bu linke tıklayarak - Prof. Dr. Fuat Sezgin

advertisement
1
2
Bütün insanlığın ortak bilimler tarihinde İslam kültür
dünyasının büyük yeri, duraklamaya yönelmesi
Sayın dinleyiciler, İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü Sayın Prof.
Dr. Mahmut Ak geçen Temmuz ayı başlarında beni telefonla arayarak
bir konferans vermeye davet etmek, bu arada bir fahri doktora ile
şereflendirmek istediklerini bildiriyordu. Ölçüye gelmez sevincimi
nasıl ifade edebilirdim! Sadece kuru bir teşekkürle yetindim.
Sayın dinleyiciler!
Sayın Rektörün kıymetli davetini kabullendikten sonra 56
yıl evvel ayrıldığım İstanbul Üniversitesi’ne hangi konuda bir
konferans vermemin en uygunu olacağı sorusu karşısında bir hayli
düşündüm. Bugüne kadar tarihlerini yazmak saadetine kavuştuğum
her bilim alanı, mesela matematik, astronomi, kimya, coğrafya gibi
bilimlerin hepsinin İslam kültür dünyasındaki büyük gelişmelerinin
inancıma göre dinleyicilerin dikkatini çekecek tarafları vardı. Ama
ben sunuşumun bir genel yönde kalmasının daha yerinde olacağı
düşüncesine kendimi inandırdım.
Konferansımın titrinde kullanılan «Bütün insanlığın ortak
bilimler tarihi» ifadesinin bazılarınızın dikkatinden kaçmadığını
sanırım. Benim Frankfurt Üniversitesi’nde, daha sonra Tübingen
Ünversitesi’nde bilimler tarihi profesörlük sorumluluğunu taşıyan
üstün kafalı Matthias Schramm adlı bir dostum vardı. Birbirimizi
bir kardeş gibi severdik. Bir gün yürürlükte bulunan bilim tarihi
kitaplarının çoğunun, genelde gerçekleri çok az aksettiren
basmakalıp, tendensiyöz hükümler taşıyan kitapçıklar olduklarını
konuştuk, bunun üzerine, hayatımızı vakfettiğimiz alanı «Bütün
insanlığın ortak bilimler tarihi» diye adlandırmağa ve tanıtmağa karar
verdik. Ben bundan altı yıl önce kaybettiğim dostum Schramm’dan
sonra bu adlandırmayı, ilk defa eski yuvam İstanbul Ünversitesi’nde
huzurunuzda verdiğim konferansta kullanıyorum. Bu konferansımı
aziz dostum merhum Matthias Schramm’a ithaf ediyorum.
3
Arapların İslamdan evvel bugün için bile bizi hayranlık içerisinde
bırakabilecek yüksek şiirleri vardı. Arap Yarımadasını pek aşmıyordu.
Yeni dini, yani İslamı kabul ettikten 30 kadar yıllık kısa bir zaman içinde
bütün Arabistanı, Mısır’ı, Suriye’yi, Irak’ı ve İran’ı sınırları içine alan
büyük bir devlet kurulmuştu, böylelikle Müslümanlarla ele geçirilen
Bizans topraklarıyla, İran’da yaygın bilim ve kültür miraslarıyla,
insanlarıyla doğrudan temas ve vatandaşlık bağları sağlanmıştı. Bu
yeni vatandaşların arasında eski kültür dünyasının bilgilerini taşıyan
Yunanlılar, İranlılar, İbraniler vardı. Bunlar kısmen kendi dinlerini
bırakmıyan, kısmen Müslüman bilginler olarak Emevî devletinin
önemli işlerini üstleniyorlardı. Bunların bazıları ana dillerinde yazılı
bazı kitapları Arapçaya çevirerek yeni kültür dünyasının eski kültür
dünyasının bir devamı olarak beslenmesini sağlıyorlardı.
İkinci yüzyılın yani miladî 8. yüzyılın coğrafyasında İslam
dünyası batıda İberik yarımadasını içine almakta, Kuzey Afrika’da
Atlas Okyanusun’a dayanmakta, doğuda Hindistan’ın büyük kısmına
sahib bulunmaktaydı.
4
Çok geniş bir coğrafyada bu ikinci yüzyılda, yani miladın
8. yüzyılında İslam kültür dünyasında, daha evvelki kültür
dünyalarında yazılan kitapların Arapçaya çevrilmesi işine Islamın
dördüncü yüzyılının ortalarına kadar devam eden çok sıkı bir çeviri
devresi başladı. Çeviriler büyük bir çoğunluğuyla Yunancadan,
kısmen Süryaniceden, Pehleviceden (yani İslam öncesi Farsçadan),
Sanskritçeden yapılıyordu. İslamın bu ikinci yüzyılını biz genelde
alma ve özümseme (resepsiyon, asimilasiyon) çağı diye görebiliriz.
Bu çağda yaratıcılığın (kreativitenin) çok enteresan bazı misalleri ile
de karşılaşamayız demek değildir.
Daha birinci yüzyılda kendini gösteren süratli kültürel gelişme
ikinci yüzyılın, yani miladî sekizinci yüzyılın ortalarında devrin tanınan
hemen hemen bütün bilimlerinde hissedilmeye başladı. Șahıslardan
ayrıntılı olarak bahsetmeye vaktimiz yetmiyecektir. Ama sadece İslam
dünyasının deǧil de, inancıma göre bütün bilim tarihinin en akıllı ve
en verimli şahsiyetlerinden biri bu yüzyılda yaşamıştı. Bununla Câbir
b. Ḥayyân’ı kastediyorum. Câbir kimya bilimi ile başlamıştı, zamanla
devrin bütün ilimlerine uzanmıştı. Onun o zaman gerek büyük
otoritelerin adları altında yürürlükte olan uydurma kitapçıklardan
ve gerek tanınmış eserler yoluyla öǧrendiǧi önceki nesillerden gelen
münferit bilgilere ve kendi tercübelerine dayanarak geliştirdiǧi fikirler
vasıtasıyla saǧladıǧı bir sentez vardır ki, biz bunu kimya adı altında
yeni bir ilmin kurulması olarak deǧerlendirebiliriz. Onun eserlerini
tanıyan bir kimya tarihçisi Ingiliz Holmyard onu 18. yy. da, yani bin
yıl sonra yaşamış olan Lavoisier ile kimya tarihinde aynı yükseklikte
görüyordu. Onun bu alanda ileri sürdüǧü enteresan ve önemli görüş
ve sonuçları bir dar çerçevede sizlere ulaştıramıyacaǧım. Yalnız bir iki
misalle yetineceǧim.
Maddelerin kimyasal alanda birbirlerine oransal etkilerinin
ölçülebilirliǧi prensibi onu ‘ilm al-mizân denge teorisi inancına
götürdü. Câbir bundan şu olguyu anlamaktadır: «Nesnelerin
spezifik yani özgül nitelikleri, özellikle kimya alanında, ölçülebilirdir
5
ve sayılarla tesbit edilebilir oranlara dayanmaktadır.» Câbir’e göre
«Mîzân evrenin tek ve en yüksek prensibidir.» Câbir matematiksel
ölçülerle ifade edilemeyen hiç bir madde kimya biliminin konusu
olamaz diyordu.
Câbir, insan aklının yüksekliǧine ve tabiat kanunlarının
yetkinliǧine olan güvenine dayanarak sun‘î olarak nebat, hayvan
hatta insan yaratılabileceǧini düşünüyordu. Tabiatın yöntemlerini
taklît etmek, hatta gereğince düzeltmek, teorik olarak mümkündür
diyordu. Câbir b. Ḥayyân’ın bu düşüncesi 12. veya 13. yüzyılda
Avrupa’ya ulaştı. Homonkulos adı altında yüzyıllarca insanları
uğraştırdı. Son olarak felsefe alanından iki misal: 1. O evrenin
sonsuz olduğunu düşünüyordu. 2. Doğa bilimlerini doğru temellere
oturttuktan sonra, evrenin en son sır perdelerini yırtabileceğine
inanacak kadar cür’etkârdı. (Câbir hakkındaki düşüncelerimi
kitabımın dördüncü cildinde (GAS IV, 132-269) bulabilirsiniz. O
benim ikinci doçentlik tezimin konusudur)
İslamın ikinci, miladın sekizinci yüzyılında Bağdat, Bizans,
Mısır ve Asya’dan bilim adamlarının ve kitaplarının akın ettiği bir
merkez olmuştu. O yüzyılın ortalarında İran ekolundan gelmiş olan
bilginler Hindlilerin önemli ve hacimli Siddhanta adlı matematik ve
astronomik kitabını Arapçaya çevirdiler. Bununla sıfır rakamı İslam
dünyasına ulaştı, bir kaç yüzyıl sonra da, İberik yarımadasına, oradan
da Batı Avrupa’ya ulaşmış olacaktı.
Aynı yüzyılın son çeyreğinde Batlamyus’un yani Ptoleme’nin
Almagest adlı astronomi kitabı, ve Öklid’in Geometri’si Arapça’ya
çevrildi.
İslamın üçüncü, miladın dokuzuncu yüzyılının ilk çeyreğinde
sadece Bagdat bilimin bir merkezi olmakla kalmamış hemen hemen
bütün şehirler Islam dünyasında bilmin kıvılcımını almışlardı.
6
7
Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Halife el-Me’mûn Bagdat’ta ve Şam’da
dünyada bilinen ilk iki rasathaneyi kurdurmuştu. Sık sık astronomik
çalışmaları kendisi idare ediyordu. Baǧdattaki sonuçlarından hareketle
Mekke’nin rasatlara dayanan ilk enlem, boylam derecelerini şahsen
hesapladı. Aynı halife Sincar ovasında rasat ve ölçülere dayanarak bir
boylam derecesinin uzunluğunu hesaplattı. Alınan ortalama sonuca
göre 56 2/3 mil bugünkü yaklaşık 111 km., böylece Ekvator’un değeri
40 bin km. kadar tanınmıştı. Büyük astronom ve arabist Italyan asıllı
Carlo Alfonso Nallino 1910 yılında bunun “Arapların harikulade
bilimsel çalışmalarından biri olduğunu” söylüyordu. (Bkz. Sezgin,
GAS X, 95-96) Bu sonuç elde edildikten sonra halife 70 kadar bilgini
dünyanın bilinen kısmının haritasını yaptırmak ile görevlendirdi.
Onlar bir dünya haritasından başka bir de bu haritanın yapılmasını
sağlayan 3 binden fazla yerin enlem – boylam derecelerinin kitabını
sağladılar. Bu kitap biliniyordı ve yayınlandı, ama harita kaybolmuştu.
O 1984 yılında, İstanbul – Topkapı Sarayı’nda miladî 1341 yılından
kalmış bir ansiklopedide karşıma çıktı. Haritayı ve kalan – enlem –
boylam derecelerine dayanarak yaptığımız nüshasını Frankfurt’taki
Enstitümüzde yayınladık.
Aynı Halife el-Me’mûn İslamın 3. yüzyılın (miladî 9. yüzyıl)
ilk çeyreğinde bilimsel çalışmaları desteklemek için Bağdat’ta Bait
8
el-Ḥikma adı altında bir akademi kurdu. Burada akademi üyeleri
çalışıyor, birbirleriyle münakaşa ediyorlardı. Halife bu üyelerin
bazılarını Konstantinopel’a gönderiyor, oradan Arapçaya çevirilecek
kitaplar getirtiyordu. Bu çeviriler ve daha evvelki yüzyılın bazı
çalışmalarıyla bütün insanlığın ortak bilimler tarihi 8 – 9 yüzyıl kadar
sürecek yeni bir yaratıcı devreye girmişti. Bunların ilk sonuçları
çeviriler yoluyla Bizanslılara ulaşıyordu, onlar «bunlar nasıl olsa
bizden alınan şeylerdir» diye, yeni elementlere aldırış etmiyorlardı.
Sayın dinleyiciler, Frankfurt’taki çalışma masamda, kitabımın
ciltlerini yazdığımda bazı önemli problem ve görüşlere rastlarken,
9
«bunlar nasıl ve ne zaman modern İslam dünyasına ulaşacak»
sorusu beni çok zaman derin bir düşünceye yöneltirdi. Bu konferans
ihtimali ortaya çıkınca İslam bilim dünyasında ne önemli başarılara
varıldığını birçok alanlardan birçok misaller vererek anlatmak
arzusundaydım. Maalesef bunu konferansımızın dar çerçevesi
içinde sadece bir alandaki mesela matematikteki bazı problemlerle
misallendireceğim.
Daha önce de adlandırdığım gibi Müslümanlar Sanskritçeden
Siddhānta’yı ve Öklid’in Elementler kitabını Arapçaya tercüme
etmekle hatta sonuncusunu bir kaç sefer şerh etmiş olmakla
matematikte daha 2. (yani miladî 8.) yüzyılda bir hayli ilerlemiş
olduklarını gösteriyorlar. Cebir ilmini daha 2. yy. da onların tanımış
olduklarında şüphe etmemek lazım. Zira onlar Hindlilerin cebiri
içeren kitabın Arapçaya tercümesini aynı yüzyılın ortalarında
gerçekleştirmişlerdi.
İslamın 3. yüzyılının ilk çeyreğinde üç cebir kitabı birbirlerine
çok yakın zamanda yazıldı. Bunlardan muhtemelen ilki Halife el10
Me’mûn’un astronomlarından ve coğrafyacılarından el-Hwârizmî
idi. Bu, modern İslam dünyasında, Türkiye’de bazıları tarafından
yanlışlıkla Cebir’i icad eden kimse diye tanınır. Cebir çok daha
önceleri Babilliler, Yunanlılar, Çinliler ve Hindliler tarafından
aritmetikle birlikte matematiğin bir bölümü olarak biliniyordu.
Hwarizmi’nin başarısı cebir ile aritmetiği iki ayrı disiplin olarak sunan
kimse olmasındadır. Bu iki kitap Latinceye çevirileriyle Avrupa’da
tanınan ilk matematik kitaplarıdır. Aritmetik kitabının 1126 yılındaki
çevirisiyle Arap rakamları (sayı şekilleri) Avrupa’da yayılmaya başladı.
Bu ilk Arapça cebir kitablarında ve daha evvelki bütün kültür
dünyalarında, ancak bir veya iki dereceli denklemlerle çalışılabiliyordu.
Ama en geç miladî 850 yılı civarında veya biraz önce bilimde
yaratıcılık evresine girildikten sonra bu sınır İslam dünyasında geride
bırakılmıştı. Bağdad’ın bilimsel çalışma sınırlarını çok aşarak Hint
Okyanusundan Atlas Okyanusuna kadar yayılmıştı. Cebir alanında
el-Mâhânî adındaki bir matematikçi ve astronom Arşimed’in ortaya
attığı bir problemi üçüncü dereceden bir denkleme çevirmişti ama
denklemi çözememişti. Problem şuydu: Belirli bir küreyi bir düzlem
yoluyla iki segmente bir orantıyla nasıl bölebiliriz? El-Mâhânî’den 40
veya 50 yıl kadar sonra Abû Ca‘fer al-Hâzin adlı büyük bir matematik
ve astronomi bilgini dünyada üçüncü dereceden bir denklemi çözen
ilk matematikçi olarak karşımıza çıkıyor. O 3. dereceden denklemlerin
köklerini bulmak için koni kesitlerinin yeterli olduğunu açıklamıştır.
Onun astronomideki önemli başarılarını sükutla geçeceğim
(kitabımın 6. cildi ss. 189-191e başvurulabilir).
Bundan elli yıl kadar sonra bu integral hesabıyla çözümlerde
çok önemli büyük bir adımı çok yönlü, büyük matematikçi, astronom
İbn el-Heysam (öl. 432/1041) atmıştı. O, şu problemi ileri sürmüştü:
«Küresel bir aynada, kendisinden belirli bir yerde bulunan bir objenin
resminin yine aynı şekilde belirli bir yerde bulunan göze yansıtıldığı
hallerde, yansıtma noktasını bulmak.» İbn el-Heysem bu problemi 4.
dereceden bir denklemle çözmüştü.
11
Kitabının Latinceye tercümesinden sonra bu problem 13.
yüzyıldan 19. yy. la kadar Avrupa’da matematikçileri uğraştırmıştı.
Bu problem Avrupa’da İbn el-Heysem’in adıyla «problema Alhazeni»
diye tanınıyordı. Bu problem Leonardo da Vinci’yi de meşgul etmişti.
O anlaşılabilmesi için, problemi bir modelle gösterebilmenin yolunu
aramıştı. Bu problemin öneminin tarihinde primitif bir hüküm var.
O da şu ki, Avrupa’nın en eski matematik tarihçilerinden biri Jean
Etienne Montucla 1758 yılında yayınlanan kitabında şöyle diyor: İbn elHeysem’in en yüksek dereceli geometriciler arasına sokulması gerekirdi,
eğer onun, vermiş olduğu bu problemin çözümünü ilk gerçekleştiren
kişi olduğu tesbit edilecek olsaydı. Bu kadar yüksek perdeden konuşan
Montucla objeleri uydurma Rönesans gözlüğüyle ters gören tek
matematik tarihçisi değildi. İbn el-Heysem’in bu probleminin kaynağı
onun Latinceye çevrilmiş olan Kitāb al-Manāẓir’i (Optik kitabı) idi. İbn
el-Heysem’in bu ve diğer bazı kitapları hakkında merhum dostum
Matthias Schramm Ibn al-Haythams Weg zur Physik (İbn elHeysem’in Fizik Yolu) diye 1963’te yayınladığı abidevî bir kitap
yazdı. Bunun Türkçe’ye çevrilmiş olmasını bilmek beni ne kadar çok
sevindirirdi.
Üç dereceli ve daha yüksek dereceli denklemlerin çözüm
çalışmaları İslam kültür dünyasında o kadar çok ilerlemişti ki, m. 11.
yy. ın ikinci yarısında, dönemin en büyük matematikçilerinden biri
olan filozof ve literat (şâir ve yazar) Ömer Hayyâm kubik denklemlerin
genel bir tanıtımını gerçekleştirdi. Onun dairenin ve düz çizgilerin
üç dereceli denklemlerin çözümlerindeki yetersiz oldukları görüşü
daha sonra 1637 de René Descartes tarafından dile getirilmiş, 1837
de Pierre Laurent Wantzel tarafından ispatlanmıştır.
Bu münasebetle ben eski Üniversitemde kendisine büyük bir
hayranlık duyduğum bir Alman Arabistine karşı bir şükran borcumu
dile getireceğim. Üç dereceli denklemlerin Avrupa matematikçilerini
uğraştırdığı 19. yüzyılın ortalarında ünlü Alman hümanist Alexander
von Humboldt çok parlak zekâsına inandığı Franz Woepcke adındaki bir
12
genci Paris’e Arapça öğrensin, oradaki Arabistlerden İslam bilimlerini
tanısın diye gönderdi. Woepcke Ömer Hayyâm’ın Cebir’e dair kitabının
Arapça edisyonunu, Fransızca çevirisini ve araştırma sonuçlarını 1851
de yayınladı. İlk olarak bu dahi genç Woepcke denklemler teorisinde,
müslümanların Yunanlıları geçmiş olduklarını dile getirdi. O 1851 ila
1864 yılları arasında İslam matematiği üzerine kırktan fazla çok önemli
etütler yayınladı. Arap-İslam matematiğine dair bir kitap hazırlamak
niyetini gerçekleştiremeden 38 yaşında 1864 yılında öldü.
Yüksek dereceli denklemler konusunda bazı önemli adları
atlayarak son olarak Ğiyaseddîn el-Kâşî’ye geçeceğim. El-Kâşî İslam
kültür dünyasının en büyük astronom ve matematikçilerindendir.
O Semerkand’da yaşıyordu. Tîmûr’un torunu Uluğ Beg’in hocası
idi. 1436 m. de ölmüştür. O Miftâḥ alḥisâb adlı büyük kitabında
bize dördüncü dereceden 71 tip denklem ve çözümlerini sunuyor.
(Modern çağda bunların altısı bir nevi tekrar olarak değerlendirilerek
toplam sayı 65e indiriliyor.)
Burada sadece denklemler bakımından andığımız el-Kâşî
matematik alanında daha bir çok buluşların sahibidir (bkz. Sezgin,
GAS V, ss. 63-69).
13
Burada İslam ilimlerindeki çok basit misallerle dile getirdiğim
gelişme kendini bütün alanlarda gösteriyor. Ben bunu 60 yılı geçen
araştırmam boyunca her gün biraz daha iyi gördüm, her gün biraz
daha iyi kavradım, her gün daha çok hayran kaldım, kitabımın
ciltlerinde yazmağa, derslerimde ve konferanslarımda belirtmeğe
çalıştım. Şimdi bunların Avrupa’ya nasıl ulaştıklarının bazı misallerle
sizlere en basit krokisini sunacağım.
Araplar m. 711’de İber Yarımadası’nı ele geçirip 20 yıl içinde
çok büyük bir kısmını hükümleri altına aldılar. Daha m. 8. yüzyılda
bu yarımadada Endülüslüler Arapça bir kaç kitap yazdılar, 9. yy. da
İslam bilimleri Endülüs’e hemen hemen yerleşmişti. Zaman zaman
kulağımıza Endülüs’te bilim, İslam dünyasının diğer bölgelerindeki
bilimlerin düzeyinden daha yüksekti şeklinde bir fısıltı gelir. Ben
şahsen bunun yanlış olduğunu, İslam dünyasındaki yeni buluşların,
fikirlerin Endülüs’e ulaşıp yayılması için 50 ila 100 kadar yıl geçmesinin
gerektiği yönündeki fikrimi karşınızda vurguluyorum.
Islam dünyasından bilimler Avrupa’ya, Iber Yarımadası dışında
şu 3 yol ile ulaştı:
1.
Hristiyan Batı Avrupası İslam kültür dünyasının bilimlerini çok
basit bir şekilde olsa da bu yol ile almaya başladı. Bu başlama
m. 10. yy. ın son üçte birinde, Barcelona etrafındaki pazar
yerlerinde her iki kültür mensuplarının, yani Müslümanlarla
Hristiyanların temasları vasıtasıyla gerçekleşmişti.
Yüzyıllar boyunca Papa Silvester II. (öl. 1003) Arap rakamlarını
Avrupa’ya ilk sokan kimse olarak tanıtıldı. Ele geçen ciddi vesikalar
bunun gerçekliğini sarsmaktadır. Ona asturlabın çalışması hakkında
bir risaleden başka bir de asturlab maledilmektedir. Bunların
doğrulukları ne kadar şüpheli bile olsalar onlar Hristiyan dünyasının
İslam dünyasından gelen yeni bilgiye karşı o kadar erken ilgisini
gösteriyorlar.
14
Arapçaya ve Arapça yazılı kültüre karşı doğan ilgi bütün Güney
ve Batı Avrupa’ya sür’atle yayılıyordu, yapılan ilk tercümelerde
Yahudiler önemli bir rol oynuyorlardı. Bu anlamda 11. yy. ın ilk
yarısında Barcelona’da yaşayan Abraham bar Ḥiyyâ’nın büyük rolünü
anmamız gerekiyor. M. 12. yy. ında Toledo, Arapçadan yapılan çeviriler
işinde bir merkez durumundaydı. 1114 yılında İtalya’nın Cremona
şehrinde doğan Gerhard Toledo’ya gitti, orada Arapça öğrenerek
çeviri işini üzerine aldı, onun Arapçadan çevirdiği kitapların sayısı 71i
buluyor ki, bunların arasında çok önemli ve hacimli olanları da var.
Tercüme işi Toledo’dan, Marsilya’ya, Toulouse’a, Paris’e ve
Londra’ya ulaştı. Bu şehirlerdeki önemli adları hatırlatmaktan vakit
azlığından dolayı vazgeçeceğim.
2.
Sicilya ve Güney İtalya üzerinden gelen yol: Bu yoldan genel
olarak Arap tıbbı batı Avrupa’ya ulaşmıştı. Costantinus
Africanus adındaki bir Cezayirli yaklaşık (1015-1087) bir öncü
15
rolü oynayarak Arap tıbbını Salerno şehrine sokmuştu. Bu tıbb
oradan İspanya, Fransa ve İngiltere’ye uzanmış, maceralı bir
yol ardından Salerno’ya dönmüştü. Bu Sicilya yolu arab - Islam
bilimlerinin Suriye, Mısır, Tunus ve Maǧrib’den Avrupa’ya
ulaşma işinde çok büyük rol oynuyordu.
3.
İslam bilimlerinin Bizans üzerinden Avrupa’ya giden yolu:
Bilim tarihçilerinin gözünden en çok kaçan yol. 20. yy. ın ikinci
yarısında bilim tarihçileri bu yolu tanımamız için çok aydınlatıcı
ışıklar tuttular. İlgililere vakitleri olursa bu yönde benim İslamda
Bilim ve Teknik adlı müzemiz kataloğunun birinci cildini (C. I, ss.
154-168) tavsiye ediyorum.
Bizanslıların m. 9. yy. dan beri karşılaşıp ilgisizlik gösterdikleri
İslam bilimlerinin bir çok kitaplarını 13. ve 14. yy. da Farsçadan
Yunancaya çevirdiler ki bunu bazı Avrupa’lı bilginler yeni bir Rönesans,
bazen de «Fars Rönesansı» diye adlandırdılar. Bunun Yunanlıların
eski bilimlerinin geriye çevirilmesi değil çok yeni fikirlerin taşıyıcıları
olduğunun savunulması gecikmedi. Bu yol Tebriz ve Trabzon
üzerinden geçen, Anadolu üzerinden Bizansın merkezine kavuşan bir
yoldu. Osmanlıların tehdit teşkil etmesinden itibaren ve İstanbul’un
fethinden sonra bu yol alt kollarıyla Roma’ya, Kuzey İtalya’ya ve Doğu
Avrupa’ya ve Orta Avrupa’ya ulaştıran anayol olmuştu.
Bu yollarda kitaplar ya orijinaller veya çeviriler halinde, ayrıca
aletler, haritalar ve bilhassa İslam’a karşı ve eski Yunan bilimlerinin
üstünlük durumunu yeniden kazanma yolundaki mücadele
düşüncesi Avrupa’ya taşındı.
Mesela büyük matematikçi ve astronom Naṣîreddîn et-Tûsî’nin
(öl. 672/1274) düzlem ve küresel trigonometrinin İslam bilginlerince
değerlendirilmiş, çözülmüş bütün problemlerini toplamış bir
sentezini içeren kitabının izlerine Avrupa’lı bilginlerin kitaplarında
rastlanıyordu ama, Latinceye çevirisi bilinmiyordu.
16
Bunun Fransızca tercümesi Osmanlı Devletinin Dışişleri Bakanı
Alexander Paşa Caratheodory tarafından 1891’de yapılmıştır. Biz
Enstitümüzde bunun 1998 de tıpkıbasımını yayınladık. Büyük bir
ihtimalle bu kitabın aslını Konstantinopel’in sabık patriği Kardinal
Bessarion şehrin Türkler tarafından fethinden sonra Avrupa’ya
sığınmasıyla beraberinde götürmüştü. O, Avrupada’daki seyahatları
esnasında Viyana’da çok tanınmış matematikçi Regiomontanus ile bir
araya gelmişti. Bu Avusturyalı bilgin, Bessarion’un gelişinden birkaç
yıl sonra trigonometri üzerine yazdığı Triangulis’i Bessarion’a adadı.
Regiomontanus ile Naṣîreddîn et-Tûsî’nin kitaplarının arasındaki
yakın münasebeti A. Braunmühl 1891 de açıkladı (bkz. Katalog C. I,
s. 160, C. III, s. 135).
Oryantalistk çalışmaların oldukça erken bir zaman basamağında
İslam bilimlerinin m. 10. yy. da altın çağını yaşadığı, 12. ve 13. yy.
de duraklamaya, gerilemeğe başladığı fikri ileri sürüldü ki, bunun
gerçekle hiç bir ilgisi yoktur. Araştırmaların çoğaldığı günümüzde
kreativite’nin 15. yy. da da çok yüksek bir düzeyde olduğunu
görüyoruz: 16. yy. lın sonu ve 17. yy. başlarında, Avrupa’nın bazı
17
muhitlerinde daha ziyade ekonomi ve endüstri alanlarında İslam
alemine nisbetle bir gelişme görülmeye başladıysa bu genişleyip
yaşlanan her devletin karşılaştığı zaman faktörünün komponentidir.
Müslümanlar m. 711 de İber Yarımadasına yerleşmekle Avrupa
kıtasındaki büyük bir insan kitlesinin komşuluğuna girmişlerdi.
Bu komşuluğun er geç iyi veya kötü sonuçları olacaktı. İslam
dünyasından bilimlerin nasıl Avrupa’ya yayıldığını biliyoruz. Büyük
bir insan topluluğuna sahip olmayan Portekiz bir kaç yüz yıl sonra
egemenliğini ele geçirmiş, Atlas Okyanusunda ciddiye alınan denizci
bir devlet olmuştu. Arapların denizcilik bilgisiyle, asturlaplarıyla,
haritaları, silahları, gemi tipleriyle ve klavuzlarıyla Portekizliler
16. yy. da Hint Okyanusunun hakimi olmuşlardı. Küçük Portekiz
devletinin donanması Osmanlı İmparatorluğunun Kızıldeniz’deki
donanmasını yenmiş, parçalamış ve Hindistan’a kadar kovalamıştı.
Dünyayı güneye doğru sivrilen bir armut gibi zanneden Kr. Kolomb da
kendine Italya’dan gönderilen bir arap haritasıyla Amerika’nın kâşifi
olma şöhretine ulaşmıştı. Bu yönde, büyük İngiliz İmparatorluğunun
bugünkü mütevazi kalıntısını hatırlatmakla yetineceğim.
Çok gariptir ki, Avrupa’da daha 13. Yy. ın ikinci yarısında,
yani Islam bilimlerinin asimilasyon, yani özümseme sürecinin
başlangıçlarında Islam bilim adamlarına karşı aǧır ve keyfî hücumlar
başladı ve bu gittikçe şiddetini artırarak son yüzyıllara kadar devam
edegeldi. Bunların karşısında arapları, yani Müslümanları savunanlar
da yok değildi. Ama onlar çok azınlıkta kalıyorlardı. En ünlü
savunuculardan biri J. W. Goethe idi. Bu yönde Goethe’nin paha
biçilmez bir sözünü sizlere sunmak istiyorum:
“Bu harikulade düşüncelerin meyvelerinden nasibimizi almak
istiyorsak, kendimizi doğuya kavuşturalım, onun kendisi
bize gelemeyeceğine göre. Tercümeler bizi sürüklemek, bize
kılavuzluk etmek açısından paha biçilmez değerde olabilir,
ama... Bu kitaplardaki dil, dil olarak ilk rolü oynuyor. Bu
hazinelerin kaynaklarını aracısız tanımayı kim istemez ki!”
18
Bilimler tarihinin en karanlık ve en haksız ve ne zaman ve kim
veya kimler tarafından ileri sürüldüğü bilinmeyen görüşlerinden biri
Rönesans adı altında belki de 18. Yy. dan beri modern insanın dimağında
çok zaman çocukluğundan itibaren çökeltilmiş olanıdır. Bu bazen
“bütün ortaçağın inkârı” demektir şeklinde yumuşak bir anlamdaymış
gibi bir tarif bulur. Ama gerçekte o, insanların ortak bilimler tarihinde
Müslümanların katkısı olan sekiz yüz yıllık yaratıcılık evresinin varlığının
bilerek veya bilmeyerek gerçekleşmiş bir yokedimidir. Bu Rönesans
anlayışını felsefe tarihçisi Fransız E. Gilson 1955’te yazdığı kitabında
“profesörler rönesansı” diye alaya alıyor. Demek istiyor ki, bir kaç
profesör bir gece toplantısında böyle asılsız bir düşünceye geldiler.
Tekrarladılar, tekrarladılar, kendilerini de inandırıncaya kadar.
Bizim Osmanlı İmparatorluğunun devlet veya bilim adamlarının,
ilk olarak ne zaman İmparatorluklarının Avrupa devletlerine göre
bazı veya birçok alanlarda geri kalma durumuna düşmekte olduğunu
görmeğe başladıklarını bilmiyorum. Ben Osmanlı tarihçisi değilim. Bu
konuyu araştırmak işini omuzuma almadım. Buna rağmen coğrafya
tarihiyle uğraştığım bir sırada, bizim tanınmış Kâtip Çelebi’nin, ki
m. 1609 yılında doğmuş 1657 de ölmüştür, inanılmaz bir hükmüne
rastladım. O coğrafya biliminde İslam dünyasıyla Avrupa’yı şu şekilde
değerlendiriyor. Meşhur kitabı Cihânnümâ’da (s. 9), diyor ki: [«ve
her bar nasrânîyanın Yunandan intihal ile fann-i maḏkuri tahkik va
tasvirde kamal-i dikkat va mehareti vaislamiyanın inkâr va ihmali
ve bu babde adem-i ma‘rifet ve betaleti görülüp ...»] Hristiyanların
Yunanlılardan coğrafyayı almak yoluyla gerçekleştirmelerinde nasıl
yüksek bir dikkat ve beceriklilik gösterdiklerini ve Müslümanların
inkâr ve ihmalcı oluşlarını ve coğrafyada bilgisiz ve tembelliklerini
görmekle bir coğrafya kitabı yazmaya karar vermişmiş. Bunu
Kâtip Çelebi söylüyor. O yani Kâtip Çelebi İslam kültür dünyasının
bilimsel eserlerinin adlarını belki de en iyi bilen insandı. 15 binden
fazla kitabın adını Keşf ez-zunûn adı altında bir katalogda toplayan
yazardı. Onun dile getirdiği düşünce Avrupa’lıların, Yunanlılardan
coğrafya bilgisini alıp dikkat ve beceriklikle besledikleri tamamıyla
bir yanlış tasarımın ifadesiydi. Benim şahsen 28 yıllık coğrafya tarihi
ile uğraşmamın sonucu olarak bildiğime göre Müslümanlar M. 11.
19
yüzyılın başlarında el-Biruni’nin matematiksel coğrafyayı kurmasına
şahit olmuşlardı. 18. yy. yıla kadar Avrupalıların ellerindeki bütün
doğru haritalar, doğru eylem – boylam cetvelleri İslam dünyasından
geliyordu, haritaları alanların boylamların sıfır derecesini bilmemeleri
yüzünden (çok zaman) yanlışlıklara uğramışlardı. Acı gerçek şudur ki
bütün bu haritaların 18. yy. a kadar İslam dünyasından geldiklerini
Müslümanlar da, bu arada Kâtip Çelebi gibi bir bilgin de, bilmiyorlardı,
coğrafya tarihi ile uğraşmamın ilk on yılında ben de bilmiyordum.
Insan coğrafyasında, yani beşerî coğrafyada ise müslümanlar
daha m. 10., 11., 12. Yy.da Avrupalıların 19. ve 20. Yy. da ulaşacakları
düzeyde bulunuyorlardı.
Bu gerçeği Kâtip Çelebi’nin de bilmemiş olmasını bir dereceye
kadar kabul edebilirim ama, onun bu bilgisizliği sunumu, Osmanlıların
daha 17. yy. ın ilk yarısında Avrupalılara karşı bir aşağılık duygusu
içine düştüklerini gösteriyor. Bunun başlanıgıcını ve nasıl yayıldığını
Osmanlı tarihçileri araştırabilirler, ama bunu bütün bir Islam tarihi
çerçevesinde aramak şartıyla.
Osmanlılar gerileme anlamında bu duygunun zararlarını
gidermek üzere «Nizam-ı cedid» diye sınırlı bir reform hareketine 18.
yy. da geçmişlerdi. 19. ve 20. yüzyılda yaygınlaşan bu hastalığın en
şuurlu reaksiyonunu Atatürk Türkiye Cumhuriyetinin 1923 yılındaki
kuruluşundan sonra getirdiği reformlarda gösterdi. Ben o reformların
gerekliliğine inananlardan biriyim. Şu kadar var ki, Atatürk bir bilim
tarihçisi değildi, Müslümanların bütün insanlığın ortak bilimler
tarihindeki yaratıcı yerlerini, ondan sonra bir aşağılık duygusuna
düştüklerini ve bunun sebeplerini bilemezdi, ona yardımcı olacak bir
bilim tarihçisi de yoktu.
Şimdi yönelinecek en doğru hedef bütün insanlığın ortak
bilimler tarihinin en az sekiz yüz yıllık evresinin yapıcıları olmak
şuurunu taşıyarak bugünkü modern dünyanın geliştirilmeye devam
işine kreatif olarak katılmaktır.
20
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak tarafından
Prof. Dr. Fuat Sezgin’e Fahri Doktora Cübbesi giydirilirken.
21
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak ve Kültür ve Turizm
Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı tarafından Prof. Dr. Fuat Sezgin’e Fahri Doktora
Beratı verilirken.
22
Prof. Dr. Fuat SEZGİN’in Özgeçmişi
Prof. Dr. Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te doğdu.
Doğubeyazıt’ta ilkokulu, Erzurum’da ortaokulu ve liseyi bitirip
1943 yılında ilk planına göre matematik okuyup mühendis olmak
için İstanbul’a geldi. Bir akrabasının tavsiyesi üzerine, İstanbul
Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü›nde alanında en
tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut Ritter tarafından
verilen bir seminere katılan Sezgin, ilk planını kökten değiştirdi.
Ritter’in anlattıklarının büyüleyici etkisi altında ertesi gün derslere
kayıt olmak üzere Enstitü›ye gitti. Ne kayıt için son günün geçmesi,
ne de Ritter’in alanının çok zor olduğuna yönelik uyarmaları,
Sezgin’i kesin kararından vazgeçiremedi.
Alman ordusunun 1943 yılında Bulgaristan’a kadar
ilerlemesinden dolayı Türkiye’de üniversite öğretimi askıya
alındığında, Ritter öğrencilerine bu uzun arayı değerlendirmelerini
ve Arapça öğrenmelerini tavsiye etti. O sırada Fuat Sezgin Cerîr etTaberî’nin tefsirini, Türkçe meali içeren kitaplarla karşılaştırmaya
karar verdi ve zor bir dille yazılan tefsiri anlayabilmek için altı ay
boyunca her gün 17 saat Arapça çalıştı. Altı ayın sonunda İbn Kesir
tefsirinin Arapçasını gazete okur gibi okuyordu. Helmut Ritter,
Ebû Hamid el-Gazalî’nin İhyâ-u Ulûm’id-dîn kitabını okuması için
Fuat Sezgin’in önüne koyduğunda, öğrencisinin bunu kolayca
başarabilmesine çok memnun oldu. Dil öğrenmede büyük yeteneğe
sahip olan Fuat Sezgin’in beş dile aynı anda başlayarak her yıl yeni
bir dil öğrenmesini önerdi. Sezgin de ileri yaşlarına kadar bu yüksek
çalışma temposunu devam ettirdi.
1947 yılında Bedî’ ilminin tekâmülü konusundaki tezini
bitirdikten sonra, Helmut Ritter’in danışmanlığıyla Ebû Ubeyde
Me’mar ibn el-Musennâ’nın Mecâz’ul-Kur’ân’ındaki filolojik tefsirini
konu alan ikinci bir tez hazırladı.
Fuat Sezgin, doktora tezi için araştırmalarını sürdürdüğü
Mecâz’ul-Kur’ân’dan bazı yerlerin Muhammed el-Buhârî’nin hadis
23
kitabından alındığını fark etti. Buhârî’nin yazılı kaynakları kullanmış
olması, daha önce akademisyenlerin ve muhaddislerin mecmualarının
sadece sözlü geleneğe dayandıklarına dair tezlerinin yanlış olduğunu
kanıtladı. Fuat Sezgin Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar
adındaki takdim tezini 1956 yılında yayımladı.
1960 yılında Türkiye’deki askerî darbenin iktidara
getirdiği hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin
üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması
üzerine Sezgin, Türkiye dışında çalışmalarını sürdürmek zorunda
kaldı. Çaresiz anavatandan ayrılarak Frankfurt üniversitesinde
araştırma ve öğretim faaliyetlerine devam etti. 1965 yılında Câbir
ibn Hayyân konusunda ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesi
Institut für Geschichte der Naturwissenschaften’da yazdı ve bir yıl
sonra profesör unvanını kazandı.
Aynı yıl kendisi gibi şarkiyatçı olan Ursula Sezgin’le evlendi.
Kızları Hilal, 1970 yılında dünyaya geldi. Standart referans kitabı olan
ve Geschichte des arabischen Schrifttums (GAS) Arap İslam Bilimleri
Tarihi olarak bilinen eserinin ilk cildini, 1967 yılında yayınladı.
17 ciltten oluşan eserin bugünlerde 18. cildini yazmaktadır. Bu
kapsamlı eserin (GAS), muhtelif ciltlerinde bulunan konulardan
bazısı şöyledir: Kur’an ilimleri, Hadis ilimleri, tarih, fıkıh, Kelam,
Tasavvuf, şiir, tıp, farmakoloji, zooloji, veterinerlik, simya, kimya,
botanik, ziraat, matematik, astronomi, astroloji, meteoroloji ve
ilgili alanlar, dilbilgisi, matematiksel coğrafya, İslâm’da kartografya,
İslam felsefe tarihi.
Carl Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Literatur
adlı eserini geliştirmekle ilgilenen ve farklı ülkelerden seçilen
10’dan fazla akademisyenden oluşan bir komite GAS’ı takdir etti
ve Brockelmann’ın eserini geliştirme işini Sezgin’e bırakmaya
karar vererek 1967 yılında kendisini lağv etti. Aynı yıl, Fuat
Sezgin’in İstanbul’da bulunan Hocası Ritter’in uzman gözüyle
değerlendirmesini öğrenmek için birinci cildin bir kopyasını
gönderdiği zaman, tecrübeli şarkiyatçı, “böyle bir çalışmayı daha
24
önce kimsenin yapamadığını ve bundan sonra da hiç kimsenin
yapamayacağını” ifade ederek Fuat Sezgin’i kutladı.
1978 yılında Kral Faysal İslamî İlimler Ödülü’ne lâyık görülen
Fuat Sezgin, bu ödül kendisine takdim edildiğinde, verilen bu
desteği değerlendirerek 1982 yılında, Johann Wolfgang Goethe
Üniversitesi’ne bağlı olan, hâlen yürütücüsü olduğu Institut für
Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften’ı kurdu.
İslam bilim aletlerini kitaplardan modeller halinde insanlara
tanıtmak isteyen Alman fizikçi Eilhard Wiedemann 1900 yılında İslam
bilim aletlerinin modellerini yapmaya başlamış, 1928 yılına kadar
hayatının yaklaşık 30 yılında beş aletin modelini yapmayı başarmıştır.
Fuat Sezgin hocamız “Acaba 30 aleti yapmayı başarabilir miyim?”,
“Bir müze olmasa bile bir odayı doldurabilir miyim?” düşüncesi
ile başladığı çalışmalarını Frankfurt’ta kurduğu İslam Bilim Tarihi
müzesinde 800’den fazla alete ulaştırmıştır. Müzede, İslam kültür
çevresinde yetişen bilim insanlarının buluşlarını bilimsel alet, araç ve
gereçlerinin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı sekiz yüzden fazla
örnekleri sergilenmektedir. Aynı binada hayatı boyunca dünyanın her
yerinden büyük bir özenle, zorluk ve sıkıntılara katlanarak aldığı 45
000 ciltlik kitaplarla kurduğu Bilim Tarihi Kütüphanesi bulunmaktadır.
Bazı kitapları, sahasında orijinal tek nüsha olma özelliğini taşıyan bu
kütüphane İslam Bilimler Tarihi açısından dünyada tek olma özelliğine
sahip, koleksiyon bir ihtisas kütüphanesidir.
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in olağanüstü gayretleri ve çalışmalarıyla
ikinci bir müze 2008 tarihinde içerisinde yaklaşık 700 eserin olduğu
ve bu eserlerin tamamına yakını saygıdeğer hocamızın çabalarıyla
bağış olarak kazandırılmış İstanbul Gülhane Parkı içerisindeki binada
bütün milletimize armağan edilmiştir. Bu müzeler, Müslüman bilim
adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşiflerini
bilim tarihinin değişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı bir şekilde
sunmakta olup kendi sahasında dünyada bir yenilik arz etmektedir.
Astronomi, coğrafya, gemicilik, zaman ölçümü, geometri, optik, tıp,
kimya, mineraloji, fizik, mimari, teknik ve harp tekniği sahalarında
25
sistematik bir düzenle sergilenen eserler, İslam Bilimlerinin büyük
keşif ve muazzam buluşlarını göstermekle birlikte bu keşif ve
buluşların değişik yollardan Avrupa’ya geçip orada kabul bulduğunu
ve alınarak özümsendiğini nefis bir görsellikle ziyaretçilerine apaçık
bir şekilde sunmaktadır. Böylece bilimler tarihinin de bir bütün
olduğunu, gerçeğe uygun, hislerden ve önyargılardan uzak, tam bir
objektiflikle ispatlamaktadır.
Bu müzelerdeki aletleri tanıtıcı mahiyette Fuat Sezgin tarafından
yazılmış olan 5 ciltlik toplamda 1.121 sayfa “İslam’da Bilim ve Teknik”
adlı katalog eser bulunmaktadır. Böyle bütüncül ve kapsamlı bir eser
bugüne kadar müze kataloğu olarak ilk defa yazılabilmiş, Türkçe,
İngilizce, Almanca ve Fransızca olarak 4 dilde yayınlanmıştır.
2010 tarihinde İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi
Müzesi’nin faaliyetlerini desteklemek amacıyla Prof. Dr. Fuat
Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı kurulmuş, Fatih Sultan
Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde kurulan Fuat Sezgin İslam
Bilim Tarihi Enstitüsü ise 2013 yılında öğrenime başlamıştır. Prof. Dr.
Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı, enstitüde yüksek
lisans yapan öğrencilere ayda bin 400 TL burs vermektedir. Fuat
Sezgin’in vakıf tarafından yayınlanan kitaplarının satışından elde
edilen gelir öğrenci burslarına tahsis edilmektedir.
Uluslararası çeşitli akademilerin üyesi bulunan Fuat Sezgin,
çok sayıda önemli ödül ve nişana layık görülmüştür. Bunlardan
bazıları Kahire Arap Dili Akademisi, Şam Arap Dili Akademisi, Fas
Rabat Kraliyet Akademisi, Bağdat Arap Dili Akademisi, Türkiye
Bilimler Akademisi şeref üyeliğidir. Ayrıca Frankfurt am Main
Goethe Plaketi, Almanya Birinci Derece Federal Hizmet Madalyası,
Almanya Üstün Hizmet Madalyası, İran İslami Bilimler Kitap Ödülü,
Hessen Kültür Ödülü ve T.C. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat
Büyük Ödülü sahibidir.
Dünyanın yazma eserlere sahip bütün kütüphanelerinde
dörtyüzbin ciltten fazla eseri inceleyen Fuat Sezgin 29 dil bilmektedir.
26
27
28
Download