Köşe Yazıları – 24/07/2017

advertisement
Köşe Yazıları – 24/07/2017
SABAH
Umut Kemal’in ekmeği
Engin Ardıç
İki yıl sonra AKP'nin göstereceği
cumhurbaşkanı adayı belli.
CHP için ortaya atılan nafile isimler var ama
Kemal Bey şapkasından "değişik bir tavşan"
da çıkarabilir.
Diğer adaylar önemli değil. HDP, ya CHP
adayını destekleyecek ya da kazanması asla
sözkonusu olamayacak sembolik bir adayla
yetinecek, geçen seferki gibi.
Bir önceki seçimde en az yüzde 5 oy almış
her parti aday gösterebiliyor.
Kazanamayacağını bile bile de olsa.
"Miniklerin" böyle bir yetkisi yok.
Fakat birkaç minik parti birleşip toplam
yüzde 5 oranına ulaşıyorlarsa "ortak aday"
da gösterebiliyorlar. Kazanmak falan
sözkonusu değil ama maksat demokrasi
olsun.
"Münferit vatandaşlar" da aday
gösterebiliyorlar.
Öyle "kafana göre" değil tabii, en az 100
bin imza şart.
Bu imzalar nasıl toplanacak? Vatandaş
YSK'ya mektup mu yazacak? Elden ele
dolaştırıp sonunda götürüp teslim mi
edecekler?
Yoksa noter kanalıyla mı dilekçesini
gönderecek?
İş tek bir notere bağlanırsa, 100 bin kişinin
kapıda kuyruğa girmesi, ülkenin dört bin
yanından kalkıp gelmesi mümkün değil.
Yok eğer her noter yetkili kılınırsa, vatandaşa
kolaylık olsun diye...
Adam başı 60 lira yazıyormuş, 150 liraya da
çıkabilirmiş. Toplamı da 15 milyon lira gibi
yüksek bir bedeli buluyor.
Kazanamayacağı belli nafile aday için 150
lirasını feda edecek her vatandaş buyursun.
Yoksa "bir merkezden" mi karşılanacak bu
masraf? Aday mı cebinden karşılar?
15 milyon lira Fetö'de var ama çıkarmaya
büzük ister.
Bu memlekette, siyasi partilerden başka, 100
bin imza toplayabilecek herhangi bir güç var
mı?
Ordu var ama onu geçiniz.
"Sivil toplum örgütleri" falan diyeceksiniz,
onların attıkları taş ürküttükleri kurbağaya
hiçbir zaman değmemiştir.
Bunlar, sesleri çok çıktığı için, ya da muhalif
basın tarafından sesleri çok yükseltildiği için
"bir şey" sanılan örgütçüklerdir. ("Ordu da
bir sivil toplum örgütüdür" diyen
manyaklar bile görülmüştür.) Hadi
"Geziciler" bir aday göstersinler de
kazansınlar bakalım!
Hadi "Emek Sineması platformu", hadi...
Hadi, Yakup müşterileri...
Hadi meyhane sosyalistleri...
Bu örgütler, bazı köşe yazarları tarafından
"liberallik olsun için" ciddiye alınan ve
desteklenen birtakım gruplardır. İçlerinde
hangi babayiğit grubun 100 bin imzayı
biraraya getirebileceğini biz de merak
ederiz, başarabilirlerse alkışlarız tabii.
Ama sonuç değişmez. 100 bin kişi, eski
hesaba göre kabaca "iki milletvekili"
gücündedir, Kızılmaske'nin ormanlarda on
kaplan gücünde olması gibi!...
Kazanması sözkonusu olamayacak
"partilerüstü aday" için kim niçin imza
zahmetine katlansın?
Burada ancak "oyları bölüp seçimin ikinci
tura kalmasını sağlamak" gibi, Kemal
Bey'in de hayallerini süsleyen bir operasyon
sözkonusu olabilecektir, o paranın kaynağı,
değirmenin suyu da elbette sorulacaktır.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
Ufukları da umutları da bundan ibarettir işte:
İkinci tura kalabilirse, hani belki bir mucize...
Çünkü lider; kimi ne vakit, nerede
değerlendireceğini bilen kişidir.
STAR
Bir davanın başarısı için ideallere sadakatle
bağlılık kadar lidere inanmak ve güvenmek de
olmazsa olmaz öneme sahiptir.
En büyük makam milletin gönlü en
büyük amaç Allah'ın rızası
Mehmet Metiner
Ölüme meydan okumuşsun.
Ötesi var mı?
Kefenini giyip çıktığında geri dönüp
dönmeyeceğin belli değilken sonrası için hesap
yaptığını veya beklenti içinde olduğunu
söyleyenden daha alçak ve rezil kim olabilir?
Kendi nefsini davasının üstünde görenlere dava
adamı denmez.
Kendi nefsine şu veya bu makam tevdi
edilmediğinde egosu üzerinden liderine laf
edenlere de dava adamı denmez.
Kendini herkesten önce ve herkesten çok her
göreve layık gören egosu şişkin kimseler dava
adamı olamazlar.
Dava adamı ol kişidir ki kardeşinin nefsini kendi
nefsine tercih eder.
Makam-mevki beklentisi, ölüm karşısında anlamını
yitirir.
En azından kendisi için istediğini kardeşi için de
ister.
Ölümü ölümsüzlük bilenler için makam-mevki bir
hiç mesabesindedir.
Şahadeti en büyük makam-mevki bilenler için
başkaca beklentiler düşüklük alametidir.
Lideri kendisini bir makama getirdiğinde yağcılıkta
ve bağlılıkta sınır tanımayan ama makamından
veya görevinden alındığında liderini yerden yere
çalanların bırakınız dava adamlığını, adamlığından
şüphe edilir…
Dava adamlarının kutsalı makam ve mevkiler
değildir.
Dava adamı, yapıp ettikleri üzerinden makam ve
görev talep etmez.
Dava adamları için kutsal olan esas aldıkları
ideallerin hayat bulmasıdır.
Dava adamı, yapıp ettiklerini anlatarak
böbürlenmeyi veya başkaları üzerinde imtiyaz
sağlamayı zül addeder.
Makam ve mevkiler birer araçtır sadece.
Dava adamları için görevin büyüğü küçüğü yoktur.
Makamların yüceliği yoktur.
Dava adamları liderinin verdiği her görevi
sorgulamadan inançla yapar.
Dava adamı kendi büyüklüğü üzerinden görev
tartışması yapmaz.
"Benim gibi birine bu görev nasıl layık görülür!"
demez.
"Onca yıl çalıştım. Karşılığı bu mu?" diyenlerin
dava adamlığından şüphe edilir.
Dava adamı her şeyi Allah rızası için yapar ve
yapıp ettiklerinden dolayı kimseye, hele de liderine
diyet ödetme yoluna gitmez.
"Senin için ölmeye geldim. Karşılığı bu mu?"
demeye getiren hiç kimse dava adamlığı bahsinde
laf etmesin.
Bizler değerimizi makamlarımızdan almayız.
"Benim gibi birine şu makam nasıl verilmez!"
demez zinhar.
Bizim değer ölçümüz makamlar üzerinden
şekillenmez.
"Liderim neyi uygun görmüşse en doğrusu odur!"
der.
Bize makamlarımızdan dolayı değer verenlerin
değer ölçüsü bizim değer ölçümüz değildir.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
Makamlar veya görevler üzerinden kendini en
değerli veya en üstün gören egosu şişkin
mütekebbirler sadece kendilerini tüketip giderler.
İnsan; davası için de, sevdiği lideri için de ölür…
Bunu göze alana yiğit denir.
Bunu yapana hakiki dava adamı denir.
Lakin bu yiğit dava adamları yapıp ettiklerinden
dolayı zinhar bir beklenti içine girmezler.
Dava adamları her şeyi Allah rızası için yaparlar.
korkusuzca inenler kendi nefislerinin hesabını
yapmazlar.
Sonraki günlerin hesabını hiç yapmazlar.
Ne mutlu davasının adamı olanlara!
Ve ne mutlu davasının yiğit liderinin arkasında
çıkarsız ve beklentisiz saf tutanlara!
AKŞAM
Allah rızasını değil de başka rızaları gözetenler
kendilerini küçültürler.
15 Temmuz'un sonuçları - 3 Yeni
bir toplumsal uzlaşma zemini
Emin olun ki geldikleri veya getirildikleri hiçbir
makam onları yüceltmez.
Vedat Bilgin
Kendi değerini sahip oldukları makamlarda
arayanların veya sahip oldukları makamları
kaybettiklerinde değersizlik hissine kapılanların
gerçekte ne dava adamlığı bahsinde ne de değer
bahsinde yeri vardır.
Bizler böyle inanır böyle yaşarız.
Siyasetimizi bu anlayış üzerine bina ederiz.
***
Ama dışımızdan birileri, kendileri öyle oldukları
için bizi de kendileri gibi zannediyorlar.
O birileri zannediyor ki, bizim bütün çabamız
makam-mevki elde etmek ve daha fazla yükselmek
içindir!
Bilsinler ki bizim için en yüce makam, milletin
gönlüdür.
En büyük amaç ise, Allah'ın rızasıdır.
Çok şükür yapıp ettiklerimizden dolayı
böbürlenenlerden değiliz.
Hamdolsun bir beklenti için siyaset yapan
namertlerden değiliz.
Biz davamız ve liderimiz için “ ölümüne”
diyenlerdeniz.
O alçaklar şunu bilsin ki ucunda ölüm olan bir yola
koyulanlar veya ölümün at koşturduğu meydanlara
Türkiye’ nin 15 Temmuzda yaşadığı olayın bir
yönü ihanet içindeki bir güruhun darbe girişimiyse
bir başka yönü daha önemli olanı ise buna gerçek
anlamıyla bir ‘ halk ihtilali’ ile verdiği cevaptır.
Modern zamanlarda böylesine kanlı bir askeri
darbe girişimine, üstelik dışarda hazırlanan bir
operasyonun uzantısı olarak uygulamaya sokulan
bu ihanete, böyle bir karşılık verilmesinin bir
benzeri yoktur.
Burada üç önemli olgu vardır: İlki halkın bu
süreçte ortaya koyduğu tavırdır. İkincisi, küçük
grupçuklar hariç bütün siyasi parti, düşünce ve
inanç/görü ş farklılıklarını bir yana bırakarak
kolektif bir bilinçle ülkeye, rejime, devlete sahip
çıkılmasıdır. Üçüncüsü ise, bu örgütün karşısında
yer alan asker ve polisin halkıyla aynı noktada
buluşmasıdır. Kurumsal olarak ordunun bu tavrı
alması hayati öneme sahiptir ki Genel Kurmay
Başkanı Akar, geçtiğimiz günlerde bunu ‘ Türk
ordusu milletinin emrindedir’ diyerek demokratik
bir devlet düzeninde ordunun konumunu açıkça
ortaya koymuştur.
DEVLET NEREDE DURUYOR?
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
“ Türk toplumunun yaşadığı temel sorunlardan biri
‘ devlet’ vasıtasıyla siyasal, zihinsel, kültürel olarak
bölünmüşlüğüdür.” Bu sürecin üzerinde durulması
gereken birçok problemi bulunmaktadır fakat
hepsinin gelip dayandığı yer devletin topluma karşı
baskıcı bir konumda kalması ve topluma müdahale
edecek araçlara sahip olmasıyla ilgilidir. Bu araçlar
ideolojik olduğu kadar, fiziki olarak da oldukça
güçlüdür. Ordu, resmi eğitim anlayışı, ideolojik
yargı mekanizması bizatihi devletin ideolojisi ve
Bu sorunların bilhassa Türkiye’ nin sanayileşmeye
doğru adım atmaya başladığı 1970’ li yıllarda
yoğunlaşması tesadüf değildir. Bu sürecin aynı
zamanda tarımsal yaşamanın merkezinde yer alan
kırsal/köylü yapının dönüştüğü hızlı şehirleşme
döneminde yaşandığı düşünülürse, nasıl bir
toplumsal çözülme tehlikesinin habercisi olduğunu
tahmin etmek kolaylaşacaktır. Bu sorunlar
arasında, devletin topluma yabancılaşması, ‘ siyasal
alanla’ ‘ sivil toplumun’ kopukluğu; geleneksel
onun fiili aktörleri olan kadrolar topluma karşıdır
ve onu dönüştürme hakkını ellerinde
bulundurmaktadırlar. Bu durumda temel meselenin
kurumların anlam ve işlev kaybının ortaya çıkması,
sınıflaşma ve bireyleşme süreçlerinde ihtiyaç
duyulan dayanışma ruhunu yaratacak
‘ demokratikleşme’ olduğu açıktır.
mekanizmaların eksikliği sayılabilir.
Milli Mücadele sonrası devletin zamanla kuruluş
felsefesi diye tanımlanabilecek Kuvva-i Milliye
ruhundan uzaklaşarak otoriterleşmesi, bürokratik
baskı düzenin kurulmasıyla birlikte devlet ve
toplum arasındaki ihtilaf giderek çatışmaya
dönüşmüştür. Bu sorun 1950’ den sonraki bütün
15 Temmuzda ortaya çıkan birlik dayanışma ruhu,
devlet ve toplum arasındaki ihtilafları ortadan
kaldırmaya dönük demokratikleşme süreçlerinin
çözmeye çalıştığı sorunların daha üst düzeyde
aşılmasını sağlamıştır ki bu yeni bir uzlaşma
zeminidir.
demokratikleşme çabalarına rağmen arka arkaya
gelen askeri darbelerle tahkim edilerek yaşamaya
devam etmiştir.
“ Bu durum, parçalı bir toplumsal yapı üretirken
toplumun entegre edici değerleri bizatihi devlet
tarafından zayıflatılarak etkisiz hale getirilmiştir.
Toplumsal olarak entegre edici işlev gören tarih
bilinci, inançlar, yardımlaşma, dayanışma
kurumları hatta ahlak, normatif düzen gibi soyut
ilkelerin ‘ anlam dünyasını’ tasfiye etmeye dönük
politikaların devlet eliyle uygulanmasının önemli
sorunlara yol açması kaçınılmazdır.
“ 15 Temmuz sonrası sadece ‘ devlet’ ‘ toplumla’
barışmamış, toplumsal alanda yeni bir kimlik
bilinci meydana gelmiştir. Bu bilinç etnik
kimliklerin, mezhep/inanç kimliklerinin üzerinde
olduğu kadar, toplumsal farklılaşmaları yok sayan
değil, aşarak entegre eden bir bilinçtir. Bu bilincin
üzerinde yeni bir uzlaşma zemininin oluştuğunu
görüp buna uygun yeni bir dile sahip olmanın
önemini anlamak Türkiye’ nin yeni değişim
gücüdür.”
YENİ Bİ R GÜÇ KAYNAĞI
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
AKŞAM
bozulmuş bir Türkçeyle aşağılayıp “ gitme” üzerine
bir sohbete girişiyorlar.
Gitme halleri...
Markar Esayan
Gerçekten çok güzel bir ülkemiz var. Dünyanın
pek çok yeri, hatta görebildiğim kadarıyla her yeri
de yine çok güzel. Ama Türkiye bizim
doğduğumuz, bize ait olan, bizim ait olduğumuz
vatanımız. Bu başka türlü bir şey. Ülkemizi,
vatanımızı her yerden çok daha güzel yapan şey de
bu.
Ne kadar “ Ben dünya insanıyım” derseniz deyin,
kazın ayağı hiç öyle değil. Birkaç dili mükemmel
konuşup, hali vakti yerinde bir hayata sahip olsanız
bile, gurbette taşın yerinde ağır olduğunu ya
hasretle, ya da bir dürtmeyle hatırlarsınız.
Yakın bir akrabam uzun yıllar bir gurbet ülkesinde
yaşadıktan sonra kesin dönüş yaptı. “ Neden?” diye
sorduğumda “ Bana ait hiçbir şey yoktu ve buna
rağmen orada yaşamaya devam etmek bana bir an
çok saçma geldi” demişti. Oysa hem oraya gitmek,
hem de kalabilmek için ne kadar gayret sarf
etmişti…
“ Elimde imkan olsa, ülkelerinden şikayet
edenleri,n ülkelerini terk etmeyi düşünenlerin
yurtdışında birkaç yıl yaşamalarını sağlardım”
diyor bu akrabam. Çünkü hiçbir şey uzaktan
göründüğü veya bizim estetize ettiğimiz gibi değil.
İçine girip bakmak gerekiyor.
Şu bizim beyaz Türkler’ de de bir “ gitme”
sevdasıdır başladı. Erdoğan’ ı linç etmediklerinde
ülkelerini yerin dibine batırıp, “ göbeğini kaşıyan”
vatandaşı gevrek bir ses tonuyla, özellikle
İnsan da Türkiye 2001’ e kadar Norveç filandı da,
AK Parti 15 yılda Mozambik’ e çevirdi sanır.
(Mozambiklilierden özür dilerim.)
“ Nedir bu çıldırma hallerimiz, biz neden kafayı
sıyırdık” diye sormuyorlar da kendilerine. Cem
Yılmaz’ ın o şovunda olduğu gibi “ Benim hallerim
var gelmeyin üzerime” durumundalar.
Neden sormuyorlar?
Dün neden sormuyorlarsa, bugün de o yüzden
sormuyorlar.
Dün de gerçekliği reddediyorlardı, bugün de öyle.
Reddetme durumu aynı, nedenleri farklı. Dün
iktidarı ellerinde tuttukları için gerçekleri
reddediyorlardı, bugün paylaştıkları veya
yitirdikleri için…
İşin darbe şakşakcılığından PKK sempatizanı
olmaya varan halleri bu irrasyonalite sayesinde
oldu. Aranan ulusalcı darbe bulunamayınca, artık
FETÖ vs. kim varsa dost bellendi.
15 Temmuz’ u es geçen TÜSİAD, KK’ nın
ayakkabısını müzelik yapan Koç...
Peki bu saçmalık nereye kadar devam edecek?
Bu güzel ülkede birçok yaşam biçimi var. Birçok
toplumsal kesim… Biz imparatorluk bakiyesiyiz.
Bunun ne anlama geldiğini pek düşünmüyoruz.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
Her yaşam biçimi saygıdeğerdir. Bunlar üzerinden
iktidar kurmaya çalışmak ise intihar…
Bu saçmalığa bir son vermenin zamanı gelmelidir.
Dünyada saklı bir cennet yok. Sahte cennetler ise
cehenneme dönmek üzere. Yaşamı anlamlı kılan
kendi evimizi derleyip toparlamaktır. Böylelikle
komşularımıza da hem örnek hem de destek
olabiliriz.
Aptalca şeylerle vakit kaybetmeyelim.
YENİ ŞAFAK
Kudüs ve aşk
Aydın Ünal
Tokyo’dan Los Angeles’e, Pekin’den
Santiago’ya, Johannesburg’dan Kazan’a
kadar Türkiye dışında 100’den fazla şehre
gittim. Mekke, Medine, Şam, Bağdat,
Kahire, Saraybosna, Üsküp, Mogadişu,
Sana, Kabil gibi Müslüman şehirlere gitmek
de nasip oldu. Ancak, Kudüs’e hiç
gitmedim; Allah nasip etmedi.
İki ay kadar önce, Ürdün’ün başkenti Amman
yakınlarında, Lut Gölü’nün doğu kıyısına
oturdum. Karşı taraf Filistin’di. Eriha şehri
çok net görülüyordu. Güneş Filistin
Dağları’nın ardında kaybolunca, Kudüs’ün
ışıkları da görülmeye başladı.
Saatlerce, saatlerce oturdum orada.
atılmıştı. Hazreti Yakup, işte buralarda, iki
gözü iki çeşme, biricik oğlunu beklemişti.
Hazreti Ömer şu topraklardan geçip Kudüs’ü
fethetmişti. Ebu Süfyan ile Amr bin As şu
önümdeki topraklarda buluşmuşlardı.
Kadı Saad El Haravi’nin 1099’da Bağdat’ta,
Halife’nin sarayındaki o meşhur nutkunu
hatırladım sonra: “Suriye’deki kardeşlerinizin
deve eğeri veya akbabanın midesinden başka
oturacak yerleri yokken, siz uyuklamaya nasıl
cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü!
Ne kadar çok güzel kız, çehrelerini utançtan
elleriyle örtmek zorunda kaldı” demişti Kadı
Haravi. Etkili nutuk karşısında gözyaşı
dökenlere ise “Kılıçlar savaş ateşini
canlandırdığında, insanın en kötü silahı
gözyaşı dökmektir.”
Bundan 918 yıl önce, 1099 yılında, yine bir 15
Temmuz günü, hem de yine bir Cuma günü,
Haçlılar şuradan, kuzeyden gelmiş, Kudüs’ü
işgal etmiş, Kudüs sokaklarında günlerce
Müslüman kanı akmıştı.
Nurettin Zengi’nin yetiştirdiği Selahattin
Eyyubi de işte buradan geçmiş, Kudüs’ü
fethetmiş, büyük utanca son vermişti.
Selçuklu orduları, Memluk askerleri işte şu
görünen topraklardan geçip Kudüs’e
girmişlerdi.
Yavuz Sultan Selim de buradan geçmişti.
Sultan Abdülhamit, gözü gibi koruduğu
Kudüs’e İstanbul’dan, işte şu kuzeydeki
demiryolunu inşa etmişti. Enver Paşa, o
demiryolundan gelip önce Kudüs’ü, sonra
Medine’yi ziyaret etmişti.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Hazreti
Nebi’nin Mirac’a yükseldiği, etrafı
bereketlendirilmiş şerefli Kudüs işte orada bir
yerdeydi.
Cemal Paşa buradan, Zeytindağı’ndaki
karargahından çıkıp, Müslüman Kudüs’ü
İngilizler’e bırakıp Beyrut’a çekilmişti.
Mustafa Kemal Osmanlı ordusunu buradan
alıp Anadolu’ya ricat ettirmişti.
Hazreti İbrahim buralardan geçmişti. Hazreti
Yusuf işte buralarda bir yerde kuyuya
Allenby, şimdi kendi adını taşıyan, şu
yukardaki köprüden geçip, rivayete göre
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki mezarı
başına varıp, “atalarımın intikamını aldım ey
Selahaddin” demişti.
İnsanlık tarihinin en önemli olayları işte şu
önümde yaşanmıştı. En kutlu zaferler de, en
hazin yenilgiler de burada tadılmıştı.
Müslümanların izzet ve şerefine en ağır darbe
burada, bu önümdeki topraklarda vurulmuştu.
Önümde, güneşin son kızıllıklarının da
solmaya başladığı topraklarda esir alınmış,
işgal edilmiş Kudüs ve çiğnenmiş onurumuz
vardı; arkamda ise, artık karanlığa gömülmüş
topraklarda, Kudüs ve Filistin manzaralı 5
yıldızlı otellerde gece hayatına hazırlanan
“Müslümanlar” vardı…
Selahaddin Eyyubi’nin o vurucu sözlerini
hatırladım sonra: “Frenklere bakınız! Biz
Müslümanlar cihat için hiçbir heyecan
taşımazken, Frenkler’in dinleri için nasıl da
canla başla savaştıklarını görünüz!”
Tam da orada, şahsi, bencilce bir karar aldım:
“İşgal bitinceye kadar Kudüs’e gitmeyeceğim.”
“BM’den, Avrupa Birliği’nden, yani
Frenkler’den merhamet dilenmeyeceğim.
İsrail vizesiyle bu aziz şehre girmeyeceğim.
Gitmek isteyeni teşvik ederim, ‘Kudüs’ü yalnız
bırakmayın’ diye avunurum, ama Kudüs’ü
kendime bir turistik ‘destinasyon’
yapmayacağım” dedim.
Filistinli kardeşlerim bir tutam Kudüs toprağı
getirip, “İşgal bitince bunu Kudüs’e geri
götürün lütfen” demişlerdi. Hüzünle
bakıyorum o toprağa, umudumu muhafaza
ediyorum, “Allah ömür verse de emaneti
yerine teslim etsem” diye dua ediyorum.
Kim bilir, bir Nurettin Zengi çıkar, bir
Selahaddin Eyyubi çıkar, Türk, Kürt, Arap
yeniden ittifak yapar da, Kudüs’ün yolları
yeniden açılıverir.
Gırnata’ya uzaktan bakıp ağlayan sultana
annesi, “bir erkek gibi savunamadığın şehrin
için şimdi bir kadın gibi ağlıyorsun” demişti…
Kudüs için de ağlamayı bırakıp, Kudüs’ü dert
edinsek, Kudüs’ü aşk edinsek, Kudüs’ün yaralı
onurumuz olduğunu bir idrak edebilsek,
inanın her şey değişecek.
Frenk Kudüs’le doymaz; Mekke’ye
yöneldiğinde ise, bakarsınız bir Selahattin
çıkmaz. Allah yüz çevirmeden, uyanalım Allah
aşkına, Kudüs aşkına…
YENİ ŞAFAK
Mescid-i Aksa bize sesleniyor
Yasin Aktay
“ Zaman daralıyor ve acil bir şeyler yapmak
gerekiyor.” Genel yayın yönetmenimiz İbrahim
Karagül’ün dünkü yazısında duyurduğu, İslam
Dünyasının tamamını bekleyen tehlike adım
adım yaklaşıyor.
Yaklaşmak ne kelime, tehlike geldi çattı.
İsrail’in Müslüman dünyada bir hayatiyet
işareti olup olmadığını yoklamak üzere son
günlerde cüret ettiği küstahlıklar da bu
tehlikenin sinyallerini veriyor. İslam
dünyasının kendi içindeki dağınıklığı, hiçbir
hayırlı konuda hiçbir etkili ittifak ve işbirliğine
yönelmiyor oluşu, Müslüman toprakları da
İslam’ın mukaddesatını son derece
korunaksız, saldırılara ve işgale açık kılıyor.
Daha önce Körfez ülkeleri artı Mısır’ ın Katar’ a
karşı oluşturdukları ittifak ve hamlenin
zannedildiğinden daha büyük gelişmelerin
habercisi olduğunu ve önlem alınmazsa bu
tehlikenin öncelikle bu ittifakın kapısını çalacağını
söylemiştik. Bugün Irak, Suriye, Yemen Mısır
ve Libya’da yeterince büyük sorunlarımız var..
Bu sorunlarımıza yeterince eğilmediğimiz
sürece her bir ülkedeki gelişmeler eninde
sonunda gelip bütün İslam Dünyasını vuruyor.
Buralarda İslam ülkeleri birbirlerine karşı
mevziler kazanmaya, başkalarının mevzilerine
tahrip etmeye çalışırken topyekün tahrip
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
ettiklerinin kendi güvenlikleri, kendi varlıkları
olduğundan haberleri bile yok.
İslam ülkelerini birbirlerine karşı kışkırtan her
türlü girişime, söyleme ve faaliyete kuşkuyla
bakmak gerekirken ne yazık ki İslam ülkeleri
her türlü kışkırtmaya çok teşne. Müslüman
ülkeler arasındaki rekabetten, çatışma ve
gerilimden tarafların hiç birinin karlı
çıkmayacağını görmeleri gerekiyor.
Batılılar ve İsrail’in her kesin mutlu
yaşayacağı, insan onuru ve haklarına dayalı bir
dünya aradıkları falan yok. Tek düşündükleri
kendi çıkarları ve egemenlikleri. ABD Başkanı
Trump’ın bütün Körfez ülkelerini nasıl
aşağıladığını, onların “egemenlik hakkı” ile
nasıl dalga geçtiğini, isteyen internet
üzerinden indirip izleyebilir. Körfez ülkelerinin,
Irak’ ın petrolüne, hem de bedavadan talip
olduğunu ve buna zaten haklarının olduğunu
söylerken izleyin. O söylemde, o tavırda insani
ve sözümona “çağdaş” değerlerden nasıl fersah
fersah uzaklaştığını gizlemeye gerek bile
görmüyor.
tecavüz eden İsrail’ in en büyük gücü, elbette
kendi askeri veya insani gücüne değil,
Müslümanların bu kayıtsızlıkları, ilgisizlikleri ve
birbirleriyle olan rekabetlerine dayanıyor…
İslam ülkeleri arasında baş döndürücü
silahlanma yarışında öne çıkanlar var.
Nüfusları kadar servetleri de İsrail’in servetini
bilmem kaça katlayan bu ülkeler ne yazık ki,
İsrail’in bu tecavüzlerine ses çıkarmıyor.
Servetleriyle ortaya koydukları görkemli lüks
yaşamları onların gücünü değil sadece
ayıplarını açığa vuruyor. Kudüs işgal
altındayken, her gün Siyonistlerin küstahça
tecavüzlerine maruz kalırken üzerine kuruldukları
görkemli, şatafatlı saltanatlar ve lüks hayatları
sadece ayıplarını ve günahlarını büyütüyor.
Kudüs bütün ümmetin namusudur ve bu namusun
sorumlusu herkesten önce Müslüman halkların
yöneticileridir. Çünkü Müslüman halklar bu
çiğnenen namusun ıstırabını yaşıyorlar ve
yöneticilerinin de aynı ıstırabı duymalarını
bekliyorlar.
Suriye’den Irak’a, Yemen’den Libya’ya,
Myanmar’dan Mısır’a İslam dünyasının her
bir yanı bütün Müslümanların ortak bir
anlayış ve işbirliği içinde olmasını zorunlu
kılıyor. Sorunlarımızın üstünden başka türlü
gelme ihtimali yok.
Doğrusu tarih gerçekten de tekerrürden
ibaretmiş. Bu coğrafya hep aynı olaylara, aynı
ihanetlere ve aynı mücadelelere sahne oluyor.
Arzu edenler İmaduddin ve oğlu Mahmut
Nurettin Zengi’ nin akabinde Selahaddin
Eyyubi’nin döneminde Kudüs işgal altındayken
ve bu sorun aslında bütün Müslüman halklar
için bir şeref meselesi iken Müslüman
beylikler arasında yaşanan rekabetin tarihine
bakabilir. Rekabetin konusu bazen Kudüs’ü
kurtarma şerefine kimin sahip olacağı ve bu
sayede gücüne güç katacağı meselesi olarak
bile çıkar. Ama emirler nihai planda Kudüs’ü
kurtarmanın sağlayacağı prestiji ve iktidarı
rakiplerine kaptırmamak için öne çıkanlara
karşı Haçlılarla ittifak kurmaktan ve bu
konuda öne çıkanları Kudüs’ü kurtarma
misyonundan engellemek için ihanet etmekten
bile geri durmamıştır.
Bir buçuk milyarlık İslam Dünyasının
varlığına rağmen bugün Müslümanların en
mukaddes şehri Kudüs’ü işgal altında tutup,
her gün Müslümanların mukaddesatına
Tabi bu süreçte kiminin de hiç Kudüs diye bir
derdi olmamıştır. Selahaddin’in o zaman bütün
beyliklere resti, “Kudüsünüz, namusunuz, Haçlı
işgali altındayken, hangi şerefinizin, hangi
Bu bakış açısı sadece İslam dünyasına değil bütün
dünyaya büyük bir tehdittir ve aslında baştan
itibaren Ortadoğu politikalarına yön veren temel
zihniyet ve duygu bundan başkası değildir. Bu
bakış açısı herkesten önce kendisiyle işbirliği
yapanlara büyük tehdit. Hele bu işbirliği
içinde, bu müttefikin yardımı veya teşviki ile
başka bir İslam ülkesine cephe açmak…
Bugün coğrafyamızda yaşananın özeti ne yazık
ki bundan ibaret.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
iktidarınızın davasını güdersiniz?” şeklide olmuş
ve fetih ona müyesser olmuştu.
İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasına yol
açan hadise 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın
kundaklanması olmuştu. Bu kundaklama o
günlerde İslam Dünyasında yine iyi kötü bir
hayatiyetin varlığını kanıtlamıştı.
Bugün İsrail’ in bu saldırganlığını ve tehditlerini
İslam dünyasının toparlanması için bir vesile
kılmak da elimizde.Yeter ki, İslam ülkeleri kendi
ulusal veya bireysel hesaplarını bir kenara
bırakıp Müslüman dünyanın topyekün kader
birliğini görsün.
Aslına bakarsanız, Mescid-i Aksa’ nın sahibi yüce
Allah, onun bizim korumamıza da ihtiyacı
yok. Ama onun içinde bulunduğu durum İslam
dünyası için bir uyarı, bir davet. Mescid-i Aksa
için tavır koymaya ihtiyacı olan biziz. Kalb
Mescid-e Aksa için attığında insan kalbi olur.
Mescid-i Aksa bugünkü haliyle bize çağrıda
bulunuyor. Bizi insanlığımızdan çıkaran, bizi
birbirimize düşman kılan ihtiraslarımızdan
sıyrılıp yükselmeye davet ediyor. Ne mutlu
icabet edene.
YENİ AKİT
“Gülen” ve “Gülenist”lerin
psikolojisi!
Abdurrahman Dilipak
Size bu “ Cemaat” denen yapının “ Ruh hali” nden,
(haşa) “ Ruh hastalığı” (!?)ndan söz edeceğim. Ruh
hasta olmaz. O Allah (cc)’ den bir nefhadır.
Mükemmeldir. Bizim tüm sırlarımızla birlikte
geldiği yere geri dönecektir.
Hasta olan canımız, nefsimiz, aklımız olabilir.
Hasta eden de mikroplar olduğu gibi, Hannas’ ın
vesvesesi, şeytanın iğvası müfsit insanların ifsadı
olabilir..
Peki, FETÖ’ cülerin halini neyle izah edeceğiz? Bir
yanı ile “ akıllı” gibi görünen bu kişilerin
“ akılsızca” işlerini nasıl anlayacağız, nasıl
açıklayacağız?
F. Gülen “ hasta” biri, şizofren bir megaloman. Bir
psikopat. Belli merkezler onu kontrol altında
tutuyor.. Onun peşinden gidenlere gelince, onların
hali yürekler acısı.
Profesyoneller ve kriptoları ayrı bir kategoride
değerlendirmek gerek.. Birileri “ iş” ini yapıyor, ya
da “ rol” ünü oynuyor. Gerçekten bu işe inanan,
profesyonel ve kriptoların oyuncağı olan onbinler
var. Profesyoneller ve kriptolar, rüyalar uyduruyor,
bir takım “ meczuplar” (hipnoz edilmiş ya da
katolipnotizma ile kendilerini hipnoz etmiş
olabilirler) sözkonusu “ cemaat” olunca kişilik
değiştiriyorlar. 2. kişilikleri söz konusu olduğunda
orada akıl yok. Her şeyin bir bahanesi var.. “ Hz.
Yusuf’ un imamlığında namaz kıldık diyorlarsa o
da o sırada oradadır ve kendisi de görmüştür” .
Görmeyen de zaten görmediğini söyleyemez. O
günahkârdır. Kalp gözü kapanmıştır. Şimdi bu
günahı bir sır gibi saklayarak tevbe etmesi gerekir..
Herkesin gördüğü bir şeyi o görmemişse bu onun
zaafıdır. Yeni bir yanlış onun 2. bir şefkat tokadı
yemesine vesile olabilir.. Abileri, cezaevi imamları
kendilerine bir şey söylüyorsa, bunu
sorgulayamazlar, o “ büyük imam” dan,
peygamberden, Cebrail’ den gelen bir haber
olabilir. Bu sırrı sorguladıklarında yanarlar.. O
sırra vakıf olmaları için sır tutmayı bilmeleri,
sabırlı olmaları ve kendilerine gösterilen yolda
yürümeye devam etmeleri gerekir.
Bilmezler ki, “ keramet” zannettikleri şey, Rubin’ in
katiplerinin uydurduğu senaryolardan başka bir şey
değildir.. Kalkancı tarikatının kerametlerini de Sisi
ve T. Güney uyduruyordu. Bunların anlattıklarının
bir kısmı Hannas’ ın vesvesinden başka bir şey
değil. Bir kısmı ins ve cin şeytanlarının
uydurulmuş dinlerinin menakıp kisvesine
sokulmuş hikâyeleridir. “ Sakınalım ki şeytan bizi
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
Allah’ la aldatmasın” . O peygamber sözlerini
değiştirip Peygamberle, içi boşaltılmış
menakıplarla bir alimin, şeyhin sözü ile de
gelebilir.
Nefsini şeytana satmış insanların şerrinden Allah’ a
sığınalım. Akıl ve nefs işbirliği yapar ve dünya
nimetleri karşılığında şeytanla işbirliği yaparlarsa
işte sonuç bu olur.
FETÖ’ cülerin dini, “ dine karşı bir din” dir.. Onlar
insanlara yeryüzünde bir cennet ve ebedi bir hayat
vadediyorlar.. “ İmam” larının izinden giderlerse,
dünya nimetleri de, cennet de kendilerinin olacak.
Bunun içir ağır bir bedel ödemelerine gerek yok.
Dünya da, ahiret de kendilerinin olacak. “ Tabi”
olurlarsa, eş-iş her şey onları bulacak. Onlar bir
şeyi aramayacaklar, o şey kendilerine gelecek,
ikram edilecek. Başarı, söz dinleyenlere abileri,
ablaları tarafından armağan edilecek. Kaybetmek
ve bedel ödemek yok! Bunlar böyle bir dine
inanıyorlar.
Bakın, bu yolu Amerikalılar bulmadı. Bu hep
vardı. Böyle bir teoloji var. Şunu görelim bu
teoloji, İslam toplumunda yaygın. Bunu batı icad
etmedi. Batı bunu kullanıyor.. Bu sapma hep vardı.
Şia’ da da var, Sünni-Sufi gelenekte de var, Selefi
gelenekte de var.
Şunu görelim, şeytanın varlığı günah işlememizin
bahanesi değildir ve olamaz.
“ İnni küntü minezzalimin” diyen bir peygamber
var, ama kendi, lideri-şeyhi ve örgütü üzerine toz
kondurmayan bir topluluk var.. Sorgulanan dinimiz
değil, nefsimizdir.. Her nefs bu anlamda bir risk
taşır, peygamberler müstesna!
Herkes FETÖ’ yü sorguluyor da, kimse kendi
nefsini sorgulamaya yanaşmıyor. Hatta birileri
bunu sadece FETÖ ile sınırlı tutup, oraya
hapsetmeye çalışıyor. FETÖ’ den kurtulsalar, sorun
çözülecek sanki. Sanki şeytan tatile çıkacak. Bu da
şeytani bir oyun gibi. FETÖ giderse şeytan METÖ
diye kılık değiştirir geri gelir.. ABD-İsrail vd.
bütün yumurtaları tek sepette toplamadı. Diğer
yapılarda da bu tür kriptolar hazır bekliyorlar..
Bakın, bu FETÖ’ cülerin itirafçılarının bazıları bile
örgütlenmiş vaziyette. Bunların örgüt hiyerarşisi
dışında bir hayatları yok. İfadeleri bile kendilerine
ezberletilenden ibaret. Bazıları çocukluğundan beri
bu yapının içindeler. Bunlar akvaryum balığı gibi.
Bunlar denizde, ırmakta, barajda, gölde
yaşayamazlar. Öğretilen dışında bir dinleri,
mezhepleri, ideolojileri, siyasi tercihleri yok.
Onların kader gibi kabul ettikleri bir rolleri var ve
o rolün dışında bir hayatları yoktur. Öğrenilmiş ve
örgütlenmiş bir zorunlu bir çaresizlik ya da
umutları vardır. Onlar için hayat budur!
Onlardan bu işten vazgeçmelerini istediğinizde,
dinlerinden, dünyalarından vazgeçmesini
istiyorsunuz. Her şeyi reddetmeleri gerektiğini
istiyorsunuz. Dinleştirdikleri ideolojileri var.
Aslında bu bir ideoloji de değil. Bunların iradeleri
de yok. Bunu ilahi bir planın parçası kabul
ediyorlar. Bu anlamda kendilerini kutsuyorlar.
Kendilerini üstün görüyorlar. Mesela bugün
başlarına gelenleri, kendilerini Hz. Yusuf’ la
özdeşleştirerek anlamaya çalışıyorlar. “ İmam” lar
bu sorunu “ Medrese-i Yusufiye” , “ Sabır” ve “ Çile”
motifi ile aşmaya çalışıyor..
Şimdi, yavaş yavaş bunlar, ABD’ deki dostlarını
sorgulamaya başlıyorlar. Bunlar “ Ehl-i kitap” mı?
Bu ABD’ deki dostlar Habeşistan Kralı Necaşi’ ye
benziyor mu? Kapitalizm, Emperyalizm, Siyonizm,
PYD ve PKK ile yapılan işbirliği, diyalog ve
hoşgörünün akıbeti gibi konular akıllarında
cevapsız sorular olarak duruyor. Ama bu durum
“ şüphe” ler, Gülen’ e “ Şüphesiz iman düzeyinde bir
bağlılık” ile ters düşüyor.
Bize denmemiş mi idi, “ Din büyüklerinizi ilah ve
Rab edinmeyin” diye!
Hani aklımızı kiraya vermeyecektik!
Bana kalırsa, FETÖ’ nün siyasi sonuçlarından daha
tehlikeli bir boyutu var, o da FETÖ’ den çok daha
yaygın olan, ezoterik bir din olan “ Dine karşı
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
din” dir. Bu sahte din, sahte bir Mehdiyet ve
Mesihiyet ve kıyamet teolojisi ile bütünleşerek
ezoterik bir dine dönüşüyor.
Kibriti gözümüze çok yaklaştırınca, arkasında
kocaman bir ormanı kaybedebiliriz. Bu tehlike
FETÖ’ den kaynaklanan siyasi tehlikeden daha
büyük ve bu ifsat hâlâ büyümeye, yayılmaya,
derinleşmeye devam ediyor. Deşifre olmamış
FETÖ’ cüler de bu tür ortamlarda kendilerine
sığınma alanı buluyor ve ifsat faaliyetlerini burada
sürdürüyorlar. Selam ve dua ile..
YENİ AKİT
Cumhuriyetçiler, tahliye beklerken
bile ihanetlerini sürdürdüler!
Ali Karahasanoğlu
Bugün önemli bir davanın duruşması var..
Cumhuriyet gazetesinin yöneticileri ve bazı
çalışanları, tutuklandıktan sonra ilk defa hakim
önüne çıkacaklar..
Böylesi önemli bir günün arefesinde..
Savcının iddianamede insaflı davranarak..
Suçlamayı “ örgüt üyeliği” değil..
“ Örgüt üyesi olmaksızın örgüt yararına
faaliyet” olarak göstermesi karşısında..
Sanıkların ve sanıkların mensubu bulunduğu
gazetenin bazı noktalardaki muğlaklığı, aydınlığa
kavuşturmasını beklerdim.
Kendisi hangi mavalı okursa okusun..
İddianameyi hazırlayan savcının da..
Cumhuriyet okurlarının da..
Hikmet Çetinkaya’ yı tanıyan herkesin de..
Merak ettiği bir gerçeğin sebebinin izah edilmesi
gerekirdi..
Nedir o gerçek?
FETÖ’ nün henüz daha örgüt eylemlerini hayata
geçirmediği dönemde, en ağır suçlamalarda
bulunan Hikmet Çetinkaya’ nın..
FETÖ’ nün örgüt olduğunu gösterdiği..
Darbeye imza attığı..
17 Aralık girişiminden..
Ve 15 Temmuz kanlı darbe girişiminden sonra..
Nasıl olabiliyor ise...
Sebebi ne ise...
Bu örgüte karşı, eski “ saldırgan tavrı” yerine,
büyük bir “ nezaketle yaklaşması” ndaki tavır
değişikliği..
Bizim bu konuda bazı tahminlerimiz var ama..
Büyük ihtimalle, Hikmet Çetinkaya’ nın, büyük bir
açığının örgüt tarafından yakalanması sonrasında..
Kendisinin altında kaldığı..
Ve şu anki yazılarını, o şantaj altında, mecburen
örgüte sempatik yaklaşım göstererek yazdığını
düşünüyoruz ama..
Kendisinin de..
Bu “ U dönüşü” hakkında bir izahat getirip, hem
kendisi açısından..
Hem de gazetesi ve gazetedeki diğer arkadaşları
açısından..
Kafa karışıklığını gidermesi gerekirdi..
Hikmet Çetinkaya, bu konuda akıllara ziyan bir
sessizlikle..
“ U dönüşü” nü perdelemeye.. Üstünü örtmeye
çalışıyor..
Zannediyor ki, konuşmayarak, yazmayarak, bu “ U
dönüşü” unutulur.
Unutulmadı işte..
Hem kendi başını yaktı.
Hem gazetesinin, hem de gazetesindeki
arkadaşlarının başını yaktı..
O suskun kaldığı müddetçe..
Bugün başlayacak davanın duruşmalarında, tutuklu
arkadaşları tahliye edilmezlerse..
Bilinsin ki..
Bunun baş sorumlusu yurtdışına kaçan Can
Dündar, ikinci sorumlusu da Hikmet Çetinkaya
olacaktır..
Çetinkaya’ nın, kendisini akıllı, yargı mensuplarını
saf görmeye kalkışması olacaktır..
¥
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 24/07/2017
Sorun tabii ki sadece Can Dündar ve Hikmet
Çetinkaya sorunu değil..
Cumhuriyet gazetesinin tamamına sirayet
eden, FETÖ çizgisinde yayın yapma
rahatsızlığıdır..
Dünkü gazetelerine baktım..
Manşetleri, “ AB: Şantaja izin yok”
Bana kalırsa, bu manşet tek başına..
Sorumlusunun FETÖ üyeliğinden yargılanmasını
gerektirecek bir manşet..
Affedersiniz beyler..
Düşünce özgürlüğü var, eyvallah..
Basın özgürlüğü var, eyvallah.
Ama siz, Türkiye aleyhine, gavurlar lehine başlık
atarsanız..
Yaşadığınız, ekmeğini yediğiniz ülkedeki siyasi
iktidarın bugüne kadar verdiği cevapların bir
tanesini bile manşetinize taşımamış iken.
Ahlaksız Avrupalıların, bu ülkenin siyasi iktidarına
kendilerince verdikleri cevabı manşetinize
taşırsanız..
Bunun adı, “ basın özgürlüğü” olamaz..
Bunun adı, satılmışlıktır..
Bunun adı hıyanettir.
Bunun adı, FETÖ yanlısı yayın yapmaktır..
Dikkat buyrun.
Haberin doğruluğu-yanlışlığı üzerinde de hiç
durmaya gerek yok..
O noktaya girdiğimizde, Cumhuriyet’ in rezilliği,
daha net ortaya çıkacak ama..
Bir gazete, kendi ülkesinin siyasi iktidarı yerine..
Kendi ülkesini yıllardır ezmeye çalışan, kapıda
bekleten, sonra da “ Biz sizi almıyoruz” diyerek
kırmızı ışık gösteren bir Hristiyanlar topluluğunun
sözcülüğüne soyunursa..
Bunun adı, “ haber verme özgürlüğü” olamaz..
Sorarlar sonra adama: “ Niye özgürlüğünüzü,
gavurların haberlerini manşete taşıma, kendi
devletinizin hükümetini ise eleştirmek için
kullanıyorsunuz?”
Bunun cevabı, “ Size hesap mı vereceğiz” olamaz..
Kamu vicdanı, böyle bir cevabı kabul edemez..
Ve gün gelir, kamu adına hareket eden savcı da..
Bu cevabın arkasında, başka gerekçeleri
sorgulamaya başlar..
Bugün başlayacak olan davanın arkasında da..
İşte bu sorgulamanın sonucu yatmaktadır..
¥
Dünkü Cumhuriyet’ e, objektif gözle bakmaya
çalıştım..
Manşetten FETÖ’ nün kuklası haline gelen AB’ nin
sözcülüğünü yapmışlardı ama..
Bununla da yetinmemişler..
Ali Sirmen’ leri ile, “ Vız gelir demek kolay
ama..” başlığı altında yazılan yazı ile, AB lehine,
Türkiye aleyhine döktürmüşler..
Ulusalcı takılan Orhan Bursalı’ nın
köşesinden, “ Almanya ile gerginlik nereye
varabilir?” başlığı ile, Türkiye aleyhine, Almanya
lehine algı operasyonu oluşturmaya çalışmışlar..
Nilgün Cerrahoğlu’ nun köşesinden, “ Almanya ile
nereye?” başlığı altında, Hans’ ın avukatlığına
soyunmuşlar.
Aydın Engin’ in köşesinden, “ Elveda Avrupa
Birliği(mi?)” başlıklı yazı ile, yine Türkiye’ yi
kötüleyip, Avrupa’ yı göklere çıkartmaya
çalışmışlar..
Sonra da “ Biz ne yaptık ki,
yargılanıyoruz” diyorlar..
Önlerine alsınlar, gazetelerini..
“ Bu kadar haince yazılar, sadece ‘ farklı
düşünme’ gerekçesi ile kaleme alınabilir mi?” diye
sorgulasınlar..
Eminim, kendi ihanetlerini, kendileri de
görecektir..
“ Bu kadar önyargılı bakışın, bu kadar ‘ Bizim
yöneticiler kötü, başka herkes iyi’ yaklaşımının,
ihanetten başka izahı olamaz” çünkü..
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Download