VAROLUŞÇULUK 1.Kökeni Varoluşçuluk, din anlayışı, toplumsal baskı vb. kişinin seçimlerini, düşüncelerini bir hedef tahtası haline getirerek ona toplumda kendi doğuşundan gelen “var olmayı” biçenlere karşı çıkan ve Kierkegaard, Jean Paul Sartre, Jaspers, Marcel gibi ünlü filozofların temellendirdiği bir felsefe akımıdır. Egzistanyalizm olarak da adlandırılan bu felsefi düşünüş, birçok alanda etkili olmuştur. Varoluşçuluk, genel itibari ile evrensel bir ahlak yasasının reddini yaptığından ve kader inancını reddettiğinden dinle zıt gibi görünmüş veya gösterilmeye çalışılmıştır. Düz mantık örgüsü ile bunun böyle olabileceğini söyleyebilmiş olsak da dindar Hıristiyan filozofların da bu görüşe büyük katkılar da bulunuşu biraz önce söylediğimiz durumla çelişki oluşturabilmektedir. Aşağıda yazacağım isim listesi ile bu durum daha da iyi anlaşılacaktır:1 a. Dinci varoluşçular: Sören Kierkegaard, Karl Barth, Karl Jaspers, Max Scheler, Landsberg, Blondel, Henri Bergson, Charles Peguy, Gabriel Marcel, Le Senne, Nicola Bardiaeff, Leon Chestov vb. b.Ateist varoluşçular: Nietczhe, Heidegger, Sartre. Varoluşçuluk, Türkiye’de ise ciddi anlamda 1945’ten sonra tartışılmaya başlanmıştır. Bu tarihten itibaren önemli mütefekkirler Sartre, Simone de Beavouir, Rilke gibi varoluşçu filozofların eserlerini Türkçe’ye çevirmeye başlamışlardır. Behçet Necatigil, Asım Bezirci, Turan Oflazoğlu vb. isimler filozofların edebi yayınlarının Türkçe’ye aktarılmasında önemli rol üstlenmişlerdir. Peyami Safa, Atilla İlhan, Osman Oğuz gibi isimler ise varoluşçuluğu eserlerinde eleştirmişlerdir. 2.Sartre’ın Varoluşçuluk kitabı üzerine Sartre, Asım Bezirci’nin Türkçe’ye aktardığı bu kitabında, Varoluşçuluğun temel prensiplerini açıklamakta, akımın eleştiriye uğradığı noktalarını aydınlatmaya çalışmaktadır. Tanrı tanımaz bir düşünür olan Sartre, varoluşçuluğa dair ortaya koyduklarında büyük bir eleştiriye uğramıştır. Bu eleştiriler yalnızca Hıristiyan dünyasından gelmemiş, Marksistler dahi Varoluşçuluğu karamsar olmakla eleştirmişlerdir. 1 Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk, Say Yayınları, 18.Baskı, İstanbul 2003, s.6-10. 1 Peki, varoluşçuluk aslında nedir ve nasıl bir şekilde eleştirilmelidir? Çünkü, Sartre kitabında herhangi bir eleştiriyi kabul etmeyerek varoluşçuluk fikrini karşımıza dünyanın kurtarıcısı, insanların huzur içerisinde yaşamasının bir formülasyonu şeklinde bize aktarma gayreti içerisinde. Tabi, yıllarını bu fikrin bayraktarlığını yapmaya vermiş bir kimseden de bunun dışında bir tutum beklemek hata olur. Yukarıdaki soruma dönüp cevabımı vermek gerekliliği hissetmekteyim. Açıkçası, varoluşçuluğa dair –Sartre’in aktardıklarına göreyöneltilen eleştiriler, fikrin tam olarak idrakinin gerçekleşmeyişinden veya gerçekleşmesi istenmediğinden tatmin edici bir durumda değil. Burada Sartre’in savunmuş olduğu, “Varoluş özden önce gelir” bütünüyle yanlış bir önerme de olmasa gerek. Sistemin, önceden belli olduğu, insanın kendi bulunduğu durumdan ötesine gitmemesi gerekliliğini savunmak, yalnızca korkulardan ileri sürülen bir fikirdir. Bundan daha da ötesine gitmez. Çünkü, Hindistan’ı –kalıntıları halen daha devam etmekte- ele alırsak bir kast sisteminin varlığı ve köle doğanın köle olarak yaşayacağı, bunun o kişinin kaderi olduğu düşüncesi oldukça saçma ve vahim bir düşüncedir. Burada, Sartre’ın ve varoluşçuluğun önemi ortaya çıkar. İnsanların kendi yollarını kendileri açmalarına gereken vurgu yapılmadığı takdirde, herkes doğduğu gibi yaşamak zorunda kalır ki bu oldukça manasız bir kader anlayışıdır. Sartre’ın fikrinin sistemli bir şekilde eleştiriye tutulacağı alan ise kendisinin bir tefrit içerisinde oluşudur. Hatta bu tefriti öyle bir boyuta ulaştırır ki, her şeyin varoluştan ibaret olduğu, insanın kendi özünü kendi bütünüyle kuracağı ve buna herhangi bir dış etkenin müdahil olamayacağını, olmaması gerekliliğini savunur. Sartre’e göre bir insanın kendi özünü kendisi kurarken karşılaşacağı tek engel de başka bir bireyin kendi üzerindeki baskısıdır. Burada, insan üstü hiçbir engelleyici veya destekleyicinin olmadığını aktarmaya çalışan Sartre aslında bunun oldukça zor bir iş olduğunu da kendisi aktarmak zorunda kalmıştır. Ahlak kavramına dair olarak Sartre’a yöneltilen “ Varoluşçular bir elleriyle verdiklerini diğer elleriyle alıyorlar” eleştirisine; “Böyle olmasına ben de üzülüyorum, ama elden ne gelir? Tanrıyı yok sayınca, değerleri seçip ortaya çıkaracak başka birinin bulunması gerekiyor. O halde her şeyi olduğu gibi kabul edelim.”2 Cevabını vererek, düzenin kaostan oluştuğu gibi bir fikirle yakınlaşmış her yerde dağınık duran düşünce, hal ve tavırlarla bir ahlakın kurgulanması gerekliliği düşüncesine varmıştır. Kanaatime göre, Sartre burada indeterminist bir tavrın içerisine de kontrolsüz bir 2 Sartre, a.g.e. s.62. 2 giriş yapmıştır. Genel bir ahlak yasasının var olmayışından ötürü insanlar yalnızca yapılanlardan bir onur payı çıkarabilir, bunun dışında bir yadırgama veya küçümseme haline giremez düşüncesini uçakla dağların üzerinden geçen bir yolcu, “Ne yaman bir varlık şu insanoğlu” diyebilme hakkına sahipken –Varoluşçuluğa göre- Ne tuhaf bir varlık şu insanoğlu demesi kabul edilemez ifadeleriyle örneklendirmiştir. Burada, hem özgürlüğü kontrol altına alan, hem de insanlığa sınırsız bir özgürlüğün yolunu açan bir yaklaşım söz konusu. Bir iki başlık öncesine baktığımızda da düzenbaz olmak ifadesinin altında yazdıkları da bu çelişkiyi iyice artırmaktadır. Sartre’ın öne sunduklarında felsefenin temel problemlerine karşı bir arayış isteği ön plandadır. Ancak buralarda verilen cevaplar, kitap tahlili yapan kişi olarak beni tam olarak tatmin edememiştir. Sartre, olayları çözümleme ve analiz gücünü sentez ve değerlendirme kısımlarına aktaramamıştır kanaatindeyim. Bir taraftan Dostoyevski ve Varoluşçuluk başlığı altında Dostoyevski’den aktardığı “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu”3 cümlesine tüm gücüyle destek vermiş ve her şeyin insanın iradesi altında olduğunu işaret etmiş, daha sonra Tanrı’nın yok oluşundan kaynaklanan boşluğu doldurmak için başka bir şeyin mutlakıyetine duyulan ihtiyacını ifşa etmiştir. Sartre’a yönelik eleştirilerin “Sartre dine karşı tavır aldı” boyutunda şekillenmesinden ve tanrı tanımaz şahsiyetinden ötürü vurguladığı her noktayı çöpe atmaktan çekinmek gerekir. Çünkü Sartre’ın analizleri ve cüz’i iradeye atfettiği değer dikkatten kaçırılmamalıdır. O, insan kendi kendini kurar derken aslında günümüz toplumlarının en önemli sorunsallarından birine dikkat çekmektedir. Günümüzde, sistemin parçası olmak ve sistem içerisinde yer aldığına şükretmek Nietzche’nin tarifini yaptığı köle ahlakına doğru gidişe ve bir akıl tutulmasına işaret edebilir. Burada, genel ahlak kaideleri de eğer ki kişiyi tam olarak sistemin saygın bir unsuru haline getirmiyorsa –bunu varoluşçuluk bir insancıllıktır diyerek izah ediyor- bu ahlak kaideleri de kişi tarafından değiştirilmelidir ve mümkün mertebe ahlak kaidelerinin imhasına çalışılmalıdır diyor Sartre. Aslında bu da şiddetli bir refleksle karşı çıkılması gereken bir durum değildir. Bugün 1 dolara çalışan bir işçi, her haliyle sıradan ve çekingen bir yaşamın içerisinde kaybolup gitmektedir. Halbuki, dünyaya rızık olarak verilen nimetlerden –Sartre İslam’ı tam olarak inceleseydi keşke- kendisine düşeni alamayışı ve sömürülmesi onu hakkını aramaya itmelidir. Burada Varoluşçuluğa dair temellendirmeyi İslami düşünce ile 3 Sartre, a.g.e. s.37. 3 yaptığımızda günümüzde bir refleks olarak ortaya çıkmış olan İslami Sosyalizm’e yakınlaşmış oluruz. Keza bu, kanaatimce varoluşçuların karşı çıkacağı bir durum da değildir. Sartre’ın anlatımında bir taşla birden fazla kuş vurmak istemi dikkatten kaçmıyor değil. Savaşa gitmekle, annesinin yanında kalmak arasında bocalayan bir bireyin, hem kendi kaderinin kendi elinde olduğuna vurgu yapıyor, hem de bu örneklem üzerinden genel ahlak kaidelerini topa tutuyor. Aslında, kişiyi bu bocalama içerisine sokan durumun bu ahlak kaidelerinden kaynaklandığını bizlere fısıldamak istiyor. Şöyle ki, ağabeyini savaşta kaybetmiş olan bu kişi, annesini bırakarak savaşa giderse ve geri dönmezse kendisinden başka hiçbir dayanağı kalmayan annesini oldukça vahim bir durumda bırakmış olacaktır. Ancak, savaşa gitmezse de milli ve dini duygularının kaidelerinin dışına çıkmamış olacak, kendisi yaşında birçok insan ağabeyi dâhil çarpışmış ve ölmüşken kendisinin pasif bir durumda annesinin yanında kalmış oluşunu genel ahlaka ters ve savaşa giden insanlara saygısızlık olacağını düşünmektedir. 4 Olayın burada kilitlendiğini söyleyen Sartre, bu durumla hangi ahlak kaidesini getirirseniz getirin başa çıkamazsınız ve bir bunaltı haline sürüklenirsiniz diyor. Bunun çözümü yine bireyin kendisindedir. İnsan kendi geleceğini kendisi belirler, ya gider savaşta çarpışır, ölür, ya da annesinin yanında kalarak onun yaşamasına yardımcı olur Sartre’a göre. Aslında bu da çok düz mantık bir yaklaşımdır. Annesinin yanında kalacak olması annesinin mutlak anlamda yaşayacağı, kendisinin de mutlu olacağı anlamına gelmez, gelemez çünkü insanoğlu belli bir andan sonrasının dahi ne olacağını bilemez, kestiremezken böylesine kesin bir yargıda bulunmak da doğru olmaz. İhtimaller üzerinden yapılan saptamalar her zaman doğruyu kişiye vermeyebilir. Yine Sartre’ın kaçırdığı bir nokta daha var. Kişinin vicdanı. Vicdan öze dayalı bir meseledir. Bu genç, annesinin yanında kalır da devleti savaşı kaybederse, yaşayacağı bunaltının büyüklüğü belki de savaşta iken annesini kaybetmekten duyacağı bunaltıdan çok daha büyük olabilir. İşte burayı aydınlatmada Sartre’ın çizdiği rota eksik kalmaktadır. Bir şeyin görünmüyor oluşu veya tanımlanamaması o şeyin yok olduğu anlamına gelmez. Nitekim aşkı, şiiri ve elektriği de tanımlanamıyoruz ama onları yok da sayamıyoruz. Burada, kaldırıp bütün hissiyatları çöpe atarak satranç oynarmışçasına bu hamleyi yaparsam bununla karşı karşıya kalırım kestirmesini yapmak zannımca doğru değildir. İnsanoğlu tümel bir yapıdır. His, düşünce ve hareket. Bu üç unsurun ilk ikisi birbirinden ayrılsa da üçüncü 4 Sartre, a.g.e. 38-39. 4 unsur ikisinden birisine bağlanmak zorundadır. Hareket, ya hissin ya da düşüncenin neticesinde ortaya çıkar. Hisler öze, yaradılışa dayalı iken düşünceler konjoktüreldir, değişiklikler gösterebilir. Bir annenin çocuğunu onun her türlü kötü hareketine karşı sahipleniyor ve seviyor oluşu insanın her koşulda kendi özünü kendisinin kuracağı sonucuna ulaşmamızı engeller. Hâlbuki kendisine kötü davranan kişi oğlu değil de bir başkası olsaydı, annenin tutumu da sevgi değil nefrete veya öfkeye dönüşecekti. Burada kendi hür iradesiyle kişiye bir tavır sergilemeye girerken, kendi oğluna karşı durumu ise bütünüyle kendini koşullamasından uzakta, mantıkla ve akılla izah edilemeyecek bir durumdadır. İşte Sartre’a karşı çıktığım nokta tam burasıdır. Her şeyi seçime ve insan iradesine bırakarak bütün bir sonuca ulaşmak oldukça zordur. Aynı zamanda zor durumda kalan bir insanın inanma ihtiyacı da buna oldukça güzel bir örnek olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de de geçtiği üzere5; “22- Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O'dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah'a yalvarır ve dindar olurlar: "Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız." derler. 23- Sonra Allah onları oradan kurtarır, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz.” Burada ifade edilen denizin ortasında kalan ve aslında kendilerine doğru gelmeyen bir eylemde bulunarak, Allah’a dua etmek, yalvarmak durumuna düşen, kurtulduktan sonra da ondan yüz çeviren insanların hali de her şeyin insanın kendi iradesiyle gerçekleşemeyeceğinin göstergelerinden bir tanesidir. Yukarıdaki ayetlerde geçen durum, aslında sosyal yaşamda sıkça kişilerin karşılaştığı durumlardan bir tanesidir. Bir felaket gördüğünde hiçbir eylemde bulunamayıp, yalnızca dua eden kişiler, bunun karşılığı olarak kurtulduklarında aslında bu kurtuluşu kendi kendilerine başardıkları gibi komik bir duruma Unutulmaması gereken noktalardan birisi şudur: Acizden kahraman olmaz. 5 Kur’an-ı Kerim meali, Yunus Suresi, 22-23. Ayetler. 5 düşmektedirler. Sonuç Felsefe, hep başlangıcı, yeniden düzenlemeyi ifade eder ve bitiş, çözüm, sonuç gibi kelimelerden uzak kalır. Düşünmeye başlamak. Zaten düşünmeye başlamanın bir başı ve sonu belirlenemediği için felsefe de hep, kendisini sil baştan bir halde görmeye muhtaç olacaktır. Varoluşçuluk da aslında böyledir. İsterseniz, varoluşçuluğu birçok yere, birçok akıma, dine bağlayabilirsiniz. İsterseniz bunun tam tersinin olduğunu da söyleyebilirsiniz. Bu paralelliğin en hoş yanı size özgü oluşudur. Felsefe nesnel bir yaklaşımdan daha çok, öznel yaklaşımların toplamı olmasından dolayı, bu havuza çok küçük veya oldukça büyük bir katkı yapabilirsiniz. Hiçbir zaman için yaptığınız katkı küçümsenmeyecek veya pervasız bir üslupla eleştirilmeyeceksiniz. İşte felsefenin en hoş ve beni kendisine bağlayan yanı budur. Felsefe, bütün teknik ve sosyal bilimlerin anasıdır, atasıdır kısacası her şeyidir. İbn-i Batuta terazi yapımını anlattığı eserinde terazi yapımına dair teknik bilgileri kitabının en sonuna atmıştır. Kitabın başlangıcı, doğru tartmak, ölçülü davranmak ve hak yememek öğütlerini içerir. Aslında terazi yapmanın felsefesi budur. Doğru tartmanın bir ölçüsü olmayacaksa terazi geriye metal parçasından veya ağaç parçasından başka hiçbir şey kalmaz. Teraziden önce teraziyi tutacak eli icat etmek gerekir. Burada felsefenin, felsefeyle yerleştirilmesi gereken vicdanın önemi ortaya çıkar. İnsanlar kızılarak, azarlanarak, yerilerek birtakım davranışlardan uzak tutulamazlar. Burada sinirin, öfkenin sebebini veya yapmaması gerektiği şeyin manasını, mantığını tam olarak idrakten yoksun bir birey, kendisine öğretilene -hiçbir sebep olmasa bile- belli bir zamandan sonra karşı gelmeye başlayacaktır. Biraz güç sahibi –fiziksel veya düşünselolduktan sonra da kendisine sorgulama imkânı vermeyen erklere karşı bir mücadeleye girişecektir. İşte, toplumun ve bireyin yönlendirilmesinde felsefenin oldukça yapıcı bir etkisi, müdahalesi söz konusudur. Varoluşçu felsefe de araştırılması gereken, üzerine düşünülmesi, kalem oynatılması ve ön yargılarla yaklaşılmaması gereken bir felsefe alanıdır. İnsanların dini, milli duyguları kontrol altına aldıklarında bu duygulara saf ve temiz duygularıyla bağlı insanlara yalnızca şükretmeleri gerektiğini öğütlemeleri ve ellerinde tuttukları bu duyguları kişilere karşı bir afyon gibi kullanmaları geçmişte oldukça görülmüş ve belki günümüzde de örneklerine rastlanabilecek bir durumdur. Kişinin kendi becerilerinin, kendini gerçekleştirme ihtiyacının önüne geçmeye çalışmak etik olmayan bir durumdur. “İşçisin sen, işçi kal”dan öte, “Hür 6 doğmuştur insanoğlu hür yaşamak hakkıdır” dizelerinin kişilerin kulaklarında yankılanması gerekmektedir. Dini inançlara tahammüllü bir birey olsam da Hindistan örneğini buraya yerleştirmek istiyorum. Kişiler, fakir ve köle halinde sokaklarda yaşadıkları zamanlarda, bunun kendileri için olumlu bir durum olduğunu ölümden sonraki yeniden dünyaya gelişle (reenkarnasyonla) bugün yaşanılan durumdan daha iyi bir vaziyette, belki de asiller sınıfında olacaklarını düşünmektedirler. Zaten, Hindistan gibi 1 milyarı geçkin bir ülkede bu kitleyi kontrol altına almak için bundan daha güzel bir masal olamazdı. İnsanları kast sistemiyle, mal hakkından ve bazen can hakkından, insanca yaşamak hakkından mahrum eden bir sistemin hangi inanca dayanırsa dayansın eleştirilmesi gerekir. Burada varoluşçu felsefenin ortaya koyduklarının bu eleştiriyi yöneltirken kullanılması da gerekir. Açıkçası, adaletsizliğin kol gezdiği bir ülkede, memlekette, insanlara potansiyellerini kullanmalarını kulaklarına fısıldamak ve akıl sahibi kimseler olduklarını onlara hatırlatmak dünyayı biraz daha yaşanabilir kılabilir. Bu çalışmayı da İbn-i Sina’nın El Kanun Fit-Tıp eseri bitireyim: “Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” KAYNAKÇA Sartre, Jean-Paul, Varoluşçuluk, Say Yayınları, 18.Baskı, İstanbul 2003, 126 s. Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, Kuran Meali. 7