktu. Tiflis‘e geldiğinde, ―Bölgede karışıklık var! denilerek Ahıska‘ya bırakılmadı. Sürgün haberini aldı. Orta Asya‘da aylarca ailesini aradı. Nihayet buldu ve bollukta nasip olmayan düğün, sürgünde, darlıkta yapıldı. Yeniden Rus dili tahsili yaptı. Öğretmen oldu. Çocuklarının, ―Baba madem bu madalyaları kazanacak başarılar gösterdin, niçin sizi sürdüler? sorularına cevap veremedi. 1987‘de emekliye ayrıldı. Kazakistan‘da Çimkent‘te yaşayan Kurbanoğlu ailesi, ölmeden önce vatana dönmek istiyor. 50 1956 yılına kadar hiçbir Ahıskalı oturduğu köyü terk edemez, akrabasını görmek için komşu köye bile gidemezdi! KP‘nin XX. Kongresi‘nden sonra Stalin‘in sürgün ettiği Karaçay, Balkar, Çeçen, inguş ve Kalmuk gibi Kafkasya halkları, ana yurtlarına dönme izni aldılar. Kırım Türkleri ile Ahıska Türklerine dönüş izni çıkmadığı gibi eski vatanlarını ziyaret etmeleri de yasaklandı. 31 Ekim 1956‘da Yüksek Sovyet, gizli polis teşkilâtının kontrolünde devam eden sıkı rejim şartlarını kaldırdı. Fakat yurda dönüş izni vermedi. Ellerinden alınan malları da iade edilmedi. Ahıska Türklerinin temsilcileri, 1957‘de Moskova‘ya gelerek vatana dönmek için ilk müracaatlarını yaptılar. Kendilerine, ―Siz Azerîsiniz! O hâlde Azerbaycan‘a dönebilirsiniz… diye cevap verildi.51 1958‘de, bazı aileler bunu kabul ederek, kendi vatanlarına yakın gördükleri Azerbaycan‘a geldiler. Buradan Ahıska‘ya geçmek kolay olur diye düşünüyorlardı.52 1964 Şubatı’nda Taşkent‘te yapılan Halk Kongresi‘ne diğer sürgün bölgelerinden de gelen 600 civarında delege katıldı. Burada ―Millî Hakların Müdafaası için Türk Birliği kuruldu. Başkanlığına da Enver Odabaşev seçildi. 1968 Nisanı‘nda Taşkent yakınlarındaki Yengiyol‘da yapılan gösteri yüzünden yüzlerce kişi tutuklandı. Ahıska Türklerinin sürgünü konusunda -açıkça olmasa da- yapılan ilk açıklama, SSCB Yüksek Prezidyumu‘nun 30 Mayıs 1968 tarihli kararnamesidir. Böylece Stalin‘in cinayetlerinden biri daha su yüzüne çıkmış oluyordu. Bu garip belgede, devletin kusurundan bahsedilmemekte, Sovyetlerin böyle bir meselesi yokmuş gibi bir üslûp kullanılmaktadır! 1968 Kasımı‘nda Sovyet KP Merkez Komitesi Sözcüsü B. P. Lakovlev, kendisine gelen Türk temsilci heyetine, vatanları olan Ahıska yöresine dönüşlerine müsaade edileceğini vaad etti. Bu vaade sevinerek Ahıska‘ya hareket eden yüzlerce Türk ailesi, mahallî yöneticilerin engellemeleriyle karşılaştılar. Çalışma belgeleri verilmedi, askerlik problemi çıkarıldı ve taşınmak için vasıta verilmedi. Azerbaycan‘dan gelenler de Gürcistan hududunda durduruldular. Eşyalarını bırakarak girenler de Gürcü idareciler tarafından sınır dışı edildiler. Ahıska Türkleri vatana dönüş hareketinin lideri Enver Odabaşev, arkadaşları Muhlis Niyazov, islâm Kerimov, T. ilyasov‘la birlikte Türkiye‘nin Moskova Büyükelçiliği‘ne müracaat ettiler. www.turkalevi.com Sayfa 9 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ 2 Mayıs 1970‘te ―Biz Türküz! diye başlayan bir beyannameyi açıkladılar. Bu beyannamede şu görüşlere yer veriliyordu: SSCB yetkili adli makamları ve Bakanlar Kurulu bir tahkikat yapmalı ve biz Türkleri sürgüne gönderenleri cezalandırmalıdır. Yüksek Sovyet Prezidyumu, Türklerin kendi yurtlarına iskân ve milletlerin mevcut determinant haklarını vererek, başkenti Ahıska olmak üzere bir Türk Muhtar Cumhuriyeti veya Özerk Vilâyeti kurulmasını kabul etmelidir. Sürgünden dolayı uğranılan zarar ziyan tazmin edilmelidir. Eğer bu talepler yerine getirilmeyecekse Türkiye‘ye göç etmemize müsaade edilmelidir.53 Bu tebliğin yayımlanması çok önemlidir. Zira o güne kadar Batı âlemine ulaşan en aydınlatıcı belge budur. Ayrıca millî kimliklerini en açık şekilde dile getirmeleri de mühimdir. Şu var ki, Sovyet makamları bu tebliğe cevap vermemiştir. Yine 1970 yılı içinde vatana dönme teşebbüsleri, Gürcistan yetkililerince şiddetle engellenmiştir. O zamanın içişleri Bakanı olan Eduard şevardnadze yönetimi, Ahıska‘ya dönmek üzere Tiflis‘e gelen binlerce Ahıska Türkünü cop, basınçlı su vs. ile geri çevirmiştir. 1972 yılında hareketin yeni önderi Reşit Seyfatov, Sovyet KP Sekreteri Brejnev, BM Genel Sekreteri Wald heim ve Türkiye Başbakanı Ferit Melen‘e müracaat etti. Bu müracaatlardan da yazık ki, sonuç alınamadı. 7. Fergana Olayları ve Yeni Bir Sürgün: 1989 Nisanı‘nda Özbekistan‘ın Kuvazay kasabasında başlayan bir pazar kavgası, günden güne büyüyerek Ahıska Türklerinin yeni bir felâketine sebep oldu. Özbeklerle Ahıska Türkleri arasında cereyan eden kardeş kavgasında maalesef kan döküldü. Yüzlerce ölü ve yaralıdan sonra Ahıska Türkleri, yeniden vatana dönme yahut yeni vatan arama yoluna koyuldular. Ahıska Türkleri, ana yurtları olan eski Türk topraklarını, kurbanlar vererek terk etmek zorunda kaldılar. Kendi dil, din, soy ve kan kardeşlerinden ayrılıp Rus askerlerinin himayesine sığındılar. Savaş uçaklarıyla Rusya‘nın iç kesimlerine, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan‘a taşındılar. 45 yıl öncesinin dehşetini yeniden yaşadılar. Üçüncü, hatta dördüncü defa vatan değiştirmek, yurt edinmek, yuva kurmak zorunda kaldılar.54 Fergana olayları dünya basınında geniş yankılar yapmışştır. Alman Der Spiegel dergisinde “Her yer yanıyor! başlığı kullanılmıştır.55 Ferganskaya Pravda gazetesi 23 Mayıs‘ta çıkan olaylara ―Bir grup sokak serserisi nin sebep olduğunu yazıyordu. 56 Moskova‘da çıkan Glasnost dergisi, olaylara geniş yer ayırmış ve 24 Mayıs‘ta Özbek gençlerin Ahıska Türklerinin oturduğu mahallelere saldırarak ―24 saat içinde Özbekistan‘ı terk etmeleri, aksi hâlde sonuçlara katlanmak zorunda kalacakları tehdidinde bulunduklarını yazmış. Bu vahşete sebep olarak da, Ahıskalıların kendilerinden daha iyi şartlarda yaşamalarını göstermişler… Sovyet Albayı Studenikin diyor ki, ―Hükûmet, mahallî makamlar insanları kurtarmak için hiçbir şey yapmamıştır. Bu hadiselerin çıkacağı önceden belliydi. Çatışmaların çarşıda çilek yüzünden meydana geldiğini söylemek saçmadır ve bir devlet adamının bunu dile getirmesi rezalettir.57 Fergana‘da meydana gelen olaylarda yüzlerce, binlerce ev, hatta köyler yakılıp yıkıldı. iş yerleri ve otomobiller zarar gördü. En korkuncu, canlar telef oldu, masum çocuklar vahşice öldürüldü hatta ırza tecavüz edildi.58 8. Bugün: Bugün yarım milyon civarındaki Ahıska Türkü, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya ve Kuzey Kafkas ülkelerinde darmadağınık bir hâlde hayat mücadelesi vermektedirler. 1990‘lardan itibaren Sovyetler Birliği çözüldü. Bugün, bağımsız bir devlet olan Gürcistan, sudan sebeplerle Ahıska Türklerinin vatana dönüşüne müsaade etmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve iskânına Dair Kanun gereğince bir grup insan getirilerek Iğdır‘a yerleştirilmiştir. Bu küçük teveccüh, ıstırap çeken Ahıska Türklüğünün tarihî yarasını sarmağa yetmeyecektir. Kendi imkânlarıyla Türkiye‘ye gelip, şurada burada perişan vaziyette hayat mücadelesi veren birçok göçmen aile vardır. Bunların, ikamet, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik problemleri günden güne artmaktadır. Vatandaşlık işlemleri çok yavaş yürümektedir. Türk ve dünya kamuoyu, bu toplumu artık görmelidir. Ahıska kapılarının açılması için gereken diplomatik çabalar ısrarla sürdürülmelidir. Öncelikle Türk devlet adamları, Ahıska bölgesinin tarihî ve jeopolitik durumunu öğrenmelidirler. Sonra da, Ahıska Türklerini ziyaret için dahi ülkeye bırakmayan Gürcistan‘la ciddî görüşmeler yapılmalıdırlar. Devlet erkânımızın bu mesele hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması meselenin çözümünü geciktiriyor. Ukrayna hükümeti, Kırım Türklerinin dönüşüne engel olmamaktadır. Gürcistan hükümeti de aynı insanî davranışı gösterebilmelidir. 9. Ahıska Meselesi ve Gürcistan: Ahıska Türkleri, Gürcü asıllı Sovyet diktatörü Stalin tarafından sürülmüştür. Sürgünün sebepleri üzerinde dururken Stalin‘in Gürcülüğünün de hesaba katılması gerekir. Zira Gürcistan, bugün olduğu gibi, eskiden de Türkiye‘nin kuzeydoğu topraklarında hak iddia etmekteydi. Stalin‘i böyle bir karara yönelten amillerden biri de bu olmalıdır. Nitekim sürgünden hemen sonra Gürcü profesörleri bir beyanname yayımlayarak Kars, Ardahan, Artvin, Rize, Tortum ve Bayburt‘u istemişlerdir.59 Stalin‘den sonra gelen Sovyet yöneticileri, Stalin mağduru halkları vatanına iade ederken, Gürcistan, Ahıska sürgünlerini kabul etmemekte ısrar etmiştir. O zamanlar komünist idareciler nasıl hareket ediyorlardıysa, bugünkü Gürcistan yönetimi ve aydınları da aynı, hatta daha seviyesiz iddia ve gerekçelerle bu mazlum insanlara vatan kapılarını kapalı tutmaktadır. Avrupa Konseyi tarafından Gürcistan‘a, Ahıska Türkleri konusunun halledilmesi için belirli bir süre tanınmıştır. Gürcistan ise, onların Türk olmadığı, Mesh halkından olduğu, bu Meshlerin de aslında Gürcü etnik gruplarından biri olduğu iddiasıyla, Ahıska Türklerini vatana kabul etmek için Gürcü adı almalarını şart koşmaktadır. Bilim ve akıl dışı iddialarla ülke yönetimine yön veren N. Lomouri, M. Beridze, ş. Lomsadze, N. şengelia, G. Mamulia, E. Batiaşvili gibi şovenist aydınlar, bu düzme tezleri bıkıp usanmadan her vesileyle tekrar etmektedirler.60 Gürcüler bu faaliyetine birkaç cahili de âlet etmişlerdir. Tiflis Hısna Derneği altında toplanan birkaç meczup, Gürcülerin ortaya attığı bilim dışı tezleri Ahıska halkına ve dünya kamuoyuna kabul ettirme çabası içindedir. Hısnacılar, ―Vatan hasretine son yaygarasıyla, derneğe aidat adı altında paralar toplayarak zavallı halkı soydular.61 Ahıska‘ya dönebilmek için bu derneğe üye olmanın şart olduğu yalanını uydurdular. Bu derneğin elebaşılarından Gözelaşvili soyadını alan Valeli Halil Ömeroğlu ile Barataşvili adını kullanan Udeli Klara, düzme tezlerde Gürcülerle birlikte çalışmaktadırlar. Bu durum, asil ve mazlum Ahıska Türklerini kandırmaya yetmemekte, onları sadece üzmektedir. Gürcü tezinin özeti şudur: XII. yüzyılda Gürcistan‘a gelen yüz binlerce Kıpçak Türkü, Hıristiyanlaşmış, Gürcüleşmiş ve Kartvel/Gürcü toplumu içinde eriyip gitmiştir. Bölgede Türk varlığından söz edilemez. Türk denilen insanlar, Osmanlı fethiyle asimile edilmiş Gürcü unsurlarıdır. Dolayısıyla Ahıska Türkleri de Gürcü kökenlidir. Bunlar sürgünden önce Gürcüce konuşuyorlardı, sürgünde ana dillerini unuttular! Onlar, Gürcistan‘a Türk olarak giremezler! Gürcü kimliğini kabul etmelidirler! Yazımızın tarih kısmında yer verdiğimiz bilgiler ışığında bu iddiaların ciddîye alınır tarafının olmadığı açıkça görülür. Büyük kitleler hâlinde bölgede yaşayan Türk unsurunun, bugün bile ülkede azınlık durumunda olan Gürcülerin içinde eridiğini iddia etmek, tarih kaynaklarını görmemek anlamına gelir. Şu var ki yukarıda isimlerini verdiğimiz Gürcü yazarları, hiçbir belge, bilgi ve kaynağa itibar etmeden, meseleye sadece Gürcücülük açısından bakmaktadırlar. Gürcü aydınlarının ve devlet adamlarının gözden ırak tutmamaları gereken hususlar şunlardır: Ahıska Türkleri, sürgünden önce de Türkçe konuşuyordu, bugün de… Gürcü Türkologu S. Cikia da onların dili için, ―Anadolu Türkçesinin Ahıska ağzı ifadesini kullanmıştır. Osmanlı‘nın bu bölgede asimile faaliyeti olsaydı, bugünkü Gürcü unsuru da asimile olmalıydı! Artık bu anlamsız tartışmayı bir kenara bırakmalıyız. Yüz binlerce insan kendini nasıl tarif ediyorsa, öyle anlamalı ve saygı gösterilmelidir. www.turkalevi.com Sayfa 10 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Diğer taraftan sosyal, siyasî ve ekonomik meseleleri bulunan Gürcistan, bunlara yenilerini eklememelidir. Ahıska Türkleri, Gürcistan‘dan bir şey istemiyor; şimdi boş ve harap durumdaki ata ocağına dönmek için izin istiyorlar. Ahıska ve Ahılkelek‘te kümelenen Ermeni unsuru, dün olduğu gibi, bugün de Gürcistan‘ın baş belâsıdır. Ermeniler Gürcü parası kullanmamakta, Ermenistan‘la ilişkilerini geliştirmektedirler. Bu topluluk, başkaları tarafından kolayca provoke edilebilmektedir. Bugün Ermenilerin Cavak Hareketi, bölgeyi Ermenistan‘a bağlama çabası içindedir. Bölgedeki Rus-Ermeni ittifakının Gürcistan‘a faydası değil, zararı olacaktır. Türkiye-Gürcistan dostluğu, Ahıska Türklerinin dönüşüyle daha da pekişeceğine kimsenin şüphesi olmamalıdır. C. Bilim ve Kültür Ahıska, Osmanlı zamanında bir eyalet merkezi olduğu gibi aynı zamanda bilim ve kültür merkeziydi. Ahıska medreseleri şöhretliydi. Buralardan birçok din âlimi ve hoca yetişmişti. Bunlardan bilinen birkaçı şunlardır: Abdullah Efendi, M. Arif Efendi, M. Fahri Efendi, M. Fazlı Efendi, Ali Tevfik Efendi, Ali Rıza Efendi, Beyzade Mustafa Efendi, Ali Haydar Efendi, İsmail Nebil Efendi, Mehmed Nuri Efendi, M. Şakir Efendi…62 Ahıska bölgesinden kültür alanında yetişen önemli şahsiyetlerden ilk akla gelen Ömer Faik Numanzade‘dir. Ömer Faik, istanbul‘da tahsil görmüş, Azerbaycan‘da öğretmenlik yapmıştır. O, ünlü Molla Nasreddin dergisinin iki önemli isminden birisiydi. Ömer Faik, Stalin zamanında, 1937‘de vahşî bir şekilde öldürülmüştür. Bibinoğlu Ahmet Cevdet Bey, Rus kırgın ve zulümlerinde Kafkasya, Ahıska ve Ardahan havalisi Müslümanlarının yaralarını sarmaya çalışan Bakû islâm Cemiyeti Hayriyesi‘nin üyesi olarak hayırlı faaliyetlerde bulunmuş; Millî Azerbaycan Cumhuriyeti‘nde de (1918-1920) bakan olarak görev yapmıştır. Azerbaycanda ilk üniversitenin açılmasında önemli rol oynamıştır. Stalin devrinde, 1935 yılında, önce sürgüne gönderilmiş sonra da idam edilmiştir. Kıpçak Atabekleri sülâlesinden olan Osman Server Atabek (1886-1962), Petersburg, Freiburg ve Breslav Üniversitelerinde okumuş, maden, ziraat, kadastro mühendisi ve hukukçuydu. Türk-Gürcü muharebelerinin unutulmaz kahramanı olup istiklÍl Madalyası sahibiydi. I. TBMM‘de Ardahan milletvekiliydi. 898 Bunlardan başka Azerbaycan millî eğitiminde rol oynayan Ahıskalı Efendizade ailesinden yetişen birçok doktor, pedagog ve gazeteci vardır. Ahıska Türkleri, Türk kültürünü canlı olarak yaşatmaktadır. Onların, ev, mutfak, giyim, aile, düğün, bayram, yas, sünnet gibi maddî ve manevî kültür varlıkları, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Oltu ve Tortum bölgeleriyle aynı özellikleri taşımaktadır. Kuzeydoğu Anadolu‘daki âşıklık sanat ve geleneği, aynı derecede Ahıska‘da da gelişmiştir. Bunlardan eserleri günümüze kadar gelen âşıklar şunlardır: Ahılkelekli Hasta Hasan, Koblıyanlı Çerkezoğlu, Ahıskalı Çirkinî, Ahıskalı Gülalî Hoca, Ahılkelekli Taşdemir, Ahıskalı Emrah, Ahıskalı Korhan, Ahıskalı Pî Medhî, Hırtızlı Sevdayî, Nihanî, Ahıskalı Şehrî, Azgurlu İsmail ve Koblıyanlı Sefilî. Bu âşıklardan Sefilî (1870–1937), güçlü bir halk şairidir. Stalin döneminde bilinmeyen bir yere götürülerek öldürülmüştür. Sefilî, Köroğlu Destanları ustası olup bildiği boylar 1929‘da Bakû‘de derlenmiştir.63 1 M. Brosset, Histoire de la Géorgie-1 Partie, S. -Pétersbourg 1849, s. 33-34. (Tafsilât için bkz.: Yunus Zeyrek, Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri, Ankara 2001, s. 9-12). 2 ismail Berkok, Tarihte Kafkasya, İstanbul 1958, s. 157-158. 3 A. Zeki Velidî Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 410. 4 M. Fahrettin Kırzıoğlu, Yukarı Kür ve çoruk Boylarında Kıpçaklar, s. 113. 5 Mehmet Emin Resulzade, Azerbaycan şairi Nizamî, s. 189. 899 6 Togan, Giriş; Akdes Nimet Kurat, Türk Kavimleri ve Devletleri; Kırzıoğlu, Kıpçaklar. 7 Yunus Zeyrek, Posof‘un Çizgileri (Baskıya hazır kitap). 8 Brosset, M., Histoire de la Georgie, s. 33. 9 Brosset, a.g.e., s. 33. 10 Marr N. et Briere, M., La Langue Georgienne, s. 615. 11 N. Berdzenişvili-S. Canaşia, Gürcistan Tarihi (Çev. H. Hayrioğlu), s. 142 vd. 12 N. Berdzenişvili-S. Canaşia, a.g.e., s. 180;. Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s. 148 vd. 13 S. Cikia, Defter-i Mufassal-i VilÍyet-i Gürcistan. 14 M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kıpçaklar, s. X. 15 Kurat, Prof. Dr. Akdes Nimet, Türk Kavimleri ve Devletleri, s. 83-84. 16 Yunus Zeyrek, Artvin Üzerine Yayınlar ve Bir Cevap, Ahıska dergisi, S. 3. 17 Y. Zeyrek, Tarih-i Osman Paşa. 18 Y. Zeyrek, Tarih-i Osman Paşa. 19 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 3, s. 59;. İsmail Hami Danişmend, izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 3, s. 23, 64. 20 Joseph-Purgstall Hammer, Geschichte Des Osmanischen Reiches, B. 4, s. 67. 21 Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi, s. 386. 22 Otar Miminoşvili, Gürcistan‘da Etnografik Yolculuk, Çev. H. Özkan, s. 97. 23 Tafsilât ve cevaplar için bkz. Yunus Zeyrek, Acaristan ve Acarlar. 24 Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 4, 249. 25 Robert Conquest, Stalins Völker Mord (The Nation Killers), s. 42. 26 John F. Baddeley, Rusların Kafkasya‘yı istilÍsı ve şeyh şamil, (Çev. S. Özden), s. 197. 900 27 W. E. D Allen, Kafkas HarekÍtı-1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, s. 24;. www.turkalevi.com Kırzıoğlu, Kars Tarihi, İstanbul, 1953, s. 549. 28 Baddeley, a.g.e., s. 202-203. 29 Baddeley, a.g.e., s. 204. 30 Baddeley, a.g.e., s. 210. 31 Baddeley, a.g.e., s. 221-222. 32 Kırzıoğlu, 1855 Kars Zaferi, s. 33. 33 Kırzıoğlu, 1855 Kars Zaferi, s. 63-70. 34 Şamil Gurbanov, Émer Faik Ne‘manzade, s. 104-105. 35 Gurbanov, a.g.e., s. 105. 36 Kâzım Karabekir, İstiklÍl Harbimiz, s. 5-6. 37 Tafsilat için bkz. Yunus Zeyrek, Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri, Ankara 2001. 38 Yunus Zeyrek, a.g.e., s. 53-56. 39 Zeyrek, a.g.e., s. 57-58. 40 Asif Hacılı, Geribem Bu Vetende-Ahıska Türklerinin Etnik Medeniyeti, s. 25. 41 Ann Sheehy, The Crimean Tatars, Volga Germans and Meskhetians, Minority Rights Group, Report No. 6, 1973. 42 Der Spiegel, Nr. 24, 12.06.1989. 43 R. Conquest, a.g.e., s. 51, 109. 44 Elizabeth Fuller, Georgian Moslems Deported by Stalins Permitted to Return, RL Program Sup. 45 East European Newsletter, Vol 3, No. 12, 14 June 1989. 46 Baddeley, a.g.e., s. 222; Allen, a.g.e., s. 43. 47 Sheehy, a.g.m., Annette Bohr, Violence Erupts Between Uzbeks and Meskhetians, RL PRD; The Economist, June 17 1989. 48 Şamil Gurbanov, Mesheti Türkleri, Diderginler, s. 198 (Trud gazetesi, 8 Eylül 1988‘den). 49 Gurbanov, aynı yazı (İzvestiya, 9 Mayıs 1989‘dan). 50 A. Piriyev-S. Piriyeva, Ata Yurdum Ahıska, s. 37-39. 51 Sheehy, a.g.m. 901 52 Fuller, a.g.m. 53 Sheehy, a.g.m. 54 V. Muhtaroğlu, Türk Yurdu, Aralık 1993. 55 Der Spiegel, Nr. 24, 12 Haziran 1989. 56 A. Bohr, Ézbeklerle Mesketlerin çatışması, RL PRD. 57 Gurbanov, a.g.m. (Sovetskaya Rossiya‘dan). 58 Mob Power, The Economist, June 17 1989. 59 Tafsilat için bkz. Y. Zeyrek, a.g.e., s. 161-169. 60 Y. Zeyrek, Gürcistan İnsanlığın Neresinde, Ahıska dergisi, S. 3. 61 Tahircan Kukulov, Ahıska Türklerinin Tarihine Bir Nazar, s. 89. 62 Ahmet Niyazov, Ahıskalı Din Âlimleri, Ahıska dergisi, S. 3. 63 Elimizdeki el yazması defterlerde birçok âşıkla bunların şiirleri bulunmaktadır. ―Ahıska Âşıkları konulu çalışmamız devam etmektedir. A. Piriyev-S. Piriyeva, Ata Yurdum Ahıska, Bakı 2001. Ahmet Niyazov, Ahıskalı Din Âlimleri, Ahıska dergisi, S. 3. Ahmet Zeki Velidî Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, istanbul 1981. Akdes Nimet Kurat, Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972. Akdes Nimat Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1990. Ann Sheehy, The Crimean Tatars, Volga Germans and Meskhetians, Minority Rights Group, Report No. 6, 1973. Annette Bohr, Ézbeklerle Mesketlerin çatışması, RL PRD, München 6 Haziran 1989. Annette Bohr, Violence Erupts Between Uzbeks and Meskhetians, RL PRD. Asif Hacılı, Geribem Bu Vetende-Ahıska Türklerinin Etnik Medeniyeti, Bakı 1992. Der Spiegel, Nr. 24, 12.06.1989. 902 East European Newsletter, Vol 3, No. 12, 14 June 1989. Elizabeth Fuller, Georgian Moslems Deported by Stalins Permitted to Return, RL Program Sup. Munich Jan. 14 1986. İsmail Berkok, Tarihte Kafkasya, İstanbul 1958. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. 3, Ankara 1982. İsmail Hami Danişmend, izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 3, İstanbul 1950. John F. Baddeley, Rusların Kafkasya‘yı İstilası ve Şeyh Şamil, (Çev. S. Ézden), İstanbul 1989. Joseph-Purgstall Hammer, Geschichte Des Osmanischen Reiches, B. 4, Graz 1963. Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, İstanbul 1960. M. Brosset, Histoire de la Géorgie-1 Partie, S. -Pétersbourg 1849. M. Fahrettin Kırzıoğlu, 1855 Kars Zaferi, İstanbul 1955. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, İstanbul, 1953. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi, Ankara 1998. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Yukarı Kür ve çoruk Boylarında Kıpçaklar, Ankara 1992. Marr N. et Briere, M., La Langue Georgienne, Paris 1931. Mehmet Emin Resulzade, Azerbaycan Şairi Nizamî, Ankara 1951. Mob power, The Economist, June 17 1989. N. Berdzenişvili-S. Canaşia, Gürcistan Tarihi (Çev. H. Hayrioğlu), istanbul 2000. Otar Miminoşvili, Gürcistan‘da Etnografik Yolculuk, (Çev. H. Özkan), istanbul 1999. Robert Conquest, Stalins Völker Mord (The Nation Killers), Wien 1974. S. Cikia, Defter-i Mufassal-i VilÍyet-i Gürcistan, Tiflis 1947. Şamil Gurbanov, Mesheti Türkleri, Diderginler, Bakı 1990. Şamil Gurbanov, Émer Faik Ne‘manzade, Bakı 1992. Tahircan Kukulov, Ahıska Türklerinin Tarihine Bir Nazar, Bakı 1999. The Economist, June 17 1989. Vilâyet Muhtaroğlu, Türk Yurdu, Aralık 1993. W. E. D Allen, Kafkas Harekâtı–1828–1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Ankara 1966. 903 Yunus Zeyrek (Yusuf Uramalı), Gürcistan insanlığın Neresinde?, Ahıska dergisi, S. 3, ,İstanbul 2002. Yunus Zeyrek, Artvin Üzerine Yayınlar ve Bir Cevap, Ahıska dergisi, S. 3, istanbul 2002. Yunus Zeyrek, Acaristan ve Acarlar, Ankara 2001. Yunus Zeyrek, Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri, Ankara 2001. Yunus Zeyrek, Posof‘un Çizgileri (Baskıya hazır kitap). Yunus Zeyrek, Tarih-i Osman Paşa, Ankara 2001. Sayfa 11 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Başbuğumuz Atatürk’tür Başbuğ olmak için belirli sıfatlara sahip olmak gereklidir. Ordulara komutanlık "Dünyada yüksek kültürün ilk beşiği Türk ana yurtlarıdır ve o kültürü kuran ederek zaferler kazanmak, yoktan bir devlet kurmak, devlet yönetmek gibi. Bu ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir. sıfatları taşıyan günümüzde tek bir kişi vardır, o da Mustafa Kemal Atatürk'tür. İşte sizden istenen budur ve bunu isteyen de hepimizin babası Atatürk'tür. O yüksek kurtarıcının, dahi Başbuğ'un önünde bu derin saygı ile eğilerek Türkçüler Mustafa Kemal Atatürk'ü anarken BAŞBUĞ derler, onu tartışmasız tek hep birlikte and içelim: lider ve yol gösterici olarak tanırlar. Kimileri bu unvanın Atatürk zamanında kulla- Durmadan çalışacağız, buyruğunu yerine getireceğiz. (6) nılmadığını ve sonradan uydurulduğunu söylerler. Oysa tarih apaçık ortadadır ve herkes araştırdığı vakit başbuğ sıfatının kim için kullanıldığını rahatlıkla öğrenebi- 1935 yılında 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla Ankara'daki Tüm lecektir. komutanı (Tümgeneral) Kemal Kökçe'nin Tören konuşmasından bir bölüm: Atatürk; yoktan bir devlet var etmiş, ordular yönetmiş zaferler kazanmış ve varlığı unutturulmaya çalışılan bir milletin adını taşıyan milli bir devlet kurmuştur. Kurduğu .....Türk'ün Başbuğu Sakarya'dan sonra bir yıldan beri siperlerine sığındevleti, muasır medeniyetler seviyesi dediği yere çıkarmış ve dünyanın gıptayla maya zorlanmış olan, düşmana sürsal için ordularını anıkladı. 26 Ağustos baktığı bir düzeye taşımıştır. O'nun ebedi hayata göçüşünden sonra izcileri oldu- 1922'de düşmanı siperlerinde birden öyle bastırdı ki, dört gün dört gece ğunu söyleyenler, onun adını kullanarak fikirleriyle zıt bir ideolojinin savunuculuğu- kendisini kurtarmak için düşmanın harcadığı emekler hep boşa gitti. nu yapmışlardır. Saltanat hilafet sevdalıları bile Atatürk’ün üzerinden kendilerine Türk Başbuğu'nun yüksek güdümü ile düşman ordusu, 30 Ağustos 192'de taraftar toplamaya çalışmışlardır. Dumlupınar'da dört yönden sarıldı, başkomutanlarıyla beraber tutsandı ve Oysa Atatürk; “Benim hayat yolum şu düstur olacaktır: Türklük ve Türkler en yük- yok edildi. sekte” (1) idealiyle yanıp tuştan birisidir. Bu mutlu sonuç Türk ulusunu, tüm erginliğe erdirdi. Bu utku ile Türk'ün Oğuz Kurtarıcısı, çok sevdiği ulusunu karanAtatürk'ün Türklüğe -Türkçülüğe dair düşünceleri, lık bir zindandan, yeni bir ilkyaz ertesine Altı Ok'u bir kenara bırakılmış ve yapay bir Atatürkkavuşturdu. çülük yaratılmıştır. İnsanlara gerçek Atatürkçülük İşte bu utku gününün 13. yıldönümünü, buunutturulmaya çalışılmıştır. İşte başbuğ unvanı da gün burada toplanarak kutluyoruz. bunlardan birisidir. EY büyük Atatürk utku sana ve senin yüce Atatürk hayattayken ona başbuğ diye hitap edildiğiulusuna yaraşır. Çünkü sen yalnız utkunun ne dair birkaç kaynak sunmak istiyoruz. durmadan ilerlemenin ve yalnız yurt ve ulusseverliğin sembolüsün. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'Sen yaşa ey büyük Başbuğ! nün Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'a Yurdunla ulusunla bitmek tükenmek bilmeAtatürk'ün ölümü dolayısıyla gönderdiği taziye meyen utkularınla yaşa. Arkadaşlar; Türk Ulusu sajı: (17 Kasım 1938) nasıl erkinlik savaşında yüce Başbuğu'nun gösterdiği yoldan giderek utkuya erdiyse Mareşal Fevzi Çakmak savaştan sonra Türk ulusu nasıl gözbebeği Genelkurmayın sayın başkanı önderinin buyurduğu yönü tutarak amacına Atatürk'ün ebedi hayata intikalini, O'nun hazarda ve vardıysa, bundan sonra da gene ve hiç düseferde yakın arkadaşı olan size ve O'nun zaferlere şünmeden yaratıcı Atatürk'ünün açtığı, aysevk ettiği ve gözü gibi sevdiği şanlı ordusuna tazidınlattığı ve buyurduğu yoldan içten bir inanç yet ederim. Sevgili Başbuğ Atatürk'ün hatırası karşıve özveriyle yürüyecek yükselecek ve yüksesında, acımız teselli bulmaz derecede derin ve lecektir......(7) duygularımız samimi şükran ve tazimle meşrudur. (2) 1936 yılı 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda Atatürk İlk erkek Okulu 5-A sınıfından Fasih Arda'nın konuşması: 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla Genelkurmay Türk Çocukları Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ın Atatürk'e telgrafı: Biz yarının büyükleri devrimde yurda Atatürk'e bağlılığımızı her zaman haykırıyoruz. "30 Ağustos Zaferini, Cumhurluğun çelik ordusuna örnek olarak yaratan ulu Baş- Atatürk'ün kanat gerdiği bu ülke bu günlerden sonra bizlerin omuzları buğ'a, ordu adına kutlar ve candan saygılarımı sunarım üzerinde daha çok yükselecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak (3) Atatürk gibi başlı başına bir varlık, başlı başına bir değer olan ulu Başbuğ'umuz var. Zaten Türk olmak büyük bir mutluluktur. Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Celal Bayar'ın 12 Aralık 1937 tarihli konuşması: Atatürk'ün çocuğu olmak da mutlulukların en büyüğüdür. Türk çocuğu ve "memleketimizde bu suretle sulhun nigehbanı olan organize büyük bir kuvvet Atatürk'ün çocuğu, büyüklerimize söylüyorum. (8) mevcuttur. Bu kuvvet, Türk Milletinin büyük mazeyasını Türk milletinin tarihteki bütün kahramanlık ve şehametini nefsinde toplamıştır. Biz onun ismine sadece Ulus gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay'ın 26 Ağustos yazısından: ordu diyoruz ve onunla iftihar ediyoruz. Üst üste birçok kaleler alınmıştır, birçok sancaklar düşürülmüştür. Dava Her gün geçtikçe teçhizat itibarıyla kudret itibarıyla mütemadiyken yükselen ve kavgası henüz bitmiş değildir. Henüz Atatürk Başbuğ'dur, halk onun ordubüyüyen ordumuz eşsiz Başbuğu'nun kumandası altında elbette Türk vatanına sudur, henüz hepimiz silah altındayız. müteveccih olacak her tehlikeyi bertaraf etmek kudret ve istidatındadır. (4) Elektrik girmeyen tek köy, teknik görmeyen tek tarla, geri olan tek Türk kaldıkça; Birinci Türk Dil Kurultayı (1932) Devrimin ne zaman biteceğini sormayınız. Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey'in konuşması: Biz arsı ulusal önemi kadar büyük olan, basıl başarılacağını yalnız hesaTürkiye Cumhuriyeti'nin şanlı Reis'i, Tür irfan âleminin dahi Başbuğ'u Gazi Mustafa bımıza bizim değil, bel bağladıkları sakat ve yanlış fikirler hesabına, bütün Kemal Hazretlerini Türk Dil kurultayı’nın mümtaz ve muhterem azalarını derin batı medeniyeti adamlarının heyecanla bekledikleri bir dava içindeyiz. saygılarla selamlarım (5) 26 Ağustos Başbuğ'unun emrinde 26 Ağustos çocuklarının inanç ve şevTürkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Saffet Arıkan'ın 1936 yılında DTCF açılış kiyle çalışalım. (9) töreninde konuşması: www.turkalevi.com Sayfa 12 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ 1935 yılı 30 Ağustos zafer Bayramı törenlerinde en genç subay Nuri Cuylan'ın tören konuşmasından: 1 Eylül 1922: 1338 sabahı Türk ordusu'nun Başbuğ'u ordularına (Ordular; ilk hedefiniz Akdeniz'dir) buyruğunu verdi. Bu buyrukta sadece Akdeniz değil, Türk medeniyetinin yaşamış olduğu yerlere varın anlamı vardır. Erginliğe susamış olan ordu; başbuğ'unun bu buyruğunu 9 günde yerine getirdi ve yine onun buyruğuyla durdu. 30 Ağustos kin ve intikamın taştığı gündür. Yaşasın Türk Ordusu, onun Başbuğu ve ordusu, yaşasın Cumhuriyet (10) Elcibey.Tk Yukarıdaki belgelerden de görüldüğü üzere Atatürk için yaşadığı önemde millet ve devlet erkânı Başbuğ sıfatını kullanıyordu. Onun askerlik sanatındaki üstün zekası, elindeki bir avuç orduyla deyim yerindeyse yedi düvele karşı savaşıp zaferler kazandırması ve bu zaferler neticesinde düşmanı Türk topraklarından atması ve devamında bir devlet kurarak ülkesini tüm dünyaya kanıtlaması onun başbuğluk sıfatını sonuna kadar hak ettiğinin göstergesidir. Yine Ulus Gazetesi 30 Ağustos 1937 yılı manşetini "zaferi büyük Başbuğ'un nutkunda okuyalım" (11) diye atıyordu. Yunus Nadi 03.11.1937 yılında Cumhuriyet Gazetesindeki başmakalesinde; "dün mecliste Başbuğ'un uzun nutkunu, safha safha inkişaf eder gördükçe, milli Türk bünyesinin Atatürk şefliğine bağlı, kuvvetli teşekkülü gözlerimiz önünde levha levha canlandı..."(12) diye başlıyordu. Milli Türk Talebe Birliği Dil İnkılâbı toplantısı için Atatürk'e şu telgrafı çekiyordu: Türk inkılâbının büyük Başbuğ’u Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine Bugün Darülfünun Konferans Salonunda toplanan yüksek tahsil gençliği, Başbuğluğunu yaptığınız büyük dil sahasında canla başla çalışmaya karar verdi. Size bu telyazı ile gençliğin sevgi ve saygılarını sunarız, Büyük Başbuğ(13) Atatürk'ün ölümü üzerine CHP Fatih Halkevi yayınladığı bildirinin başlığını " Ulu Başbuğumuzu kaybettik" (14) diye atıyor ve defalarca kez Başbuğ terimini kullanıyordu. 1 - Sabiha Gökçen, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, s.365 2 - Ulus Gazetesi, 18 Kasım 1938, s,1 3- Ulus Gazetesi 31 Ağustos 1935, s,5 4- Ulus Gazetesi 11 Aralık 1937,s,5 5- Cumhuriyet Gazetesi 27 Eylül 1932, s.6 6- Ulus Gazetesi 10 Ocak 1936, s.1-3 - Cumhuriyet Gazetesi 10 Ocak 1936s,1-10 7- Ulus Gazetesi 31 Ağustos 1935, s.5 8- Ulus Gazetesi 24 Nisan 1936, s.5 9- Falih Rıfkı Atay, 26 Ağustos 1935, Ulus Gazetesi s.1 10- Ulus Gazetesi, 30 Ağustos 1935, s.5 11- ulus gazetesi, 30 Ağustos 1937., s.1 12- Cumhuriyet Gazetesi, 3 Kasım 1937 s. 1 13- Hâkimiyet-i Milliye. 28 Mart 1933, s.1 14- CHP Fatih Halkevi, Onun İçin Yazılanlar Söylenenler. s.228–229 Türkiyənin inkişaf edərək qabağa yürüməsi, yüksəlməsi, Avropayla çulğaşması, Avropa və Asiyada önəmli yer tutması bu dövlətin özülünü Atatürkün düzgün qoymasındadır. Müqayisə aparaq. Osmanlı dövləti də imperiyaydı, rus imperiyası da. Hər ikisi çökdü, dağıldı. Hər ikisinin yerində cümhuriyyət yarandı. Birinin yaradıcısı Atatürk oldu, obirininkisə Lenin (sonra Stalin). Hər ikisi yeni dövlət qurdu. Baxın, Atatürkün qurduğu dövlət bu gün də inkişaf edir, demokratiyaya doğru yürüyür, Avropa və Asiyanı bir-birinə çulğaşdırmağa çalışır və bu dövlətin hələ yüz illərcə yaşayacağı şübhə doğurmur. Amma Rusiyada qurulan dövlətin özülü düzgün qoyulmadığına görə, yenə də imperiya xisləti daşıdığına görə, yenə başqa xalqları zülm altında saxladığına, onlara azadlıq vermək istəmədiyinə görə, dünyanı hədələdiyinə görə 70 ildən sonra tam dağıldı. Atatürkün dahiliyisə oradadır ki, onun qurduğu cümhuriyyətdə hakimiyyət qeydsiz-şərtsiz millətindir və onun üstündə qurulubdur, Böyük Millət Məclisi də həmişə bu məsələləri yerinə yetirir. Avropanın müasir orduları üzərində ilk böyük və ruhverici qələbə məhz Türkiyədə qazanılmış, onu da Atatürk əldə etmişdi. ….biz düşmüşdük amansız bir qasırğanın içinə, vuruşurduq, yeganə müdafiəçimiz, dostumuzsa Türkiyəydi. www.turkalevi.com Sayfa 13 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Altay Kamizmi'nin Anandolu Türk Halk İnançlarındaki İzleri Dr. Yaşar Kalafat Altay Kamizmi'nin Anadolu Türk Halk İnançlarındaki İzleri Dr. Yaşar Kalafat Bu yazıdaki Altay Türkleri ile ligili bilgileri Özbekistan’da kadastro mühendisliği tahsili yapmış olan Altay Türklerinden bayan Kom Nadya Yuguseva, 3. Yeni gün Kültür Şöleni’nde vermiştir. Türkiye’deki benzeri inançlarla karsılaştırılmalarını Yasar Kalafat yapmıştır. Alınan bilgiler göstermiştir ki, Anadolu’da Gök Tanrı/ Kamizm’in izleri sadece heteredoks kabul edilen inanç kesimlerinde değil, Sünni inançlı kesimlerde de görülmektedir. Şamanizm tabiri, Ruslar tarafından Kamizmin inançlılara verilen bir isim olup Rusçadır. Çift örüklü saçı olan Nadya Yuguseva, “Altay’da tek saç örüğü bekar kızlara aittir” demektedir. Altay Türklerinin 1/12 si Hıristiyanlaştırılmıştır. Maalesef, bunlar Ruslaşmış Altay Türkleridir. Anadillerini dahi bilmezler. Kendilerini Ruslara borçlu hissederler. Altaylarda ciddi Hıristiyanlaştırma faaliyetleri XVII. Yüzyılda başlamış, bu çağın 50 – 70 yılları arasında kesifleşmiştir. Rus Hıristiyan misyoner örgütleri Türk halkı Hıristiyanlaştırmak için belirli zaman dilimleri için planlar yapar, hedefler belirlerlerdi. 12.6.1757 tarihinde Kuznetsk bölgesinden Papaz Sineon Selkovnikov’un raporundan altın Göl bölgesinden 82 Teleüd’ün Hıristiyanlaştırıldığını öğreniyoruz. Yasları 1 ila 74 arasında olan bu insanlara Rus isimleri verilmiştir. Yaygın olan Rus kadın isimleri Marfa ve Anna; erkek isimleri ise, Petr ve Đvan’dı. Bölgenin Teleüt Türkleri de Ruslar tarafından Hıristiyanlaştırmaya tabi tutulmuşlardı. 1754 tarihli Sime on Metodiyev’in detaylı raporundan anlaşıldığına göre, 47 Teleüt Hıristiyanlaştırıldı ve Vaftiz babası, bu Türkleri Bikatunsk kalesine Hıristiyan Rus kazakları olarak kayıt ettirdi. Rus Hıristiyanlastırma merkezlerinin dönem planlarına göre Rus papazlar, Altay Türklerinin dilini ve dinini değistirebilmek için askeri baskı ve yağma metodu uyguluyorlar, sürekli baskı yapıyorlardı. 1800 lü yıllara kadar Sibirya’nın halklarının haklarına dair hiçbir yasanın olmayısı sebebi ile Papazların sınırsız tutumları kontrol edilemiyordu. 1800’lü yıllarda Altay Türkleri Altayların tarıma elverisli ovalarında da yasıyorlardı. Kilisenin sürekli baskısı Altaylıların tamamen dağlara çekilmesine, inançlarını serbest yasayabilmeleri için bu topraklardan kilise lehine göç etmelerine yol açtı. Yeni göç bölgelerinden Ruslar ve Çinliler vergi alıyorlardı. Böylece Altay Türkleri Rus koruması altına girmis oldular. Simdiki Maga ve Koç – Ağaç bölgeleri diğer Altay Türk bölgelerine göre 100 kat daha Çin ve Rusya’dan her iki tarafa da vergi vermek zorunda bırakılmıslardır. Altaylar bir tarafta Kazaklar ve diğer tarafta Moğollarca sürekli yıpratılıyorlardı. Nihayet Rusya yönetimine girmislerdi. Bu arada Altay Türklüğünün Uluğ Türkistan ve Anadolu’ya göç etmeye baslaması, bölgedeki Türk nüfusun azalmasına yol açmıstır. Altay Türklüğünü Rus ve Çinler karsısında zayıf düsüren bir amil de, boy taassubunun yol açtığı iç çeliskiler olmustur. Bütün bunlara rağmen 18. yüzyılın ikinci yarısında Hıristiyanlastırılmıs Altay Türkü sayısı 500 civarında idi. Altay da ilk gayri resmi nüfus sayımı 1754 yılında Aleksey Butrimov ve Đvan Maksyukov tarafından yapılmıstır. Bu sayımda sadece Teleüd Türklerinden 339 aile reisi, Kausk Karakol ve Teleüt Volost’ın da ve 541 hane ile 1400 aile reisi erkek, Kondem bölgesinde olmak üzere 2280 ev ve çadır veya 11.400 Türk tespit edilmistir. Üçüncü nüfus sayımı olarak 1763 yılında yapılan sayımda, 2375 kisi kasaba merkezlerinde, 4275 kisi de Altay’ın eteklerinde Bozkır’da tespit edilmistir. 1816 yılında nüfus sayımında toplam nüfus 11.155 kisi olarak belirlenmistir. Altay’ın nüfusu devamlı olarak artmıstır. Bu artısa Altay’a dısardan devamlı göç gelmesi yol açmıstır. 1832 yılında 17.105 kisiye çıkan nüfus bölgeye dısardan gelen göçle artıs göstermistir. 1897 yılında 42.217 olan nüfusun %76.2 yerli Altay halkı idi. Sibirya’nın güneybatısında bulunan Altay Cumhuriyeti’nin yüzölçümü 92.800 km² dir. Altay Cumhuriyeti batıda Kazakistan, Güneybatısında Çin, güneyinde Moğolistan, doğuda Tuva Cumhuriyeti, Kuzeydoğu’da Hakas Cumhuriyeti vardır. Tabiatı kutsallaştırdıkları kabul edilen Altay’ların inanç biçimleri Kam’lıktır. Kamlıkta hayatını sürdüren Türkler dünyada fazla değildir. Altay Türklerinin 2.000 yıl önce yasadıkları bölge Ötüken olarak bilinir. Burası Göktürk Kağanı Kutlu Bilge Kağanın, Orhun ırmağı kenarına yazıp diktirdiği Bengi taslarının yurdudur. Bize göre o taslarda “Türk eski öz yurduna dön” yazılmaktadır. Biz Altay Türkleri, Rus ve Hıristiyan olmadığımızın bilinmesini istiyoruz. Biz Musevi de değiliz. Biz Altay dağlarında yasayan ve unutturulmak istenilen, çağdaş bir dine mensup Türk soylu bir halkız. www.turkalevi.com Batlıların Şamanizm dediği Kam Dini inancına mensubuz. Kamlık ata ruhları esaslı bir dindir. Bu özel inanca göre Atalarımızın ruhu bize güzel bir güç verir. Konumuz olan Nevruz’a dönelim sizin Nevruz bayramını biz, Yılgayak (Yalbası) olarak kutlarız. Bu bayram bizde üç bin yıldır kutlanmaktadır. Kutlama sebebimiz Tanrı ve Atalarımızın ruhları, karı buzu eritir. Böylece yeşil ortaya çıkmış olur. Yeşil demek hayat demektir, canlılık demektir. Toprak canlanınca bütün hayvanlar yeşil ota kavuşurlar, insan ve topraktan çıkan bereketi alırlar. Tanrı insana “toprakla uğraş ondan çıkanı yanına al, istifade et” dedi. Ata ruhları da bize “Haydi öz yurduna sahip çık toprağa hayvana bitkilere sahip ol”dedi. Kam, bir ruhla onun yardımını almak üzere pazarlık yaparken, tanıdık birisinin sesini çıkararak konusmasının sürdürür. insanın arkasında cinler, o insanın tanıdığı bir sesle o insanı çağırabilirler, böyle hallerde çağrılan kimse arkasına dönmeden “sesin sahibinin isminden bahisle”....beni neden çağırdın” demelidir. Birisi ölünce Tusga (tusa) gitti denir. Tuz, Çin sınırında yapımı tuzculara ölüm getiren bir yerdedir. Anadolu’da da bu inanç yasamaktadır. Böyle hallerde seslenilen sahıs kesinlikle arkasına dönmez, hatta cevapta vermez. “Dönmek ve cevap vermek doğru değildir”denilir. Cevap vermek gerekir ise “isim var değirmene tuza gidiyorum” denir inancı vardır. (Y.K) Kamizmde yel, rüzgar ve benzerleri de ruhdurlar. Karanlık olup günes battıktan sonra insanlar için, baslar muhakkak örtülmelidir. Bu ruhlar çarpacakları zaman ilkin kafayı çarparlar. Kadın, erkek muhakkak basları, saçları örtülerek yel rüzgar iyesinin zararından korunulur. Anadolu’da Basıbozuk tabiri yoldan çıkmıs veya çıkmaya müsait olanlar için kullanılır. Sivil halk askere nazaran bası bozuktur. Köyden sehire gidip töreyi bozacak kimseye “basıbozuk mu oldun” denir. Namaz kılarken camiye giderken bas bağlanır. Keza Mevlüt dinlenirken bas bağlanır. Bas bağlamak, çocuklukla baslar. Basının bağlama biçimi, bayanların nisanlı veya evli olduğunu gösterir. “Basını bağlamak” evlendirmek anlamındadır. Adeta bağlanılan bas ile korunmus olur. Kamizmde, hersey gibi suyun iyeside vardır. Suyun iyesi gündüz dinlenir, gece çalısır. Bunu için aksamdan sonra akan sudan su alınmamalıdır. Su iyesi rahatsız olur. Aksam karanlıktan sonra su alınması zarureti var ise kap suya, suyun akıs istikametine doğru daldırılmalıdır. Ters istikamette daldırmak doğru olmaz. Anadolu da aksamdan sonra su kapları muhakkak kapalı tutulur. Aksamdan sonra suya bir kap daldırılacak ise, muhakkak besmele çekilir. Ayrıca, “akarsu pislik tutmaz” inancı vardır. suya tükürülmez, suya çis yapılmaz, günahtır, insan bir seye uğrayabilir inancı vardır. Kamizmde “Süneysi Geldi” inancı vardır. Bu ölmüs bir kimsenin bir yıl kadar bir süre zarfında ruhunun yakınlarının yanına gelip gitmesi inancıdır. Ruh bu hallerde geldiği evinden mal, davar, yemek gibi seyler isteyebilir. Ruhun bu gelip gidisinden rahatsız olunuyor ise, Büyük Samanlara dua ettirilir. Anadolu’da ölünün 3’ünde, 7’sinde, 40’ında, sene-i devriyesinde okutan Kuran-ı Kerim, Cuma da arife günleri helva kavrulması, lokma ve pisi kızartılıp koku çıkarılmasındaki amaç, geçmis ruhların mutlu döndüklerine veya mutsuz olabildiklerine inanılır. Birçok evde büyükler çocuklara, “geldi, kapının önünde, cama vurmak üzre, ocağın basında” derler. Hatta sedirde omun için bir yer bile ayrılır. Kamizmde, ailesinden biri ölen kadın veya erkek muhakkak basını örtmek zorundadır. Saçın yere düsmemesi için özel özen gösterilir. Zira ölen sahsın ruhu o saçı açabilir. Kadın ve erkek hiçbir yerde kesilmis veya dökülen saçı bırakmaz. Ölü evinden evin sahibi basını açık bırakır, saçının yere düsmesini önleyemez ve ölünün ruhunun o saçı olmasına ilgisiz kalır ise, kısa süre zarfında o sahsın da öleceğine inanılır. Türkiye’de doğmus bir kimse Altay’da ölecek olsa 40 gün içinde dünyayı dolasıp, o saçı bulmak zorundadır. Anadolu’da kadın saçının dökülüp saçılması kesinlikle istenilmez. Saçlar taraktan alınır bir kağıda sarılır, duvar deliği veya dösemesinin arasına atılır. Çöpe atılmıs saçın meleklerin ayağına dolasacağına, öbür dünyada saç sahibinin bunun hesabını vereceğine inanılır. Sayfa 14 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ En büyük büyülerde saç teli kullanılır. Saç örüyünü kesmek, saç sahibine büyük hakarettir. “Saçını uğruna süpürge etmek”, en büyük fedakarlıktır. Eskiden çocukken berbere gidince, saçımızın berberde bırakılması istenilmezdi. ilk saçın (karın saçı) altınla tartılıp, fakire ağırlığınca sadaka verirlerdi. Đlk saçı ömür boyu saklayan aileler vardır. Kamizmde suyun ruhu beyaz, toprağın ruhu yesil, günesin ruhu sarı, od/ ates’in ruhu kırmızıdır. Saçılar önem sıralarına göre, süt, kurut (peynir), talgon (arpadan yapılır), rakı (ayrandan yapılır).”Atese süt damıstım”, atese süt damıttım demektir. Atese olduğu gibi, toprağa, ağaca da saçı yapılır. Ayrıca beyaz, yesil, mavi, sarı renklerden 60 cm uzunluğu ve 2 cm genisliğinde adak bezleri asılır. Ağaca adak bezi saçı yapmak, Anadolu’da da Kamizmde “angır” diye bilinen kus kutsaldır. Öterken ağlar gibi ses çıkarır, vardır. Türbelerde de yapılır. Belirli sulara para türünden saçı yapılır. Keza avlanılmaz ve eti yenmez. Öldürülmesi halinde bir felaketin olacağına inanılır. kutsal kayalara da saçı yapılır. Atese yapılan saçı bazen seker, tuz ve et Köpeğin Kurt (börü) gibi uluması ve baykusun ötmesinin ölüm getireceğine olabildiği gibi, yağ da atıldığı olur. inanılır. Köpeğin uluması gözüne kötü ruhların görünmesi sebebiyledir. Bütün köpeklerde kötü ruhları görme hassası yoktur. Sadece alnında “Görmekçi” Kamizmde insan toprağa verildikten sonra mezarına gidilmez. Zira ölenin denen iki beneği olan köpekler bu kara iyeyi görür ve görünce ağlarlar. ruhu “bu beni çok seviyor, bunu da yanıma alayım” der inancı vardır. Ruhlar için kesilecek kurbanın türünü ruh tayin eder. Anadolu’da ölen birisinden Anadolu’da baykusun görünmesi ve köpeğin kurt gibi uluması ölüm haberi bahsederken “beni çok severdi” denilmez. Toprağını sevsin denir. Aksi halde olarak bilinir. Onlar uzaklastırmak istenir. Yemeleri için bir seyler verilir. ölünün sevdiği kimseyi yanına alacağına inanılır. Kars’da Angut denilen ördek türünden bir hayvan vardır. Avlanılması inanç itibariyle yasaklanmıstır. Eti yenmez. Biz köpekle ilgili olarak Nogay Türkleri, Kamizmde, yeni dünyaya gelmis bebeğin göbek bağı kurutulur. Bu parça Moğollar, Karluklardaki, inançları derlemistik. Eski Mısır ve Zerdüsizm inancın- maske gibi bir beze dikilir. Đçine kuru taneli besinler konulur. Bu özel muska da da köpeğin özel yeri vardır. Kamizmde, ardıç kutsal ağaçtır. Kam’da ardıç evin temiz yerine konulur. Kam buna bakarak sahibinin geleceğini tahmin dalı götüren sahsa, Kam geçmis ve gelecek hayatını söyler, onun falına ba- edebilir. Bir nevi faldır. kar. Anadolu’da Ardıç kutsal ağaçlardandır. Hayvanların boynuna ardıç’tan nazarlık yapılır. Bir çok ziyaret Ardıç ağacı ile anılır. Anadolu’da çocuğun geleceğinin tayin edeceği inancından hareketle, bebeğin Kamizm de kutsal sayı yoktur. Kutsal gün ayın doğusundan 8. gününden esi, cami, okul, çarsı gibi yerlerin duvar diplerine gömülür. sonra baslar. Hava durumu yıldızlara bakılarak anlasılır. Ülker yıldızının kuyruğu uzun olur ise havaların soğuk olacağına inanılır, tedbirler alınır. Bu yıldız Kamizmde tırnağın inanç bakımından önemi vardır. Tırnak gelisi güzel atılyazın gözükmez. Yıldız kayınca köyden birinin öleceği inancı vardır. bu esna- maz, toprağa gömülmez. Büyükbas hayvanların mide yapısı tırnağa sindirda yıldızın kaydığını görenler, “Kayan yıldız benim yıldızım değil baskasının meye müsait değildir. Tırnaktan sakınmak için “sen beni cinlere söyleme, ben yıldızı” derler. Nevruz / Yenigün’den sonra görünmeyen ülke mevsimlik ye- de seni ineğe söylemeyeceğim”denir. meklerin yapılması için bir dönüm noktasıdır. Yeni doğan ince kısmı sola bakar ise, havaların iyi gideceğine inanılır. Dolunayda evlenilir. Đs Anadolu’da tırnakla ilgili inançlar vardır. Büyü malzemesine tırnak konur. baslatılması, büyük hastalıkların tedavisi ayın 8’inden sonraya bırakılır. Ay Tırnaktan hareketle nazarlık yapılır. Büyüler tırnağın üzerine yazılır. Tırnak hilal iken evlenilmez, önemli isler yapılmaz. “Kukurt, Yıldırım, Tanrının kükre- her yere atılmaz. Gece tırnak kesilmez. Kamizmde, dul kadına özel önem mesi olarak kabul edilir. Gök gürlemeden ısık saçarsa “Gök as pisiriyor” deriz. verilir, himaye edilir. “Allah bunu kesdi, sen kesme” denir. Kındık Enesi (ebe) Bu durumda tarla mahsullerinin bereketli olacağına inanılır. Gök gürleyince anneden daha fazla önemsenir. Kındık Ene, çocuğun annesinden önce görinsanlar baslarını bağlarlar. “Huday da bas bolsun” (Huda: büyük olsun: Tanrı düğü için itibarlıdır. “Bebek ebesine benzer inancı vardır. Sütü olmayan anneuludur) denilir. Ates yakılır. Atese ardıç ağacı atılır. Ayrıca 1-2 damla süt saçı nin bebeği ebesinin sütü ile beslenir. edilir. Gök kusağına “solonı” denilir. Solonı görününce yağmurun yağacağına inanılır. Kamizmde kutsal sayı olmamakla beraber, 2-4- 6 gibi çift sayılar itibar Anadolu’da ebe, bazen anne kadar, bazan de anneden de önemlidir. Esasen görürler. “Çift olsun”denir. Tek sayı istenilmez. “Eser bolsun” (esli olsun) deni- ebe ana, halkın her kesimi tarafından itibar görür. O bir canlının hayata gellir. Anadolu’da 3-5-7-9-40 gibi sayıların kutsiyeti üzerinde durulur ve bunlar mesinde rol almıştır. Ebeler, doğum saptırdıkları insan sayısı nispetinde eski Türk inanç sistemi ile ilgilidir. Bazı kesimlerde 7 ve bazı kesimlerde 9 kutsanırlar. Birçok ebe mezarı türbe olmustur. Bunlar Türk halk sufizminde itibarlıdır. “Teklik Allah’a mahsustur, çift olsun”inancı vardır, ancak yaygın “bibiler” olarak bilinir. Kamizmde esik “Çocko”da oturulmaz. Oturan öksüz değildir. bu durumu ile tespit irdelenmeye muhtaçtır. Saha bölgesi Aiy Tengri kalır inancı vardır. Esikte ayakta da durulmaz. “esik ömrü ölçer” denir. Ayrıca inanç sistemi 3-9 lu olarak izah edilir. Ayın görünüsü ile ilgili inançlar iklim esiğe asılınmaz, asılmak hayır getirmez. bilgisi itibariyle Anadolu’da yaygındır. Dolunay hilal ay, Aylık kesmek inançları- Anadolu’da esiğe basılmaz, esikte oturulmaz, oturanın kısmeti kesilir inancı nı ayın durumuna göre “Yıldızım yerinde”deme ihtiyacı duyar. Halk arasında vardır. Türk dünyasının birçok yerinde evin esiğinde görüşülmez, bunu demeyenin öleceğine inanılır. Gök gürleyince demir ısırılıp tas duvara vedalaşılmaz, içeri girmeli veya dışarıya çıkmalı inancı vardır. Kamizmde dayanılır. Böylece dislerin sağlam olacağına inanılır. Yıldırım göğün kamçısı insanın adı ne kadar güzel ise, o sahsın hayatta o derece mutlu olacağına olarak bilinir. Gök gürler ve yağmur yağmaz ise, toprağın korkutulup mahsülün inanılır. Đlk iki çocuğu yasamayan aile, üçüncü çocuğuna çirkin bir isim koyar artacağına inanılır. Gök gürleyip yıldırım çalınca, “Allahü Ekber –Allah büyük- ise, çocuğun yasayacağına inanılır. Kamizme göre, Tanrı yer üstünde ruhları, tür” denir. Gök kusağı ile ilgili inançlarda, onun altından geçenin cennete yeryüzünde bitkileri hayvanları ve insanları, yer altında ise cinleri yarattı. gideceğine inanılır ve ilk gören “yesili benim” der. Kamizm’de kırmızı, yesil ve Tanrı ve cinlerle iliskiyi sadece Kam kurabilir, Kam gerçek tabirdir. Saman beyaz renkler inanç bakımından itibarlıdırlar. Siyah renk toprak altı ruhlarına açıklandığı üzere Hıristiyan terminolojisi olup, Ruslar tarafından çıkarılmıştır. aittir. Bunlar sadece Samanlar /Kamlar görüsebilir. Hıristiyan vaftiz babaları Saman ile Kam es anlamda kullanılmıştır. Atabö,Kamizmde yer altı inanç kamlar arasında her yıl belirli bir miktar Kam’ı Hıristiyan yapmak için planlar sistematiğinin en büyük gücüdür. Yeryüzünün hakimi Huday’dır. Her ikisinin yaparlar. güçleri esittir. Büyük kamlar yıldızlara bakarak o yılın ve gelecek yılların nasıl geçeceğine Şamanizm / Kamizm din değil, inançtır. Ruhun göçüsü ile Saman/Kam oluanlarlar, büyük bir Saman olan Nadya Yuguseva’nın dayısı Türk yıldızına nur. Kam telepati ile cinlerle, toprakla, ağaçlarla ilişkiye geçip konuşabilir; yer bakarak Ulug Türkistan Türk Halkları arasında ciddi ihtilafların çıkacağına ve altının kötü/ kara ruhları ile görüşebilir. Gelecek hangi bölgeden kaç Kam’ın bunu büyük ölçüde geçmiste kaldığını anlar. Kırmızı, ates iyesi’nin rengidir. çıkacağını ünlü Kamlar gününden evvel bilir, açıklama yaparlar. Onun bir Altay kadınının 5 bin yıllık genlerindeki gücü anlatır. isareti vardır. Aynı dönemde iki kam çıkabilir. Kam erkek ve bayan olabilir. Altay’ın %30’u Altay Türkü ve bu miktarın %28’i Kamizm inançlıdır. Bayan Kamlar daha etkilidir. Gök Tengri, Ai Tengri, Kamizm, Baksicilik gibi Kamizmde, yazılı inanç bilgisi yoktur. İnanç dünyası sözlü geleneklerle sürdü- isimlerle bilinen ve yörelere göre tezahür biçimleri bazı farklılıklar gösteren rülür. Eskiden dini merasimler büyük dağ tepelerinde ates yakılır, buralarda eski Türk inanç sistemi ile ilgili çalısmalarımız sürdükçe, konunun mahiyeti de kutsal ağaçlara süt, et atılır. Halka süt, seker, tuzlu, sütlü kaymaklı çay, ikram açıklık kazanmaya yüz tuttu. edilir. Süt ve et atesin ruhuna da saçı edilir. Güres ve at yarısları yapılır. Altay- Bayan Kam Nadya YUGUSEVA’nın verdiği bilgilerle, bu konuda yaptığımız ’ın en güzel kızları toplanıp sarkı söylerler. Müsabakalar koyun ve at derileri çalışmalar yeni bir halka kazanmış oldu. üzerinde yapılır. Đkramlarda kürek kemiği, eti ile birlikte en ağırbaslı konuğa Türkiye’de eski Türk İnançlarının daha ziyade Alevi ve Bektaşi inançlı kesimverilir. Bu kemiğe bakılarak yılın nasıl geçeceğinin falı ve yorumu yapılır. lerde sürdürdüğü kanaati hakimdir. Anadolu’dan yaptığımız karsılaştırmalar Ayrıca tas falına bakılır. Uzmanlar özel kamçıları ile çocuklara tedavi seansları göstermiştir ki, eski inançlarımız bütün kesimlerimizde canlılığını korumaktayaparlar. dır. www.turkalevi.com Sayfa 15 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Batılıların Gözüyle Türkler Yrd. Doç. Dr. Hamiyet Sezer / Ankara üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Batılılar ile Türklerin temasları yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Bu temaslar ticari, siyasi ve toplumsal amaçlar içermektedir.1 Tarih boyunca Batılılar doğuya devamlı merak duymuşlardır. İlgilerinin temelinde başlangıçta doğu karşısında geri olmalarının verdiği korku varken daha sonraları gelişmeye başlamalarıyla korkunun yerini araştırma, çıkar elde etme gibi nedenler almıştır. Avrupalılar, doğuya özellikle Osmanlı imparatorluğu'na meraklarını gidermek için çok sayıda seyahate çıkmışlardır. Gezilerinin sonucunda da gördüklerini, öğrendiklerini yazmışlar ve bunların yayınlanmasıyla önemli kaynaklar bırakmışlardır. Seyahatname dediğimiz bu eserler tarih açısından değerli bilgileri içermektedir. Gezginlerin eserleri dışında yabancı görevliler de (elçiler, konsoloslar, uzmanlar vs.) zaman zaman hatıralarını yayınlamışlardır. Yazmış oldukları raporlar, mektuplar da görevli bulundukları ülkeler hakkında bilgileri içermektedir.2 Sözünü ettiğimiz bu kaynaklarda özellikle seyahatnamelerde, bir yabancının gözüyle, o ülkenin insanı, toplum yaşantısı, idaresi hakkında detaylı bilgi yer almaktadır. Osmanlı Devleti döneminde, Osmanlı topraklarından geçmiş veya uzun süre bu topraklarda dolaşmış, yaşamış kişilerin seyahatnameleri incelendiğinde değişik izlenimlere rastlanmaktadır. Onların gözlemleri ve bakış açıları zamanla değişiklik göstermektedir. Bu gözlemler genel hatlarıyla şu şekilde ifade edilebilir: Osmanlı Devleti XV. ve XVI. yüzyıllarda Avrupa'da hızla ilerlerken Avrupa kamuoyunda müthiş Türk imajı oluşmuş ve korku ortaya çıkmıştı.3 Bununla birlikte Türklere karşı, onların nereden geldiği, kökeni konusunda ki merak, çeşitli araştırmaların da yapılmasına neden oldu. XVI. yüzyılda Avrupa'da Türklere karşı tek yönde birleşmiş ve yoğunlaşmış bir tepki yoktu. Değişik devir ve yerlerde değişen siyasi nedenlere göre Türklere tehlikeli bir kuvvet, bela olarak bakılmıştı. Ancak Avrupa'daki ciddi ve zeki gözlemciler genellemeleri bırakarak Türklerin başarılı oluşlarının temelindeki sebepleri öğrenmek için derin araştırmalara giriştiler.4 Zamanla Avrupa ile Osmanlı Devleti arasında ticari-siyasi ilişkilerin gelişmesiyle Avrupalılar Osmanlı topraklarına seyahatler yapmaya ve tanımaya başladılar. XVII. yüzyıl başlarında Avrupa'da Türklerin barbar oldukları, ülkede zulüm ve vahşetin hüküm sürdüğü düşüncesi hakimdi. Bu düşüncenin oluşmasında Türklerle ilgili yazılan kitapların etkisi olmuştur. Örneğin, Sir Thomas Sherley'in Discours of the Turkes (1617)5 adlı eserinde Türkler aşırı derecede olumsuz anlatılmaktadır. Sherley üç yılını İstanbul’da bir hapishanede geçirmiştir. Yazdıklarında Türklerin aşırı gururlu, medeniyetsiz, sarhoş, kaddar, karacahil oldukları anlatılmaktadır.6 Günleri hapishanede geçen birinin bu tür yargılara varması normaldir. Çünkü, kötü olaylarla ve deneyimlerle orada karşılaşmak doğaldır. Yaşananlar da olumsuz düşünceleri doğurmuş olmalıdır. Osmanlı imparatorluğu'nun genişlemesi durup Türkler Avrupa için daha az tehlikeli olmaya başladıklarında, Türk görüntüsünün bir kısmı da değişti, barbar ve zalim nitelemelerinin yerini miskin ve alçak aldı.7 XVIII. yüzyıl Fransız seyyahlarının yazıları Türkler hakkındaki batıl fikirlerin değişmesinde önemli rol oynamıştır. Türkler ile daha fazla kaynaşan Fransızlar Türklerin merhamet ve iyi yürekliliğinden etkilenmişlerdir. Türkler ile daha yakından tanışmaları sebebiyle kişilerin iyi taraflarını görmüşler ve çoğu Türklerin grup olarak Avrupa'da çok iftiraya uğradığını itiraf etmişlerdir. XVII. yüzyıl sonunda artık Türklerin korkulan bir millet olmadıkları fikri yerleşmiş ve XVIII. yüzyıl başlarında kalıplaşmış Rönesans fikirleri kaybolmuş ve Türk sosyal müesseseleri ön planda bir düşünce konusu haline gelmiştir.8 XIX. yüzyılda artık Osmanlı Devleti'nin karşısında güçlü bir Avrupa ve onun vatandaşı vardır. Anlaşılacağı üzere, Avrupalıların Türkler hakkındaki düşünceleri yüzyıllar içerisindeki gelişmelere paralel olarak değişim göstermiştir. Başlangıçta korkulan, barbar olarak görülen millet daha sonra o kadar korkulmasının gereğinin olmadığı anlaşılan bir millet halini almıştır. Osmanlı Devleti topraklarına XIV. yüzyıldan itibaren gelmiş birçok gezginin yazmış olduğu seyahatnamelerde yukarıdaki genel değerlendirmelerin doğrultusunda bazen olumlu, bazen olumsuz görüşlere rastlanmaktadır. Görüşlerin olumlu veya olumsuz olmasının nedenlerinden bazıları bu kişilerin ön yargılı olarak gelmeleri, kısa süre kalıp yeterli değerlendirmelerde bulunamamaları, dili anlamamaları veya tersi yani uzun süre kalmaları, insanları tanımalarıdır. Gelen kişiler ancak ülkenin insanlarını tanıdıktan sonra ön yargılarından kurtulabilmekteydi.9 Sir Charles Fellows (1838–1840) İzmir’de bulunduğu yılları anlatırken düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir: "Geldiğim ilk günlerde sevimsiz olarak nitelediğim ve kendilerine karşı önyargılarım olan Türkler hakkındaki düşüncelerim o kadar değişti ki! şimdi onların gelenekleri, alışkanlıkları ve giysileriyle sadece barışmadım, aynı zamanda dost da oldum. Türkler arasında önceden hiç tahmin edemeyeceğim gerçek sevgi, adalet ve dostluk gibi saygı ve sevgi duyulabilecek özelliklere rastladım."10. Fellows, daha sonra Türklerin kendi aralarında saygılı ve sevgi dolu olmadıklarını hayvanlara da sevecenlikle yaklaştıklarını, hepsinin birer kamil insan olduğunu, aptalca konuşan bir kişiye rastlamadığını aktarmaktadır.11 Yukarıdaki satırlardan, seyyahların ön yargılarından ve bilgisizliklerinden kurtuldukları, insanları tanıdıkları zaman görüşlerinin değiştiği ve bunun yazılarına yansıdığı anlaşılmaktadır. Gelen yabancıların Türkçeyi bilmemeleri aynı zamanda Türklerin de yabancı dil bilmemeleri karşılıklı temaslarda yanlışlıklara, yanlış anlaşılmalara sebep olmaktaydı. Bu yüzden Türkçe bilenlerin düşünceleri bilmeyenlerinkinden daha iyi olmuştur. Bilenler Türkçeleri sayesinde daha iyi incelemeler yapabilmişlerdir.12 Böylece başlangıçta, barbar, kaba olan Türkler, ahlaki değerleri övülen kişiler olarak değerlendirilebilmiştir.13 Batı seyahatnameleri iki kısımda değerlendirilebilir. Aydınlanma öncesi ve Aydınlanma döneminden sonraki seyahatnameler. Aydınlanma öncesi yazılanlar (15-16. yy.) bütün önyargılarına rağmen ülkeye merak ederek bakmakta ve anlamaya çalışmaktadırlar. Seyahat, ya kendisini tatmin için, zevk için ya da bilgisini ve görgüsünü arttırmak için yapılıyordu. Aydınlanma döneminden sonra yazılanlar ise biraz daha farklıdır. Kişi artık değişen Avrupa'nın adamı olduğunun farkındadır ve diğer yerleri gelişmeyen bir dünya olarak görmektedir. Bu önemli bir husustur ve artık seyyahlar bir antropolog karakterine bürünmektedir.14 Seyyahlar geldiklerinde daha çok tarihi kalıntıları büyük bir merakla gezmişlerdir. Yazdıklarından, gelmeden önce bu yerler hakkında, daha önceki gezginlerin anılarını okuyarak bilgi edindikleri ve kendi gördükleri zamanki durumuyla karşılaştırmakta oldukları anlaşılmaktadır. Bazen bu kalıntılarla ilgili olarak, daha önce gelmiş gezginlerin buldukları tarihi eserlerden parçaları ülkelerine götürdüklerini not düşmekte sakınca görmemişlerdir. Ayrıca, bölgede yaşayan insanları gelenek göreneklerini, dini inanışlarını yaşayış biçimlerini incelemişlerdir. Osmanlı Devleti'ne gelen gezginler çeşitli amaçlarla gelmişlerdir. Birçoğu gezip görmek için -örneğin İstanbul’un tarihi yerlerini, kütüphanelerini gezmek, görmek- veya bilimsel inceleme yapmak amacıyla botanikçiler çeşitli bitkiler hakkında bilgi toplamak üzere- seyahat etmişlerdir. Osmanlı arşivlerinde bu amaçlara yönelik yol emri almak isteğiyle çok sayıda başvurunun olduğunu bilmekteyiz.15 Osmanlı topraklarına çeşitli ülkelerden seyyahlar, görevliler, din adamları gelmiştir. Bunların içerisinde İngiliz,16 İspanyol,17 Alman,18 İtalyan,19 Amerikalılar bulunmaktadır. .Örneğin bunlardan Amerika misyonerlerinin raporlarında ilginç bilgiler yer almaktadır.20 Bilindiği gibi Amerika 1830'lardan sonra Osmanlı Devleti'ne misyonerler göndermiş ve gelenler özellikle Doğu'daki Hıristiyanlar arasında görev yapmıştır. Yazdıkları raporlarında: Türklerin çoğunun cahil olduğu ama öğrenmeye oldukça istekli oldukları anlatılmaktadır. Ayrıca sanılanın aksine kendi inançlarının dışındaki inançlara saygılı oldukları bildirilmektedir. Böylece Türkler arasında da Hıristiyanlığı yayabilecekleri düşüncesinin olduğu anlaşılmaktadır. Raporlarda; Türklerle doğrudan ilişki kuranların onları daha iyi ve kolay anlayarak tarafsız ve iyi iliĢkiler kurdukları, ancak dolaylı yollardan Türkler hakkında bilgi edinebilen ve özellikle Ermenilerle daha çok ilgilenen misyonerlerin Türkler hakkındaki görüşlerinin genellikle olumsuz olduğu görülmektedir.21 Gezginler eserlerinde daha önce de belirttiğimiz gibi Türkler ve yaşadıkları ortamlar, gelenek görenekleri, kişilikleri ile ilgili görüşlerini yazmışlardır. Türklerle ilgili çok söz edilen özelliklerden biri konukseverliktir. Sir Charles Fellows izmir seyahatini anlattığı notlarında bu konuda şunları söylemektedir: "Türkler arasında yaşayan birisinin gözüne çarpan temel özellik, onların konukseverlikleridir. www.turkalevi.com Sayfa 16 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Bunu bulunduğum her yerde, bir paşadan dağ başındaki çadırında yaşşayan yörüğe kadar herkeste gördüm, hem de hiçbir karşılık beklemeden. Hangi dinden hangi milletten olursa olsun, ister fakir ister zengin olsun ayrım gözetmeksizin, herkesin tek düşüncesi vardı yabancının karnını doyurma"22. Bu konuda J. H. A.Ubicini'de de aynı izlenimlere rastlamaktayız: "Türkiye kadar misafirperver bir ülkeye rastlamadım. Her yanında Müslüman nezaketiyle halk, yabancıya kucak açar, Türk aleyhtarı yazarlar bile bu meziyetlerini teslim etmektedirler. En fakir köyde bile misafirlik denen bir ev bulunmaktadır. Oraya varan yolcu kendisine bir tabak pilav ve kuzu kızartması verileceğinden emin olabilir."23 Kadınlar hakkında da gözlemler vardır. Seyahatnamelere, Türk kadınlarının köylerde ve şehirlerde farklı göründükleri yansımıştır. Köylerde daha az örtünmelerine rağmen, şehirlerdekiler daha kapalıdırlar. Ancak üzerlerine aldıkları örtünün altında oldukça Ģık kıyafetler giymektedirler.24 1852 yılında Ankara'ya bir ziyarette bulunan Andreas David Mordtmann; Ankaralı kadınların iş hayatına katıldığını ve bunun iyi bir yön olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, Kütahya'da ve Ankara'da kaldığı ailelerin kadınlarının ve kızlarının zengin olmalarına rağmen çalıştıklarını da eklemektedir.25 ön yargılarından kurtulan Batılı seyyahlar insanları yakından tanıdıklarında onları daha iyi tanımlamaya başlamaktadırlar. Tabii doğruları görebilmeleri onların yaşadıklarıyla bağlantılıdır. Kadınlarla ilgili gözlemlerde toplum yaşantısını bilmediklerinden, kadınların görüntüsüyle yorum yapmaya kalkanlar yanılmışlar, yanlış bilgiler vermişlerdir. Yaşantıyı yakından görenler ise gerçekleri yansıtabilmişlerdir. Böylece köle ve zulüm yaşantısını yazanların karşısında yanıldıklarını söyleyen bu tür yazarların da olduğu anlaşılmaktadır.26 örneğin Lady Montaqu gibi, o anılarında kadınların yaşantısına tanık olduğu için gerçekleri aktarabilmiştir. Yukarıdaki örnekler de aynı düşünceleri doğrulamaktadır. Türk dili hakkındaki düşünceler de gezginlerin eserlerine yansımıştır. Avrupa'dan Doğu'ya seyahate çıkanların birçoğu önceden gidecekleri ülkelerin dillerini de öğrenmeye çalışmıştır. Bunun için birçoğunun özellikle Arapça, Farsça gibi dilleri öğrendiklerini bilmekteyiz. Türk dili (Osmanlıca) ile ilgili olarak gezginler ya da Osmanlı Devleti topraklarında bir süre kalmış olanlar tarafından, öğrenmenin zor bir dil olduğu ifade edilmektedir. Örneğin M. Stephan Schulz, Türkçe öğrenmenin zorluğundan şöyle söz etmektedir: "Türkler divani yazıyı çok seviyorlardı. Bu yazı biçiminde harfler gereksiz yere uzatılıyor ve insan bir harfi diğeriyle kolayca karıştırabiliyordu ve bambaşka bir anlam ortaya çıkabiliyordu." devamla bir kelimenin çeşitli şekillerde okunabileceği ve bu nedenle farklı anlamlara gelebileceği, bunu bilmenin çok zor olduğu anlatılmaktadır.27 Bu konuyla ilgili olarak François de Tott da Osmanlı Devleti'nde geçirdiği günleri yazdığı hatıralarında düşüncelerini dile getirmektedir. Tott "Osmanlıca öğretmenim ilk önce usul üzere bana yazmayı öğretmeye başladı. Resme olan yatkınlığım başlangıçta önemli ilerlemeler kaydetmeme yardımcı oldu; nihayet okumaya başladım ve zorluklar ortaya çıktı. Sesli harflerin yazılmaması sıkıntılarım ve göğüslemek zorunda kaldığım zor işin mahiyeti hakkında bir fikir verir, işin daha zor tarafı Türklerin kendi lisanlarının fakirliğinden Arapça ve Farsçadan dilbilgisi kuralları almaları, bunlardan beş ayrı alfabe yaratmaları ve yazarların arzularına göre harf çeşitleri kullanmalarıdır. Bir ömür boyunca ancak iyi okumasını öğrendikten sonra kişi kendisine faydalı eserleri ne zaman araştırıp okuyacaktır? Özellikle bu uygunsuzluk yüzünden Türkler cehaletin pençesine düşmüşler ve soyut bilimlerde gerilemişlerdir."28 Osmanlıca ile ilgili olarak bu iki örnek ilginçtir. Dilin zor öğrenildiği ve öğrenmenin uzun zaman aldığını ifade eden Schulz ve Tott, aynı zamanda bu özelliklerinden dolayı Türklerin cahil kalmalarına sebep olduğunu da dile getirmektedir. Türk aile yapısı da bu eserlere geçmiş konulardan biridir. Seyahatnamelerde Türk ailesinin fertlerinin birbirine sağlam bağlarla kenetlendiği, yaşlılar ve çocuklar arasındaki büyük şefkat ve bağlılık olduğu ifade edilmektedir. Böylece birkaç nesil bir arada yaşayabilmektedir. Köylerdeki aileler yoksulluk içinde, yıkık dökük evlerde yaşasalar da bu birlikteliklerini devam ettirip durumlarından memnun görünmeleri gezginlerin dikkatini çekmiştir.29 Şehirlerin genel görüntüleri: Osmanlı Devleti'ndeki şehirlerin yapıları, sokakları, alt yapısı, insanları hakkında seyyahlar çeşitli gözlemlerini aktarmışlardır. Bunlardan çoğunda şehirlerin genel görüntüsünün, yapılanmasının olumlu değerlendirilmediği anlaşılmaktadır. Ancak, doğal güzelliklerinden övgüyle söz etmektedirler. Örneğin izmir ile ilgili, İzmir’deki kadınlar oldukça şık giyinmekte ve şehirde canlı bir eğlence kültüründen söz edilmektedir.30 Rudolf von Lindau Konya'daki gözlemlerinde; şehirde gördüğü sokakların şimdiye kadar gördüğü en kötü sokaklar olduğunu yazmaktadır.31 Yine Dr. Lamec Saad da Diyarbakır hakkında fikirlerini şu şekilde ifade etmektedir: www.turkalevi.com "Uzaktan bakıldığında Diyarbakır'ın çok güzel bir görünüşü vardır. Fakat yakından dikkatle bakıldığında bütün evler kara taştan ve çamurdan yapıldığı için bakımsız bir mezarlık gibi görünmektedir. Fakat kapılarından birinden içeriye girildiğinde resim birden bire değişmektedir. Evler neredeyse iç içe ve karanlık sokaklar dar ve eğri büğrü" diyerek devamında kanalizasyon sisteminin çok kötü olduğu, temizliğe dikkat edilmediği de verilen bilgiler arasındadır.32 şehirleri anlatan gezginler daha çok tarihi yerleri incelemişler, şehirlerin geçmişleri ve bu kalıntılar hakkında bilgi vermişlerdir. Ancak, bu bilgilerin birçoğunda rastlanacağı gibi Türklerin tarihi kalıntıları yok ettiği ifadesini eklemeyi de unutmamışlardır. Türklerin kişiliklerine gelince; bu konu ile ilgili olarak gezginler, onların dürüstlükleri, ağırbaşlılıkları, alçak gönüllülükleri, dine bağlılıkları, misafirperverlikleri hakkında hemfikirdirler.33 J. J Fallmerayer (1790-1861) Seyahat Manzaraları adlı eserinde "Türkiye'de hırsız ve katillerin çoğunu acaba neden Hıristiyanlar, bilhassa Rumlar teşkil ediyor? Türkler fakirliğin en zirvesinde bile başkalarının malına canına acaba neden hürmet gösteriyor? Osmanlıların Avrupalılara itimat duymalarını sağlamak, Hıristiyan reayalarına haklı olarak hor bakmalarını Hıristiyan dinine aktarmamak, ulemalarını boğarak bertaraf etmek ve gayri müslimlere olan nefretlerini tatbikattan çıkarıp din kitaplarıyla sınırlı kılmak kabil olabilseydi bu insanları iktidarda bırakmak insaniyetin yararına olurdu" demektedir.34 Bu ifadelerde Türklerin fakirliklerine rağmen hırsızlık ve katil olmak gibi eylemlere girişmedikleri, dürüst oldukları ve iktidarda kalmalarının insanlığın yararına olacağı dile getirilmektedir. Türklerin eşkıyalık yapmadıkları, ahlaklı insanlar oldukları, sevgiye değer verdikleri görüşü Jacob Spon'un yazdıklarından da anlaşılmaktadır.35 Edirne'de uzun süre kalmış ve tamir işiyle uğraşmış Dübel de bir Türk'ün arabasını tamir ettiğini ancak parasını alamadığını daha sonra zorla alabildiğini, ancak bu olayın Türkler arasında çok ender bir örnek olduğunu, Türklerin genelde her türlü ilişkide dürüst insanlar olduklarını belirtmiştir. 36 Batılıların Türkler hakkındaki görüşleri konusu çok geniş araştırmayı gerektiren ve bugüne kadar birçok araştırma yapılmış-yapılacak bir konudur. Sonuç olarak; Batılıların Türklerle ilgili görüşleri ilk temastan itibaren zaman içindeki gelişmelerle değişime uğramıştır. Başlangıçta Osmanlı güçlü, Batılı zayıftır ve Türklerden korkulmaktadır. Merakla ve korkuyla başlayan ilgi giderek araştırmaya dönüşmüş ve Osmanlı Devleti'ni anlamaya yönelik bir hal almıştır. Yapılan gözlem ve incelemeler de kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz düşüncelere varılmış ve bunlar Batılı toplumlara aktarılmıştır. Bu olumlu ve olumsuz görüşlerin oluşmasında seyahat eden kişiler kalış süreleri, toplumdaki kişilerle yakın temas kurup kurmamaları etkili olmaktadır. Daha uzun süre kalma imkanını bulanlar, insanları ve toplumu değerlendirirken daha isabetli kararlara varabilmişlerdir. 1 W. Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, çev. Enver Ziya Karal, Ankara, 1975, Şerafettin Turan, Türkiye-italya ilişkileri, Selçuklulardan Bizans'ın Sona Erişine, Metis, istanbul, 1990., Orhan Burian, "Türk-ingiliz Münasebetinin ilk Yılları", A. .. DTCF Dergisi, C. IX/1-2, Mart-Haziran 1951, s. 1-17. 2 Lady Montaqu, The Complete Letters of Lady Mary Worthley Montaqu I, 1708-1720, yay. R. Halsband, Clarendon Press, Oxford, 1965. Türkiye Mektupları 17171718, çev. Aysel Kurutluoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser. François de Tott, Türkler ve Tatarlar Arasında, On Sekizinci Yüzyılda Osmanlı Türkleri, istanbul, Milliyet Yayınları, 1996. Helmuth von Moltke, Briefe öber Zustande und Begebenheiten in der Türkei, Berlin, 1876; Türkiye'deki Durum ve Olaylar .zerine Mektuplar 18351839, Ankara, 1960. 3 Yaşar .nen, "On Altıncı Yüzyıl Alman Seyahatnamelerinde Türkiye", Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Dergisi, C. 1/4, A. .. yay. Ankara, 1969, s. 4. 4 Ahmet .. Evin, "1600-175 Arası Batılıların Türkiye Görüşlerinde Olan Değişim" Türkiye iktisat Tarihi Semineri-Metin-Tartışmalar, 8-18 Haziran 1973, Hacettepe üniversitesi, Ankara, 1975, s. 161-162. 171-172. 5 Thomas Sherley, Discours of the Turkes, London, 1936. 6 Ahmet .. Evin, a.g.m., s. 174-176. 7 Ahmet .. Evin, a.g.m. s. 179. 8 A.g.m. s. 181-188. 9 Zeki Arıkan, "Avrupa'da Türk imgesi", Osmanlı 9, Ankara 1999, s. 82. 10 ilhan Pınar, Gezginlerin Gözüyle izmir, XIX. Yüzyıl I, izmir 1994, s. 71. 11 A.g.e., s. 73-75. 12 Harold Bowen, Türkiye Hakkında ingiliz Tetkikleri, London, 1948, s. 12. 13 Zeki Arıkan, a.g.m. s. 82. 733 14 ilber Ortaylı, "Türkler Hakkında Yazılmış Seyahatnameler," I. Uluslararası Seyahatnamelerde Türk ve Batı imajı Sempozyumu, Belgeler, 28. X. 1-XI-1985, Eskişehir, 1987, s. 116-117. Yaşar .nen, a.g.m., s. 4. 15 BOA. A. DVN. DVE, Dosya-20, Sıra-21'de kayıtlı belgede; Topkapı Sarayı, Ayasofya ve sair camileri görmek isteyen Prusyalı kont Iskorcavski ve Mösyö Dakiyoski'ye yol emri verilmesi için bir başvurudan söz edilmektedir. Yine Dosya 20, Sıra 22'de aynı konuda izin verilmesini isteyen Prusya sefirinin dilekçesi yer almaktadır. Yol emri ile ilgili bir araştırma üzerinde çalışmalarımız devam etmektedir. 16 Orhan Burian, Türkiye Hakkında Dört ingiliz Seyahatnamesi", Belleten, C. XV/58, Nisan 1951, s. 223-245. 17 Ertuğrul Önalp, "ispanyol Seyyahlarına Göre Türk imajı", I. Uluslararası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı Sempozyumu, s. 353–367. 18 ilber Ortaylı, "Bazı 16. Yüzyıl Alman Seyahatnamelerindeki Türkiye şehir ve Köylerine Ait Bilgiler .zerine" A. .. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, cilt XXVII/4, Aralık 1972, s. 135-159, "16. Yüzyıl Seyahatnamelerinde Türkiye" Tarih ve Toplum C. 1/2, Şubat 1984, s. 26-31. 19 Süheyla öncel, " XVIII. Yüzyıl sonlarında Türkiye'de Bir italyan Seyyahı: Giambattista Casti", Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Dergisi, C. I/4, A. .. yay. Ankara, 1969, s. 81-88. 20 Amerikalılardan önce de din adamları gelmiştir. Örneğin Thomas Smith bir İngiliz rahibidir. 1668-1771 yılları arasında yaptığı Doğu yolculuğunu Remarks upon the Manners, Religion and Government of the Turks, London, 1678 ve A Survey of the Seven Churches of Asia adlı eserlerini yazmıştır. Bu iki eser 1678'de bir kitapta toplanmıştır. James Dallaway da 1794'te ingiltere'nin istanbul elçiliği hekim ve papazlığına atanmıştır. istanbul'daki üç yıllık yaşantısını Costantinople Ancient and Modern with excursions to the shores and islands of Archipelago and to the Troad, London 1797 adlı kitabında yayınlamıştır. 21 Seçil Akgün, "Amerikalı Misyonerlerin Raporlarında Türk imajı", I. Uluslararası., s. 342-344. 22 ilhan Pınar, Gezginlerin Gözüyle izmir, XIX. yüzyıl I, s. 72. 23 J. H. A. Ubicini, 1855'de Türkiye II, İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1977, s. 92. 24 ilhan Pınar, 19. Yüzyıl Anadolu şehirleri, izmir, 1998, s. 189. 25 ilhan Pınar a.g.e., s. 79-80, aynı konuda İlber Ortaylı, "Bazı 16. yüzyıl Alman Seyahatnamelerinde..., s. 140. 734 26 Bu konuda bkz. Engin Uzmen, "On Dokuzuncu Yüzyıl Sonlarında Bir ingiliz Kadının Gözüyle istanbul", Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Dergisi, C. 1/4, s. 5859. vd. de kadınlarla ilgili görüşlere ayrı bir örnek bulunabilir. 27 ilhan Pınar, Gezginlerin Gözüyle izmir, XVIII. Yüzyıl, izmir, 1996, s. 71. 28 François de Tott, a.g.e., s. 15. 29 Edward Raczynski, 1814'de İstanbul ve anakkale'ye Seyahat, çev. Kemal Turan, İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1980, s. 159-160., ilhan Pınar, 19. yüzyıl Anadolu Şehirleri, s. 189., J. H. A. a.g.e, s. 54. 30 ilhan Pınar, 19. Yüzyıl Anadolu şehirleri, s. 162-169. 31 ilhan Pınar, a.g.e., s 151. 32 ilhan Pınar, a.g.e., s. 134-137. 33 Edward Raczynski, a.g.e., s. 159-160, J. H. A., a.g.e., s. 92-94, İlhan Pınar a.g.e., s. 72-73 ve diğerleri. 34 Johann Strauss, Das Bild von Griechen und Türken Bei Deutschen Reisenden, I. Uluslararası..., s. 221-261, Alman Seyyahlarda Türk ve Rum/Yunan Tasvirleri, I. Uluslararası., s. 253. Ayrıca, dürüstlük, kanaatkarlıkla ilgili bkz. Engin Uzmen, " On Dokuzuncu Yüzyılın Sonlarında Türkiye'ye Bir Yabancı Gözüyle Bakış", Batı Dil ve Edebiyatları Araştırmaları dergisi, C. 1/4, s. 28. 35 ilhan Pınar, Gezginlerin Gözüyle İzmir, VII. Yüzyıl, İzmir, 1995, s. 67. 36 ilhan Pınar, 19. yüzyıl Anadolu şehirleri, s. 33-34. Sayfa 17 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Bırakın Gebersinler Ve ben bu yazıyı yazarken gördüğüm son haber; Edirne’de cezaevindeki 4 hükümlü ve tutuklunun, eylül ayında başlattıkları süresiz açlık grevine son verdiği bildirildi. İşte bunlar böyle karaktersiz canlılar. Hem süresiz diyor, hem de açlık grevini bitiriyor. O halde biz gelene kadar bekleyin. Bu millet; yıllardır asalak gibi beslendiğiniz, sırtlarından yediğiniz o son lokmayı kursağınızdan geçmeden gırtlağınızı sıkmazsa yazıklar olsun. Tayip Erdoğan’ın bilindik hareketlerinden birisi yine geldi. Belki yeni bir kanunu gizlice geçirecekler, belki de bütçe görüşmelerinin televizyonlarda fazla yer bulmaması için yön değiştiriyorlar. Neymiş efenim? Pkklılarla kucaklaşan vekillerin dokunulmazlıkları kaldırılacakmış, yargılanacaklarmış. Pkklılar açlık grevi yapıyorlarmış. Keşke diyor insan, geberene kadar bırakmasalar o grevlerini. Hatta gazetelerde, televizyonlarda, meclis kürsüsünde onların savunuculuğuna soyunanlar da bir an önce onlarla aynı duyguları paylaştıklarını göstermek amacıyla açlık grevine başlasalar. Bu grevlerinden taviz vermeyip geberene kadar devam ettirseler diye düşünüyor insan. Kaldırın ve yargılayın. Sonuna kadar destekleyelim. Madem siz atamıyorsunuz suratlarına şamarı, bırakın hakimler savcılar atsın o tokadı. Habur’dan içeri sokarak yere düşürdüğünüz başları kaldırın ve hesap sorun ekmek yediği tabağı kirletenleri. Arkalarına kimleri aldıkları ve hangi cüretle konuşuyorlar diye soruyoruz. Geçmişi, töresi, devleti olmayanlar, binlerce yıllık bir devlete kafa tutuyor tehdit ediyorlar. Madem ki grevi İmralı Tatil Köyü’nde daimi ikametgahı bulunan başları “Sıkıyorsa kaldırın, yirmi yıl öncesi değil, dağa çıkarız, Kürtleri sokaklara dökeriz” için yapıyorlar. Apo da eşşek değil ya bu eyleme destek vermeli ve o diyerek gözdağı veriyor tahrik ediyorlar. Devletin otoritesini üzerlerinde hissetmedikleri için, bnöyle bir otoritenin artık olmadığına ve kendilerini durduracak bir erkin da greve katılmalıdır. bulunmadığına inandıkları için şuursuzca konuşuyorlar ve kimse karşılık vermiyor. Kendilerine her zaman arka çıkmış, onların yapamadığı, cesaret bile edemediği çoğu şeyi yapmış olan AKP, istediklerini bir şekilde cilala- İster korktukları için deyin, ister ellerini çamura bulamak istemedikleri için deyin her yıp verecektir. Fakat bir eylem yapan ve davasında samimi olduğunu ikisi de Pklılara cesaret veriyor ve biz sustukça seslerini daha da yükseltiyorlar. gösteren insan -sa eğer- davasından vazgeçmez ve ölene kadar bu eylemini devam ettirir.Arama motorundan soruyorum açlık grevi diye, çıkan sonuçların hepsi Pkklıları destekler nitelikte. Biriniz de milletin sesine tercüman olun mübarekler… Örneğin haberde; ‘Açlık grevi’nden mektup BDP’lileri ağlattı başlığıyla bir haber var. İnsan hayretler içinde kalıyor, onların bir vicdanları var mıydı? diye. Kendileriyle aynı kanı taşıyan teröristler için ağlayan fakat üzerinde binlerce yıllık bir şeref timsali üniformasıyla şehit olan asker için, hazır şablon cevaplar veren, kem küm eden bu tayfanın gözünden yaş akacağına inanmıyoruz. VATAN TOPRAĞI KUTSALDIR KADERİNE TERK EDİLEMEZ Bir başkası; “Eşleriniz aileleriniz, sizi sevenler var. Bütün bir Türkiye sizin bu grevleri bir an önce sonlandırmanızı istiyor” diye başlıyor. Hayır biz böyle bir şey istemiyoruz. Erdal Bakkal’ın da dediği gibi “bize böyle bir bilgi gelmedi”. İdamı kaldırıp vatan hainleri karşısında eli kolu bağlanan ve son yıllarda katledilen hukukun yapamadığını kendi kendilerine yapıp, kendilerini imha etmelerini istiyoruz. Yeni gelenlerden bir haber; PKK’nın üst kuruluşu olan KCK’nın Kandil Dağı’ndaki elebaşları, PKK/KCKlıların cezaevlerinde sürdürdüğü açlık grevlerinin makul taleplerin karşılık bulması halinde sonlandırılabileceğini açıkladı. Makul talepler ne ola ki? Yeni Oslo’lar mı istiyorsunuz, yoksa kısa yoldan Kürdistan mı? Kaç ülke, kaç devlet yönetiyor bu örgütü çözebilmiş değilim daha. Üst kuruluşu da varmış. Genelev işçisi gibi herkesle samimiyetleri var anlaşılan. Emir gelmiş belli ki, sinyal veriyor. “Grev bitiyor sofraları hazırlayın” diye. www.turkalevi.com Sayfa 18 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Unutulan Soykırım: Batı Anadolu'da Bırakın Gebersinler Yunan Mezalimi Prof. Dr. Metin Ayışığı Osmanlı Devleti‘nin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi‘ni takip eden günlerde Rumlar, başta İstanbul olmak üzere Ege, Rumeli ve Doğu Karadeniz‘de taşkınlıklar yaparak Türkleri taciz etmekteydiler. 13 Kasım 1918‘de aralarında Yunanlıların ünlü zırhlısı Averof‘un da bulunduğu İtilâf Devletleri filosunun İstanbul‘a gelmesi, Rumları sevinçten çılgına çevirmiş, İstanbullu Ermenilerin de katıldıkları büyük taşkınlıklar bütün şehirde ve adalarda sabahlara kadar sürmüştü. Bu arada Mondros Mütarekesi‘nin 7. maddesi, İtilaf Devletlerine ―güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi, asker çıkararak işgal etme yetkisini‖ veriyordu. Bu madde ile İtilaf Devletleri, ―Biz şurada güvenliğimizi tehlikede görüyoruz‖ diyerek herhangi bir yeri işgal etme yetkisini ellerinde tutuyorlardı. Nitekim, böyle bir gerekçe mevcut olmadığı halde, İngiliz temsilcisi olan Amiral Calthorpe bu maddeye dayanarak Yunanlılara, İzmir‘e asker çıkarma iznini vermiştir. Bu izin, hem İzmir ve Bursa‘nın işgaline hem de Yunanlıların, Anadolu illerine doğru sokulmalarına sebep ve başlangıç teşkil etmiştir. Yunan Efsun alaylarının Konak meydanına çıkışından hemen sonra, İzmir ve civarında yaşayan binlerce Rumun, muzaffer ve kurtarıcı (!) Yunan askerlerini çılgınca alkışladıkları gün, sivil Türk ve Müslüman halka karşı silahlı saldırılar da başlamıştı. Zira o ünlü 7. madde uyarınca meydanlar artık Yunanlılarındı. Yunanlıların Anadolu‘nun Ege kıyılarını işgal ettikten sonra ileri harekâta devam ederek ele geçirmiş oldukları Trakya ve Anadolu‘nun iç kesimlerinde yaşayan silâhsız ve savunmasız Türk halkına karşı yapmış oldukları vahşet ve zulümler dünya zulüm tarihine belgelerle geçmiştir. Olayların gelişmesine, vahşet ve cinayetlere bakılırsa, Yunanlıların amaçlarının, ele geçirmiş oldukları Türk topraklarında tek bir Müslüman kalmayacak şekilde katlederek soykırım gerçekleştirmek niyetinde oldukları anlaşılmaktadır. Yunanlıların soykırım amaçlı girişimlerinde İtilâf Devletlerinin de katkıları olduğunu gözardı edemeyiz. Yunanlılar Mondros Mütârekesi‘nin öngördüğü şartların oluştuğu bahanesiyle özellikle İngilizlerin tahrik ve kışkırtmasıyla hareket ederek Türkler üzerinde soykırım uygulamaya başlamışlardır. Türklere karşı acımasız bir mücadele içerisine giren Yunanlılar, teşkil ettikleri ve devlet tarafından da desteklenen çeteler vasıtasıyla katliam ve tecavüz hareketlerine girişmişlerdir. Yunanlıların gerek Anadolu‘da gerekse Trakya‘da Müslüman Türk ahaliye karşı yaptıkları zulümleri ve akla hayale gelmeyene korkunç işkenceleri tarih şimdiye kadar hiç kaydetmemiştir. İşgal ettikleri yerlerde Müslüman halka akıllarına gelen en kötü işkenceleri yapmışlar, zulümleriyle sadizme varan davranışlar sergilemişlerdir. Bu işkenceleri görmek ve hatta işitmek bile en soğukkanlı insanın bile tüylerini ürpertecek derecede korkunçtur. Yunanlılar işgal ettikleri her yerde halkın mallarını gasp ve yağma ettikleri gibi, sahiplerini de kendilerinin icat ettiği işkencelerle öldürüyorlardı. Bu zulümleri aşağıdaki şekliyle maddelemek mümkündür: 1- İnsanları diri diri ateşe atmak, 2- Ahaliyi topluca veya teker teker sopa ile, telefon telinden yapılmış kayışlarla dövmek, 3- Baş aşağı asarak, ağzından kan gelinceye kadar dövmek, 4- Yine baş aşağı asarak altında ateş yakarak dumanla boğmak, 5- Ellerini kollarını bağladıkları kadınların, kilotlarının içine kedi koyarak işkence yapmak, 6- Köy, kasaba ve orman yakmak, 7- Köylülerin ekinlerini yakmak, 8- Cami ve mescitleri tahrip etmek, 9- Yağmaladıkları eşyalardan kalanları yakmak, 10- Yakaladıkları kadınların ırzlarına geçmek. Trakya, Marmara, Ege ve iç Anadolu‘da izlemiş olduğumuz Yunan vahşet ve cinayetleri hemen her yerde aynı tarz ve sistemde plânlı ve Yunan üst makamlarınca verilen emirlere uygun olarak yapılmıştır. Başından beri izlenilen Yunan vahşet ve zulümlerin bir analizi yapıldığında bütün işgal bölgelerinde işlenen vahşet, zulüm ve cinayetleri dört baş- www.turkalevi.com 1- Gasp ve yağma 2- Irz, namus ve mukaddesata saldırı 3- Yakma ve yıkma 4- işkence ve katliam 1. Gasp, Yağma ve Hırsızlık Yunan birlikleri işgal ettikleri bir yerde ilk önce halkın elinde bulunan ulaşım araçlarını ve hayvanlarını gasp ediyorlardı. Bundan sonra evleri basıp, kendi işlerine yarayacak halı, kilim, ziynet eşyası ne varsa halkın elinden zorla alıyorlardı. Karşı koyanlar en ağır şekilde işkence ediliyor, bir çoğu da öldürülüyordu. Mağaza ve dükkanlar da Yunan baskınından nasibini alıyordu. Halkın aç kalacağını düşünmeden ellerindeki bütün yiyecek maddelerini, zahirelerini ve hayvanlarını alıyorlardı. Bundan sonra işlerine yaramayacak olanları, yakıp yıkarak kullanılmaz hale getiriyorlardı. Yunanlılar işgal ettikleri her yerde muhakkak gasp ve hırsızlık yapıyorlardı. Hırsızlık adeta Yunanlıların resmi sıfatı durumundaydı. Sadece resmi raporlara geçen maddi kayıplar bile trilyonlara varacak değere sahiptir. Burada sayıları binleri bulan hırsızlık, gasp ve yağma faaliyetlerinden bir kısmını vermekle yetineceğiz. Sadece verilen bu örnekler bile Yunanlıların bu konudaki alçaklığını meydana koymaya yeterde artar bile. Karşılaşılan bu olaylar neredeyse her Yunan askerini hırsız konumuna sokmaktadır. Çünkü işgal edilen hiçbir yer yoktur ki, orada küçük bile olsa, bir hırsızlık vakası olmamış olsun. 2. Irz, Namus ve Mukaddesata Saldırı Yunanlılar özellikle dini bayramlar esnasında evlerde silah aramak bahanesiyle ve halk teravih namazında iken baskın yaparak namaz kılmalarını engellemişlerdir. Bayram namazı esnasında bazı yerlerde camileri ahır, süprüntü yeri yapmışlardır. Yunanlılar, işgalleri altında bulundurdukları yerlerde müftülük ve İslam cemaatı işlerine karışarak, kendi emellerine alet olabilecek ehliyetsiz kişileri seçmişlerdir. Halbuki Rum patrikhaneleri Fatih Sultan Mehmet zamanından beri mutlak bir serbestliğe sahipti. Henüz dünyanın hiçbir yerinde yabancı din ve mezheplere izin verilmediği bir dönemde, Türkler gerek Rumlara ve gerekse diğer milletten olanlara dini tolerans tanınmıştı. Yunanlar birçok müftüyü görevinden uzaklaştırmışlar, bir çoğunu da hapsetmişlerdir. 3. Yakma ve Yıkma Yunanlılar işgal ettikleri yerde ilk önce halka işkence yapıyorlardı. Yapılan vahşet ve işkencelerin, soygun ve tecavüz safhası geçtikten sonra yapacakları tek bir şey kalıyordu. O da evi, köyü, kent ve kasabayı ateşe vermekti. Nitekim bu düşünce ile gerek Anadolu‘da gerekse Trakya‘da birçok ev, işyeri hatta bütün köy yakılmıştır. Yunanlıların özel olarak, yakmak ve yıkma için yetiştirilmiş birlikleri vardı. Bunlar özel silah ve teçhizatla donatılmış, üniformalarında kırmızı bantlar taşıyan askerlerden oluşan birliklerdi.1 Yunanlıların yangın çıkarmadaki amaçlarından birisi de ruhlarında var olan vahşet duygusunun sesine kulak vererek, köyü içinde barınan halkı birlikte yakıp katliam gerçekleştirmekti. Bunu için de çeşitli yerlerde görüldüğü üzere yangın mahalline hakim noktalara, giriş çıkış yollarına silahlı nöbetçiler konularak, yangından kaçmaya veyahut eşyalarını kurtarmaya çalışan halkı öldürmekte veya tekrar yanan evlere sokarak onunla birlikte diri diri yakmaktaydılar. 4. işkence ve Katliam İşkence arzusu, Yunan askerleriyle Rum ve Ermeni çetelerinin ilkel ve vahşî arzu ve duygularıdır. Öldürmeye kast ettikleri kimseyi önceden çeşitli şekillerde işkenceye tâbi tuttukları gibi öldürdükten sonra da, parçalama, organlarını kesme, koparma veya ağaçlara asma gibi insan dışı davranışlarıyla, nereden geldiğini kendilerinin de cevaplayamayacakları bir çeşit kin ve garez duygularıyla yapıyorlardı. Hiçbir suçu olmayan, tarlasında çalışan veya köyden kente gelen zavallı Türk halkını keyif için öldürüyorlardı. Öldürdükleri hamile kadınların karınlarını süngüyle yarıp, masum ceninleri çıkardıktan sonra parçalıyorlardı. Bütün bu günahsız insanların onlar nazarında bir tek suçu vardı ―Müslüman olmak ve Türk kanını taşımak. Sayfa 19 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ İzmir‘in işgali Öncesi Siyasal Durum Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra İzmir Yunanistan ile İtalya arasında dâva konusu olmuştu. Müttefikler bu şehri her iki tarafa da vadetmişlerdi. Bununla beraber İtalya; 26 Nisan 1915 tarihli Londra Sözleşmesi‘nin 9. bendi gereğince Anadolu‘da kendisine vaad edilen hissenin büyük ölçüde genişletilmesine ait olmak üzere Akdeniz havalisinde ―Antalya Vilâyetine âdil bir hissenin verilmesi hususundaki isteklerini 1917 yılında kabul ettirmişti. Venizelos ise 2 Kasım 1918 tarihinde Anadolu‘nun batı kısmının (Makri‘den Erdek‘e kadar 812.000 Rum nüfusu ile birlikte!) Yunanistan‘a terkini, hattâ uğrunda Müttefiklerin mücadele ettikleri prensipler adına istiyordu. Aynı isteği 30 Aralık 1918 tarihli ―Sulh Kongresi huzurunda Yunanistan adlı memorandumunda ve ayrıca da şifahî olarak 3-4 Şubat 1919 tarihlerinde ―Onlar Şûrası huzurunda tekrar etti; bu Şûrada kendisinin üzerinde hak iddia ettiği bölgede 1.132.000, buna karşılık yalnız 943.000 Müslüman bulunduğunu ileri sürdü: ―Bir iki yıl zarfında iki taraflı ve gönüllü göçmenler dolayısıyla Rum unsurları yığılmış bulunduğunu iddia etmekte idi. İngiltere ve Fransa, Yunanistan‘a etrafındaki ayrılmaz topraklarla birlikte İzmir ve Ayvalık limanlarını ilhak izni vermeye hazırdılar.2 Amerika ise Ege kıyılarının Anadolu‘dan ayrılmasına razı değildi. Amerikan Delegasyonu, Yunan hükümetinin Türk nüfusla ilgili olarak verdiği sayıyı kabul edilir bulmamıştı. Ayrıca ekonomik açıdan bakıldığında Küçük Asya‘nın batısındaki kıyı şehirlerinin orta Anadolu‘dan ayrılması insafsızca bir tavır olacak ve Türk İmparatorluğu kendisini denize bağlayan doğal çıkışlardan kopacaktı.3 Komisyondaki Amerika delegelerinin bu görüşü İngiltere ve Fransa tarafında rahatsızlık yarattı. Daha sonra onlar konseyinden bağımsız olarak başlayan İngiliz-Amerikan müzakereleri sonucu Başkan Wilson kendi delegelerinin görüşlerini dikkate almaksızın Yunan isteklerine razı olmuştur. Wilson‘un bu kararına, İtalya‘ya karşı duyulan antisempati ve konferanstaki devletler arasında ortaya çıkacak bloklaşmanın vereceği zararın dikkate alınması tetkik için kurulan komisyon, 30 Mart‘ta İzmir bölgesinin Yunanistan‘a verilmesini teklif etti.4 Komisyonun bu kararı vermesi Yunan isteklerine karşı çıkanların seslerini kesmeye yetmemiş, tam tersine daha da yükseltmiştir. Nitekim İstanbul‘daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Galthorpe 3 Nisan 1919‘da ―Hallen İmparatorluğu‘nun Ege Denizi‘nin doğu sahiline kadar uzanamayacağını ciddi bir şekilde ümit ediyorum. Zira böyle bir hareket, taraflarına saadet ve refah değil tam tersini getirir 5 diyerek uyarıda bulunmuştur. Sonuçta, bu tepkiler de konferanstaki gidişatı engellemeyecek İngiltere Başkanı Lloyd George, Amerika başkanı Wilson ve Fransız George Clemenceau, şahsi hislerini etkisine kapılmışlar ve çok elim sonuçları olan, Yunanlılara işgal hakkı kararını vermişlerdir. Yunanlıların Çekilme Sırasında İzmir Yöresi ve İzmir‘de Yapmış Oldukları Vahşet ve Zulümler Üç yıldan fazla Yunan işgali altında bulunan Ege bölgesindeki halkın maruz kaldığı vahşet, cinayet ve işkencelerin tamamının anlatılması imkânsızdır. Çünkü belgeleri ele geçmemiş veya belgelenmemiş daha nice vahşet ve cinayetler meçhulün karanlık sır perdesi altında kalmıştır. Ancak, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Genel Kurmay Başkanlığı ATASE Arşivi kaynaklarında Yunan zulmü ile ilgili binlerce belge mevcuttur. Elefterios Venizelos‘un devamlı gayretleri ve diğer büyük devletlerin desteklemesi sonucunda İzmir‘e Yunan askeri çıkarılması 15 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. Yunan istilâ gücü, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Yunan savaş gemilerinin koruyuculuğunda İzmir‘e çıktı. Yunanlıların İzmir‘de giriştiği kırım harekâtı tüyler ürperticiydi. Yunan askerlerinin bu insanlık dışı hareketlerine Rum halk da iştirak etti. Hükümet konağından ve kışladan esir alınarak çıkarılan sivil memur ve askerlerin rıhtıma götürüldüğü esnada yerli Rumlar, taş sopa ve demirlerle saldırmışlar ve birçok esiri feci bir şekilde öldürmüşlerdir. Hızlarını alamayan Rumlar öldürdükleri savunmasız insanların bedenlerini parçalayarak vahşi duygularını tatmin etmişlerdir. İçindekilerin esir alındığı kışla, hükümet konağı ve diğer resmi daireler talan edilmiş kalemlere varıncaya kadar hiçbir şey kalmamıştır. İzmir‘in içinde ve dolaylarında tenha mahallelerde ele geçirilen Türk polis ve jandarmalar katledilmiştir. www.turkalevi.com İşgalin ilk 48 saatinde İzmir ve banliyölerinde 2000‘den fazla Türk katledildi. Kordonda ve rıhtımda öldürülen ve yaralananların çoğu denize atılmıştır. Bu katliamdan on beş gün sonraya kadar körfezden cesetler çıkarılmış hatta zaman zaman birkaç cesedin birbirine zincirle, demir telle bağlı olduğu görülmüştür. Uygarlığı ve insan haklarına saygısıyla övünen Batılıların teşvik ve onayı ile vahşi hayvan sürüsü gibi İzmir‘e çıkan Yunanlılarla yerli Rumların işkence, katliam ve yağmalarını İtilaf Devletleri askerleri, körfeze demirlemiş gemilerinin güvertelerinden dehşetle izlemişlerdir. Bazı İngiliz ve Amerikan denizcileri bu hale insanlık adına dayanamayarak, denize atlamış Türklerin yardımına koşmak istemişlerdir. Fakat komutanları buna izin vermediği gibi gemilerin şehre bakan tarafına tente çekmek suretiyle bu kanlı manzarayı kendi askerlerinin gözlerinden saklamaya çalışmışlardır.6 İzmir‘in işgali Öncesi Siyasal Durum Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra İzmir Yunanistan ile İtalya arasında dâva konusu olmuştu. Müttefikler bu şehri her iki tarafa da vadetmişlerdi. Bununla beraber İtalya; 26 Nisan 1915 tarihli Londra Sözleşmesi‘nin 9. bendi gereğince Anadolu‘da kendisine vaad edilen hissenin büyük ölçüde genişletilmesine ait olmak üzere Akdeniz havalisinde ―Antalya Vilâyetine âdil bir hissenin verilmesi hususundaki isteklerini 1917 yılında kabul ettirmişti. Venizelos ise 2 Kasım 1918 tarihinde Anadolu‘nun batı kısmının (Makri‘den Erdek‘e kadar 812.000 Rum nüfusu ile birlikte!) Yunanistan‘a terkini, hattâ uğrunda Müttefiklerin mücadele ettikleri prensipler adına istiyordu. Aynı isteği 30 Aralık 1918 tarihli ―Sulh Kongresi huzurunda Yunanistan adlı memorandumunda ve ayrıca da şifahî olarak 3-4 Şubat 1919 tarihlerinde ―Onlar Şûrası huzurunda tekrar etti; bu Şûrada kendisinin üzerinde hak iddia ettiği bölgede 1.132.000, buna karşılık yalnız 943.000 Müslüman bulunduğunu ileri sürdü: ―Bir iki yıl zarfında iki taraflı ve gönüllü göçmenler dolayısıyla Rum unsurları yığılmış bulunduğunu iddia etmekte idi. İngiltere ve Fransa, Yunanistan‘a etrafındaki ayrılmaz topraklarla birlikte İzmir ve Ayvalık limanlarını ilhak izni vermeye hazırdılar.2 Amerika ise Ege kıyılarının Anadolu‘dan ayrılmasına razı değildi. Amerikan Delegasyonu, Yunan hükümetinin Türk nüfusla ilgili olarak verdiği sayıyı kabul edilir bulmamıştı. Ayrıca ekonomik açıdan bakıldığında Küçük Asya‘nın batısındaki kıyı şehirlerinin orta Anadolu‘dan ayrılması insafsızca bir tavır olacak ve Türk İmparatorluğu kendisini denize bağlayan doğal çıkışlardan kopacaktı.3 Komisyondaki Amerika delegelerinin bu görüşü İngiltere ve Fransa tarafında rahatsızlık yarattı. Daha sonra onlar konseyinden bağımsız olarak başlayan İngiliz-Amerikan müzakereleri sonucu Başkan Wilson kendi delegelerinin görüşlerini dikkate almaksızın Yunan isteklerine razı olmuştur. Wilson‘un bu kararına, İtalya‘ya karşı duyulan antisempati ve konferanstaki devletler arasında ortaya çıkacak bloklaşmanın vereceği zararın dikkate alınması tetkik için kurulan komisyon, 30 Mart‘ta İzmir bölgesinin Yunanistan‘a verilmesini teklif etti.4 Komisyonun bu kararı vermesi Yunan isteklerine karşı çıkanların seslerini kesmeye yetmemiş, tam tersine daha da yükseltmiştir. Nitekim İstanbul‘daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Galthorpe 3 Nisan 1919‘da ―Hallen İmparatorluğu‘nun Ege Denizi‘nin doğu sahiline kadar uzanamayacağını ciddi bir şekilde ümit ediyorum. Zira böyle bir hareket, taraflarına saadet ve refah değil tam tersini getirir 5 diyerek uyarıda bulunmuştur. Sonuçta, bu tepkiler de konferanstaki gidişatı engellemeyecek İngiltere Başkanı Lloyd George, Amerika başkanı Wilson ve Fransız George Clemenceau, şahsi hislerini etkisine kapılmışlar ve çok elim sonuçları olan, Yunanlılara işgal hakkı kararını vermişlerdir. Yunanlıların Çekilme Sırasında İzmir Yöresi ve İzmir‘de Yapmış Oldukları Vahşet ve Zulümler Üç yıldan fazla Yunan işgali altında bulunan Ege bölgesindeki halkın maruz kaldığı vahşet, cinayet ve işkencelerin tamamının anlatılması imkânsızdır. Çünkü belgeleri ele geçmemiş veya belgelenmemiş daha nice vahşet ve cinayetler meçhulün karanlık sır perdesi altında kalmıştır. Ancak, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Genel Kurmay Başkanlığı ATASE Arşivi kaynaklarında Yunan zulmü ile ilgili binlerce belge mevcuttur. Elefterios Venizelos‘un devamlı gayretleri ve diğer büyük devletlerin desteklemesi sonucunda İzmir‘e Yunan askeri çıkarılması 15 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. Yunan istilâ gücü, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Yunan savaş gemilerinin koruyuculuğunda İzmir‘e çıktı. Yunanlıların İzmir‘de giriştiği kırım harekâtı tüyler ürperticiydi. Sayfa 20 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Yunan askerlerinin bu insanlık dışı hareketlerine Rum halk da iştirak etti. Hükümet konağından ve kışladan esir alınarak çıkarılan sivil memur ve askerlerin rıhtıma götürüldüğü esnada yerli Rumlar, taş sopa ve demirlerle saldırmışlar ve birçok esiri feci bir şekilde öldürmüşlerdir. Hızlarını alamayan Rumlar öldürdükleri savunmasız insanların bedenlerini parçalayarak vahşi duygularını tatmin etmişlerdir. İçindekilerin esir alındığı kışla, hükümet konağı ve diğer resmi daireler talan edilmiş kalemlere varıncaya kadar hiçbir şey kalmamıştır. İzmir‘in içinde ve dolaylarında tenha mahallelerde ele geçirilen Türk polis ve jandarmalar katledilmiştir. İşgalin ilk 48 saatinde İzmir ve banliyölerinde 2000‘den fazla Türk katledildi. Kordonda ve rıhtımda öldürülen ve yaralananların çoğu denize atılmıştır. Bu katliamdan on beş gün sonraya kadar körfezden cesetler çıkarılmış hatta zaman zaman birkaç cesedin birbirine zincirle, demir telle bağlı olduğu görülmüştür. Uygarlığı ve insan haklarına saygısıyla övünen Batılıların teşvik ve onayı ile vahşi hayvan sürüsü gibi İzmir‘e çıkan Yunanlılarla yerli Rumların işkence, katliam ve yağmalarını İtilaf Devletleri askerleri, körfeze demirlemiş gemilerinin güvertelerinden dehşetle izlemişlerdir. Bazı İngiliz ve Amerikan denizcileri bu hale insanlık adına dayanamayarak, denize atlamış Türklerin yardımına koşmak istemişlerdir. Fakat komutanları buna izin vermediği gibi gemilerin şehre bakan tarafına tente çekmek suretiyle bu kanlı manzarayı kendi askerlerinin gözlerinden saklamaya çalışmışlardır.6 İşgallerle Birlikte Yayılan Vahşet Yunanlılar, İzmir‘den sonra 16 Mayıs‘ta Urla‘yı 17‘de Çeşme‘yi, 20‘de Torbalı‘yı, 22‘de Menemen‘i, 25‘te Manisa, Bayındır ve Selçuk‘u 27‘de Aydın‘ı, 28‘de Tire‘yi, 29‘da Turgutlu ve Ayvalık‘ı, 4 Haziran‘da Nazilli‘yi, 5‘te Akhisar‘ı, 12‘de Bergama‘yı işgal ettiler.7 Çünkü Yunanlılara göre bölgede tutunmanın tek yolu buralardaki Türk gücünü ortadan kaldırarak onların daha doğuya çekilmesini sağlamaktı. Esasen Megali Idea‘nın amacına ulaşabilmesi için de böyle bir hareket tarzı gerekiyordu. Avrupa kamuoyuna İzmir‘i işgalin amacını, bölgedeki asayişi temin etmek olarak duyuran Yunanistan yeni işgallere de mazeret bulmakta zorlanmadı. İzmir‘den kaçan sivil ve asker Türklerin intikam almak bahanesi ile iç kesimdeki Rumları katledebileceklerini belirterek Avrupa‘dan gelebilecek olası bir tepkiyi bertaraf ediyordu. Bunu yanı sıra Mondros Mütarekesi‘nin 7. maddesi de Yunanlılar için çok iyi bir kozdu. Yunan işgal bölgesi genişledikçe Türk halkı üzerindeki zulüm, vahşet ve katliamlar da gittikçe şiddetlenerek artıyordu. Nitekim 15 Mayıs 1919 ve 9 Eylül 1922 tarihleri arasında kısa veya uzun vadede Yunan kontrolünde bulunan il, ilçe, kasaba ve köyler, bu feci olaylarda muhakkak nasibini alıyordu. Toplu katliam yapmak, misli görülmemiş şekilde insan öldürmek veya işkence çektirmek henüz çocuk yaştaki kızlara ya da eli bastonlu ihtiyar kadınlara tecavüz etmek, camileri, evleri, iş yerlerini, tarlaları yağmaladıktan sonra yakmak, hayvanları telef etmek, Yunan askerlerinin ve yerli Rumların yaptıklarının maalesef sadece ana başlıklarıydı. Yunan İşgal ve Zulümlerinin Yankıları: İşgallere Karşı Tepkiler Yunan askerlerinin Anadolu topraklarına ayak basması tüm yurtta şiddetli tepkilere yol açmıştır. Vatanın her yanından padişaha, hükümete, Amiral Golthorpe‘a ve galip devletler temsilcilerine protestolar yağdırılmıştır. Medeni geçinen Batı‘nın insanlık, adalet ve hakkaniyet duygularına hitaplarda bulunulmuştur. Yunan işgali Türk halkının daha da kaynaşmasına vesile olurken işgalin İzmir‘den sonra Aydın, Manisa ve Balıkesir bölgelerine doğru yayılması tepkilerin de şiddetini arttırmıştır. Anadolu‘nun her tarafından düzenlenen mitinglerde binlerce Türk Yunanistan‘a ve diğer İtilaf Devletlerine lanetler yağdırmıştır. Hükümetin ve padişahın teslimiyetçi tutumlarını da protesto etmişlerdir. İstanbul‘da ise durum biraz daha farklıdır. İtilaf devletlerinin bütün isteklerine boyun eğmeyi en doğru politika olarak saptayan padişah ve hükümet mensupları, esasında İzmir‘in işgal edileceğini tahmin edebiliyorlar fakat işgalcilerin Yunanlılar olacağını akıllarına bile getirmek istemiyorlardı. Ne var ki işgalden önce hiçbir tedbir almadığı gibi alınmasını da engelleyen hükümet işgalden sonra da genel olarak bu tavrını sürdürmüştür. İstanbul‘daki halk ise Anadolu‘da olduğu gibi mitingler düzenleyerek işgali protesto etmişlerdir. www.turkalevi.com Sultanahmet meydanındaki miting hakkında kendisini bilgilendirmek için gelen heyete padişah, ―ağzımızı açalım, sesimizi yükseltelim, hakkımızı isteyelim, fakat elimizi kaldırmayalım” diyerek hükümetle aynı doğrultudaki tavrını açıkça ifade etmiştir. Yedek Subaylar Cemiyeti temsilcilerinin, ―tehlikeli durum karşısında vazife almaya hazırız” dedikleri vakit de ―Allah‘ın yardımı ile sizlerin yardımına ihtiyaç kalmayacaktır‖ diyordu.8 Gerek sadarete, gerekse İtilaf Devletleri mümessillerine çekilmiş olan protesto telgrafının amacına ulaştığı söylenemez. Yunanlılar Batı Anadolu‘da daha da yayılarak işgal, zulüm ve katliam bölgelerini genişletmişlerdir. Yunanlıların bu faaliyetlerinin Türk halkı arasındaki kaynaşmayı arttırdığı muhakkaktır. Öz yurtlarındaki Yunan vahşetine karşı çıkan halkın heyecan ve galeyanı büsbütün alevlenerek genel bir halk ayaklanması manzarasına bürünmüştür. Bunun sonucu olarak da Türk halkı Kuvâ-yı Milliye ve daha sonra düzenli orduya yardımda bulunmak için ellerindeki bütün imkanlarla seferber olmuşlardır. Köylüsüyle, kentlisiyle, askeriyle, siviliyle halkın hayatını ortaya koyarak kazandığı zaferler neticesinde işgal kuvvetlerinin vatan topraklarından atılmasının yankıları da en az işgalin başlangıcındaki kadar çok olmuştur. Özellikle 30 Ağustos Zaferi, İstanbul‘da ve bütün Anadolu‘da coşkuyla kutlanmıştır.9 Şüphesiz bu coşku ve sevinci en çok yaşayanlar yıllardır Yunan işgali altında inleyen, bütün insanlık dışı davranışlara maruz kalan insanlar olmuştur. Önce İzmir‘in, arkasından da Trakya‘nın işgali başta Müslümanlar olmak üzere bazı dost devletler tarafından tepkiyle karşılandı. Yapılan zulümlere kendi ırklarından olduğu halde, bundan üzülen, utanan Yunanlılara ve Rumlara da tesadüf ediliyordu. Kırklareli‘de bazı yerli Rumlar yıllarca beraber yaşadıkları Müslümanlara yapılan zulümlere tahammül edemeyip Yunan hükümetini protesto etti.10 Yine bazı Yunan milletvekilleri Müslümanlarla birlikte vahşiyane zulümleri protesto ettiler. Fakat bunlar tutuklanarak hapse atıldılar.11 Bize asıl yardım ve destek Müslüman devletlerden özellikle Hindistan Müslümanlarından gelmiştir. Bu Müslümanlar aralarında topladıkları paraları Anadolu ve Trakya‘da zulüm gören evsiz, barksız kalan insanlara gönderdiler. Yine Hind Müslümanları, Fas, Cezayir gibi ülkeler, bu devletlerde sömürge kurmuş olan İngiliz ve Fransızları Yunanlılara destek verdikleri için protesto ettiler. Buralardaki İslam alimleri İngiliz ve Fransızlarla alışveriş yapmanın haram olduğu hususunda fetvalar verdiler. Hindistan Müslümanları Delhi‘de bir araya gelerek Avrupa devletlerinin uyguladıkları zalimane siyaseti kınadılar. İzmir ve Trakya‘da çoğunluğun Türk ve Müslüman olduğunu belirterek, İngiltere’nin Hindistan nazırı Mantono‘ya bu iki yerin Türklere verilmesi için müracaat ettiler.12 Aydın ve Çevresinde Yunan Vahşet ve Zulümleri Tam mevcutlu bir tümen halinde Aydın‘a yönelen Yunan askerlerinin bu hareketi, İzmir‘de sergiledikleri vahşetin etkisiyle Aydında günlerce önce başlayan korku ve paniği daha da arttırmıştı. Bu paniği engelleyerek şehri daha kolay işgal etmek isteyen Yunan işgal kuvvetleri komutanı Albay Zafiru, halkı rahatlatan bir beyanname yayınladı. Bu yüzden Aydın halkı 57. Tümen Komutanı‘nın dağıtmak istediği silahları reddetti ve neticede Aydın 27 Mayıs 1919‘da rahatça işgal olundu. Vahşet, zulüm ve işkence olayları da aynı gün Aydın‘ın üzerine karabulut gibi çökmüştü. Yunan askerleri işgalin hemen ardından sergileyecekleri vahşetin hazırlıklarına başladılar. İlk önce Müslüman ahalinin tamamen silahsız kalması için, silahını teslim etmeyenlerin kurşuna dizileceğini ilan ettiler. Bu şekilde toplanan silahları yerli Rumlara dağıttılar. Müslümanların oturduğu semtlerin sularını kestiler; yangın çıkarmak için belli noktalara gaz tenekeleri koydular; gayrımüslim halka, Müslümanlardan ayırmak maksadıyla, fes yerine zorla şapka giydirerek ev ve işyerlerini işaretlediler. Rum, Ermeni ve Yahudilere şapka giymelerini tembih ederek, bu kimselerin yanlışlıkla yağmalanmasını engellemek için iş yerlerini gösterir levhaların da Rumca yazılmasını emrettiler. Müslümanların olduğu mahallelerin sularını, çıkartacakları yangından birkaç gün önceden kestiler. Katliam esnasında hiçbir Türkün kurtulmaması için, Türklerin Hıristiyan evlerine sığınıp korunmalarını yasakladı. Hazırlıklarını tamamlayan Yunanlılar Türk halkının ev ve iş yerlerine ateş açmaya başladılar. Birçok Türk evi yağma edildikten sonra ateşe verildi. Bunu müteakiben Türk evlerine karşı top atışına başladılar. Sayfa 21 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Evlerin içinde bulunan Türkler, alevlerden kaçmak için dışarı çıktıklarında Yunan askerleri tarafından makinalı tüfeklerle öldürülmüşlerdir. Ayrıca yerli Rumlar da mevcut silahlarıyla bu katliama ortak olmuşlardır. Aydın Merkez Komutanlığı‘nın 57. Tümen Komutanlığı‘na göndermiş olduğu raporda Aydın‘da cereyan eden olaylar şöyle anlatılmaktadır: ―Hava karardıktan sonra bu büyük evin kapısı kırılarak 14 kadar Yunan Efzun askeriyle birkaç yerli Rum içeriye girip odada bulunanları soyduktan sonra 10-14 yaşlarında bulunan kızların dördünü ayırıp götürmek istediler. Kızların annelerinin yalvarmalarına karşılık Türkçe olarak edepsizce ve münasebetsiz sözler sarf ederek katliama başladılar. Üç kadınla iki erkeği öldürürken üç kız ve bir erkeği de yaraladılar… Çocukları anneleriyle birlikte kesmek ve bunların mahrem yerlerini açmak, burun, kulak, el ve ayaklarını kesmek gibi vahşet ve cinayetler bu canavarların nazarında hiçbir şey değildir. 13 Aydın‘da şehri terk etmek üzere olan Yunan kuvvetleri ve yerli Rumlar 205 kişiyi daha şehit etmişlerdir. Yunan işgalinden kurtularak özgürlüğe kavuşmanın bedeli maalesef Aydın‘da da çok ağır olmuştur. Kentte 11.500 ev, 50 cami ve mescit 400 kadar mağaza ve dükkân 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul ve 20 resmi bina yakılmış ve yıkılmıştır.14 Hazırlık aşaması ve oluşumuyla sistemli bir şekilde devam eden Yunan vahşeti, kısa zamanda Aydın‘ın ilçe ve köylerine de yayıldı. Bilhassa Nazilli, Germencik ve Söke ilçeleri çok şiddetli işkence ve cinayetlere sahne oldu. 3 Haziran 1919‘da hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Nazilli‘ye giren Yunan askerleri iğrenç ve vahşet dolu hareketlerine burada da devam etmişlerdir. 25 Haziran 1919‘da İzmir‘den Aydın istikametine giden 97 İslam ailesini taşıyan yolcu treni Aziziye istasyonu Şimendifer muhafızı bulunan Yunan askeri müfrezesi nezdinde derhal durdurulup içinde bulunan yolculardan 67 erkek elleri kolları urganla bağlı olarak Aziziye tüneline götürülmüş ve üzerlerine Yunan askerleri tarafından yaylım ateşi açılmıştır. 30 İslam kadınına gelince Aziziye treninde bulunan Rumlar Çirkince bucağında Yunan askerleriyle beraber İslam kadınlarının ırzlarına tecavüz etmişlerdir.15 Bu örnekler o civarda yaşanan binlerce olaydan sadece birkaçını anlatmaktadır. Yunan askerleri ve yerli Rumlar insanlık dışı davranışlarıyla bölgedeki Türk nüfusunu azaltarak, hakimiyetlerini tehditlerden korumayı amaçlamışlardır. Aydın‘ın işgali sırasında Yunanlıların yapmış olduğu vahşet ve cinayetler Aydın‘dan çekilip gittikleri güne kadar sürüp gitmiştir. Facialara tanık olan Aydın Tahrirat Kalemi Reisi Seyfi Efendi, Musluzade Hacı Ahmet Efendi ve Aydın Nüfus Memuru Süleyman Rüştü Efendiler de feci olayları şöyle anlatıyorlardı: Yunanlılar şehir dışında Türk çeteleri olduğunu bahane ederek katliama karar vermişlerdi. Bu kararlarını sokaklara beyannameler asarak ilân etmişler ve Karacaahmet, Cuma, Ramazan ve Terziler mahallelerinde ilk yangını çıkarmışlardı. Yangından kaçan, evinden dışarı fırlayan Müslüman halk süngü ile katlediliyor veya yanmakta olan evlerinin içine atılıyorlardı.16 Aydın mutasarrıfından alınan resmî bilgilere nazaran kentte 11.500 ev Yunanlılar tarafından yakılmıştır. Bundan başka 50 cami, mescit ve tekke 400 kadar han, hamam, mağaza ve dükkân, 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul, medrese, 20 resmî bina yakılmış ve yıkılmıştır.17 Düşmanın çekilmesi anında 205 kişi daha şehit edilmiştir. Şehir bir harabe haline gelmiştir. Bu esnada Aydın‘da bulunan Aydın Milletvekili Doktor Mazhar Bey düşman zulümleri hakkında geniş bilgi vermiştir. Yunanlılar Aydın‘ı terk etmeden bir hafta evvel halkın eşyalarını istasyonda depolamış ve bir hafta boyunca devamlı olarak yakma ve yıkma işleriyle meşgul olmuştur. Yakma ve yıkma işi bittikten sonra katliama başlayacak olan Yunanlılar Türk askerinin iki koldan Aydın‘a girmesi üzerine yıkılmak üzere fabrika ve sair büyük binalara kapattıkları halk canlarını kurtarabilmiştir. Ancak Yunanlıların istasyonda depolayıp götüremedikleri halka ait mal ve eşyayı tamamen yakmışlardır.18 1919 Ağustosu başında Yunanlılar, Aydın ovasındaki bütün köyleri yaktıktan sonra Aydın şehir merkezinde de yangınlar çıkardılar. Kaçamayan Müslümanları hunharca öldürdüler. www.turkalevi.com Germencik‘te isimleri tespit edilebilen bin sekiz yüz Müslüman genç öldürüldü. Hızırbeyli köyündeki erkekler camide toplu olarak şehit edildiler. Katliâmın durdurulması ve işgalin kaldırılması için Museviler de dahil Aydın halkının ileri gelenleri İtilaf Devletleri mümessillerine telgraflar çektiler.19 Avrupa Konferansı‘na güvenen halktan hiçbir direniş görmeden Nazilli‘yi işgal eden Yunan kuvvetleri, dinî ve millî değerleri rencide edecek davranışlarda bulunuyorlardı. Müslümanların evlerine zorla girip kadınlara tecavüz ediyor, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Yunan askerlerini şikayet edenler derhal tutuklanıyordu. Evinde silah çıktığı bahanesiyle ve hiçbir tahkikat yapılmadan birçok Müslüman hapsedildiği gibi bazıları da kurşuna diziliyordu.20 Bu yerlerdeki bütün Türk halkına ait olan arazi işletilmekte ve sahiplerinden üç misli ve üç senelik vergi ödenmesi talep edilmekteydi. Halkın el ve avuçlarında kalan son para varlığı da alınmakta olduğu gibi kesim ve iş hayvanlarına varıncaya kadar sahip oldukları ne varsa hepsi halkın elinden alınıyordu.21 Hemen her köy ve kasabada açılan meyhaneleri işleten Rum meyhanecileri İslâm halka ―şu kadar rakı borcun var diyerek, bir kuruş borcu olmadığı ve hatta çoğunun öteden beri ağzına içki koymadığı halde Müslüman halkı soymak amacıyla istedikleri parayı zorla alıyorlardı. Vermeyenler hakkında bölgedeki Yunan komutanlıklarına başvurarak o zavallı İslâm halkın eşyasını sattırıp, yalan söyleyip inkâr ediyorlardı. Asılsız nedenlerle halka dayak atıp işkence ettikten sonra bilinmeyen bir yere sürgün olarak gönderiyorlardı.22 İşgal esnasında Nazilli halkından Mehmet Turgut adındaki şahsın genç kızı su almak üzere mahalle çeşmesine giderken yolda karşısına çıkan Yunan askerleri tarafından yakalanıp zorla ırzına tecavüz edildikten sonra zavallı kız aynı yerde öldürülmüştür. Bu arada birçok genç kadın ve kızların da ırzlarına tecavüz edildikten sonra Atina‘ya gönderilmişlerdir.23 Neticede hemen her gün periyodik ve sistemli bir yok etme siyasetiyle şehit edilmekte olan kadın, erkek Türk halkı hayatı ve namusu, servet ve mukaddesatı gibi en kutsal varlıklarına taarruz ve tecavüz edilmesi, alışılmış olaylar sırasına girmiş ve az zaman içinde bu talihsiz halktan hiç kimse ve serveti dâhil hiçbir şey kalmayacak şekilde mahvedilmişti. Yukarı Nazilli‘de 4000, Aşağı Nazilli‘de 1500 ev bulunmakta idi. Yukarı Nazilli‘den 3000, Aşağı Nazilli‘den de mevcut evlerin 2/3‘si yakılıp yıkılmış ve ilçe namına hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. Evvelce Yukarı Nazilli‘de 12.000, Aşağı‘da ise 5000 nüfus varken sonunda kentte ancak 3000 kişi kalmıştı. Düşman çekilirken ilçeyi yakmış, bu esnada 300 kişiyi öldürmüş ve cesetler çoğunlukla kuyulardan çıkartılmıştı.24 Manisa ve Çevresinde Yunan Vahşet ve Zulümleri 15 Mayıs 1919‘da başlayan ve üç sene dört ay kadar devam eden Yunan barbarlığını anlatan en iyi kaynaklardan biri de o günlerde yayınlanmakta olan gazetelerdir. Bu gazetelerden biri olan Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesinin verdiği bilgiye göre, ―Manisa‘da 10.700 ev, 13 cami, 2728 dükkan, 19 han, 16 bağ kulesi, 3 fabrika, 5 çiftlik binası 1740 köy evi ateşe verilerek yakılmıştır. 3500 kişi ateşte yakılarak, 855 kişi de kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Manisa‘nın içinde 300‘den fazla İslam kızına tecavüz edilmiş ve bunların bir çoğu alınıp götürülmüştür. İl sınırları içinde bulunan tüm hayvanlar sürülüp götürülmüştür. Beraberlerinde alıp götürdükleri genç kızlardan hiçbiri geriye dönmemiştir. Halkın ziynet eşyası ve paraları kamilen alınmıştır. Köyleri yaktıran ve katlettirenler ise Yunan mevki komutanı Albay Paguraci ile muavini yarbay Kalipos‘tur.25 Manisa yangınının zarar ve ziyanı 50.000.000 lirayı (1921 yılındaki para değerine göre) geçmektedir. Ayrıca Rumlar, Manisa‘da İslam halkın dini ve milli duygularını tahrik ve tahkir etmişlerdir. Örneğin mezarlık kapıları kırılarak mezarlar üzerinde hayvan sürüleri gezdirilmiştir. Rumlar Sultan Tepesi‘ne ve Ulu Cami‘ye zorla girmişler Kuran-ı Kerim cüzlerini parçalamışlar, caminin minaresine çıkarak Rum mahallelerine mendil ve şapka sallamışlar ve şehrin tarihi saat kulesine çan takmışlardır.26 Manisa için anlatılan feci olayların çevre ilçelerde de aynen tekrar edildiği anlaşılmaktadır. 6000 haneli Turgutlu‘da 5800 evin tamamen yakıldığı ve 1200 civarında insanın katledildiği beyan edilirken ateşe verilen Alaşehir‘de ise 4000 evden sadece 100 tanesi sağlam kaldığı ve yangından canını kurtarmak isteyenlerin sokak başlarındaki Yunan askerlerine hedef olduğu anlatılmaktadır. Sayfa 22 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Alaşehir‘deki yangında 3000 dükkan, 10 cami, 20 mescit tamamen yanarken, şehirden istasyona götürülen 300 kişilik kadın kafilesi Yunan makinalı tüfeklerinin ateşi altında kalmış ve çoğu ölmüştür. Salihli, Akhisar, Gördes, Bergama, Menemen, Kınık gibi ilçeler ve bunlara bağlı köyler de Turgutlu ve Alaşehir gibi Yunan barbarlığına sahne olmuşlardır. Binlerce ev, işyeri, cami, mescit, okul ve istasyon yıkılmış yüzlerce insan insanlık dışı işkencelere maruz kalmış ve bir çoğu da öldürülmüştür. Sadece Menemen‘in içinde 300, civarında da 700 kadar Müslüman şehit edilmiştir.27 Yunan kuvvetleri Manisa‘yı işgalleri sırasında bağ ve bahçelerinde çalışırken tutuklanan yüzlerce Müslümanı İzmir üzerinden Atina‘ya gönderdiler. Mısır‘da esirken İngilizlerce serbest bırakılan yüz altmış kadar Müslüman da Manisa‘da Yunanlılar tarafından tekrar esir edildi. Ağır şartlarda çalıştırılan bu esirler, gıdasızlık ve işkence yüzünden vefat ettiler.28 Yunanlılar Manisa‘yı terk ederken, daha evvel hazırlanmış olduğu anlaşılan plân gereğince, Yunan Merkez Komutanı Yagorci ile Kurmay başkanının emir ve idaresi altında olmak üzere hareketle yangın, göğüsleri kırmızı işaretli ve başları siyah kalpaklı yangın postaları tarafından başlatıldı. Şehir ateşe verilmeden 3 gün evvel Rum ve Ermeniler göç etmeye başlamış, hatta Musevilerin bile son gün göç etmelerine izin verildiği halde, Müslüman halkın şehri terk etmelerine engel olunmuştur. Yangın 6 Eylül 1922 akşamı ilk olarak kışlada çıkmış sonra çarşıya benzin dökülüp bombalar atılarak yakılmaya başlamış ve bu esnada hemen yangını söndürmeye gelen halka Yunan askerleri tarafından ateş açılarak halkın bir kısmı katledilmiştir. Yangın az zamanda birçok yerlerden çıktığı için halk elbise ve eşyalarından hiçbir şey kurtaramamıştır.29 Kadın, erkek, çoluk, çocuk yarı çıplak ve perişan bir halde dağlara, ovalara dağılan biçareler yollarda Yunan çeteleri tarafından soyulduktan sonra birçoğu da katledilmiştir. Bununla beraber çok sayıda kadın, ihtiyar ve çocuk şehirden dışarı çıkamadıkları için alevler içinde yanarak yok olmuşlardır. Gerek yangından evvel soygun yapılırken, gerek yangın esnasında Müslüman halk dağılırken çok feci olaylar meydana gelmiştir.30 Tire kasabasında 18, Ödemiş‘te 60, Akhisar, Kırkağaç, Soma kasabalarında ve Gördes‘te 83 İslâm köyünü ve 800 evi, ayrıca Kayacık bu cağını kamilen yakmışlardır. Binlerce halk evsiz kalmıştır. Bu faciadan kurtulabilen halk da malları gibi canlarından da emin olmadıklarından dağlara ve ormanlara sığınmışlardır.31 Ödemiş‘i işgale gelen Yunan askerlerine mahalli kuvvetlerin karşılık vermesi üzerine, takviye alan Yunan birlikleri civardaki birçok köyü ve kaza merkezindeki çok sayıda evi ateşe verdiler. Ele geçirdikleri Müslümanları şehit edip, mallarını yağmaladılar. Bunun üzerine halkın bir kısmı göç etmeye başladı.32 Ödemiş ve Tire dışında yine birçok işgal altındaki bölgelerde gerek Yunan askerlerinin, gerekse bundan cesaret alan yerli Rumların devleti hor görme, millete hakaret, ırza, mala tecavüz ve taşkınlıkları hat safhaya ulaşıyordu.33 Yunan mezalimi günden güne artmış, 3 Mart 1920‘de Bozdağ tarafından taarruza geçmiş olan Yunan işgal kuvvetleri, Ödemiş‘e bağlı 5-6 köyü yakmışlar, tamamı Türk olan halkın yoğun top ateşi altında canını zor kurtarmış ve Salihli taraflarına göç etmiştir.34 Yunanlılar, Bozdağ civarındaki köylerden kaçamayan erkekleri katletmiş, kadınların da bir kısmının ırzına geçerek öldürmüşlerdir. Gördes Gördes ilçesi Kuvâ-yı Milliye‘nin yatağı olduğu iddiasıyla, ilçenin yakılmasına memur edilen Yunan askerî kıtaları tarafından top ateşine tutularak tamamen yakılmıştır. Yangın sırasında şehirden çıkamayan birçok yaşlı, kadın ve çocukların da yandığı görülmüştür. Geri çekilme anında Yunanlılar tarafından yakılan Gördes ilçesinde yalnız 27 ev ile ilçe dışında bulunan jandarma binası ve halka ait olan bağlarda birkaç ufak kulenin yangından kurtulduğu görülmüştür. Halkın yağma edilen eşyası dışında kalanlarının ve hükümet dairelerindeki tekmil ve mefruşatın yangında kül olduğu tespit edilmiştir. www.turkalevi.com Bu felâketten sonra Demirci‘ye 1500 muhacir sığınarak 500‘ünün daha sonra geri döndüğü ve 1000 kadar nüfusun o tarihte köy olan Demirci‘ye yerleştirildikleri Dahiliye Nezareti‘nden Erkanı Harbiye‘yi Umumiye Reisliği‘ne bildirilmiştir.35 Gördes‘te yapılan Yunan vahşet ve zulümleriyle ilgili olarak bir başka belge (Hakimiyeti Milliye Gazetesi) yukarıdaki olayları teyit ederek ayrıca şu bilgileri vermektedir: Gördes kasabası kamilen yakılmış, 1500 evden ancak 27 ev kurtulabilmiştir. 10 cami ile bir medrese de yakılmıştır. Kasabadaki evlerin tüm eşyası Yunanlılar tarafından gasp edilmiştir. Akhisar civar köylerinde yaşayan Hıristiyanların arabalarıyla bu eşyalar götürülmüştür. Gördes kasabasıyla Kayacık köyünde 60 kadar kadın ve kızın namusuna tecavüz edilmiştir. Gördes kasabasıyla civar köylerde kadın ve erkek 23 kişi şehit ve 113 kişi de çeşitli yerlerinden yara almışlardır.36 Alaşehir İlçe Yunanlılar tarafından baştan başa yakılmış, halkı kısmen öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, yapılan zulüm ve tahribat tespit edilememiştir. Alaşehir‘den itibaren Manisa, Salihli, Turgutlu ve bu bölgedeki köyler de yakılmış, vahşet, zulüm ve cinayetler aynı yöntemlerle yapılmıştır. Boz köy kamilen yanmış, köyün görkemli camii de bu arada tahrip edilmiştir. Köyde Kayapınarlı bir kişi kurşunla öldürülmüştür. Köye ait tekmil erzak ve hayvanlar zorla alınarak götürülmüştür.37 Bergama‘yı işgal eden Yunanlılar, Müslümanları katlederek, ırzlarına tecavüz, mal ve paralarını gasp ettiler. Bu mezalim yüzünden 50 binden fazla Müslüman sefil bir halde mülteci durumuna düştü.38 Bandırma‘nın işgalinin ardından, yerli Ermeni ve Rumlardan çok sayıda kişi Yunan kuvvetlerine asker olarak katılmış, bir kısmı da çeteler oluşturmuştu. Bu gelişme üzerine harekete geçen efeler, oluşturdukları kuvvetlerle kısa sürede bu çeteleri bertaraf etmişlerdir. Bandırma‘da bulunan Yunan kuvvetleri işgal süresince halka zulmetmişler, olmadık hakaret ve saldırılarda bulunmuşlardır. Bedelinin ödeneceğine dair ilanat vermelerine rağmen, halkın ekinine, hayvanlarına el koyarak kendi gemilerine yüklemişlerdi. Bilhassa Ermeni çeteciler halktan ve askerimizden pusuya düşürdüklerini hunharca katletmişlerdi. Bu saldırılara karşı bölgede hareket halinde olan Bacak Hasan, Talaşmanlı Hurşit, Pıtır Hüseyin, Gönenli Hasan gibi namlı efeler Rum ve Ermeni çetelerine bölgeyi dar etmişlerdir. Bandırma‘da bulunan Yunan merkez kumandanı, Erdek ve Edremit diğer bazı kazaların mali işlerine müdahale ediyor, mal sandıklarından cebren para alıyordu. Buralardaki Düyûn-u Umumiye depolarında bulunan yağ ve zeytinlere el koyuyorlardı. İzmir‘den gelen bir Yunan memuru, beraberindeki subayla birlikte Karesi livası defterlerini kontrol ediyordu.39 Yunanlıların Bandırma ve yörelerinde yapmış oldukları zulüm ve vahşet sonucu meydana gelen zarar ve ziyan şöyleydi: Ölü sayısı : 890 Yaralı : 1219 Dayak ve işkence : 2228 Irza tecavüz : 113 Bekâret Giderme : 94 Yakılan ve Yıkılan Ev sayısı: 6134 Mağaza ve dükkân : 1357 Resmî Daire : 32 Dinî bina : 28 Mal ve Eşya Koşum hayvanı : 4819 Kasaplık hayvan : 13424 Mahsul : 116.232 Kilo Zayiat Değeri Gayrimenkul : 54.688.055 Lira Menkul : 45.312.045 Lira Toplam : 100.000.000 Lira 40 Edremit ve yörelerinde Yunanlılar tarafından 26 kişi katledilmiş, 29 kişi de dayak ve işkenceye maruz kalmıştır. Yunan milis teşkilâtında askerî öğretmen olan Panayot adındaki Yunan, Edremit merkez ilçesini yakacağım diye çarşı ortasında naralar atarken tespit edilemeyen diğer bir kişşi de elinde bulunan bir bombayı geri çekerken, İslâm halkından Terzi Sami‘nin dükkânı içerisinde mevcut bulunan kalabalık üzerine atacağı sırada Belediye Çavuşu Abdurrahman adındaki gözüpek bir delikanlı bombayı elinden alarak atmasına engel olmuştur. Sayfa 23 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Biri kasabayı yakmak, diğeri elindeki bombayı kalabalık halk üzerine atmak üzereyken kasabanın etrafında toplanan Türk Millî Kuvvetlerinin anî taarruz ve hücumu üzerine Yunan katilleri bu emellerine erişememişlerdir.41 Sındırgı ilçe Kaymakamı Şakir Bey ile bölge eşrafından 38 kişi ve halktan da 300 kişşilik bir kafile korumasız olarak, Yunan komutanlığınca Akhisar‘a gönderilmiş ve orada her biri ayrı ayrı tutuklanmıştır. 28 gün kadar tutuklu kaldıktan sonra Kaymakam Şakir Bey‘e bir suç isnat ettiremedikleri için ―bir yanlışlık olmuş denilerek Şakir Bey‘i serbest bırakmışlardır.42 Milletlerarası Araştırma Komisyonu‘nun Paris Barış Konferansı‘na Sunduğu Rapor 43 Yunanistan Batı Anadolu‘daki vahşet ve zulümleri Avrupa kamuoyu tarafından öğrenilmeye başlanmıştı. Bu gelişme Venizelos‘u rahatsız ediyordu. Çünkü o sıralarda Paris‘te devam eden sulh görüşmelerinde Yunanistan zor durumda kalabilirdi. Onun için Venizelos Yunanistan‘ın Batı Anadolu‘daki vahşetine ilişkin bütün haber, iddia ve eleştirileri asılsızlıkla suçlayarak reddediyordu. Fakat söz konusu vahşet saklanacak ya da gözardı edilebilecek boyutlardan çoktan çıkmıştı. Sadrazam Vekili Mustafa Sabri 15 Temmuz‘da Yunanlıların mezalimde bulundukları yerlere bir tahkik komisyonunu gönderilmesi için telgrafla ricada bulundu.44 Mustafa Sabri‘nin bu talebi İtalya‘nın da ısrarı sonucu Paris Konferansı‘ndaki Yüksek Konsey‘in 18 Temmuz tarihli toplantısında ele alındı. Toplantı sonucunda tahkik komisyonunun kurulması kararlaştırıldı. Komisyonda İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan temsilcileri bulunacaktı. Yunanlılara ve Türklere gözlemci gönderme izni verilmiş olmasına rağmen bu kişilerin heyetin asıl toplantılarında bulunmalarına izin verilmedi. Amaç, tanıkların korkmadan ifade verebilmelerini sağlamaktı. Bunun yerine heyete, bütün gerekli verilerin, yani muhtemelen tanıkların isimleri olmaksızın ifade tutanaklarının gözlemcilere teslim edilmesi talimatı verildi.45 Türkiye‘den Yarbay Kadri, Yunanistan‘dan da Albay A. Nazarakis, komisyonda gözlemci idiler. İzmir faciasını araştırmakla görevli komisyon Amiral Bristol‘un başkanlığında çalışmalarına başladı.46 Komisyon kısa zamanda Batı Anadolu‘nun bir kısım şehir ve kasabalarını dolaştı. Cephe gerisinde zulme uğramış Türk köylüsü ile Yunanlıların elinden kaçmayı başarabilmiş Türk insanları ile konuşup şikayetlerini dinlediler. Yakıp yıkılan yerleri dolaşıp gözleriyle gördüler. Tecavüze uğrayan kadın ve kızlarla konuştular.47 Bütün bu incelemeler sonucunda hazırladıkları geniş kapsamlı raporu 13 Ekim‘de 8 Kasım günü yüksek konseye sundular. Rapor sadece Yunanlıların yaptıklarını değil, öncelikle İzmir‘e asker gönderilmesi kararını itham eden son derece sert bir belgeydi. 12 Ağustos ve 6 Ekim 1919 tarihleri arasında yapılan tahkikata göre, her maddesi önemli olan bu raporun bazı maddeleri şunlardır: Madde 1: Mütarekeden beri, Aydın vilayetinde Hıristiyanların emniyeti tehdide maruz kalmamıştı… Yani Hıristiyanların katliama uğrama korkuları yerinde değildi. Madde 2: Aydın ve bilhassa İzmir illerindeki emniyet şartları, İzmir tabyalarının mütareke şartlarının 7 numaralı maddesine göre işgalini gerektirmiyordu. Vilâyet içerilerindeki durum da, müttefik birliklerin İzmir‘e çıkarma yapmasını icap ettirecek gibi değildi. Madde 5: İzmir‘in Yunan kuvvetleri tarafından işgali, barış konferansı tarafından emredilmişti. İşgal emirleri, bu konferansı temsil eden Amiral Calthorpe tarafından verilmişti. İzmir şehri, 5 Mayıs 1919‘da Amerikan, İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan Deniz Kuvvetlerinin himayesindeki, Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmişti. Madde 8: Yunan komutanlığı Yunan kuvvetlerinin şehir içinde yürümesi sırasında asayişi muhafaza için önceden hiçbir tedbir almadı. Madde 13: Subay ve askerleri ve vali ve idare amirlerini ihtiva eden grup, Konak meydanından, hapsedildikleri Patriz gemisine götürüldükleri yol üzerinde, kendilerini takip eden kalabalık ve hatta kendilerine refakat eden askerler tarafından kaba muameleye maruz bırakılmışlardır. Bütün bu tuttuklarının malları ve paralan çalınmıştır. Hepsi ―Yaşa Venizelos diye bağırmak ve elleri havada yürümek mecburiyetinde bırakılarak, bazıları katledilmiştir. Madde 14: 15 Mayıs ve takip eden günlerde Yunan birlikleri, aralarında muayyen miktarda 14 yaşında ufak çocukların da bulunduğu 2500 şahsı keyfi olarak tevkif ettiler. Hatta bazı mekteplerin idareci ve talebeleri de Patris gemisinde hapsedildiler. Bu mevkufların büyük bir kısmı fena muamele görmüşler, eşyaları yağma edilmiş ve günlerce kabul edilemeyecek hijyen şartları altında mevkuf tutulmuşlardır. Madde 15: 15 ve 16 Mayıs günleri, şehirde Türk halkına ve evlerine karşı şiddet ve yağma hareketlerine girişilmiştir. Fesler Türklerin başlarında çekip alınmış ve kendileri bu şapka ile sokağa çıkma cesaretini artık gösteremez olmuşlardır. Birçok kadınlara tecavüz edilmiş ve cinayetler işlenmiştir. Bu şiddet hareketleri ve yağmalar çoğunlukla şehrin Yunan ahalisi tarafından yapılmış fakat askerlerin de bu hareketlere karıştığı ve askerî makamların da bu hareketleri önleyici tesirli tedbirleri geç olarak aldığı tespit edilmiştir. Madde 16: İzmir‘in Yunanlılar tarafından işgal edildiği güne ait ölü ve yaralı sayıları, Yunanlılar ve Türkler tarafından değişik miktarlarda tahmin edilmiştir. Bu miktar yaklaşık olarak aşağıdaki şekildedir. Yunanlılar: Asker, 2 ölü ve 6 yaralı sivil, 20 ölü, 20 boğulma vakası, 60 yaralı, Türkler: 300-400 arasında zayiat (yaralı veya ölü). 43 Yunanlı, 13 Türk, 12 Ermeni ve bir Yahudi bulunmaktaydı. Madde 32: Yunan kıtaları Aydın civarında silâhlı keşiflerde bulunmuşlar ve bu keşiflerin sonunda birkaç köy yakılmıştır. Ayın 27‘sinde bu keşif kollarından biri çeteler tarafından geri püskürtülmüş ve Aydın içine kadar kovalanmıştır. Yunan kumandanının ve şahitlerin ifadesine göre, geri çekilmekte olan Yunan kıtalarının demir yolunun güneyinde bulunan Türk mahallesinden geçişleri esnasında Türk halkı tarafından üzerlerine ateş edilmiştir. 29 sabahı Türk mahallesinde patlak veren yangınlardan birkaçı bu muharebe esnasında meydana gelmiştir. Alevler içinde kalan mahalleden kaçmaya çalışan kadın, erkek, çocuk Türklerin büyük bir kısmı mahalleyi şehrin kuzey kısmına bağlayan bütün yollan tutan Yunan askerleri tarafından sebepsiz olarak öldürülmüşlerdir. Şüphesiz ki, Yunan Kumandanlığı ve askerleri bütün soğukkanlılıklarını kaybetmişlerdi. Yunanlılar 29‘u 30‘a bağlayan gece birçok cinayetler ve suikastler işledikten sonra şehri terk etmişlerdir. Madde 35: 29 Haziran ile 4 Temmuz arasında meydana gelen yangınlar, 8.000 Yunanlı ile birlikte nüfusu 20.000 olan Aydın şehrinin 2/3‘ünü tahrip etmiştir. Yanmamış olan evler ise yağma edilmişlerdir. Madde 42: 17 Haziran‘da Bergama‘nın tahliyesinden sonra Menemen‘de toplanan Yunan kıtaları ciddi bir sebep olmaksızın müdahale edilecek durumda olmayan Türklerin katliamına girişmişlerdir. Belediye makamlarının bildirdiğine göre 1000‘den fazla Türk öldürülmüştür. 48 www.turkalevi.com Sayfa 24 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Tahkikat Komisyonu üyeleri: Amiral Bristol General Bunoust ABD Delegesi Fransız Delegesi General Hare General Dall‘oho İngiliz Delegesi İtalyan Delegesi Gerçekten Yunan askerleri generalin sözlerini boşa çıkarmamış unutmadığımız, unutamayacağımız bir vahşet sergilemişlerdir. Özellikle adına ―Tahrip Taburları denilen özel birlikler aldıkları emir doğrultusunda bu planlı vahşetin uygulayıcısı olmuşlardır. Ayrıca yerli Rumların oluşturduğu ve içinde Ermenilerin de bulunduğu çeteler de birer tahrip taburu gibi çalışmışlardır. Yunan mezalimini gayet açık bir şekilde anlatan bu raporu hazırlayan İngiliz, Fransız ve Amerikan yetkileri, aslında Yunanistan‘a işgal izni veren, Lloyd George, Clemenceau ve Wilson‘un yani kendi başkanlarının suça ortaklıklarını da ortaya çıkarmışlardır. Çünkü bu başkanların Yunanistan‘a işgal izni vermelerinin asıl nedeni, kamuoylarına duydurdukları gibi, Batı Anadolu‘daki Rumların katledilme tehlikesi değil, burasını Türklerden temizlemek ve İtalyan işgaline fırsat vermemekti. Bu şekilde yüzlerce yerleşim yerini yakıp yıkıp harabeye çevirerek, binlerce insanın canına kıyarak denize doğru kaçan Yunan askerleri ve yerli Rumlar birbirlerini çiğneyerek gemilere binmeye çalışmışlardır. 15 Mayıs 1919‘da Megali Idea hayaliyle gemilerden inen askerler ve onları coşkuyla karşılayan yerli Rumlar şimdi o gemilere binmek için birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Milli Ordunun Zaferleri ve Kaçan Yunanlıların Vahşeti İzmir‘de başlayıp gittikçe yayılan Yunan vahşet ve zulmü ikinci yılına yaklaşırken ilk günkü şiddetini hâlâ devam ettiriyordu. Fakat bu süre içerisinde başlangıçta Kuvâ-yı Milliye adı altındaki bölgesel direniş güçleri de gelişerek düzenli ve milli bir ordu halini alıyor Türk mukavemetini kuvvetlendiriyordu. Nitekim 9-10 Ocak 1921 tarihinde Birinci İnönü Muharebesi‘ni kazanarak kendini ispatlayan bu ordu Türk halkının kendine olan güvenini arttırdığı gibi Mustafa Kemal tarafından Ankara‘da kurulmuş olan hükümetin prestijini de arttırmıştı. Yunanlılar açısından değerlendirildiğinde beklenilmeyen bir hezimet denilebilecek bu muharebenin hemen ardından 26 Mart‘ta başlayan Yunan taarruzu bu kez Ankara ile birlikte tüm yurda daha büyük moral kazandıran 31 Mart-1 Nisan 1921 tarihli İkinci İnönü Zaferi‘yle neticelenmişti. Bu ikinci hezimetten sonra Yunan askerleri geri çekilmeye başlamıştı. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa 1 Nisan‘da Ankara‘ya çektiği telgrafın sonunda, ―Düşman binlerce maktulleriyle doldurduğu muharebe meydanını silahlarımıza terk etmiştir diyordu.49 İkinci İnönü Muharebesi‘nden sonra geri çekilen Yunan kuvvetleri daha sonra ileri harekata geçerek, 13 Temmuz‘da Afyon-Karahisar 17 Temmuz‘da Kütahya, 19 Temmuz‘da Eskişehir‘i almışlar ve Türk ordusunun taktik gereği geri çekilmesi sonucu Sakarya nehrine kadar gelmişlerdi. Fevzi Paşa Yunan ilerleyişi hakkında, ―Düşmanın Anadolu içlerine uzanmak isteyen kolları mezarlarına yaklaşıyor; bu yeni sefer düşmanın ölüm yolculuğudur diyordu.50 Yunan kuvvetleri ―Megali Idea düşlerine uyarak soykırım amacını gerçekleştirebilmek için Sivrihisar, Haymana ve Polatlı yörelerine kadar ilerlediler. Ancak, 13 Eylül 1921 günü Sakarya Savaşı‘nı hiç ummadıkları bir sonuçla kaybedip çekilmeye başladıkları andan itibaren de soykırım rüyasından uyandılar. Bilhassa 26 Ağustos 1922‘de başlayan Büyük Taarruzla beraber panik halinde çekilmeleri esnasında bu sefer mağlubiyetin vermiş olduğu kin ve korkunun dehşet ve etkisi altında geçmiş oldukları her yeri yakıp yıktılar. Önlerine çıkan her Türk insanına akıla gelmeyecek ve hayal edilemeyecek şekilde vahşet, cinayet, işkence ve zulüm yaparak ileri harekât anında yaptıklarının daha da vahşicesini yaptılar. Yunanlılara son darbe 30 Ağustos 1922‘de Başkumandanlık Meydan Muharebesi‘nde vurularak ordularının önemli bir kısmı imha edilmiştir. Canını kurtarabilen Yunan askerleri ise bütün teçhizatını cephede bırakarak panik halinde kaçmaya başlamışlardı. Ne var ki cephedeki hezimetin acısını cephe gerisindeki savunmasız Türk halkından çıkaran Yunanlılar kaçarken, yolları üstündeki tüm köy, kasaba ve şehirleri taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak biçimde yakmış, yıkmış, harabeye çevirmiştir. 4500 haneli Alaşehir‘de 4 Eylül‘de, 15 ayrı yerde aynı anda yangın çıkararak ilçeyi tamamen yakmışlardır. Batı Anadolu‘dan ümidini kesen Yunan askerleri ve bu askerlerin bütün vahşiliğine iştirak eden yerli Rumlar, canlarını kurtarmak için liman şehirlerine kaçıyorlardı. Ne var ki tahliye ettikleri bütün Türk topraklarını ve buralardaki Türk ahalisini de çeşitli şekillerde imha ediyorlardı. Üstelik bu imha faaliyetleri rastgele değil, işgal ederken yaptıkları gibi planlı bir şekilde komutanların emriyle uygulanıyordu. www.turkalevi.com Mustafa Kemal Paşa‘nın 1 Eylül 1922‘de ilk hedef olarak Akdeniz‘i gösteren ünlü emrini vermesi üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri batıya doğru kaçmakta olan Yunanlıların peşini bir an olsun bırakmadı. Yunan birlikleri kaçarken, rastladıkları Müslüman köylerini yakıp yıkıyorlardı. Yüzlerce yıl rahat ve huzur içinde yanyana kardeşçe yaşadıktan sonra, Yunan ordusunun gelişi ile canavarlaşarak, bu ordu ile işbirliği yapan, silahsız Türk halkının boğazına sarılan, binlerce masumu insafsızca katleden, fakat bozguna uğradıkları bu günlerde yaptıklarının hesabını veremeyecekleri için kaçmakta olan Yunan ordusu ile birlikte yerli Rumlar da denize koşuyordu. 51 Geri çekiliş sırasında birçok yeri ateşe veren ve halkının çoğunu ―camilere ve evlere doldurarak- yakıp kül eden Yunanlılar, çok sayıda silah, cephane, araçgereç bırakarak, binlerce gencini Anadolu topraklarına gömerek, birçoğunun da esirliğe terk ederek maceralarını sona erdirdiler. 1918‘den 1922‘ye kadar süren süre içerisinde Yunan milleti hayal peşinde koşan kişilerin yönetimi altında çok şey kaybetti, katil ve kanlı bir millet olduğunun bir defa daha kaydedilmesi oldu.52 Sonuçta adalet dağıtmak için Batı Anadolu‘ya gediklerini söyleyen Yunanlılar, daha işgalin başladığı gün İzmir‘i kana buladılar. İzmir ve art bölgesindeki Türk halkı yaklaşık 40 ay ızdırap içinde yaşadı. Bu ızdırap, Yunan ordusunun Anadolu içlerine yürümeye karar verdiği dönemlerde daha da arttı. Oysa aynı dönemde, bölgedeki Rum ve Ermenilerin büyük bir kısmı işgalcilerle bütünleşerek Yunan ordusuna maddi ve manevi her türlü yardımı yapıyordu. Ancak Yunan ordusunun bütün çabaları, Ankara‘da alevlenen milli uyanışı söndüremedi. Sonuç Yunanlıların asıl amacı, bir hayal ürünü olan ―Megali Idea hedeflerine ulaşmaktı. Bunun için Anadolu‘nun Ege kıyılarını ele geçirerek hem bölgenin emniyeti ve hem de soy kırımı girişimleriyle Türk halkının imhası ve kalanların da Doğu Anadolu‘ya sürülmesiyle orta Anadolu‘ya kadar uzanan Türk topraklarını ele geçirerek vatanın bu bölümünde Yunan egemenliğini sürdürmekti. Bu hayali emellerini gerçekleştirmek için yalnız istilâlarla yetinmeyip tek vücut olan Türk halkını da etnik gruplara ayırarak, vatanı içerden de parçalamaktı. Bu düşünceyle aynı bayrak altında, aynı gaye uğruna vatanın bölünmez bütünlüğü için canını feda etmekten kaçınmayan Anadolu halkı arasında bir ayrıcalık yaratarak Türk halkını parçalayıp, zayıflatmak gibi politik eylemlere de başvurmuşlardır. Yunanlılar ileri harekâta başladıkları tarihten itibaren işgal ettikleri tüm sancak ve kazalarda konferans kararlarına ve taahhüd ettikleri şartlara kesinlikle uymamışlardır. Gittikleri her yerde yerleşmek, her türlü zorluğu çıkararak Osmanlı jandarmasının çalışmalarına hiçbir şekilde muvafakat etmemişlerdir. Hükümet konaklarını işgal ve Yunan bayrağı çekerek memurları başka yerlere nakle mecbur etmişlerdir. Hatıra gelmeyen bin türlü oyuna zorlayarak Türkleri ticaretten men‘ ile iktisadi hayatı yalnız Rumlara bırakmışlardır. Hayatı ihtiyaç maddelerine narh koymak suretiyle köylünün elindeki bir tutam tereyağıyla yirmi yumurtasını cebren almışlardır. Türk köylerine silahlı müfrezeler göndererek Yunan idaresini istediklerine dair cebren senet imzalatmışlardır. Kuvâ-yı Milliye‘ye mensubiyetleri töhmetiyle hemen her Türkü tevkif, darb, nefy ve en nihayet katletmişlerdir. Girdikleri yerden kesinlikle çıkmayacaklarını, çünkü Avrupalıların yardımıyla değil kendi kuvvetleriyle geldiklerini söyleyerek, Türkleri korkutma maksadıyla propagandalar yaptırmışlardır. Osmanlı‘nın bayrağını Türkün dînini, milletini alenen tahkîr etmişlerdir. Müslümanların namuslarına cebren girerek babasının gözleri önünde evlâdının ırzına, namusuna tecâvüz etmişlerdir. Türke ve Müslümana ait her ne varsa imha etmişlerdir.53 Sayfa 25 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ Bu işgaller ve zulümler sırasında kurtulabilen halk, kendilerini daha emniyetli yerlere atmaya çalışıyorlardı. Hatta bazı yerlerde daha Yunanlılar işgal etmeden köyleri boşaltmak mecburiyetinde kalıyorlardı. İşgal ettikten sonra Yunan zulmüne tahammül edemeyen Müslüman halkın büyük bir çoğunluğu çareyi kaçmakta buluyordu. Yunanlıların da zaten amaçları buydu. Çünkü bu sayede bölgede Türk nüfus azalacak yerine Rum göçmenleri iskan edilecekti. Yunanlıların Kurtuluş Savaşımız Dönemi‘nde işgal ettikleri, özellikle Batı Anadolu bölgesinde işledikleri, savaş şartları ile hiç mi hiç ilgisi olmayan ve iki yıldan fazla sürdürdükleri insanlık dışı zulüm ve işkencelerle katliamlar konusunda, kendilerine savunma hakkı kazandırabilecek tek noktacık bile yoktur. Yunan Başbakanı Venizelos, işgal kuvvetlerini süratle arttırırken,bir taraftan da yerli Rumların yardımını sağlamak amacında idi. Çünkü Balkan Harbi‘nden sonraki gerginlik sırasında ve Birinci Dünya Harbi içinde Batı Anadolu‘dan Yunanistan‘a göç etmiş olan Rumları tekrar Anadolu‘ya yerleştirmek için de acele ediyordu. Böylece üç yüz bin civarında Rum Anadolu‘ya gönderilerek Batı Anadolu‘yu Yunanlaştırmak siyaseti güdülüyordu. Buna rağmen aradan geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman sonrasında Yunanistan‘ın, bütün olayları tersine çevirerek Türklerin kendilerini soykırıma uğrattıklarını ortaya atmaları, teessüflerle karşılanacak bir siyasi skandaldır. Bu durum karşısında akla düşen soru şu olsa gerektir: Yunanlılar üç sene kadar kaldıkları Batı Anadolu ve Trakya‘da şu andaki değeriyle trilyona varan maddi zararda bulundular. Lozan Antlaşması‘yla tek bir kuruş bile tazminat ödemediler. Yaptıkları maddi zararın tazminatı olarak, küçük bir kasaba olan Karaağaç‘ı bize bıraktılar. Mukaddesatımıza ve ırzımıza yaptıkları tecavüzler ve zulümler, her zaman içimizde kanayan bir yara olarak kalacaktır. O zamanlar öyle vahşi olan Yunanlılar acaba şimdi farklı mıdırlar? 1930‘lu yıllarda başlayan Türk-Yunan barışı sahte dostluklardan başka bir şey kazandırmamıştır. Sözde barışın bozulmaması için Yunan zulmünü anlatan kitaplar ―yasak konumuna gelmiştir. İşgal yıllarında yaptıkları zulmü 1960‘lı yıllarda Kıbrıs‘ta yaptılar. Batı Trakya‘daki soydaşlarımıza akla gelmedik baskılar uyguladılar. Ayrıca Türkiye‘nin tehdit unsuru olan PKK terör örgütüne yaptığı destek ve yardımlarla, teröristlerin yaptıkları zulümler, Yunan zulmünün devamı nitelindedir. Yunan, kendi yapamadığı zulmü, maşa olarak kullandığı PKK‘ya yaptırmıştır. Görülüyor ki, Yunanlılar ellerine her ne zaman fırsat geçerse geçsin, Müslüman-Türke zulüm yapmaktadırlar. Ellerine geçirecekleri ilk fırsatta düşüncelerini tatbik etmede asla tereddüt etmeyeceklerdir. Onun için Türk insanı olarak her zaman uyanık olmalı dostumuza düşmanımızı iyi tanımalıyız. Her şeyden evvel, bütün dünya bilmelidir ki Anadolu toprağı baştan sona kadar Türk’tür. Binlerce seneden beri Türkün öz vatanı, Türkün öz yurdudur. Düşmanlarımız hiçbir haklı gerekçeye dayanmadan Anadolu‘ya saldırırken Anadolu‘nun bazı yerlerinin ―tarih-i Yunaniliğinden bahsederek dünya kamuoyunu aldatmaya çalışıyorlardı. Nitekim bir taraftan sözde eski Yunan toprağı olduğunu ileriye sürerek İzmir‘e taarruz ve tecavüz ederlerken, bir taraftan Batum‘dan İnebolu‘ya kadar uzanan Akdeniz bölgesini de vaktiyle mevcut bulunan Pontus Krallığı adına izafetle ve Pontus adı altında kendilerine mal etmek istiyorlardı. 11 Şubat 2001 tarihli gazetelerde ABD‘deki Rum lobisinin Kıbrıs‘ı birleştirme hedefine ulaşmak üzere ABD‘nin yeni başkanı George Bush‘u devreye sokma hazırlığına girdiğini gösteren haberler yer almıştır. Bu konuda hazırlanan bir mektup, Bush‘a verilmek üzere imzaya açılmış ve 45 Yunan milletvekili mektubu şimdiden imzalamıştır. Türk ve Türkiye düşmanlığını her fırsatta dile getiren Yunanistan, yine her zamanki gibi tarihi gerçekleri saptırarak Türkiye aleyhine yeni bir karar aldı. Karara göre, 14 Eylül, Türkiye‘nin Anadolu‘daki Yunanlılara uyguladığı soykırımı anma günü ilan edildi. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile varılan karar gereğince, 14 Eylül‘de Yunanistan resmi daire ve okullarında Türkiye‘nin Anadolu‘da, Yunanlılara uyguladığı soykırımı anma ve matem günü olarak kutlanacak. Karar Cumhurbaşkanlığı‘nın onayından çıkarak içişleri Bakanlığı‘na gönderildi. Kararın bu yıldan itibaren yürürlüğe girmesi bekleniyor. içişleri Bakan Yardımcısı Liapis Cunis, 14 Eylüllerde her ilin bayraklarla donatılacağını, tüm resmi dairelerin ışıklandırılacağını, ayrıca tüm Yunan okullarında öğrencilere soykırım ile ilgili geniş bilgiler verileceğini belirtti. www.turkalevi.com Bu, artık onların o dönemdeki müttefiklerince de kesin gerçekler olarak kabul görmektedir. Yunanistan, Türk-Yunan dostluğu konusunda gerçekten samimi midir? Türk kamuoyu bu sorunun kesin ve doğru cevabını bekleyecektir. Umalım ki bu bekleyiş boşuna olmasın.54 Aydın ve Yöresinde Yunanlılar Tarafından Yapılan Vahşet ve Zayiat. (işgal anında olup çekilmedeki zayiat bu rakamlara dahil değildir.) insan Ölü : 415 Yaralı : 22 Dayak ve işkence : 112 Beraber Götürdükleri : 42 Irza Tecavüz : 90 Bekâret Giderme : 14 Çocuk Düşürme : 13 Yakılan Binalar Ev : 28321 Mağaza ve Dükkân : 6965 Resmî Bina : 140 Dinî Bina : 91 Mal ve Eşya Koşum Hayvanı : 9146 Kesim Hayvanı : 18465 Ürün : 125613 Ton Zayiat Değeri Gayri menkul : 281.970.000 Osmanlı Lirası Mal ve Eşya : 67.045.061 Osmanlı Lirası Toplam : 349.015.061 Osmanlı Lirası55 1 Talat Yalazan, Türkiye‘de Yunan Vahşet ve Soy Kırımı Girişimi, II, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı Yay., Ankara 1994, 190. 2 Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, Sabah Yay., (Çev. Şerif Erol), İstanbul 1996, 63. 3 İbid. 4 Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri, (Çev. Cemal Köprülü) TTK. Ankara, 1971, 61. 5 Tansel, a.g.e., s. 164. 6 Selahattin Tansel, Mondros‘tan Mudanya‘ya Kadar, IV, Ankara 1974, 192. 7 Tansel, 204. 8 Tansel, 255. 9 Bu Konuda Geniş Bilgi için bak. Metin Ayışığı ―30 Ağustos Zaferi ve İstanbul‘daki Yankıları , Tarih ve Toplum, Eylül 1992, sayı: 105. 10 Hakimiyet-i Milliye, 2 Mart 1921, s. 140. 11 ―Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar‘da ve Anadolu‘da Yunan Mezalimi II, Başbakanlık Devler Arşivleri Gen. Müd., Osmanlı Arşivi Daire Başk., Yay., Ankara 1996, 263. 12 Hakimiyet-i Milliye, 10 Nisan 1921, s. 160. 13 Genelkurmay ATASE Başkanlığı, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Ocak 1992, Sayı. 93, Belge No: 2372 s. 46. Bu olaylardan bazıları için bk. Talat Yalazan, Türkiye‘de Yunan Vahşet ve Soy Kırımı Girişimi, I, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı Yay., Ankara 1994, Belge no: 10. 14 Talat Yalazan, II, 163. 15 Talat Yalazan, I, 37. 16 Yalazan, II, 161. 17 Yalazan, II, 163. 18 Yalazan, II, 163. 19 ―Arşiv Belgelerine Göre… , 65. 20 BOA. DH. KMS., D. 52-3, nr. 10. 21 Yalazan, II, 164. 22 Yalazan, II, 164. Sayfa 26 TÜRKÇÜ DÜŞÜNCE , TÖRE, TARİH VE EDEBİYAT DERGİSİ 23 Yalazan, II, 164. 24 Yalazan, II, 164. 25 Yalazan, II, 153. 26 Yalazan, I, 57-58. 27 Mısıroğlu, Kadir, Yunan Mezalimi, Türkün Siyah Kitabı, Sebil Yayınları, İstanbul 1969, 130. 28 ―Arşiv Belgelerine Göre… , 89-90. 29 Yalazan, II, 152. 30 Yalazan, II, 152. 31 Yalazan, II, 153. 32 ―Arşiv Belgelerine Göre… , 37. 33 Metin Ayışığı, ―Milli Mücadelede Manisa , Manisa Dergisi, Yıl: 1994, Sayı: 7 s. 12. 34 Ayışığı, aynı makale, s. 10. 35 Yalazan, 140. 36 Yalazan, 140. 37 Yalazan, 140. 38 ―Arşiv Belgelerine Göre… , 38. 39 M. V. Mazbataları, nr. 545 4 Kasım 1920. 40 Yalazan, II, 97. 41 Yalazan, II, 122. 42 Yalazan, II, 127. 43 Türk İstiklâl Harbi, II. Cilt, 2 nci Kısım, Genel Kurmay ATASE Yay., Ankara 1999, s. 477-488, Ek: 13. 44 Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi I, T. T. K. Yay., Ankara 1989, 51. 45 Paul C. Helmreich, 126. 46 27 Ağustos 1919 tarihli yazı. DH-KMS, D. 54–3, nr. 34. 47 Yalazan, I, 42. 48 Yalazan, I, 50. 49 Selahattin Tansel, Mondros‘tan Mudanya‘ya Kadar, IV, Ankara 1974, 82. 50 Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi I, 157. 51 Ayışığı, aynı makale, s. 13. 52 Selahattin Tansel, aynı eser, c. IV, s. 196. 53 ―Arşiv Belgelerine Göre… , 111. 54 Mustafa Tayla, Batı Anadolu‘da Yunan Mezalimi, Ankara 2001, 23. 55 Yalazan, 170. I. Belgeler Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Nezareti, Kalem-i Mahsus Müdüriyeti. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları–1920. II. Gazeteler Hakimiyet-i Milliye, 10 Nisan 1921. III. Eser ve Makaleler ―Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar‘da ve Anadolu‘da Yunan Mezalimi II, Başbakanlık Devlet Arşivleri Gen. Müd., Osmanlı Arşivi Daire Başk., Yay., Ankara 1996. Ayışığı, Metin ―30 Ağustos Zaferi ve İstanbul‘daki Yankıları , Tarih ve Toplum, Eylül 1992, sayı: 105. Ayışığı, Metin ―Milli Mücadelede Manisa , Manisa Dergisi, Yıl: 1994, Sayı: 1. Helmreich, Paul C. Sevr Entrikaları, Sabah Yay., (Çev. Şerif Erol), İstanbul 1996. Jaeschke, Gotthard Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çev. Cemal Köprülü) TTK. Ankara, 1971. Jaeschke, Gotthard Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi I, T. T. K. Yay., Ankara 1989. Mısıroğlu, Kadir, Yunan Mezalimi, Türkün Siyah Kitabı, Sebil Yayınları, İstanbul 1969. Tansel, Selahattin Mondros‘tan Mudanya‘ya Kadar, IV, Ankara 1974. Yalazan, Talat Türkiye‘de Yunan Vahşet ve Soy Kırımı Girişimi, I, II, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı Yay., Ankara 1994. Türk İstiklâl Harbi, II. Cilt, 2 nci Kısım, Genel Kurmay ATASE Yay., Ankara 1999. www.turkalevi.com Milli Şuur Uyanıklığı Millî şuur, bir milletin, kendini duyması ve bilmesidir. Hem duyguya hem de düşünceye dayanan millî şuur, bir milletin mânevî kuvvetlerinden en önemlisidir. Milletlerin hayatını koruyan dört savunma hattından en geride olanı yâni sonuncusu ve en mühimi millî şuurdur. İnsan uzviyetinin akciğer, karaciğer, kalp ve beyin nasıl dört önemli organı ise, bir milletin de ordu, bağımsızlık, dil ve milli şuur, dört büyük kalesidir. Bir millet, ordusunu kaybedebilir. Bağımsızlığını da kaybedebilir. Fakat, dilini sakladıkça, o millet yaşıyor demektir. Dilini kaybeden bir millet ölmüş sayılır. Buna rağmen bir millet, dilini zorlayıcı sebeplerle kaybettiği halde, milli şuuruna sahipse, o millet kendisine zorla kabul ettirilen yabancı dile rağmen, gerçek kişiliğini bilir ve günün birinde bu millî şuur sayesinde, öz dilini yeniden öğrenerek gerçek benliğine döner. Bunun en güzel örneği Lehistan Türkleridir. Türkçe”yi yüzyıllardan beri unutup Lehçe konuştukları halde Türklüklerini unutmamışlardır ve günün birinde Türkçe konuşacaklardır. Millî şuurun uyuşuk ve uyanık olması, milletlerin yaşama kabiliyetleri ile orantılıdır.Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde, yabancı unsurların borusu ötmez. İdâre işlerinin başına önemli yerlere yabancı soydan kimseler gelemez. Orada “bilim”, “milli menfaatin” emrindedir. Bilim, bilim için değil, milletin büyüklüğü ve şânı içindir. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde, millet, yabacıyı kendisinden saymaz. Yabancı soydan olanlar, vatandaş ve tebaa olsa bile, yine yabancı sayılır. Ona güvenilmez. Yabancılarla evlenilmez. Hele yüksek tabakada bu evlenme hiç görülmez. Kânunlar, yalnız milli menfaati korumak ve milleti yükseltmek için yapılır. Tarih, yalnız milli şân ve şeref bakımından ele alınır. Geçmişe sövülmez. Yabancı milletler ve kimseler millî kadroya sokulmaz. Geçmişi, mefâhiri, ahlâkı, aileyi, seciyeyi, erdemi, kahramanlığı, milliyetçiliği açıktan açığa veya sinsice baltalayan yazılara, eserlere, filmlere, piyeslere, konferanslara izin verilmez. Millete hitâp eden ve halkı terbiyede rol oynayan müesseselerin başına o milletten olan iktidarlı, ahlâklı ve zekî insanlar getirilir. Milli şuur uyanık olunca iltimas, rüşvet ve haksızlık kalkar. Hizmeti olanların hizmeti inkâr olunmaz. Tarihi şahsiyetlere gerçek değeri verilir. Ne ufacık kusurları yüzünden dev gibi adamlar küçültülür, ne de gerçeğe dayanmayan büyüklükler dolayısıyla ahlâksız insanlar devleştirilir. Avukatlar millete hakâret etmiş yabancıların savunmasını üzerlerine almaz. Soysuzlaşmış tipler, yarı çılgınlar, millî dili doğru dürüst bilmediği halde kendini gençliğin önderi sayan manyaklar ve budalalar, gazete ve dergilerde, kendilerinden daha kuvvetli olanlara, fikir ve ülkü savunması perdesi altında, kendi cüce şahsiyetlerinin reklamını yapamaz. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde doktorlar sahte rapor vermez. Okula gelmeyen öğrenci hastaydım diye yalan söylemez. Millî şuurun olduğu yerde hiçbir zaman yalan söylenmez. Kadınlar ve erkekler aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak kutlanır ve saygı görür. Milli renkler her zaman ululanır. Bayrak katlanmak için bile yere değdirilmez. Atalar mezarlarında hayvanlar otlamaz ve hele fâhişeler ve yabancı kanı taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsâmaha görmez. Küçük büyüğün, öğrenci öğretmenin, memur amirin aleyhinde söz söylemez. Kadınlara saygı gösterilir. Kadınlar kokotloşmaz. Öğrenciler, milli heyecanla coşan bir yürek taşır. Fakat ciddî ve disiplinlidir. Öğretmenler iltimas yapmaz. Öğrenciler kopya çekmez. Herkes hakkına râzıdır. Dün okula başlayanlar bugün üstadlık dâvâsına kalkmaz. Görev kutsal tutulur. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde, dil kıskançlıkla korunur. Dilin kurallarını ve sözdizimini bozmaya kalkıp bunun hakkında yazı yazan çılgınlar alkışlanmaz,aksine tımarhâneye sokulur. Herkes kendi keyfince bir imla kullanmaz. Millî şuur uyanık olunca başıbozuktan kurmay,vatan haininden profesör, hekimden dilci, cahilden müverrih, yabancıdan vekil, serseriden ülkücü çıkmaz. Millî şuur, bir ışıktır. Yurdu aydınlatır ve gizli köşelere sinmiş olan bütün akrepleri açığa çıkararak, karanlıkta iş görmelerine engel olur. İnsanda beyin ne ise, millette de milli şuur odur. Ciğeri, karaciğeri, hattâ bazen kalbi kurşunla delinen bir adamın yaşadığı görülür. Fakat beyninden kurşun yiyen bir insanın yaşamasına imkân yoktur. Bunun gibi bir millet de ordusuz ve bağımsız yaşayabilir. Hattâ dilini kaybetse de ölmeyebilir. Yeter ki milli şuuru olsun. Millî şuur, bir milletin yaşama ifadesi, hayat kaynağı ve en kuvvetli silahıdır. XX. Yüzyılda millî şuuru olmayan milletler yıkılmaya mahkumdurlar. Nihal ATSIZ, Kızılelma, 2 Ocak 1948, Sayı: 10 Sayfa 27