VELAYET-İ FAKİH İÇİNDEKİLER YAYINCININ ÖNSÖZÜ GİRİŞ 1. BÖLÜM DEVLET KURULMASINI GEREKLİ KILAN DELİLLER Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği Hz. Resul-i Ekrem'in –s.a.v- Sünnet ve Yöntemi İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliliğin Zarureti Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği 2. BÖLÜM BAZI İSLAM HÜKÜMLERİ ÜZERİNE İNCELEME 1- Mâlî Hükümler 2- Milli Savunma Hükümleri 3- Hakların Elde Edilmesiyle İlgili Hükümler ve Ceza Hükümleri Siyasî İnkılâbın Gerekliliği İslâmî Vahdetin Gerekliliği Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği Ahbara Göre Devletin Gerekliliği 3. BÖLÜM İSLÂMİ DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMİ Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı Yöneticilik Şartları Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları Velayet-i Fakih İtibarî Velayet Tekvînî Velayet Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir Vesiledir Devletin Yüce Hedefleri Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler 4. BÖLÜM AHBARDA VELAYET-İ FAKÎH Hz. Resul-ü Ekrem'in –s.a.v- Halefleri Âdil Fakihlerdir Bu Rivayet Hakkında İki İhtimale Dayanarak Konuşuyoruz: Bu Rivayetin Metnine Dair Rivayetin Anlamı Üzerine Peygamberler Gönderilmesindeki Gaye ve Peygamberlerin Görevleri Kanunları Yürürlüğe Koyma, Ordulara Komuta Etme, Toplumu İdare, Ülkeyi Savunma, Yargı ve Muhakeme İşlerinde, Fakihler Peygamberlerin Eminleridirler. Kanuna Uygun Devlet / İslâmî Hukuk Devleti Yargı Makamı Kimde Olmalıdır? Yargı ve Adaleti İcra da Âdil Fakihin Uhdesinedir. Sosyal Gelişmelerde Kime Müracaat Edelim? Kur'an-ı Mecid'den Ayetler Ömer Bin Hanzala'nın Makbulesi Gayrimeşru Güçlerden Adalet ve Yargı Beklemek Haramdır İslam’ın Siyasi Hükmü Başvurulması Gereken Merciler İslam Âlimleridir Ulema Devleti İdare Ve Yöneticiliğe Atanmışlardır Ulema Devlet ve Yönetim Makamından “Azl” mi edilmiştir? Ulemanın Tayin Edildiği Makam Ve Vazifeler Daima Mahfuzdur Sahihe- i Kaddâh Ebu'l Bahteri Rivayeti Rivayetlerin İncelenmesi Nass Yoluyla Velayet-i Fakihin İspatı Rezevi Fıkhı -adlı kitaptan- Bu Yönde Delil Teyid Edici Diğer Deliller 5. BÖLÜM İSLAM DEVLETİ KURMAK İÇİN GEREKLİ MÜCADELE PROGRAMI İslam Devleti Kurmak İçin Gerekli Mücadele Programı Tebligat - Propaganda- Ve Talimata -Eğitme ve Yetiştirme- Hizmet Edecek Toplantı ve İçtimalar Bir "Âşura" Meydana Getirin Uzun Vadeli Bir Mücadele Direnci Din Âlimlerinin Yetiştiği İlmiye Medreselerinin Islahı Sömürünün Fikrî Ve Ahlâkî İzlerinin Ortadan Kaldırılması Ulema Kisvesine Bürünüp Mukaddes Görünmeye Çalışanların Islahı Dini İlmiye Medreselerinin Tasfiyesi Saray Mollalarını Dışlayın, Kovun! Zalim Devletleri Yıkalım! VELAYET-İ FAKİH İSLAM DEVLETİ İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim ve Yayınlama Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu Tarama & Tashih: Muhammed ÇİÇEK eKitap: www.IslamKutuphanesi.com Bu kitabın kütüphanemize girmesine katkıda bulunan Değerli Bacımız Dilber Aksu'ya Teşekkür Ediyoruz Velâyet-i Fakih / İslam Devleti İmam Humeyni -ks1. Baskı Yayınlayan: İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim ve Yayınlama Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu İsteme Adresi: İran İslam Cumhuriyeti - Tahran P.O. BOX: 19575/614. İRAN - TAHRAN Tel: 2283138 ve 2287774 ve 5 Fax: 2287773 YAYINCININ ÖNSÖZÜ Bismillahirrahmanirrahim Hamd Allah'a. Yoktur yüce ve büyük Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi. O'nun resulü olan son peygamber Muhammed'le pak ve mutahhar soyuna selam ve salât olsun. Gerekli redaksiyon, açıklama, dipnot ve fihristlerle birlikte yeniden düzenlenerek hak, bilgi ve hikmet aşığı siz okurlara sunulan elinizdeki eser rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- Necef-i Eşrefte ikamet ettiği yıllarda 13 Zilkade 1389-2 Zilhicce 1389 hk'ye rastlayan 1.11.1348 -20.11.1348 tarihleri arasında yapmış olduğu 13 konuşmanın toplamıdır. Bu konuşmalar aynı günlerde İmam'ın -ra- taraftarlarınca kısmen veya tam metin halinde çeşitli şekillerde bildiri, broşür, kitapçık... vb. basılıp dağıtılmıştı. Ancak 1349 hş. Sonbaharında (1970) İmam'ın -ra- edit, onay ve redeksiyonundan sonra tam metin halinde baskıya hazırlanan metin ilk kez İmam'ın -ks- Beyrut'taki taraftarlarınca basılarak gizlice İran'a sokuldu. Aynı günlerde, diğer inkılâbı Müslümanların da faydalanabilmesi için birçok Avrupa ülkesiyle Amerika, Pakistan ve Afganistan'a gönderildi. Bu kitap, İslam inkılâbının zaferinden önce hş. 1356'da 1977- İmam Musevi Kâşif ul Gıta'dan Bir Mektup" adıyla ve "Cihad-ı Ekber" ekiyle birlikte İran'da yayınlandı. Velayet-i Fakih de İmam'ın -ra- diğer eserleri gibi şah rejimi döneminde yasak kitaplar listesinin başında yer almadaydı. Bu kitabın basımı, dağıtımı ve teksirinde çalışan, hatta bu kitaptan bir tek cilt bulunduran birçok insan şahın emniyet görevlilerince yakalanıp ağır işkencelere maruz kaldıysa da Savak'ın([1]) onca işkenceleri ve rejimin akla gelmedik baskı ve propagandalarına rağmen, ana fıkhi temelleri elinizdeki eserde İmam -ra- tarafından belirlenmiş olan İslam devleti" düşüncesi günden güne Müslüman İran halkının ulema, üniversiteli vb. çeşitli kesimlerince daha fazla benimsenmeye başladı ve "Velayet-i Fakih" temeline dayalı bir İslam devletinin teşkili düşüncesi İmam Humeyni -ks- önderliğindeki 15 Hordad([2]) kıyamının vazgeçilmez ülküsü haline geldi. Fakihler çeşitli münasebetlerle fıkhın muhtelif mevzularında yer yer velayet-i fakih meselesini gündeme getirmiş ve bu hususta kimi zaman çok kısa, kimi zaman da bir hayli tafsilatlı açıklamalarda bulunulmuştur. Ne var ki bu meseleyle ilgili olarak derli toplu ve muntazam bir yazı, geçmişteki fıkıh kitaplarının hiç birinde göze çarpmaz. Şüphesiz bunun da; geçmişte İslam ülkelerine hâkim olan elverişsiz siyasi ve sosyal şartlarla, zorba iktidarların sultası ve fakihlerin bu tür mevzulara gereğince girmeye hazır bulunmamaları gibi çeşitli sebepleri vardır. Hz.Mehdi'nin -sa- gaybeti döneminde velayet-i fakih'in yetkileri ve bu yetkilerin sınırları hususunda Şia uleması arasında öteden beri süregelen farklı görüşlere rağmen; gerekli şartlara haiz bir fakihin bütün Müslümanlar üzerinde bir nevi velayet yetkisi taşıması gerektiği görüşü bütün İslam fakihlerince müttefıken kabul edilmiştir. Nitekim velayet olayı ve Hz. Mehdi aleyhisselamın gaybeti sırasında velıyy-ı fakihin yetki sınırları konusunda yakın tarih âlimlerinin görüşlerini yansıtan birçok kitap da neşredilmiş bulunmaktadır. Bu cümleden olmak üzere Kacarlar([3]) döneminin tanınmış ulemasından merhum Ayetullah Molla Ahmed Neraki'nin 'Evâid-ul Eyyam" adlı eserinden söz edilebilir ki bu eserde benzerlerine oranla mezbur mevzuya daha ayrıntılı bir şekilde girilmiştir. Merhum Neraki bu eserinde çeşitli rivayetlerden de faydalanarak "gaybet dönemi'nde fakihin iki mevzuda velayet hakkı bulunduğunu ispatlamaktadır: 1- Şer'an istisna olabilecek bazı noktalar dışında; Peygamber –s.a.v- ve Ehl-i Beyt İmamlarının -s- yetki ve velayet taşıdıkları bütün hususlarda. 2- İnsanların din ve dünyasıyla ilgili bütün hususlarda. Mezbur âlim, bu iki noktayı vurguladıktan sonra fakihlerin velayet hakkıyla ilgili on noktayı örneklemekte ve bu cümleden olmak üzere fetva verme, ilahi hududu -hadleri- icra; yetimler, mecnunlar ve kayıpların mallarını koruma, masum imamların -s- malında tasarruf... vb.'yı saymakta ve ilgili ayetler, rivayetler ve fıkhi istidlallere bilhassa önem vererek meseleyi etraflıca incelemektedir.([4]) Merhum Neraki'nin -ra- bu noktalan incelendiğinde onun velayet-i fakih aslının devleti de kapsamına aldığı görülür; ne var ki o meseleyi sırf bu açıdan ele alıp devletle sınırlı tutmuş ve devlet meselesini bilhassa vurgulamış değildir. Merhum Neraki'den -ra- sonra velayet-i fakih mevzusunu çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen ve bilhassa mevzunun devletle ilgili bahsine girerek bu bahsi bütün teferruatlarıyla ele alıp derli toplu bir şekilde 'İslam’da velayet ve devlet" konusuna bir açıklık getiren ilk İslam âlimi rahmetli İmam Humeyni olmuştur. Nitekim daha önce de belirttiğimiz üzere Necef’teki derslerinin 13 celesesini sırf bu mevzuya ayırmış ve böylece elinizdeki kitap ortaya çıkmıştır. Hatta 5 ciltlik "Kitab'ul Beyy'în 2. cildinde velayet-i fakih mevzuunu yine aynı üslupla yazmış olduğu bilinmektedir.([5]) "Velayet-i Fakih" kitabında İmam Humeyni -ra- 'Velayet" aslına itinayla değinmekte ve fakihlerin bütün vazifelerinin başında gelen bu aslı -özellikle devlet, siyaset ve yönetimle ilgili boyutunu- fevkalade bir basiret ve dikkatle ele almaktadır. Ayrıca, İslam’ın bu en önemli mevzuuna gereken itinanın gösterilmesini engelleyen siyasi ve sosyal nedenleri de mükemmel bir şekilde incelemekte ve velayet-ı fakih ve devlet idaresi mevzuunun pratik çözüm yollarını da mükemmel fıkhı istidlallerle ortaya koyarak bu sahadaki bütün belirsizliklere netlik kazandırmaktadır Rahmetli İmam -ks- elinizdeki eserinde önce, İslam düşmanlarının bu dini ortadan kaldırmak için kurdukları tehlikeli komplo ve oynadıkları oyunları açıklayarak "teknoloji çağı olan 20. yy'da İslam’ın toplumları yönetme kapasitesine sahip olmadığı", 'İslam’ın çağdaş sosyal ve hukuki sorunlara cevap veremeyecek kadar eski olduğu" ve esasen dindarlığın "gericilik sayılması gerektiği" gibi İslam düşmanlarınca zihinlere telkin edilmeye çalışılan propagandaların asıl gayelerini gözler önüne serip bütün bu ithamlara mükemmel cevaplarvermekte ve düşmanın en tehlikeli plânı olan "dinle siyaseti ayırma laiklik-" telkinlerinin din okulları ve medreselerde bile gerekli zemini hazırlama hususunda etkili olmaya başladığına dikkatleri çekerek 'İslam’da devlet yapısı'ndan sözetmek isteyen bir din adamının takiyye etmeye gerek duyar hale getirildiğini vurgulamaktadır. Ardından, sömürü odaklarının propagandalarıyla vuku bulan 'batı medeniyeti karşısında Müslüman milletlerin kimlik ve kişilik zaafı hissetmeleri" gibi dâhili zaaflara değinerek medreseler, ulema ve Müslüman düşünürlerin sosyal ve siyasi görevlerini idrak ve bu vazifeyi ciddiyetle icraya davet edip İslam düşmanlarının bu maksatlı telkin ve şartlandırmalarına kapılmamalarını öğütlemekte ve şöyle demektedir: "...Zira İslam maddi kalkınmaya karşı değildir. Sosyal meseleler ancak ahlaki ve itikadi çözüm yollarıyla hallolunabilir. İslam uleması kolları sıvayıp ciddiyetle uğraşacak olursa, bu yüce dinin insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek güç ve yeterlilikte olduğu görülecektir." Hz. Resulullah'ın -saa- halife tayin etmiş olduğunu hatırlatan İmam -rabunun sadece İslam ahkâmını beyan için olmadığını vurgular. Zira ahkâmın beyanı için ille de halife tayininin gerekli olmayacağı ortadadır. Halife, devlet ve yönetim içindir, ahkâm ve kuralların icrasıyla uğraşır o. Müslüman; bir İslam devleti kurulması gerektiği aslına inanacak olursa halifenin durumu ve konumu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır o zaman. İmam -ks- bu kitapta İslam devletinin kurulmasının gerekli ve şart olduğuna dair önemli deliller öne sürmektedir ki bunlar şöyle özetlenebilir: 1- Sevgili İslam peygamberinin –s.a.a- devlet kurmuş olması. 2İslam hükümlerinin -ahkâm- her zaman uygulanma zarureti. İslam hükümleri sadece peygamberin –s.a.a- döneminde uygulanmak üzere inmiş değildir. 3İslam ahkâm ve emirlerinin nicelik ve niteliği, ancak bir devlet eliyle uygulanabilecek tarzda olduklarını göstermektedir. Mali ve ekonomik hükümler, milli müdafaa, hukuki ve cezai hükümler... vb. gibi. İmam Humeyni, İslam devleti kurulmasının kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu vurguladıktan sonra bu devlet düzeninin daha sonra maalesef bozulduğunu; Emevilerle başlayan idâri sapmaların Abbasilerle sürdüğünü ve daha sonra da bunlardan farklı bir uygulamagörülmediğini belirtmekte ve bunların devlet düzeninin İran'ın şahlık düzeni veya Roma imparatorluğunu ya da Mısır Firavunlarının hükümet sisteminden farklı olamadığını hatırlatmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de hep bu gayrı İslami devlet modelleri süregitmiştir. İmam şöyle der: Akıl ve şeriat hükümleri, bu durumun değişmesi gerektiğine hükmetmektedir. O halde siyasi bir inkılâp vuku bulmalıdır, bu zaruridir. Dahası, tağutı düzenlere karşı durulması, bu tür yönetimlerin engellenmesi ve İslam devleti teşekkülü için ortamın uygun hale getirilmesi ve nihayet İslam ahkâmının uygulanması gerekliliğinin yanı sıra türlü dâhili ve harici faktörlerle tefrika ve parçalanmaya uğramış bulunan İslam ümmetinin vahdeti ve başta ulema gelmek üzere bütün Müslümanların vazifesi olan mazlumların ve mahrumların kurtarılması... gibi yüce gayeler için siyası bir inkılabın vukuu kaçınılmazdır. Daha sonra imam Humeyni -ks- İslam devletinin nasıl olması gerektiğine -devlet felsefesi- dair Fazl bin Şâzan'dan([6]) ulaşan rivayeti incelemekte ve bu yolla ahbar ve rivayetlerde geçen 'İslam devletinin kurulmasının zaruretini ele almaktadır. Elinizdeki kitabın önemli bir bölümü İslam devletiyle diğer devlet ve yönetim modelleri arasındaki farkı işlemekte ve İslam devletinin şartlı ve meşrut bir devlet olduğunu, yani 'İslam kanunlarına bağlı ve bu kanunları uygulamak için var olan 'bir yönetim mekanizması olduğunu vurgulamak istemektedir. Bu nedenle İmam Humeyni'ye -ra- göre yasama organı ve meclis gibi kanun koyucu kurumların görevi, kuruluş ve bakanlıkların işleyişlerinin İslam’ı olmasını sağlayıcı kanun ve kurallar tespit etmektir, bilinen anlamda genel kanun değil. Zira bu anlamda tek kanun koyucu Allah'tır ki O'nun hüküm ve kanunları da Kur'an'da apaçık ve net olarak mevcuttur. Rahmetli İmam -ra- Velayet-ı Fakih bahsinin devamında, İslam devletinin öz yapısından kaynaklanan 'yöneticiliğin şartlan ve yöneticinin taşıması gereken özelliklere değinerek şöyle demektedir: "Akıllı ve tedbirli olma gibi birincil şartlara ilaveten, İslami yönetici ve devlet başkanının taşıması gereken iki esas özellik kanun ve adaleti bilmesidir." Elinizdeki kitabın işlediği diğer bir mevzu da, gaybet döneminde velayet-i fakih konusudur. İmam Humeyni -ks- yukarıdaki mevzuları teker teker ele aldıktan sonra şöyle der: 'Gaybet döneminde bulunduğumuz şu sırada da Allah'ın kanunlarının uygulanması gerektiğine ve fakat bu konuda Allah tarafından tayın edilmiş hiç kimse de -peygamber ve masum imam gibi- bulunmadığına göre ne yapmak gerekir?" İmam -ks- bu soru etrafında bahsi iyice netleştirdikten sonra şöyle der: "Sadr-ı İslam’dan hz. Sahıbuz-zaman'a kadar geçerli olan İslam ahkâm ve kuralları, gaybet döneminde de geçerli olduğuna göre; İslam devleti esası da gaybet döneminde geçerlidir. Kanun ve adaleti bilme esasına dayalı olan bu özelliği, yaşadığımız çağda da birçok İslam alimi taşıdığına göre bu alimler yekdiğeriyle icma ve ittifak edecek olurlarsa bütün dünyayı kapsayan bir adalet devleti kurabilirler." İmam -ra- daha sonra velayet-i fakih olayının akıl ve mantıkla bağdaşır itibari bir asıl olduğunu vurgulamakta ve insan topluluklarını yönetme yolunda peygamberlerle masum imamların taşıdığı bütün yetki ve salahiyetleri "gereken özellik ve şartlara haiz bulunan fakının de taşıdığını hatırlatarak bunun "aslı kopyadan" ibaret olduğunu ve böyle bir devlet başkanlığının da fakih için gerçekte hiçbir mevki ve makam değeri taşıyamayacağını, ancak ilahı hüküm ve kuralları uygulama yolunda bir vesile ve araç sayılması gerektiğini belirtmektedir. İmam -ra- bu noktalan açıklığa kavuşturduktan sonra İslam devleti ve böyle bir devlete başkanlık edecek olan yöneticinin yüce hedefleri ve taşıması gereken özellikleri ele alarak ilgili ahbar ve rivayetlerde yöneticilik vazifesinin fakihin uhdesinde olması gerektiğinin vurgulandığım hatırlatmaktadır ki elinizdeki kitabın önemli bir kısmı bu bahse ayrılmıştır. Kitabın son bölümüyse bu ilahi gayeye ulaşma yolunda uzun vadeli bir mücadele planlaması yapılmasının gerekliliğini kapsıyor. İmam Humeyni -ks- kitabın bu bölümünde eğitim ve propagandayla, bunların önem ve zaruretine değinmekte ve şöyle demektedir: 'İnsan toplulukları bu ikisinin hizmetinde olmalıdır. Bu hususta tıpkı Aşura meselesindeki([7]) gibi davranılmalıdır. İslam devletinin kurulması için insanların dalga dalga bu hedefe doğru akın etmesi ve kitlelerin bu yolda harekete geçmeleri sağlanmalıdır. Bunun hemen gerçekleşmesi beklenemez; uzun vadeli bir mücadele düşünmek ve uzun vadeli bir mücadeleye soyunmak gerekir. Eğitim ve tebligatı genişletme ve bu dallara önem verme, dinî ilmiye medreselerinin ıslahı, sömürü zihniyetinin yarattığı ahlaki ve fikri etkileri ortadan kaldırma, dindarlık kisvesine bürünen mukaddes meapların ıslahı, din adamlarının yetiştirildiği merkezlerin tasfiyesi ve rejime bağlı saray mollalarının ulema kesiminden dışlanıp uzaklaştırılması, zalim ve zorba iktidarların yıkılması için fiilen ve pratik girişimlerde bulunulması... vb. noktalar, kitabın son kısımlarında ele alınan bahisleri teşkil etmede. Bu arada okuyucunun dikkatini bilhassa şu noktaya çekmek isteriz: İmam Humeyni -ks- Allah Teâla’nın lütuf ve inayeti ve Müslüman İran halkının bilinçli vahdet ve uyanışıyla gerçekleştirip 22 Behmen 1357 (11 Şubat 1979)da başarıyla sonuçlandırdığı şanlı ilâhi kıyamının ardından zalim şahlık düzenini yıkarak İran İslam Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra İran milletinin ezici çoğunluğu ve İslami devlet sisteminin anayasası gereğince İslam inkılabı lideri olarak İslam toplumunun velayet ve yönetimini -hidayet- üstlenmiş oldu. Bu nedenledir ki İmam'ın -ra- velayet-i fakih konusundaki görüş ve düşüncelerini ki bununla ilgili temel prensipler elinizdeki kitapta bulunmaktadır- tam ve dakik olarak anlayabilmenin en sağlıklı yollarından biri de, onun İslami İran'ın liderliğini fiilen üstlendikten sonraki fiili icraatları, beyanatları ve velayet-ı fakih mevzuu ve veliyy-i fakihin yetki sınırlarına dair görüş, beyan, konuşma, yazı ve mesajlarını dikkate almaktır.([8]) 'Ya Rabbi! İslam ülkelerini zalimlerden kurtar! İslam’a ve İslam beldelerine ihanette bulunanların kökünü kurut! Milletlerin hayrına olacak şekilde çalışmaları ve kişisel çıkarlar peşinde koşup kişisel ihtilaflarda bulunmamaları için İslam ülkelerinin başındakileri bu ağır ve tehlikeli uykudan uyandır! İslam’ın mukaddes gayeleri için ayaklanıp sömürü ve sömürünün habis uşaklarının pençesinden kurtulma ve İslam ülkelerini müdafaa yolunda tek saf halinde el ve gönül birliğine geçmeleri için genç nesil, din öğrencileri ve üniversite öğrencilerine yardımcı ol! Toplumu hidayet ve düşünceleri aydınlatma yolunda çaba göstermeleri, İslam’ın mukaddes gayelerini Müslümanlara, bilhassa gençlere ulaştırmaları ve İslam devletinin kurulması yolunda mücahedede bulunmaları için fakihler, ulema ve bilgeleri başarılı kıl! Tevfik Allah'tandır. Yüce ve üstündür, O'ndan başka güç ve kuvvet yoktur ! ([9]) İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim Ve Yayınlama Müessesesi GİRİŞ Bismillahirrahmanirrahim Hamd alemlerin Rabbi Allah'a. Yaratılmışların en hayırlısı Muham med ve onun mutahhar soyuna Allah 'ın selam ve salâtıyla.... "Velayet-i fakih" mevzuu, bazı işler ve o işlerle ilgili bazı konularda sohbet edilme fırsatı vermektedir. Velayet-i fakih mevzuu, tasavvurunun kendiliğinden tasdiki getirdiği ve fazlaca delil ve ispata gerek bile bırakmadığı konulardandır. Şöyle ki, İslam akaid ve ahkâmını özetle de olsa kavramış bir kimse velayet-i fakih meselesine geldiğinde bu mevzuyu tasavvur edip de düşünür düşünmez hemen onaylayacak ve bunu apaçık ve zaruri bir mevzu olarak bilecektir. Bugün velayet-i fakih mevzuuna fazlaca önem verilmiyor ve bunun için ispat ve delile gerek duyuluyorsa, nedeni; genelde Müslümanların sosyal durumu ve özelde medreselerin halidir. Biz Müslümanların sosyal durum ve dini ilmiye medreselerinin -bu- halinin tarihi kökleri var ki şimdi buna değinmek istiyorum: İslam hareketi başlangıçta Yahudilerin gadrine uğradı; İslam karşıtı propagandalar ve fikri hile ve komploları ilk başlatan onlardır. Gördüğünüz gibi bu komploların uzantıları günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır. Onlardan sonra sıra bazı taifelere geldi ki bir anlamda, Yahudilerden daha şeytan ve komplocuydular. Bunlar sömürücüler olarak üçyüz yıl veya daha öncesinden itibaren İslam ülkelerine sızmayı başardılar([10]) ve sömürücü emellerine ulaşabilmek için, İslam’ı yok edebilecek bir ortam hazırlamayı gerekli gördüler. Halkı İslam’dan uzaklaştırmak istemelerinin nedeni, böylece Hristiyanlığı yaymak da değildi, çünkü bunlar ne Hristiyanlığa inanıyorlardı ne de İslam’a. Ancak, bu süre zarfında -yani- haçlı savaşları boyunca([11]) onların maddi çıkarları karşısına set çekip maddi çıkarlarıyla politik güçlerini tehlikeye düşüren şeyin İslam ve İslam hükümleriyle insanların -bu din ve hükümlerine- beslediği iman ve inanç olduğunu sezdiler. Bu nedenledir ki türlü vesilelerle İslam aleyhine propaganda ve komplolara giriştiler. Din adamlarının yetiştiği yerlerde eğittikleri misyonerler, üniversiteler, devlete bağlı propaganda kurumları, yayın müesseseleri ve sömürücü devletlerin hizmetinde bulunan müsteşrikler... vb. faktörlerin tamamı el ele vererek İslam’ın gerçeklerini saptırma yolunda çalıştılar. Öyle ki, insanların çoğu, hatta tahsilli kimseler bile İslam konusunda yanılgıya kapıldı, hataya düştü. İslam hak ve adalet peşinde olan mücahit insanların dinidir. Hürriyet ve bağımsızlık isteyenlerin dinidir. Mücadeleci insanların ve sömürüye karşı olanların okuludur. Ama bunlar İslam’ı başka türlü gösterdiler ve göstermektedirler. Avamın zihninde İslam’a dair oluşturdukları yanlış tasavvur ve dinî ilmiye medreselerinde İslam’ı eksik olarak -öğrencilere-öğretmelerinin sebebi İslam’ı inkılâbı ve hayatî özelliğinden soyutlamak ve Müslümanları hareket, çaba ve kıyamdan alıkoymak, İslam ahkâmını öğrenmelerini önlemek, saadetlerini temin edecek bir devlet kurmalarına ve bir hayat sürdürmelerine mani olmak içindir. Mesela İslam’ın eksiksiz bir din olmadığını, hayat dini olmadığını, toplumu idare edebilecek kanun ve kuralları bulunmadığını, devlet biçimi ve devletle ilgili gerekli kanun ve düzenlemelere sahip olmadığını, İslam’ın sadece hayz ve nifasla ilgili ahkâmdan ibaret olduğunu propaganda edip durdular. İslam’ın ahlakla ilgili bazı kuralları vardır, ama yaşamla ilgili ve toplumun idare ve yönetimine dair hiç bir şeyi yoktur, dediler. Onların bu kötü propagandaları maalesef etkili olmuş durumdadır. Halkın avam kesimi şöyle dursun, bugün üniversiteli ve çoğu medreseli tahsilli kesim bile İslam’ı doğru anlamış değildir, İslam hakkında yanlış kanaatler taşımaktadırlar. Bir yabancı -garip- halk arasında nasıl tanınmıyorsa, İslam da öylece tanınmamaktadır. Dolayısıyla da İslam bütün dünyada "garip" olarak ve gurbette" yaşamaktadır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam’ı gerçek haliyle tanımak istese insanlar ona kolay kolay inanmayacak; hatta sömürünün, din öğrencilerinin yetiştirildiği medreselerdeki uşakları yaygaralar koparıp ortalığı velveleye vereceklerdir. İslam adına tanıtılan şeyle İslam arasında ne denli fark olduğunun biraz da olsa anlaşılabilmesi için Kur'an ve hadis kitaplarıyla bugünkü ilmihal kitapları arasındaki farka çekerim dikkatinizi... İslam’ın emir ve hükümlerinin ana kaynağı olan Kur'an ve hadis kitaplarıyla; çağın müçtehid ve taklid mercilerince yazılmış bulunan ilmihal kitapları arasında derli topluluk, yeterlilik ve sosyal hayat üzerinde etki bırakabilmesi açısından büsbütün fark vardır. Kur'an-ı Kerim'de sosyal konulu ayetlerin, ibadetle ilgili ayetlere oranı yüzün bire oranından daha fazladır! Bütün İslam hükümlerini içeren yaklaşık 50 ciltlik tam muhtevalı bir hadis külliyat mecmuasının([12]) olsa olsa 3-4 cildi ibadet ve kulun Rabbiyle ilişkisi; bir kısmı da ahlâkiyatla ilgilidir; geriye kalanı tamamen sosyal, ekonomik, hukuk, siyaset ve kamu yönetimiyle ilgili mevzuatı içerir. İslam’ın geleceği için inşaallah faydalı olacağınızı umduğum siz genç nesil, bendenizin kısaca arz ettiğim şu meseleleri müteakiben İslam’ın ahkâm ve kanunlarını tanıtma yolunda bütün hayatınız boyunca ciddiyet göstermelisiniz. Yazıyla veya konuşma yoluyla; nasıl daha faydalı görürseniz o yolla halkı bilinçlendirin; İslam’ın daha ilk baştan beri ne tür meselelerle karşı karşıya geldiğini ve günümüzde ne gibi düşmanlar ve felaketlerle karşı karşıya bulunduğunu anlatın. İslam’ın hakikat ve mahiyetinin gizli kalmasına ve -gerçek Hıristiyanlık değil-bugün bilinen anlamdaki Hristiyanlık gibi tanrıyla kul arasındaki birkaç ilişkiden ibaret zannedilip "cami"nin 'kilise"den farksız sanılmasına izin vermeyin. Batıda henüz hiçbir şey yokken ve batılılar vahşi bir hayat sürdürmekteyken; Amerika yarı vahşi Kızılderililerin ülkesiyken ve İran'la Roma gibi iki büyük ülke istibdad, soylular, ayrıcalık ve güçlülerin egemenliğine mahkûm olup buralarda halka ve kanuna dayalı bir iktidardan iz bile yokken([13]) Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- hz. Resul-ü Ekrem efendimize -saaöyle kanunlar gönderdi ki azametiyle insanı hayretler içinde bırakmakta... Bütün işler için kanun ve kural getirmiştir Hz. Resul-ü Ekrem -saa- Ana rahmine düşmeden öncesinden, mezara gittikten sonrasına varıncaya kadar insan hayatının her boyutu- için kanun koymuştur İslam. İbadetle ilgili görevler için nasıl kanun-kural koymuşsa sosyal hayat ve yönetim için de kanunlar getirmiş, yol-yordam belirlemiştir. İslam hukuku ileri, mükemmel ve eksiksiz bir hukuktur. 'Yargı", 'muamelât", 'hudud" ([14]) ve 'kısas"tan([15]) uluslararası ilişkiler, savaş ve barış kuralları, genel ve özel uluslararası haklara varıncaya kadar çeşitli hukuk dallarında öteden beri yazıla gelmiş olan o hacimli kitaplar İslam hüküm ve kanunlarının sadece küçük bir kısmıdır. İslam’ın belli kanunlarla bir çözüm ve düzenleme getirmediği hiçbir hayati mevzu yoktur. Ecnebilerin elleri, Müslümanları ve genç neslimiz olan Müslüman aydınlarımızı İslam’dan saptırabilmek için 'İslam’ın hiçbir şeyi yoktur, hayz ve nifasla ilgili bir kısım hükümlerden ibarettir, mollalar sırf kadınların hayız ve nifasıyla ilgili hükümleri okuyup öğrenmelidirler" şeklinde vesvese ve telkinlerde bulundular! Doğrusu da budur aslında! İslam’ın kanunlarını, hükümlerini, teori ve dünya görüşünü tanıtma gibi bir dert taşımayan ve zamanlarını gerçekten, genellikle onların söylediği o konulara harcayıp İslam’ın diğer -fusul- kitaplarını unutan mollalar elbette ki böyle saldırılara hedef olacak ve haklı olarak eleştirilecektir! Onlar da suçludur çünkü! Sadece ecnebiler suçlu değil ki! Ecnebiler öteden beri taşıdıkları siyasi ve iktisadi emelleri doğrultusunda, birkaç yüzyıl öncesinden başlayarak ortamı hazırladılar -fakat- din adamlarının yetiştiği medreselerin ihmali sonucu başarılı olabildiler. Biz din adamları arasında bilmeyerek onların maksatlarına yardımcı olanlar oldu ve böylece vaziyetimiz bu hale geldi. Bazen 'İslam hükümleri eksik ve yetersizdir" diye vesveselerde bulunup zihinleri şartlandırıyorlar. Mesela 'İslam’ın yargı kanunları ve muhakeme usûlü, olması gerektiği gibi değildir" diyorlar. İşte bu gibi propaganda ve şartlandırmaların ardından İngiliz uşakları, patronlarının diktesiyle meşrutiyetin aslını oyuncak haline getirir ve mevcut belgelerin de gösterdiği üzere halkı kandırıp işledikleri bu siyasi cinayetin mahiyetini anlamasını önlerler. Meşrutiyetin ilk başlarında kanun yazıp anayasayı belirlemek istediklerinde Belçika sefaretinden Belçika kanunları külliyatını ödünç almışlardı; burada ismini vermek istemediğim birkaç kişi o külliyata bakarak anayasayı yazıp hazırladılar! Eksik-noksan kalan taraflarını da tabiri caizse Fransa ve İngiltere kanunlarından yaptıkları iktibaslarla yamayıverdiler.([16]) Halkı kandırmak için bazı İslam hükümlerini eklemeyi de ihmal etmediler tabi! Böylece kanunun temelini onlardan alıp bizim milletimize yutturdular. Anayasanın bu maddeleriyle saltanat, veliahdlik ve bu gibi şeylerle ilgili tamamlayıcı maddelerin neresi İslami’dir?! Bunların tamamı İslam’a aykırıdır, İslam hükümleri ve İslami yönetim tarzıyla çelişiktir bunlar. Saltanat ve veliahdlik düzeni İslam’ın butlan çizgisi çekip sadr-ı İslam döneminde İran, Doğu Roma, Mısır ve Yemen'de yerle bir ettiği bir düzendir. Hz. Resul-ü Ekrem -sav- Doğu Roma imparatoru Heraklius'la([17]) İran şahinşahına yazdığı([18]) mübarek mektuplarında onları imparatorluk ve şahinşahlık rejimlerinden vazgeçmeye ve Allah'ın kullarını kendilerine tapınmaya zorlamamaya ve insanların gerçek saltanat ve hüküm sahibi bir ve eşi-ortağı bulunmayan Allah Teâlâ’ya ibadet etmesine izin vermeye davet ediyordu.([19]) Saltanat ve veliahdlik rejimi, kurulmasını engelleyebilmek için hz. Seyyiduşşuheda -İmam Hüseyin as-ın kıyam edip neticede şehid düştüğü o uğursuz ve batıl yönetim tarzından başka bir şey değildir. O, Yezid'in veliahdliğine([20]) eğilmemek ve onun saltanatını resmen tanımamak için kıyam etti ve bütün Müslümanları da kıyama çağırdı. Bunlar babadan oğula şahlık düzeni- İslam’dan değildir; İslam’da saltanat ve veliahdlik -düzeni-kesinlikle yoktur. Eğer eksik derken kastettikleri buysa, evet, İslam eksiktir! Nitekim faizcilik, faizli bankacılık, alkollü içki satışı ve fuhuş için de İslam’ın 'kanun" ve 'tüzükleri yoktur; çünkü bunları temelinden haram edip yasaklamıştır zaten! İslam ülkelerinde bu gibi şeyleri yaymaya çalışan ve sömürü tarafından başa geçirilen bu kukla iktidarlar elbette ki bu mevzularda İslam’ı eksik görmekte ve bu -kirli-işleri yapabilmek için gerekli kanun ve kaideleri İngiltere, Fransa, Belçika ve son zamanlarda da Amerika'dan ithal etmek zorunda kalmaktadırlar! Bu tür iğrençliklere çeki-düzen verecek kanunlar getirmemiş olması İslam için iftihar vesilesidir, yüz akıdır! Meşrutiyetin daha ilk başlarında sömürücü İngiliz devletinin kurduğu komplonun iki hedefi vardı: Bunlardan biri, Rus çarlığının İran'daki etkinliğini yok etmeye yönelikti ki hemen ifşa olundu. Diğeri de işte bu batı kanunlarını getirmek suretiyle İslam ahkâmını icraat ve uygulama sahnesinden dışlayıp uzaklaştırmaktı. Müslüman olan toplumumuza ecnebi kanunlarının zorla dayatılması birçok sorun ve müşkülat doğurmuştur. Bugün adliyelerdeki pek çok bilirkişiler, adliye kanunları ve bunların işleyiş tarzından bir hayli şikâyetçidir. Bugün birisi İran'da veya benzeri ülkelerden birinde bu adliye sistemine takılacak olursa, herhangi bir mevzuyu ispatlayabilmek için bir ömür boyu zahmet çekmesi gerekir. Gençlik döneminde gördüğüm becerikli bir avukat şöyle demişti: 'İki grup arasındaki bir davayı halledebilmek için adliye mekanizmasıyla kanunlar arasında bir ömür boyu dolaşıp durmam gerekecek ve benden sonra da oğlum bu işi sürdürecek!" Şimdi durum tam böyle olmuş! Nüfuz ve baskı olunca değişiyor tabi, o tür dosyalar hemen, ama haksızca kısa sürede sonuçlandırılıveriyor. Bugünkü adliye kanunlarının zahmet verme, işinden gücünden olma ve gayri meşru kullanılma dışında halka sağladığı hiçbir sonuç yoktur. Pek az kişi hakkını alabilmektedir. Kaldı ki mahkeme davalarında bütün boyutlar dikkate alınmalı, sırf herkesin kendi hakkını elde etmesiyle yetinilmemelidir; insanların vakti, dava taraflarının yaşam düzeyiyle işi-gücü ve mesleği gibi şeyler de nazar-ı dikkate alınmalı ve dava mümkün mertebe sade ve çabuk bir şekilde sonuçlandırılmalıdır. O zamanlar şer'î hâkimin -kadı- iki-üç günde hallettiği davalar bugün 20 yılda bile sonuçlandırılamıyor! Bütün bu süre zarfında gençler, yaşlılar ve -nice- zavallı yoksullar her gün sabahtan akşama kadar adliyeye gidip gelmekte, adliye koridorlarıyla masa başları arasında mekik dokumaktan perişan olmakta, üstelik doğru dürüst bir netice de alamamaktadırlar. Kim daha açıkgöz olur ve rüşvet vermede daha atik ve cömert davranabilirse işini, haksız da olsa daha çabuk halledebilmektedir; yoksa hayatının sonuna kadar netice alamayacak, ne yapacağını bilemez halde kalıverecektir. Bazen kitaplarında, gazete ve dergilerinde 'İslam’ın ceza hükümleri katı ve acımasızdır" diye yazmaktalar. Hatta birisi tam bir yüzsüzlük ve utanmazlıkla "Araplardan kalma sert ve katı hükümler" şeklinde yazmış ve 'Bu tür katı kurallar, Arapların katı ve acımasız oluşundan doğmuştur" demiştir! Bunların düşünce tarzına şaşırıyorum doğrusu! Bir taraftan 10 gram eroin için bir yığın insanı öldürüp pekâlâ 'kanun böyle" diyebiliyorlar... (Daha önce on kişiyi öldürmüşlerdi, geçenlerde de 10 gram eroin için bir kişiyi öldürdüler, bunlar sadece bizim kulağımıza gelen miktarı tabi). Fesadı önleme bahanesi altında insanlığa aykırı bu kanunlar çıkarılır ve uygulanırken 'katı" ve 'acımasız" denilmiyor her nedense!... Ben eroin -serbestçe- satılsın demiyorum; ama cezasının da bu kadar olmadığını söylemek istiyorum. Eroin önlenmelidir, evet, ama cezası da işlenen suça göre verilmelidir.([21]) İçki içene -İslam hukukuna göre- seksen sopa vurulunca 'katı ve acımasız" oluyor da, on gram eroin için batı hukukuna göre- bir adam öldürülünce 'katı ve acımasız" olmuyor öyle mi?! Halbuki toplumda baş gösteren bozukluk ve fesadın önemli bir kısmı şu alkol kullanmadan kaynaklanmaktadır. Yollardaki kazalar, intiharlar ve cinayetlerin çoğunun nedeni alkoldür. Nitekim eroinin de alkol alışkanlığından kaynaklandığı belirtiliyor. Demek ki içki kullanmanın -bizde de- hiçbir sakıncası yok, çünkü batıda böyle!? Zaten bu nedenledir ki serbestçe alınıp satıla da biliniyor. En açık ölçülerinden biri alkol kullanma olan fehşayı önlemek ister ve birine -içki içtiği için- 80 kırbaç vurursanız veya zina edene 100 kırbaç vurur ya da 'muhsene" veya 'muhsen'î recmederseniz([22]) kıyameti koparırlar! Ne katı, ne gaddar kural bu derler, Araplardan çıkma bir vahşilik diye nitelerler. Hâlbuki İslam ceza hükümleri büyük bir milletin fesatlarını önlemek amacıyla gelmiştir. Bugün bunca yaygınlık kazanmış ve gençleri fesada sürükleyip nesilleri yok etmiş ve her şeyi âtıl hale getirme raddesine varmış bulunan fehşanın (kötü ve çirkin işler -çev-) yegâne nedeni, bu ayyaşlıkların serbest bırakılması ve alabildiğine normal gösterilip yaygınlık kazandırılmış olmasıdır. Şimdi İslam, genç neslin bozulmasını önlemek için bir kişiye herkesin önünde kamçı vurulması gerektiğini([23]) söyleyince bu 'katılık" oluyor ama öte yandan iş; bu güdümlü- yöneticilerin patronlarının eliyle Vietnam'da 15 yıla yakın bir zamandır süregelen katliamlar([24]), harcanan astronomik bütçeler ve dökülen onca kanlara gelince 'hiç önemli değil!" "varsın olsun!" denilerek ses çıkarılmıyor!... Ama İslam; insanları, yine insanlığın yararına olan kanunlara karşı saygılı eğit ebilmek için savunma veya savaş emri verip de fesada boğulmuş birkaç sefili öldürecek olsa 'bu savaş neden?!" diye yaygarayı koparırlar hemen! Bütün bunlar birkaç yüzyıl önce hazırlanmış planlardır; yavaş yavaş uyguluyor ve sonuç alıyorlar. Önce bir yerde bir okul açtılar, biz bir şey demedik, gaflet ettik. Bizim gibiler de bunu engelleme ve kurulmasına kesinlikle müsaade etmeme hususunda gaflette bulundular. Derken, giderek çoğaldılar ve bugün görüyorsunuz işte; onların misyonerleri bütün köy ve kasabalarımıza dağılmış, bizim çocuklarımızı ya Hristiyan etmekte ya da dinsizleştirmektedirler.([25]) Planlan bizi -böyle- geri kalmış halde bırakmaktır; içinde bulunduğumuz şu utandırıcı hayat ve geri kalmışlık içinde tutmaktır. Bizim hep böyle müşkülatlar içinde, zavallılıklar içinde kalmamızı, fakirlerimizin bu zavallılıklarının daima sürmesini ve fakirliği ortadan kaldıran İslam hükümlerine teslim olmamasını, ama kendileriyle satılmış uşaklarının büyük saraylarda oturup o lüks ve müreffeh hayatı sürdürmelerini isterler. Bunlar, dinî ilmiye medreselerine bile ulaşabilmiş, oralara da bulaşmış plânlardır. Öyle ki, birisi kalkıp da İslam devleti ve böyle bir devletin nasıl olacağından söz etmeye kalkışsa takiyye etmek zorunda kalır ve sömürücülerin payandaları tarafından sert muhalefetlere uğratılır. Nitekim bu kitabın 1. baskısı yayınlandıktan sonra büyükelçiliğin (Irak'taki İran şahlık rejiminin sefareti) adamları ayaklandılar, vahşice tepkiler gösterdiler, alabildiğine rezil ve kepaze ettiler kendilerini... İş şimdi öyle bir raddeye getirilmiş ki savaş elbisesi giyilmesi- mertlik ve adaletin şanına ters addedilir olmuş !([26]) Hâlbuki bizim din imamlarımız hep asker insanlardı, savaş komutanıydılar, savaşçıydı hepsi de!... Teferruatını tarih kitaplarında bulabileceğiniz o savaşlarda asker giysileri giyip savaşa gidiyor, vuruşuyor, öldürüyor ve ölü veriyorlardı! Emir'el müminin -samübarek başına müğfer giyer, zırh kuşanır, kılıç taşırdı. Hz. İmam Hasan'la -saHz. Seyyiduş-şuheda İmam Hüseyin -sa- de böyleydi. Daha sonra fırsat vermediler, yoksa Hz. İmam Bakır -sa- da böyleydi. Şimdi öyle bir hale getirilmişiz ki savaş elbisesi giymek insanoğlunun adaletine zarar verici addedilmekte ve savaş elbisesi giyilmemesi gerektiğine inanılmaktadır! Yani eğer bir İslam devleti kurmak istersek bu sarık ve abayla devlet kurmamız icap edecek, yoksa mertliğe ve adalete ters düşmüş oluruz -öyle mi-?! Bunlar, ışı bu raddeye vardırmış olan -o- yoğun propagandaların ürünüdür, ışı öyle bir noktaya getirmişler ki şimdi kalkıp İslam’ın da devlet ve yönetimle ilgili kanun ve kuralları bulunduğunu" ispat edebilmek için zahmete katlanmak zorundayız! Durumumuz işte böyle! Ecnebiler propaganda ve misyonerler vasıtasıyla işi bu noktaya getirdiler, bu esası uydurdular. İslam’ın yargı ve siyası kanunlarının tamamı uygulama safhasından kaldırılmış, yerine Avrupa usulleri yerleştirilmiş ve böylelikle İslam’ı küçümseyip Müslümanların hayatından uzaklaştırmak ve kendi uşaklarını iş basma geçirip o malum emellerini -İslam ülkelerinin imkânlarını kendi çıkarları için kullanmayı- gerçekleştirmek istemişlerdir. Sömürünün yıkıcı ve bozucu rolünü anlattık; şimdi buna bir de kendi toplumumuzdaki -yabancılaşmış- unsurların iç etkilerini eklememiz gerekir. Bu da sömürücülerin maddi sahalardaki ilerleme ve kalkınmaları karşısındaki unsurların aşağılık kompleksine kapılarak kendi kimliklerini yitirmeleridir. Sömürücü emperyalist ülkeler bilim ve teknikte ilerleyince veya daha yerinde bir deyişle, Asya ve Afrika milletlerini sömürüp yağmalayarak servet yığıp konforlara kavuşunca bunlar komplekse kapılarak kendilerini kaybettiler. Teknik gelişme ve kalkınmanın yolunun 'kendi inanç ve kurallarından vazgeçmek" olduğunu zannettiler! Onlar, meselâ aya ayak basınca, bunlar kendi öz kaide ve kurallarını -artık- bırakmaları gerektiği zehabına kapıldılar. Aya gitmenin İslam kanunlarıyla ne ilgisi var?! Birbirine tamamen zıt kanunları ve sosyal yapılara sahip ülkelerin teknik ve ilmî kalkınma ve uzayı fethetme sahasında yekdiğeriyle yarıştığını ve -farklı yapıları olduğu haldeilerlediklerini görmüyorlar mı?! Onlar Merih'e de gitseler, Samanyolu'na da ulaşsalar insanî ahlak, fazilet ve ruhi yüceliklerden aciz kalacaklardır, kendi sosyal müşkülatlarının hallinden acizdir onlar. Çünkü onların bedbahtlıkları ve sosyal meselelerinin çözümü için itikadi ve ahlaki çözümler gereklidir; maddi güç kazanmak, servet yığmak, tabiatı ve uzayı fethetmek bu müşkülatı halledemez. Tamamlanıp denge bulabilmesi ve insanoğlunun başına belâ değil, ona fayda verebilmesi için servet, maddi güç ve uzayı fethetmenin İslami iman, inanç ve ahlaka ihtiyacı vardır. Bu inanç, ahlak ve kanunlarsa bizde var. Binaenaleyh binleri bir yerlere gittiler veya bir şeyler icat ettiler diye bizim; insanoğlunun hayatıyla ilgili olup onun dünya ve ahiret hayatını ıslah ve tanzim eden kural ve ilkelerden hemen yüz çevirmemiz doğru değildir. Sömürücü emperyalistlerin propagandaları için de durum aynıdır. Düşmanlarımız birtakım propagandalarda bulunmuş ve toplumumuzdan bazı bireyler de maalesef etkilenmişlerdir, oysa etkilenmemeleri gerekirdi. Sömürücüler İslam’ı devlet düzeni yokmuş gibi, yönetimle ilgili teşkilatlanmaları yokmuş gibi gösterdiler bize; birtakım hüküm ve kuralları varsayılsa bile, bunların uygulayıcısı yoktur, sadece kanun koyuculuktur diye şartlandırdılar bizi. Bu propagandaların, Müslümanları politika ve devlet esasından uzak tutmak isteyen sömürücülerin plânlarının bir parçası olduğu apaçık ortadadır. -Yoksa-, bu düşünce bizim temel inançlarımıza aykırıdır. Biz 'Velayet'e inanıyoruz ve Hz. Peygamber-i Ekrem -saa- efendimizin halife tayin etmesi gerektiğine inanmaktayız ki bunu yapmıştır da.([27]) Halife tayini sırf hükümlerin beyanı için midir? Hükümlerin beyanı halifeyi şart kılmaz ki! O hazretin kendisi ahkâmı bizzat beyan ediyordu zaten! Bütün hükümleri bir kitapta yazabilir ve uygulaması için halka verirdi -olup biterdi- Halife tayin etmesi gerektiğinin mantıkî tarafı, yönetim, idare ve devlet içindir. Biz, kanun ve hükümleri uygulayıp icra etmesi için gerekli görmekteyiz halifeliği -sırf kanunu beyan etmesi için değil.Kanunun bir uygulayıcısı olmalıdır. Dünyanın her yerinde böyledir bu; sırf kanun koymuş olmanın hiçbir faydası yoktur ve insanlığın saadetini sırf kanun koymayla temin edemezsiniz. Kanun koyulduktan sonra bir yaptırım gücü ve bir icraat -yürütme- kuvveti de oluşturulmalıdır. Bir devlet veya bir yasamada yürütme kuvveti de olmazsa eksiklik var demektir. Bu nedenledir ki İslam kanun koyuculukta -yasama- bulunduğu gibi yürütme kuvvetini de belirlemiştir. İslam’da "veliyy-i emr" kanunları uygulama -yürütme- vazifesini de üstlenmiştir. Eğer hz. Resul-ü Ekrem -saa- halife tayin etmeseydi risaletini tamamlamış olmayacaktı.([28])İslam hükümlerinin uygulanma zarureti ve yürütme gücünün gerekliliği ve bunun; insanlığın saadetini temin edecek bir adalet düzeninin kurulması ve -böylece- risalet ve peygamberlik gayesinin tahakkuk bulup gerçekleşmesindeki önemidir ki peygamberin kendisinden sonra bir vasi tayin etmesini "risaletin kemal bulup tamamlanmasıyla eşdeğer saymıştır. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- zamanında kanun sadece iblağ ve beyan edilmiyor bilakis, aynı zamanda uygulanıyordu da! Hz. Resulullah -saa- efendimiz kanunu uygulayan merci ve yürütme gücüydü. Mesela ceza kanunlarını uyguluyordu o; hırsızın elini kesiyor, had vuruyor, recmediyordu([29]). Halife de bu işler içindir. Halife kanun koyucu değildir. Halife, Allah Resulü'nün -saa- getirdiği kanun ve hükümleri icra etmek için vardı. Devletin kurulması, yürütme ve idare sisteminin oluşturulması bu noktada zaruri olmaktadır işte! -İslam- devleti kurulması gerektiğine, -bunun- yürütme organı, yönetim ve idare kurumunun oluşturulması gerektiğine inanmak "velayet'in bir parçasıdır; tıpkı bunun gerçekleşmesi için mücadele verip gayret göstermenin, velayete inanmanın bir parçası olması gibi!... Buna dikkatinizi çekerim! Onlar size zıt olarak İslam’ı nasıl kötü tanıtıyorsa; siz de buna karşılık İslam’ı olduğu gibi tanıtın; velayeti, olduğu gibi tanıtın. 'Biz velayete inanıyoruz; Hz. Resulullah'ın -saa- halife tayın etmiş olduğuna ve bunun da kendisine Allah Teâlâ tarafından emredilmiş bulunduğuna, onun bu yüzden Müslümanların "veliyy-i emrinin belirlediğine inandığımıza göre devlet kurulması gerektiğine de inanmamız gerekir, Allah hükümlerinin uygulanması ve yönetimle ilgili işlerin ele alınıp yoluna konulması için çaba göstermemiz gerekir" deyin. İslam devletinin kurulması yolunda mücadele vermek velayet inancının bir gereğidir. Siz İslam kanunlarıyla onun sosyal fayda ve etkilerini yazıp yayınlayın, tebligat ve faaliyet yönteminizi tekmil edin; dikkat edin ve bilin ki sizler bir İslam devleti kurmakla mükellefsiniz. Kendinize güvenin ve bu işin üstesinden gelebileceğinizi bilin. Sömürücü emperyalistler 300-400 yıl öncesinden başlayarak bugünkü yere geldiler. Biz de sıfırdan başlarız!... Birkaç batı çarpılmışı garb zedeyle sömürü uşaklarının yardakçılarının yaygaralarından korkmayın. İnsanlara İslam’ı tanıtıp anlatın ki genç nesil, din adamları ve ulamanın Kum ve Necef’te oturup hayz ve nifas hükümlerinden başka şeyler okumadığı, siyasete karışmadığı ve din işleriyle siyasetin birbirinden ayrılması gerektiği gibi -yanlış- bir zanna kapılmasınlar. Dinin siyasetten ayrı olması ve İslam âlimlerinin siyası ve sosyal işlere karışmaması gerektiği yolundaki -lâik- düşünceyi ortaya atıp yayanlar sömürücü emperyalistlerdir. Dinsizlerin sözüdür, onların fikridir bu. Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- döneminde dinle siyaset ayrı mıydı ki?! O dönemde Müslümanların bir kısmı politikacı ve yönetici, bir kısmı da din adamı mıydı yani?! Hak veya haksız yere halife olanlar döneminde, Hz. Emir'in -sahalifeliği sırasında dinle siyaset birbirinden ayrı mıydı? İki ayrı kurum muydu bunlar? Sömürücülerle onların siyasi uşaklığını yapanlar uydurdular bunları; böylece dinin dünya işlerine egemen olup Müslümanların toplum yapısını tanzim ve düzenlemekten uzaklaştırılmasını istediler; böylelikle İslam âlimlerini halktan ve hürriyet ve bağımsızlık yolunda mücadele verenlerden koparmış olacaklardı. Çünkü -ancak- bu durumda halka egemen olup servetlerimizi yağmalayabilmeleri mümkündür, onların maksatları budur işte! Eğer biz Müslümanlar namaz, dua ve zikirden başka şeyle meşgul olmazsak sömürücü emperyalistlerle onların işbirlikçisi olan zalim devletler bize hiç karışmazlar. Gidin istediğiniz kadar ezan okuyup namaz kılın; onlar da gelip nemiz var nemiz yoksa hepsini alıp götürsünler, siz de onları Allah'a havale edin -öyle mi?!- Lahavle!... Velâ kuvvete illa billah!… -Bu halimizle- bir de, öldüğümüz zaman sevap kazanmayı umacağız Allah'tan, öyle mi?! Mantığımız bu olursa eğer, onlar -elbette ki- bize hiç mi hiç karışmazlar tabi. O herif (Irak'ın işgali sırasında bir İngiliz subayı) 'minarede ezan okuyan bu adamın İngiltere'nin politikasına bir zararı var mı'-'" diye sorduğunda "hayır" diyor; bunun üzerine "o halde bırakın istediği kadar okusun" diyor... Siz sömürücülerin siyasetlerine karışmaz ve İslam’ı, sırf hep konuşup durduğumuz bu ahkâmdan ibaret bilip asla bundan şaşmazsanız onların sizinle işleri olmaz. Siz istediğiniz kadar namaz kılın, sizin petrolünüzü istiyor onlar, namazınızla ne işleri var? Bizim madenlerimizi istiyor onlar; ülkemizin onların malları için bir tüketim pazarı olmasını istiyorlar. Zaten bu yüzdendir ki onların kuklası olan baştaki devletler bizim sanayi ülkesi olmamızı engellemekte veya dışarıya bağımlı ve montaj sanayi kurmaktadırlar. Bizim adam olmamamızı istiyorlar! "Adam"dan korkuyorlar! Adam olmuş biri çıkacak olsa korkuyorlar ondan. Çünkü kendisine benzerler üretecektir; sömürü, diktatörlük ve kukla rejim gibi şeyleri temelinden söküp atan etkiler bırakacaktır. Bu nedenledir ki ne zaman ortaya bir "adam" çıktıysa ya öldürdüler, ya hapsettiler, ya sürdüler veya lekelediler, "siyasidir!" diyerek! 'O molla siyasî biridir" dediler... -Hâlbuki- Hz. Peygamber-i Ekrem de -saa- siyasiydi. Bu kötü propagandayı sömürünün güdümlü siyasî uşakları yapıyorlar ki sizi siyaset sahnesinden dışlayıp uzak tutsunlar, sosyal meselelere müdahale etmenizi engellemiş olsunlar; hain hükümetlerle, anti-milli ve anti-İslami siyasetlerle savaşmanızı önlesinler... Böylece kendileri diledikleri her şeyi yapabilsinler, her haltı işleyebilsinler ve karşılarına dikilecek hiç kimse kalmasın!... 1. BÖLÜM DEVLET KURULMASINI GEREKLİ KILAN DELİLLER Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği Toplumun ıslahı için kanun külliyatı kâfi değildir. Kanunun insanoğlunun saadet ve ıslahını temin edebilmesi için onu uygulayacak bir yürütme kuvvetine ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ bir dizi kanunların, yani şeriat hükümlerinin yanı sıra bir devlet, bir yönetim ve yürütme gücü de belirleyip tespit etmiş bulunmaktadır. Hz. Resul-i Ekrem -sav- efendimiz İslam toplumunun yönetim ve yürütme teşkilatının en üst makamı durumundaydı. Vahyi insanlara iblağ edip tefsir, akaid ve İslam ahkâmıyla İslam’ın sistem ve düzenlemelerini beyanda bulunmanın yan ısıra bu hükümlerin icra ve uygulanmasını ve İslam’ın sistem, yapılanma\C düzenlemelerinin oluşturulmasını sağlama yolunda da çalışıp uğraşıyordu ki böylece İslam devletini kurabilsin. O sırada Hz. Resulullah -saamesela ceza kanununu bildirip açıklamakla yetinmiyor, aynı zamanda onu bizzat uyguluyordu da! El kesiyor, had vurduruyor, recmettiriyordu. Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra halife de aynı vazife ve mevkidedir. Hz. Resul-ü Ekrem saa- halife tayin ederken sırf İslam’ın akaid ve hükümlerini beyan etmesi için değildi bu; bilakis, İslam hükümlerinin icrası ve kanunun iyice yerleşip tespit bulması içindi. Hükümlerin uygulanması ve İslam yapı ve düzenlemelerinin tespiti vazifesi o kadar önemliydi ki Hz. Resulullah'ın -saa- kendisinden sonra bu işi üstlenecek bir halife tayin etmesini onca önemli kılmış, aksı takdirde risalet ve peygamberlik görevini tamamlamış sayılmayacağı buyrulmuştur. Çünkü dünya ve ahiret saadetlerinin temini için Müslümanlar Hz. Resulullah'tan -saa- sonra dabunu üstlenecek; kanun ve hükümleri uygulayacak, İslamî düzen ve yapılanmaları toplumda hâkim kılacak birine muhtaçtırlar. Esasen kanun, sosyal yapı ve düzenlemeler bir uygulayıcı ve yaptırımcıya muhtaçtırlar. Dünyanın bütün ülkelerinde ve her zaman böyledir bu; sırf kanun koymuş olmanın hiçbir faydası yoktur. Kanun koyuculuk, insanlığın saadetini temin için tek başına yeterli değildir. Kanun koyulduktan sonra -o kanunu uygulayacak- bir yürütme gücünün oluşması gerekir. Mahkeme ve adliyelerin kanun ve kurallarını uygulayıp bu mahkemelerin âdilâne hüküm ve kararlarını halka ulaştırabilen -faktör- yürütme gücüdür. Bu nedenledir ki İslam kanun koyuculukta bulunduğu gibi yürütme ve icra gücü de belirlemiştir. "Veliyy-i emr" yürütme gücünün de sorumlusudur. Hz. Resul-i Ekrem'in -saa- Sünnet ve Yöntemi Hz. Resulullah'ın -saa- sünnet ve yöntemi, bir devlet kurulması gerektiğinin delillerindendir. Zira: Evvela bizzat kendisi de bir devlet kurdu. Onun devlet kurduğuna, İslam kanunlarını uygulayıp İslami yapılanmayı gerçekleştirmeye uğraştığına ve toplumu idare edip yönettiğine tarih şahittir. O hazret -bu cümleden olmak üzere- etrafa valiler tayin etmiş, bizzat yargıda bulunmuş, kadı atamış, yabancı ülkelere ve kabile başkanlarıyla krallara ve imparatorlara elçiler göndermiş anlaşma ve antlaşmalar imzalamış, savaş komutanlığında bulunmuş; kısacası İslam’ın devletle ilgili hüküm, uygulama ve kanunlarını bilfiil icra ederek onlara işlerlik kazandırmıştır. İkincisi; Allah'ın emriyle, kendisinden sonrası için devlet başkanı ve yönetimi üstlenecek olanı tayin etmiştir. Allah Teâlâ, Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonrası için de Müslümanlar için bir devlet başkanı ve yönetici atadığına göre, o hazretten -saa- sonra da devlet müessesesinin gerekli olduğunu vurgulamış olmaktadır. Nitekim Hz. Resul-ü Ekrem -saa- vasiyetinde bu ilahi emri iblağ ettiğinde, devletin gerekliliğini de böylece belirtmiş oluyordu. İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliliğin Zarureti Hz. Resul-ı Ekrem'in -saa- devlet kurmasını gerektiren İslam hükümlerinin icra ve uygulanma zaruretinin sadece o hazretin -saa- dönemine mahsus olmadığı, Hz. Resulullah'tan -saa- sonra da bu hükümlerin ve icrasının süreğenliğini koruyacağı apaçık ortadadır. Ayet-i şerifede de buyrulmuş olduğu üzere İslam ahkâmı belli bir zaman ve mekânla sınırlı olmayıp ebediyen kalıcı ve 'Uygulanması gerekli" dir([30]) İslam sadece Hz. Resul-ü Ekrem -saa- dönemi için gelmiş değildir ki o hazretten sonra terk edilebilinsin ve İslam’ın ceza kanunları olan hadler ve kısas artık uygulanmasın veya malum çeşitli vergiler alınmasın, ya da İslam ümmeti ve İslam beldesini savunma aslı terk edilsin... 'İslam kanunlarının gereğinde pekâlâ terk edilebileceği" veya 'İslam hükümleri belli zaman ve mekânlara mahsustur" şeklindeki görüş, İslam’ın vazgeçilmez itikadı yapısına tamamen aykırıdır. O halde İslam hükümlerinin Hz. Resul'den -saa- sonra da ve ebediyete kadar uygulanması zaruri olduğuna göre devlet kurulması, yürütme ve yönetim kurumunun oluşturulması da zaruri olmaktadır. Bireylerin bütün çalışma ve faaliyetlerini 'ahkâmın uygulanması" vesilesiyle adilane bir sistem ve yapı üzerinde oturtacak bir devlet, yürütme gücü ve yönetim mekanizmasının oluşturulmaması halinde kargaşa ve anarşi doğar; sosyal, itikâdî ve ahlâkî bozulmalar baş gösterir. O halde anarşi, kargaşa ve başıbozukluğun vuku bulmaması ve toplumda fesad ve bozulmanın baş göstermemesi için devlet kurmaktan ve toplumdaki bütün işleri ve vukuatları kontrol ve disipline sokmaktan başka çare yoktur. Demek ki şeriat ve akıl kurallarının da apaçık ortaya koyduğu üzere; Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve Emir'el Mü'minin Ali bin Ebutalib -s- zamanında gerekli ve zaruri olan şey; yani devlet, yönetim, idare ve yürütme mekanizması; onlardan sonra da ve bu cümleden olmak üzere bizim çağımızda da gerekli ve zaruridir. Meselenin açıklığa kavuşması için şu soruyu soruyorum: Gaybeti Suğra'dan([31]) 1000 yılı aşkın bir süre geçtiği ve belki de maslahat gereği hazretin zuhuru pekâlâ yüz bin yıl sonra da vuku bulmayabileceğine göre bu uzun süre boyunca İslam hükümleri yerde kalmalı, uygulanmamalı ve herkes canı ne isterse yapabilmeli midir? Anarşi ve kargaşa mı egemen olmalıdır? Beyan, tebliğ, yayma ve uygulama safhasına konulması yolunda Hz. Resulullah'ın -saa- 23 yıl durup dinlenmeksizin zahmet ve cefalar çektiği kanunlar sadece belli ve sınırlı bir zaman dilimi için miydi? Yani Allah Teâlâ kendi göndermiş olduğu hükümlerinin uygulanmasını 200 yılla mı sınırlamıştır? Gaybet-i Suğra'dan sonra İslam her şeyini bırakmış -bütün hüküm ve inançlarından- vaz mı geçmiştir?! Böyle bir fikre inanmak veya bunu dile getirmek, İslam’ın iptal olduğuna inanmak veya bunu söylemekten çok daha beterdir. Hiç kimse bugün artık İslam beldesinin toprak bütünlüğünü koruma ve müdafaanın artık lüzumu kalmadığını veya vergi ve cizye([32]), haraç([33]), humus([34]) ve zekâtın([35]) alınmasının günümüzde artık gerekli olmadığını, İslam ceza kanunlarının; diyet ve kısasın artık iptal edilmesi lazım geldiğini söyleyemez! Herkim, İslam devleti kurulmasının zaruri olmadığını söyleyecek olursa İslam hükümlerinin uygulamaya konulması gerektiğini inkâr etmiş; din-i mübin-i İslam’ın ölümsüzlüğünü ve hükümlerinin ebediyen bütünlüğünü münkir olmuş olur. Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden sonra hiçbir Müslüman devletin gerekliliğinden tereddüde kapılmadı. Hiç kimse kalkıp da 'bize devlet lazım değil artık" demedi. Kimseden böyle bir şey duyulmuş değildir. Devlet kurulması gerektiği hususunda herkes müttefikti. İhtilaf, sadece bunu kimin üstleneceği ve kimin devlet başkanı olacağındaydı. Binaenaleyh Hz. Resul-ü Ekrem'den -saasonra halifeler döneminde de, Hz. Emir -s- döneminde de devlet kuruldu. Devlet örgütü vardı, idare ve icra -yürütme- yerine getirilmedeydi. İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği İslam devleti kurulmasının zaruri olduğunu gösteren bir diğer delil de İslam kanunlarının, yani şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğidir. Bu kanun ve hükümlerin nitelik ve niceliğine dikkat edilecek olursa bir devlet kurulması ve toplumun siyasî, iktisadî ve kültürel yönetim ve idaresini gerçekleştirme gayesiyle belirlenmiş oldukları görülür. Evvela şeriat kanunları bütün ve külli bir toplum düzenini oluşturmaya tamamen elverişli -gerekli- her nevi -her boyutta- kanun ve kuralları taşıyıcı özelliğe sahiptir. İslam’ın bu hukuki nizamında, insanoğlunun ihtiyaç duyacağı her şey vardır: Konu-komşuyla, evlatla, akraba ve kendi halkı ve hemşerisiyle sosyal ilişki ve muaşeret ve karı-koca hayatıyla özel münasebetlerden tutun da savaş ve barış kuralları, milletlerarası ilişkiler, ceza kanunları ticaret, sanayi ve ziraata varıncaya kadar... Nikâh öncesi için, hatta bebek ana rahmine düşmeden öncesi için bile kanunu vardır İslam’ın; nikâhın nasıl kıyılması, nasıl gerçekleşmesi gerektiğini belirtir; o sırada veya bebek ana rahmine düşmeden önce insanın ne yemesi gerektiğini, bebeğin süt çağında annebabanın ne gibi vazifelerle yükümlü olduğunu, bebeğin nasıl eğitilmesi gerektiğini, kadınla erkeğin yekdiğerine ve çocuklarına karşı davranış ve tutumlarının nasıl olması gerektiğini... vb. gibi -insan hayatının- bütün merhaleleri için İslam’ın kanun ve kuralları vardır ki insan" yetiştirebilsin, tam ve mükemmel bir insan; canlı kanuna dönüşmüş, kanunun timsali haline gelmiş, kendiliğinden kanunun gönüllü uygulayıcısı kesilmiş bir insan"!... Kendisini olumsuzluklardan arıtmış mükemmel ve faziletli bir insan modeli yetişmesi için gerekli ortam ve şartları hazırlayabilecek bir devlet sistemiyle siyasî ve iktisadî toplum ilişkilerine İslam’ın ne denli önem verdiği ortadadır. Kur'anı Mecid ve sünnet-i Resulullah -saa-; insanoğlunun kemal ve saadeti için ihtiyaç duyduğu bütün kanun ve hükümleri içermektedir. Kâfı'de([36]) 'İnsanların bütün ihtiyaçları kitap ve sünnette beyan edilmiş, bildirilmiştir" başlıklı bir bölüm vardır([37]). Burada geçen kitap, yani Kur'an 'her şeyi bildiren" dir([38]), her şeyi belirtmiş, bütün her şeyi açıklığa kavuşturmuştur. Masum imam -rivayette de geçtiği üzere- 'halkın ihtiyacı olan her şeyin kitap ve sünnette belirtildiğine -ve çözüm yollarının gösterildiğine- yemin etmektedir([39]) ki bunda hiç şüphe yoktur. İkincisi; şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğine dikkat ettiğimizde bunların uygulanması ve bunlara uygun amel edilebilmesi için devlet kurulmasının zaruri olduğunun; büyük ve kapsamlı bir yönetim ve yürütme örgütü oluşturulmaksızın Allah'ın emir ve hükümlerini uygulama vazifesini yerine getirmenin mümkün olmayacağını görürüz. Biz burada örnek olarak bazı konulara değinmekle yetiniyoruz, isteyenler diğer konulara da başvurarak incelemede bulunabilir. 2. BÖLÜM BAZI ÎSLAM HÜKÜMLERİ ÜZERİNE İNCELEME 1- Mali Hükümler İslam’ın belirlediği vergiler ve plânladığı bütçe -şekli-, bunun sadece fakirlerle yoksul seyyitlerin açlıktan ölmeyecek kadar bir geçime kavuşmasına yönelik olmadığını; bilâkis devlet kurma ve büyük bir devletin zaruri harcamalarını temin gayesine yönelik olduğunu göstermektedir: Mesela beytulmala akan ve bütçe kalemlerinden sadece biri durumundaki büyük gelir kaynaklarından biri "humus"tur. Bizim mezhebimizde bütün ziraî gelirlerden; ticaretten, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından elde edilen gelirlerden, velhasıl bütün gelir ve kazançlardan adilane ölçülerle -humus- alınır. Öyle ki; bu caminin kapısı kenarındaki sebzeciden, gemi ve maden işletmeciliğiyle uğraşan herkesi kapsamına alan bir hükümdür bu. Mükellef şahıslar gelirlerinin; meşru ve normal ihtiyaçlarıyla ilgili harcamalarından geriye kalanının 5'te birini, beytulmala eklenmesi için İslam devletinin başkanına verirler. Böylesine büyük bir gelirin; ancak İslam ülkesini idare ve böyle bir ülkenin bütün mali ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olduğu apaçık ortadadır. İslam ülkelerinin tamamının veya –İslam’ın egemenliği altına girmesi halinde- bütün dünya ülkelerinin gelirlerinin –normal harcamalardan artan miktarının- humsu hesaplanacak olursa böylesine - yüklüce- bir verginin sırf seyyidlerle din adamlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olmadığı; meselenin çok daha önemli boyutları olduğu ortaya çıkar. Amaç, koca devlet teşkilatının mali ihtiyaçlarının giderilmesidir. Eğer bir İslam devleti kurulacak olursa işte bu vergilerle, yani humus ve zekâtla -ki ikincisi fazla değil-, cizye ve haraçlarla -ya da ülkenin ziraata elverişli topraklarına konulan vergilerle- yönetilip idare edilmesi gerekir. Seyyidlerin böylesine astronomik- bir bütçeye ihtiyacı olduğu nasıl düşünülebilir? Tahran, İstanbul, Kahire ve diğer büyük çarşılar bir yana dursun, sırf Bağdat Çarşısı'nın gelirinden alınacak humus bile bütün seyyıtlere, medreselere ve Müslümanların bütün fakirlerine yeter. Böylesine astronomik bir bütçenin belirlenmiş olması da göstermektedir ki amaç, devlet kurulması ve ülke yönetimidir; halkın temel ihtiyaçlarının giderilmesi, kamu hizmetleri ve sağlık, kültür, savunma, bayındırlık ve kalkınma gibi sosyal hizmetlerin karşılanmasıdır. Hele humusun toplanma, muhafaza ve harcanmasına dair İslam’ın belirlediği dakik kural ve getirdiği düzenlemeler bu gerçeği iyiden iyiye vurgulamaktadır: Devlet hazinesinden kesinlikle sorumsuz ve israfa kaçan harcamalar yapılmayacak; devlet başkanı, valiler ve bütün kamu hizmeti yöneticileri; yani devlete çalışan insanlarla -hükümet adamlarıylahalkın diğer kesimleri arasında "kamuya ait mallar ve devlet gelirlerinden faydalanma hususunda" hiçbir fark ve ayrıcalık gözetilmeyecek, -beytulmala ait gelirlerden- herkes eşit pay alacaktır. Böylesine yüklüce bir bütçeyi denize mi dökmemiz gerekir şimdi7 Ya da, hazret-i Mehdi -sa- gelinceye kadar toprağa mı gömmeli,([40])?!!.. Yoksa o günlerde mesela 50 seyyidin -gönlünce harcayıpyemesi için miydi? Yoksa bugün farzen, 500 bin seyyide mi verelim? Nasıl harcayacaklarını bilemez, şaşırıp kalırlar... Hâlbuki fakirlerle seyidlere humustan- verilmesi gereken miktarın, sadece geçimlerini temin edebilecekleri kadar olması lazım geldiğini biliyoruz. Ancak İslam’ın bütçe plânlamasına göre her gelirin belli ve zarurî bir harcama sahası vardır. Bir sandık zekâta mahsustur; bir sandık da sadaka ve teberruata -bağışa-; bir de humsa ait özel bir sandık vardır. Seyyidler bu son sandıktan geçimlerini sağlarlar. Hadiste de belirtilmiş olduğu üzere seyyidler yıllık harcamalarından arta kalan miktarı sene sonunda İslam devletinin başkanına geri vermelidirler; eğer tersi olur da, masraflarını karşılayamazlara -İslam- devlet başkanı onlara yardım eder([41]). Öte yandan zimmet ehlinden alınması gereken cizye" yle ([42]) büyük ziraat arazilerinden alman "haraç" olağanüstü rakamlara ulaşan bir gelir sağlamaktadır. İslam’ın bu tür vergiler belirlemiş olması bir devlet ve devlet başkanının varlığının zaruretini ortaya koymaktadır. Gelir durumu ve ödeme gücüne göre zimmet ehlinin ödemesi gereken yıllık vergi miktarını belirlemek İslam devleti başkanına veya onun valisine düşer; keza onların tarla ve davarlarından([43]) uygun miktarda vergi alınır. Keza "haraç" almak; yani "Allah'ın malı" olan ve İslam devletinin tasarrufunda bulunan geniş topraklara taalluk eden vergiyi toplamak da yine İslam egemenine -İslam devletinin başında bulunana- düşer ki bu da muntazam ve düzenli bir teşkilat, örgütlenme ve organize ister, hesap-kitap ister, tedbir ve maslahat üzerine kafa yormayı gerektirir. Duruma göre mütenasip ve uygun miktarlarda ve maslahata muvafık olacak şekilde bu vergileri belirlemek, toplamak ve sonra da Müslümanların maslahatına en uygun şeylere harcamak; İslam devletinin başında bulunanlara düşen bir vazifedir. Görüldüğü gibi İslam’ın mali hükümleri, devlet kurulmasının gerekli olduğuna delalet etmektedir; bunu yapabilmenin ise, İslami bir teşkilatlanma ve örgütlenmeden başka hiçbir yolu yoktur. 2- Milli Savunma Hükümleri Öte yandan; İslam devletinin koruması, toprak bütünlüğünün savunması ve İslam ümmetinin bağımsızlığını müdafaayla ilgili hükümler de devlet kurulmasının gerekliliğine delalet etmektedir. Bunun en bariz örneği "... gücünüz yettiğince silah ve -savaşa- âmâde at hazırlayın..."([44])hükmüdür. Mümkün miktarda ve olabildiğince silahlı savunma gücü hazırlayarak her an savaşa âmâde olma emri verilmekte ve barış döneminde her an âmâde ve teyakkuz halinde olunması gerektiği hatırlatılmaktadır. Müslümanlar işte bu hükme uyarak bir İslam devleti kurup her an savaşa âmâde ve hazırlıklı olsalardı bir avuç Yahudi kalkıp da bizim topraklarımızı işgal etmeye, Mescid-i Aksa'yı harabeye çevirip ateşe vermeye cür'et etmezdi; -çünküâmâde olan Müslümanlar hemen harekete geçer, gerekeni yaparlardı. Bütün bunların haşamıza geliyor olmasının nedeni- Müslümanların Allah'ın hükümlerini uygulama girişiminde bulunmamış, liyakatli ve sâlih bir devlet kurmamış olmasındandır. Eğer bugün İslam ülkelerini yönetenler imanlı halkın temsilcileri olup İslam hükümlerini uyguluyor bulunsalardı küçük ihtilaf ve anlaşmazlıkları bir kenara bırakır, bozgunculuk ve tefrikacılıktan vazgeçer, birlik ve vahdet içinde "tek yumruk" olurlardı([45]); o zaman Amerika, İngiltere ve -diğer ecnebilerin uşağı olan bir avuç sefil Yahudi bu işleri yapamazdı işte; Amerika'yla İngiltere'nin desteğine rağmen yine de yapamazlardı. Bu, Müslümanlara hükmeden baştaki yöneticilerin liyakatsizlik ve acziyetindendir. "... gücünüz yettiğince savaş kuvveti ve besili atlar hazırlayın..." ayet-i kerimesi Müslümanlara "elinizden geldiğince güçlü ve hazırlıklı olun ki düşmanlarınız size zulüm ve tecavüzde bulunanlasın" şeklinde emretmektedir. Bizler elbirliği ve vahdet içinde olmadığımızdan, güçlü ve her, an savaşa hazır ve âmâde bulunmadığımızdan ecnebilerin tecavüz ve saldırganlıklarına maruz kaldık ve kalıyoruz ve zulüm görüyoruz!... 3- Hakların Elde Edilmesiyle İlgili Hükümler ve Ceza Hükümleri Suçludan alıp sahibine verilmesi gereken diyetler ve İslam devlet başkanının nezdinde uygulanması gereken had ve kısas gibi birçok İslam hükümlerinin, bir devlet düzeni oluşturulmaksızın uygulama safhasına konulabilmesi mümkün değildir. Bu kanun ve hükümler hep bir devlet düzenini gerektirmektedir: devlet dışında hiçbir gücün becerebileceği işler değildir bunlar. Siyasî İnkılâbın Gerekliliği İnatta bulunup düşmanlık edenler ve Ümeyyeoğulları -Emeviler-lânetullah aleyhim([46]); Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- rıhletinden sonra İslam devletinin Ali bin Ebu Talib -s- velayetinde istikrar bulmasını engellediler. Allah Tebarek ve Teâlâ’yla Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saa- rızasına mutabık bir devlet düzeninin nesnel olarak kurulup meydana gelmesini önlediler; neticede devletin temelini değiştirdiler. Oluşturdukları hükümetin programlarının çoğu, İslam’ın devlet programlarına aykırıydı. Emevilerle Abbasilerin ([47]) kurduğu rejim, devlet düzeni ve uyguladıkları siyasî yöntem İslam dışıydı. Devlet sistemi tamamen tersine dönerek saltanat -sultanlık- rejimine dönüştürüldü; İran şahinşahları, Roma imparatorları ve Mısır Firavunlarının rejimlerinden farksız bir rejim haline geldi. Daha sonraki dönemlerde de yine aynı "gayri İslami hali"yle devam etti ve böylece bugünkü hale gelmiş oldu. Devletlerin bugünkü şu gayri İslami ve İslam düşmanı hallerinin sürmesine izin vermememiz gerekir, aklen ve şer'an da böyledir. Bunun delilleri de apaçık ortadadır: Her şeyden önce, gayri İslami bir siyasî düzeninin kurulması; İslam’ın siyasî nizamı ve uygulanmaması demektir. nizam ve devlet devlet düzeninin İkinci delil de; gayri İslami olan her siyasî düzen ve devletin, şirke bulaşmış bir siyasî düzen ve müşrik bir devlet olmasıdır; çünkü onun hâkim ve egemen gücü "tağut'tur ([48]) ve bizler şirkin iz ve etkilerini Müslümanların hayatından silip temizlemekle mükellefiz. Diğer bir delil de mümin ve fazilet sahibi insanların yetişebileceği elverişli sosyal şartlar ve ortamı hazırlamakla mükellef oluşumuzdur ki bu da "tâğut" ve diğer gayrimeşru güçlerin egemen olduğu ortam ve şartların tamamen tersidir. "Tâğut" ve müşrik sistemin egemenliğinden doğan sosyal şartların gereği, şu gördüğünüz fesad ve bozulmadır işte. Derhal ortadan kaldırılması ve müsebbiblerinin, lâyık oldukları cezaya çarptırılması gereken "fesad-ı fı'l arz" -yeryüzünde bozulma ve bozgunculuk çıkartma" dır. Firavun'un kendine has politikasıyla Mısır'da meydana getirdiği fesad ve bozulmadır bu: "...Şüphesiz o, bozgunculardandı."([49]). Bu sosyal ve siyasî şartlarda mümin, takvalı ve âdil biri insanın yaşayabilmesi; imanını ve doğru davranışlarını koruyabilmesi mümkün değildir. Karşısında iki yol bulacaktır: Ya mecburen şirke bulaşmış ve sâlih olmayan amellerde bulunacak, ya da bu tür amellere bulaşmamak ve tâğutun emir ve kanunlarına eğilmemek için onlara karşı mücadeleye girişip o bozuk şartları ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Bozuk ve bozguncu devlet düzenlerini ortadan kaldırmak; hain, bozuk, zalim ve zorba egemenleri alaşağı etmekten başka çaremiz yoktur bizim... Bütün Müslümanların İslam ülkelerinde teker teker gerçekleştirmesi gereken vazifedir bu; İslamî siyasî inkılâbı bu beldelerde zafere ulaştırmalıdırlar. İslâmî Vahdetin Gerekliliği Diğer taraftan; İslam vatanını sömürücü emperyalistler, zalimler, zorba ve mevkiperest egemenler parçalamış bulunmaktadır. İslam ümmetini birbirinden ayırmış, ayrı ayrı birkaç millet haline getirmişlerdir. Bir ara büyük Osmanlı Devleti meydana geldiyse de, sömürücü emperyalistler -onu da- hemen parçaladılar. Rusya, İngiltere, Avusturya ve diğer sömürücü devletler el ele verip Osmanlıya karşı savaşlar açtılar, her biri Osmanlı topraklarının bir kısmını ele geçirdi ya da kendi nüfuzları altına aldılar([50]). Gerçi Osmanlı devletinin başına geçenlerin çoğu liyakatsiz ve bazıları da fasit ve bozuktu, padişahlık rejimi hâkimdi; ama yine de sömürücü emperyalistler için bir tehlike söz konusuydu: Her an, halkın arasından salih ve dürüst insanların çıkıp bu devletin -Osmanlı- başına geçerek halkın da yardımıyla millî birlik ve kuvvetle sömürünün işini bitirmeleri ihtimali vardı! İşte bu nedenledir ki mükerrer savaşlardan sonra, 1. dünya savaşında Osmanlı Devletini parçalayıp kendi aralarında bölüştürdüler, öyle ki, o Osmanlı topraklarından 10-15 tane birer karışlık ülkeler çıktı ortaya. Her karışın -minik ülkenin- başına kendi memurlarından birini ya da bir dizi memurlarını geçirdiler. Daha sonraları -bu küçük ülkelerden- bazıları o memurların ve sömürü uşaklarının elinden kurtulmuştur. İslam ümmetinin birlik ve vahdetini temin edip İslam vatanını sömürücülerle onların yardakçısı olan kukla devletlerin tasarruf ve nüfuzundan kurtarabilmemiz için devlet kurmaktan başka hiçbir yolumuz yoktur. Çünkü Müslüman milletlerin vahdet ve hürriyetini sağlayabilmek için zalim ve kukla devletleri yıkmamız ve sonra da yerine, halkın hizmetinde olacak adilane bir İslam devleti kurmamız gerekir. Devlet kurulması; Müslümanların vahdetini korumak, birlik ve düzenlerini muhafaza edebilmek içindir. Nitekim Hz. Fâtıma-ı Zehra selamullah aleyhâ bir hutbesinde "imamet, nizamın -sisteminkorunması ve Müslümanların bölük-pörçük hallerini vahdet ve ([51]) birliğe dönüştürmek içindir" buyurmaktadır' Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği Ayrıca sömürücü emperyalistler, halka musallat olmuş bulunan siyasî uşakları vasıtasıyla zalimane iktisadî sistemleri- zorla kabul ettirmiş ve bunun sonucu olarak da halk iki kesime ayrılmıştır: Zalim ve Mazlum! Bir tarafta sağlık ve kültürden tamamen mahrum yüz milyonlarca aç Müslüman dururken, diğer tarafta ayyaş, kötü ve serseri bir azınlıklar grubu var ki zenginler ve siyasî güce sahipler... Aç ve mahrum halk, daha iyi ve insanca bir hayata kavuşabilmek için yağmacı ve talancı yöneticilerden kurtulmaya çalışmakta ve bu gayret ve keşmekeş sürüp gitmekte, ama egemen -müreffeh- azınlıklarla devletin zalim mekanizmaları onlara hep engel olmaktadır. Biz mazlum ve mahrum halkı kurtarmakla vazifeliyiz. Biz mazlumlardan yana ve zalimlere düşman olmakla mükellefiz. Emir'el Müminin'in -s- değerli oğluna yazdığı meşhur vasiyette vurgulayıp hatırlattığı vazifedir bu: "Mazluma yardımcı ol, zalime düşman kesil !"([52]) İslam âlimleri zalimlerin gayrimeşru çıkarlar sağlayıp tekelcilikte bulunmalarına karşı durmalı ve halkın büyük bir çoğunluğu açlık ve mahrumiyet içindeyken onların hemen yanı başında; talancı ve haram yiyici zalimlerin nimetler içinde keyif çatmasına engel olmalıdırlar. Emir'el Mü'minin s- "Benim bu vazifeyi -hilafet, devlet başkanlığı- kabul etmemin yegâne nedeni Allah Tebarek ve Teâlâ’nın zalimlerin oburluğu ve vurgunculukları; mazlumların da açlık ve mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lakayt kalmayacaklarına dair İslam âlimlerinden söz almış olmasıdır" buyurmakta ve şöyle demektedir: "...Andolsun tohumu yarana, canı yaratana; biat edenler gelip burada toplanmasalardı ve ben gerekli yardımcı gücü bulduğum için bu işi kabulle mükellef olmamış olsaydım ve Allah Teâlâ İslam âlimlerinden zalimlerin oburlukları ve vurgunculuklarıyla, mazlumların dayanılmaz açlık ve mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lakayt kalmayacaklarına dair söz almış olmasaydı iktidar yularını bırakır, bir daha da elime almazdım. O zaman şu dünyanız ve dünyevî makam ve mevkinizin benim nazarımda bir keçi aksırığının çıkardığı rutubetten daha değersiz olduğunu görürdünüz..."([53]). Bir grup hain ve haram yiyiciyle ecnebi uşaklarının, dış güçlerin yardımı ve süngü zoruyla yüz milyonlarca Müslüman’ın el emeği ve servetine el koyduklarını ve en asgarî nimetlerden bile faydalanmalarına izin vermediklerini göre göre bugün nasıl sessiz kalır, tepki göstermeden öylece yerimizde oturabiliriz? Bu zalimane duruma bir son vermek İslam ulemasının ve bütün Müslümanların vazifesidir; yüz milyonlarca insanın saadetini temin yolunda zalim devletleri yıkmak ve İslam devleti kurmakla muvazzaftırlar Ahbara Göre Devletin Gerekliliği Aklın, İslam hükümlerinin, Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- sünneti ve Hz. Emir'el mü'minin'in -s- siyeriyle ayet ve rivayetlerin de gerektirdiği ve açıkça belirlemiş olduğu üzere devlet kurulması lazım ve gereklidir. Örnek olması açısından, Hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan bir rivayeti aktarıyorum: Bu hadisin nübüvvetle ilgili olan ilk kısmını, konumuz dışında olduğu için aktarmaya gerek görmüyor, bahsimizle ilgili olan son bölümünü aktarıyoruz; İmam şöyle buyuruyor: "...Hekim ve bilge Allah Teâlâ’nın niçin "Ululemr" tayin edip ona itaati gerekli kıldığını soracak olana şu cevap verilir: Allah Teala'nın bu emrinin birçok delili ve nedeni vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle özetlenebilir: İnsanlara belli bir kanun ve yol gösterilip bu yoldan sapmamaları ve bu kuralları çiğnememeleri emredilerek, belirlenen çerçeve ve sınırları aşmamaları, aksi takdirde fesada bulaşacakları vurgulanmış olduğundan ve diğer taraftan başlarında emin ve güvenilir biri veya belli bir güç bulunup da onları bu yol üzere tutarak durumlarını gözetleyip kollamadıkça insanların ilahî yol ve kanunlar üzere sabit kalmaları, belli kanunları çiğnememeleri ve haklarını aşan sınırlara ayak basmamaları mümkün olmadığından (zira eğer böyle olmaz ve -tepesinde- onları caydırıcı ve gözetleyici bir güç bulunmazsa hiç kimse, başkalarının zararına sebep olup onların fesadına yol açabilecek dahi olsa şahsî lezzet, haz ve çıkarlarından vazgeçmez ve şahsî keyfi ve çıkarları için başkalarına zulmetmekten çekinmez) ululemre itaat edilmelidir. Bunun bir diğer delili ve nedeni de şudur: Kanun, düzen ve disiplini sağlayıcı bir lider veya bir gücün başkanlık ve nezareti olmaksızın hayatını sürdürebilen hiçbir toplum, hiçbir millet veya şu ya da bu dine mensup bir topluluk olmamıştır. Çünkü bütün insanlar din ve dünyalarının geçim ve temini için böyle bir -lider ve yöneticiye muhtaçtırlar. Binaenaleyh Hekim ve bilge Rabbul Alemin'in, kullarını başsız ve sorumsuz bırakması mümkün değildir. Zira Allah Teâlâ, kullarının böyle bir şahsa ihtiyaçları olduğunu vebaşlarında, onları kollayıp gözetecek biri olmazsa durumlarının düzen ve disiplin bulmayacağını; ancak böyle birinin emri altında insanların düşmanla savaşabileceklerini, genel gelirlerin onun eliyle bölüştürülüp paylaştırılması gerektiğini, onun öncülüğünde imametinde- Cuma ve cemaat namazlarının kılındığını ve toplumun mazlumlarının haklarının zalimlere karşı onun eliyle korunabileceğini bilmektedir. Bir diğer delil ve neden de şudur: Eğer insanların başında onlara çeki düzen verip kanun ve disiplini sağlayarak halka hizmet edecek, emîn, dürüst ve sâdık bir imam tayin etmeyecek olursa din eskimeye ve çürümeye yüz tutar, kanun ve yol kaybolur gider, İslam hükümleri ve İslâmî yöntemler değişi verir, tersyüz olurlar, bid'atçiler dine izâfı şeyler eklerler, mülhidlerle dinsizler dini eksiltirler ve İslam’ı bambaşka bir yüzle tanıtırlar Müslümanlara. Çünkü insanlar eksik ve noksandırlar, kemale ihtiyaçları vardır, kemal bulabilmiş değildirler henüz. Birbirleriyle olan ihtilaf ve anlaşmazlıkları, türlü ve farklı eğilimleri ve bölük pörçük yaşamları da bu ihtiyacı iyiden iyiye pekiştirmektedir. Bu nedenledir ki Allah Tealâ, O'nun hüküm ve kurallarını uygulayıp koruyacak, düzen ve disiplini sağlayıp Peygamber'in -saa- getirdiği emaneti muhafaza edebilecek birini belirlememiş olsaydı, durum yukarıda anlattığımız şekle bürünecek ve Müslümanlar bozulacaklardı, İslam hükümleri, kural ve disiplinleri asimile olacak, ahdler, yeminler ve sözler tamamen değişecek ve neticede bunca değişim, bütün bir insanlığın tamamen bozulup fesada gömülmesine yol açacaktı..."([54]) İmam aleyhisselamın yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere çeşitli sebep ve nedenler devlet ve ululemr (veliyyi emr)in mevcudiyetini zaruri kılmaktadır. Bu sebep ve nedenler geçici veya belli bir zamanla sınırlı değildir; bu da devlet kurulmasının her zaman zaruri olduğunu gösterir. Mesela insanların İslam hududunu -kanunlarını- çiğnemesi, yekdiğerinin hakkına tecavüzde bulunması ve zevk alma veya kişisel çıkarları için başkalarının haklarına el uzatması... gibi durumlar her zaman vardır. Bu durumların sadece Hz. Emirel müminin Ali -s- zamanında var olduğunu, ondan sonra herkesin melek kesiliverdiğini söylemek mümkün değildir! Yüce yaratıcının hikmeti insanların adalet içinde yaşaması ve ilâhî hüküm ve kurallar çerçevesinde adım atılması gerektiği cihetindedir. Her zaman için geçerli olan bu hikmet, Allah Teâlâ’nın değişmez sünnetlerinden -kurallarından-dır. Binaenaleyh bugün ve her zaman bir veliyyi emrin, yani İslam devlet ve kanunlarını kuran ve uygulayan bir kayyım ve yöneticinin varlığı kaçınılmazdır; insanların yekdiğerinin haklarını çiğneyip zulüm ve sitemde bulunmasını engelleyecek, halkın emanetini koruyup güvenliğini sağlayacak, insanları İslam kanun, akaid ve kurallarına doğru yöneltecek, mülhidlerle islam düşmanlarının din ve din hükümlerine bid'at sokmasını engelleyecek dirayetli bir yönetici... Emir'el mümininin -s- halife olması da bunun için değil miydi zaten?! O hazreti imam -ve devlet başkanı- yapan zaruretler şimdi de vardır; şu farkla ki belli bir şahıs yoktur; bilakis, meselenin bizzat kendisi -devlet başkanının gerekliliği ilkesibelirtilmiştir([55]) ki her zaman için yürürlüğünü koruyabilsin. O halde eğer İslam hükümlerinin daima diri kalması isteniyorsa, zalim devlet ve iktidarların zayıf halkın haklarına tecavüzde bulunmasının engellenmesi gerekiyorsa, egemen azınlıkların şahsî çıkar ve zevklerini temin için halkı yağmalayıp ahlaksızlığa itmesi istenmiyorsa; İslam devleti kurulmalı, herkes İslam adaleti içinde yaşamalı ve âdil İslam kanunları çiğnenmemelidir deniyorsa, uyduruk ve kukla meclisler tarafından İslam’a aykırı kanunlar çıkarılıp bid'atlerde bulunulmasının engellenmesi gerektiğine inanılıyorsa ve ecnebilerin İslam ülkelerindeki nüfuzlarına son verilmeliyse, -bütün bunlar için İslamî birdevletin var olması gerektiği bilinmelidir! Tabii ki sâlih ve doğru bir devlet olmalıdır bu; doğru, sâlih, güvenilir, emin ve kayyım bir yönetici olmalıdır; yoksa mevcut yöneticiler hiçbir işe yaramazlar, çünkü zorbadırlar, bozulmuş durumdadırlar, yönetimde bulunma liyakat ve salâhiyetleri yoktur hiçbirinin. Zalim, hain ve bozuk yöneticileri devirip -âdil İslam- devlet kurmak için bütün halk el ele verip kıyam etmediğimiz için ve bazıları gevşek davrandığı, hatta İslam devlet ve yönetimiyle ilgili mevzuata girmekten çekindiği, dahası, bununla da yetinmeyerek ellerini açıp zalim yöneticilere dua ettiği için bu hallere düştük, İslam’ın toplum içindeki nüfuz ve etkinliği azaldı, İslam milleti bölük-pörçük edilip zayıflatıldı, İslam hükümleri uygulanmaz oldu, hatta yer yer değiştirildi, sömürücüler iğrenç emellerine ulaşabilmek için yerli siyasî yardakçıları vasıtasıyla yabancıların kanunları ve ecnebi kültürünü Müslüman arasında yayarak halkı batılılaştırdılar. Bütün bunlar bizim bir devlet başkanımız, kayyımımız ve liderlik teşkilatımızın olmayışından ileri geldi. Biz sâlih bir yönetim teşkilatı istiyoruz, gayet net ve haklı bir istektir bu. 3. BÖLÜM İSLÂMİ DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMİ Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı İslam devleti, mevcut devlet biçimlerinin hiçbiri değildir. Meselâ müstebit ve zorba bir yönetim tarzı ve devlet başkanının ülkeyi keyfince yönettiği, halkın malı ve canıyla oynayıp istediği gibi müdahalede bulunabildiği, dilediğini öldürüp dilediğini ödüllendirdiği, dilediğine mal-mülk verip milletin malını şuna buna bağışladığı istibdada dayalı bir düzen değildir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz saa- ve Hz. Emir'el müminin -s- ve diğer halifelerin de böyle bir yetkilen yoktu. İslam devleti ne istıbdada([56]) dayalı bir düzendir, ne de mutlakiyete([57]); bilakis,' meşrutî" bir sistemdir. Ama bugünkü yaygın anlamda 'kanunları bireyler ve çoğunluğun onayının belirlediği 'meşrutiyet de değil tabi([58])! Burada 'meşrutiyet'ten kastedilen mana "devlet yöneticilerinin, Kur'an ve Nebevi sünnetin belirlemiş olduğu bir dizi kanun ve kurallar çerçevesinde ülkeyi idare etmesi”dir, yani Kur’an ve sünnetin egemenlik "şart’ı söz konusudur, İslam kanunları hâkim ve icra olunmalıdır. Bu açıdan İslam devleti 'İlâhî kanunların halkı yönetmesi" dir. 'Saltanat meşrutiyeti"([59]) veya sırf "cumhuriyet"([60]) gibi rejim tarzlarıyla İslâmî devlet sistemi arasındaki temel fark da budur zaten: Söz konusu rejimlerde bizzat şah veya halkın seçtiği temsilciler 'kanun koyucu" durlar, kanunları onlar belirlerler; İslam’da ise kanun koyucu Allah Teâlâ’dır, kanun ve kuralları ancak Allah belirler. İslam’ın mukaddes kanunlarını belirleyen makam (Allah Teâlâ -çev-) yegâne 'kanun koyucu"dur, O'ndan başka kimsenin kanun koyma yetki ve hakkı yoktur ve O'nun koyduğu kanun dışında başkaca hiçbir kanun yürürlüğe girmez. Bu nedenledir ki iktidarın üç merkez kolundan birini teşkil eden 'kanun koyucu -yasama- meclisi" yerine, İslam devletinde bir nevi "plânlama ve program meclisi" vardır ki çeşitli bakanlıklar için İslam hükümleri çerçevesinde plânlama ve programlamada bulunur vekamu hizmetlerinin ülke çapında nasıl yapılanması gerektiği bu plân ve programlarla belirlenmiş olur. Kur'an ve sünnette toplanıp belirlenmiş olan İslam kanunları bütünü Müslümanlar tarafından 'uyulması kesinlikle şart" kanunlar olarak tanınmıştır. Bu 'resmen tanıma" ve 'kabul" olayı İslam devletinin işini kolaylaştırmakta ve bu devletin 'halkın kendi devleti" olmasını mümkün kılmaktadır. Hâlbuki cumhuriyet ve meşrutî krallık rejimlerinde; kendilerini 'halkın çoğunluğunun temsilcisi" olarak tanımlayanların çoğunluğu istedikleri her şeyi 'kanun" adına onaylayıp halkın tamamına yüklemektedirler. İslam devleti, 'kanun devleti"dir. Bu tür bir devlet ve yönetim tarzında egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır, yegâne kanun da ancak Allah Teâla’nın emir ve hükümleridir. İslam kanunu ve Allah'ın emri, toplumdaki herkese ve bizzat İslam devlet ve hükümetine tamamen egemen ve hâkimdir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimizden -saa- o hazretin halifeleri ve diğer bireylere varıncaya kadar herkes ebediyete kadar -İslam devletindeki bu ilâhî- kanunlara tâbidir; Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- tarafından nazil olup Kur'an ve Nebiyy-i Ekrem efendimizin -savdiliyle beyan olunmuş bulunan kanunlardır bunlar. Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -sav- halifeliği üstenmiş olması da Allah Teâlâ’nın emri gereğince vuku bulmuştur. Allah Tebarek ve Teâlâ -cc- o hazreti halife ilan etmiş ve -onun için- 'yeryüzündeki halifem" buyurmuştur; yoksa Hz. Resulullah -savkendiliğinden bir devlet kurup böylece Müslümanların başına geçmeyi düşünmüş değildir. Aynı şekilde insanlar henüz Müslüman olmuş ve İslam ile yeni tanışmış bulundukları için -peygamberden- sonra ümmet arasında çıkabilecek bir ihtilaf ihtimalini önlemek amacıyla Allah Tebarek ve Teâlâ -ccvahy yoluyla Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- halifelik meselesini -hiç geciktirmedenhemen oracıkta, çölün ortasında müslümanlara duyurup iblağ etmesini emretti([61]). Binaenaleyh Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- Allah'ın kanunu gereğince davranmış ve bu kanuna itaatle Hz. Emir'el müminini -skendisinden sonra halife tayın etmiştir; damadı olduğu veya birçok hizmette bulunduğu için değil; Allah'ın emrine itaatle memur kılındığı ve Allah'ın emrini yerine getirmekle mükellef olduğu için yapmıştır bunu. Evet, İslam’da devlet ve iktidar demek 'kanuna itaat etmek" demektir, -İslam’da- topluma sadece kanun hükmeder. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve veliyullahlara (Masum İmamlar) verilen bir takım kısıtlı yetkiler de yine Allah Teâlâ tarafından verilmiştir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav-ne zaman bir şey buyurmuş veya herhangi bir hükmü tebliğ etmişse hep Allah'ın kanunu ve emri gereğince olmuştur; istisnasız herkesin uyması gereken ilâhî kanun... Yöneten de, yönetilen de, herkes ilâhî kanuna itaatle yükümlüdür. İnsanlar için uygulanması ve itaati gerekli yegâne kanun ve hüküm, Allah'ın kanun ve hükmüdür. Hz. Resul-ü Ekrem'e -sav- itaat de, Allah'ın emriyledir, nitekim Allah Teâlâ "Resule itaat edin" buyurmaktadır; ondan sonra "ululemr"e veya devleti yönetenlere itaat de yine Allah'ın emri gereğincedir ki Allah Teâlâ bu hususta da şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan emir sahiplerine -ululemr- itaat edin"([62]). Bireylerin şahsî görüşü, hatta Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saagörüşünün bile ilâhî kanun ve devlete zerrece dahilde bulunması söz konusu değildir; istisnasız herkes ilâhî iradeye, Allah'ın emrine tâbidir. Şahinşahlık ve imparatorluk([63]) bir yana dursun, İslam’da devlet sistemi krallık da değildir. O tür rejimlerde devletin başındakiler halkın malına ve canına musallat olup dilediklerince müdahelelerde bulunurlar. Böylesine bir yöntem ve yönetim tarzından İslam münezzehtir. Bu nedenledir ki Şahınşahlık ve imparatorluk rejimlerinin tam tersine, İslam devletinde büyük saraylar, şatafatlı binalar, uşaklar, kapıkulları, özel büro, veliahdın bürosu... vb. gibi ülke bütçesinin yarısını veya daha fazlasını heder eden saltanat harcamaları yoktur. İslam devletinin başında bulunan ve Müslümanları yöneten Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -saa- nasıl -sade- yaşadığını herkes bilir... O hazretten sonra, Emevî dönemine kadar da sürdü bu -nevî- yöntem; ilk iki -halife- her ne kadar Osman dönemindeki fahiş sapmayla sonuçlanan([64])ve bizi bugün bu felaketlere düşürmüş bulunan diğer hususlarda aykırı davrandılarsa da, şahsî ve zahiri hayatlarında görünüşte de olsa hz. Resulullah'ın -saa- bu -sade yaşama- sünnetini sürdürdüler. Hz. Emir'el müminin Ali -s- döneminde yönetim tarzı düzeltildi, yönetim şekli sâlih ve doğru hale getirildi. O hazret İran, Mısır, Hicaz ve Yemen'i eyaletleri olarak kapsayan öylesine geniş bir beldeye hükmettiği halde fakir bir din öğrencisinin bile sürdüremeyeceği -sade ve çileli- bir hayat sürdürüyordu. Rivayette de geçtiği üzere bir gün iki gömlek alır ve daha iyi olanını Kanber'e -gönüllü hizmetçisine- verir; kollan fazlaca uzun gelen gömleği kendisi alır ve kollarının fazlasını keserek o gömleği öylece sırtına geçirir.([65]) Hâlbuki oldukça büyük, kalabalık ve bol gelirli bir ülkenin devlet başkanıydı kendisi! İşte bu sünnet ve bu yöntem korunmuş ve devlet ve yönetim tarzı İslami olmuş olsaydı halkın canına ve malına musallat olma, saltanat, krallık ve şehinşahlık -rejimlerinin boyunduruğunda yaşama-, bu zulüm ve çapulculuklar, devlet hazinesini soyma, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar ve kötülükler vuku bulmazdı. Bu kötülük ve bozulmaların çoğu; devletin başındakilerden, müstebit ve keyfine düşkün egemenle onun ) ailesinden* kaynaklanmaktadır. Fesat ve ahlaksızlık merkezlerini açan, fehşa ve ayyaşlık mekânları düzelten, vakıf gelirlerini sinema binalarına harcayan hep bu baştakilerdir, yöneticilerdir. Şah ve ailesi için yapılan bu ağır masraflı teşrifatlar, har vurup harman savurmalar ve türlü yolsuzluklar olmasaydı ülke bütçesi elbette ki açık vermez ve Amerika'yla İngiltere'nin önünde iki büklüm olup kredi ve yardım dilenmelerine gerek kalmazdı. Memleket hep bu har vurup harman savurmalar, sorumsuz harcamalar ve yolsuzluklar neticesinde muhtaç duruma düşürülmüştür; yoksa, az mı petrolümüz var bizim?! Ya da madenlerimiz ve yeraltı zenginliklerimiz mi yok? Var, her şeyimiz var aslında, ama millet adına yine milletin cebinden ve memleket bütçesinden yapılan bu keyfi harcamalar, savurganlıklar ve yolsuzluklar mahvetmiş durumdadır ülkeyi! Bunları yapmasaydı kalkıp da buradan Amerika'ya gitmesine ve o herifin (ABD başkanı) masasının önünde boyun büküp "bize yardım edin" demesine gerek kalmazdı! Öte yandan şişkin idarî kadro ve gereksiz birçok idare ve kurumla, İslam’a ters düşen bürokrasiye dayalı yönetim tarzı -gibi faktörler de-daha önce bahsettiğimiz haram kategorisindeki gereksiz harcamalardan hiç de aşağı kalmayan harcamalar yüklemektedir memleketin bütçesine. İslam’da böyle bir idare sistemi olmaz. Halk için gereksiz harcamalar, sıkıntı ve vakit kaybından başka neticesi olmayan bu gereksiz işlem ve bürokrasilerin İslam’la alâkası yoktur. Meselâ hakların temini, davaların halli, hadlerin -cezaların- uygulanması ve ceza kanunlarında İslam’ın uyguladığı yöntem gayet basit, süratli ve pratiktir. İslâm yargılama usulünün uygulandığı dönemlerde bir şehrin şer’i kadısı 2-3 memur, bir kalem ve bir hokkayla davaları çözüme bağlıyor ve halkın fazla vaktini almayarak -herkesin bir an önce işinin gücünün başına dönmesini sağlıyordu. Bugün ise şu adliyenin idari sistemi ve adliye idarelerindeki bürokrasi ve protokollerin ne hadde vardığını bir Allah bilir! Üstelik hiçbir ışı de bir neticeye bağladıkları yok! Memleketi muhtaç duruma düşürüp zahmet ve vakit kaybından başka netice vermeyen şeylerdir bunlar. Yöneticilik Şartları Yöneticide bulunması gereken şartlar, İslam devleti ve İslamî yönetim tarzının tabiatından kaynaklanmaktadır. Akıl ve tedbir gibi genel şartlardan başka aşağıda geçen iki esas şart da aranır: 1- Kanunu bilmek. 2- Adalet. Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra kimin halife olacağı konusunda birtakım ihtilaflar çıktıysa da; halifenin fazı] -erdem ve bilgi sahibi-olması gerektiği hususunda Müslümanlar arasında hiçbir anlaşmazlık görülmedi. İhtilaf, sadece mevzuda, kimin halife olacağındaydı. 1- İslam devleti kanun devleti olduğundan, bu devletin başına geçecek kimsenin kanunu bilmesi şarttır. Rivayette de böyle geçer bu. Sadece yöneticinin değil; makamı ve mesleği ne olursa olsun bütün Müslümanların kanunu bilmesi istenmiştir, ancak, yönetimin başında bulunanın ilmî kariyerinin daha üstün olması gerekir. İmamlarımız da imamlıklarını buna istinaden ispat yoluna gitmişler ve imamın diğerlerinden ilmen daha üstün olması gerektiğini belirtmişlerdir([66]). Şia âlimlerinin diğerlerine yönelttikleri eleştiriler de bu esasa dayalıdır,' falan hükmü sordular, halife bilmedi; o halde hilafet ve imamete lâyık değildir." demişlerdir, 'falan işi İslam hükümlerine aykırı yaptı, o halde imamete lâyık olamaz"([67]) şeklinde karşı çıkmışlardır. Müslümanlar açısından 'kanuna vâkıf olma" ve "adalet" en esas şartlardır, başka şeyler bu hususta(' şart ve zaruri değildir. Mesela meleklerin ne tür yaratıklar olduğu veya Allah Tebarek ve Teâlâ’nın vasıflarının neler olduğu gibi ilimlerin hiçbiri imamet meselesinde şart değildir. Nitekim birinin bütün tabii bilimleri bilmesi tabiat kanunlarının tamamını keşfetmesi veya müzik uzmanı olması ona halifelik liyakati kazandıramayacağı gibi, bu vasıfları taşıyor olması da devlet idaresi hususunda onu, İslam kanunlarını bilen ve âdil olanlardan daha üstün kılmaz. Hilafetle ilgili olup Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve imamlarıma } zamanında hakkında etraflıca konuşulmuş bulunan ve bütün Müslümanlarca da çok iyi bilmen nokta; İslam devletini idare edecek olan yönetici ve halifenin evvela İslam hükümlerini bilmesi, yani 'kanuna vâkıf olması", ikinci olarak da "adalet" sahibi olması ve itikadı ve ahlâkî kemal taşımasıdır. Akıl ve mantık da bunu gerektirir zaten; zira İslam devleti kanun devletidir; ne keyfi bir yönetimdir, ne de şu veya bu şahsın halkı yönetmesi! Yönetici kanunu bilmiyorsa, İslam nazarında yöneticiliğe lâyık değildir. Çünkü eğer (kanunları gereğince bilmez ve mecburen -çev-) taklit edecek olursa iktidarın gücü kırılmış olur, -bilmediği halde- taklit etmeyecek olsa o zaman da İslam kanunlarını uygulayamayacak ve yöneticilikte bulunamayacaktır. 'Fakihler sultanların yöneticisidirler"([68]) buyrulmuyor mu?! Krallar ve sultanlar eğer gerçekten İslam’a uymak isteseler, fakihlere itaat etmeleri gerekir, İslam kanun ve hükümlerini fakihlerden sormaları ve uygulamaları icap eder. Bu durumda asıl yönetici de zaten fakihler olmuş olur. O halde egemenlik ve yöneticilik hakkı resmen fakihlere ait olmalıdır; kanunu ve fıkhı bilmediği için fakihe itaat etmesi gerekenlere değil! Diğer yetkililerin, sınırları koruyanların ve idarî memurların bütün İslam kanunlarını bilmeleri ve fakih olmaları da gerekmez tabi; kendi meslek ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilmeleri yeter. Hz. Peygamber-i Ekrem -saa- ve Emir'el müminin -s- döneminde de böyleydi zaten. Memleketin başına geçecek olanın bu iki imtiyaza sahip olması gerekir; ama şehirlere, kasabalara ve köylere gönderilen muavinler, yetkililer ve görevlilerin kendi iş ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilip diğer meselelerde en baştaki yetkiliye danışmaları gerekir. 2- Yönetimin başında bulunacak olanın itikadı ve ahlâkî açıdan mükemmel ve âdil olması gerekir, günahkâr olmamalıdır. "Hudud -hadler-'î uygulamak isteyen, yani İslam ceza kanunlarım icra etmek isteyen birinin, beytülmali elinde bulundurup memleketin gelir ve giderlerini belirleyen ve Allah'ın kullarının yönetim ve idaresini üstlenen birinin elbette ki günahkâr olmaması gerekir: "zalimler benim ahdime erişemez"([69]) -ayetinde de buyurduğu üzere Allah Teâlâ, zalim olana "devlet yönetiminde bulunma hakkı" vermemektedir. Yönetici âdil olmazsa Müslümanların haklarını verme, vergileri toplama ve doğru yollarda harcanmasını sağlama ve ceza kanunlarını uygulama gibi hususlarda adaletle davranmayacaktır; yakınlarını ve akrabalarını halkın başına musallat edebilecek, Müslümanların beytülmalini şahsî garazları, heves, şehvet ve keyfi istekleri doğrultusunda kullanabilecektir. Görüldüğü gibi devlet ve yönetim tarzının nasıl olması ve hz Resulü Ekrem'in -saa- rıhletinden, gaybet dönemine kadarki süre boyunca kimlerin bu makama gelebileceği mevzusunda Şia’nın görüşleri gayet net ve açıktır: İmamın İslam hüküm ve kanunlarını gereğince bilmesi -faziletli ve erdemli olması ve bunları uygulama hususunda âdil davranabilmesi gerekir. Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları İmamın gaybeti döneminde bulunduğumuz ve İslam’ın yönetimle ilgili hüküm ve kanunlarının bakı kalıp süreğenliğini sürdürmesi gerektiği ve kargaşa ve anarşinin reva olmadığı şu sırada da devlet kurulması zaruridir. Akıl ve mantık da hükmetmektedir ki bir saldırıya uğradığımızda bunu engelleyebilmemiz, Müslümanların namusları tehlikeye düştüğünde onları koruyabilmemiz için bir devlet düzeni ve yönetim teşkilatı gerekmektedir. Mukaddes şeriat hükümleri de “bize saldırmak isteyenlere karşı daima müdafaaya hazırlıklı olmalısınız" diye emretmektedir. Hem, bireylerin yekdiğerinin haklarına tecavüzünü engelleyebilmek için de devlet, yargı ve yürütme sistemine ihtiyaç vardır, çünkü bu işler kendiliğinden sonuca bağlanmaz, ille de devlet ve hükümet kurulması gerekir. Zira devlet kurulması ve toplumun yönetilmesi bütçe ve vergi ister; şeriat hükümlerini koyan mukaddes sâri -Allah Teâlâ- bütçe ve çeşitli vergi türlerini de belirlemiş bulunmaktadır: Haraçlar, humus, zekât, ...vb. gibi. Allah Tebarek ve Teâlâ tarafından belli bir şahsın devlet işlerini üstenmekle görevlendirilmiş bulunmadığı gaybet çağı olan zamanımızda yapılması gereken nedir? İslam’ı bırakacak mıyız? Artık İslam’ı istemiyor muyuz yani?! İslam sadece 200 yıl için miydi? Yoksa İslam ne yapacağımızı belirtmiştir ve devlet işlerine karışmamız mı gerekir? Devletimizin olmaması -ve devlet işlerine karışmamamız-demek Müslümanların bütün kanun ve prensipleri çiğnenirken bizim pısırıkça kollarımızı kavuşturup 'ne yaparlarsa yapsınlar" deyip her şeye seyirci kalmamız demektir. "Baştakilerin yaptıklarını onaylamayabiliriz, ama red de etmeyiz" mi diyoruz yani? Böyle mi olmalı -halimiz-gerçekten? Yoksa "devlet ve hükümet kurmamız gereklidir; Allah Teâlâ her ne kadar gaybet dönemine mahsus olarak bir devlet başkanı tayin etmemişse de, sadr-ı İslam döneminden Hz. Sahib-uz zaman -sa-dönemine kadar geçerli olan İslâmî devlet ve yönetim prensipleri, gaybet döneminde de geçerlidir" mi dememiz gerekir? Kanunu bilme ve âdil olmaktan ibaret bulunan bu özellik ve prensipler çağımızdaki birçok fakihte vardır bugün. Bunlar bir araya gelip de icma edebilseler bütün dünyaya matuf bir adalet devleti kurabilirler Velayet-i Fakih Bu iki özelliğe sahip liyakatli biri kalkıp da devlet kuracak olursa Hz. Resulullah'ın -saa- toplumu idare konusunda taşıdığı velayeti taşımış olur ve bu durumda herkesin ona itaat etmesi gerekir. 'Hz. Resulullah'ın -saa- devlet idaresi hususundaki yetkilerinin mi daha fazla olduğu, yoksa hz. Emir'in mi -Hz. Ali-" gibi veya 'Hz. Emir'in -s- yönetim hususundaki yetkilerinin fakihlerden daha fazla olduğu" yolundaki laflar tamamen kuruntulardan ibaret olup bâtıl ve yanlıştır. Evet, Hz. Resulullah'ın saa- faziletleri herkesten üstün ve daha fazladır ve ondan sonra da Hz. Emir'in s- faziletleri herkesten fazla ve ileridir; ama fazilet ve üstünlüklerin daha fazla olması "devlet idaresi hususunda" kimseye şer'an "daha yetkili de olma" gibi bir konum kazandırmaz. Ordu hazırlama ve insanları savaş için seferber etme, valiler ve diğer yetkilileri atama, vergi toplama ve bu gelirleri Müslümanların salah ve hayrına olacak yollarda harcama... gibi hususlarda Hz. Resulullah -saave diğer masum imamlar salavatullah aleyhim'in sahip olduğu bütün yetkiler İslam açısından bugün kurulacak bir İslam devleti için de geçerlidir ve onda da olacaktır, ancak bu belli bir şahsa ait değildir, "âdil âlim" için geçerlidir denilmiştir. İtibarî Velayet Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- Ehl-i Beyt imamlarının -s- taşıdığı velayet ve yetkinin, gaybetten sonra fakihte de bulunabileceğini söylerken fakihlerin makamıyla Hz. Resulullah -saa- ve imamların -s-makamlarının da aynı olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır asla; zira bizim burada ele aldığımız konu makam ve derece değil, 'Vazife"dir. "Velayet", yani devlet kurma, ülke yönetme ve mukaddes şeriat kanunlarının uygulanması pek ağır ve önemli bir vazifedir, ama kimse bu yolla olağanüstü bir makam ve konuma ulaşmış olmaz, İslam devletinin başında bulunma, kimseyi 'herhangi bir insan olmaktan daha üst ve öte bir hadde yükseltmez. Başka bir deyişle burada söz konusu ettiğimiz 'Velayet", yani egemenlik, yönetme ve idare olayı, çoğu kimsenin tasavvur ettiğinin tam tersine, bir ayrıcalık ve üstünlük değil, ağır, ciddî ve hassas bir sorumluluktur. 'Velayet-ı Fakih" konusu, akla dayalı itibarî konulardandır([70]) ve hukukî konumdan başka bir konumu yoktur, tıpkı mümeyyiz olmayanlar ve küçükler için kayyım tayinindeki hukukî yaptırım gibidir. Milletin kayyımıyla, mümeyyiz olmayanların kayyımının, hukukî olarak vazife ve konum açısından hiçbir fark yoktur. İmam'ın -s- bir kimseyi, mümeyyiz olmayan veya bakım ve korunmaya muhtaç birinin bakım ve sorumluluğunu([71]) üstlenmeye (=kayyım) veya resmî bir göreve ya da belli bir vazifeye tayın etmesi gibidir. Bu konularda Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- imam veya fakih arasında bir fark gözetilmesi zaten makul değildir. Mesela fakihin velayet sahasına giren işlerden biri 'hududu", yani İslam ceza kanunları olan hadleri uygulamaktır. Hadlerin uygulanmasında Hz. Resul-ü Ekrem efendimizle -saa- imam veya fakih arasında bir ayrıcalık olduğu düşünülebilir mi? Yani mesela, fakihin makam ve derecesi -peygamber ve imamdan- daha aşağı olduğu için daha mı az vurması gerekir? Mesela cezası 100 kırbaç olan zina suçunun haddini Hz. Resulullah -saa- vurdurtursa 150, hz. Emir'el müminin -s- vurdurtursa 100, fakih vurdurtursa 50 darbe mi olacaktır? Yoksa şöyle mi: İslam’da yönetimden sorumlu olan, yürütme işlerinden de sorumludur ve Allah'ın hadlerini -belirlediği cezalan- uygulaması gerekir; ister Hz. Resulullah -saa- olsun, ister Hz. Emir'el müminin -s- olsun, ister o hazretin mesela Basra veya Küfe şehrindeki valisi veya ister herhangi bir zamandaki fakih olsun –fark etmez ve bu hadleri uygulaması gerekir. Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- Hz. Emîr'in -s- üstlenmiş oldukları diğer bir sorumluluk da vergilerin; humus, zekât, cizye ve haraç taalluk eden arazilerin haraçlarının toplanmasıdır.([72])Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- zekât alırsa ne kadar alacaktır? Bir yerden onda bir, diğer bir yerden yirmide bir mi? Hz. Emir'el müminin -s- halife olduğunda ne yapacaktır peki? Ya da mesela sizden biri çağının fakihi olur da sözü geçerse, o ne kadar alacaktır? Bu hususta Hz. Resulullah'ın -saa-velayetiyle Hz. Emir'el müminin -s- veya fakihin velayeti birbirinden farklı mıdır yani?! Allah Teâlâ -cc- Hz. Resul-ü Ekrem efendimizi saa- bütün Müslümanların 'Veli'si kılmıştır, binaenaleyh o hazret hayatta olduğu sürece herkese, hatta Hz. Emir'el müminin'e -s- de 'Veli"dir ve velayeti vardır. O hazretten sonra da İmam bütün Müslümanların, hatta kendisinden sonraki imamın velisidir -ve onun üzerinde velayet hakkı vardır-; yani onun devlet ve yönetimle ilgili emirleri herkesi kapsar ve herkes için bağlayıcıdır; vali ve şer'i kadı tayin ve azlinde bulunma yetkisi vardır. Devlet ve yönetim oluşturma, icra ve yönetimle ilgili işleri deruhte etme gibi Hz. Resulullah -saa- ve imam için geçerli olan bu 'Velayet" şekli, fakih için de vardır. Ancak bu fakih, zamanının bütün diğer fakihlerine de velayette bulunacak ve bir fakihi azl veya tayin edebilecek şekilde bir 'mutlak velâyet"e de sahip değildir. Bu anlamda; birinin diğerinden daha aşağı veya daha yukarı mertebeye sahip olması şeklinde bir mertebe ve derece yoktur, birinin 'Veli", diğerinin "daha veli" olması söz konusu değildir. Bu mesele böylece belli olduktan sonra, hadlerin uygulanması ve İslam topraklarının ve nizamının korunması için fakihlerin topluca veya ferdi olarak tek basma- şeriat devleti kurması gerekir. Elinden gelebilen ve kendisi için mümkün olan kimseye bu vazife 'farzı aynî" (aynî farz)dır, aksı takdirde 'kifaî farz" olur([73]). Bu da mümkün olmazsa velayet görevinin hükmü kalkmış olmaz, zira -fakihler- Allah tarafından bu vazifeyle sorumlu kılınmış ve atanmışlardır. Yapabilirlerse vergiler, humus, zekât ve haraçları toplayıp Müslümanların hayrına olacak işlerde harcamaları ve hadleri uygulamaları gerekir. Belli başlı ve ülkeye hâkim bir devlet kuramıyorsak bile bir kanara çekilip hiçbir şey yapmazlık edemeyiz; bilakis, Müslümanların ihtiyacı olan her işi ve bir İslam devletinin yapması gereken her şeyi yapmak ve elimizden geldiğince uygulamakla mükellefiz. Tekvini Velayet Masum imamın -s- devlet ve hükümet velayeti yetkisinin ispatlanması, onun manevi -tekvini- makamı olmadığı anlamına gelmez. İmam için, devlet ve yönetim görevinden farklı olarak, bir de manevî makamlar vardır. "Allah'ın genel halifesi olma makamı" olan bu mertebe, kimi zaman masum imamlar -starafından da bizzat ifade edilmiştir. Tekvini olan bu hilafet gereğince bütün zerreler 'Veliyy-i emr" karşısında eğilir ve ona itaat ederler. Mezhebimizin zaruri inançlarındandır bu; masum imamların -s- manevi makamlarına hiç kimse erişemez; hatta mukarreb melek ve nebiyy-i mürsel bile! Mevcut rivayetlerde de belirtildiği üzere Hz. Resul-ü Ekrem efendimizle -saa- masum imamlar -s- bu âlemden önce Arş'ın gölgesinde bulunan nurlar idiler ve nutfelerinin bağlanması ve 'tıynet" açısından da diğer insanlardan ayrıcalıklı ve üstündüler([74]) ve sayısız makamları, mertebe ve dereceleri vardır onların. 'Miraç" rivayetlerinde Hz. Cebrail aleyhisselamın da arz ettiği gibi 'Biraz daha yaklaşacak olsam, yanarım"([75]). Keza masumların -s- şu buyrukları; 'Bizim Allah Teâlâ’yla öyle hallerimiz vardır ki ne mukarreb -yakın- melekler ulaşabilir ona, ne de mürsel nebiler"([76]). Bu inanç, bizim mezhebimizin usullerindendir; masum imamlar -s- devlet ve yönetim mevzuundan önce -ve öte olarak- böylesine yüce- makamlara sahiptirler. Hatta mevcut rivayetlerde de belirtildiği üzere Hz. Fâtıma-ı Zehra selamullah aleyhâ da bu manevî makamlara sahiptir([77]), oysaki o hazret ne devlet başkanıdır, ne şer'î kadı ve ne de halife. Bu makamlar, devlet ve yönetim görevinden ayrı -ve onu aşan- makamlardır. Binaenaleyh Hz. Fâtıma-ı Zehra aleyhâselâmın şer'i kadı ve halife olmamasının ben ve sizler gibi alelade bir insan olduğu veya manevi açıdan bizlerden üstün olmadığı manasına gelmediği bilinmelidir. Aynı şekilde 'Hz. Peygamber'in -saa- müminlere kendi nefsinden daha evlâ olduğu" na([78]) inanan biri, Hz. Resul-ü Ekrem'in -saamüminler üzerindeki devlet başkanlığı ve velayet makamından çok daha ileri ve üstün bir makamı da olduğunu ifade etmiş olur. Bu mevzuya daha fazla girmiyor ve bu kadarla noktalıyoruz, çünkü -yönetimle ilgili değil,- başka bir ilmin sahasına girmektedir. Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir Vesiledir Devlet ve yönetimi elinde bulundurmak başlı başına bir makam ve iftihar vesilesi değildir asla; bilâkis, devlet ve iktidar, adil İslam düzenini kurma ve İslam hükümlerini uygulayabilme vazifesinin ifası yolunda bir vesiledir sadece. Hz. Emir'el Müminin -s- devleti yönetme ve ordulara komuta etmenin bizatihi hiçbir değer ifade etmediğini anlatabilmek için -elindeki yırtık ayakkabıyı göstererek 'bu ayakkabı ne kadar eder?" diye sordu, İbn-i Abbas([79]) 'hiç!" diye cevap verince 'Size komutanlık etmek, benim nazarımda bundan da değersizdir işte!" buyurdu ve şöyle ekledi: 'Meğerki bu komuta ve iktidar vasıtasıyla hakkı (yani İslam kanun ve nizamlarının icrasını) yerine getirip bâtılı (haksız ve zalimane düzen ve kanunları) ortadan kaldırayım"([80]). Demek ki devlet ve iktidar, sırf bir vesileden ibarettir ve başkaca hiçbir kıymeti yoktur. Allah rızasını arayan insanlar için bu vesile, yüce gayeleri gerçekleştirmeye yaramayacaksa zerrece kıymet ifade etmez. Nitekim Nehc'ul Belaga'da da şöyle buyrulur: 'Eğer benim için hüccet tamamlanmamış ve bu işle vazifelendirilmiş olmasaydım -devlet ve iktidarıbırakıverirdim". Devlet ve iktidarı ele geçirmenin manevî bir makam değil, sırf bir vasıta ve vesileyi ele geçirmekten ibaret olduğu apaçık ortadadır. Çünkü manevi bir makam olsaydı kimse onu gasp edemez ve bırakamazdı. Devlet ve iktidar ancak ilahi hükümlerin icrası ve âdil İslam düzeninin teşkiline yararsa değer ve kıymet kazanır ve ancak böyle bir iktidar ve devlet, onu elinde bulunduran için bir maneviyat ve değer ifade eder. Bazı insanlar dünyanın güç ve çekiciliğine fazlaca aldanmış olduklarından, iktidar ve yönetimi elinde bulundurmanın masum imamlar -s- için gerçekten bir değer ve kıymet olduğunu, başkasının eline geçmesi halindeyse kıyametin kopacağını sanırlar. Hâlbuki mesela Sovyetler ve İngiltere'nin başbakanları veya cumhurbaşkanının elinde devlet ve iktidar var, ama kâfirdirler! Kâfirler ve buna rağmen ellerinde iktidar var, siyasi nüfuz ve güçlen var ve bu iktidar ve siyasi nüfuz ve güçlerini, gayriinsanî politikalar ve kanunların da yardımıyla, kendi -şahsî- emel ve arzularının tatmini yolunda kullanmaktadırlar. -Masum- imamlar -s- ve âdil fakihler devlet ve yönetim teşkilatını ancak ilahi hükümleri uygulama ve âdil İslam düzeninin oluşmasını sağlayarak halka hizmette bulunma yolunda kullanmakla görevlidirler. Yoksa sırf devlet ve yönetimi idare etmiş olmanın, onlar için zahmet ve eziyetten başka bir şey olmadığı apaçık ortadadır; yine de mecburen buna katlanırlar, çünkü bu vazifeyi yerine getirmekle görevlidirler. "Velayet-i fakih" mevzuu bir görev ve mükellefiyetten ibarettir. Devletin Yüce Hedefleri Hz. Ali -s- devletin başına geçip yönetim sorumluluğunu üstlenmesinin nedenim açıklarken 'yüce hedefler için, hakkı diriltip, bâtılı ortadan kaldırmak için" demektedir. İmam -s- şöyle buyurmaktadır: "Allah'ım! Sen de bilirsin ki biz sırf mevki ve makam elde etmek için kıyam etmiş değiliz, hayır, biz mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak istiyoruz. Bu iktidarı ve halkın yönetimini kabul etmemin yegâne nedeni 'Zalimlerin zalimce ve oburca yaşayışları ve mazlumların dayanılmaz açlıkları karşısında sessiz kalmayacaklarına dair Allah Tealâ'nın, ümmetin âlimlerinden söz almış ve onları bu -durumda sessiz kalmamak-la mükellef kılmış olması"dır([81]) Ve bir başka yerde de: 'Ya Rabbi! Sen pekiyi bilmektesin ki bizim yapmakta olduğumuz bu iş yönetim ve savaşlara komuta- siyasi gücü ele geçirmek için bir rekabet veya dünyanın değersiz metaından bir şeyler elde edebilmek için değildir." buyurmakta ve kendisiyle adamlarının onca çaba ve gayretlerinin nedenini, şöyle açıklamaktadır: "...Uğraşılarımızın nedeni, Sen'in dininin apaçık ve besbelli prensiplerini yeniden hayata geçirmek, uygulanmasını sağlamak, yeryüzünde ıslahta bulunmak, böylece zulme uğramış kullarının güvenlik içinde olmasını ve niceden beridir uygulanmayan hüküm ve kanun -ve ceza kanun-larının bilfiil hayata geçirilip uygulanmasını sağlamaktır!" Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler Devlet müessesesi ve elindeki iktidar ve emir gücüyle, İmam'ın -s-da yukarıda belirtmiş olduğu İslam’ın yüce gayelerini gerçekleştirmek isteyen bir yöneticinin, daha önce değinmiş olduğumuz mezkûr zaruri haslet ve özellikleri taşıması, yani kanunu bilmesi ve âdil olması gerekir. Bu nedenle Hz. Emir'el müminin -s- devletin yüksek hedeflerini belirledikten sonra sözlerinin devamında, devleti yönetecek olan kimsede bulunması gereken sıfatları şöyle açıklamaktadır: "Allah'ım; sana ilk yönelen ve Resul'ünün -sav- diline cari etmiş olduğun dinini ilk işitip ilk iman edendim ben. Namaz kılma hususunda Allah Resulü'nden -sav- başka hiç kimse benden öne geçmedi. Ve siz, ey insanlar, halkın namusuna, kanına, gelirine, hükümler ve kanunlara ve Müslümanların liderliğine egemen ve velayet sahibi olan kimsenin, Müslümanların malına mülküne göz dikecek, kerem ve büyüklükten yoksun bir pinti olmaması gerektiğini pekâlâ bilirsiniz." 'Keza, cahil ve kanunlardan bihaber cahilliği yüzünden halkı yanlış yola götürür." de olmamalıdır, yoksa 'Kaba ve sert de olmamalıdır, yoksa halk onunla muaşeretten çekinecek ve onunla ilişkisini kesecektir. Keza hiçbir devletten korkmaması gerekir ki -bu korkuyla- bir devlete düşman ve diğer bir devlete dost olmak durumunda kalmasın." 'Yargı işlerinde rüşvet alan birisi de olmamalıdır, aksi takdirde insanların haklarını zayi eder ve hakkın hak sahibine ulaşmasını engeller. Sünnet ve kanunu bırakmaması gerekir, yoksa ümmet sapma ve felakete sürüklenmiş olur."([82]) Dikkat ediniz, bu rivayetlerin konusu iki eksen etrafında dönüp durmaktadır: İlim ve adalet! Bu ikisi, 'Velayeti elinde bulunduran -vali-"ın taşıması zaruretle gerekli hasletler olarak belirlenmektedir, "cehaletiyle halkı saptıracak bir cahil olmasın" ibaresinde 'ilim" özelliğine işaret edilmektedir. Diğer ibarelerde de gerçek anlamda bir "adalet" vurgulanmaktadır. Gerçek anlamda adalet; devletler ve halkla ilişkilerde ve halkla alış verişlerde, yargı ve muhakemede ve kamu gelirlerinin bölüştürülmesinde Hz. Emir'el müminin -Ali- (s) gibi davranmak ve o hazretin, Malik-i Eşter([83]) ve gerçekte bütün valiler ve diğer görevliler için tespit etmiş olduğu programı([84]) uygulamaktır; bu program tıpkı genel bir talimat ve genelgeye benzer, böylece fakihler de velayeti -iktidarıellerinde bulundurmaları halinde uymaları gereken talimatı bilmiş olmaktadırlar. ---------------[1]- Savak adıyla tanınan İran gizli istihbarat teşkilatı (Sazıman-ı Emniyet ve İttilâat-ı Keşver) İran şahı Muhammed Rıza'nın emriyle hş. 1336'da (mil: 1957) resmen kuruldu. Savak teşkilatı, şah rejimi muhaliflerini sindirmek ve İslâmî mücadele ve hareketleri ortadan kaldırmak için örgütlenmişti. Savak, ABD istihbaratı CIA ve İsrail istihbaratı MOSSAD'la çok yakın ilişkiler içindeydi. Savak'ın siyasi tutuklulara uyguladığı baskı ve acımasız işkenceler Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri'ne hş. 1354'te (mil: 1975'te) 'İnsan haklan konusunda hiçbir ülkenin karnesi şahın İran'ı kadar siyah değil!" dedirtecek kadar aşırı noktalara varacaktı [2]- Onbeş Hordad (5 Haziran) Hadisesi: İmam Humeyni'nin -ks- başlattığı geniş İslâmî hareketi bastırmaya çalışan şah rejimi, batılı hamileriyle danıştıktan sonra İmam'ı tutuklayarak meseleyi çözebileceğine kanaat getiriyor ve Savak ajanları 5 Haziran 1963'e rastlayan 15 Hordad 1342 gece yarısı 03'te İmam'ın Kum'daki evine baskın yaparak onu tutuklayıp Tahran'a getiriyor. İmam'ın tutuklandığı haberi kısa sürede bütün İran'da yayıldı. Haberi duyan Müslüman halk 15 Hordad sabahının erken saatlerinden itibaren sokaklara dökülerek yoğun protesto gösterileri başlattı. Bu gösterilerin en önemlisi Kum kentinde gerçekleşti ve emniyet güçlerinin silahlı müdahelesi sonucu çok sayıda insan şehid düştü. Tahran'da sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilince o gün ve ertesi gün eylemler şiddetlenecek ve şaha bağlı birlikler masum binlerce Müslüman’ın kanını dökecekti. 15 Hordad gecesi, İran sınırları dâhilinde kapalı tutulamayacak kadar büyüktü. Şahın her yıl propaganda için harcadığı milyonlarca dolara rağmen bu kanlı facianın haberinin dünya kamuoyuna sızması engellenemedi. İslam inkılâbının zaferinden sonra 1979'un 15 Hordad'ın bugünü anma münasebetiyle bir mesaj yayınlayan İmam 15 Hordad'ı da İslam İnkılâbı'nın başlangıç günü ilan edecek ve 15 Hordad'ın bütün yıldönümlerinin bundan böyle genel yas günü olduğu duyurulacaktı. [3]- Kaçar (Türkçe tarih kitaplarındaki teleffuzuyla 'Karçar" veya 'Ğacer") şahları hş. 1174-1304 (mil: 1795-1925) yıllarında İran'a hükmettiler. Sayıları 7'ye varan Kaçar şahlarının yönetimdeki beceriksizlikleri nedeniyle Kaçar dönemi, İran tarihi için facia sayılan dönemlerden biridir. Bu dönem boyunca, yüz kızartıcı antlaşmalarla sonuçlanan birçok savaş vuku buldu; mezbur antlaşmalar neticesinde İran'ın verimli topraklarının önemli bir kısmı kaybedildi. Kaçar şahları döneminde İran halkı siyasi, kültürel, ekonomik, sosyal... vb. açılardan bir hayli gerilemiştir. [4]- Kitab-ul Bey, c:2, s:459-510 -İsmailiyan Yay.- Kum [5]- Ae [6]- Ebu Muhammed Fazl İbni Şâzan hk. 3. yy. kelamcı ve fakihlerindendir. Ehli Beyt'in 9. imamı hz. Cevad'ı -s- görmüş olup, 10. imam Hadi hazretlerinin -sashabındandı. 11. İmam hz. Hasan Askeri -s- döneminde Horasan nahiyesinde, o hazretle irtibatı olan en muteber Şia âlimlerindendi. Bu büyük Şia âliminden günümüze ulaşan eserler, onun çeşitli fikrî grup ve akımlarla tartışmakta olduğunu, çeşitli dallardaki yanlış düşüncelere reddiyeler yazdığını göstermektedir. 180'i aşan eserlerinden bazısı günümüze kadar ulaşmıştır. Hk. 260'da (mil: 874) Nişabur'da öldü ve bu şehirde toprağa verildi. [7]- Hz. İmam Hüseyin aleyhisselamla 72 ashabının şehadeti, hicri kameri 61. yılın (mil: 860) Muharrem ayının 10. gününe rastlar. Bu kanlı faciadan sonra o gün ve o günün yıldönümleri 'Hüseynî Âşura" veya sadece "Âşura" adıyla anılır oldu. Cennet gençlerinin efendisi Hz. İmam Hüseyin'i -s- seven Müslümanlar, bu şanlı şehidin anısını tazelemek ve ona yapılan zulmü kınamak için her yılın Muharrem ayının ilk on gününü yasla geçirirler. [8]- İmam Humeyni'nin -ks- bu husustaki bütün görüş ve tavırları için bkz. 'imam Humeyni'nin -s- yazı ve konuşmalarında liderlik ve velayet" -Elinizdeki kitabın yayınevi-. [9]- Elinizdeki kitabın sonunda, İmam -ra- tarafından okunmuş olan dua metninden alınmıştır. [10]- Miladi 16. yy'ın ortalarından itibaren, yani 3 asır önceden başlayarak Portekizliler ve ardından Hollanda, İngiltere, Fransa ve İtalya, Müslüman ülkeleri sömürmeye başladılar. Önce Afrika'daki yeni keşf olunan beldeler; deniz yollarının keşfinden sonra da Asya ülkeleri -ki Osmanlı Türklerinin İstanbul'u fethiyle birlikte bu ülkelerle Avrupalıların irtibatı da kesilmişti- mezbur Avrupa ülkelerinin sömürgesi haline geldiler [11]- 'Haçlı Savaşları" 11-13. yy'larda Orşelim'i (Bugün İsrail'in işgalinde bulunan Beytul mukaddes) Müslümanlardan almak isteyen Avrupa Hıristiyanlarının Müslümanlara karşı başlattığı uzun savaşların adıdır. Haçlı seferleri 8 merhalede gerçekleşmiş ve Papa 2. Urban'ın fetvasıyla 1096'da başlamış ve 1270'de Fransa kralı Saint Lui'nin ölümüyle birlikte sona ermiştir. Hıristiyan askerler sağ omuzlarına kırmızı bezden dikilmiş bir haç geçirdikleri için 'Haçlılar" veya "haçlı orduları" olarak anılmışlardır. [12]- Fıkıh ve hadis erkânının deyiminde geçen "kitap"tan maksat, belli bir mevzuya ait hadislerin bir araya getirildiği veya belli bir konudaki bütün hükümlerin ele alındığı 'bab" veya bölümlerdir. 'Kitab'ul Tevhid", 'Kitab'ul İman Vel Küfr", 'Kitabussalât" ...vb. Mesela Kâfi'nin hadislerle ilgili kısmı 35 "kitap”tır veya mesela "Şerâi-ul İslam" -fıkıh dalında- 50 kitaptan ibarettir. [13]- İslam Medeniyeti Tarihi: Corci Zeydan c:10, s.33-41, İran'ın İçtimai Tarihi: Murtaza Ravendi, s:660 ve Sasaniler Döneminde İran: Arthur Crıstıen Sein s: 470-523 ve Bi'set Çağında Cihad: Şehid Muhammed Cevad Bahoner - Ekber Haşimi Refsancâni; ve Roma Tarihi: Albert Maleı ve Jull İzak, ve Roma İmparatorluğu Dönemi Eski Kilise Tarihi... vb. [14]- 'Hadd", İslam’da, belli bazı günahlar için tayin olunmuş bedenî cezalara denir. Haddin miktarı sâri' (şeriati belirleyen: Allah Teâlâ) tarafından belirlenmiştir. [15]- 'Kısas"ın fıkıhtaki anlamı; kanun gereğince, cinayetten bir uzvun kesilmesine, kopmasına ya da darbe görmesi veya yaralanmasına varıncaya kadar suçlunun yaptığının aynının, ona da yapılmasıdır. Kısas, ilgili şahıs veya velisinin diyeti kabul etmeyip kısas isteği üzerine yapılır. [16]- Meşrutiyet döneminin ilk anayasa taslağı, milletvekillerinden oluşan bir heyet tarafından hazırlanıp 51 ana madde -asıl-halinde onaylandı. Kesrevi bu hususta şöyle yazar: 'Bu taslağı Müşirid devlet'le Mu'temine'el Mülk ve oğulları hazırladılar, daha doğrusu tercüme ettiler..." Bu merhaleden sonra 'Tamamlayıcı hükümler" başlığı altında bir metnin hazırlanması için 2. bir komisyon oluşturuldu. Bu metin de 107 asıl madde halinde hazırlandı. Mustafa Rahimi olayı şöyle ifade eder: 'Bu heyet, Belçika ve biraz da Fransa anayasasıyla Balkan ülkelerinin kanunlarından alıntılar yaparak (çünkü mevzu yeniydi ve tamamlayıcı hükümlerin hazırlanış vaktine yakındı) anayasa tamamlayıcı maddelerini hazırladı ve bir önceki kanunların eksiklerini giderdi." Bkz: İran Meşrutiyet Tarihi, Kesrevi Tebrizi, s: 170-224 ve İran Anayasası ve Demokrasi Temeli: Mustafa Rahimi S:94 ve Anayasa ve Tamamlayıcı Maddeler: Milli Şûra Meslisi Matbaası. [17]- Heraklius (1. Hergel) Doğu Roma imparatoru (575-641). [18]- Sâsânî İmparatoru Hosraw Perviz veya diğer adıyla 2. Hüsrew (628) [19]- Hz. Reygamber-i Ekrem -sav- hicretin 6. yılında etraftaki ülkelerin devlet başkanlarına elçiler gönderdi. Bu cümleden olmak üzere Abdullah bin Huzeyfei Sehmi'yi Pers kralı Hüsrev Perviz'e; Duheyye bin Halife Kelbi'yi Roma imparatoruna gönderdi: Hz. Muhammed -sav- yazdığı mektuplarda onları bir ve eşsiz Allah'a tapınmaya çağırıyordu, Hz. Resulullah'ın -saa- İran kralı Hüsrev'e yazdığı mektup şöyleydi: 'Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Resulü Muhammed'den, Pers kralı Kisra'ya. Hidayete tabi olup Allah'a ve elçisine inanan ve eşi ve ortağı bulunmayan bir ve tek Allah'tan başka mabud olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirene selam olsun! Seni Allah'a davet ediyorum! Ben; O'na yönelenleri -sapmaktan- korkutmak ve kâfirlere hücceti tamamlamak -bahane getirmeyecekleri şekilde hakikati bütün delilleri ve açıklığıyla gözleri önüne sermekiçin Allah’ın bütün kullarına gönderdiği peygamberiyim! Âmânda -güvencedeolmak için İslam’ı kabul et. Eğer kabul etmezsen bütün Mecusilerin -ateşe tapanların- günahı senin boynuna olacaktır!" Hz. Muhammed'in -saa- Roma imparatoru Heraklius'a yazdığı mektup ta şöyleydi: 'Bismillahirrahmanirrahim. Abdullahoğlu Muhammed'den Roma imparatoru Heraklius'a: Hidayete tabi olana selam olsun. Seni İslam’a davet ediyorum. İslam’ı kabul et ki kurtuluşa erip âmânda olasın ve Allah Teâla sana iki kat mükafaat versin! İslam’ı kabul etmezsen halkının vebali senin boynuna olur. 'Ey ehl-i kitap; bizimle sizin aramızdaki müşterek kelimeye gelin, o da şudur: Bir ve tek olan Allah'tan başkasına tapmayalım, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım, aramızdan kimimiz, kimimizi tek Allah gibi tanrı edinmeyelim... Eğer bundan yüz çevirecek olurlarsa de ki, şahid olun, bizler Müslümanız." (Âl-i İmran, 64). Bkz: Mekâtiyb'erresul c: 1 s:90-105 [20]- İkinci Emevi "sultan-halife"si Ebu Süfyanoğlu Muaviye’nin oğlu Yezid (hk.25-64). [21]- İmam'ın -ra- bu karşı çıkışının nedeni adalete tamamen uyulması gerektiği aslıdır. Kitabın son bölümlerinde bu mesele etraflıca açıklanmaktadır [22]- İslam ceza kanunları gereğince; zina edene recim uygulanabilmesi için gerekli şartlardan biri de "subut-i ihsân"dır. Muhsen veya muhsene; evli olan ve her an eşiyle birlikte olma imkânı bulunan akil ve baliğ zinakâr erkek ve zinakâr kadına denir [23]- İslam kanununda; suçluya had uygulanırken birkaç müminin orada bulunması istenmiştir ki bu da Nur Suresi'nin 2. ayetine istinad edilmiştir. Şia fakihleri zina haddi uygulanırken ve kıyadetle kuzuf sırasında bu sünnete uyulmasının lüzumunu vurgulamışlardır. Mezkûr ayette "...ve müminlerden bir grup, zina eden erkekle kadının cezalandırılması sırasında orada bulunmalıdır..."buyrulur. Bu buyruğun bir hikmeti de, orada bulunanların ibret alması ve böyle bir şeye niyetlenen veya bu suçu işleyen varsa, bu acı sonu görerek zina günahından vazgeçmesidir [24]- Vietnam Fransız ve Japon sümürücülerle uzun süren bir bağımsızlık savaşından henüz kurtulmuşken 1960'da Amerika'nın saldırısına uğradı. 1973'te Amerika kuvvetlerinin yenilgisi ve gerilemesiyle sonuçlanan bu savaş Vietnam halkına ağır kayıplar vermişti. Aşağıda vereceğimiz rakamlar bu kanlı cinayeti tam olarak aktaramayacaksa da, genel bir fikir verebilecektir. Savaşın Kuzey Vietnam sınırlarına kadar yayıldığı 1965'in başlarına kadar Güney Vietnam'a savaşın ödettiği fatura şuydu: 170 bin ölü, 800 bin yaralı, 400 bin mahpus. Bu arada çiftçi birlikler olarak adlandırılan esir kamplarına gönderilenlerin sayısı 5 milyonu aşıyordu. ABD radyosunun 6 Ocak 1963 tarihli yayınına göre 1962 yılında ABD hava kuvvetleri "resmi köyler" dışındaki köylere 50 bin hava akını düzenlemişti. General Harkınz'ın açıklamalarına göre o yıl 30 bine yakın köylü savaşta canını yitirmişti. ABD hava kuvvetlerinin Güney Vietnam'a düzenledikleri hava saldırıları ayda 30 bine ulaşmıştı. Newyork Times'in de belirttiğine göre Amerika'yla Saygon devletinin ortak operasyonlarında toplam 2600 olan Güney köylerinin 1400'ü napalm ve kimyasal bombalarla tamamen yok edildi. Güney Vietnam bağımsız Kızılay Kurumu'nun raporlarına göre kalabalık yerleşim merkezlerinde zehirli gaz ve bombaların kullanılması sonucu Güney Vietnam'da binlerce sivil insan çeşitli korkunç hastalıklara -bilhassa deri hastalıklarına- yakalandı ve bu hastalar yıllarca acılar içinde tedavi gördüler. Bu arada birçok sığır ve koyun sürüsü de bu kimyasal saldırıların kurbanı oldu. Amerika'nın kullandığı bu insanlık dışı silahlar sonucu koca bölgede ne kadar bitki, çiçek ve tarla (pirinç tarlaları) varsa tamamen mahvolacaktı [25]- İran'daki ilk yerleşik Hıristiyan misyonerleri (bu amaçla İran’a gönderilen heyet) 'Nesturi"misyonerleriydi. Bu grup 1853'te ve Jastın Perkıns adlı bir papazla Dr. Izahel Grant başkanlığında çalışmalarını başlattı. 1832'de Amerika Yabancı Ülkeler Misyoner Merkez Heyeti, Hıristiyanlığı da aşılamaya müsait programlarla donanmış ilk yabancı misyon okulunu -ki adına yeni eğitim sistemi denilmişti- İran'ın Urumiye kentinde açtı. H.1255'te İran şahının da desteğini kazanmayı başardı. Bu olaydan sonra Alman, İsveç, İngiltere ve Fransız misyoner heyetleri İran'a akın ettiler. Daha sonra İngilizlerle varılan bir anlaşma sonucu İran'ın batı ve kuzey kısmı Amerikalı, diğer bölgeler de İngiliz misyonerlerinin çalışma sahası olarak belirlendi. 1871'de Urumiye'deki merkez misyonerliğe ilaveten bu şehir dışındaki mıntıkalarda da toplamı 48'e varan misyonerlik üsleri oluşturuldu. Tahran, Tebriz, Hemedan ve Salmas misyonerlik merkezleri de sırasıyla 1871, 73, 81 ve 85'te açıldı. ABD Prestbrine kilisesi misyoneri Bost'ın raporlarına göre 1884'te Tahran ve Tebriz'deki Müslümanların bir kısmı Protestanların dini törenlerine katılmadaydı. Amerikalı misyonerlerin 1884 raporlarına bakıldığında bu misyonerlerin faaliyetlerinin inanılmaz boyutlara ulaşmış olduğu görülür: Urumiye, Hemedan, Tebriz ve Tahran'da 24 misyonerin idaresi, 230 yerli hastabakıcı yetiştirip Hıristiyanlaştırma, 1796 kişilik cemaatiyle 25 kilisenin idaresi, toplam 4578 dini tören düzenleme, yatılı okullarda 298 yerli öğrenci barındırma, günlük kolej ve okullarda okutulan 2452 öğrenci, toplam 1680890 sayfa propaganda amaçlı çeşitli yayınlar dağıtmak ve 1910 dolar yardım ve bağış toplanması. Sellısen'a göre Anglikan kilisesi misyonerlerinin çalışmaları daha ziyade Nesturiha kilisesinin ıslahına yönelikti. Yine o, Prastberinlerin ana hedefinin, Müslümanların dinlerini değiştirmeleri olduğuna inanır. Bkz: İran ve ABD siyasi ilişkileri: Abraham Sellison, farsça tercüme. M. Bağır Aram ve İslam ülkelerinde kilisenin rolü: Mustafa Halidi ve Ömer Farruh, farsça terc: Mustafa Zamanî [26]- Bir tanımlamaya göre adalet, bireyi takvanın gereklerine, yani haramlardan sakınma ve farzları yerine getirmeye iten güçlü bir nefsâni kararlılıktır. Adalet; kadı, müftü ve cemaat imamı olmanın şartlarındandır. Mürüvvet de, iyi adet ve geleneklere uymak ve halkın hoş karşılamadığı davranışlardan -velev ki mubah bile olsa- uzak durmaktır. Kimi İslam uleması, mürüvveti, adaletin tahakkukunun şartlarından saymıştır. Bkz: Lüm'e'nin şerhinin haşiyesinde c:l s:98, 11. fasılda, cemaat namazını savaş elbisesiyle kılmanın mürüvvet ve adalete aykırı olduğu şeklinde bir not düşülmüştür! [27]- Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- kendisinden soma hz. Ali'nin -s- halife ve onun velîsi olması gerektiğini birçok yerde mükerreren buyurmuşlardır, bunlardan biri de, akrabalarını İslam’a davet ettiği 'Yevmuddar hadisi" vak'asıdır. Ayrıca: Menzilet hadisi (Tebük Savaşı'nda hz. Ali'nin -s- hz. Resulullah'ın -saa- vasi ve veziri olarak Medine'de kalması), velayet ayeti (rükuda fakire yüzüğünü -zekat- vermesi ve bu münasebetle ayet nazil olması), Kadir-i Humm hadisesi ve Sekaleyn hadisi, ...vb. bkz: Tefsir-i Kebir, c:12 s:2853, Maide Suresi 55 ve 67. ayetlerle ilgili ve: İbni Hişam Siyeri, c:4, s:520 ve . Taberi Tarihi c:2 s:319-322 ve: El-Gadir c: 1,2,3. [28]- Maide Suresi 67. ayetten meâlen iktibas [29]- Vesâiluşşîa c:18 s:376-509 [30]- Bkz: İbrahim Suresi 52. ayet, Yunus 2. ayet, Hacc-49, Ahzab-40, Yâsin-70 [31] Ehl-i Beyt imamlarının 12.'si hz. Hüccet İbn-il Hasan -s- hk. 260. yılda gözlerden kayboldu -sırra kadem bastı- Bu tarihten hk. 329'a kadar şiiler 4 naip aracılığıyla (Osman bin Said, Muhammed bin Osman, Hüseyin bin Ruh ve Ali bin Muhammed) o hazretle irtibatlarını sürdürdüler. Bu döneme "gaybet-i suğrâ" veya 'küçük gaybet dönemi" denir. Bu dönemden sonra o hazretin "gaybet-i kübrâ"sı başlar [32]- Cizye: Ehl-i Kitab'ın İslam devletine ödediği ve karşılığında malının, canının ve ırzının İslam devleti tarafından güvenceye alındığı meblağ veya mala denir [33]- Haraç: Müslümanlar tarafından fetholunan tarla ve araziler için (araziyi haraciyye) İslam devletinin belirlediği verginin adı [34]- İslam’da riayeti farz olan haklardan biri de 'Humus'tur, gerekli şartlar altında şu 7 şeye taalluk eder: 1- Savaşta kâfirlerden alınan ganimetler. 2- Madenler. 3Hazine, define... vb. kıymetli gömüler. 4- Su diplerinden çıkarılan inci ve mercan gibi değerli deniz taşları. 5- Ayrıştırılmayacak ve ne kadarının kime ait olduğu belirlenemeyecek kadar haramla karışmış mal. 6- Zımmî kâfirin Müslüman’dan satın aldığı arazi. 7- Şahsın yıllık masrafından artakalan miktar. [35]- Zekât: Gerekli şartlar çerçevesinde 9 şeyden alman İslam devletinin vergilerindendir: 1- Deve. 2- Sığır. 3- Koyun (en'an-ı selâse). 4- Altın. 5Gümüş (Nakdeyn). 6- Buğday. 7- Arpa. 8- Hurma. 9 Kuru üzüm (gulat-ı erbaa). Fitre (fitra) zekâtı adıyla tanınan bir diğer zekât ta Fıtır Bayramı (Ramazan Bayramı) gecesi farz olur. Fitrenin miktarı, en yaygın yiyecekten (meselâ buğday, pirinç vb.) 3 kg. veya tutarıdır [36]- Şia'nın Kutub-u Erbaa'sından, Kâfi adıyla meşhur El-Kâfı Fi'l Hadis: Muhammed bin Yakub Kuleyni. Bu eser 34 kitap, 326 babdan müteşekkildir. Toplam 16 bin hadis içermektedir. [37]- Usul-u Kâfi c:l s:76-80, Fazl'ul ilm kitabı "...bab'ur radde'ilâ kitâb vessunne..." [38]- Nahl Suresi 89. ayete işaretle "... ve biz sana Kur'an'ı indirdik, o her şeyi aydınlatıcıdır..." [39]- İmam Sadık -s- şöyle buyurur: "Allah Tebarek ve Teâlâ her şeyi Kur'an'da beyan etmiştir, o kadar ki, yemin olsun, hiçbir ihtiyaç mevzuu onda ihmal edilmiş değildir. Kulun 'keşke Kur'an şu konuya değinseydi" diyebileceği her gerekli şey Kur'an'dadır." bkz: Usul-ü Kâfi c:l s:76-77, kitab-u fazl'ul ilan, 1. hadis [40]- 'Humsun; bilhassa "İmam payı" denilen yarısının harcanması hususunda imamiye fakihlerinin görüşleri farklıdır. Kimilerine göre sadece masum imama -s-aittir ve onun zuhuruna kadar da toprağın altında gömülü kalması gerekir. Bkz: El-Meğne'ete s:285-286 ve şerh-i Lüme'e c:l s: 184 [41]- Hz. Musa bin Cafer -s- şöyle buyururlar: "Humsun yarısı İmamındır. Diğer yarısı da onun ailesi arasında bölüştürülür. Bir pay o ailenin yetimlerine, bir pay yoksul ve fakirlerine, bir pay da yolda kalmışlarına verilir. Böylece Kur'an ve sünnetin buyruğu bu bölüşme gereği bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacakları şekilde yapılır. Onların masraflarından bir şey artakalacak olursa, yöneticiye ait olur. Eğer bölüştürülmeyecek gibi olur veya onların ihtiyaçlarından daha az olursa devlet başkanı -yönetici- onların ihtiyaçlarını -imkân ölçüsünde- gidermekle sorumludur. Bu nedenle onların ihtiyaçlarının temini; baştaki yöneticinin uhdesine bırakılmıştır ki, onların payından artakalan da imama ait olur. Bkz. Usul-ü Kâfi c:2 s:491,2, Kitab'ul Hucce, bâb'ul fı'l enfâl, 4. hadis ve: Ettehzib, c:4 s:281, Kitabuz zekât, 36. hadis ve: Ae c:4 s: 127, Kitabuz Zekât, 36. bab, 5. hadis [42]- "Zimmet Ehli" belli cizye ve haraçları ödemek şartıyla İslam devleti sınırlarında bu devletin güvencesi altında yaşayan ehl-i kitap'a denir [43]- At, eşek, kalır, deve, öküz ve koyun başta gelmek üzere bütün binek, yük hayvanı ve davar [44]- "...At ve silah hazırlayın elinizden geldiğince..." (Enfal,60). [45]- Hz. Resulullah'ın buyruklarından iktibastır "...Müslümanlar tek yumruk gibi ayrılmaz bir bütündürler." Bihar'ul Envar c:28 s: 104, Kitabul Feten ve'l Meben, 3. bab, 3. hadis ve: c:37 s:114 [46]- Ümeyye bin Abduşşems bin Abdumenafoğulları, kureyş boyundan. Muaviye h. 41'de halife adıyla saltanata geçen ilk Emevi halifesidir. H.k. 132'de 2. Mervan'ın öldürülmesiyle birlikte bu hanedanın iktidarı son bulmuş oldu [47]- Hz. Resulullah'ın -saa- amcası Abbas'ın evlatları. Abbasiler Devleti h.k. 132'de Seffah-kan dükücü- Abdullah'ın hilafetiyle başlayıp hk. 656'da Mutasım'ın öldürülmesiyle sona erdi [48]- Saldırgan ve bâği olan ve Allah'tan başka tapılan herkes ve her şeye "tağut" denir [49]- "...Şüphesiz o. fesat çıkaranlardan (yeryüzünde bozulma ve bozguna sebep olan)dı" Kısas,4. [50]- Osmanlı imparatorluğunun çöküşü 19. yy'ın başlarında başladı. 1913 Londra antlaşmasıyla sonuçlanan Balkan müttefik ülkeler savaşında Osmanlı devleti, Ege ve Avrupa'daki yaklaşık bütün müstemleklerini kaybetti. 1. Dünya savaşında ve 1932'de imzalanan Lozan antlaşmasıyla Irak, Suriye, Arabistan, Ürdün ve Filistin gibi Müslüman Arap ülkeleri Osmanlı yönetiminden resmen çıkarılarak Avrupa ülkelerinin kaymumetine verildi. Koca Osmanlıdan geriye kalan, bugünkü Türkçe konuşulan Anadolu'yla Trakya'dan ibarettir [51]- Keşful Gumme, c:l s:483 [52]- Nehc'ul Belaga, mektuplar, 47 [53]- Ae, hutbeler, 3, Şıkşıkiyye hutbesi [54]- İlel'uş Şerai, c.l, s.251, 182. bab, 9. hadis [55]- Yani devlet kurulması ve halkın yönetimi hususunda "veliyy-i emr" tabiri geçmiş, meselâ hz. Ali -s- veya bir başkası gibi belli bir şahıs ismi kullanılmamış olduğuna göre her çağ ve dönemde gerekli şartlara haiz olan "veliyy-i emr"in, islam devletini yönetmesi gerekir [56]- 'İstibdad": Halkın temsilci ve oy hakkında, esasen ülkenin yönetiminde hiçbir katılıma sahip olmadığı yönetim tarzı. Yönetici kanunen sınırsız yetkilere sahiptir ve yasama, yürütme ve yargı güçleri onun elinde toplanmıştır [57]- Padişahlık, krallık [58]- 'Meşrutiyet": Halkın ve baştaki yöneticinin belli şartlarla egemenliği elinde tuttuğu "şartlı yönetim" tarzıdır. Bu sistemde en ileri ve en üst merci olan anayasa gereğince toplumun bütün birey ve kesimlerinin temel hak ve hürriyetleri saygındır. Meşrutiyet yönetimi; krallık ve cumhuriyet olarak iki şekilde ortaya çıkabilir. Meşrutiyet sisteminde, cumhurbaşkanının yetkileri kralın yetkilerinden azdır [59]- Saltanat = Krallık = Padişahlık: Padişah veya kral yönetimi. Babadan oğula geçen veya kralın istediğine devrettiği bir sistemdir bu. Bütün yetkiler şahta -kralda-dır; üç kuvvetin şahın elinde bulunduğu düzene mutlak krallık (=mutlak monarşi) denir. Kimi zaman kralın yetkileri kanun koyucu bir meclis tarafından kısıtlanır ve kanun koyma yetkisi halkın temsilcilerine devredilir. Bu tür krallık yönetimine "meşrutiyet krallığı" veya "şartlı saltanat" denir [60]- Cumhuriyet: Devlet başkanının direkt veya dolaylı yollarla halk tarafından belirlendiği bu yönetim sisteminde iktidar babadan oğula geçmez ve cumhurbaşkanının görev müddeti de sınırlandırılır. Parlamenter demokrasiye sahip cumhuriyetlerin yanı sıra; resmen krallık olmayan, ama tıpkı krallık gibi diktatörlükle yönetilen cumhuriyet rejimleri günümüzde az değildir. [61]- "... Ey Resulümüz; Rabbinden sana indirileni tebliğ et -halka iblağ etyoksa peygamberlik vazifeni tamamlamamış olursun." Maide, 67 -» Gadir-i Hum olayı. Bkz. El-Gadir c:l s:214-229 [62]- Nisa,59 [63]- İmparatorluk: Tek kişi -imparator- tarafından yönetilen, geniş topraklar ve çeşitli ırkları kapsayan iktidar şekli [64]- Şerh-i Nehc'ul Belaga, İbn-i Ebil Hadid c:2 s:126-161, 30. hutbe şerhi ve: 324-333 ve: c:3 s:3-69 ve: 43. hutbe şerhi ve: c:9 s:30-30 135. hutbe şerhi ve: El-Gâdırc:8s:97-323 [65]- Bihar'ul Envâr c:40 s:324 [66]- Hz. Ali -s- şöyle buyurur: 'Ey insanlar! Halifeliğe en lâyık olan, Allah'ın emirlerini en iyi bilen ve en mükemmel şekilde de uygulayan kimsedir." Nehc'ul Belaga, 172. hutbe ve: El-İhticac c:l s:229 ve: Bihar'ul Envar s:25 s: 116 ve Kitab'ul İmame, bâb-ı câme fi sıfat'ul İmam" [67]- Keşf ul Murad fi Şerh-i Tecrid'el İtikad: Allame Hilli, 5. maksat, 6. mesele [68]- İmam Sadık -s- şöyle buyurmaktadır: 'Padişahlar halka, âlimler de padişahlara hükmeder." Bihar'ul Envar, c:l s: 183, kitab'ul İlim, 1. bab, 92. hadis [69]- Bakara, 124 [70]- Tekvininin karşıtı olan 'İtibari", beşeri anlaşma ve sözleşmelerden kaynaklanan kuralları içerir ve belirleyeninin adını alır. Belirleyeni sâri olursa "şer'i itibâr" olarak adlandırılır, günlük yaşamın düzen ve gereği için bir insan veya insanlarca belirlenmiş kararlaraysa "itibar-i ukelâi" (akıl ve mantık gereği muteber olan) denir. [71]- Çocuk veya delinin bakımı kastediliyor. Bebeğin bakımı 1. derecede anne babasına düşer. Bunlar hayatta olmaz veya gerekli şartlardan yoksun bulunurlarsa İslam devletinin başkan veya imamı bu iş için birini tayin edip görevlendirir [72]- Araziye-i Haraciye (Haraç taalluk eden araziler), peygamberin -saaveya imamın emriyle Müslümanların fethettiği ziraata elverişli bayındır topraklara denir. Bu tür araziler bütün Müslümanların malı sayılır, bu nedenle de alınıp satılması yasaktır. İslam devleti bu tür arazileri devreder ve bu araziyi ekenden –veya kullanandan- "haraç" denilen bir meblağ alır. [73]- Bütün Müslümanlara tek tek farz olan farza aynî farz denir, bir kişinin onu yapmasıyla, diğerlerinden sakıt olmaz, namaz ve oruçta olduğu gibi. Bir Müslüman’ın yerine getirmesiyle diğer Müslümanlardan sakıt olan farzlara ise farz-ı kifâi denir; emr-i bi'l mâruf ve nehy-i ani'l münker gibi [74]- Besair'udderecât, c:l s:20, 10. bab, Bihar'ul Envar c: 25 s:l-103 [75]- Bihar'ul Envar c: 18 s:382, İsbât'ul Mîrac ve mefati ve keyfiyye" babı [76]- Erbain: Allame Meclisi s: 177, 15. hadisin şerhi, Kelemat-ı Meknune, s: 101, biraz değişik ibaretle [77]- İleluşşerayi c:l s:123; 143. bâb, 1. hadis ve: Meani'ul Ahbar s:64 ve 107 ve: Bihar'ul Envar c:43 s: 12 ve sonrası. [78]- "...peygamber, müminlere kendilerinden daha evlâdır." Ahzab, 6. [79]- Hz. Resulullah'ın -saa- ve Hz. Ali'nin -s- amcası Abbas'ın oğlu Abdullah, (hic.'ten 3 yıl önce doğmuş, h.68'te vefat etmiştir) Kur'an tefsirini Hz. Ali'den -s-öğrendi ve "Reis'ul Müfessirin" (tefsir edenlerin en büyüğü) ve "Hibrel Ümme" (ümmetin bilgini) lakabıyla meşhur oldu. Cemel, Sıffın ve Nehrevan savaşlarında hz. Ali'nin -s- saflarında savaştı, o hazretin komutanlarından ve ashabındandır [80]- Nehc 'ul Belaga, 3 3. hutbe [81]- Ae, 3. hutbe (Şıkşıkiyye) [82]- Ae, 13. hutbe [83]- 'Eşter" adıyla tanınan Mâlik bin Hâris-i Nehei (h.?-38) İslam ordularının büyük komutanlarındandı, cesaret ve kahramanlığıyla meşhurdu. Cemel ve Sıffîn savaşlarında Hz. Ali'nin -s- en yakın komutanı oldu. İmam -s- onu Mısır'a vali tayin ettiyse de bunu öğrenen Muaviye tarafından, Mısır'a giderken yolda zehirletilerek şehid edildi. İmam Ali'nin -s- 'Mâlik ahdnâmesi" adıyla ona yazdığı fermannâme pek meşhurdur. Bkz: Nehc'ul Belaga, 53. mektup. [84]- Nehc'ulBelaga, 53. mektup 4. BÖLÜM AHBARDA VELAYET-İ FAKÎH Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- Halefleri Âdil Fakihlerdir Doğruluğunda hiç şüphe bulunmayan rivayetlerden biri şöyledir. Emir'el müminin (hz. Ali -s-), Hz. Resulullah'ın -saa- "Allah'ım, benim haleflerime rahmet et!" buyurduğunu ve bunu üç kez tekrarladığını, 'Ya Resulullah, sizin halefleriniz ve halifeleriniz kimlerdir?" diye sorulması üzerine o hazret 'Benden sonra gelip, benim hadis ve sünnetimi naklederler ve benden sonra bunları halka öğretirler!" buyurduğunu rivayet eder([85]). Rahmetli Şeyh Saduk([86]) bu rivayeti Meâni'ul Ahbar([87]) , Uyûn-u Ahbar-ur Rıza([88])ve Mecâlis([89]) adlı eserlerinde beş yoldan rivayet etmiştir (ki rivayetlerden ikisi bazı açılardan benzer olduğundan, aslında dört yoldan sayılır). Müsned([90]) olarak zikredilen rivayetlerden birinde "öğretenler" ve diğerlerinde 'halka öğretenler" geçer([91]), mürsel([92]) olarak zikrolunan rivayetlerdeyse yukarıdaki hadisin- ilk kısmı yer almaktadır ve 'benden sonra halka öğretenler" ibaresi yoktur([93]). Bu Rivayet Hakkında İki İhtimale Dayanarak Konuşuyoruz: Farz edelim ki rivayet birdir ve "öğretenler" ibaresi ya hadisin sonuna sonradan eklenmiş, ya da mezkûr cümle şeklindeymiş ve sonradan düşmüştür. Cümlenin sonradan düşmüş olması ihtimali akla daha yakın görünmektedir. Çünkü eğer eklenmiş olursa bunun hatayla ve yanlışlık eseri vuku bulduğu söylenemeyecektir; zira daha önce de belirttiğimiz gibi bu rivayet birkaç yoldan -raviden- nakledilmiştir ve rivayet eden şahıslar -raviler- da birbirlerinden pek uzak diyarlarda yaşıyorlardı: Biri Belh'te, diğeri Nişâbur'da, üçüncüsü de bir başka yerde-. Bu durumda o kelimenin hadise sonradan kasten eklenebilmiş olma ihtimali sıfırlanmaktadır. Çünkü birbirinden onca uzak beldelerde yaşayan birkaç kişinin aklına aynı kelimenin gelmesi ve aynı kelimeyi eklediklerinin düşünülmesi pek imkânsız görünmektedir. Bu nedenle şu kesin olmaktadır: Eğer rivayet vahide -tek- ise "öğretenler" kelimesini ya rahmetli Saduk'tan nakledenler düşürmüş ve onun eserinden iktibas edenin kaleminden düşmüştür veya bu kelimeyi Saduk -ra- zikretmemiştir. İkinci ihtimal, iki ayrı hadisin rivayet edilmiş olmasıdır, biri "öğretenler" kelimesiyle ve diğeri, bu kelime olmaksızın... Bu durumda mezkûr kelimenin bulunduğu hadisin; mesleği hadis nakletmek olan ve kendisinden hiç fetva ve görüş beyan etmemiş bulunanları kapsamayacağı apaçık ortadadır. Keza hadisi hiç mi hiç anlamayan ve 'nicelen vardır ki bilgi taşırlar, ama kendileri o bilgiden habersizdirler" hadisine([94]) misdak teşkil eden ve işi gücü, tıpkı bir alıcı cihazı gibi hadis ve rivayetleri sırf alıp yazan ve halka aktarmaktan ibaret olan bazı muhaddislerin -hadiste geçen- 'halefler ve "halifeler olabileceğini ve bunların İslâmî bilimleri öğretebileceklerini söylemek zaten mümkün değildir. Evet, bunların da İslam’a ve Müslümanlara pek değerli emeklerinin geçtiği doğrudur, keza bunlardan birçoğu fakih ve görüşsahibi insanlardı, Kuleyni -ra([95]) Şeyh Saduk -ra- ve Şeyh Saduk'un babası -ra- fakihlerdendiler,([96]) İslam hüküm ve bilimlerini öğretiyorlardı halka. Şeyh Saduk (ra)'la rahmetli Şeyh Müfıd'in([97]) farklı olduklarını söylerken Şeyh Saduk'un -ra- fıkha vakıf olmadığını veya onun fıkıh bilgisinin Şeyh Müfıd'den -ra- daha az olduğunu kastetmek istemiyoruz -bilakis-, Şeyh Saduk -ra- bir oturumda dinin bütün usul ve füru'larını tamamen açıklayıp şerh eden kişidir([98])! Ancak, o merhumla Müfıd ra- arasındaki fark şudur: Müfıd ve benzeri müçtehıdler, hadis ve rivayetleri aktarırken kendi görüş ve reylerini de belirtiyorlardı; Şeyh Saduk -ra- ise görüş belirtmeyen ya da çok az belirten fakihlerdendir. -Mevzuubahis- hadis, islami bilimleri yayan, İslam hükümlerini beyan edip anlatan ve insanları, başkalarına eğitim verebilecek şekilde İslam için yetiştirip hazırlayan kimseleri kapsamına almaktadır. Tıpkı Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa-' ile masum imamların -s- İslam ahkâmını öğretip yaymaları, medrese eğitimi vermeleri, onların bu eğitim ve okullarında binlerce insanın ilmî faydalar sağlaması ve öğrendiklerini halka öğretmekle yükümlü olmaları gibi! 'Halka öğretirler'" le kastedilen de, İslam bilimlerini halka öğretip yaymaları ve İslam hükümlerini halka ulaştırıyor olmalarıdır. Eğer İslam’ın bütün dünya insanları için olduğunu söylüyorsak; Müslümanların, bilhassa İslam ulemasının İslam ve İslam hükümlerini bütün dünya insanlarına anlatmak ve bütün dünyaya yaymakla muvazzaf olduğu akıl sahipleri için apaçık ortadadır. Eğer 'halka öğretirler" ibaresinin bu hadiste yer almadığını varsayacak olursak, o zaman Hz. Resul-ü Ekrem -saa-'in "Allah'ım, halifelerime rahmet et... Onlar, benden sonra gelen ve hadis ve sünnetimi rivayet edenlerdir" buyruğunun ne anlama geldiğine bakmamız gerekir. Bu durumda rivayetin 'fakih" olmayan ravileri kapsamına almayacağı ortadadır. Zira bütün hükümlerden ibaret olan ilahi sünnetler, Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- nazil olduğu için 'Peygamberin sünneti" olarak isimlendirilirler. O halde Hz. Resulullah'ın -saa- sünnetini yaymak isteyen bütün ilahi hükümleri bilmeli ve sahihi sakıymden (doğruyu yanlıştan -çev-), ıtlakı takiyyeden (saltı - şartlı ve sınırlıdan -çev-)([99]), âmm (genel) olanı hâs olandan([100]) ayırt edebilmeli, mantık önermeleri ve aklî hükümleri([101]) toparlayabilmeli, takıyye sırasında geçen rivayeti diğerlerinden teşhis etmeye yarayacak ölçülen bilmeli ve bunu başarmalıdır. İçtıhad mertebesine varmayan ve sadece hadis nakleden muhaddislerın bileceği işler değildir bunlar, onların Hz. Resulullah'ın -sav- gerçek sünnetim teşhis edebilmesi mümkün değildir ve bu da Hz. Resulullah –saa- acısından değersizdir. Hz. Resulullah'ın -saa- doğru olsa veya olmasa ve kendisinden nakledilmemiş olsa bile sırf Resulullah dedi ki... "yi e başlayan bir takım rivayetlerin yayılmasını istemiş olması elbette ki düşünülemez. Bilakis, o hazretin amacı gerçek sünnetin yayılması ve hakiki İslam hükümlerinin halk arasında neşr olunmasıydı. "Ümmetime kırk hadis ezberleteni Allah, fakih olarak hasreder" rivayeti([102]) ve hadis yaymayı öven benzeri hadisler([103]) hadisin ne olduğunu bile bilmeyen muhaddisler için değildir ki; bu gibi hadis ve rivayetler, Hz. Resulullah'ın -saa- hadisini gerçek İslam hükmüne mutabık olarak teşhis kabiliyetine sahip kimseler içindir. Bu da, ancak fakih ve müçtehit olanlar" demektir; çünkü ancak fakihlerle müçtehitler İslam ahkâmının bütün boyutlarını bilip değerlendirebilir, ellerindeki fıkhı ölçüleri kullanarak İslam ve imamların s- muayyen etmiş olduğu ölçü ve kıstaslar yardımıyla İslam’ın gerçek hükümlerini bulup çıkarabilirler. İşte bunlar Allah Resulü'nün -sav- halifeleridirler; ilahi hükümleri bunlar yayar, halka İslam ahkâmını öğretirler, Hz. Resulullah -saabunlar için dua etmiş ve "Allah'ın rahmeti halifelerimin üzerine olsun"buyurmuştur. Yukarıdan da anlaşılacağı üzere "Allah halifelerime rahmet etsin" hadisinin, gerçekte bir 'Kâtip’ten farkı bulunmayan hadis ravilerini kastediyor olması mümkün değildir, sırf kâtiplik eden ve sırf hadis yazan birinin hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- halifesi olamayacağı ortadadır. Hadiste geçen 'halifeler"den maksat 'İslam fakihleri'dir; halka İslam hükümlerini öğretip yayan, halkı eğitip yetiştiren âdil fakihlerdir. Zira âdil olmazlarsa tıpkı Hz. Emir'el müminin -s- aleyhinde hadis uyduran Semeret bin Cündeb([104]) gibi, İslam’a aykırı hadisler uyduran kadılar ve şeyhülislamlar haline gelirler. Eğer fakih olmazsa o zaman da fıkhın ne olduğunu bilemeyecek ve İslam hükümlerini tanıyamayacaktır. Çünkü zalim yöneticiler ve saray mollalarının sırf şahlara ve sultanlara yaranabilmek için uydurmuş olduğu binlerce hadis vardır. Nitekim iki "zayıf rivayetle neler yaptıklarını görüyoruz([105]); sultanlar ve krallara karşı kıyam edin diyen ve Musa’yı -sçağının sultanına karşı ayaklanmaya teşvik eden([106]) Kur'an'a karşı kullandıkları bu iki zayıf rivayeti! Kur'an-ı Kerim'e ilaveten, daha birçok hadis ve rivayette de zalimlere karşı mücadele emri vardır([107]). Tembeller bunları bir kenara bırakıp, muhtemelen saray mollalarınca uydurulmuş olan o iki zayıf rivayete yapıştılar ve bu rivayetlere dayanarak Sultanlar ve egemenlerle uzlaşmak gerekir, saraykulu olmak gerekir" dediler! Eğer bunlar gerçekten rivayet ehli olup dinden anlayan insanlar olsalardı zalimlerin aleyhine olan onca rivayet ve emirlere amel ederlerdi. Kaldı ki böyleleri rivayet ehli olsalar bile âdil değildirler. Âdil olmadıkları ve günahtan uzak durmadıkları için Kur'an'daki hükümler ve onca hadis ve rivayeti bir kenara bırakıp iki zayıf rivayete yapışmışlardır. Onların bu iki zayıf rivayete dört elle sarılmasını sağlayan şey işkembeleridir, ilim değil! İnsanı saraylara kul eden şey rivayet -ve hadis- değil; bu işkembe ve makam hırsıdır. Kısacası İslam bilimlerini yayma ve ahkâmı yayıp öğretme, âdil fakihlerin işidir; ancak onlar gerçek ahkâmla gerçek olmayanı ve imamların -s- hangi rivayetleri takıyyeyle aktardıklarını teşhis ve ayırt edebilirler. Çünkü biliyoruz ki -masum- imamlarımız -s- kimi zaman gerçek hükmü söyleyemiyorlardı, şartlar elvermiyordu buna; zalim ve zorba egemenlerin baskısı altında sıkı bir takıyyede bulunmak zorundaydılar. Tabii ki bu mecburiyet din içindi -kendileri için dağıldinin bir zarara uğramasından korkuyorlardı. Nitekim gerekli bazı durumlarda takıyyede bulunulmamış olsaydı zalim egemenler dinin kökünü kazıyacaklardı. Ancak, bu hadis-i şerifin "velayet-i fakih"e delalette bulunduğu şüphesiz olsa gerektir. Çünkü 'hilafet", nübüvvet ve peygamberliğin her boyutunda "haleflikte ve vekillikte bulunma" demektir ve "Allah'ım, halifeme rahmet et" cümlesinin "Alı benim halifemdir" cümlesinden aşağı kalır tarafı yoktur ve birincide kastedilen 'halifelikle ikincide kastedilen halifeliğin farklı bir anlamı söz konusu değildir. 'Benden sonra gelir ve hadislerimi rivayet ederler" hadisi halifeleri tanıtmaktadır, halifeliğin anlamını değil. Çünkü halifelik mevzuu sadr-ı İslam’da açıklanmayı gerektirecek bir mevzu değildi ki -herkesçe bilinen bir şeydi-. Nitekim sonra da, halifeliğin anlamını değil, halifelerin kim ve nasıl olması gerektiğinin- açıklanmasını istiyordu ki, hazret de -sav-bu vasıfları açıklayarak cevabı vermiş oldular. "Ali halifemdir" veya 'İmamlar halifemdir" buyruklarını hiç kimse 'halifeliğin nasıl olması gerektiğine dair fıkhi bir açıklama" şeklinde algılamadığı ve bu cümlelerle net bir şekilde imamların devlet başkanlığı ve halifeliklerine istinad edildiği kabullenildiği halde sıra masum olmayanların- 'halifelik" terimine gelince, duraklayıverirmiş olması bir hayli şaşırtıcıdır! Bunun yegâne nedeni, Hz. Resulullah'ın -saa- hilafetinin özel bir hadle sınırlı olduğu veya ancak özel bazı kimselere mahsus olabileceği sekimde bir zanna kapılmış olunmasıdır. Masum imamlar -s-halife oldukları için; onlardan sonra kimse halife olamaz, halkı yönetme işini onlardan başkası yüklenemez zannedilmiş, -imamlardan sonra- İslam’ın başsız kalması ve İslam hükümlerinin kendi haline bırakılması gerektiği zehabına kapılmışlardır. Yani 'İslam had ve sınırları düşmanlara terk edilsin ve gerçekte İslam’ın tamamen berî ve uzak olduğu onca sapma ve eğrilikler -İslam’mış gibi gösterilereknormal karşılanır olsun" demektir bu! İmam Musa bin Cafer Sâdık'tan -s- şöyle rivayet edilir: 'Bir mümin -veya mümin bir fakih- öldüğünde melekler ona gözyaşı döker, yeryüzünde Allah'a ibadet ettiği yerler ve amelleriyle ulaştığı gök kapıları ona ağlarlar; İslam kalesinde, başka şeylerle onarılmayacak gedikler oluşur. Çünkü imanlı fakihler İslam’ın kaleleridirler; surla çevrili bir şehrin surları mesabesindedirler."([108]) Bu Rivayetin Metnine Dair 'Kâfi" kitabında aynı babda başka bir rivayet daha var ki, onda 'mümin öldüğünde" yerine, 'mümın fakih öldüğünde" ibaresi geçiyor([109]). Naklettiğimiz rivayetin başında 'fakih" kelimesinin geçmemesi, ama sonlarında 'mümin fakihler" buyrulmuş olması, 'fakih" kelimesinin, cümlenin ilk kısmından düşmüş olduğunu göstermektedir. Bilhassa İslam’da gedik açılması", 'sur ve kale" gibi tabirlerin kullanılmış olması da buna delalet eder ki tamamen "fakihler"e uygun düşmektedir. Rivayetin Anlamı Üzerine 'Fakih müminler İslam’ın kaleleridir" buyruğuyla, gerçekte fakih İslam akâid, hüküm ve nizamlarının bekçi ve koruyucuları olmakla görevlendirilmiş olmaktadırlar. İmam'ın -s- bu buyruğunun teşrifat ve nezaket olsun diye söylenmediği apaçık ortadadır; benim size 'şeriatmedar" demem, sizin bana 'şeriatmedar" demeniz gibi bir teklif veya mektup zarflarının üzerine yazdığımız 'sayın ... hazretleri" gibi göstermelik bir unvan değildir! Evinin bir köşesine çekilip oturan, hiçbir şeye karışmayıp ne İslam kanunlarını koruyan, ne İslam ahkâmını öğretip yayan, ne Müslümanların sosyal işlerine karışan, ne de Müslümanların işlerinde ihtimam gösteren bir fakihe İslam’ın kalesi" denilebilir mi? Onun İslam bekçisi olduğu söylenebilir mi? Bir devlet başkanı bir yetkiliye veya bir komutana, gidip falan bölgeyi korumasını söylediği halde o yetkili veya komutanın gidip evinde yatması ve böylece o bölgeyi düşmanın eline bırakması, üstlendiği görev ve vazifeyle bağdaştırılabilir mi?! Mümkün her yolla o bölgeyi korumaya çalışması gerekmez mi? Siz, 'bazı İslam kanun ve hükümlerini koruyoruz" diyorsanız o zaman sorarım sizden: 'İslam’ın ceza kanunlarını uyguluyor, hadleri yerine getirebiliyor musunuz9" -Cevabınız- "hayır"-dır-. İşte bu noktada -hadleri uygulayamadığınıza göre İslam kalesinde- bir gedik açılmış oldu! Yani sizin kaleyi korumakla görevli olduğunuz bir sırada burcun bir kısmı yıkılıp gitti! 'Peki, Müslümanların hudut ve sınırlarını, İslam vatanının toprak bütünlüğünü koruyabiliyor musunuz?" -diye soracak olsam vereceğiniz cevap şudur:- 'Hayır! Biz bu hususta dua edebiliriz sadece!"-Siz böyle deyince- surların bir kısmı daha yıkılmış oldu! Peki, fakirlerin hakkını zenginlerden alıp kendilerine verebiliyor musunuz (çünkü olandan alıp olmayana vermek sizin İslami vazifenizdir)?" diye soracak olsam yine 'hayır, bunlar bizi ilgilendirmez, inşallah başkaları gelip bu işleri yaparlar!" -diye cevap veriyorsunuz ve o zaman da- surun bir tarafı daha gitmiş oluyor ve böylece tıpkı İsfahan'ını kaybeden Şah Sultan Hüseyin gibi([110]) kalakalıyorsunuz işte! Bu nasıl sur, bu nasıl kaledir böyle; surun hangi tarafını "hısn'ul İslam" (İslam kalesinin muhafızı) beyefendiye bırakmak istesek, bir mazeret öne sürerek kabul etmiyor?! -Rivayette geçen"hısn" (kale, sur)m anlamı bu mudur, "hısn" dediğin böyle mi olur?!! 'Fakihler İslam’ın kalesi ve surlarıdırlar" buyruğunun manası, onların İslam’ı korumakla mükellef oldukları ve İslam’ı koruyabilecekleri bir ortam yaratmaları gerektiğidir ki bu da farzların en önemlilerindendir, üstelik meşrut -şartlıfarzlardan değil, mutlak farzlardandır([111]). İslam fakihlerinin önemle peşinde olmaları gereken hassas mevzulardandır bu; dini ilmiye medreseleri bu konuda kafa yormalı ve tıpkı Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve masum imamların -s- yaptığı gibi İslam’ın koruyucusu kesilip İslam ahkâmı, akaid ve nizamlarını tam anlamıyla muhafaza ve müdafaa edebilmek için gerekli bütün araç-gereç ve güçlerle donatmalıdırlar kendilerini. Biz her şeyi bir kenara bırakıp ahkâmın sadece bir kısmını almışız, nesiller boyu sırf onları tartışıp duruyoruz([112]). İslam ahkâmının birçok kısmı bugün 'ülumu garibe -tuhaf ve tabiat ötesi bilimler-" durumuna gelmiştir([113])! Esasen İslam garip -ve kimsesiz- haldedir bugün! İslam’dan sadece bir isim kalmıştır geriye! İnsanoğlu için gelmiş en mükemmel ceza kanunları olan İslam ceza kanunları bugün büsbütün unutulmuş ve badece ismi kalmış"tır([114]). Ceza ve hadler için nazil olmuş bulunan ayetlerin kıraatinden -okunuşundan- başka varlıkları söz konusu değildir bugün. 'Zina eden erkek ve zina eden kadına; her birine 100 kırbaç vurun"([115]) ayetini okuyoruz ama uygulamıyoruz, uygulamakla yükümlü saymıyoruz kendimizi! Sadece kıraat edelim -Arapça harfleri gereğince telaffuz edelim- ki kıraatimiz iyi olsun, seslerin mahreçlerden gereğince çıkmasına özen gösterelim, yeter; ama bu arada sosyal gerçeklerin ne olduğu, İslam toplumunun nasıl bir durumda bulunduğu; fesad, ahlaksızlık ve fuhşun nasıl yayıldığı, iktidarların zinakarlardan yana olup onları nasıl desteklediği ise bizi ırgalamaz, öyle mi?! Yani biz, zinakâr erkekle zinakâr kadına şu kadar hadd cezası tayin edilmiş olduğunu bileceğiz sadece! Had cezasının uygulanıp uygulanmayacağı ve -esasen- İslam’ın zinayla mücadele hükmünü kimin uygulayacağı gibi şeylereyse hiç karışmayacağız -öyle mı-?!! Sorarım size Allah aşkına, Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- böyle mi yapıyordu? Kur'an'ı okuyup bir kenara koyuyor ve onun emrettiği hadler ve kanunların uygulanıp uygulanmadığına karışmıyor muydu? Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- sonra gelen halifeler meseleleri halka bırakıyor ve 'İstediğinizi yapın, biz size karışmayız" mı diyorlardı?! Yoksa tam tersine miydi; hadler cezalar- belirtiyor, -gerekene- kırbaç vuruyor, icabında recmediyor, müebbet hapis veriyor, sürgüne mi gönderiyorlardı? İslam’da hadler ve diyetler mevzuunu araştırınız, bütün bunların İslam’da mevcut olduğunu görürsünüz, esasen İslam bu işler için gelmiştir. İslam topluma çeki-düzen vermek, disiplini sağlamak için gelmiştir; itibari imamet ve iktidar, toplumun işlerinin düzene koyulması içindir. Biz İslam’ı korumakla mükellefiz. Bu vazife mühim farzlardandır, hatta namazla oruçtan bile daha farzdır. Uygulanması uğrunda -icabında- kanlar dökülmesini gerektiren vazifedir bu. İmam Hüseyin'in -s- kanından daha üstünü yoktu ve onun kanı İslam uğrunda döküldü! İşte bu, sırf İslam’ın taşıdığı o değer yüzündendir. Bunu kavramamız ve başkalarına da öğretmemiz gerekir. Sizler ancak İslam’ı halka öğretmeniz halinde İslam’ın halifeleri olursunuz. 'Bırak İmam-ı Zaman -s- gelsin- ve işlen o yoluna koysun-" demeyin. 'İmam-ı Zaman geldiğinde kılarız" diye namazı bırakıyor musunuz? İslam’ın korunması namazdan çok daha farzdır. Humeyn şehrinin valisi gibi düşünmeyin, 'Günahları yaymak ve artırmak lazım ki İmam-ı Zaman -s- gelsin" diyordu, mantığı böyleydi, 'Günah ve kötülük alabildiğine yaygınlaşmazsa o hazret zuhur etmez" diyordu!... Burada oturup sırf mübaheseyle yetinmeyin, bilakis, İslam’ın diğer hükümlerini de inceleyin, hakikatleri yayın; küçük broşürler de olsa, yazın, yayınlayın. Mutlaka etkili olacaktır. Ben bizzat denedim ve etkili olduğunu gördüm. Hz. Resul-ü Ekrem -saa- şöyle buyuruyor: 'Dünyaya (dünyevi haksız zevkler, hırslar ve servet yığmalara) kapılmadıkları sürece fakihler peygamberlerin eminleri ve güvendikleri kimselerdirler!" -Ya Resulullah, dünyaya kapılmaları nasıl olur? diye sorulduğunda da- 'Egemen güce boyun eğmeleri!" buyurdu ve ekledi: 'Eğer böyle olursa dininiz için onlardan uzak durup sakınmanız gerekir!([116]) Bu rivayetin tamamı; üzerinde uzun uzadıya açıklamalar gerektirici niteliktedir, ama biz burada sadece konumuzla direkt irtibatı olup 'Velayet-i fakih'le ilgili olan 'fakihler peygamberlerin eminleridirler" ibaresi üzerinde duracağız. Önce, peygamberlerin vazife, yetki ve işlerinin ne olduğuna bakmamız gerekir; o zaman onların eminleri ve güvendikleri kimseler olan 'fakihler'e ne gibi görevler düştüğü de anlaşılmış olacaktır. Peygamberler Gönderilmesindeki Gaye ve Peygamberlerin Görevleri Dinlerin gereği ve aklın kesin hükmüne binaen peygamberlerin gönderiliş nedeni ve görevleri sadece -İslam fıkhı ve hükümleriyle ilgili-meseleleri söyleyip anlatmak ve ahkâmı beyan etmek değildir. Olay; ahkâm ve meselelerin vahiy yoluyla Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- ulaşması ve o hazretle Hz. Emir'el müminin ve diğer (Ehl-i Beyt) imamlarının -s- da, hiçbir dahi ve ihanette bulunmaksızın bu mesele ve hükümleri halka sırf anlatmak üzere tayın olması ve onların da bu emaneti sapasağlam halka ulaştırmaları için fakihlere devretmelerinden ibaret değildir ve neticede 'fakihler resullerin eminleridirler" ibaresi, onların İslâmî hüküm ve meseleleri sırf söyleyip anlatma hususunda emin oldukları gibi -darbir manaya da gelmez. Gerçekte peygamberlerin -saa- en önemli görevi, ahkâm ve kanunlar vasıtasıyla âdil bir sosyal düzen kurmaktır ki bunun da ahkâmı beyan edip ilahi akait ve öğretileri yaymakla mümkün olabileceği zaten ortadadır. Bunu, şu ayet-i kerimede de olanca netliğiyle görebilmek mümkündür: 'Şüphesiz, peygamberlerimizi apaçık deliller ve alametlerle gönderdik ve insanların adaleti uygulaması için onlara Kitap ve mizan da verdik" ([117]). Peygamber gönderilmesindeki genel gaye insanların adilane sosyal ilişkiler çerçevesinde belli bir çeki-düzene girmesi ve insanlaşmasıdır. Bu ise ancak devlet kurmak ve İslami- hükümleri uygulamakla mümkündür. İster Hz. Resul-ü Ekrem efendimizde -saa- olduğu gibi bizzat peygamberin kendisi devlet kurmaya muvaffak olsun ister daha sonra, onu izleyenler devlet kurup âdil sosyal düzeni oluştursunlar (her hal-ü kârda devlet kurulmalıdır -çev-) Allah Teâlâ humus hususunda: 'Bilin ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'ın, peygamberin, peygamberin yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerle kimsesizlerin ve yolda kamışlarındır"([118]) buyururken, ya da zekât konusunda "onların mallarından sadaka al"([119]) derken veya haraçlarla ilgili emirleri belirlerken Hz. Resul-ü Ekrem'i -sav- bu hüküm ve emirleri sadece halka anlatmak ve sırf beyan etmekle görevlendirmemekte, aynı zamanda bunları uygulamakla da muvazzaf kılmaktadır, yani bunları insanlar arasında yayıp öğretmekle görevli olduğu gibi, uygulamak ve yürürlükte olmasını sağlamakla da sorumlu tutulmaktadır: Humus, zekât ve haraç gibi vergileri toplatmak, bunları Müslümanların maslahat ve yararı yolunda harcamak, bireyler ve milletler arasında adaleti yaymak, hadleri uygulayıp İslam belde -veya beldelerininsınırlarını, istiklalini ve toprak bütünlüğünü korumak İslam devletinin mal varlığı ve gelirlerinin çar-çur edilmesine izin vermemekle mükelleftir o. Allah Teâlâ’nın "Allah'a itaat edin, Resulüne itaat edin ve içinizden emir sahibi (veliyy-i emr) olanlara itaat edin"([120]) buyurarak hz. Resulullah'ı -saareis ve başkan gösterip ona itaati de farz etmiş olmasından gaye, hz. Resulullah'ın -saa- ahkâm vb. İslami meselelerle ilgili beyan ve buyruklarına itaat ve bunları kabul etmekten ibaret değildir sadece! İslam hükümlerine amel etmek, Allah'a itaat demektir. İbadetle ilgili olsun olmasın, İslam hükümlerinden olan her hükme amel -demek- Allah'a itaat demektir. Ayette geçen 'Resulüne itaat edin" buyruğundan maksat sırf ahkâma amel etmek değildir, başka bir mevzu da söz konusudur burada. Evet, Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- itaat elbette ki Allah'a itaat demektir, çünkü Allah Teâlâ, peygamberine itaat etmemizi emretmektedir, binaenaleyh İslam toplum ve ümmetinin lideri olarak Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- 'hepiniz Üsame'nin ordusuna katılıp savaşa gidin" diye emrediyorsa([121]) hiç kimsenin bu emri çiğneme hakkı yoktur([122]) -hâlbuki görünüşte bu- Allah'ın değil, Resul'ünün -saa- emridir -ve tıpkı Allah'ın emri gibi, onun da emrine itaat farzdır çünkü /çev/- Allah Teâlâ devletin idaresi ve ordulara komuta yetkisini o hazrete bırakmıştır, hazret de maslahatları gereğince ordu ve teçhizat hazırlamıştır; valiler, yöneticiler ve şer'i kadılar tayin ve gerektiğinde azletmiştir. Kanunları Yürürlüğe Koyma, Ordulara Komuta Etme, Toplumu İdare, Ülkeyi Savunma, Yargı ve Muhakeme İşlerinde, Fakihler Peygamberlerin Eminleridirler. Demek ki "fakihler resullerin eminidirler" buyruğunun anlamı, peygamberlerin uhdesinde bulunan bütün işlerin, onlardan sonra adil fakihlerin uhdesinde olacağıdır. "Adalet" kavramı "emanet" kavramından daha kapsamlı ve önemli olup, mali işlerde emin olan birinin pekâlâ âdil olmaması mümkünse de "peygamberlerin eminleri" ibaresiyle kastedilen "hiçbir konuda İslam’a aykırı davranmayan, pak ve münezzeh olanlar"dır. Nitekim hadisin son bölümlerinde de bu vurgulanmakta ve "dünyaya kapılmadığı sürece" denilmektedir. Demek ki dünyalık yığma fikri taşıyan bir fakih âdil değildir ve -böyle bir fakihin- Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- emini olup İslam hükümlerinin uygulayıcısı olması düşünülemez. Ancak İslam hükümlerini icra edip uygulayan, İslam sistem ve düzenini kuran, hadleri ve kısası yerine getiren, Müslümanların vatan ve İslam beldelerinin toprak bütünlüğünü sağlayıp koruyan fakihler âdildirler. Kısacası devlet ve yönetimle ilgili bütün kanun ve hükümlerin uygulanması fakihlerin uhdesindedir: Humus, zekât, sadakalar, cizye ve haraçların toplanıp Müslümanların yararına olacak işlerde harcanmasından tutun da; mutlaka doğrudan doğruya veliyyi emrin gözetiminde olması gereken -hatta maktulün velisi bile, veliyy-i emrin nezareti olmaksızın bizzat kısasa girişemezhadlerle kısasların uygulanmasına sınırların korunması ve şehirlerin güvenliğinin sağlanmasına varıncaya kadar... Tamamından fakih sorumludur. Hz. Peygamber-ı Ekrem -saa- nasıl İslam hükümlerini yürürlüğe koyup İslam sistemlerini oluşturmakla yükümlü idiyse ve Allah Teâlâ tarafından Müslümanların devlet başkanı ve lideri olarak belirlenip kendisine itaat farz kılınmış idiyse, âdil fakihler için de durum aynıdır, onların da -Peygamberden sonra- ümmetin yöneticisi ve lideri olması, İslam hükümlerini yürürlüğe koyması ve İslam’ın sosyal düzenini oluşturması gerekir. Kanuna Uygun Devlet / İslâmî Hukuk Devleti İslam devleti bir kanun ve hukuk devleti olduğundan -ilahı- kanunu bilenler ve dahası, din uzmanlarınca yani fakihler tarafından yönetilmelidir. Memleketin idari, yürütme ve planlamayla ilgili bütün işleri fakihin kontrolü altındadır. Fakihler, ilahi hükümlerin yürürlüğe geçirilmesi hususunda emin -bilirkişi- dirler. Vergilerin toplanması, hudut boylarının korunması ve hadlerin -İslam ceza kanunlarının-uygulanmasında "emin" elemanlardırlar. İslam kanunlarının icrasının geciktirilmesinde ve âtıl vaziyette bırakılmasında veya uygulanmada -emredilen kıstaslardan- azaltma yâda çoğaltma olmasına izin vermemelidirler. -MeselaEğer fakih, bir zânıye -zina edene- had vurdurtmak isterse -İslami nasslardabelirlenmiş olduğu gibi halkın önünde 100 kırbaç -veya sopa- vurmalıdır; bir darbe fazla vurmaya veya hakarette bulunmaya, bir tokat atmaya veya hır gün hapsetmeye hakkı yoktur. Vergilerin toplanmasında da böyledir, İslami kıstaslara göre davranmalı, yani İslam kanunlarına tamamen uymalıdır Bir tek kuruş fazladan almaya hakkı yoktur. Keza beytülmalde herc-ü merc olmasına, bir tek kuruşun zâyi olmasına izin vermemelidir Bir fakın, İslami ölçülere sığmayan bir şey yapar ve Allah göstermesin, bu fısk işlerse kendiliğinden görevinden azledilmiş olur, çünkü "emin' olma niteliğini yitirmiştir artık -İslami devlet nizamında- egemen olan, gerçekte -kişiler veya kuruluşlar değil- kanundur, herkes kanunun güvencesi altındadır, İslam kanununun korumasındadır Halk ve Müslümanlar şen kurallar çerçevesinde serbesttirler, yanı şer'i ölçülere uygun davrandıkları surece kimsenin kimseye "şuradan kalk, oraya otur" demeye hakkı yoktur İslam devletinde böyle şey olmaz! Hürriyet vardır; evet, âdil İslam devleti böyledir. Halkın güvencesinin kalmadığı ve evlerde bile her an birilerinin çıkagelip bir şeyler yapabileceği korku ve endişesinin yaşandığı şu devletler gibi değildir' Muavıye ve benzerlerinin yönetimi de böyleydi, halkın mal ve can güvenliği yoktu, basit bir iftira veya sırf şüphe ve ihtimal yüzünden adam öldürülüyor, sürgün ediliyor, hapse atılıyordu; uzun yıllar süren hapisler hem de Çünkü devlet, İslami değildi. İslam devleti kurulduğunda herkes kanunun gölgesinde tam bir güvence ve huzurla yaşar, hiçbir yönetici veya yetkilinin mutahhar şeriat kanun ve kurallarına aykırı bir adım atmaya hakkı yoktur Demek ki "emin" den kastedilen şey fakihlerin fıkhi meseleleri sırf anlatıp söylemeleri değil. İslam’ın belirlemiş olduğu bütün işleri emanet olarak uhdelerine alıp uygulamalarıdır İmam -s- fıkhı meseleleri sırf anlatan ve kanunları beyan etmekten başka şev yapmayan biri miydi yani? Peygamberler sırf "fıkhı meseleleri anlatmakla yetinenler" miydi ki fakihler de sadece bu hususta onların eminleri sayılsın? Evet, fıkhi meseleleri anlatıp şeriat hükümlerini izah etmek de elbette ki fakihlerin görevlerinden biridir, ama İsla m’ın kanuna bakış açısı -bu kadar dar değildir- onu -önemlibu "araç" olarak görme mesabesindedir, yani İslam nazarında kanun, "toplumda adaleti sağlamaya yarayan bir vesile"dir, inançları ve ahlaki yapıyı ıslah etme, insanları insanca olgunlaştırma -tehzib- vasıtasıdır. Kanun, nefsanî arzularına kapılmayan "gerçek insan”lar yetiştirebilmek için gerekli "âdil sosyal düzen”i kurmak ve işlerliğe geçirmek için vardır. Peygamberlerin en önemli görevi ahkâmı uygulamaktı; toplumun işlerine nezarette bulunma ve devlet söz konusuydu Hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan "Halka kayyımlık edecek, onları koruyup gözetecek emin bir imam -önder, yönetici- gereklidir" mealindeki rivayete daha önce değinmiştim. Bu rivayette de "fakihler peygamberlerin eminleridirler" buyurmaktadır. Bu büyük ve küçük önermelerden de([123]) anlaşılacağı üzere fakihler milletin başında bulunup onları idare etmelidir ki İslam’ın yıpratılmasına ve İslam hükümlerinin uygulatılmamasına engel olabilsinler. Nitekim halkı Müslüman ülkelerde devleti âdil fakihler idare etmediğinden ve onların velayeti hüküm sürmediğinden bugün İslam yıpratılmış ve hükümleri terk edilmiştir, Hz. İmam Rıza'nın -s- buyruğu tahakkuk bulmuş ve bilfiil yaşamakta olduğumuz gerçekler o hazretin ne kadar haklı olduğunu hepimize ispatlamıştır. Bugün İslam tersyüz edilip yıpratılmış değil midir? İslam beldelerinde İslam ahkâmının yürürlükte olmadığı, hadlerin uygulanmadığı İslam hükümlerinin muhafaza edilmediği İslam nizamının büsbütün ortadan kalktığı, her yere kargaşa, kanunsuzluk ve anarşinin hâkim olduğu günümüzde İslam -ezile ezile- yıpranmamış mıdır'71 İslam sırf kitaplarda yazılı kalacak şey midir? Mesela "Kâfi" kitabında yazılıp bir kenara mı bırakılmalıdır'7 Günlük yaşamda -ve osayfaların dışında- İslam hükümleri uygulanmaz, hadler işlerliğe geçmez, hırsız cezasını bulmaz, yağmacılar, çapulcular, zalimler ve yolsuzlukta bulunanlar cezalandırılmaz ve biz kanunu sadece öpüp bir kenara bırakır, Kur'an'ı öpüp ezberlemekle yetinir ve Cuma geceleri Yasin okumakla iktifa edersek İslam korunmuş mu olur? Birçoğumuz, İslam ümmetinin İslam devletiyle idare ve yönetilmesi gerektiğini düşünmemiş olduğumuzdan iş öyle bir noktaya vardı ki İslam ülkelerinin İslami bir devletle yönetilmesi bir tarafa, bugün bu ülkelerde İslam’ın kanunları yerine zulüm ve fesad kanunları geçmekte, dahası, İslam’ın önerdiği programlar birçok ulema efendinin (!) zihninde de yıpranıp eskimiş bulunmaktadır!! Öyle ki; -bu mesele etrafında- söz açıldığında "fakihler peygamberlerin eminleridir" hadisiyle, "sadece İslam hükümlerini açıklayıp fetva verme hususunda emin olduklarının kast adiliğini söylemektedirler! Kur'an ayetlerini duymazdan geliyor ve onca rivayette geçmekte olan "gaybet döneminde İslam uleması validirler ümmetin velisi, sorumlusu ve yöneticisidirler" mealindeki buyrukları tevil yoluna giderek, "maksat sadece hükümleri açıklayıp fetva vermektir -bilfiil müdahale değildir-" diyebilmektedirler!! "Emin olmak" bu mudur yanı? "Emin"in, İslam hükümlerinin terk edilmesine ve suçluların cezasız bırakılmasına seyirci kalmaması ve engel olması gerekmez mi?! Memleketin gelirleriyle vergilerinin böylesine sorumsuzca yenilmesine ve har vurulup harman savrulmasına mani olması icab etmez mi?! Bütün bunlar için -güvenilir bir yöneticiye ve-bir "emin"e ihtiyaç olduğu apaçık ortadadır. Emaneti –İslam’ı- korumak fakihlerin vazifesidir, ancak bu durumda "emin" ve "âdil" olabilirler. **** Yargı Makamı Kimde Olmalıdır? Uz. Emirül müminin -s- Şureyh'e hitaben şöyle buyuruyor: "Sen, öyle bir makama oturmuşsun ki oraya nebi ve nebinin vasisinden başka ancak şakıy oturur"([124]) Şureyh ne Peygamber, ne de peygamberlerin vasisi olmadığına ve buna rağmen yargı makamını işgal ettiğine göre şekavet eden, çok kötü biriydi. Şureyh([125]) 50-60 yıl Küfe’de yargı makamını işgal edip kadılıkta bulunan kimsedir; Muaviye'nin sarayına yakın mollalardan olduğu için birçok -gayri İslami- fetvalar vermiş, laflar etmiş ve -sonunda- İslam devletine karşı kıyam etmiştir, Hz. Emir'el müminin -s- kendi hilafeti döneminde de bu adamı azledemedi, rical beyefendiler mani oldular! "Onu Şeyheyn atamıştır, siz Şeyheyn'in hilafına davranmış olmayın" diyerek bu adamı hazretin âdil düzenine zorla yüklediler. Ama hazret -kendi hilafeti döneminde- onun -şer'i- kanunlara aykırı fetva ve yargıda bulunmasına izin vermemiştir. Yargı ve Adaleti icra da Adil Fakihin Uhdesinedir., Rivayetten de anlaşılacağı üzere yargı işi ya Peygambere -saa- ya da Peygamberin vasisine aittir. Âdil fakihlerin masum imamlar -s-tarafından yargı ve muhakeme işine de atanmış oldukları ve yargının, adil fakihlere ait görevlerden biri olduğu hususunda ulema arasında ihtilaf yoktur. "Velayet"([126]) meselesi ise böyle değildir -mesela- merhum Nerâki'yle([127]) son dönem ulemasından merhum Naiym([128]) gibi âlimler masum imamların -s- üstlenmiş olduğu bütün itibari makam ve sorumlulukları -adil- fakın için de geçerli sayarken([129]) bazıları saymamaktadır. Ama yargı sorumluluk ve yetkisinin adıl fakihe ait olduğu hususunda tartışma olmayıp, bu meselenin "vâzihat"tan olduğu söylenebilir. Fakihler Peygamber olmadıklarına ve "şekavet ehli olamayacaklarından" da şüphe edilemeyeceğine göre geriye onların "vasıyy", yani Hz. Resul-ü ekrem'in -saa- vekil ve temsilcisi olduklarını söylemek kalıyor. Ancak, Hz. Resulullah'ın -saa- vasisi derken öteden beri 1. derecedeki "feshedilemez vasiler" kastedilmiş olduğundan bu tür rivayetlere hiç temessük edilmemiştir. Ne var ki gerçek budur, "nebinin vasiysi" terimi geniş kapsamlıdır ve fakihleri de içerir. Evet, değiştirilemez ve tartışılmaz kesin vasi, Hz. Emir'el müminin (Ali) -s-ve ondan sonra da -onun soyundan gelen Ehl-i Beyt- imamlardır -s- ve insanların işlen onlara havale edilmiştir. Bu arada devlet ve yargı gibi makam ve sorumlulukların masum imamlar -s- için "kıymete haiz makamlar" olabileceği gibi bir zanna kapılmamak gerektiğini de hemen belirtelim. Yönetim ve devletin onlar için ifade ettiği tek anlam ve kıymet, âdil bir düzen kurma ve insanlar arasında sosyal adaleti sağlama imkânı verebilecek bir vesile olmasındadır, masum- imamların -s-insan idrakini aşan manevi makamları ise şu veya bu dünyevi görevde bulunmak veya bulunmamakla alakalı değildir asla. Nitekim Hz. Resul-ü Ekrem -sav- eğer Hz. Emir'i (hz. Ali -s-) vasi olarak tayin etmeseydi, o hazretin manevi makam ve dereceleri yine de var olacaktı. İnsana manevi değer, izzet ve şan kazandıran şey bu devlet ve hükümet makamlarında bulunmak değildir, tam tersine, insana sosyal idare ve yönetim liyakati kazandıran şey onun manevi makam ve dereceleridir. Kısacası bu rivayetten, fakihlerin Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- 2. dereceden vasiyleri odlukları anlaşılmaktadır ve Hz. Resulullah -saa- tarafından masum imamlara -s- bırakılmış olan işler, onlara da bırakılmıştır, binaenaleyh Hz. Emir -s- nasıl yaptıysa onlar da Allah Resulü'nün -saa- yaptığı bütün işler ve vazifeleri üstlenmek ve yapmakla mükelleftirler. Bu mavzuyu ispatlayıp onaylayan ve senet ve delalet açısından 1. rivayetten daha iyi olan bir diğer rivayet te Kuleynî tarafından nakledilmiştir, ancak tarihi (ravisi -çev-) zayıftır([130]) , ama Saduk aynı rivayeti Süleyman bin Halid([131]) tarafından nakleder ki sahih ve muteberdir([132]) Mezkûr rivayet şöyledir: "İmam -s- der ki: Yargıda bulunma ve insanları muhakeme etmekten sakının, çünkü yargılama ve muhakeme işi, ancak yargı usul ve kanunlarını bilip Müslümanlar arasında adaletli davranan imamın işidir ki bu da ya Peygamberdir, ya da Peygamberin vasiysi."([133]) Görüldüğü gibi hükümde -yargı- bulunmak isteyenin her şeyden önce "imam" olması gerekir. Burada imamın kelime anlamı olan "lider" ve "yönetici" anlamları kastedilmektedir, bilinen anlamdaki -masum imam- değil. Peygamberin de bu rivayette "imam" olarak tanınmasının nedeni budur zaten; nitekim bilinen manadaki "-masum- imam" kastedilmiş olsaydı "âlim" ve "adil" sıfatlarını da bilhassa kaydetmeye hiç gerek duyulmazdı. İkincisi, -bu imamın- yargı işini ve kanunlarını bilmesi gerekiyor -deniliyor rivayette-. Eğer imam olur, ama yargı ilmine vâkıf bulunmazsa, yanı İslam’ın yargı ve muhakeme kanun ve usullerini bilmezse muhakeme ve yargıda bulunma yetki ve hakkı olmayacaktır. Üçüncüsü de "âdil" olması gerektiğidir. Yargı makamının "âdil" fakihe ait olduğunu daha önce arz etmiştim, bu mevzu fıkhın zaruriyatından olup bu hususta -fakihler arasında- hiç ihtilaf yoktur. Şimdi fakihin "yargı şartlarına" da haiz olup olmadığına bakmamız gerekir. Buradaki fakihin ancak "âdil" fakih olduğu ve her fakih olanın kastedilmediği açıktır. Fakih zaten yargıyı ve kanunlarını bilir, çünkü fakih sadece İslam yargı ve muhakeme usullerini bilmekle kalmaz, aynı zamanda İslam akide, kanunlar, sistemler ve ahlakına da bütünüyle vakıftır, yanı kelimenin tam anlamıyla bir "din uzmanı"dır. Fakih "âdil" de olunca, iki şartı taşıyor demektir. Üçüncü şart ise "imam", yani reis -toplumun ve idarenin başkanı- olmasıdır. Âdil fakihin yargı için gerekli imamet ve reislik -yöneticilik- makamına -masum imamın -s- tayin etmiş olduğu üzere- sahip bulunduğunu söylemiştik. Bu noktadan sonra İmam s- bir kayıt daha koymakta ve bu şartların Peygamber ve Peygamber vasisinden başkası için geçerli olmayacağını hatırlatmaktadır. Fakihler Peygamber olmadıklarına göre, bu durumda Peygamberin vasisi, yani onun halefi, vekili ve temsilcisidirler. O halde -daha önce denklemimizin- "bilinmeyen"i, bu "bilinen"le çözülmekte ve şöyle demekteyiz. Fakih, Hz. Resul-ü Ekrem'in saa- vasisidir ve gaybet çağında Müslümanların imamı ve toplumun reisi ve başkanıdır, hâkimin -yargı makamının- o olması gerekir, ondan başkasının yargı ve muhakemede bulunma hakkı yoktur. Sosyal Gelişmelerde Kime Müracaat Edelim? Üçüncü rivayet tevkiî (tuğralı) olup([134]) delil kabul edilmiştir, bunun nasıl delil kabul edildiğini arzedelim şimdi: I İkmaluddin kitabında([135]) geçen bu rivayete([136]) göre İshak ([137]) bin Yakub Hz. İmam-ı Zaman (Mehdi a.s)'a bir mektup yazarak karşılaştığı bazı meselelerin çözüm yollarını soruyor. O hazretin temsilcisi -sefirolan Muhammed bin Osman Amrî, mektubu hazrete ulaştırıyor ve mektubun cevabı o hazretin -af- mübarek el yazısıyla şöyle geliyor: "...Gelişmeler ve olaylar karşısında bizden hadis rivayet edenlere müracaat ediniz, çünkü onlar benim sizlere hüccetimdirler ve ben de size Allah'ın hüccetiyim..." Bu rivayette geçen "gelişmeler ve olaylar" dan maksat şer'i ahkam ve ilmihalle ilgili meseleler değildir. Mektubu yazanın amacı karşılaşacağı -yeni fıkhî- meseleler için ne yapılması gerektiğini sormak değildir, çünkü bu şia mezhebinin gayet açık ve net mevzularındandır zaten; bu gibi mevzuatlarda fakihlere müracaat edilmesi gerektiği yolunda mütevatire varan rivayetler vardır,([138]) hatta masum imamlar -s- zamanında da -bu gibi şeyler için- fakihlere müracaat edilip onlardan sorulmaktaydı. Hazret-i Sâhib selamullah aleyh zamanında yaşayıp onun Nevvab-ı Erbaasıyla([139]) irtibatı olan ve o hazrete mektup yazıp cevap almış bulunan bin -fıkhî ve ilmihalle ilgili dini- meseleleri sormak ve öğrenmek için kimlere müracaat etmesi gerektiğini zaten bilir. Burada geçen "gelişmeler ve olaylar"dan maksat, Müslümanların karşılaştıkları sosyal olaylar ve beklenmedik gelişmelerdir. Binaenaleyh mektubu yazan şahıs "size direkt ulaşamadığımıza göre karşılaşacağımız sosyal gelişmeler ve havadisler karşısında ne yapalım, şer'an vazifemiz ne olacaktır o zaman9" diye genel olarak üstü kapalı bir şekilde ne yapacağını sormakta, ya da belli bir olayı yazarak "bu olay veya husus için kime müracaat edelim?" demek istemektedir. Göründüğü kadarıyla, genel anlamda sormuş ve hazret de -af- bu soruya cevaben "bizim hadislerimizi rivayet edenlere, yani fakihlere müracaat edin, onlar benim size hüccetim, ben de Allah'ın size hüccetiyim" buyurmuşlardır "Allah'ın hücceti" ne demektir sahi? Sizin "Hüccetullah" teriminden anladığınız şey nedir9Yanı -mesela- "haber-i vahid" hüccet midir?([140]) Eğer Zürare([141]) bir rivayeti naklediyorsa hüccet sayılacak mıdır? Hz. İmam-ı Zaman da -af- Zürare gibi midir ve Hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- haber rivayet etmesi halinde kabul ve amel etmemiz mi gerekir0 "Veliyy-i emr"in Allah'ın hücceti olması demek, şer'i meselelerde hüccet olması ve ilmihal bilgilerini onun söylemesi gerektiği mi demektir? Eğer Hz. Resul-ü Ekrem -saa- "ben aranızdan ayrılıyorum, benden sonra Emır'el müminin -s- benim aranızdaki hüccetimdir" buyurursasız bundan Hz. Resulullah'ın -saa- vefatıyla birlikte her şeyin iptal olduğunu ve -İslam dininden- geriye sadece şer'i mevzularla ilgili fetva verme işleminin kaldığını ve bunun da Hz. Emir'e (Hz. Ali'ye) -s- bırakılmış olduğu şeklinde mi bir anlam çıkarırsınız yoksa "hüccetullah demek, Hz. Resul-ü Ekrem -saa- nasıl bütün insanlara hüccet ve merci ise ve Allah Teâlâ bütün insanların her konuda kendisine müracaat etmesi için onu tayin buyurmuşsa, fakihler de aynı şekilde halkın işlerinin sorumlusu ve bütün insanların müracaat etmeleri gereken genel merciler demektir" mi dersiniz? "Hüccetullah, Allah Teala'nın bazı işler için tayin etmiş olduğu kimsedir; onun bütün davranışları, sözleri ve işlen bütün Müslümanlara hüccet -delil ve örnek-tir. Birisi aykırı bir iş yaparsa şikâyet ve deliller ona götürülecek, dava ona havale edilecektir; eğer bir işin yapılmasını emreder ve hadleri şöyle uygulayın; ganimetleri, zekâtları ve sadakaları şu işlere harcayın der ve siz bu emre uymaz veya aykırı davranırsanız Allah Teâlâ kıyamette sizi hesaba çekecektir. Hüccet var olduğu halde işlerinizin halli için zulüm düzenine veya kurumuna müracaat ederseniz Allah Teâlâ kıyamet günü sizi hesaba çekecek ve "ben sizin için hüccet vermiştim, niçin onu bırakıp zalimlere ve zalimlerin yargı organlarına tenezzül ettiniz9" diyecektir. Allah Teâlâ suçluları ve yoldan çıkanları Hz. Emir'el müminin'le -s- hesaba çekecek; hilafete el koyanlar, Muaviye, -diğer- Emevi halifeleri, Abbasiler ve bunların istekleri doğrultusunda davrananlar "Müslümanların yönetim ve idaresine niçin zorla ve gasbla el koydunuz, liyakatiniz olmadığı halde neden halifelik ve iktidar makamını gasbettiniz?" diye sorgulanacaklardır. Allah Teâlâ zalim yöneticiler ve İslami usullere aykırı davranan bütün iktidarları "niçin zulmettiniz?" diyerek hesaba çekecektir. "Müslümanların malını ne diye şehvetlerinizin tatmini yolunda harcadınız?! Niçin şu kadar bin yıllık şenlikler, festivaller düzenledin([142]) niçin milletin malını "taç giyme töreni" ve o malum - iğrenç- kutlama törenlerinde yedin?"([143])diyerek hesap isteyecektir. "O günün şartlarında adaleti yerine getiremezdim" veya "gösterişli binalar, anıtlar, saraylar ve evlersiz edemezdim; kendi hükümetimizi ve nasıl ilerlemekte olduğumuzu gösterebilmek -propaganda- için o taç giyme merasimlerini düzenledim" demeye kalkışırsa kendisine Hz. Emir (Hz. Ali -s-) gösterilerek "Bu da devlet başkanıydı" denir, "geniş İslam topraklarına hükmediyordu, bütün Müslümanların halifesiydi; İslam’ın, Müslümanların ve İslam beldelerinin şerefini sen mi daha fazla düşünüyordun, bu mu?! Senin mi ülken daha genişti, onun mu?! Senin hükmettiğin o ülke, onun egemenliği altındaki toprakların küçük- bir kısmıydı sadece; Irak, Mısır, Hicaz, İran vb. hep onun egemenliği altındaydı ve bütün bunlara rağmen onun hükümet konağı camiydi! Bütün yargı ve muhakeme salonu da yine aynı caminin bir köşesiydi! Onun ordusu camide hazırlanır, camiden hareket ederdi, -onun komutasında- namaz kılan inançlı insanlar savaşa gidiyordu; nasıl ilerlediklerini ve neler başardıklarını da gördünüz!"([144]) Bugün İslam fakihleri halka "hüccettirler; tıpkı Hz. Resul'ün -saa- Allah'ın hücceti olması gibi; bütün işler ona havale edilmişti, kim bir suç işler, kanunu çiğnerse ona gidiliyordu. Fakihler, -masum- İmam -s-tarafından halka hüccettirler. Müslümanların bütün işleri; her şey onlara bırakılmıştır. Devlet ve yönetim işleri, Müslümanların idaresi ve işlerinin yoluna koyulması, genel gelirlerin toplanması ve gereğince harcanmasında kim kusur işler, kanunsuz davranırsa Allah Teâlâ ona tevdi edecektir. Bu rivayetin delil ve doğruluğu kesindir, senet ve belgesi üzerinde biraz düşünmek gerekirse([145]) delil olarak zikredilemezse bile söz konusu meseleyi onaylayıcı nitelikte olduğu apaçık ortadadır. Kur'an-ı Mecid'den Ayetler Bahsimizi onaylayıcı nitelikte bulunan bir rivayette Ömer bin Hanzala'nın "makbule"sidir.([146]) Bu rivayette âyet-i şerifeye müracaat edilmiş olduğundan öncelikle bu ayet ve ondan önceki ayetlerin incelenip anlamının belli ölçüde anlaşılması ve ilgili rivayetin bu merhaleden sonra ele alınması gerektiği inancındayız. Euzu billahi mineş-şeytanir-raciym; "...Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline -sahiplerine- teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz -onları yönettiğiniz- zaman adaletle hükmetmenizi -yönetmenizi- emrediyor. Bununla Allah size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu, Allah işitendir, görendir. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, peygamberlere itaat edin ve kendi emir sahiplerinize -sizi yöneten âmirinize- de itaat edin. O halde bir şeyden anlaşmazlığa düşerseniz artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün; -tabii ki- eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Böyle davranmanız hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzel ve iyidir.''([147]) Yukarıdaki ayette Allah Teâlâ emanetin ehline teslim edilmesini emretmektedir. Kimileri buradaki "emanet"in kesinlikle bilinen anlamda, yani halkın emanetleri ve "hâlık"ın -Yaratan'ın- emanetleri, yani şeriat hükümleri olduğunu belirtmiş ve "ilahi emanetin sahibine teslimi"nden maksadın "İslam hükümlerinin gereğince yerine getirilmesi" olduğunu ([148]) söylemişlerdir. Kimileri ise bu ayetteki "emanetten kastedilenin "imamet" ([149]) olduğuna inanırlar. Mezkûr rivayette de "Bu ayette kastedilen biziz Ehl-i Beyt'in -s- masumimamları" buyurmaktadır.([150]) Allah Teâla emir sahiplerine (vali), ki Hz. Resul-ü Ekrem'le -saa- onun Ehl-i Beyt'inin imamlarıdır -s-, velayet ve imameti ehline aktarmalarını buyurmaktadır. Yani Hz. Resul-ü Ekrem -saavelayet ve imameti hz. Emir'el müminin Ali'ye -s- versin, o hazret de kendisinden sonraki veliye -imama- (ve Hz. Mehdi -af-'e varıncaya kadar Ehl-i Beyt imamlarına -çev-). Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede "insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin buyrulmakta ve "yönetimin başına geçip onlara hüküm sürdürdüğünüzde âdil hüküm sürdürün" denilmektedir. Görüldüğü gibi bu ayet yargıda bulunan hâkim ve kadılara değil, devleti yönetenlere ve "hüküm sürdürenler"e hitap etmektedir. Nitekim hâkim veya kadı sadece "yargılamak için" hüküm veren insanlardır; kelimenin en geniş ve tam anlamıyla "hükmetmek ve hüküm sürdürmek" konumunda değildir. Hâkim ve kadının hüküm vermesi sadece bir açıdan ve tek boyutludur; çünkü o sadece yargı hükmü verebilir, icra ve yürütme hükmü değil. Nitekim son yüzyıllardaki yönetim tarzlarında hâkimler, egemenliği elinde bulunduran üç zümreden (yasama, yürütme, yargı -çev-) biridir, egemenlik ve hâkimiyetin tamamı onların elinde değildir. Diğer iki zümre de yürütmeyi temsil eden bakanlar kuruluyla, yasama ve programlamaları üstlenen meclistir. Yanı yargı işi aslında -devlet ve egemenliğin tamamı değildevlet ve hükmetme olayının sadece bir kısmı, bir bölümüdür. Binaenaleyh mezkûr ayet-i şerife iktidar ve devletle ilgili olup yargı ve hâkimleri de, dı4ğer bütün idare ve yönetim kollarını da kapsar. Bütün dini işler "ilahi bir emanet'ten ibaret olduğuna ve emanetin de ehline ve sahibine verilmesi gerektiğine göre, ayetten de anlaşılacağı üzere bu işlerden biri olan iktidar ve yönetimle ilgili her şeyin adalet ölçüşünce, yani şeriat hükmü ve İslam kanunları çerçevesinde yapılması gerekir. Hâkim -kadı- de bâtıl hüküm vermemelidir; yani gayri İslami ve haksız kanunlara dayanarak hükümde bulunmamalıdır; ne onun yargı ve muhakeme usulü, ne de onlara dayanarak hüküm vereceği kanun maddeleri kesinlikle gayrı İslam’ı (bâtıl) olmamalıdır. Keza mecliste plân ve program hazırlayanlar, mesela ülkenin mali programlarını hazırlayanlar kamu arazileri üzerinde tarımla uğraşan çiftçilere âdil miktarda bir haraç -kamu arazı vergisi /çev/- belirlemelidirler. Bu vergiler onları perişan edecek; hem onların hem memleketin arazi ve ziraatının mahvına sebep olacak şekilde ağır olmamalıdır. Keza kanun hükümlerini icra edenler bir mahkeme hükmünü icra etmek, mesela hadleri uygulamak istediklerinde -şeriat ve İslam- kanununun sınırlarını aşmamalı, fazladan bir tek kırbaç vurmamalı, -suçluya- hakarette bulunmamalıdırlar. Hz. Emir'el müminin (Ali) -s- iki hırsızın elini kestirdikten sonra onlara öylesine şefkat ve sevgiyle davranıp ihtimamla tedavi ve bakımlarını sağlıyor ki -bu iki hırsız, iyileştikten sonra-hazretin methiyecilerinden oluyorlar.([151]) Veya Muaviye'nin yağma ve talan birliklerinin zimmet ehli -İslam ülkesinde yaşayan gayri Müslim bir kadının ayağındaki halhalları çıkarıp aldığını duyunca o kadar rahatsız oluyor ve duyguları inciyor ki, bir konuşmasında "bu olayın etkisiyle insan düşüp oluverse, yeridir!" buyuruyor ([152]) Bunca duyguludur o; ama gerektiği zaman -bir bakıyorsunuz- pekâlâ kılıcını sıyırıp kötüleri ve müfsitleri tam bir güç ve kuvvetle ortadan kaldırmaktadır. Adaletin anlamı budur işte. Adil egemen -ayette geçen "adaletle hükmeden yönetici"- Hz. Resul-ü Ekrem -saa-dir; eğer o falan mıntıkayı ele geçirin, falan evi yakın; İslam için, Müslümanlar ve diğer milletler için zararlı olan falan taifeyi ortadan kaldırın" derse adaletle hükmetmiştir. Bu gibi durumlarda bu emirleri vermezse adalete aykırı davranmış olur, çünkü İslam’ı, Müslümanları ve bütünüyle insanlık camiasını kaale almamış, düşünmemiş olur. Müslümanları ve bütün bir insanlık camiasını yönetmekte olan birinin daima genel durumları nazara alması, kamunun ve bütün bir toplumun çıkarlarını göz önünde bulundurması; kişisel duygularını ve özel mülahazaları bir kenara bırakması gerekir Bu nedenledir ki İslam birçok kişiyi toplumun maslahatı ve bütünün yararı için yok etmiş, insanlığın maslahatı uğruna nicelerini ortadan kaldırmış, fesad ve bozulmalara sebebiyet verip toplum için muzır ve zararlı olan birçok taife ve grubun kökünü kazımıştır. Bozguncu ve rahatsızlık verici bir cemaat olan, İslam toplumunda rahatsızlık ve bozulmalara -müfside- yol açan, ıslama ve İslam devletine zarar veren "Benî Kurayza Yahudileri" ni Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- ortadan kaldırmıştır.([153]) Esasen bu iki sıfat, müminin sıfatlarındandır; adaleti uygulaması gereken yerde hiç korkmayıp, tam bir güç ve cüretle adaleti icra eder, zerrece duygusallığa kapılmaz; şefkat göstermesi gereken yerde de fevkalâde bir sevgi ve şefkat göstermeyi ihmal etmez Mümin, toplum için "emniyet verici ve emniyeti sağlayıcı" bir eksendir, yani Müslüman ve gayri Müslüman için bir sığınaktır o, onun egemenliği altında herkes huzur ve güvence içindedir, korkusuzca ve rahatça yaşar. Bu gün insanlar şu baştaki yöneticilerden korkuyorsa, nedeni onların egemenliklerinin hak ve kanun üzere değil, zorbalık üzerine kurulmuş olmasıdır, Hz. Emir -s- (Hz. Ali) gibi bir yöneticinin devletinde ise sadece hainlerle zalimler korkarlar; orada korku sadece başkalarının haklarına saldıranlar ve mütecavizler içindir, toplum ve halk içinse korku ve endişe diye bir şey yoktur onun yönetiminde. İkinci ayette "Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Resullerine itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de..." buyruluyor. "Emaneti ehline -sahibine- verin" mealindeki 1. ayetin masum imamlara -sait olduğu rivayette geçmektedir. "Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin" ayetiyse yönetimin başında bulunan "emir sahipleri" içindir, "...Allah'a itaat edin..." kısmı ise İslam ümmetine hitaptır([154])ve ümmete "İlahi hükümler hususunda Allah'a, Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- ve ululemr'e -yani masum imamlara- itaat edin, onlara uyun" denilmekte, onların emirlerine uyulması, devlet ve yönetimle ilgili kararlarına itaat edilmesi istenmektedir ümmetten. Burada geçen "Allah Teâlâ’ya itaatle, "Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- itaat"in iki ayrı şey olduğunu daha önce de belirtmiştim. İbadetle ilgili olsun, olmasın, bütün şer'i hükümler Allah Teâlâ’nın emirleridir zaten. -Yani mesela- Namaz hususunda Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- kendiliğinden buyurmuş olduğu bir tek emri yoktur, eğer insanları namaz kılmaya davet ediyorsa bunu -kendisinin değil, Allah'ın emri olduğu için yapmakta -ve gerçekte O'nun emrini tebliğ etmektedir sadece- Nitekim bizim namaz kılıyor olmamız da Allah'a itaat etmemizdir. "Resul-ü Ekrem'e -saa- itaat", yukarıdaki "Allah'a itaat"ten ayrı bir kavramdır. O hazretin emirleri, bizzat kendisinin vermiş olduğu ve devlet ve yönetimle ilgili emirlerdir. Mesela "Usame'nın ordusuna katılın ve onun komutasına girin", "sınır boylarını şöyle koruyun", "vergileri şuralardan toplayın", halka şöyle davranın" vb. emirler hep Hz. Resul-ü Ekrem'in -saaemirleridir. Allah Teâlâ bizi, Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- emirlerine itaat etmekle de yükümlü kılmıştır. Nitekim "ululemr"e itaat etmemizi de Allah emretmektedir -ki bizim mezhebimizce kesinlikle Ehl-i Beyt'in -s- masum imamlarıdırlar-. Devlet ve yönetimle ilgili olarak ayette geçen "ululemre itaat" de "Allah'a itaat" ten farklı bir kavramdır. Tabi bu arada Allah Teâlâ’nın" Resul'üne ve ululemre itaat"i emretmiş olması nedeniyle onlara itaatin gerçekte Allah'a da itaat olduğunu da hemen hatırlatalım. Ayet-i kerimenin devamında "...herhangi bir konuda anlaşmazlığa -nizadüşerseniz o meseleyi Allah'a ve Resul'üne -sav- götürün..." buyrulmaktadır. Halk arasında vuku bulan anlaşmazlık ve nizahlar iki türlüdür: Birincisi iki kişi veya iki grup arasındaki anlaşmazlıklardır; mesela bin alacaklı olduğunu söylemekte, diğeri bunu inkâr etmektedir ki bu şer'an veya örfen ispat gerektirmektedir. Bu gibi hususlar şer'i hâkim ve kadılara tevdi edilir, şer'i hâkim bu meseleyi inceleyip karara bağlamakla mükelleftir, bunlar hukuk davalarıdır. İkinci türde ise herhangi bir niza veya anlaşmazlık söz konusu değildir de, ortada bir zulüm veya cinayet vardır. Meselâ zorba birisi, bir adamın malını zorla almıştır veya milletin malını yemiştir, ya da bir hırsız birinin evine girmiş, malını çalıp götürmüştür. Bu gibi durumlarda müracaat edilecek makam şer'i hâkim veya kadı değil, savcılıktır. Hukuki değil, cezai olan ya da hem hukuki hem cezâi olan bu gibi durumlarda önce, kanun ve hükümlerin koruyucu ve gözetleyicisi olup toplumun haklarının savunucusu sayılan savcı işe başlar ve iddianamesini -hazırlayıp- sunar, sonra da hâkim işi inceler ve hüküm verir. İster hukuki ister cezai olsun bu gibi hükümler, hâkimiyet -ve devlet-in bir kolu olan "yürütme" gücü tarafından icra edilir Kur'an-ı kerim "aranızda bir anlaşmazlık olduğunda..." buyuruyor, "yani hangi konuda olursa olsun, ihtilafa düştüğünüzde hüküm ve kanun mercii Allah, yürütme gücü ve mercii ise O'nun Resul'üdür" deniliyor, Hz. Resul-ü Ekrem saa- hükmü Allah'tan almak ve icra etmek durumundadır. Eğer bir ihtilaf ve anlaşmazlık mevzuu varsa Hz. Resulullah -saa- şer'i hâkim olarak meseleye müdahele eder ve davaya bakar. Zorbalık veya başkasının hakkını yeme türünden bir anlaşmazlık olduğunda da müracaat olunması gereken merci ve makam yine Hz. Resulullah'tır -saa-. O, İslam devletinin başkanı olduğu için adaleti yerine getirmek ve hak sahibinin hakkını aramakla yükümlüdür, memur gönderir, meseleyi takıp eder ve hakkın hak sahibine tahsilini sağlar Bilinmelidir ki Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- merci olduğu her işte masum imamlar da -s- mercidirler. Masum imamlara itaat de. Hz. Resul-ü Ekrem'e -saa- itaattir. Kısacası 1. ayetteki "Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin" ve 2. ayetteki "Allah'a, Resulüne ve ululemre itaat edin..." ve nihayet "...aranızda bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman..." buyruklarının tamamı "hükmetme ve yönetme"yle "yargı"yı birlikte içermektedir ve sadece yargıya mahsus değildir; devlet ve yönetimle ilgili bazı ayetler de vardır ki bilhassa yönetimin "yürütme" gücüyle ilgilidir. Bu ayetleri izleyen ayette şöyle buyrulmaktadır: "Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inanmış olduğunu zannedenleri görmedin mi? Tâğut'un -gayrimeşru güçlerin- nezdinde yargılanmak ve ondan adalet isterler; oysa onlar onu -tağutu- kesinlikle reddetmekle emrolunmuşlardı". "Tâğut"tan maksadın genel anlamda ilahi egemenlik karşısında tuğyan edip saltanat ve devlet kuran zalim iktidar ve düzenlerle bunlara bağlı gayrimeşru ve haksız resmi ideoloji güçleri olduğunu söylemez isek -bile, en azından yöneticilerle yargı sorumlularının kastedildiğini kabul etmek zorundayız. Çünkü adalet isteme, hakkını arama ve suçluya yaptırım uygulanmasını bekleme gibi şeyler genellikle yargı makamlarını ilgilendirir ve yargının karar ve hükümlerini de yine genellikle "iktidar ve devlet" olarak bilinen yürütme güçleri uygulamaya koyarlar. Zulüm düzenleri yargısıyla, iktidar ve yürütme gücüyle ve diğer bütün zümre ve sınırlarıyla "tağutturlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın hükmü karşısında tuğyan ve serkeşlikte bulunmuş, kendi keyfinin çektiği kanunları çıkarmış ve bu kanunları uygulamaya koyulmuştur ki yargı ve muhakemesi de bu kanunlara dayalıdır Allah Teâla, "bunlara kâfir olun -reddedin" buyuruyor, yanı onlara karşı, emir, kanun ve hükümlerine karşı isyan edip başkaldırın Tağuta kafir olmak, yani gayrı ilahi ve gayrimeşru düzen ve güçlere kafa tutmak isteyenlerin pek ağır sorumluluklar taşıyacakları ve var güçleriyle bu sorumluluğun üstesinden gelmeleri gerektiği ortadadır. Ömer Bin Hanzala'nın Makbulesi Şimdi Ömer Bin Hanzala makbulesine geçip bu rivayette neler söylendiğine bakalım; Ömer Bin Hanzala şöyle diyor: "Borç veya miras hususunda anlaşmazlığa düşüp, düzenin mahkeme ve kadılarına müracaat eden iki -Şia- arkadaşımızın bu tavırlarının -tağuttan adalet bekleme- doğru olup olmadığını sorduğumda İmam Cafer-i Sadık -s- şöyle buyurdular: "Hakk veya haksız bir dava için onlara müracaat eden kimse, gayrimeşru güce, yani "tağut"a yönelmiş olur ve onların hüküm ve kararlarıyla alacağı şey bizzat kendi hakkı da olsa, gerçekte haram olmuş olur. Çünkü bu hakkı, Allah Teâlâ’nın "ona kâfir olun, onu reddedin" buyurduğu tağuttan almış ve ona bağlı güçlerin kararıyla elde etmiştir. Allah Teâlâ "...Tağuttan yargılama ister ve ondan adalet umarlar, hâlbuki tağutu kesinlikle reddetmeleri emrolunmuştu..." buyuruyor. -Ömer ibni Hanzala "o halde neyapmalı?" diye sordum, İmam şöyle buyurdu, der: -Aranızda bizim hadisimizi kimin rivayet ettiğine ve bizim gösterdiğimiz helal ve haram üzerinde kimlerin mütalaada bulunup görüş sahibi olduğuna, bizim kanun ve hükümlerimizi tanıyıp bildiğine bakmanız gerekir, işte böylelerini bulup hâkim ve hakem olarak seçmelisiniz, çünkü ben böylelerini size hüküm sahibi ve hakem kılmışımdır."([155]) Ömer İbni Hanzala'dan([156]) rivayet olunan bu haberde İmam'ın -s- mezkûr ayeti şahid ve delil olarak göstermiş olmasından da çıkarılacağı gibi soru genel bir hükmü içermektedir ve İmam'ın -s- cevabı da ne yapılmak gerektiğini genel anlamda belirlemektedir. Hukuki ve cezai davalar için hem yargı makamlarına hâkimlerle yargıçlar- hem de yürütme güçlerine -ve böylece devlet ve devlet güçlerine- müracaat edildiğini daha önce arz etmiştim. Hâkimlere ve mahkemelere müracaatın nedeni hakkın ortaya çıkıp anlaşmazlığın giderilmesi ve gerekli cezanın belirlenmesidir. Yürütme ve icra makamlarına müracaat da dava taraflarının mahkemenin kararlarını ve verilecek hukuki veya cezaî hükümlerin icrasını kabul etmesi demektir. Binaenaleyh bu rivayette İmam'dan s- "Mevcut düzene ve onun mahkemelerine müracaat edilebilir mi, edilemez mi?" sorusu sorulmaktadır. Gayrimeşru Güçlerden Adalet ve Yargı Beklemek Haramdır İmam -s- verdiği cevapta ister yargı, ister yürütmeyle ilgili mevzularda olsun, gayrimeşru devlet ve iktidarlara müracaatta bulunmanın haram olduğunu vurgulamaktadır. İslam milletinin zalim egemen güçler ve onların uşağı olan hâkimler ve yargı organlarına müracaat etmemelerini, hatta kendi haklarını alabilmek için bile onları "hakem" tayin etmemelerini emretmektedir. Bir Müslüman’ın oğlu öldürülse veya evi - barkı talan edilse dahi zalim egemenlere başvurup onlardan hüküm ve adalet istemeye hakkı yoktur. Aynı şekilde, eğer birinden alacaklı olsa ve canlı şahidi de bulunsa; hakkını alabilmek için zalim düzen ve onun mahkeme, yargıç ve hâkimlerine gidemez. Bu gibi durumlarda onlara müracaat edecek olursa "tağut"a, yani gayri ilahi güçlere yönelmiş olur. Bu gayrimeşru güçler ve kurumlar vasıtasıyla kendi öz hakkını elde etmeyi başarabilse bile o elde ettiği şey "haram"dır ve onu almaya ve kullanmaya tasarruf- hakkı yoktur. Hatta bazı fakihler "ayn-î şahsi" hakkında([157]) derler ki, mesela, eğer -sırtınızdan- abanızı -veya ceketinizi- alıp gitseler ve siz zalim düzen vasıtasıyla onu geri almış olsanız artık kullanamazsınız, o mal üzerinde hiçbir tasarruf hakkınız kalmamış olur.([158]) Bu hükmü -aba veya ceket örneğini- kabul etmesek dahi genel hüküm, yani "ayn-ı külli" de hiç şüphemiz yoktur. Yani mesela eğer alacaklı biri, Allah'ın tayin ettiği dışında bir merci ve makama müracaat eder ve onun yardım veya aracılığıyla alacağını tahsil ederse, artık elde ettiği o şeyde tasarrufta bulunması -ona sahiplenmesi- caiz değildir. Şeriat hükümleri böyle gerektirmektedir. İslam’ın Siyasi Hükmü Yukarıdaki durum İslam’ın, siyası hükmüdür. Bu hüküm sayesinde Müslümanların zalim ve gayri şer’i güçlerle onların hâkim ve mahkemelerine müracaatı engellenmek istenmiştir ki böylece bu zalim ve gayri İslami resmi düzen ve kurumlar işlerliğini yitirip ortadan kalksın ve halka fazlasıyla zahmet ve sıkıntı vermekten başka hiçbir işe yaramayan bu geniş ve kalabalık yargı ve adliye kurumu kapanıp gitsin ve böylece hidayet edici imamlar -s- la, onlar tarafından yönetim ve yargı yükümlülüğüyle vazifelendirilmiş olanlara yol ve kapı açılmış olsun. Asıl gaye -zalim- sultalarla onların uşağı olan resmi hâkim ve yargıçların elinden işi almak ve halkın onların peşinden gitmesini önlemektir. Böylece İslam ümmetine şöyle denilmek istenmektedir: "Bunlar merci ve başvurulacak makam değildirler, Allah Teâlâ zalim sultanlar ve egemenlere karşı olmanızı (başkaldırıp isyan etmenizi) emretmektedir. Onlara hem karşı olup hem müracaatta bulunamazsınız. Eğer onlara karşıysanız, onları reddediyorsanız, onları liyakatsiz, haksız ve zalim biliyorsanız onlara müracaatta bulunmamanız icap eder. Başvurulması Gereken Merciler İslam Âlimleridir O halde İslam ümmetinin ne yapması gerekir? Vuku bulacak hadiseler ve ihtilaflarda ne yapmalı, hangi makamlara başvurmalıdırlar17 İmam -s- bunun cevabını şöyle vermektedir. "Bir hadise veya ihtilaf durumunda; Allah'ın kanun ve hükümlerine aşına olup helalle haramı usulünce bilen, akli ve şer'i ölçülerle bizim hükümlerimize vakıf olup bizim hadislerimizi rivayet edenlere başvurunuz". İmam -s- bu buyruğuyla "o halde hadis ravileri -muhaddisler- de devlet başkanı ve genel merci olabilirler" şeklindeki bir iphama yer bırakmayacak şekilde meseleyi çok net olarak ortaya koymaktadır; gerekli bütün merhaleleri belirtmekte ve "helal - haram konusunda gerekli kural ve usullere uygun hükümler verebilme, hükümlere tamamen vakıf olma, bütün ölçü ve kıstasları bilme ve böylece takiyye veya başka nedenlerle ulaşmış olup gerçekle alakası bulunmayan rivayetleri teşhis edebilme" ...gibi şartlar öne sürmektedir. İslam hükümlerine ve hadis bilimine gereğince vakıf bulunmanın sırf "hadis nakletmek" ten çok farklı bir olay olduğu ise apaçık ortadadır. Ulema Devleti İdare Ve Yöneticiliğe Atanmışlardır -Mezkûr rivayette İmam- şöyle buyurmaktadır: ""...Bu şartlara haiz olanı size hüküm sahibi ve hakem kılmışımdır." Yani bu şartlara sahip bulunan kimse, benim tarafımdan Müslümanların yönetim ve yargı işlerini halletmekle görevlendirilmiş ve bu vazifeye tayın edilmiştir ve Müslümanların da -meselelerinin halli içinondan başkasına başvurmaları caiz değildir. Binaenaleyh eğer bir zorba sizin malınızı yiyecek olursa, şikâyet etmeniz gereken makam, İmam'ın -s- tayin etmiş olduğu icra edici merci ve makamdır. Keza, eğer biriyle belli bir alacak hususunda ihtilafınız varsa ve bunun ispatlanması gerekiyorsa başvuracağınız merci yine İmam'ın -s- tayin edip belirlemiş olduğu şer'i hâkimdir, ondan başkasına müracaat edemezsiniz. Sırf "Ömer İbni Hanzala" için gösterilmiş bir yol değildir bu; bütün Müslümanları bağlayıcı nitelikte genel bir hükümdür. İmam'ın -s- vermiş olduğu bu emir genel olup herkese şamildir. Hz. Emir'el müminin -s- zahiri devleti döneminde nasıl yetkilileri, valileri ve şer'i hâkimleri tayin ediyorduysa ve Müslüman halk da onlara nasıl itaatle sorumlu idiyse Hz. İmam Sadık -s- da tıpkı mutlak "veliyy-i emr" gibidir; dünyanın bütün ulema, fukehâ ve diğer imamlarına hâkimiyeti vardır, hayatı ve mematı dönemleri için halka- yönetici ve hâkim (= kadı) tayin edebilir. Nitekim bunu yapmıştır da; fakihleri bu makama atamıştır. Üstelik sadece yargı işlen değil, yönetim ve idareyle ilgili bütün işlerden sorumlu ve yetkili olduğunu vurgulamak için de "kadı" değil, "hâkim ve hüküm sahibi" tabirini kullanmıştır. Keza mezkûr hadiste geçen ayet ve rivayetten çıkarılan bir diğer sonuç ta mevzunun sadece yargı ve "hâkim”le ilgili olmadığı ve İmam'ın -s- sadece kadı atamış bulunmadığıdır. İmam -s- Müslümanların diğer konularda ne yapacağını müphem bırakmamış ve gayrimeşru güçlerden adalet bekleme konusundaki soruyu da cevaplamıştır. Bu rivayet vazihattandır, senet ve doğruluğunda hiç şüphe ve tartışma bulunmamaktadır([159]) İmam'ın -s- fakihleri yönetim ve yargıya tayin ettiğinde şüphe yoktur. İmam'ın -s- bu emrine itaat etmek bütün Müslümanlara vaciptir. Meselenin daha net anlaşılması ve başka rivayetlerle de destek görmesi için "Ebu Hatice" rivayetini de([160]) burada aktarıyorum: İmam Sadık'ın -s- güvendiği sahabelerinden biri olan Ebu Hatice şöyle der: "İmam Sadık -s- hazretleri, kendisi tarafından dostlarımıza -Şia- şu mesajı iletmemi istedi: "Aranızda bir anlaşmazlık ve ihtilaf baş gösterdiğinde veya alacak - verecek hususunda bir anlaşmazlığa düştüğünüzde meselenin takibi ve yargı için sakın bu kötü ve fasık güruhtan birine müracaatta bulunmayın; kendi aranızda helal ve haram hükümlerini bilen -ve uygulayan, inançlı- birini hakem ve karar verecek merci olarak belirleyin, çünkü ben onu size hâkim ve kadı kılmışımdır. Sizden biriniz sakın diğeri aleyhine, mevcut zalim rejim ve onun güçlerine şikâyette bulunmasın !([161]) Rivayette geçen "alacak - verecek hususunda anlaşmazlık" tan maksat hukuki ihtilaflardır. Yani hukuki ihtilaf ve anlaşmazlıklarınızı bu fasıklara götürmeyin" denilmektedir. Hemen ardından "ben sizler için hakim ve kadı belirlemişimdir" buyruğunun gelmesi, "bu fasık ve kötü güruh" tan maksadın dönemin zalim rejimiyle, onun gayrimeşru kollarınca işbaşına getirilen yargı sorumluları ve kadılar olduğunu göstermektedir. Hadisin devamında "çatışma ve düşmanlıklarınızda da zalim sultana, yani iktidarı haksız yere elinde bulunduran zalim egemene müracaat etmeyin" denilmektedir. Yani yürütmeyle ilgili işlerde de onlara gitmeyin, deniliyor. Rivayette geçen "zalim sultan"la, gerçekte bütün zalim iktidarlar ve gayrimeşru egemenler kastedilmekte ve yasaması, yürütmesi ve yargısıyla; gayrı İslami olan bütün sistemler ve bu sistemlerin kurumları gösterilmektedir. Daha önce bilhassa zalim hâkimlerle kadılara başvurulmaması emredilmiş olduğundan bu yasağın diğer bir güce, yani yürütme gücüne yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Son cümlenin, ilk baştaki mevzunun tekrarı olmadığı, yani "fasık ve kötü güruha müracaat yasağı" nın tekrarı sayılamayacağı ortadadır. Çünkü önce soruşturma ve delil ikamesi gibi ilgili mevzularda fasık kadıya -hâkime- müracaatı yasaklamış, sonra da kadı ve hâkimi belli ve tayın ederek kendi izleyicilerinin durumunu aydınlığa çıkarmıştır. Sonra da, sultanlar -ve iktidarın başındakilere- de müracaat edilmemesini emretmiştir. Bu da, yargı mevzuunun iktidarın bütünü olan "sultanlar -ve egemenler- mevzuundan ayrı olduğunu gösterir, bu ikisi ayrı konulardır yani sultanlarla kadılardan yargılama ve adalet istenmemesine dair naklolunan Ömer İbnı Hanzala hadisinde her iki konuya da işaret edilmiştir, ancak bu rivayette (İmam -s-) sadece kadı ve hâkimi tayin ederken, Ömer bin Hanzala rivayetinde hem yürütmenin de başı bulunan yönetici ve egemen gücü, hem kadı ve yargı makamını tayın etmektedir. Ulema Devlet ve Yönetim Makamından Azl mi edilmiştir? Şimdi bu rivayette de görüldüğü gibi, İmam -s- yargı makamına fukahayı ve Ömer bin Hanzala rivayetinde de hem yargı, hem bütün bir yönetimin başına onları tayin etmiş olduğuna göre İmam -s- dünyadan göçtüğünde fakihlerin de kendiliğinden bu makam ve vazifeden azl olmuş sayılıp sayılamayacaklarına bakmamız gerekir. Yani -masum- İmamların -s- tayın etmiş olduğu bütün kadı ve yöneticiler, onların vefatıyla birlikte bu görev ve vazifelerinden alınmış mı olurlar9 -Bu noktada- Şia mezhebi inancında masum İmam'ın -s- konum ve velayetinin diğer insanlardan farklı olduğu ve onların bütün emir ve düsturlarının hayatlarında olduğu gibi mematlarında da geçerli ve uyulması gerekli bulunduğu mevzuu bir kenara bırakılarak, -her şeyden önce- bu dünyada insanlar için belirlenen makam ve konumların durumunu aydınlığa kavuşturmak gerekir. İster krallık, ister cumhuriyet, ister diğer iktidar biçimleri olsun, dünyevi rejimlerde kral, cumhurbaşkanı veya devlet başkanı öldüğü ya da durum altüst olup rejim değiştiği zaman idari makamlar ve askeri rütbeler de değişmiş olmaz. Mesela bir generalin rütbesi -sırf bu tür bir değişiklik nedeniyle- kendisinden geri alınmaz; büyükelçi, büyükelçilik görevinden azledilmiş olmaz -veya meselamaliye bakanı, vali, kaymakam ve bucak müdürü görevden uzaklaştırılmış sayılmaz. Her ne kadar yeni rejim veya hükümet onları makamlarından azledebilirse de -sırf söz konusu değişiklik yüzünden- bu makam ve vazifeler kendiliğinden azle uğramış olmaz. Bazı durumlar vardır ki kendiliğinden ortadan kalkarlar; mesela hasbiye([162]) izni veya falan şehirde işleri idare etmesi için bir fakihin birine verdiği vekâlet bu türdendir. Fakihin vefatıyla birlikte bu hasbiye icazeti ve vekâlet de kendiliğinden iptal olmuş olur. Ama mesela fakihi kimsesiz küçük bir çocuk için bir kayyım veya bir vakıf için bir mütevelli tayin etmişse, fakihin ölümüyle birlikte bu kayyumiyet ve mütevellilik o adamlardan sakıt olmaz. Ulemanın Mahfuzdur Tayin Edildiği Makam Ve Vazifeler Daima Masum imamların -s- fakihler için belirlemiş olduğu ümmetin yöneticiliği ve yargı işinin başında bulunma gibi vazife ve makamlar da daima mahfuz ve saklıdırlar. Bütün boyutlardan haberdar bulunan ve işlerinde gaflet ve hataya yer olmayan masum İmam'ın -s-, dünya yönetimlerinde bir -devlet- başkanının ölmesiyle -diğer yetkililerin mevkilerini kaybetmeyeceğini ve- diğer şahısların makam ve yetkilerinin devam edeceğini bildiği muhakkaktır. Eğer başkanlık ve yargıya tayın etmiş olduğu fakihlerin onun vefatından sonra bu haktan mahrum olmaları gerekseydi, İmam -s- bunu mutlaka belirtir ve "fakihler için belirlediğim bu makam, iş ve vazifeler, ben hayatta olduğum sürece geçerlidir, benden sonra hepsi geçersiz sayılır" derdi. O halde bu rivayetler gereğince İslam uleması İmam -s- tarafından devlet ve yargının başına atanmış bulunmaktadır ve bu makam onlar için daima mahfuzdur. Daha sonraki İmam'ın bu hükmü bozarak fakihleri atanmış oldukları bu vazifelerinden azletmesi ihtimali de asla söz konusu değildir. Zira "kendi hakkınızı almak için dahi zalim sultanlar ve onların kadılarına gitmeyin, çünkü onlara gitmek tağuta gitmektir" diyen ve sonra da tağuta karşı çıkılması ve tağutun mutlaka reddedilmesi gerektiği mealindeki ayeti hatırlatıp halka itaat etmeleri gereken yönetici ve kadıları tayin edip gösteren bir İmam'ın -s- hükmüne rağmen, daha sonra gelen bir İmam bu tayinleri iptal eder ve başka yönetici ve kadılar da belirlemezse Müslümanlar ne yapacaklardır? Bir ihtilaf ve anlaşmazlığa düştüklerinde kime gideceklerdir? Allah'ın emrine aykırı davranıp "tağuta gitmek" le özdeş sayılan "fasıklarla zalimlere" mi gideceklerdir? Ya da ellerini kavuşturup "artık ne bir mercimiz, ne de gidecek, sığınacak bir kimsemiz yok; bundan böyle kargaşa ve sorumsuzluk egemen olsun" mu diyeceklerdir yoksa?!Herkes dilediğinin malına el koysun, başkalarının hakkını yok etsin ve herkes canının istediğini yapsın-mı denecek-?! Biz, İmam Cafer Sadık -s-'ın fakihleri bu makam ve vazifeye atamış olması halinde İmam Musa Bin Cafer veya diğer İmam aleyhimusselamların fakihleri bu makam ve vazifelerinden azletmeyeceklerinden kesinlikle eminiz. -Çünkü böyle bir şey zaten mümkün değildir- Yani onları azletmeleri ve "adil fakihlere gitmeyin", veya "zalim sultanlara gidin" ya da "ellerinizi kavuşturup haklarınızın çiğnenmesini seyredin" demeleri düşünülemez elbet. Bir imamın belli bir şehre tayin ettiği bir kadı, onun ölümünden sonra diğer İmam tarafından elbette ki azledilip onun yerine başka bir kadı tayin edilebilir; ama bu mevki ve vazifelerin durum ve konumlarını (hâkim ve kadının mutlaka adıl bir fakih olması gerektiği aslını -çev-) hiçbir imam değiştiremez, apaçık ve gayet net bir vak'adır bu. Aşağıda nakledeceğimiz rivayet de bunu ispatlayıcı niteliktedir. Öne sürdüğümüz deliller bu rivayetlerin sadece birinden ibaret olmuş olsaydı iddiamızı ispatlayamazdık, ama meselenin esasını açıkladık; daha önce aktardığımız rivayetler meseleyi tamamen ispatlamış bulunmaktadır. Sahihe-i Kaddâh([163]) "İmam Cafer Sadık -s- Hz. Resul-ü Ekrem efendimizden -saa- şöyle nakleder: Allah Teâlâ bilim yolunda yürümekte olana cennete giden bir yol açar ve melekler sevinçten -ve Allah'ın rızası nedeniyle- kanatlarını ona gererler; gökteki ve yerdeki tüm mahlûkat, hatta denizlerdeki balıklar bile ilim peşinde koşan kimse için Allah'tan mağfiret diler. Âlimin abide üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir tıpkı. Şüphesiz, âlimler ve bilginler peygamberlerin mirasçısıdırlar, Peygamberlerse para -pul denen nesneden hiçbir miras bırakmazlar, onların mirası "ilim"dir. O halde her kim ilimden faydalanabilirse kıymetli ve bereketli bir fayda sağlamış demektir.''([164]) Bu hadisin bütün ricali sıka (güvenilir)dir, hatta Ali bin İbrahim'in([165]) babası -İbrahim bin Hâşim-([166]) hadis ravilerinin sadece güvenilir isimlerinden olmakla kalmaz, aynı zamanda en büyüklerindendir de. Bu rivayet, biraz değişik bir mazmunla, zayıf bir senetle daha nakledilmiştir. Yani senet Ebu'l Bahteri'ye([167]) kadar sahihtir -doğrudur- ama Ebu'l Bahteri'nin kendisi zayıf ravilerdendir. Rivayet şöyle: Ebu'l Bahteri Rivayeti İmam Sadık -s- şöyle buyurur: Ulema mirasçılardır, çünkü peygamberler miras olarak para - pul bırakmazlar; onların mirası konuşmaları olan hadislerdir. Bu nedenle onların hadislerinden faydalanan kimse gerçekte pek değerli ve bereketli bir yarar sağlamış demektir. O halde şu ilminizi kimlerden aldığınıza dikkat edin. Zira Peygamberin -saa- Ehl-i Beyt’i olan bizim aramızda her nesilde; aşırıcıların tahrifleri, yanlışa kapılanların -yeniyöntemler uydurmalarını ve akılsızların tevillerini dinden uzaklaştıracak âdil ve dürüst kimseler vardır daima -bunlar, garazkârların saptırmaları ve cahillerin yanlış tanımlamaları, tahrif vb. şeylerden dini temizlerler. ([168]) Rivayetlerin İncelenmesi: Merhum Nerakı'nin de([169]) delil olarak kullandığı bu rivayeti nakletmekten amacımız "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" cümlelerinin manasının anlaşılmasını sağlamaktır. Burada, üzerinde durulması gereken bir kaç nokta var: 1- "Ulema"dan maksat, kimlerdir? Ümmetin uleması mı? Yoksa Ehl-i Beyt imamları -s- mı kastedilmektedir? Kimileri, muhtemelen Ehl-i Beyt aleyhimusselamın kastedildiğini([170])söylemişse de rivayetten göründüğü kadarıyla ümmetin âlimleri kastedilmekte ve bizzat hadisin kendisi de kastedilenin Ehl-i Beyt -s- olmadığını göstermektedir. Çünkü masum imamlar -s- hakkında ulaşan menkıbeler buna uymamaktadır." Peygamberler hadislerini miras bırakırlar, bunları öğrenenler pek büyük fayda sağlarlar..." ibaresinin, Ehl-i Beyt imamlarının -s- tarifi olması mümkün değildir. Bu ibare, rivayette kastedilenin ümmetin uleması olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şekilde Ebu'l Bahteri rivayetinde "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" ibaresinden sonra "ilimlerini kimden aldıklarına dikkat etsinler" denilmektedir. Yani ancak "ilimlerini kimden almaları gerektiğini bilirlerse peygamberlerin mirasçısı olabilirler" buyrulmaktadır. Buradaki mirasçıların masum imamlar -s- olduğu ve diğer insanların ilimlerini onlardan öğrenmeleri gerektiği söylenemez, çünkü rivayetin zahirinde böyle bir ifade yoktur. Ehl-i Beyt İmamları -s- hakkında ulaşan rivayetleri inceleyen ve o hezeratın Hz. Resulullah efendimiz -sav- nezdindeki konum ve yakınlıklarını bilen biri, mezbur rivayette -masum- imamların değil, ümmetin âlimlerinin kastedildiğini kolayca görecektir. Nitekim ulema için birçok rivayette bu tür menakıp vardır, mesela: "Ümmetimin uleması benden önceki peygamberler gibidir" veya "Ümmetimin uleması, İsrail oğullarının peygamberleri gibidirler.([171]) Kısacası, mezkûr rivayetten anlaşıldığı kadarıyla amaç, "ümmetin âlimleri" dir. 2- "Ulema enbiyanın mirasçısıdır" ibaresinin, bahsimizi teşkil eden velayet-i fakih meselesi için tek başına yeterli olamayacağı iddia edilerek şöyle denilebilir: "Çünkü nebilerin peygamberlik boyutları vardır ve ilmi vahy, ilham veya başka yollarla Allah'tan almaktadırlar, ama bu özellikleri onların, müminlere ve halka velayette bulunmalarını da -onları idare edip yönetmegerektirmez. Keza, Allah Teâla imamet ve velayet özelliğini de ayrıca vermemişse -sırf nebi oldukları için- bu özelliği taşımış olmazlar ve kesinlikle sadece "nebi"dirler. Tebliğde bulunmakla görevlendirilseler dahi sadece sahip olabildikleri -miktar bilgiyi-nı halka ulaştırmak durumundadırlar. Rivayetlerimizde "resul"le "nebi" arasında fark olduğu geçer; "resul" tebliğle sorumludur, ama "nebi" sadece -ilahi mesajları- alır([172]) "Nübüvvet”le "velayet" vasıfları da farklı olduğu ve "ulema, enbiyanın varisleridir" ibaresinde nebilerin unvan vasfı (kimlik sıfatı, işleri ve neci oldukları -çev-) kastedilip bu unvan sıfatı nedeniyle ulemayı nebilerle aynı menzilede saydığı([173]) ve bu sıfat -nebilik- "velayet" özelliğini taşımadığına göre bu cümleden,"ulemanın velayete de sahip olduğu" gibi bir netice çıkaramayız, ama mesela; eğer "ulema Musa veya İsa aleyhisselamlar mesabesindedirler "şeklinde buyrulmuş olsaydı, Hz. Musa -sgerekli bütün vasıflara haiz bulunduğu ve bu cümleden olmak üzere "velayet" özelliğini de taşıyor olduğu için "ulema da velayet niteliğine sahiptirler" denilebilirdi. Ancak, -mezkûr rivayette- böyle buyrulmadığı ve ulema belli bir şahsın menzilesinde gösterilmediği için bu neticeye varabilmek mümkün değildir." Bu eleştirel yoruma verilecek cevap şudur: Rivayet ve kelimelerin görünürdeki anlamlarının anlaşılmasındaki ölçü ve kıstas, ilmi inceleme ve yorumlar değil; "halk tarafından genel anlaşılma şekli" denilen örfi ve mütearif anlamlardır. Biz de örfi anlayışa tabiyiz. Fakih, bir rivayetin anlaşılması ve yorumuna ilmi incelikleri katmaya kalkışırsa birçok noktayı fark edemez, çoğu meseleleri anlamaktan geri kalır. Binaenaleyh "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" rivayetini örfe -halka-sunacak olursak onlar da nebilerin unvan sıfatının kastedildiğini ve sadece bu unvanın ulemaya intisab ettiği anlamını mı, yoksa bu ibareyi şahıslar için bir emare - belirti ve delil -olarak mı görecektir? Yanı eğer halkın genelinden (geçerli örfi çerçeve dâhilinde) "falan fakih Musa ve İsa sa- menzilesinde midir, değil midir?" diye soracak olursak "Bu rivayete göre evet; çünkü Musa'yla İsa aleyhimusselamlar enbiyadandır" -istidlali- şeklinde mi cevap verecektir? Veya meselâ "fakih Hz. Resulullah'ın -saa- mirasçısı mıdır, değil midir?" diye sorulacak olursa "evet" diyecek ve buna delil olarak da çünkü Hz. Resulullah efendimiz -saa- enbiyadandı" gibi bir istidlale mi dayanacaktı?! Görüldüğü gibi mezkûr rivayette geçen "enbiya" terimini "unvan sıfatı -sırf Peygamber olma durumu /çev/ olarak alamayız. Bilhassa çoğul olarak kullanılması bunu gösteriyor. Eğer tekil olarak kullanılmış - ve nebi denilmiş /çev/ -olsaydı bu ihtimal verilebilirdi, ama " enbiya"denilerek kelimenin çoğulu kullanılmış olduğuna göre "küll-ı ferd-i min'el enbiyâ" denilmektedir, "küll-i ferd-i min'el enbiyâ bimâ- hum enbiyâ" denilerek unvan sıfatı kullanılmışa ([174]) ve bu unvan- sırf Peygamber olma - sıfatını diğer sıfatlardan ayırıp " fakih, Peygamber -nebi- mesabesindedir, resul ve veli mesabesinde değil" şeklinde bir mana verilmiş değildir. Rivayet ve hadis sahasında bu tür yorumlamalara gitmek örfi ve akli idrake aykırıdır. 3- Unvan sıfatının kastedildiğini ve ulemanın dar ve salt kelime anlamında "nebi"yle aynı mesabede tutulmuş olduğunu varsayalım. Bu durumda Allah Teâlâ'nın "nebi"lik için sabit kılıp tespit etmiş olduğu hükmü -ve özelliği ulema için de geçerli saymamız gerekir. Yani meselâ "falan kimse âdil insan menzilesindedir - sayılır- " denilir ve ardından "âdil insanlara saygı gösterilmelidir" ibaresi gelirse, bu iki önermeden o şahsa saygı gösterilmesi gerektiği sonucu çıkar. O halde biz "nebi - Peygamber- müminlere kendi nefislerinden evlâdır([175]) ayet-i şerifinden "velayet" derece ve mansıbının ulema için de geçerli olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü ayette geçen "evlâ" teriminden maksat ve başkanlıktır. Nitekim Mecme'ul Bahreyn'de ([176]) bu ayet-i şerifenin devamında İmam Bakır’dan -s- şöyle rivayet olunmaktadır: "Bu ayet, devlet, iktidar ve velayet (= imaret) hakkında nazil olmuştur." ([177])O halde nebinin müminler üzerinde velayet ve imareti -yönetim hakkı-vardır ve Hz. Nebiyy-i Ekrem -saa- için geçerli olan bu velayet ve başkanlık, ulema için de geçerlidir. Çünkü bu ayette unvan sıfatına değinilmektedir ki, mezkur rivayette de unvan sıfatının kastedilmiş olduğundan hareketle bu mevzuya girmiştik. Bunlara ilaveten, "resul" için birtakım hak ve hükümleri belirlemiş olan ayetleri de delil olarak gösterebiliriz; "Allah'a itaat edin, Resulüne itaat edin ve sizden olan -mümin- emir sahiplerine de..." ayetine işaretle, nebiyle resul arasında örfi açıdan fark bulunmadığı -her ne kadar bazı rivayetlerde vahyin nüzulünün niteliği konusunda resulle nebi arasında fark gözetilmişse de([178]) örfen ve aklen resulle nebinin aynı anlama geldiği söylenebilir. "Nebi”nin örfteki anlamı, Allah Teâlâ’dan inbâ' eden, haber getirendir; Resul de, Allah'ın kendisine buyurmuş olduğunu insanlara ulaştırandır. 4- Hz. Peygamber-i Ekrem'in -sav- rihletinden sonra, ondan geriye kalan "ahkâm”ın -her ne kadar deyim olarak "miras" denilmemişse de- bir nevi "miras" sayılacağını söyleyenler çıkabilir, bunlar şöyle diyebilirler: "Bu ahkâmı alıp öğrenenler Peygamberin -saa- mirasçısıdırlar. Ama Hz. Resul-ü Ekrem'in -saaherkes üzerindeki velayet ve başkanlık mansabının da miras sayılabileceği ve miras olarak geçebileceği ne malum9! Miras olarak bırakılabilecek olan tek şey, belki de onun hükümleri ve hadisleridir sadece. Nitekim nebilerin mirasının "ilim" olduğu da geçiyor rivayette. Aynı şekilde, Ebu'l Bahteri rivayetinde de "peygamberler hadislerinden bazılarını miras bırakırlar" buyrulmaktadır. O halde peygamberlerin sadece "hadis”lerini miras bıraktıkları, velayetinse miras olarak bırakılabilecek bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır." Yukarıdaki eleştiri de geçerli ve yerinde değildir. Çünkü velayet ve liderlik itibari ve aklı mevzulardandır ve bu konuda akıl sahiplerine müracaat edip velayet ve devlet başkanlığının miras şeklinde devredilip devredilemeyeceğini sormamız gerekir. Mesela dünyanın akıl sahiplerinden, falan saltanatın varisinin kim olduğu sorulacak olsa makam ve mevkinin varisi olamayacağını, makamın miras bırakılabilecek bir şey olmadığını mı söyleyeceklerdir, yoksa "falan şahıs, falancanın taç ve tahtının varisidir" mi diyeceklerdir9 Esasen "tahtın varisi" sözü yerleşmiş meşhur bir kalıptır. Akıl sahiplerinin nezdinde iktidar ve velayetin de, tıpkı bir şahıstan diğerine intikal edebilen miras gibi "intikal edilebilir" olduğu herkesçe bilinmektedir. "Peygamber, müminlere kendi nefislerinden evladır" ayetiyle "ulema, enbiyanın varisleridir" rivayetini okuyup düşünen biri bu ikisinde, mantıken intikali mümkün itibarı bir şeyden söz edildiğini kolaylıkla fark edecektir. Buradaki "ulema, enbiyanın varisleridir" ibaresi masum imamlar aleyhimusselam hakkında söylenmiş olsaydı; masum imamların -sher konuda Hz. Peygamber efendimizin -sav- varisi oldukları mealindeki rivayette de belirtildiği gibi([179]) biz de onların "her konuda mirasçı oldukları”nı söyleyecek ve “varis ve miras”çılıklarının sadece ilmi ve şer'i mevzuatla sınırlı olmadığını vurgulayacaktık. Binaenaleyh elimizde "ulema, enbiyanın varisidir" rivayetinden başka -rivayet veya ayet- bulunmamış ve rivayetin başıyla sonu söylenmiş olsaydı şu anlam kolayca çıkarılabilirdi: Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa-intikal edilebilir olan bütün mansıp ve işleri ve bu cümleden olmak üzere de masum imamlara -s- intikal eden "başkanlık ve yönetim" mansabı fakihler için de geçerlidir -ki herhangi bir sebeple bu kategorininin dışında tutulması gereken bazı işlen biz de delil ve sebebin gerektirdiği ölçüde bu kategorinin dışında tutarız-. Yukarıdaki eleştirinin buraya kadar giderilmemiş olan en önemli yönü "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" cümlesinin; "miras"tan maksadın "hadis" olduğuna karine teşkil edebilecek sözler arasında yer alıyor bulunmasıdır. Nitekim Kaddah sahihesi'nde de "Peygamberler miras olarak para-pul bırakmazlar; onların mirası ilimdir" buyrulmak; Ebu'l Bahteri rivayetinde de "...para - pul miras bırakmazlar..." ibaresinden sonra "...onların mirası, hadislerinden bazı sözler, bazı hadislerdir" denilmektedir. -Binaenaleyh, bazıları bu ibareye istinaden şöyle diyebilirler:- "Bu karineye göre, peygamberlerin mirası, onların hadisleridir; onlar, hadislerden başka "miras olabilecek" hiçbir şey bırakmazlar. Hele, cümlenin başında "innema" ibaresi geçiyor ki, bu da sınırlamaya işarettir. Bu eleştiri de geçerli değildir. Çünkü eğer bununla, Hz Resul-ü Ekrem'in sav- sadece hadislerini miras bıraktığı ve esasen bunun dışında miras bırakabileceği başkaca hiçbir şeyi olmadığı gibi bir anlam kastediliyorsa bu zaten bizim dinimize ve mezhebimize aykırıdır Zira Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz saa- "miras olabilecek" şeyler bırakmıştır. Ayrıca, Hz. Resulullah'ın -saaümmete "velayet"i bulunduğu (ümmetin devlet başkanı ve en üst âmin -çev-) da tartışma götürmez bir gerçek olup o hazretten sonra velayet görevi Emır'el müminin -Hz. Ali-'ye -s- intikal etti; ondan sonra da Ehl-i Beyt'in imamları -sard arda bu vazifeyi üstlendiler Burada geçen "innema" kelimesine gelince; bu terim illa da "sınırlamaya" işaret değildir ve esasen "innema"nın sınırlamaya delalet edip edemeyeceği belli değildir zaten. Dahası, Kaddah Sahihesi'nde "innema" kelimesi hiç geçmez; bu terim Ebu'l Bahteri rivayetinde geçmektedir ki bu rivayet de, daha önce arz ettiğim gibi, senet yönünden zayıftır. Şimdi "Sahihe" deki ibareyi tekrar okuyalım ve bu ibarelerin, peygamberlerin hadisten başka miras bırakamayacakları şeklinde bir manaya karine teşkil edip etmediklerine bakalım. "Allah Teâlâ, ilim yolunda yürümekte olana, cennete giden bir yol açar". Bu cümle ulemayı övmek için kullanılmıştır, bu övgünün her âlimi kapsadığı da zannedilmesin; "âlimler sırf alım oldukları, bu övgüye layıktırlar" düşüncesi yanlıştır. Kafi’de ulemanın vazife ve özellikleriyle ilgili rivayetlere([180]) şöyle bir bakarsanız birkaç satırlık ilim tahsil etmiş herkesin "âlim" ve "enbiyanın varisi" şeklinde adlandırılmayacağım; bilâkis bunun ("bilmek" ten başka ve buna ilaveten -çev-) çok ağır şartlan ve sorumlulukları olduğunu görürsünüz. "Melekler sevinçten -ve Allah'ın rızasının bir belirtisi olarak-kanatlarını ona -ilim yolundakine- gererler" ibaresindeki "kanatların yayılmasının anlamı, ehli nezdinde malumdur zaten([181]) ve burada bahsedilecek mevzulardan değildir, meleklerin bu hareketi saygı için veya alçakgönüllülük ve tevazu belirtisidir. "...Gökteki ve yerdeki tüm mahlûkat, hatta denizlerdeki balıklar bile ilim peşinde koşan kimse için Allah'tan mağfiret diler..." cümlesi de buradaki bahsimize sığmayacak kadar geniş ve tafsilatlı bir açıklamayı gerektirir. "...Âlimin abide üstünlüğü, tıpkı dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir..." sözünün anlamı da, açıklamaya yer bırakmayacak kadar nettir. Şimdi gelelim "...âlimler, nebilerin mirasçısıdırlar, varisidirler" sözüne. Rivayetin başından bu cümleye kadarki kısmı ulemanın övülmesi, özellik ve faziletlerinin tavsifiyle ilgilidir. Bu özelliklerden biri de, ulemanın peygamberlerin mirasçısı olmalarıdır ki bu sıfat, ancak peygamberler gibi halka velayetleri iktidarda- olması ve "emirlerine itaatin farz bulunması" halinde onlar için bir fazilet sayılabilecektir. Ancak, "...Peygamberler miras olarak para-pul bırakmazlar..." sözünün anlamı, peygamberlerin ilim ve hadisten başka hiçbir miras bırakamayacakları şeklinde değildir. Bilakis, söylenmek istenen şey şudur: "Onlar veliyy-i emr oldukları ve bütün toplumu yönettikleri halde maddiyatçı liderler değildirler, Allah'ın rızasını gözetirler, dünya malı biriktirme gibi bir gaye ve kaygıları yoktur. Öte yandan peygamberlerin yönetim biçimi, krallık ve günümüzde çok görülen diğer yönetim biçimleri gibi, baştakine mal ve servet getirecek şekilde de değildir Hz. Peygamber-i Ekrem'in -saa- çok sade bir yaşamı vardı; mevki ve makamını şahsi çıkarları için kullanmış değildi ki kendisinden sonra da mal mülk bırakmış olsun. O hazretin miras olarak bıraktığı şey ilimdir ki, bu da her şeyden üstündür. Hem de, Hak Teâlâ tarafından lütfedilmiş birilim... Rivayette ilimden bahsedilmiş olmasının nedeni de bu cihettendir belki de. Binaenaleyh "ulemanın özelliklerinden bahsolunan bu rivayette ilmin mirasından ve mal mülkün miras kalmayacağından söz edildiğine göre ulema sadece ilim ve hadisi miras alırlar, başka bir şeyi değil" şeklinde bir hükme varılmaz. Bazı yerlerde bu hadise" bizden miras kalan şey, sadakadır." sözü de eklenmiştir ki aslında hadisin bir parçası değildir ve siyasi amaçlarla hadise eklenmiştir. Bu hadis, ehl-i sünnet fıkhında da geçer([182]) Bu noktada söylenecek son söz şudur: Bu cümlelerin karine olması ve neticede "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" sözüne dayanarak "enbiya için geçerli her şey, ulema için de geçerlidir" hükmüne varılması mümkün olmasa bile bu cümlelerin karine olma ihtimali, ulemanın enbiyadan sadece ve sadece ilmi miras alacağı anlamına da getirilemez. Bu durumda bu rivayetle, daha önce hatırlattığımız ve mevzuya delalette de bulunan rivayet çelişecek ve o rivayetle ispatlanan mevzu, burada iptal edilmiş olacaktır -ki bu mümkün değildir, çünkübu rivayetten böyle bir netice çıkmamaktadır. Nass Yoluyla Velayet-i Fakihin İspatı Rivayetten; "Hz. Resulullah'ın -saa- ilimden başka bir miras bırakmadığı, esasen velayet ve halifeliğin miras bırakılabilecek şeyler olmadığı ve o hazret "Ali benim varisimdir" buyurmuş olsaydı bile bunun "Hz. Ali'ın -sPeygamberin halifesi olduğu anlamına gelmeyeceği" gibi bir mananın çıkarılabileceği farz edilirse o zaman Emir'el müminin Hz. Ali'yle -s- diğer Ehl-i Beyt imamlarının -s-halifeliği hususunda nassa başvurup "Hz. Resulullah -saaEmir'el muminin'i -s- halifeliğe tayin etmiştir" dememiz ve bunun velayetı fakih için de geçerli olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü daha önemli bahislerimizde değindiğimiz gibi, fakihler Hz. Resulullah -saatarafından hilafet ve devlet başkanlığına atanmamışlardır. Böylece, nasb ve atamaya dair olan rivayetle bu rivayeti cemetmiş olmaktayız. Rezevi Fıkhı -adlı kitaptan- Bu Yönde Delil Nerâki, Avâid adlı eserinde([183]) Fıkh-ı Rezevi'den([184]) şu mazmunda bir rivayet nakleder: "Bu çağın fakihlennin makam ve derecesi, İsrailoğullarının peygamberlerinin makam ve derecesi gibidir''([185]) Fıkh-ı Rezevi'nin İmam Rıza'nın -s- eseri olduğunu söyleyemeyiz; ama delil olarak başvurulabilecek bir eserdir. Burada şunu bilmek gerekir ki "İsrailoğullarının peygamberlerinden maksat Hz. Musa -s- zamanında yaşamış olan -ve belki de bazı açılardan "Peygamber" olarak anılan- fakihler değildir. Hz. Musa -s- dönemindeki fakihlerin tamamı o hazrete tabi idiler ve onun izinde yürüyerek çalışıyorlardı. Belki de Hz. Musa aleyhisselam tebliğ için bir yere gönderdiğinde onları -gittikleri yerlere- ululemr ve veliyy-i emr olarak da tayin etmedeydi. Tabi, biz onların o zamanki durumlarını dakik olarak bilmiyoruz şimdi; ama Hz. Musa'nın -s- İsrailoğullarının peygamberlerinden olduğu ve Hz. Resul-ü Ekrem -sav- için geçerli her şeyin Hz. Musa -s- için de geçerli olduğu kesindir. (Allah indindeki rütbe ve dereceleri elbette ki farklıydı). Binaenaleyh biz bu rivayetteki genel menzile ve "mesabe" oranından([186]) şunu anlamaktayız: Halkı yönetme ve velayet hususunda Hz. Musa -s-nın taşıdığı -salahiyet, hak ve şartlar-fakihler için de geçerlidir. Teyid Edici Diğer Deliller Câmi'ul Ahbar'dan([187]) naklolunan bir rivayette de Hz Peygamber-ı Ekrem efendimizin -sav- "Kıyamet günü -veya kıyamet "dönemi'nde-ümmetimin âlimleriyle övünürüm, benim ümmetimin uleması, benden önceki peygamberler gibidir'([188]) buyurduğu geçer ki bu rivayette konumuzu onaylamaktadır. Müstedrek'te([189]) Gurer'den naklen([190]) şu mazmunda bir rivayet geçer: "Ulema, halkın yöneticisidir".([191]) Aynı rivayet "hukema-ı alennâs" şeklinde de nakledilmiştir, ama bu naklin doğru olmadığını sanıyorum. Gurer'de "hukkâm-ı alennâs..." şeklinde geçtiğini söylemiştik. Senedinin muteber olması halinde([192]) bu rivayet de çok açık delillerden sayılır. Aynı mevzuya delil olarak gösterilebilecek başka rivayetler de vardır Bu cümleden almak üzere Tuheful Ukuul'da([193]) "Hükümler ve işlerin yürütülmesi ulemanın elindedir" başlığı altında geçen rivayetten söz edilebilir. Bu rivayet iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım, Hz Seyyiduş-şuheda -İmam Hüseyin'nin Emir'el müminin Hz Ali Bin EbuTalib'den -s- "emr bı'l maruf ve nehy-i anıl münker" hususunda naklettiği rivayettir. İkinci kısım da Hz. Seyyıduşşuheda'nın s- velayet-i fakih mevzuu ve islam devletinin kurulup Allah'ın hükümlerinin uygulamaya konulması için zalimler ve zalim devlet düzen ve kurumlarıyla mücadele hususunda fakihlere düşen vazifeleri kapsamaktadır. İmam Hüseyin s- Minâ'da yaptığı bu çarpıcı konuşmasında niçin bu "dâhili cihad"a gerek gördüğünü ve zalim Emevi yönetimine başkaldırısının nedenlerini açıklamaktadır. Bu rivayetten iki önemli nokta anlaşılmaktadır: 1- Velayet-i fakih olayı 2-Fakihler cihat ederek ve emr-i bi'il mâruf, nehy-i anil münker'de bulunarak zalim egemenin maskesini düşürüp onu bütün toplumda rüsva etmeli ve halkın bilinçlenip uyanmasını sağlamalıdırlar. Böylece bilinçlenip uyanmış Müslümanların geniş çaplı toplu kıyamıyla zalimlerin iktidarlarını devirip İslam devletini kurabileceklerdir. Mezkûr rivayet şöyledir: "Ey insanlar! Allah Teâlâ’nın Yahudi bilginlerini -ehbar- kınayarak velilerine ve sevdiği kullarına verdiği öğütten ders alın. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Din adamları ve bilge yöneticilerin -Rabbaniyyun- ve yüksek bilginlerin -ehbar- onları -Yahudileri- günahkârane sözlerinden ve haram yiyicilikten sakındırmaları gerekmez miydi? Gerçekten de yapıp ettikleri ne de kötüydü onların"([194]) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "İsrailoğullarından küfredenlere lanet edilmiştir". Ve "...yapmakta oldukları şey ne kadar da kötü idi!!"([195]) Gerçekte Allah Teala'nın onları ayıplayıp kınamasının nedeni onların; zalimlerle kötülerin fesat işlemekte olduklarını gördükleri halde buna engel olmamaları ve bunu da, onlardan aldıkları şeylere pek tutkun oldukları ve onların kendilerini gözaltında tutup eziyet edeceğinden korktukları için yapmalarıydı. Hâlbuki Allah Teâlâ "insanlardan değil, Ben'den korkun'([196]) buyurmakta ve "Mümin erkekler birbirlerinin velileridirler, birbirlerini sever, gözetir ve kollarlar (velayet), bir birlerine iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar..."([197]) demektedir. (Görüldüğü gibi bu ayette müminler için belirtilen sıfatlar yekdiğerlerine velayette bulunma, karşılıklı sevgi, koruyup gözetme, yekdiğerinden sorumlu olma ve birbirine başkanlık ve kılavuzlukta bulunmadır). Allah Teâlâ, iyiliğe emredip kötülükten menetmek (emr bi'lmâruf, nehy-ı anil münker) le başlıyor ve her şeyden önce bu ameli farz kılıyor. Çünkü iyiliğe emr ve kötülükten menetme amelinin gerçekleşmesi ve toplumda fiilen uygulanması halinde en kolayından en zoruna varıncaya kadar bütün farzların yerine getirilebileceğini bilmektedir. Bunun nedeni de emr-i bi'lmâruf ve nehy-i anil münkerın şu esaslardan ibaret olmasıdır: İslam’a davet (yani Müslüman olmayanlara karşı -hârici- inanç cihadı) ve zulme uğrayanların haklarını tekrar elde etmelerini sağlamak, içerideki -İslam toplumundaki- zalimlere karşı mücadele ve muhalefet; kamu gelirleri, genel gelirler ve savaş ganimetlerinin İslam’ın âdil kuralları çerçevesinde dağıtılması; sadakanın (zekâtla, gönüllü veya mecburi bütün vergiler) sahih ve farz yollarla alınması ve toplanması ve şer'an doğru yollarda harcanması... Ey cemaat! Siz, ey ilmi ve alım oluşuyla tanınan, iyilikle anılan, toplumda kılavuzluk, iyilikseverlik ve nasihat severliğiyle bilinen; Allah rızası için halkın kalbinde büyüklük ve saygınlıkla yer edenler!... Hem öylesine ki, güçlü sizden çekinmekte, güçsüz size ikram için çırpınmakta, kendisinden hiç mi hiç üstün olmadığınız ve ona karşı herhangi bir güce de sahip bulunmadığınız kimse size kendisinden daha fazla değer vermekte, sahip olduğu nimetleri kendisinden esirgeyip size sunmakta, muhtaç duruma düşen veya genel bütçeden ve beytülmalden payını alamayanlar için sizin aracılık ve yardımınıza başvurulmakta, padişahlar ve saygın büyük kimselerin yürüdüğü şaşaalı ve tantanalı yolda adım atmaktasınız... Gördüğünüz bunca saygınlık ve sahip olduğunuz bunca manevi gücü; Allah'ın hükümlerini uygulayacağınız umulduğu için elde edebilmiş değil misiniz aslında?! Ama buna rağmen siz, Allah'ın birçok hükümlerinin uygulanması hususunda gevşek davranıp ihmalkârlık gösterdiniz, yüklenmiş olduğunuz ilâhi hukuk ve sorumlulukların çoğunu yüzüstü bırakıvermiş durumdasınız... Meselamilletin hakkını horlamış ve kendi haline bırakmışsınız, güçsüz ve zayıfların hakkını zayi etmişsiniz; ama kendi hakkınız olduğunu sandığınız şey için hemen ayaklanıvermektesiniz. Oysa ki ne para harcamışlığınız var, ne canınızı Yaradan'ın uğrunda tehlikeye atmışlığınız ve ne de Allah için herhangi bir kabile veya grupla mücadele ermişliğiniz!.. Buna rağmen Allah'ın cennetini arzulamakta ve peygamberlerle muaşerette bulunmayı ve ilahi azaba hiç uğratılmamayı beklemektesiniz. Ey Allah’tan böylesine beklentileri olan güruh; korkarım O'nun çetin gazabına uğrayacaksınız bu gidişle! Çünkü Allah Teâlâ’nın azamet ve izzeti sayesinde önemli bir -sosyal- prestij kazanıp saygın bir konum elde ettiniz, ama Allah'ı tanıtmayı ve "O'na inanmayı" -ilahi irfan- yaymakta olan, "Allah'ı tanıyıp, O'na gerçekten inanan -ve bu dalda uzman olan- lara saygı göstermiyorsunuz! Oysaki sırf Allah'ın sayesinde Allah'ın kullarından itibar görmektesiniz. Sizin için korktuğum bir diğer husus da Allah indinde yapılmış sözleşme ve ahdlerini çiğnenip ayaklar altına alındığını gördüğünüz halde kılınızı kıpırdatmadığınıza ve bu durumdan hiç rahatsızlık duymadığınıza şahit olmamdır! Hâlbuki babalarınızın küçük bir sözleşme ve taahhüdü için -hiç de böyle davranmıyor ve- pekâlâ telâşa kapılıp endişeleniyor, -hemen harekete geçiyor- sunuz! Oysa peygamber'e verilen sözler ve onunla yapılan ahdlerin artık önemsenmediğini görmektesiniz; körler, sağırlar, düşkünler ve bakıma muhtaçların bütün -köy ve-şehirlerde sahipsiz bırakıldığını ve onlara hiç mi hiç açınmadığını bizzat müşahede etmektesiniz. Ne konum ve prestijinize yakışır şekilde davranıyor, nede bu yolda çalışan ve sizin prestij ve konumunuzu yüceltmeye uğraşanlara değer verip yardımcı oluyorsunuz... Zalimlerle uzlaşıp yağlı diller döküp dalkavukluklarda bulunarak o zalim egemen güçlerin size dokunmamasını sağlıyorsunuz... Oysa bütün bu yaptıklarınız Allah Teâlâ’nın "yapma" diye emrettiği ve "yekdiğerinize de yaptırmayın" buyurarak nehyettiği işlerdir; ne var ki siz hâlâ bütün bunlardan gafilsiniz... Sizin belanız, bütün insanların belâsından daha korkunçtur, zira âlimlik mevki ve konumu sizden alınmış durumdadır, eğer bilseniz... Zira ülkenin idare ve yönetimi, yargı hükümlerinin karara bağlanması ve ülke planlamasının onayı -gibi işlerin-; ilahı hakların emini olan ve Allah'ın helalleriyle haramlarına vâkıf bulunan bilge din adamların uhdesinde olması gerekir. Oysaki bu makamı (siyasi ve sosyal müdahale ve yönetim yetkisi -çev-) şimdi elinizden almış ve onu sizden çalmışlardır. Öyle bir makamı elinizden kaçırmış olmanızınyegane sebebi ise Hakk'ın ekseninden (İslam kanunu ve Allah'ın h ükümlerinden) dağılıp uzaklaşmanız ve hakikat ve niteliğinin delilleri hepinize aşikâr olduktan sonra da sünnet hakkında ihtilafa kapılmanızdan başka şey değildir. Sizler eğer işkence ve Allah yolunda zorluklara karşı sabırlı, acılara karşı dirençli olmuş olsaydınız kurallar, onaylamanız için size getirilir ve sizin elinizle sâdır olurdu, o zaman işlerin sorumlu mercileri sız olurdunuz. Ama siz, zalimlerin bu makamı elinizden almasına ve kanunen şeriata bağlı bir iktidarın onların eline düşmesine ve neticede onların, zan ve tahminin çürük temellerine dayalı bir düzenin çarklarını işleterek şehvet ve hayvani arzularını tatminden ibaret bir yol tutturmalarına göz yumdunuz. Onlara iktidarı kazandıran şey sizin ölümden kaçmanız ve dünyanın geçici hayatına bel bağlamış olmanızdır. Sizler bu tutum ve zihniyetinizle, zayıf ve yoksul kitleleri bu zalimlerin pençesine düşürdünüz; bin köle gibi ezilir ve diğeri gece gündüz bir lokma ekmek için perişan halde didinmekten başka bir şey yapamazken baştakilerin alabildiğine bir keyfilikle iğrenç emellerinin peşinde koşup iğrenç arzularını tatminle uğraşarak rezalet ve kepazelikler yaratmasına, kötü tıynetlilere uyup Allah'a karşı küstahlıkta bulunmasına sebep oldunuz siz! Her şehirde kendi atadıkları vaizleri; konuşmacıları vardır; yeryüzünde rahattırlar, ellerinin ulaşamayacağı şey yok gibidir; insanlar onların kulu-kölesi haline getirilmiştir, kendilerini savunacak güçleri - takatleri yoktur. -Bakıyorsunuz- Egemenin bin tam bir diktatör, kindar ve halkın kötülüğünü istemekte; bir diğeri zavallıları alabildiğine ezip herkese zorbalıkta bulunmakta; bir diğeriyse -hepsinden beter vehalka büsbütün musallat olmuş, ne Allah tanımakta, ne de bir hesap gününe inanmakta! Hayret! Nasıl hayret etmez insan?! Toplum öyle bir sahtekâr zalimin pençesine düşmüş ki atadığı vergi memuru zulmetmekte, valisi dindar insanlara saygısız ve acımasız davranmakta!.. Hakkında ihtilafa düştüğümüz şey hususunda hakemlik edip karar verecek olan elbette ki Allah'tır; aramızda baş gösteren hadiseyi kendi kararıyla kesin bir sonuca bağlayacaktır! Allah'ım! Hiç şüphesiz bilmektesin ki bizim bu girişimimiz ne siyasi iktidarı ele geçirme yolunda bir rekabet, ne de dünyanın kıyametsiz nimetleri ve servet için değildir; bilâkis, biz senin dininin parlak değerleri ve aydın prensiplerini ortaya koyup insanlara göstermek, yeryüzünde ıslahatta bulunmak, zulme uğramış kullarını güvenceye alıp vazgeçilmez haklarına kavuşturmak ve belirlediğin yükümlülüklere tâbi olunup kanun, kural ve sünnetlerine amel edilmesini sağlamak için kıyam etmiş bulunuyoruz!.. O halde siz -ey din adamları- bu yolda bize yardımcı olup gasıplardan hakkımızı geri almazsanız zalimler siz galip olacak ve peygamberinizin nurunu söndürmeye çalışacaklardır! Bir ve eşsiz Allah bize yeter; biz O'na dayanıyor, O'na güveniyor ve O'na yöneliyoruz. Mukadderat O'nun elindedir ve dönüş O'nadır!"([198]) Görüldüğü gibi yukarıdaki rivayetin başında geçen ayette "Ey insanlar! Allah Teâlâ’nın Yahudi bilginlerini -ehbar- kınayarak velilerine ve sevdiği kullarına verdiği öğütten ders alın!.." buyrulmaktadır. Orada bulunan özel bir gruba, sırf konuşmayı dinleyenlere, belli bir şehir veya belli bir ülke ya da sırf o çağdaki dünya insanlarına mahsus bir kitap değildir bu; bu sözleri duyan ve okuyan herkese yönelik bir çağrı vardır burada. Tıpkı Kur'an'da geçen "ey insanlar" hitabı gibidir yanı. Allah Teâlâ ehbara, yani Yahudi ulemasına karşı çıkıp onların tutumlarını reddetmek suretiyle kendi evliyasına öğüt vermekte, ibret göstermektedir, buradaki "evliya" ve "veli" lerden maksat Ehl-i Beyt imamları -sdeğildir, Allah'a teslimiyet gösteren ve toplumda belli vazife ve sorumluluklar üstlenmiş bulunan herkestir. "Din adamları ve bilge yöneticilerin -Rabbanıyyun- ve yüksek bilginlerin Ehbar- onları -Yahudileri- günahkârane sözlerinden ve haram yiyicilikten sakındırmaları gerekmez miydi? Gerçekten de yapıp ettikleri ve de kötüydü onların!" Yukarıdaki ayette Allah Tela "Rabbaniyyun" la "Ehbar"ı kınamakta ve kendileri Yahudilerin din âlimleri oldukları halde zalimleri günahkârane sözlerden, yani gerçekleri saptırma, iftira ve yalan gibi amellerden alıkoymadıkları ve haram yiyicilikten menetmedikleri için hesaba çekmektedir. Bu kınama ve paylamanın sırf Yahudi din adamlarına veya Hıristiyan âlimlerine mahsus olmadığı, bütün İslam ulemasını ve esasen genelde bütün din adamlarını kapsamına aldığı apaçık ortadadır. Binaenaleyh İslam ümmetinin uleması da zalimlerin politika ve tutumları karşısında hiçbir tepki göstermeden sessiz kalacak olurlarsa Allah'ın kınamasına uğrayacak, hesaba çekileceklerdir. Bu durum sadece geçmiştekileri ve geçmiş nesilleri içermez, bu hususta geçmiştekilerle gelecektekiler aynı hükme tabidir. Hz. Emir -sKur'an'a dayanarak bu mevzuyu belirtmiş ve İslam ümmetinin âlimlerinin de ibret alıp uyanmalarını, iyiliği emredip kötülükten menetme vazifesinde ihmalkârlık göstermemelerini ve sapmış zalim egemen güçler karşısında sessiz kalmamalarını istemiştir. Hz. Emir -s- "Rabbaniyyun" la "Ehbar"ın kınandığı bu ayete istinatla iki noktayı hatırlatıp vurgulamaktadır: 1- Dini vazifelerin yerine getirilmesi hususunda ulemanın ihmalkârlığının doğuracağı zarar, aynı müşterek vazifeler hususunda başkalarının ihmalkârlığından doğacak zararlardan çok daha fazla olmaktadır. Nitekim bir esnaf veya tüccar yanlış ve uygunsuz bir iş yapacak olsa zararını kendisi görür; ama eğer ulema vazifesinde ihmalkârlık gösterirse, mesela zalimler karşısında sükût ederlerse bunun zararı İslam’a dokunmuş olur. Vazifelerini yapmaları ve meselâ, konuşmaları gereken yerde sükût etmemeleri halindeyse İslam fayda görmüş olur. 2- Şeriata aykırı her şeyden sakınmak ve sakındırmak gerekiyorsa da imam -s- -burada- bilhassa "günahkârca söz"le, "haram yiyicilik" in altını çizmek suretiyle bu iki "münker"in -kötü- diğer bütün münkerlerden daha tehlikeli olduğunu ve dolayısıyla bu ikisine karşı daha fazla ve daha ciddi mücadele verilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü kimi zaman zalim düzenlerin -propaganda ve iletişim- mekanizmalarının sözleri ve propagandalarının ıslama ve Müslümanlara verdiği zarar, eylem ve politikalarından daha fazla olmakta; İslam’ın ve Müslümanların onur ve haysiyetini pekâlâ tehlikeye düşürebilmektedir. Allah Teâlâ "Zalimlerin yalan ve iftiralarıyla günahkârane propagandalarına niçin engel olmadıkları" nı sorarak – din adamlarını kınamaktadır. "Ben Allah'ın halifesiyim, takdir-i ilahı benim elimle tecelli eder, Allah'ın hükümleri benim uygulamakta olduğum üzeredir, İslam adaleti benim dediğim ve yaptığım şekildedir..." iddialarında bulunan (ve gerçekteyse adaletle zerrece alâkası olmayan) o adamı niçin yalanlamadılar? – Onun iddia ettiği- bu tür sözler "günahkârca sözler" dir. Toplum için çok zarar verici olan bu günahkârane sözlere neden engel olmadılar? İlgisiz laflar eden, ihanetlerde bulunan, İslam’a bid'atlar sokup olmadık darbeler indiren bu zalimleri niçin engelleyip bu günahlardan vazgeçirmediler? Eğer biri kalkıp da İslam hükümlerini Allah'ın rızasına ters cihette tefsir edip yorumlar ve, "İslam adaleti böyle icap ediyor", diyerek İslam’a bid'at sokup İslâmî olmayan hükümleri uygulamaya kalkışırsa ona alenen karşı çıkıp muhalefette bulunmak, âlimlere farzdır; -bu durumda- muhalefette bulunup karşı çıkmayacak olurlarsa Allah'ın lanetine uğrayacaklardır. Ayet-i şerifenin apaçık ortaya koyduğu bu gerçek; hadisle de vurgulanmaktadır: "Bid'atler ortaya çıkınca ilmini -dinini- açıkça izhar etmek âlime farz olur; aksı takdirde Allah'ın lanetine uğrar."([199]) Demek ki muhalefetini göstermek ve Allah'ın hüküm ve buyruklarını izhar edip açıklamak -ki bid'at, zalim ve günaha karşı ve muhaliftir- bile tek başına faydalı olabilmektedir. Çünkü böylelikle halkın çoğunluğu baştaki hain, fasık veya dinsiz egemenlerin sosyal ahlaksızlıklarıyla zulümlerini anlayacak, bu durumda onlara karşı mücadeleye girişecek, zalimlerle uzlaşmayacak, hain ve fasid egemen güçlere boyun eğmemeye karar verecektir. Din ulemasının böyle durumlarda olanın muhalefetlerini sergilemeleri, toplumun dinî liderlik mekanizmasından yükselen bir "iyiliğe emr, kötülükten men"dir, ki geniş çaplı bir "iyiliğe emr, kötülükten men"i beraberinde getirecek; güçlü bir muhalefet ve "iyiliğe emr, kötülükten men" hareketim başlatacaktır. Dindar ve iffet sahibi bütün bir halkı arkasına alacak çapta geniş bir harekettir bu. Öyle bir hareket ki; yoldan çıkmış olan zalim egemenler bu harekete teslim olmaz ve İslam’ın doğru yoluna girip ilahi hükümlerin gereğine eğilmeyerek bu hareketi silahla sindirmeye kalkışırlarsa silahlı tecavüze yeltenmiş olurlar ki bu durumda "fîhî bâğiye" -isyankâr topluluk- hükmüne girmiş olurlar. Bu durumda da topluma hâkim politika ve yönetici egemenlerin yol ve yöntemlerinin İslam prensip ve hükümlerine uygun olması için bu "fîhi bağiye" ye, yanı isyankâr egemenlere([200]) karşı silahlı cihada girişmek bütün Müslümanlara farz olur. -Bütün din adamlarına hitaben /çev/: -Baştaki yöneticilerin bid'atlerinin önünü alacak ve bu bozukluk ve fesatları durduracak güce şimdilik sahip değilseniz, hiç olmazsa sessiz sedasız oturmayın' Başınıza vuruyorlarsa -baskı ve engellemeyle karşılaşıyorsanız- en azından bağırıp çağırın, itiraz edin! İnzilam -zulme eğilmek, zulme rıza gösterip susmak- etmeyin! İnzilâm, zulümden daha beterdir1 İtiraz edin -zalim egemenleri /çev/- inkâr edin, tekzip edin, haykırın. Onların propaganda ve yayın araçlarına karşılık sizin de propaganda ve yayın aracınız olmalıdır ki onların yalan ve iftiralarını tekzip edebilsin, onların yalan söylediğini; İslam adaletinin, onların iddia ettiği gibi olmadığını belirtsin! Müslüman aileler ve İslam toplumu için belirlenmiş olan İslam adaleti -nin ne olduğunu- onlar da bilir, bunun bütün programları yazılı ve basılı olarak ellerinde mevcuttur. Bunlar söylenip açıklanmalıdır ki halk bilip uyansın; gelecek nesiller bu cemaatin -ulema- sükûtunu hüccet -delil- olarak değerlendirip "ulema bu işe sustuğuna göre, demek ki zalim egemenlerin yöntemleri ve yaptıkları şeriata uygunmuş, zalimlerin haram yiyicilikleri ve halkın malını yağmalamaları şeriata aykırı değilmiş!" demesinler. Bazı Müslümanların düşünce kapasitesi şu caminin duvarlarını aşamadığı ve daha derinlemesine ve daha ilerisini düşünebilecek kapasiteleri olmadığından "haram yiyicilik" ten söz edildiğinde hemen ve sadece, sokaklarının başındaki bakkal geliverir hatırlarına; -Allah göstermesin- "eksik tartıyor" diyerek!... Bütün bir ülkenin sermayesini yutan, beytülmali çalıp çırpan, petrolümüzü yiyen, yabancı sermaye ve yatırım şirketleri adına ülkemizi hiç de zaruri olmayan pahalı ecnebi mallarının tüketim pazarı haline getiren, bu yolla halkın parasını kendisinin ve ecnebi yatırımcıların cebine akıtan o büyük "haram yiyicilik", "yağmalama ve talan etme"leri idrak edip kavrayamazlar. Petrolümüz çıkarıldıktan sonra hepsini belli bazı yabancı ülkeler alıp götürüyor([201]) baştaki kendi yardakçıları olan egemene -şah- verdikleri az miktardaki sus payını da başka yollarla yine kendi ceplerine kaydırıyorlar. Devletin kasasına giren az bir miktarın ne olduğunu, nerelere harcandığını ise ancak Allah bilir. İşte bu haram yiyicilik, uluslararası çapta, çok geniş boyutlu bir "haram yiyicilik" tir. Ürkütücü ve en tehlikeli "münker" ve "kötü", budur işte. Toplumun durumunu, devlet ve hükümet kuruluşlarının yaptıklarını şöyle bir dikkatle inceleyiverin; ne kadar korkunç çaplarda "haram yiyicilik'ler olduğunu görürsünüz!.. Memleketin bir köşesinde bir deprem vuku bulacak olsa baştaki çıkarcı egemenlere yeni bir kazanç ve "haram yiyicilik" yolu açılmış olur, depremzedelere yardım adı altında kendi ceplerini dolduruverirler hemen. Baştaki zalim ve anti-milli yöneticiler yabancı devlet veya şirketlerle imzaladıkları anlaşmalarla millete ait milyonları kendi ceplerine akıtır ve yine millete ait milyonları yabancıların ve ecnebi- patronlarının kasalarına kaydın verirler! Bunlar, hepimizin gözleri önünde cereyan eden ve halâ da etmekte olan sel misali -astronomik rakamlara ulaşan- "haram yiyicilik"lerden birer örnektir sadece; dış ticaretlerde, maden işletmeleri, orman ve diğer doğal kaynaklardan yararlanma ortak anlaşmalarında, yol ve bina yapımı ya da batılı emperyalistlerle komünist emperyalistlerden silah alımı anlaşmalarında... -bu haram yiyicilik sürüp gitmektedir öylece...Bu vurgunculuk ve haram yiyiciliklerin önünü bizim almamız gerekir. Bütün halkın vazifesidir bu; ama din âlimlerinin sorumluluk ve vazifesi çok daha ağır ve önemlidir. Bizim bu mukaddes cihat ve ağır sorumluluğu diğer Müslüman birey -ve kesimlerden- çok daha önce ve fazla üstlenmemiz gerekir. Sahip olduğumuz mevki ve konum, bu işte ilk adımı bizim atmamızı gerektirmektedir. Eğer bu gün bu işlen engelleyip millete ihanet eden iktidardaki hırsızlar, çapulcular ve haram yiyicileri cezalandırabilecek güç ve imkânlara sahip değilsek -bile en azından- bu güç ve imkânları elde etmeye çalışmamız gerekir. Tabi bu arada hiç olmazsa en asgari vazifemizi yerine getirmek ve hakikatleri söylemeyi ihmal etmeyerek haram yiyicilikler ile yalan, iftira ve karalama oyunlarını ifşa etmek durumundayız. İktidarı ele geçirdiğimizde sadece ülkenin politikasını, iktisadını ve idaresini düzeltmekle kalmayacak, aynı zamanda bu haram yiyicilerle yalan ve iftira düzenleri kırbaçlayıp hak etikleri cezayı vereceğiz. -Biliyorsunuz- Mescid-i Aksâ'yı kundaklayıp yaktılar. Şimdi biz "bırakın Mescid-ı Aksa bu yarı yanmış haliyle öylece kalsın, -İsrail'in işlediği- bu suç izini silmeyin!"([202]) diye feryat ederken şah rejimi kalkmış özel hesap açtırıyor, Mescid-i Aksâ'yı yeniden restore edip yaptıracağız diye milletten para topluyor ve bu fırsatı da kendi cebini doldurmak için kullanıyor ve bu arada İsrail'in suç izlerini de –fark ettirmeden- ortadan kaldırmaya çalışıyor tabi! İslam ümmetinin yakasından düşmeyen ve işin bu raddeye varmasına neden olan musibetler bunlardır işte. İslam âlimlerinin bu meseleleri söyleyip anlatmaları gerekmez mi? "Rabbaniyyun ve ehbar, onları -Yahudileri- günahkarca sözlerden ve haram yiyicilikten niçin men etmiyorlar?!" Niçin haykırmıyorlar?! Bu talan, vurgun ve çapulculuklardan niçin hiç söz etmiyorlar?! Daha sonra "İsrailoğullarından kâfir olanlar lanetlendi" ayeti geliyor ki burada konumuza girmediğinden, üzerinde durmuyoruz. Daha sonra -rivayette- şöyle buyruluyor: "...Gerçekte Allah Teâlâ’nın onları -Yahudi din adamlarını- kınamasının nedeni, onların, zalimlerle kötülerin fesat işlemekte olduklarını gördükleri halde buna engel olmamalarıydı." Yine rivayete göre, bu suskunluğun da iki nedeni vardı: 1- Çıkarcılık ve menfaat, 2- Zillet, alçalış ve horluk; ya da hırslı ve tamahkâr insanlardı, zalimlerden maddi çıkarlar sağlıyor ve sus payı alıyorlardı. Veya tavşan yürekli korkak insanlardı ve zalim egemenlerden çekmiyorlardı. Emr-i bi'l maruf, nehy-i anıl münker rivayetine bir bakın, emr bi'l maruf nehy-i anil münkerden kaçınmak için sürekli özür ve bahaneler öne sürenlerin bu tutumu eleştirilmekte ve böyle "susma"lar kınanmaktadır.([203]) Ayet-ı kerimede "Allah diyor ki, insanlardan korkmayın, Benden korkun..." buyurulmaktadır. Evet, Allah Teâlâ "onlardan korkmayın" buyuruyor. Niçin korkuyorsunuz ki9Sizi hapse atıp sürgüne göndermekten veya öldürmekten başka ne yapabilirler9 Bizim evliyamız -velilerimiz- İslam uğrunda can verdiler, sız de bu gibi şeylere hazırlamalısınız kendinizi... Sonra da ayette şöyle buyrulmaktadır. "Müminler -kadın ve erkek- birbirlerinin velisidirler; birbirlerine marufu emreder, münkerden nehyederler, namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve Resulüne itaat ederler..."(Tövbe/71) -Ve rivayet şöyle sürmekte:- Emr-ı bi'l maruf ve nehy-i anil münker vazifesi iyi bir şekilde yerine getirilirse farzlar mutlaka uygulanacaktır. "İyiliği emr ve kötülükten men" aslı uygulanacak olursa zalimlerle yardakçıları halkın malını mülkünü alıp kendi keyiflerine göre harcayamazlar, halkın vergilerini telef edemezler. Emri bi'l maruf ve nehy-i anıl münker İslam’a davet eder, mezalimi reddeder, zalime karşı çıkar." "İyiliğe emr, kötülükten men" farzının genel sebebi bunlardır. İyiliğe emr, kötülükten men olayını bizler dar bir çerçeve içinde algılamışız; yapılması veya yapılmamasının zararının doğrudan doğruya ve sadece bireye yönelik olduğu durumlarla sınırlamışız... Meselâ zihnimize yerleştirilen şey, "münkerat"ın günlük hayatta karşılaştığımız günübirlik şeylerden ibaret olduğu şeklindedir. Mesela otobüste oturduğumuz sırada bir müzik çalınıveriyorsa veya mesela falan kahvede ters bir iş yapılıyorsa, ya da çarşının ortasında birisi orucunu yerse münkerât vukubulmuş oluyor ve bunun engellenip menedilmesi gerekir diyoruz- ama o büyük çaptaki münkerata dikkat etmiyoruz hiç; asıl, İslam’ın haysiyetiyle oynayan, zayıflarla düşkünlerin haklarını çiğneyen o malum güruha nehy-ı anıl münkerde bulunmak ve kötülükten menetmek gerekir. Ters bir iş yaptıkları veya bir canilikte bulunduklarında zalimlere karşı topyekûn bir itiraz olursa; "şu uygunsuz işi yapmayın!" diye bütün İslam beldelerinden birkaç bin telgraf yağdırılırsa kesinlikle çekinir ve -o işten- vazgeçerler. İslam'ın onur ve haysiyetine veya halkın maslahatına ters düşecek bir şey yaptıkları veya bu cihette bir söz sarf ettikleri zaman dört bir yandaki Müslümanlardan, ülkenin bütün şehir, köy ve kasabalarından protestolar yağıp tepkiler gösterilecek olursa hemen geri adım atarlar. Atmazlık edebilirler mi sanıyorsunuz? Asla! Ben onları çok iyi tanıyorum, neyin nesi olduklarını çok iyi bilirim ben onların! Çok da korkaktırlar! Çok çabuk gerileyiverirler. Ama bizim kendilerinden daha pısırık olduğumuzu görürlerse cevelan etmeye, gürlemeye başlarlar. Âlimlerin birlik içinde olduğu, bir araya gelip toplandığı ve diğer şehirlerden de halkın onlara destek verdiği, çeşitli -kasaba ve şehirlerden- heyetlerin gelip konuşmalar yaptığı o hadisede([204]) rejimin nasıl gerilediğini gördünüz, o kanun tasarısını geri çekip iptal ettiler. Daha sonra bizleri tedricen soğutup gevşettikten, bir birimizden ayırdıktan ve her birimiz için sözde "şer'î vazifeler(!)" belirledikten sonra aramızda baş gösteren söz ayrılığı ve elbirliğimizin olmaması onlara cür'et vermiş oldu, küstahlaştılar; şimdi Müslümanlara ve -şu- İslam ülkesine dilediklerini yapabiliyorlar işte! -İmam'ın hutbesinde de belirtildiği gibi- iyiliğe emredip kötülükten menetme prensibi; İslam’a çağırmak, zulmü reddetmek ve zalime karşı koymak gibi önemli işler içindir. -Eksik tartan bir bakkal veya-baharatçı -bu gibi- yanlış bir şey yapmakla İslam’a değil, kendisine zarar vermiş olur. Asıl, şu İslam’a zarar verenlere emr-i bil mâruf, nehy-i anıl münkerde bulunmak gerekir; çeşitli yollarla halkın varını - yoğunu yağmalayanları -baştaki vurguncuları- men ve nehyetmek gerekir asıl! Bu gibi mevzular bazen gazetelerde bile geçiyor; ama bazen mizah yollu söyleniyor, bazen de ciddi; -mesela- sel felaketine uğrayanlar veya depremzedeler için topladıkları bağış ve yardımları kendilerinin yediği yazılıyor... Melayir şehrindeki bir alim, "böyle bir felaket hadisesinde canını kaybedenler için bir kamyon kefen götürmüştük, ama görevliler halka ulaştırmamızı engellemeye çalıştılar, bunları bile yemek istiyorlardı!!" diyor... Emr-i bil maruf nehy-i anil münker böyleleri için daha gereklidir. Şimdi sorarım size, Hz. Emir'in -s- bu hadiste buyurmuş oldukları, o sırada etrafında oturup o hazreti dinlemekte olan kendi ashabı için miydi?! "İbret alın ey insanlar!" hitabı bize yönelik değil midir sahi?! Biz de "insan" değil miyiz? Bu hitaptan bizim de ibret almamız gerekmez mi? Bahsimin başında da belirttiğim gibi bu hitap belli bir kesim veya belli bir cemaat için değildir, bilakis her yönetici, her emîr, her vezir, her yetkili, her salih için; bütün dünya bütün insanlar ve yaşamakta olan her birey, herkes için o hazretin belirleyip iblağ etmiş olduğu bir tebliğ ve genelge hükmündedir O hazretin bu tür tebliğ ve genelgeleri Kur'an'la omuzdaştır, tıpkı Kur'an gibi kıyamet gününe kadar itaati farzdır. İstidlal olan, Yahudi ulemasını kınandığı mezkûr ayet, her ne kadar "Rubbanıyyun"la "Ehbar"a yönelikse de gerçekte herkese yönelik olan genel bir hitap vardır burada. Yahudi din adamları seslerini çıkarıp haykırmak, itiraz edip meseleleri anlatmak suretiyle bir şeyler yapabilip zulmü durdurabilecekleri halde sırf dünyaya olan düşkünlükleri veya korkaklıkları yüzünden zalimlerin karşısında sustukları için nasıl Allah'u Tealâ tarafından kınanıp azarlanıyorlarsa; zalimlere karşı kıyam etmeyip sessiz kalmaları halinde İslam âlimleri de aynı şekilde tekdire uğrayacak ve Allah Tealâ tarafından dışlanıp kınanacaklardır. Böylece bütün insanlara yönelik bu hitaptan sonra İslam âlimlerine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Sizin toplumda saygın ve özel bir yeriniz var; İslam toplumu size saygı gösterip hürmette bulunmaktadır. Toplumda gördüğünüz bu izzet ve saygınlığın nedeni; halkın sizden zalimler karşısında haktan ve haklıdan yana çıkarak kıyam etmenizi ve zulme uğrayanların haklarınızalimlerden almanızı beklemesidir. Halk kıyam edip zalimlerin zulmüne son vereceksiniz diye size bel bağlamış durumdadır." "Siz prestij ve iyi bir sosyal konum elde ettiniz, ama makama ulaştığınızda bu makamın hakkını veremediniz." Babanız için bir hadise olur veya Allah göstermesin, biri sizin babanıza saygısızlıkta bulunacak olsa rahatsız olursunuz, bağırır, haykırırsınız. Ama gözlerinizin önünde Allah'ın ahdleri çiğneniyorken, İslam’a saygısızlık ediliyorken sesinizi bile çıkarmıyorsunuz. Hatta kalben dahi olsun, üzülmüyorsunuz... Üzülseydiniz sesiniz çıkar, itiraz ederdiniz zaten!..." "Körler, dilsizler ve düşkünler ezilip gitmede ve kimsenin onları düşündüğü yok! Yalınayak ve yoksul zavallı halkı düşünen yok'.." Radyolarda kopardıkları onca yaygaranın doğru mu olduğunu sanıyorsunuz? Kendiniz gidip yakından görün, halkın nasıl -perişan-yaşadığını bizzat müşahede edin. 100-200 köyden birinde bir sağlık ocağı yoktur! Zavallılar ve aç yoksullar için kimse bir şey düşünmüş değildir! İslam’ın fakirlere ve yoksullar için öngördüğü programın gerçekleşmesine de fırsat vermiyorlar İslam fakirlerin sorununu halletmiş ve bunu programının 1. ilkesi edinmiştir: "...devlet gelirleri ve vergiler yoksullar içindir!.."([205]) İslam, her şeyden önce fakirlerle yoksulların işlerinin yoluna konulması ve herkesten önce onların düşünülmesi gerektiğini öngörmüştür. Ama bunun gerçekleştirilmesine izin vermiyorlar işte!.. Zavallı millet fakirlik ve açlık içinde yaşıyorken İran'daki yöneticiler her gün halktan topladıkları onca vergiyi kendi keyiflerine harcıyorlar!. İsrail ordusuyla yardakçılarının gelip bizim memleketimizde asken eğitim görmesi için -şahfantom uçakları alıyor! Bugün Müslümanlarla savaş halinde olan İsrail -ki onu destekleyenler de Müslümanlara savaş açmışlar demektir- bizim memleketimizde öyle destek bulmuş ve iktidardaki güç tarafından öylesine himaye edilir olmuştur ki, İsrailli subaylar, askeri eğitim için bizim ülkemize gelmektedirler!! Bizim memleketimiz onların üssü olmuş yani!!. Piyasamız da onların elinde zaten... Eğer bu minval üzere gider ve Müslümanlar da bu gevşekliklerini sürdürürlerse İsrail, Müslümanların piyasasını mahvedecektir. "... Siz makam ve konumunuzu - İslam ve mazlumlar için -kullanmıyor, hiç bir şey yapmıyorsunuz. Şer'i vazifesine amel etmekte olan kimseye de yardımcı olmuyorsunuz. "Zalimin sizi desteklemesine, size saygı göstermesine güveniyor, bununla avunuyorsunuz, meselâ size "...çok saygıdeğer büyük şeyh hazretleri" demesi hoşunuza gidiyor. Milletin başına neler geldiği, hükümetin neler yaptığı ise umurunuzda bile değil!" İmam -s- "benim hakkımı gasp ettiler, siz kıyam etmediniz" veya "İmamların -s- hakkını alıyorlardı da siz sesinizi bile çıkarmıyordunuz!" diyebilirdi, ama "ulema-i billah" demektedir ki bu da "rabbaniyyun" la önderlerden ibarettir; yoksa maksat "irfan ve felsefe ehli" değildir. "Âlim-i billâh" Allah 'in hükümlerine âlim olan ve ilahi hükümleri bilen kimseye denir. Ruhaniyet ve Allah Teâlâ' ya teslimiyet halinin kendisine egemen olduğu böyle insanlara "ruhani "ve "rabbani" denir. "Eğer siz dürüst insanlar olup bu işe girişseydiniz işlerin size geldiğini ve sizden başladığını, emri sizin verdiğinizi ve size müracaat edildiğim görürdünüz. İslam’ın istediği devlet kurulmuş olsaydı bugün dünyadaki mevcut devletler onun karşısında duramaz, teslim olurlardı. Ancak, böyle bir devletin kurulması hususunda maalesef ihmalkârlık gösterilmiştir. Sadr-ı İslam dönemindeki muhalifler engellediler -bu devletin- kurulmasını; iktidarın, Allah ve Resulünün sav- razı olduğu kimsenin elinde olmasına onlar engel oldular, yoksa iş buraya varmazdı, -bu kadar bozulmazdı- ." "Siz vazifenizi yerine getirmeyip devlet ve yönetim işini bırakınca, zalimlere bu makamı işgal edebilme imkânı ve ortamı doğmuş oldu Şeriata dayalı bir devletin onların eline düşmesine ve insanların zan ve şüphe üzerine kurulu bir düzen tarafından yönetilmesine ve baştakilerin keyfi bir yönetim tutturup şehvetlerini tatminden başka şey düşünmemesine sebep oldunuz. Onların yönetimi ele geçirebilmelerinin tek nedeni, sizin ölümden korkarak kaçmanız ve dünyanın sizden kaçmakta olan yaşamına gönül verip bel bağlamanız oldu. Siz bu tavrınızla yoksul ve zayıf kitleyi zalimlerin pençesine düşürdünüz; öyle ki kimi insanlar köle gibi ezildi; kimileri gece gündüz bir lokma ekmek için çırpınır oldu... Baştakilerse keyfi yönetimlerinde ve sorumsuzca iğrenç emellerinin peşinde..." Bütün bu durumlar bizim zamanımıza da tıpatıp uyuyor! Hatta hazretin buyurmuş olduğu o dönemlerden daha fazla uymada bizim çağımıza! O dönemlerde minberdeki bazı hatipler zalimleri övüyordu; şimdi radyolar var, her gün bağıra bağıra İslam karşıtı ve onların lehine propagandalar yapıyor, İslam hükümlerini, olduğunun tam tersi şekilde gösteriyorlar. -Yine hutbede geçtiği üzere- bugün de İslam beldeleri zalimler için hazır ve amade hale getirilmiştir ve çıkıp da karşılarına dikilecek kimsede de yoktur. -Rivayetin geriye kalan kısmını da incelerseniz- rivayetin baştan sona ulemayla ilgili olduğunu görürsünüz. "Alım-i billah"tan maksadın Ehl-i Beyt imamları -s- olduğunu gösterecek hiçbir belirti de mevcut değildir; "ulemâ-i billâh" ve "Rabbani", İslam ulemasıdır! "Rabbani", Allah'a inanan, Allah'ın hükümlerini bilen ve Allah'ın helaliyle haramı hususunda "emin ve güvenilir" olan kimseye denilir. Rivayette " işlerin mecra ve icrası ulemanın elindedir" derken bunun birkaç yıllığa mahsus olduğu veya meselâ sadece Medine ahalisine has olduğu gibi bir anlam kastedilmemektedir. Bizzat bu rivayet ve hutbeden de açıkça anlaşılmaktadır ki Hz. Emir'in -s- maksadı çok daha geniş ve geneldir; maksat büyük -İslam- ümmettir, haktan yana tavır koyup kıyam etmesi istenmektedir bu ümmetin. Allah'ın helal ve haramları hususunda " emin"ler olan âlimler; daha önce belirttiğim "ilim" ve "adalet" sıfatlarıyla da muttasıf olup Allah'ın hükümleri ve İslam’la ilgili işler onların eliyle cereyan etseydi insanlar artık hiçbir zaman aç ve zavallı kalmaz, İslam hükümleri terkedilmezdi. Bu rivayet-ı şerife, bahsimizi onaylayıcı niteliktedir, senedi zayıf olmasaydı delillerden sayıldığı da söylenebilirdi([206]) bizzat rivayetin mazmunu, -bu rivayetinmasum imamın -s- ağzından çıktığını ve sadık bir mazmun olduğunu göstermektedir zaten. Böylece "velayet-ı fakih" mevzuunu tamamlamış bulunuyoruz, bu konuda tekrar konuşacak değiliz artık. Meselenin teferruatı -füruu- konusunda, yani mesela zekâtın nasıl olacağı ve hadlerin nasıl uygulanacağı gibi mevzulara girilmesine de hiç gerek yok. Biz meselenin aslı ve usulü olan velayet-i fakih, yani İslam devleti mevzuunu ele aldık burada. Bu sohbetimde, Hz. Resulü Ekrem -saa- ve Ehl-i Beyt'in masum imamları -s- için geçerli olan "velayet"in fakih içinde geçerli olduğunu arz ettim, bu konuda zerrece şüphe yoktur. Bazı istisnai haller olabilir ki, biz de onları bu mesele dışında tutuyoruz zaten. Daha önce de belirttiğim gibi velayet-i fakih mevzuu ilk kez bizim gündeme getirdiğimiz yeni bir mevzu değildir; bilâkis, öteden beri var olagelen konulardandır. -Meselâ- Merhum Mirza Şirâzi'nin tütünü haram edip yasaklama konusundaki hüküm ve fetvası([207]) devlet ve yönetimle ilgili bir hüküm ve fetva olduğundan, diğer fakihleri de bağlıyordu ve onların da bu hükme uyması farzdı. Nitekim birkaç istisna dışında, İran'daki büyük âlimlerin tamamı bu fetvaya udular.([208]) Bu hüküm, birkaç kişinin belli bir mevzudaki anlaşmazlığını çözmek için verilmiş bir yargı fetvası değildi ki merhum Mirza Şirazi kendi teşhisiyle yargıda bulunup karar vermiş olsun! Müslümanların maslahatı ve "sânev1 hüküm"([209]) verilmiş yönetim ve devlet boyutlu bir fetvadır bu. Gerekçe var olduğu sürece bu fetva geçerliydi, gerekçenin ortadan kalkmasıyla birlikte bu hüküm ve fetva da kaldırılmış oldu. Aynı şekilde, Merhum Mirza Muhammed Taki Şirâzi'nin([210]) verdiği cihat hükmü -ki ismi müdafaa ve savunmaydı- ve bu hükme bütün ulemanın itaat etmesinin nedeni bunun, "İslâmî devlet ve yönetimle ilgili bir hüküm ve fetva" olmasıydı. Nakledildiğine göre Merhum Kâşiful Gıtâ da([211]) bu mevzuların çoğunu belirtmiştir. Arz ettiğim gibi, Merhum Neraki, Hz. Resulullah'ın -saa- bütün şer'i vazife ve yetkilerinin fakihler için de geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Merhum Nâiynî de "Ömer bin Hanzala" makbulesine istinaden aynı sonuca varmıştır.([212]) Kısacası, bu meselenin yeniliği yoktur, biz sadece biraz daha etraflıca ele almış olduk; devlet ve yönetim mevzununu inceleyerek beylere konuşmayı dinleyen yüksek din bilimleri öğrencilerine- sunduk ki mesele biraz daha aydınlığa kavuşmuş olsun. Allah Teâlâ’nın kitabı ve Resulünün -saalisanındaki emirlerine itaat ederek günümüzde ihtiyaç duyulan bazı konuları da beyan ettik, yoksa mesele -bizden önce de- birçoklarının anlamış olduğu üzeredir. Biz burada meselenin esasını ve özünü ele almaya çalıştık; bugünkü ve gelecek neslin bu meseleyi detaylarıyla tartışıp üzerinde etraflıca kafa yorması ve iktidarı- ele geçirmenin yollarını düşünüp araştırması gerekir. Gevşeklik, tembellik, ihmalkârlık ve ümitsizliği kendilerinden uzaklaştırmalıdırlar. Nasıl kurulacağı ve teferruatla ilgili diğer mevzuları meşveret ve fikir alışverişiyle belirlemeli, İslam devletiyle ilgili işleri emin ve güvenilir uzmanlara, inançlı bilge ve akıl sahiplerine bırakmalı; hainin elini devletten, vatandan ve Müslümanların beytülmalinden kesmeli ve gerçek kudret sahibi Allah Teâlâ’nın onlarla birlikte bulunduğundan emin olmalıdırlar. 5. BÖLÜM İSLAM DEVLETİ KURMAK İÇİN GEREKLİ MÜCADELE PROGRAMI İslam Devleti Kurmak İçin Gerekli Mücadele Programı Bizler, İslam devletinin kurulması için ciddiyet ve çaba sarf etmekle mükellefiz. Bu yolda yapacağımız ilk çalışma, tebligat ve propaganda olmalıdır. Tebligat yoluyla başlamamız ve ilerlememiz gerekir. Dünyanın her yerinde ve daima böyle olmuştur bu. Önce birkaç kişi oturup belli bir mevzu etrafında düşünür, karar verir ve ardından tebligat ve propagandaya başlarlar. Hemfikirler yavaş yavaş artmaya başlar ve derken ya belli bir güç halinde büyük bir devlete sızmak veya ona karşı mücadele edip savaşmak suretiyle o devleti yıkarlar. Meselâ Muhammed Ali Mirzâi'yi([213]) ortadan kaldırmış ve meşrutiyet yönetimini kurmuşlardır. Hiçbir zaman daha işin başındayken ordu ve kayda değer bir kuvvet var olmuş değildir; hep propagandayla ilerlenmiş, sadece propagandayla gidilmiştir. Zorbalıklar ve zulümler kınanıp protesto edilmiş, millet bilinçlendirilmiş ve bu zorbalık ve zulümlerin yanlış olduğu -ve yapılmaması, engellenmesi gerektiğiyolunda bilgilendirilmiştir; derken propagandanın boyutları giderek, artıp toplumun bütün kesimlerini sarmış, halk uyanıp harekete geçmeye başlamış ve neticeye ulaşılmıştır. Evet, sizin şimdi ne ordunuz var, ne de -yönetimi kendi elinizde olan- bir ülkeniz; ama propaganda imkânınız var... Düşman bütün propaganda araçlarını elinizden alabilmiş değildir. İbadetle ilgili meseleleri elbette ki halka anlatıp öğretmeniz gerekir, ama -bugün- 1. derecede önemli olan, İslam’ın siyası meseleleridir, İslam’ın hukuki ve iktisadi meseleleridir. İşin ekseni bunlardır ve bunlar olmalıdır. Vazifemiz, hakka dayalı bir İslam devletinin temellerini atabilmek için şimdiden çalışmaya başlayıp çaba göstermektir; tebliğ ve propagandada bulunup eğitmek, hemfikirler yetiştirmek, büyük bir fikri ve propaganda dalgası yaratmaktır; böylece sosyal bir akım oluşabilecek, bilinçli ve sorumluluk sahibi dindar kitleler İslami hareket etrafında toplanarak kıyam edip İslam devletini kurabileceklerdir. Propagandayla -tebligat- eğitim ve yetiştirme -talimat- iki önemli ve esas çalışmadır. İslam devletinin kurulup toplumda İslam hükümlerinin uygulanmasına müsait bir ortam oluşması için fakihler, İslam inançlarının, hüküm ve sistemlerinin (sosyal, idari, mülkî, askerî, iktisadi, kültürel vb. çeşitli yapılanma şekillerini -çev-) tebliğ ve propagandasını yapıp halkı yetiştirmekle yükümlüdürler. Rivayette de gördünüz; Hz. Resul-ü Ekrem'in -saa- varisleri, yani fakihlerin özellikleri anlatılırken "insanlara dini öğretir, talim ettirirler" ibaresi geçmektedir. Bilhassa sömürü politikaları ve maddecilerin İslam gerçeklerini saptırma ve Müslümanları şaşırtıp yanlışa düşürme siyaseti izledikleri günümüz şartlarında gereklidir bu. Bu şartlarda tebligat ve öğretip yetiştirme hususundaki sorumluluğumuz her zamankinden fazladır. Bugün Yahudilerin –hazalekumullah([214]) Kur'an'a müdahale ettiklerini görmekteyiz, işgal ettikleri bölgelerdeki Kur'an'larda bazı değişiklikler yapmışlar! Biz bu tür ihanet ve haince müdahaleleri önlemekle görevliyiz. Yahudilerle onların ecnebi destekçilerinin İslam’ın aslı ve esasıyla düşman oldukları ve bütün dünyaya hükmedecek bir Yahudi devleti kurmak istediklerini halka anlatmak, Müslümanları bundan haberdar etmek için haykırmak gerekir. Pek zararlı, şerli ve faal bir cemaat oldukları için, neuzubillah -Allah göstermesin- bir gün emellerine ulaşmalarından ve içimizden bazılarının ihmalkârlık ve gevşekliği neticesinde günün birinde Yahudi’nin başımıza geçip bizi yönetmesinden korkarım! Allah o günü göstermesin! Diğer taraftan sömürü kuruluşlarının propaganda araçlığını yapan bir grup müsteşrik de -şarkiyatçı- İslam’ın hakikatlerini tersyüz edip bozmak için faaliyete geçmiş durumdadır. Sömürü misyonerleri –İslam’a karşı- yoğun bir çalışma temposu içindedirler; bütün İslam beldelerinde zehirli propagandalarıyla gençlerimizi bizden ayırmaktadırlar. Yahudi veya Hristiyanlaştırıyor değiller; dinsizleştiriyorlar, ahlâklarını bozuyorlar, laubalilik ve sorumsuzluk aşılıyorlar ki bu da sömürücüler için yeter zaten! Tahran'da kilise, Siyonizm([215]) ve Bahailik'in([216]) zehirli propagandalarını yapan merkezler kurulmuş durumdadır; bunlar insanlarımızı yoldan çıkarmakta, İslam din ve ahkâmından uzaklaştırmaktadırlar. İslam’a zarar veren bu merkezleri ortadan kaldırmak bizim vazifemiz değil midir? Sadece Necefi bulunduruyor olmamız bize yeter mi yani? Kaldı ki, o bile bizim elimizde değil! Kum'da oturup yaslara mı gömülmemiz gerekir, yoksa tam tersine, dipdiri ve faal insanlar olmamız mı icap eder? Dinî ilmiye medreselerinin genç nesli olan sizler dipdiri olmalı ve Allah'ın emir ve direktiflerini canlı tutmalısınız. Sizler genç nesilsiniz, düşüncelerinizi geliştirip olgunlaştırın Bilimlerin teferruatlarıyla ilgili ayrıntılar etrafında dönüp duran düşünceleri bir kenara bırakın; çünkü bu kılı kırk yarmalar ve ayrıntılar birçoğumuzu asıl sorumluluklarımız ve ağır vazifelerimizi yerine getirmekten alıkoymuş, uzaklaştırmıştır. -Bu teferruatlarla uğraşmayı bırakın- İslam’ın imdadına yetişin, Müslümanları tehlikeden kurtarın. İslam’ı ortadan kaldırıyorlar; İslam ahkâmı adına, Hz. Resul-ü Ekrem -sav- adına -bu isimler ve görünüşleri kullanarak- İslam’ı yok etmekteler işte. Yerlisi ve yabancısıyla; ister sömürüye doğrudan uşaklık edenler, ister onların yerli uşaklarınca görevlendirilenler olsun, çeşit çeşit misyonerler İran'ın bütün köylerine ve kasabalarına kadar gitmişler, çocuklarımızla gençlerimizi, İslam’ın işine yarayabilecek olan genç neslimizi saptırıyorlar, yoldan çıkarıyorlar. Onların feryadına yetişin! Fıkıhtan ne öğrendiyseniz halka yaymak ve öğrendiklerinizi onlara öğretip anlatmakla mükellef ve sorumlusunuz siz. İlim ehli ve fakih olanlar hakkında ahbarda geçen onca övgünün([217]) nedeni, İslam’ın hüküm, akait ve nizamlarını halka tanıtmaları ve Hz. Resulullah'ın -sav- sünnetini insanlara öğretmeleridir. Sizler İslam’ın tanıtılması ve yayılması için elinizden geldiğince tebliğ etmeli, öğretip eğitmelisiniz. Bizler, İslam hakkında meydana getirilen şüphe ve iphamları silmekler mükellefiz. Bu şüphe ve karanlık noktaları zihinlerden silip uzaklaştırmadığımız sürece hiçbir şey yapmamız mümkün olmayacaktır. Birkaç asır boyunca İslam hakkında zihinlerde yaratılan, hatta kendi tahsillilerimize aşılanmaya başlanan bu şüphe ve zanları bertaraf etme ve İslam’ın dünya görüşü ve önerdiği sosyal sistemleri tanıtma hususunda çalışmalı, bunu gelecek nesle de yaptırmalı, hatta onlara da, kendilerinden sonraki nesle aynı şeyi tembihlemelerini söylemeliyiz. İslam devlet ve düzenini halka tanıtsınlar ki halk, İslam’ın ne olduğunu, İslam kanunlarının nasıl olduğunu bilsin... Bugün Kum, Meşhet ve diğer yerlerdeki dinî ilmiye medreseleri İslam’ı insanlara anlatmak ve bu okulu tanıtmakla muvazzaftırlar. Halk İslam’ı bilmiyor... Siz kendinizi, İslam’ınızı, İslam devleti ve İslami liderlik ve yöneticilik örneklerinizi dünya insanlarına tanıtmalı, anlatmalısınız. Bilhassa üniversitelilere, tahsilli kesime... Üniversiteliler uyanıktır; şundan emin olunuz ki siz eğer bu okulu anlatabilir ve İslam devletini gerçek haliyle üniversitelilere tanıtabilirseniz, canla başla İslam’a sarılacaklardır. Üniversiteliler diktatörlük ve istibdada muhaliftirler, göbeğinden sömürüye bağlı kukla ve uşak rejimlere karşıdırlar, zorbalığa ve kamu mallarının talan edilmesine karşıdırlar, haram yiyicilik ve yalan dolana karşıdırlar. Böylesine sosyal iktidarı, yönetim biçimi, eğitim metodu ve öğretileri olan bir ıslama hiçbir üniversite ve üniversiteli karşı değildir. Bunlar Necef dini ilmiye medresesine ellerini uzatmışlar, "bizim için bir çare düşünün" diye... Oturup onların bize emr-ı bil mârufta bulunmalarını ve bizi vazifemizi yerine getirmeye davet etmelerini mi beklemeliyiz yani? Gençlerin kalkıp Avrupa'dan bize "iyiliğe davet" çağrısında bulunup "biz İslami ilmiye medresesi kurduk, sız bize yardımcı olun" demelerini mi bekliyoruz? Bu konularda gerekli uyanlarda bulunmak, sadr-ı İslam dönemindeki İslam’ı yönetim tarzı ve İslam yöneticilerini yönetim metotlarını açıklamak ve; "onun Hz. Ali'nin /çev/- hükümet binası ve Adalet Bakanlığı caminin bir köşesinden ibaretti ve hükümetinin egemenlik sahası İran'a, Mısır'a, Hicaz'a ve Yemen'e kadar uzanıyordu. Ne yazık ki devlet, ondan sonraki grup ve sınıfların eline geçince yönetim tarzı saltanata -krallık-, hatta daha da beterine dönüştürüldü" diye izah edip -şöyle eklemek- bize düşer: Şimdi nasıl bir devlet istiyoruz? Bizim devlet yöneticileri ve yetkililerimiz nasıl olmalı, tutum ve tavırlarının nasıl olması gerekir, nasıl bir siyaset izlemeleri icap eder? -şeklindeki sorulan bizim cevaplayıp açıklamamız gerekir- İslam ümmetinin devlet başkanı, kendi kardeşi Akil’e([218]) öyle davranıyor ki -adamcağız- kendisine ekonomik ayrıcalık tanınması ve beytülmalden ek bir yardım bağlanması gibi bir istekte bulunmaya bir daha cüret edemiyor! Beytülmalden ariyet -hemen geri verilmek üzere alınan ödünç- olarak bir şey alan kızını hesaba çekip azarlıyor ve "eğer hemen gen vermek üzere ödünç almış olmasaydın, eli kesilen ilk Hâşimı kadını olmaktan kurtulamayacaktın!" diyor([219]) Biz böyle bir yönetici ve devlet başkanı istiyoruz işte. Yani kanunu uygulayacak bir yönetici, kendi arzu veheveslerini değil, kanun karşısında herkesi eşit tutacak, eşit temel hak ve vazifeler tanıyacak, bireyler arasında ayırım ve ayrıcalık gözetmeyecek, kendi ailesiyle toplumun diğer fertlerine aynı gözle bakacak, kendi oğlu hırsızlık edecek olsa elini kesecek, kardeşi veya kız kardeşi eroin satacak olsa idam edecek biri lazım; 10 gram eroin için birçok insanı idam ederken kendi ailesi eroin şebekesinin başını çekip memlekete tonlarca eroin sokan değil! Tebligat - Propaganda- Ve Talimata -Eğitme ve Yetiştirme- Hizmet Edecek Toplantı ve İçtimalar İslam’ın ibadetle ilgili hükümlerinin çoğu siyası ve sosyal hizmet kaynağıdır. Esasen İslam’ın ibadetleri siyaset ve toplumun tedbirinde bulunmayla iç içedir. Mesela cemaat namazı, hacc ve Cuma namazı münasebetiyle toplanma ve içtimada bulunuş, maneviyat, ahlaki ve itikadi etkileşimle dolu olmasının yanı sıra siyasi etkilere de sahiptir. İslam bu tür toplanış ve içtimaları dinî fayda sağlanması, bireylerin kardeşlik ve elbirliği duygularını güçlendirip takviye etmesi, Müslümanların fikrî gelişme ve bilincini artırması, siyası ve sosyal müşkülatları için çözüm yolları bulmaları ve ardından topluca cihat, gayret ve çaba göstermeleri için öngörmüştür. Gayri İslami ülkelerde veya halkı Müslüman ülkelerdeki gayri İslami yönetimler bu tür kalabalık içtima ve toplanmaları gerçekleştirmek isteseler memleketin servet ve bütçesinin milyonlarını bu işe harcamak zorundadırlar. Üstelik onların toplantıları samimiyet ve sevgiden, hayra sebep olacak etkilerden uzak, tamamen gösterişten ibaret cansız ve ruhsuz toplantılardır İslam bu işi öylesine organize etmiştir ki, canı hacca gitmek isteyen herkes kalkıp hacca gidebilmektedir, Müslüman, canla başla cemaat namazına gitmektedir. Bu toplanma ve içtimalardan dini tebligat, eğitim, terbiye ve İslami siyasi ve itikadı hareketin yayılıp genişlemesi yolunda faydalanılmaktadır. Bazıları vardır ki böyle şeyleri hiç düşünmezler, "veledzalliyn"i iyi telaffuz edebilmekten öte bir düşünceye sahip değildirler. Hacca gittikleri zaman da Müslüman kardeşleriyle hoş geçinip anlaşacakları, İslam akait ve hükümlerini yayacakları, Müslümanların genel sorun ve müşkülatlarına çözüm yolları arayacakları ve meselâ, bir İslam beldesi ve İslam vatanı olan Filistin'in kurtarılması için el ele verip mesai birliğinde bulunacakları yerde, ihtilafları körüklemektedirler. Hâlbuki sadr-ı İslam Müslümanları hac veCuma namazlarında toplanan onca kalabalıkla önemli işler yapıyorlardı Cuma hutbesinde - bugün olduğu gibi- bir sure ve dua okuyup birkaç kelime söyleyip geçmiyorlardı ki hemen, Cuma hutbeleriyle icabında ordular seferber ediliyor ve camilerden savaş meydanlarına gidiliyordu Camiden kalkıp savaş meydanına giden bin ise sadece Allah'tan korkar, başkaca hiç kimse ve hiçbir şeyden değil! Böyle biri öldürülmekten, fakir ve perişan düşmekten korkmaz. Böyle bir ordu, zafer ve başarı ordusudur, muzafferdir. Cuma hakkındaki hutbelere, hz. Emir'ın -s-hutbelerine bakın;([220]) hep halkı harekete geçirmek, gayretlendirmek ve mücadeleye teşvik etmek, İslama mücahid ve fedâı yetiştirmek, dünya insanlığının problem ve müşkülatlarını gidermek içindir, bu cihettedir Eğer müslümanlar her Cuma günü toplanıp Müslümanların sorun ve müşkülatlarını ele alarak bunları görüşüp gidermeye çalışsalardı veya –en azından- buna karar verip azmetselerdi işler bu noktaya varmazdı. Bugün ciddiyetle bu toplantıları düzenlemeli, tebligat ve toplumu eğitip yetiştirme yolunda bunlardan faydalanabilmeliyiz. Siyası ve itikadı İslami hareket - İslam inkılâbı- böylece yayılıp genişleyecek ve tırmanışa geçecektir. Bir "Aşura" Meydana Getirin İslam’ı insanlara anlatın, İslam’ı anlatma yolunda "Âşura"nın benzen bir kıyam ve hareket gerçekleştirin! Bugün Aşurâ'yı nasıl var gücümüzle korumuş ve unutulmasına izin vermemişsek, halk nasıl hâlâ Aşura için toplanıp sinesine dövünüyorsa -ki Aşurâ'yı gerçekleştirene selam olsun!- siz de bugün rejime karşı güçlü dalgalanmalar oluşturacak bir iş yapın; öyle bir iş ki kalabalıklar toplansın, mersiyeler okunup minberlerde -o hususta- vaazlar verilsin ve halkın zihnine kazınsın... İslam’ı tanıtırsanız, İslam’ın dünya görüşünü, akaidini, sosyal yapılanma ve sistemlerini, usul ve hükümlerini halka tanıtıp anlatacak olursanız canla başla bağırlarına basacaklardır İslam’ı. Allah bilir ya, İslam’a gönül verenler çoktur. Ben tecrübemle yaşadım; bir kelime -İslâmî bir mefhum- benimsetildiği zaman halkta büyük bir dalgalanma oluşuveriyordu. Çünkü halkın tamamı bu durumlardan rahatsız ve şikâyetçidir, süngü ve baskı altında konuşamamakta, sesini çıkaramamaktadır. Yiğitçe kalkıp -rejimin karşısına- dikilecek ve korkmadan konuşacak birini beklemektedir. Şimdi sizler, İslam’ın yiğit evlatları, mertçe kalkıp konuşun, gerçekleri sade ve anlaşılır bir dille halk kitlelerine anlatın, onları şevke getirip harekete geçirin; çarşı pazardaki, sokaktaki insanlardan, şu tertemiz yürekli işçilerle köylüler ve bilinçli üniversitelilerden mücahit insanlar yetiştirin. Halkın tamamı mücahit olacaktır o zaman. Tosumun bütün kesimleri hürriyet, bağımsızlık ve halkın saadeti için mücadele etmeye hazırdır. Hürriyet ve mutluluk yolunda verilecek bir mücadele için din gereklidir. Cihat okulu ve mücadele dini olan İslam’ı halka vermesini bilin, o zaman insanlar düşünce ve ahlaklarını ona göre düzeltecek ve mücahit bir güce dönüşerek siyasî sömürü ve zulüm düzenini yıkıp İslam devletini kuracaktır. İslam akait ve sitemlerinin tanıtıcısı olan, bunu koruyup muhafaza eden, bu tanıtıcılık, savunma ve bekçiliğini de heyecanlı, uyandırıcı ve bilinçlendirici konuşmaları ve halka kılavuz ve lider olmasıyla ispatlayan fakihler "İslam’ın kalesi"dirler ancak! İşte ancak o zamandır ki, 120 yıl sonra ölecek olsalar halk onların ölümüyle- İslam’da bir boşluk oluştuğunu hissedecek ve İslam’ın başına acı bir olay geldiğini görecektir. Rivayette de geçtiği üzere: "...âlimin -imanlı fakihin- ölümüyle, İslam kalesinde giderilmesi imkânsız bir gedik açılır." Evet, "iman sahibi bir fakih ölecek olursa İslam toplumunda doldurulamayacak bir boşluk oluşur" derken, evinde oturup mütalaa etmekten başka bir şey yapmayan benim gibilerinin mi ölümü kastediliyor sanıyorsunuz? Benim gidişimle İslam toplumunda ne gibi bir boşluk oluşur ki?! İslam, İmam Hüseyn'i s- kaybettiği zaman "giderilmesi imkânsız bir boşluğa uğrar ancak." İslam’ın akait, hüküm ve sosyal düzen ve sisteminin bekçileri, bu yolda kayda değer hizmetler veren "Hâce Nesır"([221]) ve "Allâme"([222]) lerdi, böylelerinin ölümüyle bir boşluk oluşmuş olur ancak. Ama ben ve siz beyefendiler; İslam için ne yaptık ki öldüğümüzde bu rivayetin kapsamına girenlerden sayılabilelim?! Bizim gibi bin kişi ölse hiçbir şey olacağı yoktur! Çünkü ya tam anlamıyla fakih değilizdir, ya da olsak bile, tam anlamıyla mümin değilizdir! Uzun Vadeli Bir Mücadele Direnci Aklı başında hiç kimse bizim bu tebligat, propaganda, eğitme ve yetiştirme çalışmalarımızın hemencecik bir İslam devletinin teşekkülüyle sonuçlanmasını beklemez. Bir İslam devleti kurabilmek için çok yönlü ve aralıksız -uzunfaaliyetlerde bulunmamız gerekir. Zaman gerektiren bir hedeftir bu. Akl-ı selim sahipleri 200 yıl sonra bir başkasının gelip üzerine bir temel atıp belli bir sonuç elde edebileceğini umarak şimdiden şuraya bir taş yerleştirmektedirler. Halife, ceviz fidanı dikmekte olan bir ihtiyara "İhtiyar!" diyor, "Elli yıl sonra olgunlaşıp sen öldükten sonra meyve verecek bir ağacı mı dikiyorsun?" İhtiyar "Başkaları dikti biz yedik, biz de dikelim ki başkaları yiyebilsin!" diye cevap veriyor. -Kendimiz göremeyecek olsak ve- ancak bizden sonraki neslin sonuç olabileceğini biliyor olsak dahi çalışmalarımızı sürdürmemiz -ve aralık vermememiz- gerekir. Çünkü İslam’a hizmettir bu, insanların saadeti içindir; şahsi bir çıkar için değildir ki "bize menfaati olmayacak, ancak bizden sonrakilere fayda sağlayabilecek bir işten bize ne!" diyebilelim! Bütün maddiyatını ve sahip olduğu her şeyi bir çırpıda tehlikenin kucağına atıp feda eden Hz. Seyyiduşşuheda -İmam Hüseyin a.s-nin kendi çıkarını düşünmeye yönelik bir zihniyeti olsaydı, ilk baştan uzlaşır gider, mesele de bitmiş olurdu. Emevi saltanatının başındakiler İmam Hüseyin'in -s- onlara biat elini uzatıp iktidarlarını onaylamasını Allah'tan istiyorlardı zaten! Peygamber’in -saa- evladı ve devrinin imamı olan bir zatın onlara "müminlerin emiri" diye hitap edip devlet ve rejimlerini resmen tanımasından daha sevindirici ne olabilirdi onlar için?! Ama o hazret -kendisinin değil- İslam ve Müslümanların geleceğini düşünüyordu. Onun mukaddes cihadı ve fedakârlıkları neticesinde İslam’ın gelecekte insanlar arasında yayılıp sosyal ve siyasi sisteminin toplumlarda teşekkül bulması için Emevi düzenine- karşı çıktı, mücadele edip fedakârlıkta bulundu. Daha önce zikrettiğim rivayete dikkat ederseniz Hz. İmam Sadık'ın -s- zalim yöneticilerin yoğun baskısı altında ve takiyye halinde bulunduğu, bilfiil icrâi yürütme- gücüne sahip olmadığı ve çoğu kereler gözaltında ve göz hapsinde tutulduğu halde; bu şartlar altında dahi Müslümanlara şer'i direktifler verdiğini, kadı atayıp yetkili tayin ettiğini görürsünüz. Hazretin bu yaptığının manası nedir? Esasen bu atama ve azletmelerin ne yararı vardır sahi?! Yüksek ve ileri fikirlere sahip büyük insanlar hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmaz ve şimdiki hallerine, hapishanede esir olduklarına ve serbest bırakılıp bırakılmayacaklarına bakmazlar, şartlar ne olursa olsun, hedef ve gayelerini gerçekleştirebilmek için plan ve program yaparlar; daha sonra bizzat kendileri bu planları gerçekleştirebilecek fırsat bulamazlarsa başkalarının -200 veya 300 yıl sonra olsa bile- bu planları uygulama safhasına koyacağını düşünürler. Büyük hareketlerin çoğunun temeli bu şekilde olmuştur. Endonezya'nın eski cumhurbaşkanı Sukarno([223])hapisteyken bu düşünceleri taşıyordu, orada yaptığı planlar daha sonraları gerçekleşmiştir. İmam Sadık -s- plan ve tasarı yapmanın yanı sıra tayinde de bulunmuştur. İmamın bu tayini sadece o gün için olmuş olsaydı elbette ki bugün geçersiz sayılacaktı, ama o hazret, geleceği düşünüyordu. Bizim gibi değildi ki sadece kendini düşünsün, sadece kendisiyle ilgilensin... Ümmeti düşünüyordu o; insanlığı düşünüyordu, bütün bir kâinatı düşünüyordu. İnsanlığı ıslah etmek, adalet kanununu uygulamak istiyordu. Bin küsur sene önce o plan ve tasarı yapacak, tayinde bulunacak ki; milletler uyandığı ve İslam milleti bilinçlenip kıyam ettiği zaman ne yapılacağı belli olsun; İslam devletinin durumu ve İslam’a kimin başkanlık etmesi gerektiği belli olsun. Esasen İslam dini, Şia mezhebi, diğer mezhepler ve diğer dinler hep böyle gelişip ilerlemişlerdir, Yani önce salt tasarı ve plandan başka bir şey yoktu ortada; derken, peygamberler ve liderlerin ciddiyet ve azimleri sayesinde zamanla neticeye ulaşılmıştır. Musa sadece bir çobandı, başka şey değil! Yıllarca çobanlık yapmıştır... Firavunla mücadele etmekle görevlendirildiği gün hiçbir yardımcısı ve adamı yoktu. Ama kişisel azmi, hamuru, liyakati ve direnci sayesinde bir asayla Firavun rejiminin işini bitirdi! Musa'nın -s- asası bizim elimizde olsaydı bu işi pekala biz de becerebilir miydik sanıyorsunuz?! O asayla Firavunun düzenini yıkabilmek için Musa azmi, Musa himmeti ve tedbiri gereklidir... Bu da herkesin becerebileceği bir şey değildir. Hz. Peygamber-i Ekrem -saa- peygamberlikle görevlendirilip tebliğe başlayınca ilkin sadece 7 yaşında bir çocuk olan Hz. Emir –Ali -s-, ile 40 yaşında bir kadın olan Hz. Hatice o hazrete iman ettiler. Bu ikisinden başka ona inanan kimse yoktu. O hazrete ne eziyetler edildiğini, nasıl herkesin onunla muhalefet ettiğini ve ne komplolar düzenlendiğini hepiniz bilirsiniz. Ama o yılmadı, ümitsizliğe kapılmadı, "kimsem yok, adamım yok!" demedi. Yılmadan azimle direndi, güçlü bir ruh ve kararlılıkla vazifesini öyle ifa etti ki bugün 700 milyon insan* onun sancağı altındadır. Şia mezhebi de sıfırdan başlamıştır. Hz. Peygamber-i Ekrem -sav-efendimiz bu mezhebin temelini attığı gün kendisiyle alay ettiler!.. -Bildiğiniz üzere- herkesi çağırıp misafir ettiği zaman "şöyle şöyle olan, -bu ilahi çağrıya ilk lebbeyk diyen- benim vezirim olacaktır" buyurmuş ve o sırada henüz buluğ çağına bile gelmemiş bir çocuk olan, ama büyük mü büyük bir ruh taşıyan, bütün dünyadan daha büyük bir ruha sahip olan Hz. Emir (Alı -s-)'den başka kimse ayağa kalkmamıştı. Bu sırada oradakilerden bin Hz. Ebu Talib'e dönüp "bundan sonra oğlunun sancağı altına giriyorsun!" demişti alaylı bir şekildeK([224]) Yine Hz. Resulullah efendimiz -saa- yönetim ve velayeti Hz. Emir elmüminin'e (Alı -s-) sunduğu zaman da ilkin "ne alâ! Mübarek olsun!" gibi samimi olmayan- göstermelik laflarla karşılaşmış([225]) ama ilk muhalefetler de yine hemen orada başlayıvermişti ki sonuna kadar da bu muhalefet sürüp gitti! Eğer hz. Resulullah efendimiz -saa-, hz. Ali'yi -s- sadece şer'ı meselelerle ilgili bir merci ve yetkili olarak tayın etmiş olsaydı hiçbir muhalefette bulunulmazdı; ama o hazreti kendi yerine tayın edip "Müslümanları o yönetecek, İslam ümmetinin kaderi onun elinde olacaktır" buyurarak iktidarı ona bırakınca o malum rahatsız edici olaylar vuku buldu... Nitekim eğer siz de bugün evinizde oturup memleketin işlerine karışmazsanız kimsenin size bir şey diyeceği yoktur. Ancak; memleketin kaderine müdahalede bulunmaya yeltenecek olursanız size hemen müdahale ederler. Hz. Emir'el müminin (Hz. Alı -s-) ve onu izleyenler Şia- devlet ve hükümet işlerine karıştıkları için onca eziyet ve cezaya maruz bırakıldılar. Ama yine de cihat ve faaliyetten vazgeçmediler; onların tebligat ve mücahedeleri neticesinde bugün 200 milyon Şia yaşamaktadır dünyada. Din Âlimlerinin Yetiştiği İlmiye Medreselerinin Islahı İslam’ın -gereğinceinsanlara tanıtılabilmesinin şartı, din adamlarının yetiştirildiği medreselerin ıslah edilmesidir. Şöyle ki: Ders programlarıyla tebligat ve eğitim - yetiştirme metodu -eksikleri giderilmeli vemükemmelleştirilmelidir. Gevşeklik, tembellik, ümitsizlik ve kendine güven duymamanın yerini ciddiyet, çaba, gayret, ümit ve kendine güven almalıdır. Ecnebi propaganda ve şartlandırmalarının, kimilerinin moral ve psikolojisi üzerinde yarattığı etki ve izler giderilmelidir. Bizzat dini ilmiye medreselerinin içinde bulunup, oradan, halkı İslam’dan ve sosyal ıslahattan alıkoyan kutsal maskeli -dindar veya hoca olmadığı halde öyle geçinenler /çev/- güruhun düşünceleri ıslah edilip düzeltilmemdir. Dinini dünyaya satan saray mollaları – İslam’ı olmayan rejimlere hizmet eden din adamlarının /çev/- bir daha bu elbiseyi -âlimlere mahsus aba ve sarık /çev/- giymesi yasaklanmalı, böyleleri dini ilmiye medreselerinden hemen atılmalı, kovulmalıdır. Sömürünün Fikrî Ve Ahlâkî İzlerinin Ortadan Kaldırılması Sömürünün yardakçıları ve onlara bağlı kukla ve anti-milli rejimlerin propaganda, eğitim ve siyasi mekanizmaları asırlardır zehirli propagandalar yapıyor, zihinleri bulandırıyor, halkın ahlakını ve fikirlerim zehirliyorlar. Halkın arasından gelip dini ilmiye medreselerine girenler tabii ki - ister istemez- bu fikri ve ahlakı zehirlemelerin yarattığı kötü iz ve etkileri de beraberlerinde getirmektedirler. Dini ilmiye medreseleri de nihayet bu halk ve toplumun bir parçasıdır. Bu nedenle, medreselerdeki fertlerin ahlak ve düşüncelerini ıslah edip düzeltmemiz gerekir. Ecnebilerin zehirli propaganda ve şartlandırmalarıyla hain ve satılmış bozuk rejimlerin politikalarının yarattığı ruhi ve fikri iz ve etkileri silmemiz, bununla mücadele etmemiz gerekir. Bu -menfi- iz ve etkiler apaçık ortadadır. Mesela bazılarının medreselerde birbirlerinin kulağına eğilip "Biz bu işlerin adamı değiliz, bu gibi işlerden bize ne? Biz sadece dua etmeli, dinin ibadetle ilgili mevzuatını açıklamalı -siyasete karışmamalıyız" diye fısıldaşanlar olduğunu görüyoruz... Bunlar, ecnebilerin zihinlere soktuğu yanlış düşünceler, şartlandırmalardır. Necef, Kum, Meşhet ve diğer ilmiye medreselerinin ta kalbine sızarak gevşeklik, pısırıklık ve tembelliğe yol açıp -din öğrencilerinin düşünce ufuklarının- gelişmesine ve olgunlaşmasına engel olan sömürücülerin birkaç yüzyıllık zehirli propagandalarının yarattığı menfi tesirlerdir bunlar. Durmadan -gelip- mazeretler öne sürüyorlar "bu işler bize göre değil..." diye!.. Yanlıştır bu! Böyle düşünmemeliyiz! Bugün İslam ülkelerinde iktidarı elinde tutanlar necidirler ki "bu işler" onlara göre oluyor da, bize göre olmuyor" diyelim?! Onlardan hangisinin lalettayin herhangi bir fertten daha üstün ve liyakatli bir yanı var?! Çoğunun tahsili bile yoktur! -Mesela- Hicaz'ı yönetenin([226]) ne tahsili var? Nerede okumuş ki?! Rıza Han'ın okuma yazması bile yoktu! Okuma - yazma bilmeyen bir erdi, hepsi bu!! Tarihte de durum hep böyle olagelmiştir: Milletin başına musallat olan zorba ve keyfi egemenlerin pek çoğu toplumu yönetme, millet için tedbirlerde -idare- bulunmaya layık insanlar değildi, ilim ve faziletten zerrece nasiplenmemişlerdi. Harun Reşit([227]) veya büyük ülkelere hükmetmekte olan diğerleri -Emevî ve Abbasi halifeleri /çev/- ne okumuşlardı, tahsilleri ne kadardı?! Tahsil, bilim ve çeşitli bilimlerde ihtisas ve uzmanlaşma; idari ve yürütmeyle ilgili işler ve programlamalar için gereklidir ki bu ihtisaslara sahip insanlardan biz de faydalanacağız. Ülkenin üst düzeyde yönetim ve denetimi, adaletin yayılması ve halk arasında adilane ilişkilerin sağlanmasıyla ilgili şeyler -bilimler- ise fakihin okuduğu, onun tahsil ettiği -ve bildiği- şeylerdir. Milli bağımsızlık ve hürriyetin muhafazası için gerekli şeye sahip olan da, yine fakihtir. Yine fakihlerdir ki başkalarının boyunduruğuna girmemekte, ecnebilerin nüfuzuna teslim olmamakta, milletin haklarını, İslam beldesinin hürriyet, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü canı pahasına korumaktadır. Keza, sağa - sola sapma göstermeyecek olan da fakihtir yine! Siz şu tükenmişlik ve ümitsizliği silkinip üzerinizden bir atın; tebligat yöntem ve programınızı tamamlayıp hazırlayın, İslam’ı tanıtma hususunda çaba ve ciddiyet gösterin, İslami devleti kurmaya azimle karar verip bu yolda öne geçerek ilk adımı atın, hürriyet aşığı şu mücadeleci halkla el ele verin, o zaman İslam devleti kesinlikle kurulacaktır! Kendinize güvenin! Sizler milletin hürriyet ve bağımsızlığı için mücadele verecek güç, cüret ve yeteneğe sahip olup bunu bizzat yaptığınıza, halkı uyandırıp mücadeleye teşvik edebildiğinize, sömürü ve baskı rejimini titrettiğinize, günden güne tecrübenizi artırıp sosyal konulardaki liyakat ve becerinizi daha da geliştirdiğinize göre zorba ve zalim egemenin -şahdüzenini yıkmayı başardıktan sonra devlet yönetimi ve halk kitlelerini yönetmenin üstesinden de mutlaka gelirsiniz! Devlet ve yönetimle ilgili taslak ve bunun için gerekli kanunlarımız hazırdır. Memleketi yönetebilmek için vergi ve gelir lazımsa, İslam belirlemiştir. Kanun lazımsa, hepsini belirlemiştir. Devlet kurduktan sonra oturup kanun çıkarmanıza ya da ecnebiperest ve batı hayranı yöneticiler gibi gidip başkalarının kanunlarını ödünç almanıza gerek yoktur, her şey hazır ve amadedir. Sadece bakanlık program ve tüzükleri kalıyor ki o da çeşitli dallardaki uzmanlarla müşavirler ve muavinlerin de yardımıyla bir müşavere -danışma- meclisinde hazırlanıp onaylanıverir. Sevinerek belirteyim ki milletler de size tabi ve sizinle birliktedir. Sadece silahlı takviye ve gücümüz azdır ki onu da inşallah elde ederiz. Musa'nın -sasasıyla, Musa'nın -s- himmetine ihtiyacımız var şimdi; Musa'nın -s- asasıyla, Alı Bin Ebutalib'in -s- kılıcını kullanabilecek insanlar lazım -bu harekete-. Evet, medreselerde oturan o hiçbir işe yaramaz pısırık adamlar devlet kurabilecek ve iktidarı ellerinde tutabilecek insanlar değildirler, çünkü o kadar beceriksizdirler ki kalem bile kullanamaz -bu mevzuları yazamaz ve hiçbir iş için adım dahi atamazlar. Ecnebiler ve onların -yerli- uşakları durmadan "Kardeşim, git işine! Medresende oturup tahsilinle uğraş, bu işlerle neden uğraşıyorsun?! Size göre değil bu işler!!" diye o kadar kulağımıza okuyup durdular ki, sonunda, elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine ve beceriksiz insanlar olduğumuza kendimiz de inanır olduk!! İşte, bu zehirli propagandayı bazılarının kulaklarından söküp atamıyorum ben şimdi! İnsanlığın başkanlığını üstlenmeleri gerektiğini izah edemiyor, "siz de diğer insanlar gibisiniz, siz de memleketi idare edebilirsiniz!" diye anlatamıyorum bir türlü! Başkalarında olup da siz de var olmayan ne?! Onların tek farkı, bazılarının şuraya buraya –yurt dışına- gitmesi, bu arada kiminin biraz da okumuş olması değil midir? Biz, okumasınlar demiyoruz; okumaya karşı değiliz biz, ilme karşı değiliz asla! İsterlerse aya da gitsinler, atom sanayii kursunlar, biz engel olacak değiliz ki! Ama o hususlarda da birtakım vazife ve yükümlülüklerimiz var bizim de. Siz İslam’ı anlatıp tanıtın, İslam’ın yönetim ve devletle ilgili programlarını dünyaya tanıtın; İslam ülkelerinin başındaki şu krallar, sultanlar ve cumhurbaşkanları o zaman belki meselenin doğru olduğunu anlar ve İslam’a tabi olurlar... Biz onların elinden -makamlarını- almak istemiyoruz ki, tâbi ve güvenilir olanın, yerinde kalmasına izin vereceğiz. Bugün dünyada 700 milyon nüfusumuz var bizim, 170 milyondan fazlası Şia’dır bunun; hepsi de bizi izlemekte sözümüzü dinlemektedirler, ama pısırıklık ve beceriksizliğimizden, onları idare edemiyoruz işte! Biz, halkın emanettarlığını yapacak, güvencesini sağlayacak bir devlet kurmalıyız; halkın güveneceği, kaderlerini canla başla teslim edecekleri bir devlet... Emanete ihanet etmeyecek, onun sayesinde ve kanunun gölgesinde bütün milletlerin tam bir huzur ve güvenle hayatlarını sürdürebilecekleri güvenilir bir yönetici istiyoruz biz. Bunlar, üzerinde kafa yormanız, durup düşünmeniz gereken meselelerdir, ümitsizliğe kapılmayın. Bu işin "imkânsız" olduğunu sanmayın; Allah da bilir ya, sizin beceri ve liyakatiniz diğerlerinden hiç de az değildir. Eğer beceri ve liyakat demek katillik ve zulüm demekse bunlar elbette ki bizde yok! Hapisteyken([228]) o herif yanıma geldiğinde, Allah selamet versin -ki kendisi hala tutukludur- Kummi Bey'le([229]) ben birlikteydik; herif "...siyaset pistir, kötülük ister, yalancılık ister; kısacası politika dediğin itoğlu itliktir, -bu yüzden, siyaseti- bize bırakın siz!" demişti. Dediği doğruydu da! Çünkü eğer siyaset buysa, tabii ki ancak onlara mahsus bir iştir! İslam’ın siyaseti, Müslümanların siyaseti, "siyaset adamı ve lider insan"lar olan([230]) hidayet imamları aleyhimusselamın siyaseti ise bambaşkadır. O -herif- bizim zihnimizi iğfal etmek istiyordu, nitekim sonra da gidip "Siyasete karışmamaları hususunda din adamlarıyla anlaşmaya varıldı!" diye yazdırdı gazetelere!([231]) Biz de serbest bırakılır bırakılmaz minbere çıkıp tekzip ettik tabı! "Yalan söylüyor" dedik, "Humeyni veya bir başkası; -ulema içinden- kim böyle bir şey söyleyecek olursa aramızdan -ulemanın arasından- kovarız onu!" dedik([232]) Sizi memleket işleriyle ilgilenmekten vazgeçirip bu işi kendi ellerinde tutmak, sizi de hep -ibadet ve- duayla oyalamak için bunlar öteden beri "politika yalan dolandan ibarettir" gibi laflarla doldurdular kafamızı; siz burada oturup "Haledullah-u mülkî! "([233]) diye durun; onlar da dilediklerini yapsınlar! İstedikleri serseriliği yapsınlar, öyle mi?! Tabi, Allah'a şükür onlarda bu -planlan yapabilecek- akıl ve zeka zaten yok, ama üstatları ve uzmanları bu planlan yapıyor işte. 300 yıl öncesinden doğu ülkelerine sızarak bu ülkeleri her yönüyle tanıyan İngiliz sömürücülerinin işidir bütün bunlar. Daha sonra da Amerikalı ve diğer sömürücüler İngilizlerle el ele vererek bunları hep birlikte yaptılar. Hemedan'da bulunduğum günlerde bir talebem geldi yanıma. Alım elbisesini çıkarmış -alenen din adamlığı yapmayı bırakmış-tı, ama faziletli ve değerli bir insandı, ahlakını da hâlâ korumadaydı. Büyük bir kâğıt çıkarıp koydu önüme, bazı yerleri kırmızıyla işaretliydi. Bu kırmızı işaretlerin, İran'daki yeraltı zenginliklerini gösterdiğini söylüyordu, yabancı uzmanlar keşfetmiş bunları... Ecnebi uzmanlar gelip ülkemiz üzerinde çalışmışlar, incelemeler yapmışlar. Memleketimizin neresinde altın, neresinde bakır, neresinde petrol vb... olduğunu hep bulup çıkarmışlar. Bizim insanımız üzerine de araştırmalarda bulunmuş ve planlarının gerçekleşmesine set teşkil edip engel olan yegâne şeyin İslam ve İslam âlimleri olduğunu anlamışlar. Onlar, İslam’ın Avrupa'ya nasıl egemen olduğunu gördüler, İslam’ın gücünü bilir onlar; gerçek İslam’ın bu tür şeylere -ihanetler- karşı olduğunu da bilirler. Keza gerçek anlamda âlim olanları avuçlarına alıp kullanamayacaklarını ve öylelerinin fikirlerini etkileyemeyeceklerini de bilirler. Bu nedenledir ki öteden beri bu dikeni siyaset yollarının üzerinden kaldırmaya çalıştılar, İslam’ı ve İslam âlimlerini küçük düşürmeye çalıştılar. Zehirli propagandalarıyla bunu yaptılar da! Öyle ki bugün İslam, bizim nazarımızda 3-4 tane dini - ibadi mevzudan başka bir şey değildir! Diğer taraftan, Müslüman toplulukların başında bulunan İslam fakihleriyle âlimlerini iftira, karalama veya başka yollarla küçük düşürüp lekelemeye çalıştılar. Sömürünün satılmış uşağı olan o arsız ve utanmaz herif, kitabında "Necef ve İran ulemasından 600 kişi İngilizlerin adamıydı, Şeyh Murtaza([234]) da iki yıl onlardan maaş aldı, olayı ancak 2 yıl sonra anladı" diye yazmışa([235]) kaynak olarak da İngiltere dışişleri bakanlığının Hindistan’daki arşiv belgelerini gösteriyor! Bu da, -icabında- kendisine sövdürüyormuş gibi yaptırarak birtakım emellerine ulaşmayı ilke edinmiş olan sömürünün oyunlarından bindir yine. Sömürü odakları, bütün İslam ulemasını kendi beslemesi olarak tanıtmaya can atmaktadır; böylelikle İslam âlimlerini halkın nazarında kötülemek ve halkın ulemadan yüz çevirmesini sağlamak istemektedirler. Bir yandan da yine zehirli propaganda ve şartlandırma yöntemleriyle İslam’ın -gücünü ve müdahale sahasını- küçültüp daraltmaya ve İslam ulema ve fakihlerinin vazife ve yetkilerini küçük ve önemsiz işlerden ibaret hale sokmaya çalıştılar. Fakihlerin dini ve ilmi meseleleri anlatmaktan başka işleri ve sorumlulukları olmadığı yolunda bizi şartlandırmaya çalıştılar. Kimileri de farkında olmadan bu oyuna düşerek sapıverdiler. Bütün bunların, bizi bağımsızlığımızdan etmek ve İslam ülkelerini her yönüyle elimizden almak için hazırlanmış bir plan olduğunu anlayamadılar. Bilmeyerek ve farkında olmaksızın sömürünün propaganda odaklarına, onların politikalarına ve gayelerinin gerçekleşmesine yardım etmiş oldular. Sömürünün propaganda mekanizmaları "dinle siyaset birbirinden ayrıdır" diye vesveselerde bulundular, "din adamları hiçbir sosyal işe karışmamalıdır, fakihler kendi kaderleri ve İslam ümmetinin alınyazısına nezarette bulunmakla görevli değildirler..." dediler. Ne yazık ki kimi de bu laflara kanarak etkilendi ve netice, şimdi gördüğümüz gibi oldu. Sömürücüler de bunu istiyorlardı işte; öteden beri istedikleri ve daima da isteyeduracakları şeydir bu! Dini ilmiye medreselerine şöyle bir bakın, sömürünün telkin ve propagandalarının iz ve etkilerini kolayca görürsünüz. İbadetle ilgili meseleleri açıklamaktan ve dua etmekten başka hiçbir şey yapmayan ve esasen bundan başka şey de beceremeyen hiçbir işe yaramaz, tembel, işsiz - güçsüz ve himmetsiz bir sürü insan görürsünüz. Aynı şekilde, yine bu propaganda ve şartlandırmaların tesirleriyle oluşmuş bulunan düşünce ve metotlarla da karşılaşırsınız orada. Mesela "konuşmak, bir din adamına yakışmaz" derler! "Din adamı ve müçtehit dediğin, konuşmasını bile bilmemelidir, bilse bile konuşmamalı, sadece "lailaheillallah" demelidir!! Ara sıra bir kelime söyleyebilir, hepsi o kadar!" derler! Hâlbuki yanlıştır bu! Hz. Resulullah efendimizin -saa- sünnetine de aykırıdır! Allah Teâlâ iyi konuşmayı, meramını iyi anlatmayı, kalemi ve -iyi- yazmayı övmüş olup ErRahman Suresi'nde "...ona konuşmayı -beyanı- öğretti"([236]) buyurmaktadır ve beyanda bulunabilmeyi öğretmiş olmasını büyük bir nimet ve lütuf olarak değerlendirmektedir. Bu beyan Allah'ın hükümlerini, İslam akait ve öğretilerini yaymak ve öğretmek içindir. Beyan ve konuşma yoluyladır ki dini insanlara öğretebilir ve "insanlara -dini- öğretsinler diye..." buyruğunu yerine getirmiş oluruz, Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -saa- ve Hz. Emir (Hz. Ali -s-) konuşmalar yapar, hutbe verirlerdi, söz eri ve güçlü konuşmacıydılar. Ulema Kisvesine Bürünüp Mukaddes Görünmeye Çalışanların Islahı Bazılarının zihnine yerleşmiş bulunan bu tür ahmakça düşünceler, sömürücülerle zalim ve zorba devletlerin İslam ülkelerini içinde bulundukları şu -perişan- halde tutmalarına ve onların İslam’ı hareketi engellemesine yardımcı olmaktadır. "Mukaddes" ve "ermiş insanlar" olarak tanınan; gerçekte ise ermiş değil, ermişlik taslayıp mukaddes bir kisveye bürünen güruhun düşünceleridir bunlar. Bunların düşünce ve fikirlerini ıslah edip düzeltmeli, bunlara karşı nasıl davranmamız gerektiğini bilmeliyiz. Çünkü bunlar bizim ıslah ve hareketimize engeldirler; elimizi kolumuzu bunlar bağlamıştır. Bir gün rahmetli Brucerdi,([237]) rahmetli Hüccet([238]) merhum Sadr([239]) ve merhum Hansari([240]) beyler -rızvanullah aleyhim- siyasi bir mevzuyu görüşmek üzere bizim evde toplanmışlardı([241]) Kendilerine "siz her şeyden önce şu mukaddes kisveye bürünmüş ermişlik taslayanları ne yapacağınızı düşünün" dedim, "Onların yaptığı, tıpkı, düşmanın saldırısına uğradığınız bir sırada birinin gelip arkadan kollarınızı kıskıvrak tutmasına benziyor. "Mukaddes ve ermiş" görünmeye çalışan -gerçek ermişleri kastetmiyorum tabi- ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu teşhis edemeyen bu adamlar sizin eliniz - kolunuzu bağlamış durumda. Bir şeyler yapmak isteyecek olsanız, şu fesat, kötülük ve ahlaksızlıklara bir son verebilmek için bir devleti veya meclisi ele geçirmek isteseniz onlar sizi toplumda rezil eder, halkın gözünden düşürüverirler. Her şeyden önce, onlarla ne yapacağınızı düşünmeniz gerek!" Bugün İslam toplumu öyle bir hale gelmiştir ki sahte mukaddes ve ermişler İslam ve Müslümanların ilerleyip etkinlik göstermesini engellemekte ve İslam adına ıslama zarar vermektedirler Bu cemaatin toplumdaki kökleri, dini ilmiye medreselerindedir. Necef, Kum, Meşhet ve diğer medreselerde "mukaddes ve ermiş görünmeye çalışan" bir psikolojiye sahip insanlar var, bu kötü düşünce ve psikolojiyi İslam adına medreselerden toplumun diğer kesimlerine bulaştırmaktadırlar. "Kalkın, biraz canlanın, başkalarının -boyunduruğu vebayrağı altında yaşanılmasına izin vermeyin, İngiltere'yle Amerika'nın bize bunca baskıda bulunmasına ve dilediklerini yaptırmasına müsaade etmeyin, İsrail'in Müslümanları böylesine felce uğratmasına göz yummayın!.." diyecek biri çıksa, bu alim kisvesine bürünenler hemen karşı çıkarlar ona. Bu güruha önce nasihatte bulunup uyandırmak ve şöyle demek gerekir: "Siz tehlikeyi görmüyor musunuz? İsraillilerin vurup kırdığını, öldürdüğünü, her şeyi ortadan kaldırdığını, İngiltere'yle Amerika'nın da ona yardım ettiğini görmüyor musunuz? Sise oturmuş, sadece seyretmektesiniz! Sizin uyanmanız gerekir! Halkın bedbahtlıklarına çare aramanız gerekir. Sırf oturup dini mübahaselerde bulunmanın yararı yoktur, sadece dini meseleleri anlatmakla problemler hallolmuyor. İslam’ın defterini dürmeye uğraştıkları şu sırada Hıristiyanlar gibi sessiz -sedasız oturmayın; onlar da böyle oturup Ruh'ul kudüs ve teslisi tartışmakla meşgulken yakaladılar, ortadan kaldırdılar... Uyanın ve bu gerçeklerle, bu hakikatlerle ilgilenin, günün meseleleriyle ilgilenin, bu kadar uyuşuk, sorumsuz ve tembel hale getirmeyin kendinizi. Bu ihmalkarlıklarınızla, meleklerin kanatlarını sizin ayaklarınızın altına yayacağını umuyorsunuz bir de, öyle mi?! Meleklerin tembellerden yana olacağını mı sanıyorsunuz yani? Melekler kanatlarını Hz. Emır'el müminin -s- ayaklarının altına yayarlar, evet, çünkü İslam’a faydası olabilen bir insandır o; İslam’ın yücelip genişlemesini sağlamakta, onun sayesinde İslam bütün dünyaya yayılıp dünyaca tanınır hale gelmekte ve o hazretin yönetimi altındadır ki iyi isim yapmış, hür, hareket ve fazilet dolu bir toplum oluşabilmektedir. Bu durumda melekler elbette ki o hazretin önünde saygıyla eğilecektir, esasen herkes onun önünde saygıyla eğilmektedir. Hatta düşmanı bile saygıyla eğilmektedir onun karşısında. Oturup dini -ibadi meseleleri anlatmaktan başka yükümlülük kabullenmeyen sizler için saygı gösterilmesinin hiçbir manası ve gereği yoktur. Mükerrer uyarı, aydınlatma ve nasihatlere rağmen yine de uyanmaz ve vazifelerini yerine getirmek istemezlerse biliniz ki bu kusurlarının sebebi gaflet değildir, başka bir "dert"leri vardır. O zaman onlara daha başka türlü davranılması gerekir tabi. Dini İlmiye Medreselerinin Tasfiyesi Din adamlarının yetiştirildiği ilmiye medreseleri Müslümanların eğitim, öğretim, tebliğ ve yönetim merkezleridir; adil fakihlerin yeri, faziletli erdemli kişilerin, üstatların ve öğrencilerin mekânıdır. Peygamberlerin emanetini üstlenen ve onların halefi ve halifesi olanların yendir. Emaneti koruma yendir; ilahi emanetin rastgele herkese teslim edilemeyeceğiyse apaçık ortadadır. Bu kadar önemli bir makama geçip Müslümanların veliyy-i emri ve Emirel mümini'nin -snaibi olacak ve halkın ve kendisinin malından, canından ve ırzından mesul tutulacak; ganimetler, hadler vb.'ne müdahelede bulunabilecek kimsenin münezzeh, temiz ve dürüst olması, dünyaya düşkün olmaması gerekir. Dünya için uğraşıp çabalamakta olan biri her ne kadar gerekli -diğer- şartlara sahip olsa da "Eminullah" -Allah'ın emanetini üstlenebilecek emin insandeğildir ve böylesine birine güvenilemez. Zalimlerin düzen ve rejimlerine giren ve -iktidarı elinden bulunduran- saray erkânının yakınında yer alarak onların emirlerine itaat eden bir fakih "emin" değildir ve -böyle bir fakihinilahi emaneti üstlenmesi düşünülemez. Sadr-ı İslam’dan şimdiye değin bu tür "kötü alim"lerden İslam’ın neler çektiğim bir Allah bilir... Mesela, Ebu Hureyre de bir fakihtir([242]) ama Muaviye ve benzerleri için ne kadar -sahte- ahkâm uydurduğu ve İslam’ın başına ne belalar getirdiğini yine, bir Allah bilir... Ulemanın zalimler ve egemenlerle işbirliği yapması, halkın diğer kesimlerine mensup herhangi bir insanın bunu yapmasından farklıdır. Eğer alelade bir insan zalimlerin- düzeninde -yönetim teşkilatında- çalışırsa o insan fasık demektir, onun olacağı ve yapacağı şey en fazla budur. Ama bir fakih veya bir kadı; mesela- Ebu Hureyre veya Kadı Şureyh gibi insanlar zalimlerin -yönetimteşkilatına girdikleri zaman o teşkilatı büyütmekte -meşrulaştırmakta- ve İslam’ı lekelemektedirler. Bir fakihin zalimlerin teşkilatına girmesi, herhangi bir insanın değil; bir ümmetin o teşkilata girmesi, zalimlere katılması demektir. Bu nedenledir ki masum imamlar -s- bu tür -zalim ve gayri İslami- yönetim ve sistemlere girmekten kesinlikle sakınmamızı buyurmuş ve "sizler katılmasaydınız iş bu noktaya varmazdı" demişlerdir([243]) İslam fakihleri için birtakım vazifeler vardır ki başkaları için -bu vazifeler yoktur. İslam fakihleri, fakihlik makamında bulundukları için -herkese- caiz olan birçok şeyden sakınmak, birçok caizi terk etmek durumundadırlar. -Bu cümleden olmak üzere- İslam fakihleri, diğer bireyler için pekâlâ takiyyeyi gerektiren birçok- mevzuda takiyye etmemekle yükümlüdürler. Takiyye, İslam’ın ve mezhebin muhafazası içindi, eğer takiyye etmeselerdi din ve mezhep diye bir şey kalmayacaktı. Takiyye, füru ile ilgili meselelerdendir; yani mesela abdesti şöyle veya böyle almak gibi... Ama İslam’ın temeli ve aslı, İslam’ın onur ve haysiyeti tehlikedeyse o zaman takiyye olmaz, sükût edilemez! Bir fakih minbere çıkıp da Allah'ın hükmüne aykırı bir hüküm vermeye zorlanırsa "Takiyye benim ve atalarımın yolu, yöntemidir"([244]) diyerek itaat mi etmelidir?! Bu durumda takiyye edilemez, işte! Bir fakihin, bir zalimin teşkilat ve düzenine girmesiyle zulüm revaç bulacak ve İslam lekelenecekse, girmemelidir, hatta öldürülse dahi yapmamalıdır bunu! Bu hususta hiçbir mazeret kabul edilemez! Ancak Ali Bin Yaktın([245]) gibi; birtakım akli ve mantıki temel ve hesaplara dayanarak girmesi gerekiyorsa -ki onun niçin –Abbasilerin sarayına /çev/- girdiği de bellidir zaten- veya Hace Nesir rızvanullah aleyh gibi olursa -ki onun hareketinin de ıslama ne kadar fayda sağlamış olduğu bilinmektedir- o zaman başka İslam fakihleri için zaten böyle şeyler söz konusu değildir, sadr-ı İslam’dan bugüne kadar nasıl geldikleri ortadadır, -fakihlerimiz-, bizim nazarımızda ışık gibi parlamaktadırlar ve zerrece lekelen yoktur O dönemlerde rejimle işbirliği yapmış olan din adamları da bizim mezhebimize mensup değildi zaten. İslam fakihleri onlara -zalim yöneticiler- sadece itaat etmemekle kalmamış, muhalefette de bulunmuşlardır, hapislere duşmuş, işkence ve eziyetler görmüş ama yine de itaat etmemişlerdir Kimse, İslam âlimlerinin geçmişte veya bugün bu tür teşkilatlarla çalıştığını veya çalışmış olabileceğini zannetmesin. İcabında, -zulüm rejimi- kontrol veya sistemini alt üst edip devirmek için bazen girmişlerdir tabı; nitekim bugün de elimizden böyle bir şey gelecek olsa girmemiz farzdır, burada tartıştığımız konu bu değil. Problem; şurada burada bir - iki kelime okuduktan sonra -ki okuyup okumadığı da belli değilbaşına bir sarık geçirip işkembesini doyurmak ya da bir mevki ve makam elde edebilmek için bu gibi yerlere yamanan kimselerdir İşte bu gibilerine karşı ne yapacağımızı belirlemeliyiz. Saray Mollalarını Dışlayın, Kovun! Bunlar, İslam fakihlerinden değildirler Zaten bu gibilerinin çoğuna İran gizli emniyet teşkilatı sarık giydirmiştir ki -minberde şah ve rejimi için /çev/- dua etsinler. . Bayram ve benzen günlerde camı imamlarının -rejim tarafından düzenlenen veya şahın katıldığı merasimlere -çev- zorla ve cebren katılmasını sağlayamayacak olurlarsa böyle şeyleri yapabilecek ve "celle celaluhû!" diyecek adamları olsun yani!.. Evet, son zamanlarda "celle celaluhû" lakabını vermişler ona! Bunlar fakih değil; kim oldukları belli bunların! Halk bunları tanıyor zaten! Bahsettiğimiz rivayette de geçiyor zaten "bu gibileri için, dininizden korkun" diye, "bunlar sizin dininizi yok ederler" diye... Bunları halka tanıtıp rezil etmek gerekir; halk arasında birilerinden itibar görüyorlarsa kepaze etmek, -maskelerinidüşürmek, toplumdan silmek gerekir! Eğer kendileri toplumdan atılmaz, silinmezlerse İmam-ı Zaman'ı -s-atacak, İslam’ı sahneden silecektir bunlar! Gençlerimiz, bunların sarıklarını başlarından almalıdır! İslam fakihleri ve İslam âlimleri adıyla Müslüman toplumlarda böylesine fesat ve bozulmalara yol açan bu tür mollaların sarıkları başlarından alınmalıdır. Bilmiyorum; İran'daki o gençlerimiz ölmüş mü yoksa?.. Neredeler ya?! Bizim zamanımızda böyle değildi... Şunların sarıklarını niçin almıyorlar başlarından?! Ben, öldürsünler, demiyorum; bunlar öldürülmeye layık değiller; ama başlarından o sarığın alınması gerekir. Halk bu konuda sorumludur; İran'daki yiğit gençlerimiz bu tür (şaha celle celaluhû diyen) mollaların sarık takmasına ve halkın içine sarıkla çıkmasına engel olmakla sorumludurlar. Böylelerine fazla dayak atılmasına gerek yok; ama sarıkları mutlaka çıkarılmalı... Sarıkla dolaşmalarına izin verilmemelidir! Bu elbisenin bir şerefi vardır; herkesin bu elbiseyi sırtına geçirmesine izin verilemez! İslam âlimlerinin bu gibi şeylerden beri olduğun arz etmiştim; bu gibi sistemlerle çalışmazlar ve çalışmamaktadırlar da! Bu düzene -şah rejimi /çev/-bağlı olanlar da kendilerini dine ve ulemaya yamamaya çalışan beleşçilerdir; böylelerinin hesabı ayrıdır zaten, halk da tanımaktadır onları... Bize de pek güç görevler düşüyor... Ruhen ve yaşayış tarzı -ve sathıaçısından kendimizi tamamlayıp mükemmelleştirmemiz gerekir. Takvamızı fevkalade artırmalı ve dünyanın değersiz metaından yüz çevirmeliyiz. Sizler -ulema- kendinizi ilahi emaneti korumaya hazırlamalısınız. "Emin güvenilir insan" olun. Dünyayı düşünün gözünüzden. Evet, "dünya benim nazarımda tıpkı keçi aksırığının salyası gibi değersizdir!" buyuran hz. Emir (hz. Ali -s-) gibi olamayabilirsiniz, ama hiç olmazsa dünya malı için kendinizi küçültmeyin, dünya malına tenezzül etmeyin, nefsinizi eğitip temizleyin, Allah Teâlâ’ya yönelin samimiyetle; takva sahibi olun. Eğer, Allah göstermesin, yarın bu işten bir şeyler kazanırım umuduyla -medresede- okuyorsanız bilin ki ne fakih olursunuz ne de İslam’ın "emin"i! İslam için yararlı olacak şekilde hazırlayıp donatın kendiniz. İmam-ı Zaman (hz. Mehdi -s- /çev/) ordusunun askerleri olun ki adaleti yayıp hizmet edebilesiniz. Sarihler, öyle insanlardır ki varlıkları bile toplum için ıslah edicidir. Biz gördük böylelerini... İnsan onlarla muaşerette bulunma yoluyla, hatta yürürken bile temizlenmekte, nezihleşmektedir. Siz öyle davranın ki, sizin davranışınız, ahlakınız ve dünya metaına değer vermeyişinizle insanlar düzelip ıslah oluversinler, -davranışlarınızla örnek olun ki- size uysunlar, herkesin uyduğu insan([246]) olun. "Cündullah" olun, Allah'ın askeri olun ki İslam’ı tanıtabilesiniz, İslam devletini tanıtabilesiniz. Ben tahsili bırakın demiyorum, bilakis okumanız gerekir, okuyun fakih olun, fakihlikte ciddiyet gösterin, bu medreselerin fıkıhtan soyutlanmasına izin vermeyin, siz -din adamları- fakih olmadıkça ıslama hizmet edemezsiniz zaten. Ama tahsilinizin yanı sıra halka İslam’ı anlatıp tanıtmayı da ihmal etmeyin. -Görüyorsunuz işte- İslam bugün pek "garip"tir, İslam’ı kimsenin tanıdığı yok... Sizin halka İslam’ı ve İslam ahkâmını ulaştırmanız gerekir ki halk İslam’ın ne olduğunu anlasın; İslam devletinin nasıl olduğunu, risalet ve imametin ne demek olduğunu ve esasen İslam’ın ne için geldiğini ve ne istediğini halk öğrenip bilsin... Böylece yavaş yavaş İslam tanınıp bilinecek ve bir gün İslam devleti kurulabilecektir inşallah. Zalim Devletleri Yıkalım! Onların resmi -devletkuruluşlarıyla ilişkilerimizi keselim. Onlarla çalışmayalım, onlara yardım sayılabilecek hiçbir şeyi yapmayalım; onlardan bağımsız yeni yargı, mali, ekonomik, kültürel, eğitim öğretim ve siyasi kuruluşlar oluşturalım! "Tağut'u yıkmak; yani bütün İslam beldelerindeki gayri meşru siyasi güçleri ve düzenleri devirmek hepimizin vazifesidir. Zalim ve halk düşmanı rejim ve kuruluşları yerlerini kamu hizmet kuruluşlarına bırakmalı, İslam kanunlarına göre idare olunmalı ve yavaş yavaş İslam devleti kurulmalıdır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de tağuta ve gayrimeşru siyasi güçlere itaati yasaklamış ve insanları sultanlara karşı kıyama teşvik etmiş ve Musa'yı -s- sultanlara karşı kıyam ettirmiştir. Zalimlerle, dine müdahalede bulunanlara karşı mücadelenin teşvik edildiği birçok rivayet mevcuttur. Ehl-i Beyi imamları aleyhimusselam ve onların izleyicileri olan Şia, zalim devletlerle gayrimeşru ve batıl düzenlere karşı daima mücadele etmişlerdir. Onların biyografileri ve yaşam tarzlarından bu gerçeği kolaylıkla anlamak mümkündür. Hayatlarının önemli bir kısmı zalim ve zorba egemenlerin baskısı altında geçti, sürekli sıkı bir takiyye ve şiddetli korku altında yaşadılar; tabii ki bu korku dinleri yüzündendi, kendileri için değil. Nitekim rivayetler incelendiğinde sıkça karşılaşılan hakikatlerden bindir bu. Zalim egemenler de masum imamlardan -s- daima dehşetle korktular. Masum imamlara -s- fırsat verecek olsalar hemen kıyam edeceklerini ve ayyaşlık ve şehvet perestlikten ibaret hayatlarını onlara haram edeceklerini çok iyi biliyorlardı. "Harun"un İmam Musa Bin Cafer hazretlerini -s- tutuklayıp yıllarca hapsetmesinin veya "Me'mun'([247]) Hz. İmam Riga'yı -s- Merve sürüp orada sürekli gözaltında tuttuktan sonra sonunda zehirleterek şehit ([248]) ettirmesinin nedeni; bunların seyyid ve Peygamber'in -sav- evlatları olması ve onların Peygamber efendimize -saa- düşmanlık besliyor olması değildi asla! Bilakis, Harun da, Me'mun da; her ikisi de Şii’ydi([249]) Ne var ki saltanat iktidar- kısırdır.([250]) Yoksa Ali oğullarının halifelik iddiası taşıdıklarını ve gerçek anlamda- bir İslam devleti kurmakta çok ısrarlı olduklarını, halifelik ve devlet idaresini kendileri için bir vazife ve yükümlülük addettiklerini onlar da biliyordu. Nitekim kendisine geri verilebilmesi için "Fedek"in ([251]) sınırlarını belirlemesi istendiğinde, rivayette de geçtiği üzere, İmam -s- o günkü islam beldelerinin tamamının sınırlarını çiziyordu([252]) yani "bu hudutlara kadar ne varsa hepsi bizim hakkımızdır, İslam beldesini bizim yönetmemiz gerekir, siz onu zorla bizden alan gasıplarsınız!" diyordu açıkça! Zalim halife - sultanlar, İmam Musa Bin Cafer'in -s- serbest olması halinde dünyayı başlarına dar edeceğini biliyorlardı; her an elverişli bir ortamın oluşması ve o hazretin kıyam ederek saltanatı devirmesi ihtimali vardı. Bu nedenledir ki hiç fırsat vermediler, eğer fırsat verselerdi hazret mutlaka kıyam edecekti. Evet, bundan hiç şüpheniz olmasın, eğer Hz. imam Musa Bin Cafer -s- bir fırsatını yakalayabilseydi kıyam edecek ve devleti zorla ele geçirip gasp etmiş bulunan zorba sultanların düzenini alt - üst edecekti. Nitekim Memun da, bir gün kıyam eder de saltanatını başına yıkar korkusuyla Hz. İmam Rıza'yı -s- hep "ey sevgili amcaoğlum!", "Ey Resulullah’ın evladı!" gibi hilekâr ifadeler ve düzenbazlıklarla gözaltında tutmadaydı. Çünkü o, peygamberin -sav- evladıydı ve hakkında -peygamber tarafından Müslümanlara- yapılmış bir vasiyet söz konusuydu, bu nedenle de onu Medine'de serbest bırakmak mümkün değildi... Zalim yöneticilerin bütün arzuları saltanat ve iktidara kurban edebiliyorlardı; yoksa kimseye karşı özel bir düşmanlık besledikleri yoktu. Nitekim eğer İmam, Allah göstermesin, sarayın - iktidarın- adamı olmayı kabul etseydi ona saygıda kusur gösterilmez, fevkalade izzet ve ikramda bulunur, elini de öperlerdi! Rivayette de geçer; İmam -s"Harun"un yanına getirildiğinde, Harun, kendi oturduğu yere kadar onun binekte getirilmesini emretti ve İmam'a -s- fevkalade saygı ve hürmet gösterdi. Sıra, beytülmalın Müslümanlar arasında bölüştürülmesine gelince ise, ([253]) Haşimoğulları için çok az bir meblağ belirledi! Bu sırada orada bulunan Memun, biraz önce şahit olduğu onca saygı ve hürmetten sonra İmam'a -s- reva görülen bu haksız bölüştürmeye şaşırınca Harun "Senin aklın ermez buna!" dedi, "Haşimoğullarını hep böyle tutmak gerekir işte! Bunları hep fakir tutacaksın, hapislerde çürüteceksin, süreceksin, sürekli eziyet ve çile çektireceksin, zehirleteceksin, öldürteceksin!.. Yoksa kıyam edip ayaklanır ve dünyayı başımıza dar ederler!".([254]) Ehl-i Beyt imamları -s- zalim düzenler, zorba hükümetler ve bozuk ve ahlaksız saray erkânına karşı bizzat savaşmakla kalmamış, aynı zamanda Müslümanları da onlara karşı cihada çağırmışlardır; Vesa’ıl'uş-şia([255]) Müstedrek ve diğer kaynaklarda "Sultanlar ve zalim düzenlerden uzak durun",([256]) "Onları övenlerin ağızlarına toprak dökün",([257]) "Kim onlara bir kalem verir veya divitlerine su dökerse şöyle, şöyle olur... "([258]) mealinde 50'den fazla rivayet vardır. Kısacası onlarla kesinlikle işbirliğinde bulunulmaması ve ilişkilerin tamamen kesilmesini emretmişlerdir. Diğer taratan adil fakih ve âlimi öven onca rivayet, onların, toplumun diğer bireylerine olan üstünlüğünü de hatırlatmaktadır. Bütün bunlar, İslam’ın bir "İslam Devleti”nin kurulması için oluşturduğu projeyi ortaya koymakta ve milleti zalimlerin düzen ve iktidarlarından yüz çevirtip caydırmayı, zalimin evini başına yıkmayı; âdil, muttaki, mücahit ve İslam hüküm ve devlet düzeninin kurulması için çaba gösteren fakihlerin kapısını halka açmayı amaçlamaktadır. Müslümanlar ancak adalet ve kanun devletinin gölgesinde olurlarsa huzur ve güven duyacak, iman ve erdemli ahlaklarını muhafaza edebileceklerdir; sistem, idare tarzı ve kanunlarını İslam’ın belirlemiş olduğu bir devlettir bu... Şimdi biz; bütün plan ve projesinin İslam tarafından hazırlanmış ve tamamlanmış olduğu bu "İslam Devleti”ni kurmak ve fiilen bu projeyi gerçekleştirmekle sorumluyuz. İslam’ın devlet ve yönetim sistemiyle, siyasi ve sosyal yapı ve prensiplerinin kalabalık kitlelere gereğince tanıtılmasının, düşüncelerde güçlü dalgalanmalara yol açmasını ve halk hareketinin doğurduğu gücün, İslam devletinin kurulmasını sağlayan bir faktör olmasını temenni ederim. Allah'ım! Zalimlerin ellerini İslam beldelerinden kaldır! İslam’a ve İslam ülkelerine ihanet edenlerin kökünü kurut! İslam ülkelerinin başındakileri, Müslümanlara- pek pahalıya mal olan bu ağır uykudan uyandır ki milletlerin maslahatı yolunda çaba göstersinler, tefrikalar ve şahsı çıkarlardan vazgeçsinler! Genç nesle; medreselerdeki din öğrencileriyle üniversite öğrencilerine tevfik inayet buyur ki İslam’ın mukaddes hedefleri için ayaklansınlar ve tek saf -ve tek yumruk-halinde, sömürü ve onun habis uşaklarının pençesinden kurtulma ve İslam ülkelerini savunma yolunda el ele verip birlikte çalışsınlar. Toplumun fikir ve düşüncesini aydınlatıp hidayet etme yolunda gayretli olmaları, İslam’ın mukaddes hedeflerini Müslümanlara, bilhassa genç nesle ulaştırabilmeleri ve İslam devletinin kurulması cihetinde mücadelede bulunmaları için İslam fakihleri ve ulemasını başarılı kıl! Ya Rabbi! Sen tevfîkte velîsin; pek yüce ve büyük olan Allah'tan başka güç, kuvvet ve değişim verebilecek hiç kimse yoktur! [85]- Vesailuş-şia'nın yazarı bu hadisi "kaza"' kitabının 'kadının sıfatları" bablarında, 8. babda, 50. hadiste ve 11. babın 7. hadisinde irsal olarak kaydeder. Meâni'ul Ahbâr ve Mecâlis'te iki senetle -ki bazı ricallerde müşterektir bunlar-nakleder ve Uyun'da 3 ayrı senetle -ki bütün ricallerde de 3 ayrı senet olarak geçer- kayıtlıdır ve birbirinden uzak üç ayrı noktalarda yaşadıkları vurgulanmıştır. (İmam'ın -ra- notu). [86]- Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyhi Kummî, 'Ebu Cafer" Kuleyni ve "İbn-i Babevevh" ve "Saduk" adlarıyla mâruf (?-381 hk.) İmamiyenin en büyük âlimlerinden, en güçlü hadis ve fıkıh bilginlerindendir. Gaybet-i Suğra döneminde ve İmam-ı Zaman'ın -af- duasıyla dünyaya gelmiştir. Babası Ali bin Babevevh. Muhammed bin Hasan bin Velid ve Cafer bin Muhammed Kuleviyye'den rivayetlerde bulunmuştur. Şeyh Müfıd, İbni Şâzan, Ğâzayirî ve Şeyh Ebu Cafer Dureysti ondan rivayet nakletmişlerdir. 300'e yakın eseri olduğu kaydedilir, bunların en tanınmışı: 'Men lâ Yehzuruhul Fakih". El Hısâr. 'El-Tevhid". "Uyun-i Ahbar-ir Rızâ". 'El- Emâlî", 'Meâni'ul Ahbâr", "İleluşşerayi"' ve Kemaluddin"dir. [87]- Meâni'ul Ahbar: Şeyh Saduk bu eserinde masum imamların -s- konuşma ve ahbarının tefsirine dair hadisleri toplamıştır. [88]- c:2 s:37. 31. bâb. 94 hadis. Uyun-i Ahbarır Rıza. İmam Rıza’nın -sbiyografisi ve ondan ulaşan rivayetleri içerir. 139 babdır. [89]- s: 152. 34. meclis. 4. hadis. "Arz'ul Mecâlis" veya sadece 'Mecâlis" adıyla da tanınan Emâlî" adlı eser Şeyh Saduk'undur ve toplam 97 meclisin (oturum ve toplantının) mahsulüdür. [90]- Müsned". Bütün ravileri sened olarak mezkûr masum imam'a -s- kadar ulaşan rivayete "müsned" denir. [91]- Mecâlis'teki müsned (s: 152) 'Yuellımuneha". Uyun-i Ahbarır Rıza'da da "yuellimunnehunnâs" şeklinde geçer, [92]- 'Mürsel". Ravilerinin tamamı veya bir kısmı senediyet halkasında bulunmayan rivayete denir [93]- Men la Yehzuruhul Fakiyh c:4 s:302. bâb'ul nevâdir. 95. hadis [94]- Hz. Rasulullah –saa- Hiyf Camii'nde ırâd etliği bir hutbede şöyle buyurdu: 'Kimileri vardır ki bir ilmi taşırlar da kendileri onu bilmezler, kimi de vardır ki bildiği bir bilgiyi, kendisinden daha bilinçlisine ulaştırır" Bkz: Usul-ı Kâfi c:2 s:258 kilab'ul hüccet, 'Ma emerennebi -s- binnasihat'ul cimmel'ul müslimin" babı, 1. Hadis. [95]- Sıkat-ül İslam" adıyla tanınan Muhammed bin Yakub bin İshak-ı Kuleyni-i Râzî (?-328 veya 32') hk.) büyük Şia muhaddisi ve hadis âlimlerinin en büyüğü. Şia’nın "Kütüb-ü Erbaa’sının müelliflerinin ilkidir. Tanınmış "Kâfi" kitabını uzun yıllar boyunca yazıp tamamlamış ve "usul", 'furu" ve "rowze" olarak üç bölümde toplamıştır. [96]- Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh (?- 329 hk): Tanınmış Şia muhaddis ve fakihi. Pek çok kitap ona ait bilinir, bunlardan bazısı şunlardır: ElTevhid, El İmame Ve'l Tebrere Min'el Hiyre, Esselat, El İhvan Ve'şşerâî'". [97]- Şeyh Müfıd" ve 'İbni Muallim" lakaplarıyla meşhur Ebu Abdullah Muhammed bin Numan (336 veya 338–413 hk) Şia’nın tanınmış muhaddis, fakih ve kelamcılarındandır. Bağdad Bilim Başkanlığı yaptı. Seyyid Murteza Elemulhüdâ, Seyyid Reziy, Şeyh Tusi ve Necâşi onun en tanınmış öğrencileri arasındadır. İkiyüze yakın eserinden bazısı şunlardır: İrşad, İhtisas, Evâil'ul Mekâlât, Emâli ve Meğne'e. [98]- El-Emali Ow'el Mecâlis, 93. meclis, s:509-520 ve: Bihar'ul Envâr c:10 s:393-405, kitab'ul ihticâc, 25. Bâb. [99]- Mutlak'ın usul bilimindeki anlamı bütün ilgili bireyler için geçerli olan "genel sıfat'tır (erkek olan herkes için kullanılan "erkek" veya 'adam" kelimesi gibi). Mukayyed veya 'kayıt ve şarta bağlı" (şartlı, sınırlı) deyimi ise özne (sıfatları içerir, ör: "bilge adam"). [100]- Usul biliminde "amm" derken, herkesi kapsayan bir mana kastedilir, "her bilim adamına saygı duy" cümlesinde olduğu gibi gelen kapsamlı bir anlam kastedilir. 'Hass" derken, bu durumun istisnası veya şartlısı kastedilir, ör: Ahlâksızı dışında, her bilim adamına saygı duy!" cümlesinde olduğu gibi. [101]- Fıkıhta "cem'i ukelâi" denilirken, görünüşte yekdiğeriyle farklı olan iki delil veya önermeyi birbiriyle irtibatlandıran ve birini diğeri için iptal etmeyip asıl gayeyi çıkarabilme metoduna -mantık ve edebiyata- vakıf insanların yöntemi kastedilir. Meselâ "zina eden erkek ve kadına 100 kırbaç vurun" hükmüyle "evli olduğu halde zina edeni (muhsine) taşlayıp öldürün" hükmü görünüşte farklıdırlar, ama ukelâ (mantık bilenler) birinci hükmü 'kmm" (genel geçer), 2. hükmüyse 'hass" (özel durum) olarak belirler ve genel durumun şartlarını özel duruma uygulamaz, iki farklı şartlar için inmiş bu iki hükmü birbirine karıştırmayıp "hass"ı "âmm"in kapsamından çıkararak her iki hükme de amel ederler. [102]- Çeşitli Şia ve Sünni kaynaklarında bu mazmun -biraz farklı ifadelerlegeçmektedir. Bkz: Hısâl: c:2 bâb'ul erbain 15 ve 19. hadisler ve: İhtisas s:2 ve: Biharc:2s:153-157. [103]- Usul-ü Kâfi c:l kitab-ı fazlul ilim bâb-ı "rivayet'ul kitab vel hadis" Bihar: c:2bâb: 16 ve 20-21. [104]- Ebu Abdurrahman Semeret Ibni Cundeb bin Melal bin Cureyc (?-58 hk) hz. Resul-ü Ekrem'den -saa- pek çok rivayette bulunmuştur. Ziyad'ın ölümünden sonra bir süre Basra'da onun yerine geçtiyse de Muaviye tarafından azledildi. Taberi, Semeret'in vali olduğu dönemde 8 bin kişinin katline ferman verdiğini yazar. Kufe'ye geldiğinde ziyad "öldürdüğün onca adam arasında birinin suçsuz olmasından korkmuyor musun?" diye sorunca 'Bundan daha fazlasını da öldürürüm, niye korkayım ki?!" diye cevap verdiği kayıtlıdır. İbni Ebi'l Hadid'in Nehc'ul Belağaya yazdığı şerhte (c:4 s:73) naklettiği bir tarihi vak'a oldukça ürkütücüdür: 'Muaviye Semeret'e 100 din dirhem karşılığında "...İnsanlardan öylesi de vardır ki dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir, oysa o, azılı bir düşmandır" (Bakara, 204) ayetinin hz.Ali -s- ve "...İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah'ın rızası için nefsini satın alır..." (Bakara. 207) ayetinin ise İbn-i Mülcem (hz. Ali'nin -skatili) hakkında nazil olduğu yolunda bir rivayet uydurmasını istedi. Semeret, önerilen parayı az buldu ve nihayet bu meblağın 4 katını (400 bin) alarak mezkûr ayetlerle ilgili bir rivayet uydurdu." [105]- Bazı rivayetlerde 'Sultan" ve “padişahlar"a itaat edilmesi gerektiği mealinde cümleler geçer. Bazıları, bu rivayetlere sarılarak zalimler karşısındaki suskunluklarına kılıf uydurmaya çalışmışlardır. Oysaki söz konusu rivayetler sened açısından zayıf, delâlet açısından da yetersizdirler. Meselenin açıklığa kavuşması için bu rivayetlerden ikisini burada aktarıyoruz: 'Peygamber -savbuyurdu ki, padişah Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir, zulüm görenler ona sığınırlar; eğer adaletle davranırsa padişahlık onun için iyidir ve halkın ona müteşekkir olması gerekir. Eğer zulüm ve sitemde bulunursa, günahı kendi boynunadır ve bu durumda halk Allah'ın emri gelip çatıncaya kadar sabretmekle muvazzaftır." (Bkz: Bihar'ul Envâr, c:72 s:354). Bir diğer rivayet(!) de şöyledir: 'Peygamber efendimiz -sav- buyurdu ki: Padişaha itaat farzdır, her kim ona itaat etmezse Allah'a itaat etmemiş olur ve O'nun "kendi ellerinizle kendinizi mahvetmeyin.!!" buyruğuna aykırı davranmış olur." (Bkz: Menbe-i Piyşiyn s:368.) İlk rivayetin ravilerine bakalım: Ebi'l Mufazzal: Zayıf. Ali bin Hasan: Meçhul. Hüreyin bin Zeyd ise "güvenilmez" dir. İkinci rivayetin ravilerine gelince: Ali bin İbrahim ve Muhammed İbn-i Musaâb 'meçhul"dürler, Muhammed bin Abdullah’la Ahmed bin Bekir, Hemâd bin Seleme, Sabit ve Enes "güvenilmez" dirler. Bu rivayetlere karşılık, Bihar'ul Envâr'da bunların tam tersini savunan yığınlarca rivayet vardır (bkz: Bihar c:72 s:335-375bab:81-85). [106]- A'raf 103'ten sonrası, Yunus 75-84, Tâ-hâ 24-43, Müminun 45-47, Nâziât, 17. [107]- Vesailuşşia c: 11 'El-Cihad kitabı" "Düşmana karşı cihad"bâbları: 1, 5, 26, 46, 47, kitab'ul emr-i bil mâruf... 1,3 ve 8. Bâblar. [108]- Usul'ul Kâfi, c: 1 s:47 kitab-ı Fazl'ul ilim, fıkh'ul ulemâ babı, 3. hadis [109]- Ae 2. hadis [110]- ''İmam -ks- burada 1. Süleyman'ın oğlu ve Sefevi hanedanının son padişahı 1. Hüseyin (7-1135 hk)'den söz etmektedir. Zayıf ve iktidarsızdı. 110'te tahta geçti. Onun zamanında Afgan sultanı Mahmud İsfahan'a saldırdı. Sultan Hüseyin İsfehan'dan vazgeçmesi için Ferehabad'la Culfa'yı ona bıraktıysa da Mahmud, savunmasız Şah'a saldırarak şehri ele geçirip liyakatsiz Sultan Hüseyin'i öldürdü [111]- Bir farzın farz oluşu bir şartla kayıtlı değilse, ona oranla "mutlak farz" olur: Namazın abdeste göre farz oluşu gibi. Bir farzın farzlığı bir şarta bağlıysa o zaman da o şeye oranla "şartlı farz" olur: Haccın, ancak gerekli mali ve bedenî gücü tasıma halinde farz olması gibi. [112]- Babadan oğula, bir nesildir diğerine sürekli tekrarlayıp duruyoruz [113]- Sihir, cadı, cifr, Ruhlara hükmetme, cinlere hükmetme... vb. gibi gizli ve esrarengiz bilimler [114]- Hz. Resul-ü Ekrem -saa- ve Emir'el Müminin hz. Ali'nin -s- şu sözlerine işarettir: 'Öyle bir gün gelecektir ki ümmetim arasında Kur'an'dan sadece bir nişane (sayfa ve kâğıttan ibaret bir kitap kastediliyor olabilir -çev-) ve İslam’dan sadece bir isim kalacaktır geriye" Bihar, c:2 s: 109, İlim kitabı, 15. bab, 14. hadis, Nehc'ul Belaga 361. hikmet [115]-"Zina eden kadın ve erkeğe 100'er kırbaç vurun." Nur,2 [116]- Usul-u Kâfi c: s:58, kitab-ı fazl'ul ilim, bab: Musta'kel bi ilme..., 5. hadis Merhum Neraki'nin zikrettiği rivayetlerdendir ve Merhum Nuri, Müstedrek'ik Vesail'de 'Mâ yekteseb bih..." bablarında (11. bab, 5. hadiste) 'Deaim'ul İslam" kitabında 6. İmamdan -s- nakleder. Kâfı'de de (c:l s:39) şöyle rivayet olunur: 'Bilginler ve âlimler güvenilmiş insanlardır, takva sahipleri sınır bekçileridir, peygamberler de mehterdirler, başkan ve reistirler." [117]- ' Şüphesiz, peygamberlerimizi apaçık delil ve işaretlerle gönderdik ve insanlar adaleti uygulasınlar diye onlara Kitap ve mizanı -ölçü- indirdik" Hadid, 25 [118]- O halde biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'ın, peygamberin, peygamberin yakınlarının, yetimlerin, kimsesiz ve muhtaçların ve yolda kalmışlarındır." Enfal. 41 [119]- "... mallarından sadaka al..." Tövbe, 103 [120]- "Allah'a Resulüne ve içinizden emir sahibi olanlara itaat edin" Nisa, 59 [121]- Üsame bin Zeyd bin Harise (hk.54) islam çağında dünyaya geldi. Anne ve babası, hz. Resulullah -saa- tarafından azad edilmiş kölelerdi. Hz.Resulullah saa- ömrünün son dönemlerinde -h. 10. yılı- henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen Üsame'yi Şam ve Filistin'e -Romalılar- doğru yürüyecek muhacir ve ensardan müteşekkil İslam ordularının komutanlığına tayin buyurdu [122]- Hz. Resul-ü Ekrem -saa- Üsame'nin ordusunu uğurlarken şöyle buyurmuştu: "Üsame'nin ordusunu teçhizatlandırın. Bu orduya katılmayacak olana Allah lanet etsin!" bkz: El Milel Vel Nihel, s: 14, 4. mukaddeme. Çünkü "O kendiliğinden hiçbir şey söylemez, ne söylerse vahiydir" -Necm, 3-4ayet-i kerimesi gereğince hz. Resulullah'ın -saa- bütün sözleri ve buyrukları vahy kaynaklı olup, Allah'tandır -çev[123]- İmam'ın -ks- büyük ve küçük önermeyle kastı şu iki cümledir: "Fakihler resullerin eminidirler" ve: 'Halkın, onlara kayyumluk edecek bir imam ve onları koruyacak bir emini olmalıdır" Yani fakihler peygamberin emini olduğuna ve halkın liderliğini üstlenecek kimsenin de emini olması gerektiği buyrulduğuna göre bu iki önermeden çıkarılacak sonuç şudur: Fakihler, halkın lideri olmalıdır. [124]- Vesailuş Şia. c: 18- s-6-7- kıtab'ul kaza, 3.bâb- 2.hadıs [125]- Ebu Ümeyye Şureyh bin Haris Kindi (-7-78 hk) Yemen asıllıydı, İslam’dan önce dünyaya geldi. Hz. Peygamber'i -saa- görmediği için sahabeden sayılmamıştır. Ömer. Osman, hz. Emir ve Muaviye dönemlerinde Kufe kadılığında bulunmuştur. Ama Âşura hadisesinde Kufe'de İbni Ziyad'ın safında yer aldığı ve halkı İmam Hüseyin'in aleyhine kışkırttığı nakledilir [126]- Burada kastedilen "velayet", devlet ve yönetim hakkı, yani mallara ve canlara velayette bulunmadır [127]- Ahmed bin Muhammed Mehdi bin Ebi Zerr-i Nerâki (öl: hk. 1245) zühdü ve takvasıyla meşhur fakih, muhaddis, rical, matematik, geometri, fen, mantık ve fesefe bilimlerinde pek ileri bir âlimdi. Bu ilimlerin çoğunu babası Molla Muhammed Mehdi Nerâki'den öğrendi. Seyyid Mehdi Behr'ul Ulum ve Şeyh Cafer Kâşıful Gıtâ'dan ders almıştır. Üstad Şeyh Ensari ve Seyyid Muhammed Şefiy-i Cabulgi'nin üstadıdır. Bazı eserleri: Miracusseade, Miftahul Ahkâm, Avâid'ul Ayyam, Minhac'ul Vusul ilâ İlmel Usul Mustened'iş Şia ve Divan-ı, Şiiri Farsi. [128]- Mirza - veya Muhammed- Hüseyin bin Abdurrahim Nâini Necefı (hk: 1273- 1355) büyük şia fakih, hekim ve merciilerinden. Tahsiline Nain'de başlayıp İsfahan ve Samirâ 'da bitirdi. İran'da meşrutiyetin ilanından sonra Tenzihel Millet ve Tenbih'el Ümmet adlı eserini yazdı ve Ahmed Horasani 'nin önsözüyle başladı. Ahund'un öğrencisi Şeyh Muhammed Taki Şirazi'nin vefatından sonra şiamn merciiliği merhum Naini'yle Seyyid Ebul Hasan İsfahani 'de toplanmış oldu. Bazı eserleri şunlardır: Risale der libası meşkûk, Risale der ahkam-ı Hilel-i Namaz, P'sale der Nefy-i Zerer, Urvet'il Vuska'ya Haşiye. [129]- Evaid'ul Avvam s: 187-188. Mımciuttalib Fi Haşıvetul Mckasib c.l2 s:325-327 [130]- Kuleyni Süheyl veya Sehl bin Ziyad ve Ebu Abdullah. Vâkıfı mezhebindedir ve hadis konusunda karmaşıkcıdır, Sehl'in güvenirliği hususunda da ihtilaf vardır [131]- Süleyman bin Halid bin Dehgan bin Nafile Kur'an kâarisi. Fakih, muhaddis ve İmam Bakır'la -s- İmam Sadık -s- hazretlerinin güvenilir ve yakın ashabındandı [132]- "Sahih rivayet" bütün ravileri imâmi. Âdil ve güvenilir olan rivayettir. Saduk'ıın Süleyman bin Halid'e tarıki. Mersiye-i Fakihte de geçtiği üzere şöyledir: Saduk'un babası Sâ'd bin Abdullah İbrahim bin Haşim'den, Muhammed bin Ebi Mesir'dcn. Hışam bin Salim'den'dir tamamen İmamiye'den ve güvenilirdiler. Bunlardan İbrahim bin Haşim’in güvenilir olduğuna dair özel bir belge veya beyan yoktur, ama imamiyenin tanınmış ravilerinden olduğu için güvenirliğinden şüphe yoktur [133]- Vesailuş-şia c: i 8 s 7 kitabul kaza. 30 bab. 30 hadis ve Menlâyehzer'ul fakih c: 3 s:4. ebvabul kaza. 30 bab. 10. hadis [134]- Tuği veya tuğra, mektubu belli bir işaretle mühürlemeye denir, padişahın bir mektuptaki imza veya mührü de bu adla anılır. Masum İmamların -s-ve bilhassa hz. Mehdi'nin -af- naiblerinden biri aracılığıyla iblağ olunan imzalı ve mühürlü mübarek mektup, hüküm veya fermanları da tarih ve hadis kitaplarında "tevkiât" veya "tuğralar" adıyla geçer [135]- Kemalud-din ve Tamamun-nimet adıyla tanınan Ikmaluddin ve İtmamunnimet. Şeyh Saduk'un (-?- 381 hk) eserlerinden olup hz. İmam-ı Zaman Mehdi aleyhisselam'ın gaybeti ve o hazrete dair meseleleri içerir [136]- Kemaluddin c: 2 s: 484. Tuğralar babı 4. hadis [137]-İshak bin Yakub Kuleynı. Kendisinin Muhammed bin Amru As aracılığıyla bazı meseleleri hz. İmam Mehdi'den -s- sorup cevap aldığını belirtmektedir. İmam'ın tuğrasında ona hitaben şöyle denilir: "... emma mâsual indehu erşedekellahu vessebbeleke..." İmam'ın -s- böyle hitap etmesi, kuleyni'nin o hazret indindeki değer ve mertebesinin yüce olduğunu göstermektedir [138]- Vesailuşşia'nın yazarı fakihlere rücu konusundaki rivayeti bu adlı eserinin Kitabul kaza'sının Sıfatul kaâzi'nin 11 babında çeşitli ibarelerle nakleder. [139]- "Dört naip", küçük gaybet döneminde (hk 260- 129) hz. İmam-ı Zaman'la -s- şiiler arasında irtibatı sağlayan 4 temsilcidir: Dört naip şunlardı: 1- Ebu Ömer Osman bin Said bin Amir'ul Ömen: İmam Hadi ve İmam Askeri'nin -syakın ashabındandı. İmam Askeri -s- onu gaip İmamın naibi olarak tanıtmıştır. 2- Ebu Cafer muhammed bin Osman bin Saıd: İmam Askeri 'nin -s- sahabe ve niplerindendi. Babası Osman bin Saıd ve 11. İmam -s- onu hazretin naiplerinden saymışlardır. Hk. 304 (veya 205)'te vefat etmiştir. Bağdad'da babasının mezarı yanına defnedildi. 3- Ebulkasım Huscun bin Ruh Nevbahtı: Muhammed bin Osman onu kendi vekili ve İmamı Zaman'ın -s- naibi olarak tanıtmıştır. 4- Ebul hasan Ali bin Muhammed Semuri "İmam'ın -s- vekili Hüseyin bin Ruh" adıyla tanınır. Semuri hk 328 veya 329'un Şaban'ın15’inde vefat etti, hz. Mehdi'nin -s - son naibiydi [140]- Tevatüre varmayan rivayete "haber-i vahid"denir. Yani insanda kesin yakin doğurabilecek sayıda insanlarca naklolunmayan haberdir. Haber-i vahid eğer güvenilir insanlarca naklolunmuşsa "muteber haber" denilir ve şer'i hükümlerde delil yerine geçebilir. Haber-i vahidin hücciyet ve delil sayılması derken, bir ameli yerine getirmenin, bu haberle farz sayılması kastedilir Aslı olmazsa, amel etmeyen mazurdur [141]- "Zürare" lakablı Abdurrebhi bin Eeyn Şeybani Kufi (öl: hk 150) imanı Bakır ve İmam Sadık -s- 'in ashabındandır, hadis âlimlerinin şeyhi, ashabın fakihlerindendi. Bütün rical âlimleri onu "güvenilir" saymış ve "icma" ashabından kabul etmişlerdir. İmam Sadık'ın -s- ona pek değer verdiğine dair rivayetler vardır. El İstitac ve Cebr'in yazarıdır. [142]- Muhammed Rıza Pehlevi hş. 1350 (1972'de) sonbaharında İran şahinşahlığının 2500. yıldönümü münasebetiyle Persopolis denilen târihi mıntıkada pahalı şenlikler düzenledi. 69 ülkeden 20 arap emir ve kralı, 5 kraliçe, 21 prens, 16 cumhurbaşkanı. 3 başbakan, 4 cumhurbaşkanı yardımcısı ve 2 ülkenin dışişleri bakanının katıldığı ve 1 hafta süren bu şölenler İran halkına 200 milyon doları aşan bir rakama malolacaktı! O günkü resmi gazeteler bunun sadece 133 milyon tümen olduğunu yazmışlardı. Davetliler 3 dev çadır ve 50 büyük çadırda ağırlandı, bölgeyi aydınlatmak için Tahran ve Şiraz 'dan 6000 millik elektrik kablosu çekilecekti! Bu "şahane" (?) şenliklerdeki yemekler şunlardı: Havyarlı bıldırcın yumurtası, yengeç, mantarlı kuzu kebabı, karaciğeri dolmalı tavus kızartması. Yemekten sonra alınan mene ise Fransa'dan özel olarak getirilmiş taze ahududu ve incir usaresi ve özel olarak yetiştirilmiş bir diğer ahududu. Misafirleri ağırlamak ve yemekleri hazırlamak üzere şenliklerden 10 gün önce bir Fransız; başaşçı ve çıraklardan müteşekkil 150 kişilik bir ekiple Tahran'a davet edilmişti. Paris'in tanınmış hızlı sosyete restoranı "Maxım" bu şölenlere özel hazırlanmış 25 bin şişe şarapla özel yemekler ve alkollü içkiler göndermişti. 2500. şahinşahlık kutlama şölenlerine dünyanın dört bir yanından 600 gazeteci, fotoğrafçı ve film ekibi davet edilmiş ve şenliklerle ilgili olarak 1 milyon kelimeyi aşkın bir haber hacmi dünyanın dört bucağına muhabere edilmişti. Amerika NBC televizyonu bu şenlikleri uydu yayın aracılığıyla bütün ABD'de yayınlamıştı. Bkz. Tarih-i siyas-i 25 sale-i İran Gulamrıza Necetai, c:l s:348 - 351 ve şekes'ti şahane: Marurın Zunıss, Farsç, Abbas Muhbir s: 123 ve sonrası [143]- İran'ın sabık ve madum şahı Muhammed Rıza Pehlevi 1346 Aban'ında astronomik rakamlara varan şenlikler düzenleyerek resmi bir merasimde taç giydi! Bir ay süren bu kutlamalar boyunca başkent Tahran’ın Cadde ve sokaklarında kullanılan malzemeler şunlardı: 700 ton demir ve çelik, 300 km.'lik kablo, 100 binlerce lamba, floresan, plastik ve alüminyum levha ve çeşitli süs malzemeleri. Şah ve kraliçe Farah'ın taçları Fransa'nın meşhur sosyete kuyumcusu "Porarıel" tarafından sarı ve beyaz altınla özel siparişle yapılmış, çok pahalı mücevherlerle süslenmişti. [144]- Taberi Tarihi c:3-4, İbni E'nam'ın El Futuh'u, Avrupa'da İslam fetihleri. Şekip Arslan [145]- Senedin biraz düşündürücü olmasının nedeni, hakkında belki bir güven senedinin ulaşmadığı İshak bin Yakub'a istinadendir [146]- Mukbule" senedinin sıhhatine veya yanlışlığına bakmadan hadis ve fıkıh bilginlerinin kabul ve ona göre amel ettiği hadistir, ör: Ömer bin Hanzala hadisi gibi. [147]- Nisa/58-59 [148]- Mecmeul beyan, Nisa/58. [149]- Ae ve Tefsir-i Burhan ve Dürrulmensur tefsirinde aynı ayetin açıklamasında [150]- Usul-i Kâfi c:2, s: 22-24, Kitabul Hücce, "innel imam aleyhisselam..." babında ve Mecmeul Beyan Tefsiri, Burhan ve Nurussekaleyn tefsirlerinde aynı ayet [151]- Füru-u Kâfi, c:7, s:264, Kitabul Hudud, "nevadir" babı, 22. hadis ve Vesailuş Şia c:18, s:528, kitabul Hudud, "haddussırgo" babları, 30. bab, 1. hadis, Bihar, c:4(), s:291 ve Tarih-i Emirelmüminin -s-, 97. bab, 44. hadis. [152]- "Bana ulaşan bir habere göre saldırgan askerlerden (.Muaviye’nin milis kuvvetlerinden) biri, bir Müslüman ve bir zımmi kadına saldırarak ellerinden, boyunlarından ve ayaklarından bilezik, gerdanlık ve halkalarını zorla çıkarıp almış! Kadıncağızlar ağlayıp yalvarmışsa da o çapulcular kulak asmayıp gitmişler, hiçbir saldırıya uğramadan, burunları dahi kanamadan hem de!... Sırf bu hadisenin acısıyla bir Müslüman düşüp ölürse kınanmaz; insan düşüp ölse, yeridir hani!! "Nehc'ul Belaga, 2. hutbe. [153]- Beni Kurayza (Kurayzaoğulları) Medine yakınlarında yaşayan bir Yahudi kabilesiydi, Peygamber-i Ekrem'le -saa- barış ve saldırmazlık antlaşması imzalamışlardı, ama Ahzab Savaşı'ında (Hendek Savaşı) ahdlerini bozup sözlerini çiğneyerek Kureyş ve Katfan oğullarıyla birleşip Müslümanlara karşı ayaklandılar ve savaş sırasında Medine 'de anarşi yarattılar. Savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlandıktan sonra hz. Resulullah -saa- onları kuşatmaya aldı, Kurayza Yahudileri Sa'd bin Muazz'ın hakemliğini kabul edeceklerini açıkladılar. Sa'd, onların savaşçı erkeklerinin öldürülmesine, kadınlarının ve çocuklarının esir alınmasına, mallarının da Müslümanlar arasında bölüştürülmesine karar verdi..." Bkz İbni Hişam siyeri c:3 ve 4 s:238246 ve Taberi Tarihi c:2 s:245 [154]- Kâfi c:l s:276, kitabul hüccet, "innel iman..."babı, 1- hadis ve Burhan Tefsiri c:l s:379-386, 1 ve 4 ayetlerin tefsirinde [155]- Usulü Kâfi c: 1 s: 86. kitabul fazlul ilm. " ihtilaful hadis" babı. 10- hadis ve: Vesail eş-şia, c:18. "kadının sıfatları" babı. 11- bab ve hadis [156]- Ebu Sahar Ömer ibni Hanzala Ecelli Kufi: Şeyh Tusi ve Borgi onun İmam Bakır ve Sadık aleyhisselamların ashabı olduğunu yazarlar. Ömer bin Hanzala tanınmış ravilerdendir ve Zürarc. Hişam bin Salim. Abdullah bin Bekir. Abdullah bin Miskan ve Safvan bin Yahya gibi ashabın büyükleri ondan rivayette bulunmuşlardır ki bu, onun güvenirliğini göstermeye yetmekledir. Ayrıca, Yezid bin Halife rivayeti onun övünürlüğünü ispatlamaktadır [157]- Biri diğerinden, miktarı belli olmayan bir alacak iddiasında bulunursa bu alacağa "ayn-i külli" denir. Alacaklının iddiası belli bir miktar içinse bu alacağa "ayn-i şahsi" denir [158]- Araştırmacı Sebzevari Kifayet'ul Ahkâm’da bu ihtimali veriyor. Bkz: El Kaza: Muhakkik Aştiyani s:22 [159]- "Rivayetin senedinde problem" derken sadece Ömer bin Hanzala açısından kastedilmektedir, 156 no'lu dipnotta gerekli açıklama verildi. [160]- Ebu Hatice ve Ebu Seleme kümeli Salim bin Muharrem bin Abdullah Kenasi, İmam Sadık ve İmam Kâzım hazretlerinin -s- ashabından olup her iki İmamdan rivayette bulunmuştur. İbni Kavleviyye ve Ali bin Gazzal onun güvenilir olduğunu belirtmiş, büyük ricalci Necefı de onun güvenirliğini vurgulamıştır [161]- Vesailuşşia c:18 s: 100 kitabul kaza kadının özellikleri babları. 11. bab, 6. hadis [162]- Hasbiyye, şeriatın toplumda vukuunu istediği işlerdir ki bir veya birkaç kişinin yapmasıyla diğer bireylerden sakıt olur. Hasbiye işlere örnek olarak emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker, savunma ve yargı verilebilir. Gaybet döneminde bu işleri üstlenmekle sorumlu kimse âdil fakihtir; fakih, güvendiği ve liyakatli birini bir işe tayin edebilir [163]- Abdullah bin Maymun bin 'el Esver'ul Gaddah: İmam Bakır ve İmam Sadık'ın -s- sahabesindendir. Necaşi ve Allame onu güvenilir kabul etmişlerdir [164]- Usul-ü Kâfi c: 1 s:42 fasl-ı ilim kitabı, ilmin sevabı babı, 10. hadis [165]- Ali bin İbrahim bin Haşim Kuminin: Hk 3 yy'ın sonlan ve 4. yy'ın başlarının en tanınmış hadis, tefsir ve fıkıh âlimlerinden ve Kuleyni'nın üstadlanndandır. Çok sayıda eseri vardır. Bazıları: Menâkıb, Kurbul Esnâd, Kitabul Şerayi, Kitab-ı Meğâzi, Kitabul Enbiya ve Tefsir-i Kur'an. Kum'da gömülüdür [166]- İbrahim bin Haşim Kummi: İmam Cevad'ın -s- ashabındandır. Masum İmamların -s- ashabından pek çok rivayetlerde bulunmuştur. Kufelilerin hadislerini Kum'da yayan ilk kişi olduğu söylenir. "Nevadir" ve "Kazaya-i Emir'el Mümiminin" onun önemli eselerindendir [167]- veheb bin Veheb bin Kesir bin Abdullah: Ebul Bahteri adıyla tanınır (?-200 hk) İmam Sadık -s- ve Bağdat'ın nezili Hişam bin Urve'den rivayetlerde bulunmuştur. Hadislerinde suçlanmıştır; ehl-i sünnet uleması ve bu cümleden olmak üzere Ahmet bin Hanbel onu sahetkârlık ve yalancılıkla suçlar. İmamiye âlimlerinden Şeyh Tusi de onu Sünnilik ve zayflıkla suçlamıştır. İbn-i Ğezayirionun için "O Sünni ve yalancıdır" der. Ama İmam Sadık'tan -s - güvenilir hadisler rivayet etmiştir [168]- Usuli Kâfi c: 1 s:39, Fazlul ilim kitabı, İlim ve âlimin özellikleri babı, 2 hadis [169]- Evaid'ul Eyyam s: 186 "fıtehdidi velayet'il hâkim", 10 hadis [170]- Belağat'il Fakih c: 3 s: 226 [171]- Bihar, c:2 s:2, kitabul ilim, 80 bab, 67, hadis [172]- Usul-ü Kafi c:l s.245-246, kitabul hüccet, "Tabakatul Enbiya.." babı, 10 hadis [173]- Ünvâni vasıf, sadece vazife veya meslekle sınırlı vasıflar. Burada maksat badece Peygamber -nebi- dir", başkası değil. Yani ulema, peygamberlerin varisleridirler, peygamberler de, dinle ilgili hükümleri vahy yoluyla alanlardır. Binaenaleyh, sadece bazı peygamberlere verilmiş olan velayet ve İmamet sorumluluğunun, bütün "peygamberlerin varisi olan fakihlere taalluk ettiğisöylenemeyecektir, (bu hadisin mazmumuna göre). [174]- "Külli ferdi min'el enbiya", yani taşıdıkları bütün sorumluluk ve derecelerde bütün peygamberler. Bir de diğer tabir vardır ki, bu da "İmamet ve velayet" sorumluluğunu da taşıyıp taşımadıkları gibi bir ayırımda bulunmaksızın sırf "peygamberlik" le görevlendirilmiş bütün peygamberlerin salt "peygamberlik" ve " elçilik" vasfı. [175]- Ahzab/6 [176]- "Mecma'ul Bahreyn ve Metleunnehreyn-fî Gariybel Kur'an ve'l Hadis" kitabı, Kur'an ve hadislerde geçen terim ve deyimleri inceler. İmamiye Şia’sının rivayetleri esasınca Fahreddin bin Muhammed Ali bin Ahmed bin Tureyh-i Necefi (Şeyh Fahreddin olarak tanınır: Tureyhi (?- 1085 hk) tarafından yazılmıştır. Bu eseri yazarken Sıhah, Kamus ve Nihaye'den faydalanmıştır [177]- Mecmeul Bahreyn, c:l s:457 [178]- Usulü Kâfi ( c;1 s;7. 176; kitabul Hüccet, "Resul, Nebi ve Muhaddisin farkı babı [179]- Usulü Kâfi c:ls: 321–343, kitabul Hüccet, "innel emine vereset’il ilim..."babıyla" "mâindel eimme min selah..."babı [180]- Usuli Kâfi c:l s: 42-45, fazlul ilim kitabı, "âlimlerin özellikleri" babı [181]- Erbain: İmam Humeyni (ks) s: 414-416, 26. hadis [182]- Bkz: Sahih-i Buhari c: 1 s:25, kitab'ul ilim, "ilim kablel kavi..."babı veSünen-i Daremi c. 1 s. 110, "fi fazlul ilim ve..."babı, 342. hadis ve: sünen-i Ebu Davud c: 4 s:57, kitabul ilim "bab-ul hiss elâ taleb'ul ilim", 3641. hadis ve eklemede bulunmaksızın " materkena sadaka" ve İmam Hanbel'in müsnedindc c: 1 s: 10, yukardaki cümle eklenmiş olarak geçer. [183]- Avâid'ul ayyam min mühimmat-i edillet'il ahkâm: Molla Ahmed bin Mehdi bin Ebi Zerr-i Neraki Kaşani (?-hk 1245) bu kitabı şer'i hükümlerin ispatlı beyanı olup 88 aideden müteşekkildir [184]- Fıkhurrıza veya "fıkh-ı Rezevi ", bazı âlimlerin İmam Rıza'ya nispet ettiği ama bazı âlimlerin farklı düşündüğü kitaptır; fıkhî konuları içerir. Bkz: Mukeddimei El Fıkh'el Mensub ile'rrıza (s), Kongrei cihanii İmam Rıza -syav.hk. 1406 [185]- Avaid-ul Eyyam s:186, 7. hadis [186]- "Menzilet ve nisbetin genelliğinden maksat, fakihlerin her açıdan İsrailoğulları peygamberleriyle aynı menzilette bulunduğu ve bu konuda imamet, yönetim ve velayetin istisna tutulmadığıdır [187]- )"Camiul Ahbar" Şeyh Saduk -un kitabı olarak tanınmışsa da hk, 6 yy.da yaşamış bulunan Muhammed bin Muhammed bin Ali'ye aittir, tayinle bilinmiş değildir, bkz: Kitabul Zerie c: 5 s: 33-37 [188]- Camiul Ahbar s:38, 20. fasıl [189]- Müstedrek-il Vesail ve Müstenbiti'il Mesail: Mirza Hüseyin bin Mirza Muhammed Turhi bin Mirza Ali Muhammed Tebersi Nuri (hk-?- 1320)'ye ait olup 33 bin hadis kapsar. Bu eserini Vesailuşşia'nın tamamlayıcı metni olarak, onda (geçmeyen) hadislere ayırmıştır. Vesail'in fihristine göre düzenlenmiştir; yazar kitabın sonuna tafsilatlı bir fihristle rical ve dirayet ilmine dair mükemmel bir hatime -son söz- eklemiştir [190]- Ğureril Hikem: Ebulfeth Abdulvahid bin Muhammed bib Abdulvahid bin Muhammed Âmidi (-?-hk 510) "Hz. Ali'nin -s- bazı konuşma ve vecizelerini içerir, elifbaya göre sıralanıp düzenlenmiştir [191]- Ae- 1, fasıl, 559, hadis ve: Müstedrek'il Vesail c:17 s: 316, kitabul kaza, kadının özellikleri babları. 11 bab, 17, hadis [192]- Bu rivayet Gurer-il Hikem'den nakledilmişdir ve bu kitaptaki rivayetlerin tamamı mürseldir [193]- Tuhefü’l Ukul c:3 s: 400 [194]- Maide/63 [195]- Maide/80-81 [196]- Maide/44 [197]- Tevbe/71 [198]- Tuhefil Ukul s:271 [199]- Usulü Kâfi c: 1, a:54, Fazlulilim kitabı, "El bed" babı, 2. hadis [200]- " Feeh bağiyeh..." (= saldırgan ve baği güruh): İmama itaatten çıkan veya bir grup müslümana karşı haksız yere savaş açanlara denir. Hucurat suresi'nin 9. ayetinde şöyle buyrulur: "...Müslümanlardan bir grup, diğerine karşı savaş açarsa; saldırgan, Allah'ın hükmüne dönünceye kadar onunla savaşın" ve Zubdetul Beyan s:319 ve Vesailuş-şia c:ll, s: 16, 54, 55, kitabul cihad, 5 - 24 - 26. bablar, düşmana karşı cihad babları [201]- Hş. 1270'de (m: 1891'de) İran Kaçar şahı Muzaffereddin'le İngiliz William Fa Dorsey arasında bir antlaşma imzalanarak İran petrollerinin bütün hakları İngilizlere devredildi. Bu antlaşma 60 yıllıktı ve İran, kârın sadece %16'sını alabilecekti. 32 yıl sonra yenilenen antlaşmada ise İran'ın payını %20'ye çıkarma lütfunda (!) bulundular. Musaddık devrildikten sonra 1333'te yeni bir konsorsiyum düzenlendi. İran ve İngiliz şirketi % 40, beş Amerikan şirketi Acson, Mobil, Golf, Schuran, Texaco %40, Hollanda şirketi Royal Doch Shell % 14 ve Fransız petrol şirketi %6 oranda hisselere (1333'ten 1357'ye kadar, yani 24 yıl boyunca) sahip oldular ve mevcut istatistiklere göre bu 24 yıl zarfında İran'dan 205.891.947.800 varil ham petrol ve 10.152.212.090.000 ayak metreküp doğal gaz batı ülkelerine çıkarıldı. Bkz.: Başlangıçtan günümüze kadar petrol: Petrol Bakanlığı Halkla İlişkiler bür, ve: Pehlevi saltanatının zuhuru ve düşüşü, c:2, siyasi araştırmalar merkezi, ve: İran: İktidar serabı: Robert Gruham, tere: (farca): Firazniya, ve: Opec Hikayesi Pier Terziyan, farç tere: A. Rıza Gufrani, ve: Petrol -Güç ve Prensip: Mustafa Alem, farsça terc: G. H. Salihyar [202]- Hş. 30 Mordad 1948'de (m: 1970'de) Siyonistler Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa'yı yaktılar. Bütün bir İslam dünyasının İsrail'e karşı nefretini bir anda kat kat artıran bu olay, şah rejiminin güdümlü basınında geçiştirilmeye çalışıldı ve haberin, halkın İsrail'e nefretini artıracak şekilde verilmesi engellendi. Saray bakanlığı olaydan duyduğu üzüntüyü belirten bir bildiri yayınladıysa da olaya sebep olan İsrail siyonizmini kınamadı. Bu arada şah, Mescid'ul Aksa'nın yeniden tamir ve restoresi için 1 milyon riyal tahsis ettiğini açıkladı; kral Faysal'la İran şahı, bu olayı görüşmek üzere İslam ülkeleri zirve toplantısı önerisinde bulundular. Birçok İslam ülkesinde Müslümanlar yoğun gösterilerle Siyonist İsrail'i kınayıp olayı protesto ederken şah rejimi İran'da İsrail'i kınayacak gösterilere izin vermedi ve bu durum birçok yüksek düzeyde din adamının öfkesine yol açtı. Aynı günlerde, Bağdat'da yayınlanan Cumhuriyet gazetesi, İmam Humeyni'nin -ra- konuşmasını şöyle yayınlayacaktı: "İmam, Müslümanları vahdet ve kenetlenmeye çağırarak Ribat'ta düzenlenecek zirve konferansının Müslüman kamuoyunun dikkatini başka tarafa çekecek bir "emniyet supabı" rolü oynadığını ve Filistin Yahudilerin işgalinde olduğu sürece Mescid'ul Aksa'nın tamir edilmemesi gerektiğini, böylece siyonizmin suç izinin silinmemiş olacağını vurguladı. Bu arada BM güvenlik konseyi de bu çirkin eylemi dolaysıyla (pek sert olmayan bir dille) İsrail'i kınadı [203]- Füruu Kafi, c:5, s:55-60, cihad kitabı, emri bil maruf babı, 1-2-5 ve 11. hadisler, ve: Vesailus-şia c: s: 393 ve sonrası ve emri bilmaruf kitabı 1 ve 3. bablar [204]- 16 mehr 1341 (1963' te) şah rejimi tarafından onaylanan Eyalet ve Vilayet Encümenleri yasa tasarısına işaret ediliyor. Bu kararda seçmen ve adaylar için "Müslüman" ibaresi kaldırılması ve "Kur'an'a" yemin yerine "semavi kitaba yemin" ibaresi konulmuştu. Bu layiha önce İmam, sonra da bütün taklid merciilerince reddedildi. İmam'ın -r- bildirisi üzerine halkın sert tepkisine şahid olan rejim, aynı yılın 17 Azer'inde (Aralık) Eyalet ve Vilayet Encümenleri yasa tasarısını iptal ettiğini açıklamak zorunda kaldı. Bkz. Berresi ve Tahlili ez Nehyet-i İmam Humeyni-ks-s: 141-216 [205]- Tevbe/60 [206]- Tuhef ul Ukul 'un yazarı bu rivayeti naklederken belgelerini kaydetmemiş, bu da. Rivayetin mürsel ve zayıf savulmasına sebep olmuştur [207]- Mirza- veya Muhammed- Hasan bin Muhammed Hüseyni Şirazi (12301312 hk) çağının en ileri usul fakihi ve şia bilgini. Tahsiline Şiraz'la İsfahan'da başladı, Necefte Şeyh Ensari'den 22 yıl fıkıh ve usul dersi aldı, onun ölümünden sonra Şia dünyasının en büyük mercii seçildi. Onun vefat yılında vuku bulan ve milyonlarca İranlının bir günde sigara ve nargileyi bırakmasın ve sonrada İngiliz şirketiyle imzalanan tütün anlaşmasının feshedilmesine yol açan meşhur Tonbaki fetvası onu dini karizma ve siyasi nüfuzunu gösteren en güzel örnektir. Mirza Hüseyni Nuri, Aga Rıza Hemdani, Şeyh Fazlullah Nuri ve Mirza Habibullah Horasanı hep onun öğrencileridir. Önemli bazı eseleri şunlardır: Risale der Rıza, Emr ve Neyh, Taharet ve Abdest üzerine. [208]- İranlıların Uyanış Tarihi: Nazmi İslam-i Kirmani c:l s: 14 ve: Yahya'nın hayatı: Devletabadi c:l s: 109 ve: Tönbeki yasağı: İbrahim Timuri s: 119 ve: İran'da Tütünün Haram 01ması:Nıccı R. Caddy, farsç tere: Şahroh Kaymakami s: 118. [209]- ) Şer'i hükümleri ilgilendiren bütün durum ve unvanlara denilir ve iki şekilde olur: 1- Herhangi bir kayıt ve şarta bağlanmayan genel geçer durumlar için şeriatın verdiği hüküm ve sınırlara "ahkâm-ı evveliye" denir 2- Belli bazı şartlar veya istisnâen oluşabilecek zorunluluklarda (zaruret, ikrah, çaresizlik, fesada kapılmayla yüzyüze gelme... vb. gibi) verilen hükümse " sânevi hüküm"dür. Mesela murdar -ölü hayvan eti- yemek hükm-ü evveli olarak haramdır. Ama birisi mecbur kalırsa, açlıktan ölmeyecek kadar yiyebilir. Veya mesela tütünün alım satımı ve kullanımı 1. hüküm açısından helal ve caizken; Müslümanların zararına, fesada ve kâfirlerin Müslümanlara tahakküm ve galebesine yol açması halinde bu caizlik hükmü kalkar ve haram olur. [210]- Mirza Muhammed Taki bin Muhibbi Ali Şirazi Hayri (-?- 1338 hk): Mukaddimeyi bitirdikten sonra tahsiline devam etmek için Samıra'ya gitti ve Mirza Şirazii Bozorg (Büyük Mirza) 'nın derslerine girdi, kısa sürede onun en iyi öğrencisi oldu. Mirza'dan sonra'da taklid mercii makamına ulaştı ve Seyyid Muhammed Kâzım Yezdi'den sonra da Şia dünyasının taklid mercii ve en üst düzey âlimi oldu. Meşhur fetvasını vererek Irak'ta cihad ilanında bulunup, bu ülkeye pençesine geçirmiş bulunan İngilizlere karşı Müslümanları savaşa çağırdı. Değerli ilmi eserlerinden bazısı şunlardır: İlm-i Usulde Risalet, Mekasıb'a haşiye ve Ehl-i Beyt'i -s- öven ve onlara ağıt mazmunlu farsça şiirler [211]- Cafer bin Hızır bin Yahya Necefi ( -?- 1227 veya 1228 ): Şeyh Cafer Kaşıful Gıtâ olarak meşhurdur. Üstadı olan Allame Bahrelulum 'un rıhletinden sonra (hk. 1212) Şia dünyasının başkanlığını üstlendi. Fıkıhta mutedil, delil ve mantıkta güçlü oluşuyla tanınmıştır. Çok güzel şiirleri de vardır. Bazı eserleri şunlardır: Keşful Gıta, Şerh-i Kavaid-i Allame, kitab-ı Taharet, Gayet'ul Ma'mul fi İlm'el Usul, Muhteser-ı Keşful Gıtâ'ul Hakkuk Mubin fi Tasrib'el Müctehidin ve Teharet'ul Ahbariyyin. [212]- Minyetuttalib fi Haşiyemi Mekasib c:2 s: 327 [213]- Muhammed Ali şah (hk 1289-1304): Kaçar şahı Muzaffereddin'le Mırza Taki Han Emir Kebir'in büyük 'azı Taculmüluk'un oğludur. Onun zamanında İran meclisini topa tuttular, milletvekillerinin kimi öldü, kimi yaralandı; sağ kalanların çoğu da ya hapse, ya sürgüne gönderildi. Bu olaydan 1 yıl sonra tahttan indirildi, 16 yıl çeşitli ülkelerde sefahat içinde yaşadıktan sonra İtalya'da öldü. [214]- Allah onları hor ve hakir (zelil) kıldı. [215]- "Siyonizm", bütün dünyaya egemen bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan çok tutucu ve ırkçı bir ekolün adıdır. İsmini, hz. Davud'un -smezarının bulunduğu "Siyon" dağından almıştır. Siyonizm, Avrupa ülkelerindeki Yahudi düşmanlığının doğurduğu aşırı tepkilerden biridir. Bu hareketin öncüsü Teodor Hertzel adlı bir Macar Yahudi’sidir. Bu adam ilk dünya siyonizm kongresini İsveç'te başlattı. Wıezmen (Vayzmen) adlı bir Yahudi (ki daha sonraları ilk İsrail cumhurbaşkanı olacaktı) bu kongreye katılan üyeleri Filistin'i Yahudilerin vatanı olarak kabul etmeleri ve bütün Yahudilerin bu topraklara yerleştirilmesini sağlamaları hususunda ikna etti. Balfour deklerasyonu ve İngiltere'nin Yahudilerin Filistin’e göçmesini kabul edişinin ardından Siyonistler dünyanın dört bir yanındaki yahudileri Flistin'e göçmeye teşvik ettiler ve Amerika'nın mâli yardımlarıyla Filistin Araplarının ev ve arazilerini hızla satın almaya başladılar. Siyonist teşkilatın mali gücü, bugün dünyanın en büyük kartellerinin mali gücüne denktir. Siyonizm teşkilatının merkezi bugün ABD'dir ve 60 ülkedeki Siyonist kuruluş, grup ve cemiyetler bu merkezden yönetilmektedir. Siyonizm uluslararası 28 ana teşkilat 281 milli Yahudi örgütü ve 251 mahalli federasyondan müteşekkildir; Çok sayıda danışma kuruluşları, para fonları ve daha birçok siyasi ve iktisadi imkânları olan bu kuruluşun dünyanın çeşitli ülkelerinde faaliyet gösteren gizli istihbarat ve casusluk teşkilatları bulunmaktadır. Dünya medya ve iletişim organizelerinin çoğu bu teşkilatlarca yönlendirilmektedir. Siyonistlerin sahip olduğu gazete, dergi... vb yayın organlarının sayısı 2036'yı aşmaktadır; bu gazetelerin en tanınmışlarından biri de Newyork- Times'dir. [216]- Hicri kameri 1260'da Seyyid Ali Muhammed adlı biri kendisini "İmam'ın babı" ve onunla ilişki vasıtası olarak tanımlayıp çok geçmeden Mehdilik iddiasına kalkışmıştı. Ali Muhammed Bab, tutuklanıp öldürüldüyse de ona uyanlar arasında "Subh-u Ezel" ve "Bahâ" adlı iki kardeş, onun vekilliği iddiasına girişti Sobh-e Ezel 'i izleyenler "Bâbi" veya "Ezeli" ; Bahaullah'ı izleyenler de "Bahâi" adını aldılar. Osmanlı Devleti Bahaullah'la izleyicilerini Filistin’deki Ukka bölgesine; Ezel ve adamlarını da Kıbrıs'a sürdü. Sapık Bahâi fırkası, İngilizlerin de desteğiyle Filistin’de yoğun çalışmalara başladı ve daha sonra işgalci İsrail devleti de bu fırkaya destekçi oldu. İran şahı döneminde Bahâiler, Pehlevi rejimi tarafından yoğun destek gördüler; İran'ın dış politikasında ve Siyonizm’in İran'daki çıkarlarının temininde en etkili rolü Bahâiler oynamıştır. [217]- Usulü Kâfi c:l s:37-48, fazlul ilim kitabı, ilimin ve âlimin özellikleri babı [218]- Nehcul Belağe, 215. hutbe [219]- Biharul Envar c:4 s:337-338 ve Tarih-i Emiriel müminin -s- 98 bâb ve: Vesailuşşia c: 18 s:21 "Hadler ve tazirat" kitabı, "Haddul sirkat" babları c: 11 s:395 [220]- Nehc’ul Belağa, 11, 27, 29, 51 ve 54. hutbeler, 365. hikmet ve: Vesailüsşia c: 11 s:395 ve sonrası [221]- "Hacı Nesir" ve "Muhakkik-i Tusı (hk. 597- 672) Büyük İslam âlim ve bilginlerindedir. Felsefe, kelam, matematik ve astronomide çağının en ileri bilginiydi. Aileme Hilli, Kutbettin Şirazi ve Seyyid Abdulkerim bin Tavus onun öğrencilerindendir, değerli eserlerinden bazısı şunlardır: Şerh-i İşarat, Tecdidul İtıkâd. Tahrır-i Oklitus, Tahrir-imucesti ve Ahlak-ı Naşiri. [222]- Ayetullah Şeyh Cemaleddin Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar Hilli (hk. 648-726) çağının fıkıh, hadis, tefsir, kelam, edebiyat, makul ve mankul dallarında en ileri bilgini ve Şia’nın baş âlimiydi, sadece "Allâme" adıyla da anılır. Çağının en büyük Şia ve Sünni âlimlerinden ders aldı. Muhakkik Hilli'nin hocalarından bazısı Hacc Nâsıreddın Tusi, Seyyid Ahmed bin Tavus ve Şeyh Necibuddin'dir. Hocası olan Hacc Nesir, aynı zamanda onun fıkıh derslerine de katılmıştır. Oğlu Fahrulmuhakkıkin de babasının öğrencilerindendir. Tanınmış eserlerinden bazıları şunlardır: Fıkıh dalında: Tebseret'ul Muteellimin, Muhtelif, Kâvaid ve Tezkiremi fukeha; kelam dalında: Keşful Murad Fi Şcrh-i Tccrid'ul İtikad; imametin ispatı dalında: Elifeyn: rical dalında: El- Muhtescr: tefsir dalında: Telhis'el Keşâf. [223]- Ahmed Sukarno (1901 -1970)bir öğretmenin oğluydu. 19 yaşında bir Hollanda fen kolejine girdi ve mühendis olarak koleji bitirdi. Mücahedeleri sonucu uzun zaman hapis ve sürgünde yaşadı. 1945'te Endonezya Cumhuriyeti'ni kurdu, 1949'da da resmen ülkesinin cumhurbaşkanı seçildi. Dünyanın tanınmış politikacılarından ve "Bağlantısızlar" hareketinin kurucularındandır. Batı yanlısı güçlerin gerçekleştirdiği bir askeri darbeden sonra görevinden istifa etmek zorunda kaldı. "Devrim Bayrağı" nın yazardır. [224]- Taberi Tarihi c: 1 s: 319- 322 [225]- Tefsir-i Kebir c: 12 s:53 ve: Usd-ul Ğabe c: 4 s: 28 ve: El- Gadir c: 1 s: 11-213 [226]- Faysal bin Abdulaziz Âl-i Suud (1906-1975) uzun süre S. Arabistan dışı işleri bakanlığı ve başbakanlık görevinde bulundu. 1964' te kardeşini devirerek onun yerine tahta geçti [227]- Harun Reşıd (hk 193), 5. Abbasi halifesi [228]- Dönemin gizli istihbarat şefi "Pakrevan" kastediliyor. İmam-ın -ksemniyette tutuklu bulunduğu 11 mordad 1342'de, İmam'la hücresinde görüşmüştü. Bkz: Berresi ve Tehlil ez Nehzet-e İmam Humeyni c:l s:575 [229]- Hacı Seyyid Hasan Kummi (merhum Ayetullah hacı Seyyid Hüseyin Kummi'nin oğlu) kastediliyor. Mezkûr tarihte İmam'la -ks- birlikte tutuklanmıştı, inkılâp zafere ulaşıncaya kadar da Kerec'de sürgünde kaldı. İslam inkılâbının zaferiyle birlikte sürgünden kurtularak Meşhed'e döndü. [230]- Rivayettc geçen "Sâset", siyaset adamı" ve "yönetici" gibi anlamlara gelen "sâis"in çoğuludur. Bu tabir, "Camia-ı Kebir "ziyaret duasında geçer. Bkz. Men la Yahzerul Fakih c. 2 s: 370, bâb. 2. hadis [231]- Oniki Mordad 1342'de İran matbuatı şu haberi manşet geçiyordu: "... İstihbarat teşkilatı'nın resmi açıklamasına göre Humeyni. Kummi ve Mehellati beylerle güvenlik güçleri arasında; bu beylerin siyasete karışmayacaklarına dair anlaşmaya varıldığını..." Nehzet-i İmam Humeyni, c: İs: 585. ve Kevser c:l s: 104. [232]- İmam Humeyni -ks- 21 Ferverdin 1343'te Cuma günü, evinde yaptığı bir konuşmada şöyle bir açıklamada bulunuyordu: "'13-5-1342 tarihli gazetede -ki o gün ben Kaytariye hapishanesinden tahliye edilmiştim- ulemanın siyasete karışmayacağı yolunda bazı şeyler yazılmış. Şimdi meselenin hakikatini burada sizlere açıklamaktayım; olay şudur: İsmini anmak istemediğim birisi yanıma gelip "efendim, politika dediğin yalandır, kısacası itoğlu itliktir! Bu nedenle, siz politikayı bize bırakın!" dedi. Konumumuz elverişli olmadığından, tartışmak istemedim; sadece "sizin sözünü ettiğiniz böyle bir politikaya biz hiçbir zaman girmiş değiliz zaten!" dedim. Bugün konum elverişli ve durum gerektirdiği için açıkça- söylüyorum: "İslam bu değildir! Vallahi, İslam’ın tamamı siyasettir! İslam’ı çok kötü tanıtmışlar... Yönetim politikası İslam’dan kaynaklanmaktadır. Ben burada oturup da teşbih çekecek mollalardan değilim! Ben papa değilim ki, pazar günleri bir ayinde bulunduktan sonra bütün vaktimi kendimce bir nevi krallıkla geçirip başka işlere hiç karışmayayım..." Kevser c:l s: 104 - 105 [233]- "Sultanımızın saltanatı payidar olsun!" [234]- Şia dünyasının tanınmış fakih ve büyük usulcüsü Şeyh Murtaza Ensari kastediliyor [235]- İran’daki maaşlı İngiliz yardakçıları: İsmail Rain s: 102-103. Rain, Savak'ın kuruluşundan beri 1498 kod numarasıyla bu teşkilatla işbirliği içindeydi. Feramuşhane ve Framasoneri adlı kitabını Savak'ın elbirliğiyle hazırlayıp yayınladı. Rain'in bu kitabındaki belgeler Savak arşivlerindeki framasonluk belgeleriyle karşılaştırıldığında bu arşiv belgelerinin önemli bir kısmının aynen iktibas edildiği görülür. İran şehinşahlık saray bakanı Âlem’le çok yakın ilişkiler içindeydi: Rain'e mezbur kitabı yazdıran da odur; böylece İran uleması lekelenmek istenmiştir. Bkz. Zuhur ve Suğut-u Saltanat-ı Pehlevi c:2 s:242 - 246 ve Siyasi Araştırma ve İnceleme Kurumu: Siyasi İncelemeler, 1. kitap, s:41 - 92 [236]- Errahman Suıresi/4 [237]- Ayetullah Uzma Seyyid Hüseyin bin Ali Tabatabai Brucerdi (h.k. 1292 1380): Tanınmış fakih, usul bilgini, ilmiye Havzası'nın müdürü ve dünya Şiilerinin dini lider -taklid mercii- Ahund Horasani. Seyyid Muhammed Kazım Yezdi ve Şcyhuşşeriat İsfehani'den ders almıştır. Kum ulema ve din öğrencilerinin isteği üzerine hk. 1364'ten itibaren Kum'a yerleşti. Bazı eserleri şunlardır: Urvet'il Vuska ve Kifayet'il Usul Vennihaye (Şeyh Tusi)'ye haşiye ve öğrencileri tarafından kaleme alınan "Fıkıh ve Usul Dersi Takriratı" [238]- Ayetullah Seyyid M. Hüccet (hk. 1310 - 1373) fıkıh ve usul hocalarından ve tanınmış müçtehidlerdendir. 1349'da Kum'a yerleşti. Ayetullah Hayri'nin vefatından sonra Ayetullah Sadr ve Hansari Beylerin yardımıyla medresenin idare ve bakımıyla ilgilendi. Eserlerinden bazısı: İstishab risalesi, Bey risalesi ve Kifayae'ye haşiye [239]- Ayetullah Seyyid Sadreddin Sadr (1299 - 1373 tık.) Ahund Horasani ve Ayetullah Naini'nin öğrencilerinden. Ayetullah Hayri'nin daveti ü/erine Kum'a gitti ve onun müşaviri ve yardımcısı oldu. Eserlerinden bazısı şunlardır. El Mehdi. Hulasat'il Fusul ve Medine't-ul İlim [240]- Ayetullah Seyyid Muhammed Takiy Hansari (1305 – 1371 h.k.): Ahund Horasan-i, Mirza Naini ve Şey. Muh. Kazım Yezdi gibi büyük üstadlardan ders aldı. Irak Müslümanlarının İngilizlere karşı başlattığı cihada katıldı. Ayetullah Hayri'nin vefatından sonra Hüccet ve Sadr Beylerle birlikte ilmiye medresesinin idaresini üstlendi ve h.k. 1363'te yaşanan korkunç kuraklık yılında Kum halkının ricası üzerine "istiska" namazına -yağmur namazı- durdu ve hemen ardından uzun ve şiddetli bir yağmur başladı. [241]- Devani ve Halhali Beyler'in de belirttiği üzere mezkûr siyasi hadise meclis-i müessisan -kurulcular meclisi-la ilgiliydi. [242]- Ebu Hureyre (h.k. 57 veya 58): Hicretin 7. yılında Müslümanlığı kabul etti. Sahabelik süresi toplam üç yıldan fazla olmadığı halde, o hazretten naklettiği hadis sayısı, diğer bütün sahabelerinkinden fazladır! Bu kadar fazla hadis duyduğunu iddia etmesi diğer büyük sahabenin itirazlarına yol açmış ve hulefai reşidin döneminde ileri gelen sahabelerce defalarca azarlanmıştır. Ömer'in hilafeti döneminde Bahreyn vahşiydi, çok geçmeden görevden alınarak beytülmalden hırsızlık ettiği için 10 bin dirhem para cezasına çarptırıldı! Osman halife olunca bu defa da ona yaranabilmek için onu övücü hadisler uydurdu. Hz. Ali -s- döneminde, Muaviye'nin işine yarayacak bir sükûtu tercih etti. Sıffin savaşı sırasında savaştan uzak durduğu ve bir gün Hz. Ali'nin -s- çadırında, ertesi gün de Muaviye'nin yanında yer aldığı söylenir. Yine rivayete göre Sıffin'de- namazlarını Hz. Ali'nin -s-imametinde, onun arkasında kılar, yemek vakti geldiği zaman ise Muaviye'nin sofrasına oturur ve "Muaviye'nin sofrası pek yağlı - ballı, Ali'nin de namazı çok faziletli!"!" derdi. Şia ve Sünni âlimleri onun naklettiği rivayetlerin büyük bir kısmını "şüpheli" bulmuşlardır. Bkz.: Ebu Hureyre: Allame Şerefuddin, Ebu Hureyre Şeyh'ul Muziyre: Muhammed Ebu Zühre, Nehcul Belaga Şerhi: Ebu'l Hadid c:4, s:63 -69 - 78 ve Dairetul maariful İslami (Büyük İslam Ansikl): İbni Ebil Hadid c:1 s: 418-419. [243]- İmam Seccad hazretlerinin -s- Muhammed bin Müslim Züheri 'ye yazdığı mektupta şöyle geçer: "...Şunu bilki gizlediğin en asgari hak ve yüklendiğin en hafif sorumluluk, zalime yakın durarak onun korkusunu azaltman, ondan gelecek tehlikeye karşı böylece kendini güvenceye aldığını sanman ve onun sapmasını ve yoldan çıkmasını kolaylaştırmanda Çünkü ona yakın durmakta ve seni davet ettiği zaman hemen gitmektesin. Bu davet ve gidişlerle; seni kendi zülüm ve adaletsizliklerinin ekseni şeklinde göstermek ve işledikleri zulümleri tıpkı değirmenin mili gibi senin etrafında çevirmek istediklerini bilmiyor musun? Zulüm ve iğrenç emelleri yolunda seni köprü gibi kullanmak, insanları saptırabilmek için bir merdiven, eğri ve sapık çağrılarına davet edecek bir davetçi haline getirmek istediklerini, seni de kendi yollarına sokmakta olduklarını, ulema ve bilginleri lekeleyip onlara çamur sürebilmek için seni kullanıp, cahilleri kendi taraflarına çekmeyi planladıklarını bilmez misin?!" Bkz: Tuheful Ukul, s:214, İmam Scccad'ın -s- sözleri bölümü. [244]- "Takiyye benim ve atalarımın yöntemidir" Müstedrek'il Vesail, c:12, s:258, emr bil maruf kitabı, emr ven nehy bablan, 24. bab, 4. hadis [245]- Ali b. Yaktin (h.k. 124 -182); Babası Emeviler zamanında, iktidarın Abbasilerde olması gerektiğini savunanlardandı. Bu nedenle Abbasiler iktidarı ele geçirince Ali bin Yaktin iktidara yakın olmuş oldu ve Harunur Reşid'ın vezirliğine kadar yükseldi. Aynı zamanda İmam Kazım'la da -s- irtibatını korumada ve hazretin enirine itaati farz bilmedeydi. İmam'ın -s- bütün emirlerini yerine getirmeye çalışmıştır. İmam onun için şöyle buyurmuştur: "...Ey Ali. AllahTeala'nın; zalimler ve yardımcıları arasında kendi özel adamları da vardır ki bunlar aracılığıyla dostlarını koruyup destekler ve ey Ali sen de onlardan birisin işte!" [246]- Halkın öncüsü, lider, imam [247]- Abdullah Me'mun (h.k. 170 - 218): Harun Reşıd'in oğlu, 7. Abbasi halifesi [248]- E1 İrşad s. 290 - 295 ve. Yakubi Tarihi c:2, s: 146 - 149 ve: Murucezzeheb c:3 s: 440 - 441 [249]- İmam –s- onların masum imamların -s- hakkaniyetini itiraf ettiklerine işaret etmektedir. Nitekim Abbasi halifesi Memun, kendisini Şia saymakta ve bunu da babası Harun'a borçlu olduğunu söylemekteydi. Babası Harun'dan, hz. İmam Kazım -s- hakkındaki görüşünü sorduğunda onun şöyle cevap verdiğini nakleder: "Ben halkın görünürdeki imamı ve lideriyim; zorla ve cebren hükmediyor mu bu halka: Musa bin Cafer ise gerçekten imamdır ve imameti haktır. Vallahi, oğulcuğum, şu iktidar koltuğu öyle bir şey ki onun için benimle dalaşmaya kalkarsan senin bile gözlerini oyarım! Şunu bil ki, iktidar kısırdır, baba - oğul tanımaz!" bkz. Bihar'ul Envar c:48 s: 129 -133. [250]- Harun'un "iktidar kısırdır" derken maksadı, iktidar koltuğunu babanın kendi evladına bile vermeyeceğini ve bu işin baba - oğul tanımadığını söylemektir. İmam Humeyni -ra- de burada aynı meseleyi hatırlatmaktadır [251]- Fedek, Hayber'e bir menzil uzaklıktaki bayındır bir köyün adıdır Hayber savaşından sonra Hayberliler Hz. Rcsulullah'la -saa- barış antlaşması imzalayıp Hayber'i ona bağışladılar. Peygamber de -saa- Allah Teâlâ’nın emri üzere Fedek'i, kızı hz. Fatıma'ya -s- bağışladı. Bkz. İbni Hişam Siyeri c: 3-4 s:353. Taberi Tarihi c:3 s:20 ve Nehcul Belaga Şerhi: İbni Ebıl Hadid c:4. s. 823 -874 ve: El-Fedek Fi Tarih: Şehid Seyyıd Muh. Bağır'es Sadr. [252]- Abbasi halifesi Mehdi'nin haksız yere alınan mal ve haklan sahiplerine geri iade etmek istediği söylenir. Bu haber İmam Musa bin Cafer'e -sulaştığında İmam -s- "Peki, bizim hakkımızı niye geri vermiyorsun?" diye sordu. Mehdi "Sizin hakkınız nedir'.'" diye sorunca İmam -s- "Fedek" buyurdu ve sınırlarını Uhud dağı'ndan Mısır sahillerine kadar İslam’ın egemen olduğu bütün coğrafya olarak gösterdi. Mehdi hayretle "bunların hepsi sizin mi'1!" diye sorunca da İmam "evet" buyurdu, "bunların hepsi bizimdir" Bkz. Bihar c:48 s:8 - 156 ve: İmam Musa bin Cafer -s- Tarihi, 40. bab, 29. hadis ve İbn-ı Şehri Aşub "Ahbarul Hulefa "kitabından bu olayı naklederek anlatır ve muhatabın Harun olduğunu, mezkûr coğrafi sınırlarınsa Eden, Semerkant ve Afrika Seyf ul Behr (bugün ki Ermenistan yakınları) olduğunu belirtir. Bkz.: Menakıb-ı Al-i Ebu Talib c:4. s:346 [253]- Haşimoğulları":Kureyş'in büyük ve asil boyunun adıdır. Hz. Peygamber'in -saa- dedesi Abdulmuttalib'in babası olan Amr bin Abdumenafın lakabı "Haşim"di, bu boy ismini ondan almıştır [254]- Uyun-u Ahbarur Rıza c:l s: 88 - 91 Bihar c:48 s: 129, "Münazarat-ı Meelhulefa-el cewr..." babı [255]- Kısaca "Vesail" olarak tanınan "Tefsil-i Vesailuşşia ila Tahsil-i Mesailuşşeria", Allame muhaddis Hürr Amuli'nin eseridir. Ahkâmla ilgili hadislerin mevzu ve gerekli bablara göre tasnif edildiği en mükemmel ve detaylı hadis derlemesidir. Bu kitaptaki hadisler, diğer fıkıh kitaplarındaki gibi tertiplenmiş ve kitabın sonuna, rical ilmiyle ilgili çok faydalı bilgiler eklenmiştir. [256]- vesail, c:12 s: 127 - 139, kitab-ul ticaret "mayehtesibbih hablarının 42 ve 45. babı, Müstedrekil Vesail c: 13 "mayektesibbih" bablarının 35 ve 38. babı [257]- Vesailuşşia c:12 s: 132, kitabul ticaret, "mayehtesibbih" babları, 42. bab, 1. hadis ve: Menla yehzerul fakih c:4 s:5 "zikri cemel min menahinebi..." babı, 1. Hadis. [258]- ikab'ul Amel'de, Hz. İmam Sadık'ın -s- ceddi Hz. Resulullah'tan -saaşöyle naklettiği geçer: Zalimlere yardımcı olanlar nerede?! Onların divitlerine mürekkep döken veya onlar için altın keselerini düğümleyenler, ya da onlar için eline kalem alıp divite sürenler neredeler?! Şimdi onlar, zalimlerin yardımcılarıyla birlikte haşrolunacaklardır!" bkz.: Vesail c:12 s: 130, kitabul ticare "mayektesibbih" babları 42. Bab.