öğrenci faauyeti - Öğrenci Faaliyeti

advertisement
parasız, eşit, özgür,
demokratik bir üniversite için
ÖĞRENCİ FAAUYETİ
Sayı:0
Yıl:2017
[ M V Âi
[ d W i l \ t Mk W
[ f il JI
I
l
M
i
K
F il
İÇİNDEKİLER;
Biz Kimiz... 3
Öğrenci Hareketinde DEV-GENÇ
Kırılmasına Giderken...
Faşizmin Dünü Bugünü
1 1
AKP-SARAY ile Onurlu bir Barış
Mümkün mü?
Öğrenci Faaliyeti Deklarasyonu 1 8
“Türk" Tipi Başkanlığa Hayır! 2 2
Ataerkiye karşı Kadınlar Direnişte
Mücadele, Dayanışma, Devrim
“Barış için Akademisyenler"
Mücadelesi
www.facebook.com/
ogrencifaaliyeti
@ogrncifaaliyeti
2 5
sonunda halkın yükselen m u h ale­
fetini ezip kapitalizm in yeni serm aye birikim
m odeli olan n eo-liberalizm in ülkem izdeki
saç ayaklarının rah at rah at kurulabilm esi için
yapılan darbenin m uhattaplarıyız. Tutuklanan,
işkence gören, infaz edilenler de biziz, düştüğü
yerden kalkıp gelen “dipten dalga” da biziz.
Erkek şiddetine karşı "k ad ın lar vard ır’’ diye
YÇEsiteier bizim dir!” ' d d j k f c S ö y i d ğ m i z Sözün
arkasında duran , durm aya devam edenlerde­
niz.
***
“KAMPÜSE MAYA ÇALDIK,
YA TUTARSA?”
H er şeyin m etalaştığı bir dünyada kolektif bir
em eğin inşa ettiği, p ara ilişkisinin olm adığı,
haykıran kadınlarız; elim izden alınm aya çalışı­
tartışm aya ve paylaşm aya davet eden bir alan
lan toplum sal hayatın ta m ortasın d a, sokaklar­
ihtim alini düşleyerek “kam püse m aya çaldık!”.
da, m eydanlarda, tü m iktidarlara inat.
Çaldığım ız m ayaya da Ç ayhane ism ini verdik.
D evletin resm i aracı beyaz toroslarla gözü
İstanbul Üniversitesi’nin kam uya açık bir çok
korkutulm aya çalışılan bir halkın direnci, p o ­
alanında yanım ızda getirdiğim iz tabureler, çay
lisin basına “ibreti alem olsun” diye sergilediği
kazanı, pankartlar, elektrik kabloları ve m a sa ­
devrim cilerden Rem zi Basalak’ın öldürüleceği­
larla kurduğum uz; h er öğrencinin istediği gibi
ni bile bile k am eralar önünde m asaya indirdiği
çayını alıp sohbetim ize katılabileceği kapısız bir
tekm eyiz.
m ekan inşa ettik. H er türlü kadın düşm anlığı,
Ege Üniversitesi’nde polisler tarafın d an ajan­
hom ofobi, milliyetçilik, p ara ilişkileri ve reka-
lık teklifini kabul etm ediği için asılan Ali Ser-
betçilikten uzak; ve bunlarla m ücadele eden,
kan, Taksim de arkadaşları ile yü rü rk en “derin
keram etin çayda olm ayıp yan yana olm akta ol­
f devletin” sıktığı tek kurşunla katledilen İstanbul duğunu gösteren bir yaşam alanını, okul yön e­
Üniversitesi öğrencisi Ö n d er Babat, M im ar
tim in in baskısına karşı bizimle direnen, benim
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde polis­
de katkım olsun diyerek bir kutu çay ya da
ler tarafın d an 3. kattan atılıp öldürülen Seher
şeker getiren, çay kazanını taşım am ıza yardım
Şahin, sivil polislerin yakın m esafeden h ed ef
eden tü m dostlarla birlikte oluşturduk. Tutan
gözeterek vurduğu Şerzan Kurt ve bir ölüp bin
dayanışm anın m ayasıdır; sözden daha fazlası,
dirilen Beyazıt M eydanı’ndaki binler biziz!
Üniversiteyi p ara b asacak bir ticareth an e gibi
insanların hayatına değen somut bir pratiktir. Ve
bu pratik bizim için insanların hayatına değdiği ve
gören anlayışa cevabı, T B M M ’de sarkıtılan
değiştirdiği ölçüde m ücadele birikim ine ekleye­
“h arçlara hayır” p an k artı ile verdik.
ceğim iz m ütevazi bir dam ladır.
_
Büyük konuştuk. “Ferm an devletinse, üni3
“TOHUM ALTTA N EFES N EFESE,
KULAĞI GÖK GÜRÜLTÜSÜNDE”
Kampüsün içinde yaşadığımız sosyal hayatın
yetersiz ve verimsiz oluşu, derslerde karşımıza çıkan
cinsiyetçi söylemler, sorgulamanın, düşünmenin
önünü açmaktan uzak ezberci eğitim sistemi bizim
üniversiteye dair tahayyüllerimizden oldukça fark­
lıydı. Kantinde, ders aralarında, bahçede ve İstan­
bul Üniversitesinin meşhur Hergele Meydanında
açtığımız Çayhanede yan yana geldiğimiz arkadaş­
larımızla yürüttüğümüz tartışmalar kurguladığımız
üniversiteye dair bir alan açma gerekliliğini hissetti­
riyordu bizlere. Bu fikir çerçevesinde, alanın öznesi
olan üniversite öğrencileri olarak gerek güncel
siyasete dair tartışmaların yer aldığı gerekse öykü,
şiir, film tanıtımı gibi edebi ve sanatsal yazıların
içinde olduğu bir fanzin olan Günebakan’ı 2010
yılından itibaren çıkartmaya başladık. Yayınlandığı
günden itibaren bencil, yalıtılmış, steril bir yaşamın
dayatıldığı bir dünyada, hala üretmek ve paylaşmak
gibi bir derdi olanların kanalı, sesini yükselttiği bir
alan oldu Günebakan.
Dayanışmanın gücüne inanarak kulağımızı gök­
yüzüne diktik; "başka bir üniversitenin’’ mümkün
olduğuna dair umudu yeşertmek için.
“LA LELİ’DEN DÜNYAYA DOĞRU
GİDEN B İR TRAMVAYDAYIZ”
Üniversite öğrencileri olarak kendi geleceğimiz,
yaşam alanımız ve üniversitedeki sorunlarımız
dışında başka sorumluluklarımız olduğunun
bilincindeydik. Çünkü üniversiteye sıkışıp kalmak
sorunlarımıza kalıcı çözüm getirmeyecekti. Ülkede­
ki ve dünyadaki sistem bizim asıl belirleyenimizdi;
Kapitalizm, liberalizm, faşizm, em peryalizm ... Ege­
men sistemin kendi fikrini tekrardan üretip aktara­
bileceği, yeri geldiğinde metalaştırıp-piyasalaştırıp
etinden ve sütünden faydalanabileceği bir alandı
üniversite. Önemli bir çabaydı bizim için içerdeki
4
mücadeleyi dışardakine bağlamak, yeri geldiğinde
toplumsal muhalefetin itici-motor gücü olmak.
“KAPİTALİZM ÖLDÜRÜR. İŞÇİ ÖLÜMLERİ
KADER DEĞİL, ÖRGÜTLÜ BİR CİN A YETTİR!”
2012 yılının Nisan ayına kadar olan kısmında ön­
lenebilir birçok ölümlü iş kazası üst üste gerçekleşti.
Zonguldak’ta bir madende patlama, Adanada baraj
kapağının patlaması, Erzurum’da bir göl içerisinde
bulunan elektrik direğine ulaşmaya çalışan TEDAŞ
işçilerinin sandallarının devrilmesi, Tuzla tershanelerindeki büyük kazalar ve bardağı taşıran son
damla olan Beylikdüzü’nde bir AVM inşaatında
işçilerin kalması için kurulan çadır barakalarda
çıkan y a n g ın .
Sorumlu ne oradaki işçi, ne de kaderdi! Sorumlu
kapitalizm! Sorumlu daha fazla para kazanmak
isteyen patronlar ve sistemin devamlılığı esası ile
hareket eden devlet organları ve iktidar partileriydi.
Önlenebilir olması nedeni ile de buna kaza denmesi
kabul edilemez! Bunun adı devlet, iktidar ve pat­
ronlar eli ile göz göre göre işlenen cinayettir!
Hem Kürtçe hem Türkçe “Kapitalizm öldürür. İşçi
Ölümleri Kader Değil, Örgütlü Bir Cinayettir!”
yazılı pankartlarımızı Merkez Kampüs ve Edebiyat
Fakültesi’ne astık. Okul yönetimi Kapitalizme söyle­
nen bu sözü kendisine yedirememiş olacak ki 2 gün
boyunca sürecek çatışmaları okula polis sokarak
başlattı. Pankartımızı çaldılar, polisi öğrencilere
saldırtıp ve okulu savaş alanına çevirdiler. Yeniden
pankart hazırladık yeniden astık. Üniversite öğren­
cilerinin kararlı duruşu 2.günün sonunda üniver­
site yönetimini pes ettirdi ve polis ve özel güvenlik
geldikleri yere geri döndü.
Üniversitedeki tüm muhalif kesim pankartı
vermemek için canla başla direndi. Omuz omuza
verilen direniş meyvesini vermişti. Ya hep beraber
ya hiç birimiz dedik ve yan yana gelmekten asla geri
durmadık.
RE/HAMI. OK^yDANI
ANo
E V j
KAPİTALİZMÖlOflWK
jÇİtiSKlESİ KAOER0EĞİL
“EM ROBOSKİ Jİ
BİR NAKİN!”
3 Mayıs Türkçülük günü
nedeni ile Türk Ocakları
ÖNjvtRsifSÖSSûyCİLeRİ
ve İstanbul Üniversitesi
kafa kafaya verip Edebi­
yat Fakültesinde 3 gün
boyunca Türkçülük semi­
nerleri düzenleyeceklerdi. |
Üniversite öğrencileri
olarak “siz Türkçülük propagan­
Konferansın olacağı kata çıkan
dası yaparsanız, biz de halkların
her ırkçı katılımcı Halkların Kar­
kardeşliği propagandası yaparız” deşliği Şenliği’nin düzenlendiği
dedik. Halkların kardeşliğine ina­ ve öğrencilere ait olan bahçeden
nan yüzlerce öğrenci okulu afişler ve Hergele Meydanı’ndan geçmek
ve pankartlarla donattık. Film
zorunda kaldı.
gösterimleri, halaylar, müzik din­ KOLAY YUTULAMAYAN
letileri... Tüm duvarlarda Halep- TÜM DEM İR LEBLEBİLER E
çe, Beyazıt, Gazi, Çorum ve Maraş
Üniversite içinde sisteme
katliamlarını gösteren afişler.
alternatif olarak kurguladığımız
ve inşa ettiğimiz alanlarda farklı
Ve Roboski’de devlet tarafından
dertler üzerinden birçok yan yana
katledilen 34 Kürt vatandaş için
geliş yaşadık. Bu yan yana gelişle­
Hergele Meydanı’na 34 temsili
rimiz alan içinde farklı örgütlen­
karton tabut diktik.
me ihtiyaçlarını da beraberinde
Biz mücadelemizi üniversi­
getirdi. Her alanda öz gücüne
te dışına taşırdıkça, egemenler
üniversiteye hapsetmeye çalıştı. O güvenerek hareket eden bizler
sistemin en çok dışladığı kim­
tabutlara bile tahammül edeme­
yen okul yönetimi Çevik Kuvveti liklerden olan kadın kimliğimiz
okula sokarak tek tek ezdirdi.
etrafında bir araya geldik. Öznesi
İstediklerini vermedik onlara.
olduğumuz kadın mücadelesini
3R6ÖTLÜBİRCİNAYETTİP
5
her alanda var etmek için kolları
sıvadık ve M art 2014’te Demir
Leblebi adlı fanzinimizi çıkart­
maya başladık. Heteroseksist,
doğa düşmanı, ataerkil sisteme
karşı söz söyleyen kadınlar olarak
yeniden inşa ettiğimiz dünyanın
öznesi olarak biz de varız dedik.
Hakkımız olan gecelere çıkarken
ailelerimize karşı beraber kapıları
çarpmak için, aşkta ve daha çok
kavgada aynı safı tutmak için, bu
düzene, erk’e eklemlenmiş erkeğe,
insanı yerinden ve kendinden
eden her şeye birlikte öfkelenmek
için, birlikte ne kadar çok öfkele­
nirsek başımıza o kadar az şeyin
geleceğini bildiğimiz için, bu iki
yüzlü ahlak çukurunda hiçbir ka­
dını tek başına bırakmamak için
omuz omuza verdik.
Bugün
AKP-Saray
Faşizmi vitesi
yükseltmiş,
ülkeyi totaliter
bir diktatör­
lükle yönet­
meye başla­
mış iken, en
temel ihtiyaç­
larımızdan
biri de bütün
üniversiteleri
kasıp kavuran
güçlü bir
öğrenci
hareketidir
BOŞLUKLARI ZİHNİMİZ,
MÜCADELENİN YENİ BİR
KÜRSÜLERİ AKADEMİSYENLER SAYFASI AÇILIRKEN...
DOLDURUR
Bugün AKP-Saray Faşizmi vitesi
Arkam ızda bıraktığımız sene ülke­ yükseltmiş, ülkeyi totaliter bir dik­
de çıkan iç savaşa dair barış çağrı­
sında bulunan “suça ortak olmaya­
cağız” isimli 1128 akademisyenin
imzası olan bir bildiri yayınlandı.
bütün üniversiteleri kasıp kavuran
güçlü bir öğrenci hareketidir.
Barış sürecini bitirip savaş konsepti-
Bu tespitten hareketle, yukarıda kı­
ne ülkeyi sokan iktidar saldırılarını
m eşrulaştırm ak için imzacı akade­
saca bahsettiğimiz kendi deneyimle­
rimizden süzülenleri, coğrafyamızın
misyenleri hedef tahtasına oturttu.
İm zacı hocalarım ızdan 4 ’ü tutuk­
mücadele hafızasıyla harm anlaya­
rak, yeni bir sayfa açıyoruz. Yolu­
landı. MSGSÜ öğrencileri yapılan
muza Öğrenci Faaliyeti’ni kurarak
bu huzursuzluğa karşı, M im ar Sinan devam ediyoruz.
öğrencilerinin haber portalı Politik
Öğrenci Faaliyeti’nin am acı “hem
Baykuş’un da çabalarıyla ve İstanbul
politik hem maddi anlam da ken­
Üniversitesi öğrencilerinin haber
di özgücüne güvenen bir öğrenci
portalı Hergele Postası’nın dayanış­
hareketini var ederek, söm ürünün
masıyla, akademiyi savunmak ve
kürsülerinden koparılmak istenen
olmadığı özgür bir ülkeyi yaratm a
akademisyenler için okullarında
nöbet masaları kurdu. Hocalarım ız
mücadelesinde taş üstüne taş koymak”tır.
Geçmiş mücadele pratiklerimiz­
özgürlüğüne kavuşup okullarının
den damıttıklarımız, yaratıcılığımız
kapılarından girene değin süngüyü
ve yeni mücadeleleri kurm a irade­
miz bugünün mücadele pratiğini
yere düşürmedi. Bir derdimiz vardı:
“hocalarım ıza öyle kolay kolay
dokunamazsınız”. Bu derdi de yan
yana gelişimiz ve sonrasın­
*
da kurduğumuz ortak dil
ile anlattık. Kazandık...
m
6
tatörlükle yönetmeye başlamış iken,
en temel ihtiyaçlarımızdan biri de
inşa edecek; tarihin, şimdinin ve ge­
leceğin çağrısı Öğrenci Faaliyetinin
eylemleriyle yankılanacak...
G eliyoruz...
En aşağ ıd an vu racağ ız S aray d an
inlpvprplc I
SOSYALİST H AREKET İV M E KAZANIYOR!
960’iı yıllar birbiriyle ilintili iki gelişme açısından
dönüm noktasıydı. Bir yandan Türkiye kapita­
lizmi dünya kapitalizmine eklemlenme yönünde
önemli bir atılımın içine giriyor, bir yandan da
buna mukabil gelişen işçi sınıfından gücünü alan
sosyalist hareket uzun bir aradan sonra 13 Şubat
1961de Türkiye İşçi Partisi (TÎP) ile önemli bir ivme
kazanıyordu.
Bu ivmenin öncesi de mücadelelerle doluydu el­
bette. Türkiye Komünist Partili (TKP)Mustafa Suphi
ve 15 yoldaşı Kemalistler (İttihatçılar da diyebiliriz)
tarafından 28-29 Ocak 1921de katledildi. Komünist­
lerin örgütlenme girişimine vurulan bu ilk darbenin
devamı da geldi. Onca yıl süren baskıların ardından
gelen 1951 tutuklamaları, TKP’nin 1970’lerin başına
kadar ülke içinde örgütlenme çabalarına büyük ket
vurdu.
Siyasal baskılar toplumsal olanı yok etmeye
yetmedi. Özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası Türkiye
kapitalizminin olağanüstü gelişmesinin yarattığı
gelişmeler toplumsal taleplerin yankılanacağı yeni
bir mecra arayışının önünü açtı. Bu arayışa cevap
veren direngen unsurlar 1961 Anayasasının kısmi
avantajlarından da yararlanmıştı.
TİP M ECLİSTE
TİP ilk kurulduğunda sosyalist bir parti olmaktan
uzaktı. Sosyalizm hedefinden ziyade İttihatçı- Îtilafçı denkleminin dışına çıkıp işçilerin taleplerini
parlamentoda dillendirmek hedefindeydi ve bir işçi
sınıfının var olduğunu er yollardan cevap bulma
arayışındaydı. Kurulduktan sonra öngördüğü ilgiyi
göremeyen parti yönetimi, ilgiyi aydınların deste­
ğiyle üzerine çekmeyi düşündü ve aydınları partiye
davet etti. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Adnan
Cemgil (Sinan Cemgil’in babası), Cemal Hakkı Se­
1
7
lek, Yunus Koçak, Fethi Naci ve birçok aydın partiye
üye oldu. Mehmet Ali Aybar 1962de genel başkan­
lığa seçildi. Mehmet Ali Aybar ile birlikte parti, yeni
program ve tüzüğü ile “işçici” bir yapıdan sosyalizmi
hedefleyen bir parti hüviyeti kazandı. Kısa zamanda
TÎP aydınların ve sosyalistlerin buluştuğu bir m er­
kez haline geldi.
TÎP katıldığı 1965 seçimlerinde aldığı 276 bin
oyla, Milli Bakiye adı verilen seçim sistemi sayesin­
de mecliste 15 sandalye kazandı. Bu başarının öne­
mi şuydu: Başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen bütün
kesimleri temsil etme sorumluluğuna soyunan bir
parti halkta kendisine büyük bir karşılık bulmuş,
bu kesimlerin talebini parlamentoda temsil etme
fırsatı bulmuştu. En azından parlementer düzlemde
Îttihatçı-Îtilafçı denklemi bozulmuştu.
Bu durum “Türkiyede sosyalizmin nasıl kuru­
lacağı” hakkında, hem gençlik içerisinde hem de
aydınlar arasında büyük tartışmalara yol açtı. TÎP’in
seçimlerde yakaladığı bu başarı, örgütlenmeye
çalışan başkaldıran insanların bir düzeyde TÎP’ le
ya da TÎP’in onlarla bağlantı kurmasıyla pekişti. Bu
durum dönemin iktidarlarının gözünde TÎP’in bir
“tehdit” olarak algılanmasını ve bunun için “çare­
ler” düşünmesini beraberinde getirdi. NATO’nun
kuruluşunun 20.yılı dolayısıyla TÎP’in parlamento
gücünü de seferber ederek başlattığı ‘Türkiye’nin
NATOdan Ayrılması’ kampanyası bütün muhalif
kesimlerden destek aldı. Bu anti-emperyalist yöne­
lim ve örgütlemeyi başardığı karşılık ABD destekli
Adalet Partisi (AP) hükümetinin “faşist terör kartı”nı devreye sokmasına yol açtı. Devrimcilere karşı
baskı yürürlüğüne konulan bu sindirme politikası
kısa zamanda direnişin de büyümesine ve nitelik
değiştirmesine sebep oldu.
Faşist saldırıların
hem nitelik hem
de nicelik olarak
sıçraması, bu
saldıralara ce­
vap üretmeye
çalışan başta
gençlik kesimle­
rinde bir dizi tar­
tışmaya yol açtı.
Gençlik kesimle­
rinin “faşist hare­
ketin nasıl durdu­
rulabileceğine
dair” tartışma­
ları TİP içerisinde
“sosyalizmin yolu
ve niteliği”ne yö­
nelik tartışmaları
besledi
8
FAŞİST SALDIRILAR
DEVREDE!
Devlet güdümlü faşist terör bir
yandan sosyalist öğrenci ve aydın­
lara yönelirken diğer yandan TÎP’li
yöneticilerin, öğrenci liderlerinin,
işçi önderlerinin gözaltına alınma­
sına ve tutuklanmasına yol açtı.
Yükselen tansiyon Parlemento’ya da sıçradı. 19-20 Şu­
bat 1968de TBMMde
Çetin Altan’ın
yazıları nedeniyle
yargılanmak üzere
dokunulmazlığı­
nın kaldırılması
tartışıldı. Bu
tartışma da AP’li
milletvekilleri
başta Çetin Altan
olmak üzere TÎP’li
milletvekilleri­
ni linç edercesine dövdü. Bu olay
sosyalistlerin parlamenter araçlarla
sosyalizmi gerçekleştiremeyecekleri­
ne doğru evrlen genel kanaati pekiş­
tirdi. Linç olayından hemen sonra
FK F’nin 25-26 Şubat’ta Ankara ve
İstanbul’da düzenlediği ‘Uyanış Mi­
tingleri’ AP’lilerin saldırısına uğradı
ve 3 Mart’ta AP güdümünde olan
Milli Türk Talebe Birliği’nin(MTTB) Taksimde düzenlediği ‘Şahlanış
Mitingi’ kitlesel bir anti-komünist
gösteri halinde ‘Türkiye’yi Vietnam
ve Küba yapmak isteyenlere’ karşı
cihad ilanına dönüştü.
Faşist saldırıların hem nitelik hem
de nicelik olarak sıçraması, bu
saldıralara cevap üretmeye çalışan
başta gençlik kesimlerinde bir dizi
tartışmaya yol açtı. Gençlik kesimle­
rinin “faşist hareketin nasıl durdu­
rulabileceğine dair” tartışmaları TÎP
içerisinde “sosyalizmin yolu ve niteliği”ne yönelik tartışmaları besledi.
TÎP içinde bu minvalde tartışmalar
yürütülürken TÎP dışında da parti
yönetimine artan düzeyde eleştiriler
gelmeye başladı. YÖN dergisinin
filizlendirdiği eleştiriler, Mihri Belli
ve çevresindekilerin eleştirileriyle
aşama kaydetti. TÎP’in solun tek ça­
tısı görüntüsü sarsılıyordu. Yaklaşan
Eski Tüfekçi imzasıyla YÖN’ de ka­
leme aldığı bir yazısında Mihri Belli,
TÎP yönetiminin parlamenter sis­
temle iktidara geleceğini ve sosyaliz­
mi bu şekilde kuracağını iddia eden
çizgisine karşı alternatif bir çizgi
öneriyordu. Bu yönelim daha sonra
Milli Demokratik Devrim(MDD)
ismiyle önemli bir strateji tartışma­
sının yatağına dönüşecekti. Mihri
Belli’ ye göre Türkiye’de devrim, ül­
kenin özgül koşullarından kaynaklı
olarak iki aşamayla gelecekti. Îlk
elden, Kemalist subaylarla kurulan
bir ittifak sonucu askeri darbe ya­
pılacak daha sonra şiddete dayan­
mayan bir güzergah takip edilerek
işçi sınıfının hakimiyeti kurulacaktı.
Bu tartışmalarla beslenen 2. TÎP
Kongresi (1966) MDDcilerin büyük
kentlerdeki etkinliğinin yaratacağı
baskıyı kırmak için, TÎP kurmay­
larının hamlesiyle, Malatya’da
toplandı. Kongre, anti-emperyalist
ve sosyalist mücadelenin birlikte
yürütülmesini karara bağlayarak
kapansa da TÎP’in merkezi çizgisini
savunanlarla, MDD tezini savunan­
lar üzerinde giderek şiddetlenen bir
gerilim dönemi açıldı.
FK F DÖNEMİ
FKF 12 Kasım 1965 tarihinde An­
kara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa­
kültesi kantininde, Ankara’daki yük­
seköğrenim kurumlarının öğrenci
delegeleri tarafından kurulmuştur.
Îlk çıkış noktasında üniversite genç­
liğinin ülkenin gidişatına müdahale
etmek için etrafında toplandığı
sosyalist bir örgüt olan FKF daha
sonraları TÎP ile arasına mesafe
koyamamış ve TÎP’in gençlik örgütü
pozisyonunu almıştır.Bu pozisyonu
5-6 Ocak 1969 tarihleri arasında
160 delegenin katılımıyla İstanbul’da
gerçekleştirilen 3.kurultaya kadar
sürmüştür bu kurultaydan sonra ise
‘parlamento dışı’ mücadele yöntemi­
ni benimseyen MDDcilerin kontro­
lüne geçmiştir.
^ Türkiye özelinde gençliğin devrimci
dinamiğine önem veren bir çizginin
sosyalist harekette gü ç kazanması ile
Mayıs 1968'de Fransa'da patlak veren
ve Batı Avrupa'yı hızla saran öğrenci
hareketinden kıvılcımlanan ayaklan­
ma konjoktürünün kesişmesi, Hazi­
ran 1968'de öğretim yılı bitmek üze­
reyken, herkesi şaşırtan bir atmosfer
yarattı
Kurulduğu ilk yıllarda üniversite ve ülke siya­
setinin önemli bir öznesi durumunda olan FKF,
TÎP gibi parlamento içi mücadele eden bir partiyle
yakınlaştıktan sonra gençlik nezdinde giderek ‘pasifist' örgüt durumuna düşmüş, gençliğin mücadele
yöntemine göre ‘yumuşak' kalan politik hamleler
önermiştir ki Vedat Demircioğlu'nun katledilme­
sinden sonra TÎP çizgisinde bir politika belirlemiş,
katledilen bir devrimcinin cenazesini ‘provokasyon'
olacağını ileri sürerek Vedat Demircioğlu'nu sahiplenememiştir. Buradan da çok net anlayabiliriz ki
gençlik örgütü herhangi bir parti ile yakın ilişkiler
kurduğunda gençlik hareketinde çok önemli olan
gençliğin kendi öz gücünü kaybetmekte ve özgün
politik hatlar oluşturamamaktadır. Bu nedenle genç­
lik olabildiğince kendi özgücüyle ilişkiler geliştirme­
li ve bu doğrultuda hamleler yapmalıdır.
Bu yıllar, gençlik mücadelesinin genel sosyalist
mücadeleyi strateji tartışmasında etkilediği hatta yer
yer belirlediği özgül tarihsel momentlerden biriydi.
MDDciler TÎP ve FKF zeminlerinde mücadeleyi
büyütmek, mevcut yönetime muhalefet çizgisi ör­
gütleyip, hakimiyet kurma yöntemini izlemeye karar
verdiler. Mihri Belli SBFde yaptığı bir konuşmada
‘'Kimin durumu uygunsa TİPe girmeli ve bu örgütü
adına layık bir sosyalist örgüt durumuna getirmek
için çalışmalıdır'' önerisinde bulunuyordu. MDD'
cilerin FKF tabanında yarattıkları etki FKF 2.Kongresi'nin ana tartışmasını oluşturdu. TÎP Genel
Başkanı Aybar'ın ve TÎP yönetiminin onayıyla genel
başkanlığa Doğu Perinçek getirildi. Fakat Perinçek
seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmasında MDD
tezine yakın ifadeler kullanınca TÎP yönetiminin he­
sapları boşa çıktı. MDDci muhalefet ülke genelinde
yaygın tek sosyalist gençlik örgütünün yönetimini
TÎP yönetiminin denetiminden koparmıştı.
1968 RÜZGARI!
Türkiye özelinde gençliğin devrimci dinamiği­
ne önem veren bir çizginin sosyalist harekette güç
9
kazanması ile Mayıs 1968de Fransa’da patlak veren
ve Batı Avrupa'yı hızla saran öğrenci hareketinden
kıvılcımlanan ayaklanma konjoktürünün kesişme­
si, Haziran 1968de öğretim yılı bitmek üzereyken,
herkesi şaşırtan bir atmosfer yarattı. 10 Haziranda
Ankarada D TCFde başlayan hareketlenme, 12
Haziranda Îstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne
sıçradı. Üniversite reformu talebiyle boykot biçimin­
de başlayan hareket Îstanbul Üniversitesi Îşgali'ne
dönüştü. FKF bir süre sonra kendi örgütlenmesiyle
olaylara dahil olunca işgal yaygınlaştı. Îstanbul'da
‘Sağ Sol Yok Boykot Var' sloganıyla kurulan işgal
komitesi sol ve sosyalistlerin birlikte hareket et­
tikleri bir zemine dönüştü. Üç hafta süren işgaller
öğrencilerin üniversitenin asli bileşenlerinden biri
olarak muhattap alınması ve taleplerin kısmen kabul
edilmesi üzerine sona erdi.
Fakat artık fitil ateşlenmişti...
Öğrenci hareketinin yarattığı dinamizm toplumun
diğer kesimlerine de güç verdi. Temmuz ayının ba­
şında Derby Lastik Fabrikası'ndaki grevlerin etkisiz
kaldığını düşünen işçiler öğrencilerden destek istedi
ve başarılı bir işgal gerçekleşti. Yine Temmuz ayında
Amerikan erlerinin denize döküldüğü 6.Filo Eylemi
gerçekleşti. 6. Filo eylemleri sırasında polis ÎTÜ yur­
dunu basmış ve Vedat Demircoğlu'nu pencereden
atarak katletmişti. Vedat 68 kuşağının düşen ilk ismi
olmuştu. Sosyalist gençliğin TÎP'ten büyük ölçüde
kopması da bu olaydan sonra gerçekleşti. Katledi­
len Vedat Demircioğlu'na üyesi olduğu TÎP sahip
çıkmamış, kendi partisinin üyesi olduğunu dahi
söyleyememiştir. Bununla gençlik hızla ‘parlamento
dışı' mücadele yöntemini belirleyen MDD çizgisine
yakınlaşmıştır. Gençliğin büyük çoğunluğu TÎP'i
parlamentarist çizgiyi savunan ‘pasifist' bir parti
kabul etmişti. Bu olay gençliğin öz gücünden başka
güce dayanmaması gerektiğini de somut olarak
gözler önüne sermiştir.
1969 başlarında ise Vietnam Kasabı lakaplı Am e­
rikan Büyükelçisi Commer’in aracı ODTÜ’de ateşe
verildi. Bu olay üniversite gençliğinin anti-emperyalist kimliğini en net biçimde ortaya koymuştur.
Olaydan üç gün sonra Deniz Gezmiş ve Yusuf
Aslan’ın da içinde bulunduğu yedi kişi hakkında
verilen tutuklama kararı sonrasında, 3.000’den
fazla öğrenci bir dilekçeyle kendilerinin de eyleme
katıldığını bildirmiştir. Bu olayla birlikte örgütlü
olmamın ve bu örgütlülüğün üniversite içerisinde
yayılmasının önemini görerek gençliğin üniversi­
tede ki politik eylemlere nasıl kayıtsız kalmadığını
görüyoruz. Bugünün koşullarında bu anlamda bir
politik duyarlılığı dinamik hale getirmek ve bu
duyarlılığı her gün yeniden örgütlemek demokratik
üniversite mücadelesinde temel taş olarak karşımız­
da durmaktadır.
DEV-GENÇ KIRILMASI
1969 yılı, Türkiye’de öğrenci hareketinin tarihin­
de yaşadığı ilk önemli kırılmaydı. 1969’lu yıllara
gelindiğinde üniversite gençliği her ne kadar MDD
tezini savunanların yanında yer almış olsa da, Mihri
Belli’nin bağımsız bir politik örgüt konusunda ayak
direyişi ve özellikle sol cuntacılarla iş birliği çaba­
ları gençliğin önemli bir kesiminin MDD hattının
barutunu tükettiğini düşünmesine yol açtı. Ülkü­
cü komandoların saldırıları ve cinayetleri, artan
polisiye baskı, tutuklamalar mücadeleyi üniversite
dışına taşıma ve buna paralel silahlanma fikrinin
güç kazanmasına yol açtı. Bu atmosferde, 9-10 Ekim
1969 tarihinde FKF 4.Kongresi toplandı. Kongre,
örgütün adının Dev-Genç olarak bilinecek Türki­
ye Devrimci Gençlik Federasyonu(TDGF) olarak
değiştirilmesi ve yeni bir tüzük benimsenmesiyle sonuçlandı.İleride Türkiye devrimci hareketi tarihine
damga vuracak olan,
71 Başkaldırısının 3
mevzisi THKO,
THKP-C ve
TKP-ML’yi DevGenç’in rahle-i
tedrisatından
geçen kadrolar
kurdu. Dev-Genç’in
tüzüğünde ‘işçi ve
köylü gençlerin örgü­
tü’ vurgusu ile ‘işçi ve
köylü gençlerin der­
neklerinin de federas­
yona üye olabileceğinin
yazması, mücadelenin
yeni seyrinin üniversi­
10
te sınırlarını aşma perspektifiyle şekilleneceğinin
göstergesiydi.
İşçi ve köylü eylemlerinin, yürüyüşlerinin orga­
nizasyonuna bizzat katılan Dev-Genç’liler toprak
işgali ve miting yapmak isteyen köylü ve işçilerin
danıştığı hatta başvurduğu bir örgüt olmuştu. Ve
Dev-Genç ilerleyen süreçte ülkenin politik gün­
demine doğrudan müdahale edecek ve artık salt
üniversite örgütü olmadığını gösterecekti.
SONUÇ YERİN E
Öğrenci eylemleri üniversite duvarları içinde kal­
madı ve sokağa taştı. Hükümete, sisteme, Amerikan
emperyalizmine karşı bir karakter kazandı. Bu nok­
ta bugün ki gençlik hareketine yönelik tartışmalarda
da hayati önem arz etmektedir. Hükümete, sisteme,
Amerikan emperyalizmine karşı bir karakter kaza­
nan 68 gençlik hareketinin bu tarihsel kazanımını
korumak ve bugün de bunu devam ettirmek gençlik
hareketine devrimci bir nitelik kazandıracaktır. Ge­
rek üniversite işgalleri gerekse üniversite dışında ki
hareketler gençlik hareketinin öz gücüne dayanan,
özgün bir politik hat oluşturma adına bugün sahiplenilmesi ve yolumuzu çizerken gençliğe ışık olması
gereken tarihsel bir kazanımdır. Bugün de üniversite
gençliği herhangi bir güce dayanmadan kendi öz
gücüyle pratikler ortaya koymalı ve öz gücüne daya­
narak bulunduğu alanlarda örgütlenmelidir. Ancak
bu şekilde üniversitelerimizi, bulunduğumuz alan­
ları toplumsal muhalefetin odağı haline getirebilir
ve öz gücümüzle sistemin bizi içine almaya çalıştığı,
ülkenin ve üniversitenin siyasal gündeminde pasifist
olmaya ittiği çarkı bu şekilde kırabiliriz.
Gençlik bu zorlu, baskı dolu süreçlerden geçerek
kendi kabuğunu kırmış ve ülke siyasetinin merke­
zinde vazgeçilmez bir muhalif güç olmayı
başarmıştır.
F a ş iz m in
Dünü
Bugünü
Tarihsel Faşizm
arih, Hegel’in iddia ettiği gibi ‘Aklın Yürüyüşü’
olarak karanlıktan aydınlığa doğru giden bir yol
değildir. Eğer öyle olsaydı, 18. ve 19. yydaki bilimsel
gelişmeler 20.yyda Nazilerin Yahudiler üzerindeki
“tıbbi” deneyleri ya da atom bombası ile sonuçlan­
mazdı. Tarihin seyri, ancak onu yaratan ve değişti­
rebilen tür olarak insanın kollektif müdahalesi ve
mücadelesi ile daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir yola
evrilebilir. Tarihin akışını kendine bırakmak, onu
yaratan insanın iradesini hiçe saymak demektir.
20.yy dünyasını kana bulayan,milyonlarca insanın
ölümüne yolaçan ve insanlığa dair güzel şeyleri yok
eden faşizm nedir ? Faşizm,kapitalist üretim biçimi­
nin geç ve sorunlu filizlendiği ülkelerde ortaya çıkan
bir siyasal örgütlenme biçimidir.îlk olarak İtalya’da
ortaya çıkan faşist hareket, yüzyılın ilk yarısında
Avrupa’nın birçok ülkesini etkilemiş ve Almanya’da
doruğuna ulaşmıştır.îtalya ve Almanya’da l.Dünya
Savaşı’nın ardından oluşan ekonomik ve toplumsal
tahribata bir alternatif olarak güçlenen faşizm, bir
savaş ekonomisi kurarak ekonomiyi canlandır­
mış, bu yolla özellikle işsiz kitleleri tabanı haline
getirebilmiştir. İtalya’da Roma împaratorluğu’nu
tekrardan diriltmek amacını üstlenen faşist hareket,
Almanya’da arı-germen ırkının egemenliğini sağla­
ma iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
“Tarihsel Faşizm” dediğimiz, 2 Dünya Savaşı
arasında ortaya çıkan faşist hareketler, îtalya’da
‘İtalyan Faşizmi’,Almanya’da ‘Nasyonel Sosyalizm’ ve
İspanyada ‘Falanjizm’ olarak adlandırılmıştır.Faşist
hareketler otoritesi sarsılmaz bir lider kültü etrafın­
da hiyerarşik olarak örgütlenmiştir. Parti sekreterleri
ve üyeleri bu hiyerarşinin önemli halkalarını oluş­
tururken, en altta sokağı kontrol eden -ço ğ u zaman
paramiliter- güçler vardır.
İtalya ve ispanyada daha düşük yoğunluklu olan
etnik milliyetçilik Almanya’da en sert haline bürün­
müş ve Alman olmayanlara karşı yok etme hamlele­
rine kadar gitmiştir.
T
11
Faşizmi
anlamada
en önemli
hareket nok­
tamız kapitalizmin
krizleri olmalıdır. Faşizm
kapitalizmin kriz dönemlerinin ço­
cuğudur. Nasıl ki bugün merkez kapitalist
ülkelerde göreve gelen (faşizme açık) sağ popülist
iktidarları 2008 Krizi bağlamına oturtmadan anla­
yamazsak, tarihsel faşizmi de 1929 Krizi bağlamına
oturtmadan anlayamayız. 1929 Krizi’nin emekçile­
rin dünyasında yarattığı tahribat, nasıl olmuştur da,
mesela Almanya’da emekçilerin Nazi Hareketi’ne
eklemlenmesinin yolunu açmıştır? Bu gibi kritik
sorulardan geçerek, faşizmin sınıfsal analizine
odaklanmalıyız.
Diğer yandan, faşist ideoloji önemli oranda
sembolik öğeler barındırır. Belki de bu semboliz­
min doruk noktası “organik toplum tahayyülü”dür.
Buna göre toplum, adeta bir beden gibi, çatışmasız,
birbiriyle uyumlu ve durağandır. Bu anlayışın bir
uzantısı olarak, kapitalizmin temel çelişkisi olan
emek-sermaye sorunu da korporatist ekonomik an­
layışla çözülmeye çalışılır. Korporatist anlayışa göre
emekçiler de sermaye sahipleri de temsilcisinin dev­
let olduğu bir ve aynı millet için çalışmalıdır. Lider
kültü etrafında örgütlenmiş devlet mekanizması her
türlü çatışmayı sonlandıracak, işe yaramayan uzuv­
ları gerekirse kesip atacak bir müdahale aracıdır.
Milleti birarada tutacak, sürekli yeni düşmanlar
üretilmesi, bunlara yönelik savaş ve terör politikaları
örgütlenmesi faşist rejimlerin devamlılığı açısından
elzemdir. Komünistler, etnik, dini ve cinsel azın­
lıklar ilk hedef tahtasına konulanlardır. Toplum­
sal hayatta baskılamaya çalıştığı sömürü ve ezme
ilişkisinin üzerini bu tarz bir savaş hareketliliğiyle
örten faşizmin önemli bir boyutunu da emperyalist
istilalar oluşturmaktadır.
Sömürgecilik” adını verir. Bu emperyalizmin 3.
Bunalım Dönemine tekabül eder. Bu dönemde em­
peryalizmle bütünleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi
toprak burjuvazisiyle ittifaka girişerek bir oligarşik
dikta oluşturur. Bu oligarşik dikta, “yeni sömür­
ge” ülkelerde, emperyalizmin ajanlığını icra eder,
artık söz konusu olan “açık” değil “gizli” işgaldir.
Gizli işgalin ihtiyacı olarak devlet aygıtı militarize
edilmiştir.
Ç ayan ın ken d i sözleriyle özetlersek:
“B izim gibi ülkelerdeki oligarşik y ön etim rahatlıkla
işçi ve em ekçi kitlelerin dem okratik h a k ve özgürlük­
lerinin olm adığı tam bir dikta y ön tem i ile bir ülkeyi
yönetebilm ektedir. B una söm ürge tipi fa şiz m de diye­
biliriz. Bu yönetim , y a klâsik burjuva dem okrasisi ile
u zaktan y akın d an ilişkisi olm ayan "temsili d em o k ra ­
Faşizm kendi devamlılığını sağlayacak yeni bir
si" ile icra edilir (gizli fa şiz m ) y a d a san dıksal d em o k ­
kültür inşasına girişerek, gençleri yeni führerler
rasiye itibar edilm eden açıkça icra edilir. A n cak açık
ve duçeler olarak yetiştirmeye, Nietzsche’nin “üst
icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı
insan”ını pratikte yaratmaya yönelik bir program
zam an başvurduğu bir yöntem dir. "2
uygulamıştır. Bütün kültürel ve sanatsal faaliyetler,
*** Buraya kadar genel çerçevesini çizmeye çalıştığı­
anti-entellekrüel bir rotada, devlete tabi kılınmış,
mız tarihsel faşizm ve sömürge tipi faşizm kavram­
propagandaya hasredilen bütün kültürel yaşam
sa llaşm asın a yaslanarak AKP - faşizm ilişkisine
çoraklaşmıştır.
dair -kuşkusuz tartışmaya ve geliştirilmeye açıkSömürge Tipi Faşizm
bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız:
Türkiye Solunda faşizm tartışmaları esas itiba­
1) AKP iktidarının faşizmle ilişkisini çözümleye­
riyle 1940’larda Türkçü-Turancı akımın gelişmesiyle bilmek için, tarihsel faşizm ile sömürge tipi faşizm
başlamıştır. Tarihsel TKP saflarında, 3. Enternasyo­ tahlillerinin bir sentezine ihtiyacımız vardır. Bu
nalin sınıfsal karşıtlıklarını aşan “en geniş ansentez hem AKP’nin, onu iktidara taşıyan “pasif
ti-emperyalist cephe” anlaşıyına uygun bir tartışma devrim” sürecini tamamladığını düşünmesine m ü­
vardır. Bu tartışmalarda, Tanıl Boranın yerinde
teakip bu süreçten elde ettiği mevzilerle nasıl yeni
tespitiyle, faşizmin “kökü dışarıda” olmasına vurgu
bir devlet mekanizması inşasına giriştiğini, hem de
yapılır ve “yerli kitle dinamiği”yle yüzleşilmez. 71
Türkiye’nin küresel emperyalizmdeki pozisyonu­
Başkaldırısına kadar, faşizm 3, Enternasyonalin
nu nasıl sınırlarına kadar zorladığını anlamamız
tespitleri etrafında tartışılmaya devam eder. Yine
açısından elzemdir.
Boranın, Behice Boranin “anti-faşizmi anti-kapi2) 15 Temmuz Darbe Girişimi AKP- Erdoğan Türtalizmin bir veçhesi olarak sunması”nı önemli bir
kiyesi’nin otoriter tek adam yönetiminden, totaliter
katkı olarak niteleyerek 4 0 ’lı yıllardan 71 Başkal­
bir devlet mekanizmasına geçişinin önünü açmış­
dırısına giden süreçte Borani, faşizm tartışmaları
tır. Devlet mekanizması içerisinde AKP-Erdoğan
açısından, aradaki halka olarak sunması önemli bir karşıtı olan herkes cuntacılarla bir şekilde ilişkitespittir.1
lendirilerek bütün devlet mekanizması yukarıdan
Faşizm tartışmalarına “yerli” özgün bir katkı ise 71 aşağıya yeniden şekillendirilmektedir. Böylelikle,
Başkaldırısının 3 önderinden biri Mahir Çayandan 2010 Referandumu ile açılan otoriterleşme paran­
gelmiştir. 12 M art Muhtırasını ve ülkücü hareketin
tezinin, cunta girişiminin bastırılmasıyla kapandı­
kitleselleşmesini takiben Çayan, Kesintisiz Devrim
ğını, 15 Temmuz’da başlayan restorasyon sürecinin
2-3 adlı broşürlerde, “Sömürge Tipi Faşizm” olarak AKP-Erdoğan Diktatörlüğü’nün bütün boyutlarıyla
kavramsallaştırdığı bir tahlile girişir.
topluma dayatılacağı bir süreç olduğunu söyleme­
Çayan’ın faşizm tahlili, onun emperyalist düzenin
liyiz. Bu diktatörlüğün kurumsal mekanizmasının,
dönüşümüne dair düşüncesinin bir uzantısıdır. “2.
Başkanlık’ta ifadesini bulan parti-devletinin inşası,
Yeniden Paylaşım Savaşı” sonrası ABD ‘nin hege­
toplumsal boyutunun ise devlet destekli bir siyasal
monyasında şekillenen emperalist düzene “Yeni
islamcı mobilizasyon olduğunu vurgulamalıyız.
1 Tanıl Bora, “Türkiye Solunda Faşizme Bakışlar” Modern Türkiye’d e Siyasi Düşünce Cilt 8: Sol, ed. Murat Gültekingil (İletişim, İstanbul, 2008) syf. 847-872.
2 Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II- III.
12
Devlet destekli siyasal İslamcı
mobilizasyon tarihsel faşizmden
önemli öğeler barındırmakla bir­
likte, bu mobilizasyonun tarihsel
faşizmdeki kitle mobilizasyonun
önünü açma ihtimali olan yukarı­
dan aşağıya örgütlenen sömürge
tipi faşist saldırılarla Kürtlere,
Alevilere, Devrimcilere yönelmesi
kuvvetle muhtemeldir. Sentez ihti­
yacı buradan doğmaktadır.
3) Dünyanın en büyük emperyal
gücünün kumanda koltuğuna,
“Mecidiyeköy’e gökdelen diken
ırkçı faşist, cinsiyetçi bir müteahhit”in oturması (Trump), Putinizmin Suriye Savaşı’ndan aldığı güçle
küresel satranç tahtasında kerteriz
noktalarından birine dönüşmesi,
İngiltere’nin AB’den çıkma hazır­
lıkları (Brexit) gibi gelişmeler şu
tespiti yapmamıza olanak veriyor:
Putin ile ilk seslerini duyduğumuz,
Trump’la ivme kazanan, muhte­
melen İngiltere’de Boris Johnson,
Fransa’da Le Pen ile devam edecek
olan küresel faşist bir dalganın
kapitalizmin amiral gemisi ülkele­
rinde yaygınlaşıyor. Bu iktidarlar
açık faşist iktidarlar olmasa da,
bu iktidarların ülkelerini faşizan
bir doğrultuya soktuklarını, küre­
sel siyasetin bu aktörlerin elinde
Mussolini, Hitler,
Franco dönemi
benzeri bir açık
faşist iktidarlar
13
nin kapısını aralayabileceğini söyle­
yebiliriz. Elbette bu, bir veya birkaç
seçim sonucuyla ya da siyasetçilerin
diktatörlük hevesleriyle açıklana­
bilecek bir olgu değil, neoliberalizmin kendi sonunu da hazırlayan
zaferidir. Neoliberal siyaset örgütlü
emeği dağıtır, bütün emek gücünü
yeni disiplin mekanizmalarıyla
ehlileştirir, kadın hareketinin bütün
kazanımlarını tırpanlayan bir
biyopolitika uygulamaya koyarken;
her türlü isyan dinamiğini postmodern kimlikçi siyasetin sularına
hapsetme ( hatta bazen bu kimlikçi
siyasete bile tahammül edememe),
sosyalist bir alternatifin olmadığı
koşullarda ezilen ulus hareketleri­
nin devrimci muhtevasını aşındır­
ma, eşit’özgür ve adaletli bir toplum
tahayyülünü dinamitleme gibi
başarılar gösterebilmiştir. Neoliberalizmin “kendi suretinde yarattığı
dünya” şimdi faşizmin ayak sesle­
riyle yankılanmaktadır.
4) Türkiye’nin bu faşizan dalganın
zamanına 14 yıllık AKP iktidarının
yüküyle girmesi toplumsal ve siya­
sal muhalefet için önemli imkanlar
barındırıyor. Süreç Mustafa
Sönmez’in yerinde tespitiyle bir
“stres birikimi”ne tekabül etmekte­
dir. (1) “Stres birikimi”
derinleşen politik krizin ekonomik
krizle birleşerek ağırlaşacağı bir
rotaya sürüklenmektedir.
Türkiye’de iktidar mekaniz­
ması 2013 Haziran’ından
bugüne
kadar -15 Temmuzda tavan
yapmış- bir politik krizle cebelleşi­
yor. 15 Temmuz gecesi darbecilere
yönelik başlattığı savaşın rotasını
başta Kürt halkı olmak üzere bütün
direnenlere çeviren Erdoğan ikti­
darı bu krizi çıplak güçle çözmeye
yönelerek kendi sonunu hazırla­
maktadır. 16 Temmuz sabahından
itibaren Saray Faşizmi devrededir,
yasal kılıfını OHAL oluşturmak­
tadır. Kayyımlar eliyle Kürdistan
yeniden sömürgeleştirilmekte, Su­
riye’de cihatçılarla beraber Kürtlere
yönelik savaş sürmektedir.
5)Doların yükselmesiyle ilk işa­
retlerini gördüğümüz, işsizliğin
tarihin en yüksek seviyelerine
yükselmesi ve net sermaye çıkışları
ile katmerlenen bir ekonomik kriz
içerisindeyiz. Halihazırda yürüyen
politik kriz ekonomik bir krizle
derinleşmektedir. Saray Faşizmi’nin
“çıplak güçle istediğimi yaparım”
rahatlığının ömrü çok uzun değil­
dir. İplerini kendi elinde tutmadığı
bir ekonomiyle, içeride herkesi sin­
dirip, dünyaya artistlik yapma fantazisinin reel güç ilişkilerinin soğuk
yüzünde paramparça olabileceği bir
momentteyiz. Saray Faşizmi en kü­
çük demokratik tepkileri bile “zor”
yoluyla baskılayarak, yukarıdan
aşağıya kemikleşmiş bir otoriter
yapı oluşturmuştur. Saray her yere
kendi sözünü kazıma derdindedir.
Bu demek oluyor ki, olduğumuz
yerden, en aşağıdan vurunca dahi,
kemikleşmiş mekanizma sayesinde,
eylemimiz Saray’ın duvarlarında
inleyecektir. Öyleyse: Ali İsmail’in
sözlerini Saray’ın duvarına yaz­
mak andımız olsun: “Korkacaksın,
yıkılacaksın, titreyeceksin adi
hükümet!”
AKP/SARAY İLE ONURLU
BİR BARIŞ
M Ü M KÜ N M Ü ?
ürt Halkının demokratik haklarını kazanmak
için yıllardır çeşitli düzlemlerde verdiği m üca­
dele, başlangıcı 2012 yılı kabul edilen Çözüm Süreci
ile farklı bir yola girmiştir.
Süreç boyunca AKP’nin ikircikli, samimiyetsiz tutu­
muna hepimiz tanık olduk. İlk başta görüşmelerin
yapıldığını dahi reddeden AKP, daha sonra Erdo­
ğan’ın ‘Görüşme yapılmışsa da benim haberim yok!’
tavrı ile sürekli “her an cayabileceği bir noktada”
tuttuğunun mesajını vermiştir.
Esasen AKP’nin bu ikircikli, samimiyetsiz tavrının
altında yatan, sürecin muhattabı iki gücün beklenti­
lerinin sürecin en başından farklı olmasaydı.
Tek tek bakalım...
AKP’nin bu süreci başlatmak istemesi esasen ‘A na­
lar ağlamasın!’ mıydı? Öyle olmadığını düşünüyo­
ruz. İlk akla gelen somut nedenleri şöyle sıralayabi­
liriz:
1) İktidarına karşı en önemli muhalefet dinamikle­
rinden biri olan Kürt Ulusal Demokratik Hareketi’ni sindirmek, ehlileştirmek, hiç olmazsa kontrol
altına almaya çalışmak
2) Sermaye’nin küresel ve bölgesel ihtiyaçlarına
uygun yeni bir yapılanma programını Kürdistan’a
taşımak, bu programa direnecek dinamikleri baskı­
lamak
3) Kürdistandaki seçmen dinamiğini bu yeni
yapılanma programı eşliğinde neoliberal-islamcı
siyasete entegre etmek
Peki Kürt Ulusal Demokratik Hareketi’nin Çözüm
Süreci’nden muradı neydi ? İlk elden demokratik­
leşme ile birlikte karşılıklı ateşkesin sağlanması ve
devamında eşit vatandaşlık, anadilde eğitim, yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi ve siyasi tutsakların
serbest bırakılması temelinde Kürt Halkının sorun­
larının anayasal boyutta çözülmesiydi.
Çözüm Süreci olarak adlandırılan dönem bu
farklı yönelimlerin çatışması ve bu çatışmaların kimi zaman silahlı- müzakeresiydi. AKP “ oyalama
politikası” ile seçimleri baz alan bir takvim peşinde
giderken, Kürt Ulusal Demokratik Hareketi, üzerin­
de anlaşılamasa dahi, müzakere konusu yaptığı baş­
K
14
lıkları resmi siyasetin tanımasını sağlayarak siyaset
alanını hiç olmadığı kadar genişletmesini bilmiştir.
AKP, -1920’lerden bu yana- Kürt Sorununun
salt ekonomik problemlerden kaynaklandığını
dile getiren, çözümü ise “güvenlikçi politikalar”da
gören anlayışın günümüzdeki bayrağını taşıyor.
Bu “ekonomik geri kalmışlık masalı” iki uçlu bir
işlev görüyordu: hem TC’nin modernleştirici -siz
inkarcı, imhacı, tektipleştirici olarak okuyun! misyonunu vurguluyor hem de varolan direnişleri,
ekonomik geri kalmışlık meselesini suistimal eden
hainler olarak sunuyordu. Oysa Kürdistan’ın Tür­
kiye kapitalizmi içindeki konumu bir gerikalmışlık
değil, o bölgeye Türkiye burjuvazisi tarafından
biçilen misyonun sonucudur. Kürdistan’da aile ve
aşiret bağlarının emek piyasasının oluşumundaki
rolünü de bunun bir uzantısı olarak görmek gerekir.
Aynı aileden ya da aşiretten olma sınıf çatışmasını
perdeleyecek bir informal ilişki olarak ayakta tutuldu/tutuluyor. Bütün bunlara ek olarak, Kürdistanda
1990’lara kadar kentsel sermayenin nüfuz edemedi­
ği alanlar sermaye açısından yeni kentsel rant alanı
oluşturdu/oluşturuyor. Yukarıda bahsettiğimiz böl­
geye yönelik “yeni yapılanma programı”nın önemli
bir ayağını bu rantların tahsisi oluşturmaktadır.
AKP, 1990’larda radikalleşen Siyasal İslamcı hare­
keti, AB çizgisinde bir neoliberalleşme programına
ikna ederek massettme projesiydi. Çözüm Süreci ise
benzer bir massettme programının, AKP tarafın­
dan, Kürt Ulusal Demokratik Hareketi’nin tabanı
için uygulamaya konmasıdır.
*
Kürt Ulusal Demokratik Hareketi, -esasında Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren- en temelde Kürt
kimliğinin ve kollektif haklarının tanınması, Kürtçe
üzerindeki yasakların kalkması ve Kürtçe eğitim
hakkının kazanılması perspektifiyle mücadele yü­
rütmüştür. Bu Kürt Halkı’na yönelik asimilasyon/
inkar politikalarına, devletin Türk ve Sünni kimliği­
ne dayalı ‘tek’çi anlayışına son verilmesi programı­
dır. Çözüm süreci de bu programın, günün şartla­
rında uygulamaya konma hamlelerinden biriydi.
Anayasanın
66.maddesinde geçen
‘'Türkiye
Cumhuriye­
tine vatan­
daşlık bağı
bulunan her­
kes Türk'tür''
ifadesi tekçi
zihniyeti en açıkça
yansıtan maddeydi.
Bu madde Kürt Halkı dahil olmak
üzere tüm Anadolu halklarının
kimliklerinin anayasada redde­
dilmesi anlamına da geliyordu.
Farklı etnik kimliklerin oluştur­
duğu Anadolu Halklar'ı arasında
ayrımcılık yaratmanın bir devlet
politikası olduğunun açık göster­
gesiydi. KUDH'nin talebi, etnik
kimliğe bakılmaksızın bir vatan­
daşlık tanımının olması gerekti­
ğiydi.
Çözüm Süreci'nde, KUDH'nin
en önemli taleplerinden biri de
anadilde eğitimdi. Hem anadilde
eğitimin hem de Kürtçe üzerin­
deki çeşitli yasaklarla hedefle­
nen kollektif Kürt kimliğini yok
etmek, onu folklorik bir öğeye
indirgemektir. Dil sorununa ek­
lemlenen bir diğer konu ise il ve
ilçelerin eski adlarının kaldırması,
Türkçe yeni isimler konulmasıdır.
Köylerin Kürtçe isimlerinin geri
verilmesi de Kürt Hareketi'nin
talepleri arasındaydı. Çünkü
siyasi mücadele aynı zamanda
tarihsel hafıza üzerinde yürüyen
bir mücadeledir.
Çözüm Süreci yeni anayasa
ile beraber bir bütün olarak
Türkiye'nin demokratikleşme­
sini hedefliyordu. 21 M art 2013
Diyarbakır Newroz'unda okunan
Abdullah Öcalan'ın mektubu,
hem ‘Misaki Milli'yi dillendirerek
ortak ülke vurgusu yapıyor hem
de demokratikleşme ile beraber,
birliğin ve kardeşliğin sağlanması
15
gerektiği­
ni belir­
tiyordu.
Kürt Hareketi
demokratikleşme
adımlarından biri
olarak yerel yönetimlerin
güçlendirilmesini -yetkilerinin
ediyordu. Ancak hükümetten
arttırılmasını ve bütçenin yerelde
beklenen adımlar gelmeyince,
kalmasını- görüyordu. Tek mer­
PKK 9 Eylülde, geri çekilmeyi
kezden ilerleyen sistemin halkın
durdurduklarını ilan etti. Buna
katılımını zorlaştıracağını, yerel
karşılık iktidar 30 Eylülde bekle­
yönetimlerin halkın sorunlarının,
nen adımın atıldığını söyleyerek
ihtiyaçlarının karşılanması duru­
‘Demokratikleşme Paketi'ni açık­
munda daha etkili olabileceğini
ladı. Kürdistandaki bazı köylerin
savunuyordu. Bunu sadece Küreski isimlerinin geri verilmesi,
distan'a yönelik değil, Türkiye'nin
Öğrenci Andı'nın kaldırılması,
bütününe yönelik bir politika
‘'x,w,q'' harflerinin kullanımına
olarak savunuyordu.
izin verilmesi gibi maddeleri içe­
*
ren paket, Kürt Halk'ının hiçbir
Çözüm Süreci'ndeki önemli aşa­
temel ve anayasal hak talebini
malardan biri de Oslo Görüşme­
karşılamıyordu. Dikkat çeken
leridir. AKP-Cemaat ittifakının
bir madde daha vardı: anadilde
çatladığı ilk defa Oslo Görüşmeleeğitim talebinin karşılanması
ri'nin sızdırılması meselesiyle gün
konusunda
‘özel okullarda' ana­
yüzüne çıkıyordu. AKP, Cem a­
dilde
eğitimin
izin verilmesinden
ate bıraktığı yargı ve emniyeti,
söz ediliyordu. Emekçi/yoksul
kendi politikalarının karşısında
Kürdistan halkının çocuklarının
buluyordu. Cemaat'in buradaki
anadilde eğitimine izin verilmez­
tavrı, ortağı olan AKP'nin, Kürt
Halkı içinde oy desteğini arttıra­
rak, Cemaat'i bütünüyle saf dışı
bırakacak politikalar gerçekleştir­
me tehlikesine bir cevaptı. KCK
operasyonlarında tutuklanan
insanlar da bu çatışmanın ilk kur­
banlarıydı. Barışa gitmesi umulan
Çözüm Süreci, AKP-Cemaat kirli
ortaklığından payını almıştı.
*Bu dönemde PKK silahlı güçle­
rini ülke dışına çekmeye devam
ken, sermayeyle ortaklaşan özel
okullarda bu hakkın verilmesi
AKP'nin neoliberal politikaları­
nın güzel bir özetidir..
*
Türkiye’de Süreç böyle devam
ederken, Suriye’de savaş derinleşi­
yordu. YPG Rojava’da ilerleyişini
sürdürdü ve PYD Ocak 2014'te
demokratik özerklik ilan etti
Türkiye’deki yandaş medya bu durumdan hiç herkesi sokaklara çağırdı. 6-7-8 Ekim Olayları
olarak Türkiye tarihine geçen bu yürüyüşler,
hoşnut değildi. Bunu da gizlemiyordu. Ekim
2014’te IŞİD Kobani’yi kuşattı. IŞİD’in KoTürkiye’deki IŞİD işbirlikçilerinin hedefine
bani’yi kuşatmasıyla, AKP açıkça Kobani’nin
oturduldu. Çıkan çatışmalarda 52 kişi yaşamını
düşmesi için gün saydı. IŞİD her geçen gün
yitirdi. IŞİD’in ve işbirlikçilerinin bu ülke için
Kobani’de kontrolü sağlamaya yaklaşırken,
ne demek olduğunu Suruç Katliamı’yla baş­
Türkiye’den Kobani’ye açılması istenen yardım layan süreçte hepimiz gördük. Daha 2014’te,
IŞİDe karşı sokaklara dökülen ve canı pahasını
koridoru açılmıyordu. HDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş ‘Kobani halkı için sokağa
mücadele edenleri bir kez daha saygıyla anıyo­
çıkmaya davet ediyorum!’ diyerek IŞİD zulmü­ ruz. Selam olsun!
ne direnen ve direnişe Türkiye’den destek veren
Çözüm Süreci’nde yeni adımlar atılması
için KUDH, Öcalan’ın hazırladığı 10 maddeyi
AKP’nin kabul etmesini ve pratiğe dökmesini
şart koşuyordu. Silahların tamamen bırakılması
için ön koşul bu 10 madde idi. Daha sonraları
“Dolmabahçe Mutabakatı” adı verilecek bu
maddeler çerçevesinde, Dolmabahçe Sarayı’nda HDP’li yetkililer ve iktidar bir araya geldi,
kameraların önünde karşılıklı sözler verildi.
Bütün bunlar olurken, 7 Haziran 2015 seçim­
lerine gidildi. 7 Haziran seçimleri’nde AKP tek
" Barış talebiyle
dile getirilen
çözüm,
halkların kendi
inisiyatifleriyle en
alt katmandan
ilmek ilmek
kuracakları bir
çözüm olacaktır.
Ancak böyle bir
çözüm yaşanan
bunca acıdan
sonra halkların
bir arada
yaşamasına
olanak
verecektir”
16
başına iktidar olacak oy oranı ve milletvekili
sayısına ulaşamadı. HDP’nin “Türkiyelileşme”
projesinin başarısı ve bunun sandığa yansıma­
sı AKP’nin yenilgisinin birinci nedeni olarak
görüldü. Ancak HDP’nin barajı aşamaması du­
rumunda AKP mutlak iktidarını yeniden sağla­
yabilirdi. Durum böyle olunca AKP’nin HDP’yi
ve Kürt Halkı’nı karşısına alması uzun sürmedi.
Buna ek olarak, Rojava’ya askeri müdahale söy­
lemleri ve ardından KCK’den gelen karşı yönde
açıklamalarla birlikte çatışma döneminin ayak
sesleri duyulmaya başladı.
Haziran seçimlerinin hemen ardından Tem­
muz 2015’te Suruç’ta IŞİD tarafından yapılan,
ancak devletin parmağının ne kadar işin içinde
olduğunun hala bilinmediği bir bombalı sal­
dırıda, 34 devrimci genç, IŞİD zulmüne karşı
hayatta kalmaya çalışan Kobani halkına destek
vermek için Kobanili Kürt çocuklara getirdik­
leri oyuncaklarla birlikte hayatlarını kaybetti­
ler. Çözüm süreci olarak adlandırılan ve Kürt
Hareketi’nin legal/parlementer ayağının güçlen­
mesinin son aşaması olan Haziran seçimlerinin
getirdiği bahar havasının sona erdiği ve önü­
müzdeki dönemin çok daha kasvetli olacağı bu
patlamayla ortaya çıkmıştı.
2015 yazından 2017 Şubatına
kadar Türkiye’nin politik at­
mosferi, tüm yaşayan saldırılar,
Kürdistanda sivillerin ölümüne
yol açan devletin olağanüs­
tü hal “tedbirleri,” Cizre’deki
bodrumda katledilen siviller,
Türkiye’nin batısında yine
sivillerin ölümüne yol açan
bombalar, baskılar, gözaltılar,
işkenceler, Çözüm Süreci’nin
insanın içine oturur bir ben­
zetmeyle buzdolabına kaldırıl­
mış olmasının yansımalarıydı.
2016 yazında meydana gelen
darbe girişiminin bastırılması
ile iktidar, tüm bu devlet terö­
rünü uygulayabileceği OHAL
için kendine bir altyapı da
sağlamayı başardı. Kürt Halkı’nın demokratik taleplerinin
tartışıldığı bir toplumdan hem
Kürdistan’da hem de Türki­
ye’nin batısında hayatta kalma
endişesinin hâkim olduğu bir
topluma geçiş, iki sene gibi çok
kısa bir sürede meydana geldi.
Başkanlık referandumu
ile daha da otoriterle­
şecek bir yönetimin
tartışıldığı bugünler­
de, barış talebi hiç
olmadığı kadar acil
bir şekilde savunulmalıdır. Bu talep
ilk olarak, tüm
sivillerin
17
hayati tehlike altında yaşama­
larının önlenmesi için gerek­
lidir. Bunun dışında, siyasetin
dilinin demokratik alana
çekilmesi için de barış esastır.
Siyasetin parlamenter sınırlar
içine hapsolması hiçbir dev­
rimci gelenek tarafından be­
nimsenmez. Ancak günümüz
Türkiyesi’ndeki şiddet sarmalı
devrimci bir şiddet değildir
ve Anadolu coğrafyasında
yaşayan hiçbir halk için uzun
dönemde fayda getirmeyecek­
tir. Savunulan bu barış talebi
hiçbir şekilde, var olduğu
şekliyle Çözüm Süreci’nin geri
dönüşünü bekleme anlamına
gelmemektedir. AKP’nin
iktidar kaygılarıyla şekillenmiş
bir sürecin sonuçsuz kalacağı
çok beklenmedik bir son olma­
mıştır.
Barış talebiyle dile getirilen
çözüm, halkların kendi inisi­
yatifleriyle en alt katmandan
ilmek ilmek kuracakları bir
çözüm olacaktır. Ancak böyle
bir çözüm yaşanan bunca acı­
dan sonra halkların bir arada
yaşamasına olanak
verecektir.
Başkanlık
referandumu
ile daha da
otoriterleşecek
bir yönetimin
tartışıldığı
bugünlerde,
barış talebi
hiç olmadığı
kadar acil
bir şekilde
savunulmalıdır.
ÖĞRENCİ FAALİYETİ
DEKLARASYONU
Eşit, Özgür, Demokratik, Parasız bir Üni­
versiteyi ellerimizle yaratmak için kendi
özgücüne güvenen bir öğrenci hareketini
kurmaya, sömürüye, eşitsizliklere, ayrımcılı­
ğa, ırkçılığa karşı bütün öğrenci arkadaşları­
mızı, Öğrenci Faaliyeti örgütlülüğüne, m üca­
deleye davet ediyoruz!
I
Tarihin zor bir döneminden geçiyoruz.
4 yıl önce Haziran İsyanında sokağa
dökülmüş, umudun ışığını kuşanmıştık.
Tarihimizden süzülen mücadele geleneğini
günün ihtiyaçlarıyla harmanlayarak, AKP’ye
karşı memleketi saran halk hareketini örgütle­
mek için; üniversitelerimizi sömürüye, zulme,
baskıya karşı bir direniş odağı olarak örme­
ye çalışan mücadele pratiklerimizi, sokakta
devlete ve sermayeye kafa tutan isyanımızı
besleyen bir nehrin yatağına çevirmek için
canla başla çalışmıştık. İsyan geriye çekilir­
ken, isyandan süzülen deneyimimizi cepleri­
mize sakladık. Biliyorduk ki: “bitmedi daha
sürüyor o kavga / ve sürecek..
AKP, İsyanımızı bastırdı. Sokağı kuşatan
bütün direniş odaklarını güç aygıtlarıyla
ezerken, kendisini komutanı Saray olan
bir güç aygıtına dönüştürdü. Zerre meşruiyeti
kalmadı. Yaslandığı egemen blok, Haziranın
da gürültüsüyle çatladı, o günden bugüne
dikiş tutmadı. Eski suç ortağı “Cemaat”in baş­
rolü oynadığı 15 Temmuz darbe girişiminin
ardından, kendi darbesini OHAL süreci ve
KHK’larla yürürlüğe koydu. Şimdi 2016’nın
sonlarında başlayan ekonomik kriz, Haziran
İsyanı’ndan beri süren politik krizle birleşerek bir dönemin bitişini işaret eden çanları
çalıyor. Gün, cebimize sakladığımız deneyimi
kampüse savurma, sırtını öğrencilerin yara­
tıcılığına dayayıp, kentin bütün sokaklarına
isyanın adını kazıma günüdür.
3
18
Egemenlere hatırlatma zamanı: diyalek­
tik işliyor! Her saldırı, kendine direnişi
örgütler alttan alta. Nasıl ki Haziran İsyanı’nın çığlığı sokaklarda yankılandıysa, yeni
kavgamızın depremi de Kaçak Saray’ın du­
varlarını çatlatacaktır. İşte bu umudun sahi­
ciliğine yaslanarak, tarihin tavında dövülmüş
devrimci mücadelenin bugünkü taşıyıcıları
olarak yeni ateşler yakmak zorundayız: bütün
coğrafyamızı kavuracak yeni devrim ateşleri!
Şeyh Bedreddin’den Pir Sultan’a, Paramaz’dan
Mustafa Suphi’ye Mahir, İbo, Denizden Erdal
Erene, Hıdır ile İlyas’tan Suphi Nejat’a, Ber­
kinden Kadere, Arinden Azize bu toprakların
mücadelesi bize değerli bir hafıza sunuyor. Bu
hafızayı bugünün eşitsizliklerine ve ezilmiş­
liklerine karşı güncelleyerek yeni bir mücade­
le örgütleyeceğiz.
4
19
Yapılacak şey açıktır: örgütlenmek!
Faşizmin aldığı mesafe bize gösteriyor
ki, yaşamak için örgütlenmek esastır.
Örgütlenmek demek, sömürüye, eşitsizliğe
ve zulme karşı mücadeleyi bir plan ve prog­
ram dâhilinde yapmaktır. Bu plan ve progra­
mı çıkarmak için bir araya gelmek, bu plan
ve program dahilinde sorumluluk almak/
sorumluluk vermektir. Sorumluluğumuz
eşitsizliğe maruz kalan, sömürülen, zulme
uğrayan her kimse onun yanında yer almak,
üniversitesinde, işyerinde, mahallesinde
ezilen herkesin mücadele etmesi için çaba
göstermektir. Planlanması ve bir program
dahilinde yürütülmesi gereken bu çabaların
toplamıdır.
6
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumun temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir. Marx’tan
beri temel mücadelenin emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan emekçilerle, başkaları­
nın emeğini satın almaktan başka bir şey yapmayan sermaye sahipleri arasında olduğunu
biliyoruz. Yalnız bu temel çelişki tek çelişki değildir. Bunun yanında ulusal/etnik (örneğin Türki­
ye’de Kürt olmak),mezhepsel (örneğin Türkiye’de Alevi olmak) ya da toplumsal cinsiyet (örneğin
Türkiye’de kadın ya da Ibgti+ olmak) gibi başka tür ezilmişlik biçimleri de mevcuttur. Devrim­
ciler bütün bu ezilmişlik biçimlerine karşı, birini diğerinin önüne ya da arkasına koymadan
mücadele verirler. Fakat şu gerçeği unutmazlar: kapitalist toplumun bir bütün olarak ortadan
kalkmasını sağlayacak olan örgütlü bir işçi sınıfı hareketidir. Üretimden gelen gücünü kullana­
rak kapitalizmin kendisini yeniden üretiminin önüne geçme yetisine sahip işçi sınıfı kapitalist
toplumun temel mekanizmalarını kilitleyecek ve onların yerine başkalarını koyacak stratejik bir
güce de sahiptir. Dolayısıyla yapılacak şey açıktır: güçlü bir işçi sınıfı hareketi yaratmayı merkeze
koyarak bütün ezilmişlik biçimlerine karşı topyekûn mücadele!
Topyekûn mücadelenin kapsadığı önemli ayaklardan biri de, var olan ideolojik potansiyeli
ve bu potansiyeli başka alanlara da taşıyacak dinamizmi nedeniyle öğrenci mücadelesidir.
Bugün üniversiteleri kasıp kavuran güçlü bir öğrenci hareketine ihtiyaç vardır. Çünkü okul­
larımız bizim sadece günümüzün büyük bir bölümünü geçirdiğimiz mekanlar değil, aynı zaman­
da bizim “yaşam alanımız”dır. Bencil, yalıtılmış, steril bir yaşamı bize dayattıkları bu mekanları,
üreterek, paylaşarak, değiştirerek yeni baştan kuracağız. O güzel şarkıda da dediği gibi “Yeni
baştan kurulacak bir ülkeyi / Aşkla örmeye benzer devrimci olmak...” Alanımızdaki haksızlık­
lara karşı mücadele etmek ülkemizdeki daha büyük haksızlıklara karşı gelişecek mücadeleleri
tamamlayıcı “bir ilk adım”dır.
7
20
Öğrenci hareketinde Dev-Genç kırılmasının yarattığı dinamik üniversitelerden sokağa
taşmış, işçi sınıfıyla bir bağ kurmaya başlayan bir irade açığa çıkmıştır. Egemenler “tek
bilek” her türlü zoru kullanarak bu iradeyi bastırmıştır. Egemenler 71 İsyanından gerekli
dersi çıkarmıştır: üniversiteleri zapt edemeyen iktidarını sağlama alamaz! Bugün de YÖK’üyle,
polisiyle, bilimi toplumsal işlevlerinden yalıtıp metalaştırarak, bütün karar alma süreçlerinden
özneleri dışlayarak, üniversiteyi güvencesiz bir işyerine dönüştürerek, sadece üniversitelerin
bütün bileşenlerine değil bütün topluma saldıran egemenler öğrenci örgütlülüğünü dağıtmayı
kendilerine görev bilmişlerdir. Özellikle OHAL ile birlikte bütün muhalif sesler soruşturmalarla
uzaklaştırmalarla gözaltılarla susturulmaya çalışılmaktadır. Barışa sahip çıkan bir kamu vicda­
nı yaratmaya çalışan Barış Akademisyenlerine karşı başlayan linç girişimi, yayınlanan KHK’lar
ile birlikte bütün muhalifleri meslekten ihraç etmeye kadar gitmiştir. Üniversiteleri yeniden bir
direniş odağına çevirmekten başka bu cendereden çıkış yolu yoktur.
8
Öğrenci gençlik “geleceksizlik” ve “kariyerizm” ile terbiye edilmektedir. Kaygılarımız
yaratıcılığımızı teslim almıştır. Kendi potansiyellerimizi ve isteklerimizi gelecek kaygısıyla
ertelerken “gelecek fikri”nin bize gösterilen bir sopa olarak bugünü değersizleştirip esir al­
dığını görmez olduk. Sorgulamaya, araştırmaya, düşünmeye kendi geleceğimizi kendi ellerimizle
kurma fikrinden başlayacağız! Sanatın özgürleştirici zırhını kuşanarak, egemenlerin ahlakının
yerine devrimci bir etiği koyarak, tüketilemeyen tek şeyin sömürü düzeni olduğunu vaaz eden
bu yaşam tarzıyla hesaplaşacağız!
9
Öğrenci Faaliyeti olarak bütün amacımız; “hem politik hem maddi anlamda kendi öz
gücüne güvenen bir öğrenci hareketini var ederek, sömürünün olmadığı özgür, eşit ve
adaletli bir ülkeyi yaratma mücadelesinde taş üstüne taş koymak”tır.
21
‘TÜRK’ TİPİ BAŞKANLIĞA
HAYIR!
ritik bir viraja girdiğimiz
çok açık: AKP’nin ha­
yallerini kurduğu ‘Erdoğan’
tipi ya da ‘Türk’ tipi başkanlık
referandumuna gidiyoruz.
Başkanlık sistemiyle AKP’ye
göre ‘yasama ve yürütme güç­
lenecek, yargı bağımsızlaşacak’;
muhalefete göre ise bir ‘tek
adam rejimi’ yaratılacak . Her
şeyden önce, AKP’nin nasıl
bir başkanlık hayali kurduğu­
nu somutlamakta ve bunun
Türkiye üzerinde oluşabilecek
tesirlerini öngörüp yorumla­
makta fayda var.
12 Eylül 1980 Faşist Darbe­
sinin ürünü olan 1982 Ana­
yasası zamanla önemli tartış­
malar ve değişikliklere konu
olmuştur. 1983-89 yıllarında
başbakanlık yapan Turgut
Özal ilk defa başkanlık lehine
bir tartışma açmış ,1994-95
yıllarında ise dönemin Cum­
hurbaşkanı Süleyman Demirel
başkanlık sistemini önererek,
bir “rejim değişikliği ihtiayacı”nı vurgulamıştır. 2003
yılının Ocak ayında Anayasa
Komisyonu Başkanı Burhan
Kuzu başkanlık sistemini
istediğini beyan ederek konuyu
tartışmaya açmıştır. Bu beyan­
dan dört ay sonra da Erdoğan
başkanlık sistemini savundu­
ğunu açıklamıştır. Başkanlık
tartışmaları açısından 21 Ekim
2007 tarihli değişiklik önemli
bir kırılma noktasıdır. Bu ta­
rihte, 1982 Anayasa’nın 101.
K
22
ve 102. maddelerinde yapılan
değişikliklerle “cumhurbaş­
kanının halkın genel oyu ile
seçilmesi, görev süresinin beş
yıla indirilmesi ve bir kişinin
en fazla iki kez seçilebilmesi”
kabul edilmiştir. Ana sebebi
‘Cumhurbaşkanının halk oyu
ile seçilmesi’ olan 2007 refe­
randumunun %68 Evet oyu
ile kabulü sonucu ‘başkanlık’
tartışmalarını genişledi ve par­
lamenter sistemden başkanlık
sistemine geçişin ilk adımları
süreç içerisinde atıldı.
Ocak ayı içerisinde, AKP’nin
hazırladığı 18 madde meclise
sunuldu ve maddeler 330’un
üzerinde oy alarak, Cumhurbaşkanı’na sunuldu. Cumhur­
başkanı maddeleri onayladı ve
16 Nisanda anayasa değişikliği
referandumu
yapıla
cak.
Başkanlık tartışmaları
açısından 21
Ekim 2007 tarihli
değişiklik önemli bir
kırılma noktasıdır.
Bu tarihte, 1982
Anayasa’nın 101. ve
102. maddelerinde
yapılan değişikliklerle
“cumhurbaşkanının
halkın genel oyu
ile seçilmesi, görev
süresinin beş yıla
indirilmesi ve bir
kişinin en fazla iki kez
seçilebilmesi” kabul
edilmiştir.
“Türk Tipi Başkanlık” sistemi açıkça burjuva de­
mokrasisini bile lüks bulmaktadır. Burjuva demok­
rasisinin en temel prensibi kuvvetler ayrılığı - yani
yasama, yürütme ve yargının birbirini denetleme­
si- Akp’nin önerdiği modelde yok edilmektedir.
Başkan meclis tarafından seçilmeyip doğrudan halk
tarafından seçilmektedir ve aynı zamanda bir siya­
sal partinin başkanı olmaya devam edebilmektedir.
Başkanın aynı zamanda Meclis’i feshetme hakkı da
bulunmaktadır. Bu öyle trajikomik bir öneridir ki,
Başkan seçilen kişi, başkanı olduğu parti Meclis’te
çoğunluğu sağlayamazsa Meclis’i feshedebilmektedir. Böylelikle Meclis’in Başkan üzerinde hiçbir
hükmü kalmamakta, Başkan olağanüstü yetkilerle
donatılmaktadır. Başkanın kimi Bakan olarak ata­
yacağı konusunda hiçbir kısıtlama ve hiçbir m er­
cinin denetimi yoktur. En vahim noktalardan biri
de Başkanın Meclis’i yok sayarak, ülkeyi kararna­
melerle yönetebilme yetkisidir. Burası zaten seçim
barajıyla kadük kalmış temsili demokrasinin bittiği
noktadır. Ayrıca, Başkan istediği zaman OHAL
ilan etme ve Milli Güvenlik Politikasını belirleme
yetkisine sahiptir. Peki bu politikaları denetleme
ve frenleme yetkisi kimde olacak? İstediği zaman
feshedebildiği Meclis’te mi? Buna çocukların bile
inanmayacağı açık. Yargı mı? Önerilen sistemde,
Başkan Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerinin
çoğunluğunu doğrudan atıyor. Bu atamaları denet­
leyecek hiçbir kurum tanımlanmıyor.
***
Başkanlık sisteminin mutlaka diktatörlüğe,
parlamenter sistemin de mutlaka demokrasiye yol
açacağı gibi bir varsayım elbette doğru değil. Rejim
ile demokrasi arasında bir ilişki olsa bile, tek etken
bu değil. Liberal burjuva demokrasisi, ister başkan­
lık modelinde ister parlementer modelde, temsili
demokrasinin kuvvetler ayrılığı ile denetlendiği bir
ideale dayanıyor. Bu idealin uygulamadaki sorunla­
rı bir yana, ilk elden şu sorunları sayabiliriz: iletişim
ve bilişim olanaklarının gelişme düzeyine rağmen
“halk”ın rolünü seçmeyle sınırlaması, denetleme ve
katılım mekanizmalarını profesyonel siyasetçilerin
tekeline vermesi ve de en önemlisi “herkese oy hak­
kı” aldatmacasıyla ezilen ve sömürülen sınıfların
siyasete etki düzeyi hakkında bir illüzyon oluştur­
ması vs.
Akp’nin 15 yıldır tek başına iktidar olduğunu dü­
şünürsek “parlamenter sistem siyasi istikrarsızlığa
sebep oluyor” gibi komik bir argümanın üzerinde
durmaya bile gerek olmadığı anlaşılır. *
23
Türkiye Halkları’nın
bir istikrar sorunu ol­
duğu doğru: "eşitlik,
özgürlük ve adalet
mücadelesinin istikra­
rı." Bu sorunun çözüm
aşamalarından biri
de elbette ki bütün
seçme, seçilme, de­
netim yetkisini ve ka­
tılım hakkını ezilenlerin
ve sömürülenlerin hal
mücadelesini güç­
lendirecek bir şekilde
dizayn etmekten
geçecek!
Ne Başkanlığı !
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun
(DİSK) hazırladığı “Başkanlık İşçiye Zararlıdır!
Başkanlık ve Parlamenter Rejimlerde İşçi Hakları
ve İnsani Gelişme Raporu”na da mutlaka değin­
mek gerekiyor. Bu rapordaki bazı verileri şöyle
sıralayabiliriz:
-Sendikal hakların en ağır biçimde ihlal edildiği
ülkelerin yüzde 7 1 ’i başkanlık ve yarı başkanlık
rejimine sahip.
- Parlamenter rejimlerde ortalam a sendikalaşma
oranı yüzde 29 iken, başkanlık
rejimlerinde yüzde 12 düzeyinde.
- Parlamenter rejimlerde toplu sözleşme kapsamı
yüzde 48 iken, başkanlık
rejimlerinde yüzde 2 7 ’dir
- Başkanlık rejimlerinde ortalam a çalışma süresi
42,5 saat iken, parlamenter
rejimlerde 37,6 saattir.
-Başkanlık rejimlerinde ölümlü iş kazası oranları
parlamenter rejimlerin iki
katından fazladır.
- Başkanlık rejimlerinde 100 bin işçide ölümlü iş
kazası oranı 5,2 iken,
parlamentere rejimlerde bu oran 2,4e düşüyor.
- Başkanlık rejimlerinde ortalam a öm ür daha kısa.
Parlamenter rejimlerde
doğuşta ortalam a öm ür beklentisi 76 iken, başkan­
lık rejimlerinde 67d ir
-Başkanlık rejimleri gelir
dağılımı açısından daha
eşitsizdir: Başkanlık rejim­
lerinde
en yoksul yüzde 20 ile en
zengin yüzde 20 arasın­
daki fark 10 kat iken,
parlamenter rejim­
lerde bu fark 6,7 kata
düşüyor.
miting, gösteri ve eylemler ancak resmi izinlerle
yapılacak. Bu izinlerin hangi tercihi güçlendirece­
ğini söylemeye bile gerek yok. Şimdiden Akp (ve
yardakçısı M HP) Hayırcıları gözaltılarla, saldı­
rılarla sindirme politikasına başlamış durumda.
Akp, bütün Hayır’cıları bir suç örgütü üyesiymiş
gibi gösteriyor. OHAL KHK’ları ihraç edilen solcu
kamu emekçileri, basın emekçileri, tutuklanan
vekillerle “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya çalışan
Akp referandum sürecini de bu muhalif ayıklama
işleminin bir parçası olarak görüyor.
Türkiye Halklarının bir istikrar sorunu olduğu
doğru: “eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi­
nin istikrarı.” Bu sorunun çözüm aşamalarından
biri de elbette ki bütün seçme, seçilme, denetim
yetkisini ve katılım hakkını ezilenlerin ve söm ürü­
lenlerin hal mücadelesini güçlendirecek bir şekilde
dizayn etmekten geçecek ! Ne Başkanlığı !
Hayır !
Suruç’un, Ankara’nın, Amed’in, İstanbul’un, Soma’nın, Ermenek’in, Şirvan’ın, Sur’un, Cizre’nin,
Silopi’nin, Nusaybin’in hesabını sorm ak için:
H a y ır !
HtflRlf HAYIR!
***
16 Nisan Referandumu’nda “Evet Kam ­
panyasını AKP, M HP
ile birlikte yürütüyor.
CH RH D P ve M HP
içindeki muhalif grup
ise ‘hayır’ kam ­
panyası yürütüyor.
Referandum süreci
OHAL ile ç a k ış tı­
rıldı) ğı için toplu
24
ATAERKİYE KARŞI
KADINLAR
ı
DİRENİŞTE
f
taerkil sistemin hüküm sürdüğü binlerce yıllık
insanlık tarihinde kadınlar hep ikinci plana
atılmışlardır. Günümüzde de aynı durum ne yazık
ki devam etmektedir. Erkek egemen sistemin ortaya
koyduğu toplumsal cinsiyet rollerinden kadınlara
düşen bir anne ve eş sıfatıyla evin içinde hayatına
devam etmektir. Kamusal alandan mümkün oldu­
ğunca uzak tutulmak istenen kadınlar hem ekono­
mik hem de duygusal olarak erkeğe tabi kılınmaya
çalışılmaktadır. Kadınlar bu rollerin ağırlığını
çekmeye devam ederken bir yandan da sermaye
baskısıyla her alanda vasıfsızlaşan iş gücüne da­
hil olma umuduyla işsizler ordusunun bir parçası
olmaya itilmektedirler. Bu yazıda, ataerkil sistemin
nasıl önce ailede sonra da okulda kurulduğu incele­
necek, kurulan bu sistemin toplumsal hayatın farklı
aşamalarında kadınların önüne çıkma biçimleri
örneklendirilecektir.
İktidarların toplumlar üzerinde kurdukları
hegemonya kurumlar tarafından işletilir. Bir ku­
rum olarak aile, özel alanın mahremiyetinin altını
çizen erk sayesinde kadın için kölelikle eş anlamlı
hale getirilmiştir. Toplumsal cinsiyet rollerinin en
görünür olduğu yer olan aile içinde kadının insan­
ca yaşamı, aileye mensup erkek bireyin iradesine
teslim edilmiştir. Kadına karşı şiddet için her zaman
söylediğimiz gibi, aile içi şiddetin de faili kötü,
zalim, ruh hastası erkekler değildir. Fail, ailedeki
erktir, erkekliktir. Bu nedenle ne erk sahibi kadınlar
bu faillikten azadedir; ne de kötü, zalim, ruh hastası
olmayan/ kendini öyle görmeyen erkekler. Mücade­
lemiz aile içi şiddetin olmadığı bir dünya için değil;
bu şiddeti üretme potansiyeli her daim var olan ka­
pitalist ataerkil aile kurumunun olmadığı bir dünya
içindir. Öyle ki kadın cinayetlerinin büyük bir
bölümü ev içinde ya da mekandan bağımsız olarak
çekirdek aileye mensup erkek bireyler tarafından
işlenmektedir. Şiddet gören kadınların mahremiyet
adı altında işkencecisine mahkum edilmesi, tehdit
edilen kadınlara sağlanan korumaların zoraki ve
A
25
yetersiz
oluşu,
boşan­
manın
hala yuva
üzerinden
bir yıkım
olarak
adlandırıl­
ması, taciz
ve tecavüzde
tahrik unsuru adı altında kadınların bu suçlarda
sorumluluklarının olduğu algısı yaratılmaya çalı­
şılması bunun bir devlet politikası olarak karşımıza
çıktığını kanıtlamaktadır. Özel olanın politikliğine
olan inancımız tüm bu belirtilen durumların bir
sonucudur.
Devletin hegemonik aygıtlarından bir diğeri ise
okuldur. Sistem içinde aileye doğan bireyler okul­
larda eğitilmektedirler. Eğitim sisteminin belirlediği
müfredat ataerkinin yarattığı rollere uygun olarak
şekillenmekte ve bu müfredat kadının gelecek
yaşamını hem aile içinde göreceği baskıya hem de
iş hayatındaki çifte sömürüye- işçi ve kadın ola­
rak- razı olmasına dair bir eğitim sunmaktadır.
Bu sistem içerisinde dayatılan kuşkusuz cinsiyetçi
bir eğitimdir ve bu cinsiyetler arasındaki eşitsizliği
pekiştirmektedir. Üniversite içindeki yaşam da bun­
dan bağımsız değildir. Sistemin yarattığı erkeklik
kampüslerde de kendini inşa etmeye çalışmaktadır.
Üniversite öğrencisi kadın arkadaşlarımız sınıf
arkadaşları erkekler tarafından öldürülmekte, erkek
akademisyenlerin tacizine uğramakta, yurtlarda gi­
riş çıkış saatleri kısıtlanarak baskı altında tutulmaya
çalışılmaktadır. Derslerde kullanılan cinsiyetçi dil
kadınları ikinci plana atmakta ve özgüvenlerini
hedef almaktadır. Bu doğrultuda yaşanan psikolo­
jik veya fiziksel erkek şiddetinin meşrulaştırıldığı
yerlerden biri olarak üniversiteler biz kadınlar için
mücadele alanlarımızın başında gelmektedir.
Bu bir sarmal; aileden okula oradan iş hayatına
uzanan. Üniversitelerde yetişen bireyler iş hayatın­
da da tüm erkeklikleriyle karşımıza çıkmaktalar.
Kapitalist sistemin yarattığı rekabetçi bireylerin ilk
hedef aldıkları kitle kadınlar olmaktadır. İş haya­
tından uzaklaştıramadıkları kadınlara mobbing
uygulanmakta, psikolojik olarak diğer çalışanlar
tarafından aşağılanmakta, cinsel tacize uğramakta­
dırlar. Dayatılan kıyafet zorunluluğu bile kadın ve
erkeğin iş hayatındaki eşitsizliğine dair bir örnek
oluşturmaktadır. Üniversite yıllarında özellikle part
time çalışan kadın arkadaşlarımızın sayısı olduk­
ça fazladır. Hem iş dünyasında hem ailede hem
de okulda kadın olmanın mücadeleyle eş anlamlı
olduğu yaşadığımız deneyimlerimiz doğrultusunda
karşımızda durmaktadır.
Tacize, tecavüze veya psikolojik şiddete maruz
kalan herhangi bir kadının kendini yalnız hele ki
suçlu asla hissetmemesi, kadın mücadelesinin kişi­
lere dair bir sorun değil ataerkil sistemin toplumsal
olarak inşa ettiği politik bir sorun olduğunun kabu­
lü olması açısından önemlidir. Herkese ulaşabilme
gücü bakımından bu yalnızlık ve suçluluk hissini
ortadan kaldıracak bir araç olarak medya işlevsel
görünebilir. Fakat görünür olmanın önemi doğru
temsil edilebilmekten kaynaklanmaktadır; aksi ata­
erkil kapitalist sistemin cinsiyetçi söylem ve politi­
kalarını meşrulaştırmaktadır.Fiziksel veya psikolo­
jik şiddete uğrayan kadınların basın-yayın organları
tarafından temsil edilme biçimlerinde bir edilgenlik
ve kadınları pasifize etme durumu karşımıza çık­
maktadır. Bu pasifize ediş ‘’mağdur kadın” sıfatıyla
26
gerçekleştirilmekte; şiddet kişiselleştirilip ‘o kadı­
na’’ özgü kılınmaya çalışıldığı oranda da toplumsal
boyutundan uzaklaştırılmaktadır. Şiddeti toplumsal
bağlamından kopartıp, kadınların mağdur edebi­
yatının güzide kahramanları olarak yansıtılmasını
reddediyoruz. Bu demek değil ki; tacizi, tecavüzü,
şiddeti gizleyelim; yokmuş gibi davranalım. Ama
şunu da unutmayalım ki; biz bunlara karşı çıkanlar
olarak varız, yeni bir düzen kuranlar olarak varız.
Mağduru bir kenara koyalım, hatta direnişçiyi bile
bir kenara koyalım. Biz kurucuyuz, biz devrimciyiz,
ataerkiyi yıkacağız ve yerine sömürü ilişkisinin ol­
madığı bir düzen kuracağız. Bunlar boş laflar değil,
kolay işler hiç değil, ama öfkemizi yönlendirirken
bunu unutmamalıyız. Biz bu sömürü ilişkisine dire­
nirken mağdurluk üzerinden yapmamalıyız bunu.
Çünkü amacımız sömürüye değil dayanışmaya
dayalı bir güç sahibi olmak.
Kadınlar bulundukları her alana dahildir. Binler­
ce yıllık ataerkil sistemin kadınları kamusal alandan
uzaklaştırma çabalarına rağmen direniş her zaman
kazandırmıştır. Sözünü söyleyen kadınlar geçmişten
günümüze seslerini çoğaltarak ilerlemektedir. Top­
lumun bütün baskıcı unsurlarına karşı direnmek
biz kadınlar için yaşamdır. Çünkü biliyoruz ki heteroseksist ataerkil sistem kendi yarattığı toplumsal
cinsiyet rollerine uymayan hiçbir bireye nefes alma
hakkı tanımamaktadır. Kadın cinayetleri, çocuk ge­
linler, trans cinayetleri, homofobi, bifobi, transfobi
erkek egemen sistemin ürettiği politikaların sonucu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşı direnmek
ise yaşamın ta kendisidir.
MÜCADELE
DAYANIŞMA
DEVRİM
ZAM ANLARIN EN İYİSİ
Haziran İsyanı, Anadolu topraklarında - belki de
Celali İsyanlarından sonra gelen- en geniş toplum­
sallığa sahip isyandır. Kuşkusuz onun tarihsel yeri
önümüzdeki dönemlerde yapılacak çalışmalarla
daha da netleşecek. Yine de “onu deneyimleyen bizler için ne ifade etmişti Haziran İsyanı ?” sorusunu
cevaplayabiliriz. Dönüp geriye baktığımızda bizim
için anlamı “zamanların en kötüsü”den geçerken
“zamanların en iyisi” olmasıydı.
Haziran İsyanı, A K P'nin vitesi sürekli yükselte­
rek ülkeyi önü alınamaz bir otoriterlikle yönetme
ve talan etme girişimine dur diyen bir özsavunma
direnişinin doğurduğu kolektif yaşam, dayanışma,
özgücümüze dayali pratiklerde bulunma tecrübesiydi. Yeni pratiğin eski tecrübeyle harmanlanması,
direniş hafızasina yeni çentiğin atılmasıydı. Binler­
ce insanın yan yana gelince ne kadar yıkıcı-yaratıcı
olacağının teoriden çıkıp tecrübe edilmesiydi. İkti­
darların, sadece emperyalist odaklardan, sermaye
örgütlerinden, “paralel yapı”lardan değil halktan da
korkmaları gerektiğini gümbür gümbür gösterdik.
Sahip olduğumuz ya da İsyan süresince sahiplendi­
ğimiz her mekan, her fikir istisnasiz, sistematik ve
topyekun neoliberal, milliyetçi, İslamcı saldırılara
uğradı. Susmayanlar ve direnenler olarak, egemen­
ler, iktidar partisi ve onun biat ettigi 'tek adam'
bloğu ile aramiza çizdiğimiz en kalın 'haysiyet'
çizgisi idi Haziran İsyanı.
Umut, isyan, dayanışma, barış, kardeşlik, direniş,
onur, şeref, emek, cesaret.. .ülkenin tüm sokakla­
rına kimi zaman canımız pahasına taşıdığımız ve
egemenlerin siyasetine karşı sunduğumuz değerlerimizdi.
ZAM ANLARIN EN KÖTÜSÜ
Susmayanların ve direnenlerin mücadelesi iktidar
bloğunda derin bir çatlak yarattı. Yıllarca besleyip,
büyüttükleri, rantlarını bölüştükleri iktidar ortağı,
27
“Zamanların en iyisiydi, zamanların
en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem
aptallık, hem inanç devriydi, hem de
kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karan­
lık mevsimiydi, hem umut baharı,
hem de umutsuzluk kışıydı, hem her
şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz
yoktu, hepimiz ya doğruca cennete
gidecektik ya da tam öteki yana...”
Charles Dickens - Iki Sehrin Hikayesi
'Tek Adam' ve etrafındaki rant çetesinin sırlarını
ortalığa saçtı. Bozulan ortaklığın ardından iktidara
göz diken iki İslamcı yapı ülkeyi felakete sürükleye­
cek bir iktidar savaşına giriştiler. Medya, şirketler,
devlet kurumları, kolluk kuvvetleri iki 'tek adam 'ın
ve çetelerinin birbirine saldırdığı ve misilleme
yaptığı alanlar oldu. Savaşın en kanlı günü 15 Temmuz’un ertesinde ise Kaç-Ak Saray'daki zat zaferini
ilan etmişti.
Bu çatlak, yıllardır süren 'istikrar' yalanına bir son
verdi, artık söz konusu olan derinleşen bir ekono­
mik kriz, Haziran İsyanı’ndan beri süren politik
kriz ve bunların kesiştiği kavşakta debelenen 'tek
adam' ve çetesi. Son halkası Halep'in kaybedil­
mesi olan Ortadoğu politikasındaki çuvallama ile
içerdeki ekonomik ve politik krizin birleşmesi 'tek
adam' ve çevresindeki rant çetesini siyaseten daya­
naksız bıraktı. 'M ağdur edebiyati', 'Eski Türkiye',
'türbanlı bacılar', 'yeni Osmanlıcılık', 'büyük
Türkiye', 'güçlü ekonom i', 'm ega projeler', 'duble
y o l l a r '. Elle tutulur, gözle görülür hiç bir dayanak
kalmamıştı haramzadelerin iktidarı için. Geriye
iktidardan düşmek, halkın cebinden kendi ceplerine
bağladıkları rant hortumlarının kesilmesi, yargıla­
nacakları mahkemeler kaldı.
Başlarına gelecekleri bildikleri için bir tercih
yaptılar: memleketi yakıp yıkma pahasına topal
düzenlerini devam ettireceklerdi. Haziran sonrası
sürekli toplumu gererek halk arasında yapay bir ötekileştirme mekanizması kurdular. Günümüze kadar
getirdikleri sürecin ilk ipuçları buralarda saklıdır.
Suruç Katliamı ile AKP-Saray rejiminin kendi
çıkarına hizmet ettiği sürece İŞİD gibi cani örgüt­
lerle nasıl ilişkiler geliştirebileceğini görmüş olduk.
Suruç Katliamı ve Ankara Gar Katliamı’nın ardın­
dan gelen onlarca patlama İŞİD'in ülke içerisinde,
nasıl kullanışlı bir 'terör örgütü' olduğunu, gözler
önüne serdi.
7 Haziran seçimleri önemli bir dönüm noktasıdır.
Halk kendi elleriyle AKPden tek başına yönetme
hakkını çekip almıştır. AKP’nin cevabı, kimin
öldürdüğü bile bilinmeyen iki polisin 'hesabını
sormak' için tüm eleştiri ve sabotelere rağmen Ç ö­
züm Sürecini ayakta tutmaya çalışan Kandil'i hava
bombardımanına tutmak olmuştur.
'Ya kaos ya istikrar' adlı AKP ve Saray'ı kurtarma
operasyonun basladigi 8 Haziran 2015’ten bu yana
594 sivil, 550 asker, 311 polis hayatını kaybetti.
Uluslararası arenada sürekli yalnızlaştılar; ekono­
mik göstergeler hiç olmadığı kadar dibe vurdu;
hayat pahalılığı ile ülkede asgari ücretle geçinen
her bireyin yaşamını devam ettirmesi bir mucizeye
dönüştü; çıkarılan K H K 'lar ile binlerce insan yargılanmadan/somut bir suçu olduğu ispatlanmadan
kamudan ihraç edildi; yeni memur alımlarındaki
mülakatlar ile isteyen yandaş istediği yere yerleştiri­
lirken kendilerinden olmayanlar işsizliğe mahkum
edildi; binlerce medya kuruluşu ve dernek KHK
terörü ile kapatıldı; akademisyenlerin tasfiyesiyle
üniversitelerin içi boşaltıldı; Kürt halkının siyasi
temsilcilerini hedef alınarak, şehirlerini yıkıp katli­
amlara girişilerek halkarın arasına nefret tohumları
ekildi; insanlar inançlari üzerinden sınıflandırıldı,
4 + 4 + 4 ve İmam Hatipleştirme ile eğitimin içini
boşaltıldı; ulkede yasayan hiçbir vatandaşın ne can
güvenliği ne de huzuru kaldı. Faturayı kendilerine
değil halka kestiler, ama o faturayı onlara ödettir­
mek memlekette onuru ile yaşayan her vatandaşın
boynunun borcudur!
28
HAYIR SIZLAŞTIRAM ADIKLARINIZDANIZ
Ne bir yağmur damlası kadar meşrulukları, ne de
bir çocuğu kandırabilecek kadar inandırıcılıkları
kaldı. Çizdikleri rotada ilk iktidara geldiklerinde
sığındıkları gibi dingin bir liberal burjuva siyaset
limanı kalmadı. Elde kalan ne mi? Alabildiğin­
ce fırtına, boğuşulması gereken yüksek dalgalar,
dibine çeken derin bir okyanus... Yapacakları hiçbir
hamlenin onları kurtaramayacağını kendileri de
biliyorlar, sadece günü kurtarabileceklerinin de
farkındalar.
Başkanlığa sistemine geçiş, bize göre ancak günü
kurtarabilecekleri, onlar için ise 2023'ü n kapısını
açabilecekleri bir adım. RTE için hesabını ver­
mek istemediği her şeyden kaçabilmenin tek yolu,
kimsenin ona hesap soramayacağı bir sistemi inşa
etmekten geçiyor. Bu projenin ismi ilk önce 'başkanlik' daha sonra 'cumhurbaşkanlığı sistemi'
olarak açıklandı. İsmini istedikleri kadar değiştir­
sinler, bizim gördüğümüz sadece ucube bir 'tek
adamlık sistemi'dir. Parlamenter sistemden tek
adamlık sistemine geçişte desteği garanti olanlar sa­
dece kendisi, rant çevresi ve rant çevresinde olmak
isteyen kitle ve siyasi odaklardır. Sadece inandığı
için AKP-Saray rejimine oy veren, iktidar tara­
fından tehlike anında kendilerini kurtaracak canlı
kalkanlar ve oy depoları olarak görülen milyonların
ise AKP-Saray rejiminin -bu sefer de- arkasından
gideceğine dair hiçbir emare yoktur. Bu referan­
dum öncesinde AKP-Saray rejiminin bütün kirli
provakasyonlarını devreye sokması için yeterlidir.
’.
\
0
/A
jv .
,,{11
'
M m rv S
îr f l
» y yU*
nPPpB/F
_~ _ ~~ Vfj
Bugün Saray-AKP olarak adlandırdığımız
'tek adam' rejiminin yasal statü kazanması ile
yürütme, yargı ve yasama tek bir kişiye bağlanacak. Kimse onu yargılayamayacak, sözünden
dışarı çıkamayacak, eleştiremeyecek, denetleyemeyecek! Denklem bu kadar kolay olmayacak
elbette. 'Tek adamlığın' yasallaşmış olması
meşrulaştığı anlamına gelmeyecek. Ayrıca her
m ıerkezileşme kendisi için tehlikeli olan bir
yoğunlaşmayı beraberinde getirir. Sistemin
bütün kablolarını tek bir boru içinden geçi­
rince, oğlunu El-Bab'ta yitiren bir babanın ilk
hamlesinin o boruyu kesmek olmayacağının
bir garantisi yoktur. Evet senaryoları üzerinde
çok durmamıza gerek de yok aslında çünkü
bu ülkenin demokrasiye, eşitliğe ve özgürlüğe
inanan milyonlarca vatandaşı sandıkta 'hayır'
f-i. Tlı¥
O A.
/j a n r r
W?
Lt*-j +
i :/ i
** 1
l i f t i
■/
Sra \%
^ * ^ >'**** * İ
siyaseti olduğunu göstermeye çalışıyorlar. “Görünür olan, kabul edilen ve toplumun da ileride
kabul edeceği 'evet'tir” diyorlar. Böyle yaparak,
'hayır'ın değirmenine su taşıdıklarının, ‘evet’in,
Berkin!in katillerinin, Suruç’tan bugüne bombalarla siyaseti dizayn edenlerin, Sur’u Cizre’yi
yıkanlarının sözü olduğunu açık ediyorlar.
YARINLAR H AYIR'LI ELLERİMİZDE
AKP-Saray rejimini geriletmek ve ülkenin
tjyHS
İh
'Hayır’lı ellere' düşen yalnızca sandığa gidip oy
kullanmak değildir. Hayatın her alanını iktidarı
teşhir eden bir mücadele arenasına çevirmektir.
Haramzadelerin ve iktidar sevdalılarının düze­
nini teşhir etmek için elimizde tonlarca argü­
man var. AKP-Saray rejiminin ipliğini pazara
çıkarmak için bulunmaz bir fırsata dönüştüre­
biliriz bu dönemi.
V E ÖĞRENCİ HAREKETİNE DAİR...
Çok değil bundan 3 yıl önce, “Devrim Sanki
Göz Kırptı”ğında, “Bizim Ağaç Sevgimiz, Astı­
ğınız Üç Fidanımızdan Gelir” demiştik. Hazi­
ran İsyanı, bu dille, kendi aktığı tarihsel yatağı
işaret etmiş, bu ülkenin isyan ve direniş tarihi­
ne kendisini teğellemişti. Öğrenci hareketinin o
isyan ve direniş tarihinde her zaman önemli bir
yeri vardı/varolacak.
Saray Faşizmi’ni yıkmak için sokakları fethede­
cek yaratıcılığın harcında öğrenci hareketinin
yıkıcılığının izi olacak ! O iz, tarihten öğren­
diği mücadelenin bilgisini, Haziran İsyanı’nda
sokakta öğrendiği direnmenin deneyimiyle
harmanlayıp, bugüne taşıyacak.
30
Haziran İsyanı’ndan sonra kıstırıldık, kapatıl­
dık, geri çekilmek zorunda kaldık. Şimdi silki­
niyoruz ! Üniversitelerimizi, Saray Faşizmi’ne
karşı barikat yapmak, o barikatlarda devrim
türküsü söylemek için geliyoruz...
Öğrenci Faaliyeti bu türkünün bir nefesi olmak
için yola çıkıyor. Kendisi hakkında mütevazi,
fikri konusunda iddialı, geleceği konusunda öz­
güvenli, özgücünden başka güvencesi olmayan
bir öğrenci hareketini, Saray Faşizmi’ne karşı
dövüşün yoğunlaşacağı bir dönemde demir alı­
yor, aklında 3 sözcükle: mücadele, dayanışma,
devrim !
Ha bir de şu dizeler:
“çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini
bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca
toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir”
(Arkadaş Z. Özger)
"BARIŞ İÇİN
AKADEMİSYENLER"
MÜCADELESİ
I
Ocak 2016da ilan edilen Barış için
Akademisyenler (BAK) Bildirisi,
change.orgdaki herhangi bir imza
kampanyasından farksız bir şey gibi
başlamıştı. Pratik mücadeleye ina­
nan akademisyenlerin bir kısmı bu
kampanyaya katılmayı bile anlamlı
bulmazken, bir kısım akademisyen ise,
son derece sıradan olan bu kampan­
yayı gözden kaçırdığı için imzalama­
mıştı.
Bu “önem vermemenin” nedeni,
imza kampanyası metninde yazılı
olanlardan çok, eylemin biçimiyle ilgi­
liydi. Yoksa metin, eleştirilere açık olsa
bile, kötü ya da suya sabuna dokunmaz
bir metin olmakla suçlanamayacak
kadar siyasi bir metindi. Metinde kısa­
“Barış için
Akademis­
yenler” mü­
cadelesi,
akademi
için müca­
delenin bir
parçasıdır.
Akademi­
nin atanan ca, barış sürecinin bitirilmesi ile ilgili
muhatap olarak devlet alınıyor ve bir
rektörler­
an önce yeniden masaya oturularak,
den değil barışın sağlanması talep ediliyordu.
Buraya kadar her şey normaldi. Ancak
onu üniver­ genellikle somut bir karşılığı olama­
yan change.org kampanyalarının ve
site yapan bildiri
beyanlarının bu seferki karşılığı,
devletin
başından geldi: Bildirinin
unsurlardan
yayınlanmasının ertesi günü (12 Ocak
meydana 2016) Erdoğan, bildiride imzası olan
akademisyenleri “aydın müsveddesi,
geldiğini
cahil” ve benzeri hakaretlerle eleştirdi.
Erdoğan'ın bu tavrı öncelikle bir
anlatma­
şaşkınlık yarattı. Neden böylesine sert
nın bir yo­ bir eleştirinin geldiği net değildi. Bir
bakıma bu iyi bir şeydi: söylenen sö­
ludur bu
zün bir yankı yaratması, egemenlerde
bir korkuya işaret etmektedir. Ama bu
mücadele tepki bir yandan da şüphe oluşturdu.
Erdoğan’ın çıkışları genellikle sonra­
sında gelecek fırtınanın habercisidir.
31
Sonrasında ne gelecekti?
Sonrasında gelen, hepimizin bildiği
gibi bir korkutma, sindirme ve seçerek
cezalandırma süreci oldu. Vakıf üni­
versitesinde çalışan akademisyenlerin
bir kısmının, güvencesiz çalışmanın
armağanı olan süreli sözleşmeleri he­
men iptal edilerek çalıştıkları okullarla
ilişikleri kesildi. Diğer vakıf üniversi­
tesi çalışanları ise, sıra ne zaman bize
gelecek endişesiyle süreci takip ettiler.
Devlet üniversitesi çalışanları, vakıf
üniversitesi çalışanlarına göre genelde
daha şanslı olmakla birlikte, onlar da
bir bir işten uzaklaştırıldılar, çok çeşitli
bahanelerle memurluktan atıldılar.
Bazı akademisyenler ise, bağlı olduk­
ları okulların ve şehirlerin tehdit edici
yapısı sebebiyle, imzalarını geri çekti.
Devletin yargı organları ise özenle,
1128 kişiyle başlayıp (20 Ocak 2016
tarihinde) 2212 kişiyle devam eden
büyük imzacı kitlesinden, “örgütleyici”
kadroyu ayıklamaya çalıştı. Bu amaçla,
bildiriyi basın açıklaması şeklinde oku­
yan îstanbuldaki dört akademisyeni
gözaltına almak gibi taktikler uyguladı.
Bu taktiğin kısmen de olsa başarılı ol­
duğu söylenebilir. Ocak’tan Temmuz’a
kadar olan süreçte BAK hareketi, nasıl
hareket edilmesi gerektiği, devletin
ve yasallığın sınırlarının nereye kadar
zorlanması gerektiği konularında
anlaşma sağlamakta zor anlar yaşadı,
uzun ve yorucu toplantılar yapması ge­
rekti. Atılan akademisyenlerle dayanış­
m a amacıyla maddi kaynak yaratmaya
yönelik kampanyalar başlattı, Eğitim-Sen ve başka kurumlarla ortaklaşa
bu dayanışmayı büyütmeye çalıştı.
i 1 Üniversiteler, YÖK'ün kuruluşundan bu yana
özerk olma özelliklerini zaten yitirmiş yarı ba­
ğımlı müesseselerdir. Ancak bu yarı özerklik
durumunda bile, akademik bilgi üretiminin ol­
mazsa olmaz bazı sınırları, iktidarca şu ana ka­
dar böylesine alenen ve bu kadar fazla kişiyi
hedefleyerek aşılmamıştı.
BAK bir yandan süreçten mağdur olan akade­
misyenlere yönelik çalışmalar sürdürürken, diğer
yandan da fikri tartışma zeminleri oluşturmaya
çalıştı. Bu zeminlerde hem “savunulan barışın nasıl
olması gerektiği”, hem de “akademik özgürlüğün ne
olması gerektiği”ne dair tartışmalar örgütledi. Süreç­
ler tüm akademiyi kapsamaktan çok uzak olsa, hatta
imzacıların bile büyük çoğunluğunu bile bir araya
getirmeyi başaramamış olsa da, sürecin takipçisi
olan yüzlerce akademisyen, gerek yurtiçinde gerek
yurtdışında kurdukları dayanışma ağları ve uzun
süreli emekleriyle bu süreci temmuz ayına kadar
getirmeyi başardı. Temmuz başında Danıştay 8’inci
Dairesi, haklarında
disiplin soruştur­
ması açılan akade­
misyenlere ilişkin,
YÖK Disiplin
Yönetmeliği hü­
kümlerinin uygu­
lanmasını öngören
YÖK Genel Kurulu
Kararı nın yürüt­
mesini durdurdu.
Bu da “Bu suça
ortak olmayacağız”
bildirisine imza
atan akademisyenler hakkında
açılan disiplin
soruşturmalarının
düştüğü anlamına
geliyordu. M üca­
dele olumlu yönde
ilerliyor; yargıda
olumlu kararlar
çıkıyor, tutuklanan
hocalar serbest
bırakılıyordu.
32
Bu süreçte üniversite öğrencileri de tüm bu olay­
lara sessiz kalmadı. Akademisyenlerin gözaltına
alındığı ya da uzaklaştırma aldığı diğer okullarda
da öğrenciler, okul içinde çeşitli tepkiler verdiler.
Özgürlükçü bir üniversite olmakla tanınan Boğa­
ziçi Üniversitesi, bu tarz tepkilerin yoğun olduğu
üniversitelerden biriydi. Mimar Sinan Güzel Sa­
natlar Üniversitesi (MSGSÜ) ise, akademisyenlere
karşı başlatılan bu baskılara karşı en çok ses çıkaran
yerlerden biri oldu. Süreçte tutuklanan dört akade­
misyenden biri olan Kıvanç Ersoy’un MSGSÜden
olması bu sahip çıkmanın temel sebeplerinden
biriydi.
MSGSÜ öğrencileri, sadece okul içinde değil,
gerek tuttukları cezaevi nöbetleriyle, gerek adli­
ye takipleriyle, hocalarını okul dışında da yalnız
bırakmadılar. Elbette ki bu eylemlerdeki önemli
faktör, hocaya duyulan sevgiden öte, iktidara bu
cüretkârlığının karşılıksız kalmayacağını haykır­
maktı. Üniversiteler, YÖK’ün kuruluşundan bu yana
özerk olma özelliklerini zaten yitirmiş yarı bağımlı
müesseselerdir. Ancak bu yarı özerklik durumunda
bile, akademik bilgi üretiminin olmazsa olmaz bazı
sınırları, iktidarca şu ana kadar böylesine alenen
ve bu kadar fazla kişiyi hedefleyerek aşılmamıştı.
Ayrıca hedeflerindeki kitle, pratik siyasetin içinde
olmaktan çok, etik değerlerle savaşa karşı çıkan ve/
veya çalışma ilkeleri gereği akademinin özgürlüğüne
inanan kişilerden oluşmaktadır. İktidarın bu saldı­
rısının en geniş anlamda demokrasi savunucularını
da kapsaması sebebiyle, durum çok daha tehlikeliy­
di. Aslında iktidarın bu pervasızlığı, politik ajanda­
nın bir sonraki dönem neleri getireceğini gösteri­
yordu ama yine de olanlar, tahmin edilebileceklerin
ötesinde oldu.
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiyede birçok
şey gibi, akademik özgürlük için de bir milat noktası
oldu. Darbe girişiminin hemen sonrasında başla­
tılan OHAL, Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ)
33
bağlı oldukları iddia edilen kişilerin avlanması için
gerekli ortamı sağladı. Cemaat’in çok çeşitli toplum
kurumlarıyla en ufak bir ilgisi olan herkes devletten
uzaklaştırılırken, iktidar bu çok işlevli OHAL’i m u­
halefeti susturmak için de rahatlıkla kullanabileceği­
nin farkındaydı. “FETÖ yetmez, tüm terör örgütle­
riyle savaşıyoruz” şiarıyla bu sefer oklar, sosyalistlere
ve Kürt Hareketine döndü. Hedefte en görünür
olanlardan biri de Barış İçin Akademisyenlerdi.
OHAL’in hukuksuzluk rejiminin nasıl somut­
laşacağının sinyalleri öncesinden verilse de, BAK
açısından ilk büyük patlama Kocaeli Üniversitesi’nde meydana geldi. 672 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname (KHK) ile ihraç edilen kamu görevlileri
arasında onlarca BAK imzacısı da bulunuyordu.
Kocaeli Üniversitesi, 19 akademisyeni bu KHK’ya
dayanarak üniversiteden uzaklaştırdı. OHAL öncesi
dönemde tek tük rastlanan temizlik harekâtı, şimdi
tam bir cadı avına dönüşmüştü. Sadece görevden
uzaklaştırmalar değil, süresiz gözaltılar, gözaltın­
da fiziksel ve ruhsal işkence, dışarıda olanlardaysa
sürekli bir “ne zaman işimi kaybedeceğim, ne zaman
alınacağım” korkusu, akademisyenler arasında para­
noyası yüksek bir yaşam döngüsü yarattı.
Şubat 2017’de bir gece ansızın yayınlanan son
muhalif herkesin başına gelen bir durum olduğu ve
KHK’ya kadar içinde farklı oranlarda BAK imza­
akademisyenlerin bu zamana kadar bundan azade
yaşamış olmalarının normalin dışında bir durum
cısının da bulunduğu birçok muhalif akademisyen
olduğu iddia edilebilir. Öte yandan unutulmaması
farklı KHK’larla üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu
gereken, eğer eleştirel bilgi üretiminin toplum
sürecin tepe noktası, 686 sayılı Şubat KHK’sı ile
açısından geliştirici bir etmen olduğuna inanıyor­
tasfiye edilen 330 akademisyenden 100’ün üzerin­
sak ve toplumsal bilgi sayesinde, toplumun ezilen,
de isim, yine BAK imzacısıydı. Bu KHK ile artık
“cemaatçi” ve/veya “pekakalı ” oldukları gerekçesiyle dışlanan, sömürülen kesimlerinin sorunlarının
ortaya çıkarılmasının, bu sorunlara dair alternatifler
muhalif akademisyenlere uygulanan dolaylı saldırı
üretilmesinin mümkün olacağını düşünüyorsak,
yerini doğrudan bir saldırıya bıraktı. Artık birçok
kurumda olduğu gibi, sözde özerk özde bağımlı üni­ akademisyenlerin derdine ortak olmak zorundayız.
Bu dert ortaklığı, akademisyenleri kayırmak için ya
versitelerdeki cemaatçi tasfiyesi sona ermiş; solcu,
sosyalist ve demokrat muhaliflerin rahat rahat hedef da onların sorunlarını toplumun diğer ezilen kesim­
lerinden üstün gördüğümüz için değil, akademinin
alındığı bir dönem eski dönemin yerini almıştır.
Geldiğimiz durumda iktidarın mantıksal bir kendi­ eleştirel ve toplumsal bilgi üretim alanı olmasını
sağlamak adına yapılmalıdır. Kapitalist sistem
ni koruma refleksinden dahi bahsetmek mümkün
değildir. “Kısasa kısas” düsturunu andırır bir şekilde sebebiyle zaten üniversitenin nitelikli bilgi üretim
alanı olma potansiyeli giderek kırpılmakcezalandırılan akademisyenler bu ceza
tadır. Doğa bilimleri alanındaki çalışmalar,
landırmaya, bağlı oldukları üni
sektördeki güçlü firmaların işine
versitelerin rektörleri eliyle
Akademinin atanan rektör­
yarayacak AR-GE çalışmaları
maruz kalmaktadırlar. Bu
ile biçimlendirilirken, sosyal
bağlamda onları “atan”
lerden değil onu üniversite yapan
bilimlerdeki
çalışmalar ise, ya kâr
aslında üniversitenin
unsurlardan meydana geldiğini anlat­
sağlamak açısından işe yaramaz
kendisi gibi gösteril­
manın bir yoludur bu mücadele. Üniver­
mekte ve üniversitenin
görülmekte, ya da başlangıç
siteler, öğrenciler, üniversite çalışanları ve misyonları olan toplumu şekil­
asli unsurları olan
akademisyenlerden oluşur.
öğrenciler, üniversite
lendirmenin tersine çıkıp iktidarı
çalışanları ve akademis­ Dolayısıyla, üniversitenin en önemli bile­ f ve sistemi eleştirdikleri noktalar­
yenler yok sayılmakta­
da yasaklanmaktadır. Yeterince
şeni olan öğrenciler de bu müca­
dırlar.
karanlık olan bu tablo, aleni hak
delenin dışında kalamazlar.
gaspları ve özgürlük ihlalleri ile
Referandum sürecine
iyice korkutucu bir hale gelmektedir.
böyle bir saldırgan tutumla
Akademisyenleri savunmak, zaten ayrıcalıklı bir
giren iktidarın bu hamlesi, AKP’nin
kesimin haklarını savunmak olarak değil, toplumun
genel siyasetinden ayrı düşünülemez. Başkanlık
bilgi üretim merkezleri olma yolunda mücadeleye
sistemi savunusunda hiçbir somut dayanağı olma­
yan iktidar, kendi meşruiyetini muhalefeti tamamen açık alanlar olan üniversiteleri savunmak olarak
görülmelidir. Öğrenci hareketi, işçi hareketi ya da
ortadan kaldırarak sağlamaya çalışmaktadır. M u­
kadın hareketinden farklı olarak, içinde bulundu­
halefet odağı olan ya da olma potansiyeli taşıyan
ğu sömürü koşulları sebebiyle değil, barındırdığı
üniversiteler bunun ayaklarından biridir. Kapitalist
nüveler sebebiyle birçok devrimci potansiyeli içinde
sistemin dışına çıkmayı hedeflemeyen en liberal ve
demokratik karşı duruşların bile AKP’nin tek adam barındırır. Üniversiteler de bu nüvelerin atılacağı
hayallerine ağır bir darbe olduğu bu dönemde, dev­ yerlerdir ve tam da bu nedenle, ne sistemin kâr
letin imha politikalarına karşı durmak ya da duran­ odaklı anlayışına ne de iktidarın muhalif sesleri
susturan baskıcı zihniyetine teslim edilemez. “Barış
ları destekleyerek bağımsız üniversiteyi savunmak,
için Akademisyenler” mücadelesi, akademi için
iktidarın tahammül edemeyeceği bir “ihanettir”.
Biz “Tek Adam Rejimi” derken iktidarın “Türk Tipi mücadelenin bir parçasıdır. Akademinin atanan
Cumhurbaşkanlığı” diyerek güzellemeye çalıştığı bu rektörlerden değil onu üniversite yapan unsurlar­
sistemde, sadece yürütmenin tekbaşlılığı değil, tüm dan meydana geldiğini anlatmanın bir yoludur
siyasi ve toplumsal tüm güç odaklarının tekbaşlılığı bu mücadele. Üniversiteler, öğrenciler, üniversite ça­
lışanları ve akademisyenlerden oluşur. Dolayısıyla,
hedeflenmektedir. Akademinin durumu da bunun
açık bir yansımasıdır.Acımasız bir eleştiri ile bugün üniversitenin en önemli bileşeni olan öğrenciler de
akademisyenlerin başına gelenin aslında Türkiye’de bu mücadelenin dışında kalamazlar.
34
35
BU SUÇA ORTAK
OLMAYACAĞIZ!
EM E NEBİN
HEVPAREN VÎ SÛCÎ!
Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak
bu suça ortak olmayacağız!
Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur'da, Sil­
van'da, Nusaybin'de, Cizre'de, Silopi'de ve daha pek
çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları
altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte,
yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak
ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve
güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı baş­
ta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası
sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen
tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.
Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye'nin kendi hu­
kukunun ve Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası
antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve
uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır
bir ihlali niteliğindedir.
Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge
halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uygula­
dığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçme­
sini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, ger­
çekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının
tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulan­
dığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve
manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini,
bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemci­
lerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama
yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.
Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir
barış için çözüm yollarının kurulmasını, hüküme­
tin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol
haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere
görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden
bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve
bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak
istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muha­
lefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı
çıkıyoruz.
Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen
şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akade­
misyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu kat­
liamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu
talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis
ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı
durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.
İmzalarınızı üniversiteniz ve ünvanınız ile birlikte
info@barisicinakademisyenler.net adresine
yollamanız rica olunur.
Wek akademisyen û lekolîneren vî welatî, em e
ıebin hevparen vî sûcî!
Dewlete Komara Tirkiyeye welatiyen xwe yen Sûre,
Farqîne, Nisebîne, Cizîre, Silopiye û gelek cihen
din bi hefteyan di bin qedexeya derketina derve de
mehkûmî birçîbûn û tîbûne dike, bi çeken giran ku
encax di şerekî de ten bikaranîn erîşî waren nîştecihan dike û mafe jiyane, mafe azadiye û ewlehiye,
di serî de qedexeya îşkence û zilme û hemû maf û
azadiyen ku bi mekazagon û peymanen navneteweyî
hatiye parastin binpe dike.
Ev qirqirina biqesd û plankirî di radeyeke giran a
binpekirina hiqûqa Tirkiyeye bi xwe û peymanen
navnetewîyen ku Tirkiye alîgire, hiquqa kevneşopiya navnetewî û qaydeyen ku hiqûqa navnetewî emir
dikede ye.
Em dixwazin ku Dewleta Tirkiyeye yekser dest ji
qetlîama li ser welatiyen kurd û polîtîkayen koçkirina bizanebûn berde, qedexeya derketine derve rake,
kesen berpirsyar en ku mafen mirovan bin pe kirine
ceza bike, kesen ku li cihen ku qedexeya derketina
derve pek hatiye dijîn zerara wan a manewî û madî
tazmîn bike, bi van armancan bila destûr bide ku
çavderen neteweyî û navneteweyî bikevin cihen
hatiye rûxandin, çavderiyan bikin û raporan binivîsinin.
Em dixwazin ku amadekirina şert û mercen
muzakereye û avakirina reyen çareserîye bo aşîtiyeke mayînde, hukumet nexşereyeke ku daxwazen
îradeya sîyaseta Kurd ji bihewîne amadebike. Em
dixwazin ku ji gelek beşen civake çavderen serbixwe
jî tevlî hevdîtina muzakereye bibin û em jî wek
çavderen dilxwaz daxwaza xwe ya tevlîbûna muzakerayan diyar dikin. Dixwazin ku, erka sîyasi dev ji
neçira muxelefeten rexnegir berde.
Em dixwazin ku dewlet yekser dev ji tundiya ku
li dijî welatiyen xwe bi kar tîne berde, wek akademîsyen û lekolîneren vî welatî, em e li hemberî
ve qirqirine bedeng nemînin, heta ku ev daxwaza
me were cih, em e digel partiyen siyasî, parlemento
û raya giştî ya navneteweyî tekîliyen xwe be navber
bidomînin.
Barış için Akademisyenler
Tarih: 11.01.2016
ÖĞRENCİ
FAAIİYETİ
Irnlmm ■bü kse-
DINAg|!|pE||ii
YUM|ik ||Ijmİ|
W mH1awa|MiueI1n
saltanaÎ îNiIyiKsin"
Download