Köşe Yazıları – 24/07/2017 SABAH Umut Kemal’in ekmeği Engin Ardıç İki yıl sonra AKP'nin göstereceği cumhurbaşkanı adayı belli. CHP için ortaya atılan nafile isimler var ama Kemal Bey şapkasından "değişik bir tavşan" da çıkarabilir. Diğer adaylar önemli değil. HDP, ya CHP adayını destekleyecek ya da kazanması asla sözkonusu olamayacak sembolik bir adayla yetinecek, geçen seferki gibi. Bir önceki seçimde en az yüzde 5 oy almış her parti aday gösterebiliyor. Kazanamayacağını bile bile de olsa. "Miniklerin" böyle bir yetkisi yok. Fakat birkaç minik parti birleşip toplam yüzde 5 oranına ulaşıyorlarsa "ortak aday" da gösterebiliyorlar. Kazanmak falan sözkonusu değil ama maksat demokrasi olsun. "Münferit vatandaşlar" da aday gösterebiliyorlar. Öyle "kafana göre" değil tabii, en az 100 bin imza şart. Bu imzalar nasıl toplanacak? Vatandaş YSK'ya mektup mu yazacak? Elden ele dolaştırıp sonunda götürüp teslim mi edecekler? Yoksa noter kanalıyla mı dilekçesini gönderecek? İş tek bir notere bağlanırsa, 100 bin kişinin kapıda kuyruğa girmesi, ülkenin dört bin yanından kalkıp gelmesi mümkün değil. Yok eğer her noter yetkili kılınırsa, vatandaşa kolaylık olsun diye... Adam başı 60 lira yazıyormuş, 150 liraya da çıkabilirmiş. Toplamı da 15 milyon lira gibi yüksek bir bedeli buluyor. Kazanamayacağı belli nafile aday için 150 lirasını feda edecek her vatandaş buyursun. Yoksa "bir merkezden" mi karşılanacak bu masraf? Aday mı cebinden karşılar? 15 milyon lira Fetö'de var ama çıkarmaya büzük ister. Bu memlekette, siyasi partilerden başka, 100 bin imza toplayabilecek herhangi bir güç var mı? Ordu var ama onu geçiniz. "Sivil toplum örgütleri" falan diyeceksiniz, onların attıkları taş ürküttükleri kurbağaya hiçbir zaman değmemiştir. Bunlar, sesleri çok çıktığı için, ya da muhalif basın tarafından sesleri çok yükseltildiği için "bir şey" sanılan örgütçüklerdir. ("Ordu da bir sivil toplum örgütüdür" diyen manyaklar bile görülmüştür.) Hadi "Geziciler" bir aday göstersinler de kazansınlar bakalım! Hadi "Emek Sineması platformu", hadi... Hadi, Yakup müşterileri... Hadi meyhane sosyalistleri... Bu örgütler, bazı köşe yazarları tarafından "liberallik olsun için" ciddiye alınan ve desteklenen birtakım gruplardır. İçlerinde hangi babayiğit grubun 100 bin imzayı biraraya getirebileceğini biz de merak ederiz, başarabilirlerse alkışlarız tabii. Ama sonuç değişmez. 100 bin kişi, eski hesaba göre kabaca "iki milletvekili" gücündedir, Kızılmaske'nin ormanlarda on kaplan gücünde olması gibi!... Kazanması sözkonusu olamayacak "partilerüstü aday" için kim niçin imza zahmetine katlansın? Burada ancak "oyları bölüp seçimin ikinci tura kalmasını sağlamak" gibi, Kemal Bey'in de hayallerini süsleyen bir operasyon sözkonusu olabilecektir, o paranın kaynağı, değirmenin suyu da elbette sorulacaktır. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 Ufukları da umutları da bundan ibarettir işte: İkinci tura kalabilirse, hani belki bir mucize... Çünkü lider; kimi ne vakit, nerede değerlendireceğini bilen kişidir. STAR Bir davanın başarısı için ideallere sadakatle bağlılık kadar lidere inanmak ve güvenmek de olmazsa olmaz öneme sahiptir. En büyük makam milletin gönlü en büyük amaç Allah'ın rızası Mehmet Metiner Ölüme meydan okumuşsun. Ötesi var mı? Kefenini giyip çıktığında geri dönüp dönmeyeceğin belli değilken sonrası için hesap yaptığını veya beklenti içinde olduğunu söyleyenden daha alçak ve rezil kim olabilir? Kendi nefsini davasının üstünde görenlere dava adamı denmez. Kendi nefsine şu veya bu makam tevdi edilmediğinde egosu üzerinden liderine laf edenlere de dava adamı denmez. Kendini herkesten önce ve herkesten çok her göreve layık gören egosu şişkin kimseler dava adamı olamazlar. Dava adamı ol kişidir ki kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih eder. Makam-mevki beklentisi, ölüm karşısında anlamını yitirir. En azından kendisi için istediğini kardeşi için de ister. Ölümü ölümsüzlük bilenler için makam-mevki bir hiç mesabesindedir. Şahadeti en büyük makam-mevki bilenler için başkaca beklentiler düşüklük alametidir. Lideri kendisini bir makama getirdiğinde yağcılıkta ve bağlılıkta sınır tanımayan ama makamından veya görevinden alındığında liderini yerden yere çalanların bırakınız dava adamlığını, adamlığından şüphe edilir… Dava adamlarının kutsalı makam ve mevkiler değildir. Dava adamı, yapıp ettikleri üzerinden makam ve görev talep etmez. Dava adamları için kutsal olan esas aldıkları ideallerin hayat bulmasıdır. Dava adamı, yapıp ettiklerini anlatarak böbürlenmeyi veya başkaları üzerinde imtiyaz sağlamayı zül addeder. Makam ve mevkiler birer araçtır sadece. Dava adamları için görevin büyüğü küçüğü yoktur. Makamların yüceliği yoktur. Dava adamları liderinin verdiği her görevi sorgulamadan inançla yapar. Dava adamı kendi büyüklüğü üzerinden görev tartışması yapmaz. "Benim gibi birine bu görev nasıl layık görülür!" demez. "Onca yıl çalıştım. Karşılığı bu mu?" diyenlerin dava adamlığından şüphe edilir. Dava adamı her şeyi Allah rızası için yapar ve yapıp ettiklerinden dolayı kimseye, hele de liderine diyet ödetme yoluna gitmez. "Senin için ölmeye geldim. Karşılığı bu mu?" demeye getiren hiç kimse dava adamlığı bahsinde laf etmesin. Bizler değerimizi makamlarımızdan almayız. "Benim gibi birine şu makam nasıl verilmez!" demez zinhar. Bizim değer ölçümüz makamlar üzerinden şekillenmez. "Liderim neyi uygun görmüşse en doğrusu odur!" der. Bize makamlarımızdan dolayı değer verenlerin değer ölçüsü bizim değer ölçümüz değildir. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 Makamlar veya görevler üzerinden kendini en değerli veya en üstün gören egosu şişkin mütekebbirler sadece kendilerini tüketip giderler. İnsan; davası için de, sevdiği lideri için de ölür… Bunu göze alana yiğit denir. Bunu yapana hakiki dava adamı denir. Lakin bu yiğit dava adamları yapıp ettiklerinden dolayı zinhar bir beklenti içine girmezler. Dava adamları her şeyi Allah rızası için yaparlar. korkusuzca inenler kendi nefislerinin hesabını yapmazlar. Sonraki günlerin hesabını hiç yapmazlar. Ne mutlu davasının adamı olanlara! Ve ne mutlu davasının yiğit liderinin arkasında çıkarsız ve beklentisiz saf tutanlara! AKŞAM Allah rızasını değil de başka rızaları gözetenler kendilerini küçültürler. 15 Temmuz'un sonuçları - 3 Yeni bir toplumsal uzlaşma zemini Emin olun ki geldikleri veya getirildikleri hiçbir makam onları yüceltmez. Vedat Bilgin Kendi değerini sahip oldukları makamlarda arayanların veya sahip oldukları makamları kaybettiklerinde değersizlik hissine kapılanların gerçekte ne dava adamlığı bahsinde ne de değer bahsinde yeri vardır. Bizler böyle inanır böyle yaşarız. Siyasetimizi bu anlayış üzerine bina ederiz. *** Ama dışımızdan birileri, kendileri öyle oldukları için bizi de kendileri gibi zannediyorlar. O birileri zannediyor ki, bizim bütün çabamız makam-mevki elde etmek ve daha fazla yükselmek içindir! Bilsinler ki bizim için en yüce makam, milletin gönlüdür. En büyük amaç ise, Allah'ın rızasıdır. Çok şükür yapıp ettiklerimizden dolayı böbürlenenlerden değiliz. Hamdolsun bir beklenti için siyaset yapan namertlerden değiliz. Biz davamız ve liderimiz için “ ölümüne” diyenlerdeniz. O alçaklar şunu bilsin ki ucunda ölüm olan bir yola koyulanlar veya ölümün at koşturduğu meydanlara Türkiye’ nin 15 Temmuzda yaşadığı olayın bir yönü ihanet içindeki bir güruhun darbe girişimiyse bir başka yönü daha önemli olanı ise buna gerçek anlamıyla bir ‘ halk ihtilali’ ile verdiği cevaptır. Modern zamanlarda böylesine kanlı bir askeri darbe girişimine, üstelik dışarda hazırlanan bir operasyonun uzantısı olarak uygulamaya sokulan bu ihanete, böyle bir karşılık verilmesinin bir benzeri yoktur. Burada üç önemli olgu vardır: İlki halkın bu süreçte ortaya koyduğu tavırdır. İkincisi, küçük grupçuklar hariç bütün siyasi parti, düşünce ve inanç/görü ş farklılıklarını bir yana bırakarak kolektif bir bilinçle ülkeye, rejime, devlete sahip çıkılmasıdır. Üçüncüsü ise, bu örgütün karşısında yer alan asker ve polisin halkıyla aynı noktada buluşmasıdır. Kurumsal olarak ordunun bu tavrı alması hayati öneme sahiptir ki Genel Kurmay Başkanı Akar, geçtiğimiz günlerde bunu ‘ Türk ordusu milletinin emrindedir’ diyerek demokratik bir devlet düzeninde ordunun konumunu açıkça ortaya koymuştur. DEVLET NEREDE DURUYOR? AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 “ Türk toplumunun yaşadığı temel sorunlardan biri ‘ devlet’ vasıtasıyla siyasal, zihinsel, kültürel olarak bölünmüşlüğüdür.” Bu sürecin üzerinde durulması gereken birçok problemi bulunmaktadır fakat hepsinin gelip dayandığı yer devletin topluma karşı baskıcı bir konumda kalması ve topluma müdahale edecek araçlara sahip olmasıyla ilgilidir. Bu araçlar ideolojik olduğu kadar, fiziki olarak da oldukça güçlüdür. Ordu, resmi eğitim anlayışı, ideolojik yargı mekanizması bizatihi devletin ideolojisi ve Bu sorunların bilhassa Türkiye’ nin sanayileşmeye doğru adım atmaya başladığı 1970’ li yıllarda yoğunlaşması tesadüf değildir. Bu sürecin aynı zamanda tarımsal yaşamanın merkezinde yer alan kırsal/köylü yapının dönüştüğü hızlı şehirleşme döneminde yaşandığı düşünülürse, nasıl bir toplumsal çözülme tehlikesinin habercisi olduğunu tahmin etmek kolaylaşacaktır. Bu sorunlar arasında, devletin topluma yabancılaşması, ‘ siyasal alanla’ ‘ sivil toplumun’ kopukluğu; geleneksel onun fiili aktörleri olan kadrolar topluma karşıdır ve onu dönüştürme hakkını ellerinde bulundurmaktadırlar. Bu durumda temel meselenin kurumların anlam ve işlev kaybının ortaya çıkması, sınıflaşma ve bireyleşme süreçlerinde ihtiyaç duyulan dayanışma ruhunu yaratacak ‘ demokratikleşme’ olduğu açıktır. mekanizmaların eksikliği sayılabilir. Milli Mücadele sonrası devletin zamanla kuruluş felsefesi diye tanımlanabilecek Kuvva-i Milliye ruhundan uzaklaşarak otoriterleşmesi, bürokratik baskı düzenin kurulmasıyla birlikte devlet ve toplum arasındaki ihtilaf giderek çatışmaya dönüşmüştür. Bu sorun 1950’ den sonraki bütün 15 Temmuzda ortaya çıkan birlik dayanışma ruhu, devlet ve toplum arasındaki ihtilafları ortadan kaldırmaya dönük demokratikleşme süreçlerinin çözmeye çalıştığı sorunların daha üst düzeyde aşılmasını sağlamıştır ki bu yeni bir uzlaşma zeminidir. demokratikleşme çabalarına rağmen arka arkaya gelen askeri darbelerle tahkim edilerek yaşamaya devam etmiştir. “ Bu durum, parçalı bir toplumsal yapı üretirken toplumun entegre edici değerleri bizatihi devlet tarafından zayıflatılarak etkisiz hale getirilmiştir. Toplumsal olarak entegre edici işlev gören tarih bilinci, inançlar, yardımlaşma, dayanışma kurumları hatta ahlak, normatif düzen gibi soyut ilkelerin ‘ anlam dünyasını’ tasfiye etmeye dönük politikaların devlet eliyle uygulanmasının önemli sorunlara yol açması kaçınılmazdır. “ 15 Temmuz sonrası sadece ‘ devlet’ ‘ toplumla’ barışmamış, toplumsal alanda yeni bir kimlik bilinci meydana gelmiştir. Bu bilinç etnik kimliklerin, mezhep/inanç kimliklerinin üzerinde olduğu kadar, toplumsal farklılaşmaları yok sayan değil, aşarak entegre eden bir bilinçtir. Bu bilincin üzerinde yeni bir uzlaşma zemininin oluştuğunu görüp buna uygun yeni bir dile sahip olmanın önemini anlamak Türkiye’ nin yeni değişim gücüdür.” YENİ Bİ R GÜÇ KAYNAĞI AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 AKŞAM bozulmuş bir Türkçeyle aşağılayıp “ gitme” üzerine bir sohbete girişiyorlar. Gitme halleri... Markar Esayan Gerçekten çok güzel bir ülkemiz var. Dünyanın pek çok yeri, hatta görebildiğim kadarıyla her yeri de yine çok güzel. Ama Türkiye bizim doğduğumuz, bize ait olan, bizim ait olduğumuz vatanımız. Bu başka türlü bir şey. Ülkemizi, vatanımızı her yerden çok daha güzel yapan şey de bu. Ne kadar “ Ben dünya insanıyım” derseniz deyin, kazın ayağı hiç öyle değil. Birkaç dili mükemmel konuşup, hali vakti yerinde bir hayata sahip olsanız bile, gurbette taşın yerinde ağır olduğunu ya hasretle, ya da bir dürtmeyle hatırlarsınız. Yakın bir akrabam uzun yıllar bir gurbet ülkesinde yaşadıktan sonra kesin dönüş yaptı. “ Neden?” diye sorduğumda “ Bana ait hiçbir şey yoktu ve buna rağmen orada yaşamaya devam etmek bana bir an çok saçma geldi” demişti. Oysa hem oraya gitmek, hem de kalabilmek için ne kadar gayret sarf etmişti… “ Elimde imkan olsa, ülkelerinden şikayet edenleri,n ülkelerini terk etmeyi düşünenlerin yurtdışında birkaç yıl yaşamalarını sağlardım” diyor bu akrabam. Çünkü hiçbir şey uzaktan göründüğü veya bizim estetize ettiğimiz gibi değil. İçine girip bakmak gerekiyor. Şu bizim beyaz Türkler’ de de bir “ gitme” sevdasıdır başladı. Erdoğan’ ı linç etmediklerinde ülkelerini yerin dibine batırıp, “ göbeğini kaşıyan” vatandaşı gevrek bir ses tonuyla, özellikle İnsan da Türkiye 2001’ e kadar Norveç filandı da, AK Parti 15 yılda Mozambik’ e çevirdi sanır. (Mozambiklilierden özür dilerim.) “ Nedir bu çıldırma hallerimiz, biz neden kafayı sıyırdık” diye sormuyorlar da kendilerine. Cem Yılmaz’ ın o şovunda olduğu gibi “ Benim hallerim var gelmeyin üzerime” durumundalar. Neden sormuyorlar? Dün neden sormuyorlarsa, bugün de o yüzden sormuyorlar. Dün de gerçekliği reddediyorlardı, bugün de öyle. Reddetme durumu aynı, nedenleri farklı. Dün iktidarı ellerinde tuttukları için gerçekleri reddediyorlardı, bugün paylaştıkları veya yitirdikleri için… İşin darbe şakşakcılığından PKK sempatizanı olmaya varan halleri bu irrasyonalite sayesinde oldu. Aranan ulusalcı darbe bulunamayınca, artık FETÖ vs. kim varsa dost bellendi. 15 Temmuz’ u es geçen TÜSİAD, KK’ nın ayakkabısını müzelik yapan Koç... Peki bu saçmalık nereye kadar devam edecek? Bu güzel ülkede birçok yaşam biçimi var. Birçok toplumsal kesim… Biz imparatorluk bakiyesiyiz. Bunun ne anlama geldiğini pek düşünmüyoruz. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 Her yaşam biçimi saygıdeğerdir. Bunlar üzerinden iktidar kurmaya çalışmak ise intihar… Bu saçmalığa bir son vermenin zamanı gelmelidir. Dünyada saklı bir cennet yok. Sahte cennetler ise cehenneme dönmek üzere. Yaşamı anlamlı kılan kendi evimizi derleyip toparlamaktır. Böylelikle komşularımıza da hem örnek hem de destek olabiliriz. Aptalca şeylerle vakit kaybetmeyelim. YENİ ŞAFAK Kudüs ve aşk Aydın Ünal Tokyo’dan Los Angeles’e, Pekin’den Santiago’ya, Johannesburg’dan Kazan’a kadar Türkiye dışında 100’den fazla şehre gittim. Mekke, Medine, Şam, Bağdat, Kahire, Saraybosna, Üsküp, Mogadişu, Sana, Kabil gibi Müslüman şehirlere gitmek de nasip oldu. Ancak, Kudüs’e hiç gitmedim; Allah nasip etmedi. İki ay kadar önce, Ürdün’ün başkenti Amman yakınlarında, Lut Gölü’nün doğu kıyısına oturdum. Karşı taraf Filistin’di. Eriha şehri çok net görülüyordu. Güneş Filistin Dağları’nın ardında kaybolunca, Kudüs’ün ışıkları da görülmeye başladı. Saatlerce, saatlerce oturdum orada. atılmıştı. Hazreti Yakup, işte buralarda, iki gözü iki çeşme, biricik oğlunu beklemişti. Hazreti Ömer şu topraklardan geçip Kudüs’ü fethetmişti. Ebu Süfyan ile Amr bin As şu önümdeki topraklarda buluşmuşlardı. Kadı Saad El Haravi’nin 1099’da Bağdat’ta, Halife’nin sarayındaki o meşhur nutkunu hatırladım sonra: “Suriye’deki kardeşlerinizin deve eğeri veya akbabanın midesinden başka oturacak yerleri yokken, siz uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, çehrelerini utançtan elleriyle örtmek zorunda kaldı” demişti Kadı Haravi. Etkili nutuk karşısında gözyaşı dökenlere ise “Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında, insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir.” Bundan 918 yıl önce, 1099 yılında, yine bir 15 Temmuz günü, hem de yine bir Cuma günü, Haçlılar şuradan, kuzeyden gelmiş, Kudüs’ü işgal etmiş, Kudüs sokaklarında günlerce Müslüman kanı akmıştı. Nurettin Zengi’nin yetiştirdiği Selahattin Eyyubi de işte buradan geçmiş, Kudüs’ü fethetmiş, büyük utanca son vermişti. Selçuklu orduları, Memluk askerleri işte şu görünen topraklardan geçip Kudüs’e girmişlerdi. Yavuz Sultan Selim de buradan geçmişti. Sultan Abdülhamit, gözü gibi koruduğu Kudüs’e İstanbul’dan, işte şu kuzeydeki demiryolunu inşa etmişti. Enver Paşa, o demiryolundan gelip önce Kudüs’ü, sonra Medine’yi ziyaret etmişti. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hazreti Nebi’nin Mirac’a yükseldiği, etrafı bereketlendirilmiş şerefli Kudüs işte orada bir yerdeydi. Cemal Paşa buradan, Zeytindağı’ndaki karargahından çıkıp, Müslüman Kudüs’ü İngilizler’e bırakıp Beyrut’a çekilmişti. Mustafa Kemal Osmanlı ordusunu buradan alıp Anadolu’ya ricat ettirmişti. Hazreti İbrahim buralardan geçmişti. Hazreti Yusuf işte buralarda bir yerde kuyuya Allenby, şimdi kendi adını taşıyan, şu yukardaki köprüden geçip, rivayete göre AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki mezarı başına varıp, “atalarımın intikamını aldım ey Selahaddin” demişti. İnsanlık tarihinin en önemli olayları işte şu önümde yaşanmıştı. En kutlu zaferler de, en hazin yenilgiler de burada tadılmıştı. Müslümanların izzet ve şerefine en ağır darbe burada, bu önümdeki topraklarda vurulmuştu. Önümde, güneşin son kızıllıklarının da solmaya başladığı topraklarda esir alınmış, işgal edilmiş Kudüs ve çiğnenmiş onurumuz vardı; arkamda ise, artık karanlığa gömülmüş topraklarda, Kudüs ve Filistin manzaralı 5 yıldızlı otellerde gece hayatına hazırlanan “Müslümanlar” vardı… Selahaddin Eyyubi’nin o vurucu sözlerini hatırladım sonra: “Frenklere bakınız! Biz Müslümanlar cihat için hiçbir heyecan taşımazken, Frenkler’in dinleri için nasıl da canla başla savaştıklarını görünüz!” Tam da orada, şahsi, bencilce bir karar aldım: “İşgal bitinceye kadar Kudüs’e gitmeyeceğim.” “BM’den, Avrupa Birliği’nden, yani Frenkler’den merhamet dilenmeyeceğim. İsrail vizesiyle bu aziz şehre girmeyeceğim. Gitmek isteyeni teşvik ederim, ‘Kudüs’ü yalnız bırakmayın’ diye avunurum, ama Kudüs’ü kendime bir turistik ‘destinasyon’ yapmayacağım” dedim. Filistinli kardeşlerim bir tutam Kudüs toprağı getirip, “İşgal bitince bunu Kudüs’e geri götürün lütfen” demişlerdi. Hüzünle bakıyorum o toprağa, umudumu muhafaza ediyorum, “Allah ömür verse de emaneti yerine teslim etsem” diye dua ediyorum. Kim bilir, bir Nurettin Zengi çıkar, bir Selahaddin Eyyubi çıkar, Türk, Kürt, Arap yeniden ittifak yapar da, Kudüs’ün yolları yeniden açılıverir. Gırnata’ya uzaktan bakıp ağlayan sultana annesi, “bir erkek gibi savunamadığın şehrin için şimdi bir kadın gibi ağlıyorsun” demişti… Kudüs için de ağlamayı bırakıp, Kudüs’ü dert edinsek, Kudüs’ü aşk edinsek, Kudüs’ün yaralı onurumuz olduğunu bir idrak edebilsek, inanın her şey değişecek. Frenk Kudüs’le doymaz; Mekke’ye yöneldiğinde ise, bakarsınız bir Selahattin çıkmaz. Allah yüz çevirmeden, uyanalım Allah aşkına, Kudüs aşkına… YENİ ŞAFAK Mescid-i Aksa bize sesleniyor Yasin Aktay “ Zaman daralıyor ve acil bir şeyler yapmak gerekiyor.” Genel yayın yönetmenimiz İbrahim Karagül’ün dünkü yazısında duyurduğu, İslam Dünyasının tamamını bekleyen tehlike adım adım yaklaşıyor. Yaklaşmak ne kelime, tehlike geldi çattı. İsrail’in Müslüman dünyada bir hayatiyet işareti olup olmadığını yoklamak üzere son günlerde cüret ettiği küstahlıklar da bu tehlikenin sinyallerini veriyor. İslam dünyasının kendi içindeki dağınıklığı, hiçbir hayırlı konuda hiçbir etkili ittifak ve işbirliğine yönelmiyor oluşu, Müslüman toprakları da İslam’ın mukaddesatını son derece korunaksız, saldırılara ve işgale açık kılıyor. Daha önce Körfez ülkeleri artı Mısır’ ın Katar’ a karşı oluşturdukları ittifak ve hamlenin zannedildiğinden daha büyük gelişmelerin habercisi olduğunu ve önlem alınmazsa bu tehlikenin öncelikle bu ittifakın kapısını çalacağını söylemiştik. Bugün Irak, Suriye, Yemen Mısır ve Libya’da yeterince büyük sorunlarımız var.. Bu sorunlarımıza yeterince eğilmediğimiz sürece her bir ülkedeki gelişmeler eninde sonunda gelip bütün İslam Dünyasını vuruyor. Buralarda İslam ülkeleri birbirlerine karşı mevziler kazanmaya, başkalarının mevzilerine tahrip etmeye çalışırken topyekün tahrip AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 ettiklerinin kendi güvenlikleri, kendi varlıkları olduğundan haberleri bile yok. İslam ülkelerini birbirlerine karşı kışkırtan her türlü girişime, söyleme ve faaliyete kuşkuyla bakmak gerekirken ne yazık ki İslam ülkeleri her türlü kışkırtmaya çok teşne. Müslüman ülkeler arasındaki rekabetten, çatışma ve gerilimden tarafların hiç birinin karlı çıkmayacağını görmeleri gerekiyor. Batılılar ve İsrail’in her kesin mutlu yaşayacağı, insan onuru ve haklarına dayalı bir dünya aradıkları falan yok. Tek düşündükleri kendi çıkarları ve egemenlikleri. ABD Başkanı Trump’ın bütün Körfez ülkelerini nasıl aşağıladığını, onların “egemenlik hakkı” ile nasıl dalga geçtiğini, isteyen internet üzerinden indirip izleyebilir. Körfez ülkelerinin, Irak’ ın petrolüne, hem de bedavadan talip olduğunu ve buna zaten haklarının olduğunu söylerken izleyin. O söylemde, o tavırda insani ve sözümona “çağdaş” değerlerden nasıl fersah fersah uzaklaştığını gizlemeye gerek bile görmüyor. tecavüz eden İsrail’ in en büyük gücü, elbette kendi askeri veya insani gücüne değil, Müslümanların bu kayıtsızlıkları, ilgisizlikleri ve birbirleriyle olan rekabetlerine dayanıyor… İslam ülkeleri arasında baş döndürücü silahlanma yarışında öne çıkanlar var. Nüfusları kadar servetleri de İsrail’in servetini bilmem kaça katlayan bu ülkeler ne yazık ki, İsrail’in bu tecavüzlerine ses çıkarmıyor. Servetleriyle ortaya koydukları görkemli lüks yaşamları onların gücünü değil sadece ayıplarını açığa vuruyor. Kudüs işgal altındayken, her gün Siyonistlerin küstahça tecavüzlerine maruz kalırken üzerine kuruldukları görkemli, şatafatlı saltanatlar ve lüks hayatları sadece ayıplarını ve günahlarını büyütüyor. Kudüs bütün ümmetin namusudur ve bu namusun sorumlusu herkesten önce Müslüman halkların yöneticileridir. Çünkü Müslüman halklar bu çiğnenen namusun ıstırabını yaşıyorlar ve yöneticilerinin de aynı ıstırabı duymalarını bekliyorlar. Suriye’den Irak’a, Yemen’den Libya’ya, Myanmar’dan Mısır’a İslam dünyasının her bir yanı bütün Müslümanların ortak bir anlayış ve işbirliği içinde olmasını zorunlu kılıyor. Sorunlarımızın üstünden başka türlü gelme ihtimali yok. Doğrusu tarih gerçekten de tekerrürden ibaretmiş. Bu coğrafya hep aynı olaylara, aynı ihanetlere ve aynı mücadelelere sahne oluyor. Arzu edenler İmaduddin ve oğlu Mahmut Nurettin Zengi’ nin akabinde Selahaddin Eyyubi’nin döneminde Kudüs işgal altındayken ve bu sorun aslında bütün Müslüman halklar için bir şeref meselesi iken Müslüman beylikler arasında yaşanan rekabetin tarihine bakabilir. Rekabetin konusu bazen Kudüs’ü kurtarma şerefine kimin sahip olacağı ve bu sayede gücüne güç katacağı meselesi olarak bile çıkar. Ama emirler nihai planda Kudüs’ü kurtarmanın sağlayacağı prestiji ve iktidarı rakiplerine kaptırmamak için öne çıkanlara karşı Haçlılarla ittifak kurmaktan ve bu konuda öne çıkanları Kudüs’ü kurtarma misyonundan engellemek için ihanet etmekten bile geri durmamıştır. Bir buçuk milyarlık İslam Dünyasının varlığına rağmen bugün Müslümanların en mukaddes şehri Kudüs’ü işgal altında tutup, her gün Müslümanların mukaddesatına Tabi bu süreçte kiminin de hiç Kudüs diye bir derdi olmamıştır. Selahaddin’in o zaman bütün beyliklere resti, “Kudüsünüz, namusunuz, Haçlı işgali altındayken, hangi şerefinizin, hangi Bu bakış açısı sadece İslam dünyasına değil bütün dünyaya büyük bir tehdittir ve aslında baştan itibaren Ortadoğu politikalarına yön veren temel zihniyet ve duygu bundan başkası değildir. Bu bakış açısı herkesten önce kendisiyle işbirliği yapanlara büyük tehdit. Hele bu işbirliği içinde, bu müttefikin yardımı veya teşviki ile başka bir İslam ülkesine cephe açmak… Bugün coğrafyamızda yaşananın özeti ne yazık ki bundan ibaret. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 iktidarınızın davasını güdersiniz?” şeklide olmuş ve fetih ona müyesser olmuştu. İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasına yol açan hadise 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın kundaklanması olmuştu. Bu kundaklama o günlerde İslam Dünyasında yine iyi kötü bir hayatiyetin varlığını kanıtlamıştı. Bugün İsrail’ in bu saldırganlığını ve tehditlerini İslam dünyasının toparlanması için bir vesile kılmak da elimizde.Yeter ki, İslam ülkeleri kendi ulusal veya bireysel hesaplarını bir kenara bırakıp Müslüman dünyanın topyekün kader birliğini görsün. Aslına bakarsanız, Mescid-i Aksa’ nın sahibi yüce Allah, onun bizim korumamıza da ihtiyacı yok. Ama onun içinde bulunduğu durum İslam dünyası için bir uyarı, bir davet. Mescid-i Aksa için tavır koymaya ihtiyacı olan biziz. Kalb Mescid-e Aksa için attığında insan kalbi olur. Mescid-i Aksa bugünkü haliyle bize çağrıda bulunuyor. Bizi insanlığımızdan çıkaran, bizi birbirimize düşman kılan ihtiraslarımızdan sıyrılıp yükselmeye davet ediyor. Ne mutlu icabet edene. YENİ AKİT “Gülen” ve “Gülenist”lerin psikolojisi! Abdurrahman Dilipak Size bu “ Cemaat” denen yapının “ Ruh hali” nden, (haşa) “ Ruh hastalığı” (!?)ndan söz edeceğim. Ruh hasta olmaz. O Allah (cc)’ den bir nefhadır. Mükemmeldir. Bizim tüm sırlarımızla birlikte geldiği yere geri dönecektir. Hasta olan canımız, nefsimiz, aklımız olabilir. Hasta eden de mikroplar olduğu gibi, Hannas’ ın vesvesesi, şeytanın iğvası müfsit insanların ifsadı olabilir.. Peki, FETÖ’ cülerin halini neyle izah edeceğiz? Bir yanı ile “ akıllı” gibi görünen bu kişilerin “ akılsızca” işlerini nasıl anlayacağız, nasıl açıklayacağız? F. Gülen “ hasta” biri, şizofren bir megaloman. Bir psikopat. Belli merkezler onu kontrol altında tutuyor.. Onun peşinden gidenlere gelince, onların hali yürekler acısı. Profesyoneller ve kriptoları ayrı bir kategoride değerlendirmek gerek.. Birileri “ iş” ini yapıyor, ya da “ rol” ünü oynuyor. Gerçekten bu işe inanan, profesyonel ve kriptoların oyuncağı olan onbinler var. Profesyoneller ve kriptolar, rüyalar uyduruyor, bir takım “ meczuplar” (hipnoz edilmiş ya da katolipnotizma ile kendilerini hipnoz etmiş olabilirler) sözkonusu “ cemaat” olunca kişilik değiştiriyorlar. 2. kişilikleri söz konusu olduğunda orada akıl yok. Her şeyin bir bahanesi var.. “ Hz. Yusuf’ un imamlığında namaz kıldık diyorlarsa o da o sırada oradadır ve kendisi de görmüştür” . Görmeyen de zaten görmediğini söyleyemez. O günahkârdır. Kalp gözü kapanmıştır. Şimdi bu günahı bir sır gibi saklayarak tevbe etmesi gerekir.. Herkesin gördüğü bir şeyi o görmemişse bu onun zaafıdır. Yeni bir yanlış onun 2. bir şefkat tokadı yemesine vesile olabilir.. Abileri, cezaevi imamları kendilerine bir şey söylüyorsa, bunu sorgulayamazlar, o “ büyük imam” dan, peygamberden, Cebrail’ den gelen bir haber olabilir. Bu sırrı sorguladıklarında yanarlar.. O sırra vakıf olmaları için sır tutmayı bilmeleri, sabırlı olmaları ve kendilerine gösterilen yolda yürümeye devam etmeleri gerekir. Bilmezler ki, “ keramet” zannettikleri şey, Rubin’ in katiplerinin uydurduğu senaryolardan başka bir şey değildir.. Kalkancı tarikatının kerametlerini de Sisi ve T. Güney uyduruyordu. Bunların anlattıklarının bir kısmı Hannas’ ın vesvesinden başka bir şey değil. Bir kısmı ins ve cin şeytanlarının uydurulmuş dinlerinin menakıp kisvesine sokulmuş hikâyeleridir. “ Sakınalım ki şeytan bizi AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 Allah’ la aldatmasın” . O peygamber sözlerini değiştirip Peygamberle, içi boşaltılmış menakıplarla bir alimin, şeyhin sözü ile de gelebilir. Nefsini şeytana satmış insanların şerrinden Allah’ a sığınalım. Akıl ve nefs işbirliği yapar ve dünya nimetleri karşılığında şeytanla işbirliği yaparlarsa işte sonuç bu olur. FETÖ’ cülerin dini, “ dine karşı bir din” dir.. Onlar insanlara yeryüzünde bir cennet ve ebedi bir hayat vadediyorlar.. “ İmam” larının izinden giderlerse, dünya nimetleri de, cennet de kendilerinin olacak. Bunun içir ağır bir bedel ödemelerine gerek yok. Dünya da, ahiret de kendilerinin olacak. “ Tabi” olurlarsa, eş-iş her şey onları bulacak. Onlar bir şeyi aramayacaklar, o şey kendilerine gelecek, ikram edilecek. Başarı, söz dinleyenlere abileri, ablaları tarafından armağan edilecek. Kaybetmek ve bedel ödemek yok! Bunlar böyle bir dine inanıyorlar. Bakın, bu yolu Amerikalılar bulmadı. Bu hep vardı. Böyle bir teoloji var. Şunu görelim bu teoloji, İslam toplumunda yaygın. Bunu batı icad etmedi. Batı bunu kullanıyor.. Bu sapma hep vardı. Şia’ da da var, Sünni-Sufi gelenekte de var, Selefi gelenekte de var. Şunu görelim, şeytanın varlığı günah işlememizin bahanesi değildir ve olamaz. “ İnni küntü minezzalimin” diyen bir peygamber var, ama kendi, lideri-şeyhi ve örgütü üzerine toz kondurmayan bir topluluk var.. Sorgulanan dinimiz değil, nefsimizdir.. Her nefs bu anlamda bir risk taşır, peygamberler müstesna! Herkes FETÖ’ yü sorguluyor da, kimse kendi nefsini sorgulamaya yanaşmıyor. Hatta birileri bunu sadece FETÖ ile sınırlı tutup, oraya hapsetmeye çalışıyor. FETÖ’ den kurtulsalar, sorun çözülecek sanki. Sanki şeytan tatile çıkacak. Bu da şeytani bir oyun gibi. FETÖ giderse şeytan METÖ diye kılık değiştirir geri gelir.. ABD-İsrail vd. bütün yumurtaları tek sepette toplamadı. Diğer yapılarda da bu tür kriptolar hazır bekliyorlar.. Bakın, bu FETÖ’ cülerin itirafçılarının bazıları bile örgütlenmiş vaziyette. Bunların örgüt hiyerarşisi dışında bir hayatları yok. İfadeleri bile kendilerine ezberletilenden ibaret. Bazıları çocukluğundan beri bu yapının içindeler. Bunlar akvaryum balığı gibi. Bunlar denizde, ırmakta, barajda, gölde yaşayamazlar. Öğretilen dışında bir dinleri, mezhepleri, ideolojileri, siyasi tercihleri yok. Onların kader gibi kabul ettikleri bir rolleri var ve o rolün dışında bir hayatları yoktur. Öğrenilmiş ve örgütlenmiş bir zorunlu bir çaresizlik ya da umutları vardır. Onlar için hayat budur! Onlardan bu işten vazgeçmelerini istediğinizde, dinlerinden, dünyalarından vazgeçmesini istiyorsunuz. Her şeyi reddetmeleri gerektiğini istiyorsunuz. Dinleştirdikleri ideolojileri var. Aslında bu bir ideoloji de değil. Bunların iradeleri de yok. Bunu ilahi bir planın parçası kabul ediyorlar. Bu anlamda kendilerini kutsuyorlar. Kendilerini üstün görüyorlar. Mesela bugün başlarına gelenleri, kendilerini Hz. Yusuf’ la özdeşleştirerek anlamaya çalışıyorlar. “ İmam” lar bu sorunu “ Medrese-i Yusufiye” , “ Sabır” ve “ Çile” motifi ile aşmaya çalışıyor.. Şimdi, yavaş yavaş bunlar, ABD’ deki dostlarını sorgulamaya başlıyorlar. Bunlar “ Ehl-i kitap” mı? Bu ABD’ deki dostlar Habeşistan Kralı Necaşi’ ye benziyor mu? Kapitalizm, Emperyalizm, Siyonizm, PYD ve PKK ile yapılan işbirliği, diyalog ve hoşgörünün akıbeti gibi konular akıllarında cevapsız sorular olarak duruyor. Ama bu durum “ şüphe” ler, Gülen’ e “ Şüphesiz iman düzeyinde bir bağlılık” ile ters düşüyor. Bize denmemiş mi idi, “ Din büyüklerinizi ilah ve Rab edinmeyin” diye! Hani aklımızı kiraya vermeyecektik! Bana kalırsa, FETÖ’ nün siyasi sonuçlarından daha tehlikeli bir boyutu var, o da FETÖ’ den çok daha yaygın olan, ezoterik bir din olan “ Dine karşı AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 din” dir. Bu sahte din, sahte bir Mehdiyet ve Mesihiyet ve kıyamet teolojisi ile bütünleşerek ezoterik bir dine dönüşüyor. Kibriti gözümüze çok yaklaştırınca, arkasında kocaman bir ormanı kaybedebiliriz. Bu tehlike FETÖ’ den kaynaklanan siyasi tehlikeden daha büyük ve bu ifsat hâlâ büyümeye, yayılmaya, derinleşmeye devam ediyor. Deşifre olmamış FETÖ’ cüler de bu tür ortamlarda kendilerine sığınma alanı buluyor ve ifsat faaliyetlerini burada sürdürüyorlar. Selam ve dua ile.. YENİ AKİT Cumhuriyetçiler, tahliye beklerken bile ihanetlerini sürdürdüler! Ali Karahasanoğlu Bugün önemli bir davanın duruşması var.. Cumhuriyet gazetesinin yöneticileri ve bazı çalışanları, tutuklandıktan sonra ilk defa hakim önüne çıkacaklar.. Böylesi önemli bir günün arefesinde.. Savcının iddianamede insaflı davranarak.. Suçlamayı “ örgüt üyeliği” değil.. “ Örgüt üyesi olmaksızın örgüt yararına faaliyet” olarak göstermesi karşısında.. Sanıkların ve sanıkların mensubu bulunduğu gazetenin bazı noktalardaki muğlaklığı, aydınlığa kavuşturmasını beklerdim. Kendisi hangi mavalı okursa okusun.. İddianameyi hazırlayan savcının da.. Cumhuriyet okurlarının da.. Hikmet Çetinkaya’ yı tanıyan herkesin de.. Merak ettiği bir gerçeğin sebebinin izah edilmesi gerekirdi.. Nedir o gerçek? FETÖ’ nün henüz daha örgüt eylemlerini hayata geçirmediği dönemde, en ağır suçlamalarda bulunan Hikmet Çetinkaya’ nın.. FETÖ’ nün örgüt olduğunu gösterdiği.. Darbeye imza attığı.. 17 Aralık girişiminden.. Ve 15 Temmuz kanlı darbe girişiminden sonra.. Nasıl olabiliyor ise... Sebebi ne ise... Bu örgüte karşı, eski “ saldırgan tavrı” yerine, büyük bir “ nezaketle yaklaşması” ndaki tavır değişikliği.. Bizim bu konuda bazı tahminlerimiz var ama.. Büyük ihtimalle, Hikmet Çetinkaya’ nın, büyük bir açığının örgüt tarafından yakalanması sonrasında.. Kendisinin altında kaldığı.. Ve şu anki yazılarını, o şantaj altında, mecburen örgüte sempatik yaklaşım göstererek yazdığını düşünüyoruz ama.. Kendisinin de.. Bu “ U dönüşü” hakkında bir izahat getirip, hem kendisi açısından.. Hem de gazetesi ve gazetedeki diğer arkadaşları açısından.. Kafa karışıklığını gidermesi gerekirdi.. Hikmet Çetinkaya, bu konuda akıllara ziyan bir sessizlikle.. “ U dönüşü” nü perdelemeye.. Üstünü örtmeye çalışıyor.. Zannediyor ki, konuşmayarak, yazmayarak, bu “ U dönüşü” unutulur. Unutulmadı işte.. Hem kendi başını yaktı. Hem gazetesinin, hem de gazetesindeki arkadaşlarının başını yaktı.. O suskun kaldığı müddetçe.. Bugün başlayacak davanın duruşmalarında, tutuklu arkadaşları tahliye edilmezlerse.. Bilinsin ki.. Bunun baş sorumlusu yurtdışına kaçan Can Dündar, ikinci sorumlusu da Hikmet Çetinkaya olacaktır.. Çetinkaya’ nın, kendisini akıllı, yargı mensuplarını saf görmeye kalkışması olacaktır.. ¥ AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 24/07/2017 Sorun tabii ki sadece Can Dündar ve Hikmet Çetinkaya sorunu değil.. Cumhuriyet gazetesinin tamamına sirayet eden, FETÖ çizgisinde yayın yapma rahatsızlığıdır.. Dünkü gazetelerine baktım.. Manşetleri, “ AB: Şantaja izin yok” Bana kalırsa, bu manşet tek başına.. Sorumlusunun FETÖ üyeliğinden yargılanmasını gerektirecek bir manşet.. Affedersiniz beyler.. Düşünce özgürlüğü var, eyvallah.. Basın özgürlüğü var, eyvallah. Ama siz, Türkiye aleyhine, gavurlar lehine başlık atarsanız.. Yaşadığınız, ekmeğini yediğiniz ülkedeki siyasi iktidarın bugüne kadar verdiği cevapların bir tanesini bile manşetinize taşımamış iken. Ahlaksız Avrupalıların, bu ülkenin siyasi iktidarına kendilerince verdikleri cevabı manşetinize taşırsanız.. Bunun adı, “ basın özgürlüğü” olamaz.. Bunun adı, satılmışlıktır.. Bunun adı hıyanettir. Bunun adı, FETÖ yanlısı yayın yapmaktır.. Dikkat buyrun. Haberin doğruluğu-yanlışlığı üzerinde de hiç durmaya gerek yok.. O noktaya girdiğimizde, Cumhuriyet’ in rezilliği, daha net ortaya çıkacak ama.. Bir gazete, kendi ülkesinin siyasi iktidarı yerine.. Kendi ülkesini yıllardır ezmeye çalışan, kapıda bekleten, sonra da “ Biz sizi almıyoruz” diyerek kırmızı ışık gösteren bir Hristiyanlar topluluğunun sözcülüğüne soyunursa.. Bunun adı, “ haber verme özgürlüğü” olamaz.. Sorarlar sonra adama: “ Niye özgürlüğünüzü, gavurların haberlerini manşete taşıma, kendi devletinizin hükümetini ise eleştirmek için kullanıyorsunuz?” Bunun cevabı, “ Size hesap mı vereceğiz” olamaz.. Kamu vicdanı, böyle bir cevabı kabul edemez.. Ve gün gelir, kamu adına hareket eden savcı da.. Bu cevabın arkasında, başka gerekçeleri sorgulamaya başlar.. Bugün başlayacak olan davanın arkasında da.. İşte bu sorgulamanın sonucu yatmaktadır.. ¥ Dünkü Cumhuriyet’ e, objektif gözle bakmaya çalıştım.. Manşetten FETÖ’ nün kuklası haline gelen AB’ nin sözcülüğünü yapmışlardı ama.. Bununla da yetinmemişler.. Ali Sirmen’ leri ile, “ Vız gelir demek kolay ama..” başlığı altında yazılan yazı ile, AB lehine, Türkiye aleyhine döktürmüşler.. Ulusalcı takılan Orhan Bursalı’ nın köşesinden, “ Almanya ile gerginlik nereye varabilir?” başlığı ile, Türkiye aleyhine, Almanya lehine algı operasyonu oluşturmaya çalışmışlar.. Nilgün Cerrahoğlu’ nun köşesinden, “ Almanya ile nereye?” başlığı altında, Hans’ ın avukatlığına soyunmuşlar. Aydın Engin’ in köşesinden, “ Elveda Avrupa Birliği(mi?)” başlıklı yazı ile, yine Türkiye’ yi kötüleyip, Avrupa’ yı göklere çıkartmaya çalışmışlar.. Sonra da “ Biz ne yaptık ki, yargılanıyoruz” diyorlar.. Önlerine alsınlar, gazetelerini.. “ Bu kadar haince yazılar, sadece ‘ farklı düşünme’ gerekçesi ile kaleme alınabilir mi?” diye sorgulasınlar.. Eminim, kendi ihanetlerini, kendileri de görecektir.. “ Bu kadar önyargılı bakışın, bu kadar ‘ Bizim yöneticiler kötü, başka herkes iyi’ yaklaşımının, ihanetten başka izahı olamaz” çünkü.. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ