özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal bir anayasa için temel

advertisement
ÖZGÜRLÜKÇÜ, EŞİTLİKÇİ,
DEMOKRATİK VE SOSYAL
BİR ANAYASA İÇİN TEMEL İLKELER
(ANAYASA RAPORU)
DİSK YAYINLARI NO : 57
HAZİRAN 2009
TÜRKİYE DEVRİMCİ İŞÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU
D İ S K
Nakiye Elgün Sk. N.91 34360 ŞİŞLİ / ‹STANBUL
TEL : 0.212.291 00 05 – 06
FAX : 0.212.234 20 75
E-POSTA : disk@disk.org.tr
WEB ADRESİ : www.disk.org.tr
DİSK, ITUC ve ETUC üyesidir.
Kapak Tasarımı: Tülay Demircan, Myra
Sayfa Tasarımı: Myra
Teknik Hazırlık: Myra
Baskı : Genel-İş Matbaası – Adakale Sk. 4/A
SIHHİYE/ANKARA TEL : 0.312.435 44 21
Bu Kitabın bütün yayın hakları DİSK’e aittir. DİSK’in izni alınmadan bilimsel çalışma,
eğitim ve tanıtım amaçlı kısmi alıntılar hariç olmak üzere hiçbir şekilde kopya
edilemez, çoğaltılamaz ve yayınlanamaz.
ÖZGÜRLÜKÇÜ, EŞİTLİKÇİ,
DEMOKRATİK VE SOSYAL
BİR ANAYASA İÇİN TEMEL İLKELER
(ANAYASA RAPORU)
UZMANLAR KURULU
1)
Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU
(Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
2)
Prof. Dr. Yılmaz ALİEFENDİOĞLU
(Anayasa Mahkemesi E. Üyesi,
Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi E. Öğretim Üyesi)
3)
Prof. Dr. A. Ülkü AZRAK
(Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
4)
Prof. Dr. İoanna KUÇURADİ
(‹nsan Haklar› Araflt›rma ve Uygulama Merkezi Müdürü, Maltepe Üniversitesi)
5)
Prof. Dr. Mesut GÜLMEZ
6)
Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU
(İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
7)
Doç. Dr. Sevtap YOKUŞ
(Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
8)
Doç. Dr. Kadriye BAKIRCI
(İTÜ İşletme Fakültesi)
9)
Yrd. Doç. Dr. Abdullah SEZER
(Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi)
10) Dr. Tuncer ÖZYAVUZ
(Avukat)
11) Fikret İLKİZ
(Avukat)
12) Necdet OKCAN
(Avukat)
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ....................................................................................................... 11
SUNUŞ........................................................................................................ 17
I. NEDEN YENİ ANAYASA? ...................................................................... 21
A) DEĞİŞİMİN SÜREKLİLİĞİ: DÜNYA-ANAYASA-TÜRKİYE ............................ 21
1) Tek kutuplu dünya yönelimine karşın Anayasal açılımlar ..................
2) Üç düzeyli anayasal yapılanmaya doğru ..............................................
a) Kıtalarda anayasalaşma .....................................................................
b) Devlet içerisinde zemin genişlemesi ................................................
c) Ulusal Anayasalarda Daralma ...........................................................
3) Türkiye’deki gelişmeler ..........................................................................
21
22
22
22
22
23
B) 1982 ANAYASASI NE İDİ, NE OLDU? ......................................................... 23
1) 1982 Anayasası’nın kendine özgü konumu.......................................... 24
2) Anayasal-yasal onarımlar ve sınırları .................................................... 25
3) Anayasa’ya ve Avrupa’ya uyum yasaları ............................................. 26
C) “YENİ” ANAYASADAN NE ANLAŞILMALI? ................................................ 27
1) Hangi yeni kurallar? ............................................................................... 27
2) Hangi yeni kurumlar? ............................................................................ 28
3) Hangi denge mekanizmaları? ................................................................ 29
II. NASIL BİR ANAYASA? ......................................................................... 30
A) BAŞLANGIÇ VE GENEL ESASLARDA EVRENSELLİK .................................... 30
B) HAK VE ÖZGÜRLÜKLER ................................................................................ 32
1) Genel ilkeler ............................................................................................ 32
2) Kişi özgürlükleri ve siyasal haklar .......................................................... 34
a) Kifli Özgürlükleri ................................................................................. 34
b) Toplu Özgürlükler.............................................................................. 40
c) Siyasal Haklar ..................................................................................... 41
3) Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ..................................................... 43
a) Ortak ilkeler........................................................................................ 43
b) Sosyal haklar ...................................................................................... 46
c) Ekonomik haklar................................................................................. 50
d) Eğitim hakkı, bilim ve araştırma özgürlüğü .................................... 50
4) Çevre, barış ve gelişme Hakları ............................................................. 54
Anayasa Raporu
C) DEVLETİN YAPILANMA MEKANİZMALARI ................................................ 57
1) Çift meclisli Yasama: Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu ............ 57
2) Yürütme .................................................................................................. 65
a) Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu .................................................. 65
b) Kamu yönetimi .................................................................................. 67
aa, Merkezi idare ................................................................................ 67
bb, Yerinden yönetimler ................................................................... 68
cc, Mali ve iktisadi hükümler ............................................................ 70
c) Özerk-uzman ve bağımsız kuruluşlar ................................................ 71
aa, Genel yetkili ................................................................................. 72
bb, İnsan hakları alanında ................................................................ 72
cc, Belli alanlarda özerk ve uzman kuruluşlar ................................. 73
3) Yargı ......................................................................................................... 75
a) Genel ilkeler ....................................................................................... 75
b) Yüksek yargıda sivil-askeri ayırımına yer vermeyen
bir yeniden yapılanma ....................................................................... 76
c) Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden yapılanması ...... 76
d) Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması ......................... 78
III. YENİ ANAYASA İÇİN HANGİ YÖNTEM? ........................................... 82
A) OSMANLI-TÜRKİYE ANAYASAL BELGELERİNİN YAPIM YÖNTEMLERİ...... 82
1) Osmanlı dönemi (1876-1909).................................................................. 82
2) Cumhuriyet dönemi (1921-1924) ........................................................... 83
3) Çok partili dönem (1961-1982) ............................................................... 84
B) OLAĞAN DÖNEMDE ANAYASA YENİLEME ÖRNEKLERİ .............................. 87
1) Finlandiya ................................................................................................ 87
2) İsviçre ...................................................................................................... 87
C)YENİ ANAYASA İÇİN, YENİ KURUCU MECLİS VE DEMOKRATİK YÖNTEM 88
1) 1982 Anayasası’nda değişiklikler ve yenileme girişimleri .................... 88
2) Kurulu Meclis’in (TBMM) asli işi: Yasa yoluyla demokratikleşme ........ 90
3) Yenileme için Kurucu Meclis oluşturulmalıdır ....................................... 92
a)“Sivil anayasa” söyleminin dünü ve bugünü..................................... 92
b) Yeni bir meclis ve yeni bir yöntem gerekli... ................................... 96
4) Nicelik / yürürlük / değiştirilme ilkeleri ................................................ 98
a) Nicelik-nitelik dengesi: kısa ve özlü anayasa mümkün mü?............ 98
b) Anayasa’nın yürürlüğü, değiştirilmesi ve korunması ...................... 99
SONUÇ ...................................................................................................... 101
UZMANLAR KURULU ÜYELERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ ........................ 103
KISALTMALAR
AB
ABÖ
AB THŞ
ADÖ
AK
AKP
ASŞ
AYM
BİO
CMK
DGM
D‹B
DSO
ESKHK
ESKHUS
GSMH
GGASŞ
HSYK
İHAM
İHAS
İHDK
İHEB
KHK
KKNMK
KSHUS
RTUK
TCK
UÇO/ILO
UGÖ
USDK
ÜAK
UNICEF
ÜPEYBK
YÖK
YSK
: Avrupa Birliği
: Afrika Birliği Örgütü
: Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı
: Amerika Devletleri Örgütü
: Avrupa Konseyi
: Adalet ve Kalkınma Partisi
: Avrupa Sosyal Şartı
: Anayasa Mahkemesi
: Bağımsız İdari Otoriteler
: Ceza Muhakemeleri Kanunu
: Devlet Güvenlik Mahkemesi
: Diyanet ‹flleri Baflkanl›¤›
: Dünya Sağlık Örgütü
: Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi
: Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslar arası Sözleşmesi
: Gayri Safi Milli Hasıla
: Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı
: Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
: İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi
: İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi
: İnsan Hakları Danışma Kurulu
: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
: Kanun Hükmünde Kararname
: Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşu
: Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslar arası Sözleşmesi
: Radyo-Televizyon Üst Kurulu
: Türk Ceza Kanunu
: Uluslar arası Çalışma Örgütü
: Uluslar arası Göç Örgütü
: Ulusal Savunma Danışma Kurulu
: Üniversiteleraras› Kurul
: Birleflmifl Milletler Çocuklara Yard›m Fonu
: Üniversiteler Planlama Eflgüdüm Yüksek Bilim Kurulu
: Yüksek Öğretim Kurumu
: Yüksek Seçim Kurulu
Anayasa Raporu
ÖNSÖZ
Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK, kurulduğu 1967 yılından bu
yana, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sadece ekonomik ve sosyal hakları içermediğini, bu mücadelenin demokrasi ve insan haklarını da içeren siyasal bir mücadele
ile taçlandırılması halinde başarıya ulaşacağını savunarak yapılanmış ve mücadelesini
sürdürmüştür.
Bu nedenle DİSK aynı zamanda bir “demokrasi ve insan hakları” mücadelesi örgütüdür.
DİSK’in “Kuruluş Bildirgesinde” yer alan şu başlıklar ve ibareler kuruluş anından
itibaren DİSK’in bu niteliğini tanımlamaktadır;
“...1872 den bu yana grev hakkını kullanarak, direnme gücünün başarılarını toplayan, dernek kurma hakkını en güç koşullar altında kullanan, 1909
dan beri Uluslararası işçi dayanışması çabalarına katılan, demokrasiye aykırı yasalar değiştirilince 1946 da yeniden sendikalar kuran, sosyal adaletin
gerçekleştirilmesi mücadelesinde 1961 de miting yaparak yeni bir aşamaya
ulaşan, Anayasa ilkeleri uğruna kurşunlanan, coplanan, hapse atılan, yine
de toplumcu mücadelesini bırakmayan; BİZLER; Türk işçi sınıfının tüm çıkarları, hakları ve özgürlükleri ve de onuru için bir araya geldik. Emperyalizmin, devletimizin ve milletimizin hayatına yeniden kastetme çabalarının
arttığını ve bir avuç aracının, kapkaççının ve sömürücünün bu çabalara katıldığını gören bizler, Büyük Atatürk’ün daha 1921 de ilan ettiği gibi “bizi
mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme
karşı “ savaşmaya ant içmiş sendikacılarız ... Kendi tarihimizin derinliklerinden ve dünya işçilerinin mücadele deneylerinden yararlanarak, sosyal adalet içinde hızla kalkınmayı, işçi sınıfının, devlet yönetiminin her kesiminde
söz ve karar sahibi olması ve böylece demokrasinin gerçekten uygulanması
ile mümkün görürüz. Bütün gücünü işçi sınıfının bilincinden alan bizler,
yurt ve dünya olayları karşısında ulusumuzun ve emekçi halkımızın menfaatlerini ve memleketimizin bağımsızlığını her şeyin üstünde tutacak en
küçük özgürlüğümüz ve hakkımız için bilinçli bir dayanışma içinde bütün
gücümüzü harekete geçireceğiz... politika alanında demokrasiden söz edip,
ekonomik ve sosyal alanda varlıklı sınıfların çıkarlarını gözetmek Anayasamızla bağdaşamayacak bir tutum olmaktadır. Biz, yokluk ve yoksullukların işsizlik ve sefaletin, can ve mal güvensizliğinin, türlü hastalıkların,
iş kazalarının, vakitsiz ölümlerin sona erdirilmesi için Anayasa ilkelerinin
uygulanmasını bütün hükümetlerden ısrarla isteyeceğiz ... Anayasamızın
11
Anayasa Raporu
eksiksiz uygulanması ancak işçilerin demokratik yoldan devlet yönetimine
ağırlığını koymasıyla gerçekleşebilecektir, inancındayız ... Kağıt üzerinde
kalan bir demokrasi kavramının, sosyal ve ekonomik bir özden yoksun bırakılması, milyonlarca insanın aldatılması ve avutulmasından öteye geçmeyeceği tabiidir. Bundan dolayı, sendikacılık alanındaki çalışmalarımızı, işçi
sınıfının devlet yönetimine ağırlığını koyması temeline dayanan bir sosyal
politikaya hız kazandırılması ilkesine uygun biçimde yürüteceğiz...”
denilerek ;
“…Beslenme Devrimi, Barınmada Devrim, Sağlıkta Devrim, Eğitimde Devrim, Çalışmada Devrim, Milli Gelirde Devrim, Vergide Devrim, İşçi Ücretlerinde Devrim, Borçtan Kurtulmak için Devrim, Teşkilatlandırmada Devrim…” DİSK’in mücadele hedefleri
olarak belirlenmiştir.
DİSK Kurucuları “Kuruluş Bildirgesi”nde ;
“... Bu ardı arası kesilmeyen ilerleme ve gelişme, bilimi öncü sayarak,
Anayasada yer alan köklü dönüşümleri yapma olanağını var ederek mümkün olacaktır. Üretim kuvvetlerinin çağdaş uygarlığa uygun seviyeye gelmesi ancak bizim Anayasaya sahip çıkmamızla sağlanacaktır.
• Anayasa ki herkesin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetleri olduğunu kabul etmiştir.
• Anayasa ki, kişinin temel hak ve hürriyetlerini fert huzurunu, sosyal adalet
ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi, sosyal, bütün engelleri kaldırmayı devlete görev olarak vermiştir.
• Anayasa ki, insanin maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartların hazırlanmasını devlete yüklemiştir.
• Anayasa ki, iktisadi ve sosyal hayatı, adalete, tam çalışma esasına ve
herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması
amacına göre düzenlenmesini emretmektedir.
• Anayasa ki, çalışmayı herkes için hak ve ödev saymaktadır.
• Anayasa ki, çalışanların insanca yaşaması ve çalışması, çalışma hayatının
kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali tedbirler alınarak
çalışanların korunmasını ve çalışmayı desteklemesini, işsizliği önleyici
tedbirler alınmasını devlete görev olarak vermiştir.
• Anayasa ki, çalışanlara yaptıkları işe uygun ve insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması için devleti görevlendirmiştir.
• Anayasa ki, çalışanların insanlık haysiyetine yaraşır bir hayat seviyesi
sağlayacak adaletli bir ücret elde etmeleri için devlete gerekli tedbirleri
alma görevi vermiştir.
12
İşte biz, devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici ekonomik, sosyal ve politik
ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve yukarıdan beri özetlediğimiz
ilkelerin hayata uygulanması anlamına alıyoruz....”
diyerek 1961 Anayasa’sına sahip çıktıklarını, Anayasada yere alan hakların ve özgürlüklerin hayata geçmesi için mücadele edeceklerini ilan etmişlerdir.
Demokrasiye, insan haklarına ve işçi sınıfının temel çıkarlarına bağlı kararlı mücadelesi nedeniyledir ki, DİSK, 12 Eylül Askeri ve Hukuksal Rejiminin en fazla mağdur ettiği
örgütlerden biridir.
12 Eylül Askeri Darbesinden sonra DİSK’in faaliyetleri durdurulmuş, fiilen 12 yıl kapalı
tutulmuş, bütün yöneticileri gözaltına alınmış, gözaltında işkencelerden geçirilmiş ve
yöneticileri idam talebiyle yargılanarak 4 yılı aşan süre cezaevinde tutulmuşlardır.
Bu nedenle hain bir saldırıda yitirdiğimiz emekçilerin ve DİSK’in dostu Uğur Mumcu
12 Eylül 1980’i şöyle tanımlıyordu ;
“12 Eylül bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıfa tahakkümünü cunta eliyle
gerçekleştiren darbenin adıdır. İşte o yüzden DİSK, baş sanık olarak sandalyeye oturtulmuştur.”
Mumcu, bu sözleriyle 12 Eylül’ün, işçi sınıfını tüm hak ve özgürlüklerinden, ama özellikle onun onuru ve gücü olan DİSK’ten koparma amacını taşıdığını anlatıyordu.
12 Eylül yönetimi, DİSK’i hapsederek, DİSK’in çalışmalarını engelleyerek onu yok edemedi ama işçi sınıfının kazanımlarını yok etmeyi başardı. İşçi sınıfı 12 Eylül’le ağır
bir bedel ödedi.
Bu nedenle, “12 Eylül ; Ne Unuturuz, Ne Affederiz” sloganı DİSK’in yeniden faaliyete
geçtiği 1992 yılından bu yana gerçekleştirdiği bütün genel kurullarında 12 Eylül hukukunun değiştirilmesi doğrultusundaki kararlarda ifadesini bulmuştur.
DİSK’in ;
9. GENEL KURULU’nda (04-07.08.1994) :
“…Çeşitli gelişmelere rağmen ülkemizde hakimiyetini sürdüren ve 12 Eylül
Anayasası’nda somutlanan anlayışların demokrasinin önünde engel oluşturduğu…”,
10. GENEL KURULU’nda (12-14.09.21997) :
“…Bu somut konuların başında, ülkemizin 12 Eylül Anayasası’ndan kurtarılması gelmektedir. Merkeziyetçi, yasakçı ve tekçi bir anlayışın yerine; özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı ve yerinden yönetime ağırlık veren bir Anayasa
için ortak kampanyalar sürdürülmesi doğru olacaktır. Bu Anayasa dil, din,
ırk, cinsiyet, inanç ve düşünce farklılıklarını bu ülkenin zenginliği olarak
13
Anayasa Raporu
değerlendiren; bütün bu farklılıkların kendini özgürce ifade edip örgütlenmesine olanak veren bir anlayışın ürünü olmalıdır…”
11. GENEL KURULU’nda (28-30.07.2000) :
“…Bu durumun en önemli nedenlerinden biri, ülkemizin hâlâ 12 Eylül Anayasası ve ona bağlı olarak çıkarılan antidemokratik yasalarla yönetilmesidir. Bugüne kadar iktidara gelen bütün partiler çeşitli sözler vermelerine
rağmen, bu temel konuya ilişkin hiçbir ciddi adım atmamışlardır. Bu tespit
ışığında DİSK 11. Genel Kurulu … Bunun için öncelikle yeni bir demokratik
Anayasa’nın oluşması çabalarına katkı verilmesini…”
12. GENEL KURULU’nda (04-06.2004) :
“…Bu olguların en önemli nedenlerinden biri, ülkemizde 12 Eylül askeri
darbesinin arkasından oluşturulan yasal çerçevenin bugün de yürürlükte
olmasıdır. 1982 Anayasası ve bu Anayasaya uygun biçimde oluşturulan
yasal düzenlemeler, demokratik yapıların güçlenmesini ve insan hak ve özgürlüklerinin gerçekleşmesini engellemektedir… 12 Eylül’den sonra hazırlanan Sendikalar, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasaları katı ve antidemokratik yapılarıyla olduğu gibi geçerliliğini korumaktadır. ….Bu görüşler
çerçevesinde DİSK 12. Genel Kurulu demokrasi ve insan hakları konusunda
daha önceki genel kurullarda alınmış kararların tümünün benimsendiğini
de belirterek; … Demokrasinin yerleşmesi ve bireysel ve toplumsal hakların gelişmesi için 1982 Anayasasının yerine gerçekten demokratik bir Anayasa oluşturulmasını …”
13. GENEL KURULU’nda (15-17.02.2008) :
“…DİSK çağdaş, demokratik, hukukun üstünlüğünü, bağımsız yargıyı ve
sosyal devlet ilkesini içeren ileri bir anayasa talebini her zaman herkesten
daha çok dile getirmiştir. DİSK, bu talebinden asla vazgeçmeden, halkımıza
yutturulmaya çalışılan bu anayasa oyununa karşı tüm toplumsal kesimleri uyanık olmaya davet etmektedir…Bu durumu göz önünde bulunduran DİSK, … Irkçılığa, gericiliğe, faşizme karşı mücadele edeceğini,
anti-demokratik her türlü yasa, düzenleme ve uygulamaya karşı evrensel
demokrasi ilkelerini savunacağını, demokratik bir ülke inşa etme mücadelesinde kararlılığından ödün vermeyeceğini, … Toplumsal ve ekonomik
açıdan, eşitlikçi bir düzenin sağlanacağı demokratik, çağdaş, laik, yargının
tam bağımsızlığını öngören, hukukun üstünlüğüne ve sosyal devlet ilkesine sıkı sıkıya bağlı bir anayasa konusunda, başta kendi örgütsel gücü
olmak üzere tüm emek ve demokrasi güçleriyle ortaklaşa bir duruş sergileyeceğini, İLAN EDER…”
Kararlarını alarak 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi konusundaki istikrarlı tavrını sergilemiştir.
14
22 Temmuz 2007 Milletvekili Seçimlerinden sonra Kurulan AKP İktidarının başlattığı
anayasa değişikliği tartışmaları üzerine DİSK’in çağrısı ile çalışmalarına başlayan, Prof.
Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Prof. Dr. Yılmaz
ALİEFENDİOĞLU (Anayasa Mahkemesi E. Üyesi, Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi
E. Öğretim Üyesi), Prof. Dr. A. Ülkü AZRAK (Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi),
Prof. Dr. İoanna KUÇURADİ (Maltepe Üniversitesi), Prof. Dr. Mesut GÜLMEZ, Prof.
Dr. Sibel İNCEOĞLU (İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Doç. Dr. Sevtap
YOKUŞ (Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Doç. Dr. Kadriye BAKIRCI (İTÜ İşletme
Fakültesi), Yrd. Doç. Dr. Abdullah SEZER (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi), Dr.
Tuncer ÖZYAVUZ (Avukat), Fikret İLKİZ (Avukat), Necdet OKCAN (Avukat)’dan oluşan
Uzmanlar Kurulu tarafından hazırlanan “Özgürlükçü – Eşitlikçi, Demokratik ve
Sosyal Bir Anayasa İçin Temel İlkeler Raporu”nu, 1982 Anayasasının yenilenmesi
çalışmalarında bir tartışma zemini yaratması ve gelecek kuşakları kucaklayacak
“Özgürlükçü – Eşitlikçi, Demokratik ve Sosyal Bir Anayasa”nın oluşmasına katkı
yapması dileğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye Kamuoyunun dikkatine
sunuyoruz.
Bu vesile ile bu raporun hazırlanması çalışmalarına büyük bir özveri ile katılan uzmanlar kurulu üyelerine sundukları bilgi ve birikimleri nedeniyle şükranlarımızı ve
saygılarımızı sunarız.
01 Haziran 2009
DİSK Yönetim Kurulu Adına
Süleyman ÇELEBİ
Genel Başkan
15
Anayasa Raporu
16
SUNUŞ
Anayasa, öncelikle bir haklar ve özgürlükler belgesidir. Bu anlamda anayasa, aynı
zamanda bütün yurttaşların hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak barış
ortamında birlikte yaşamalarını sağlayan bir siyasal örgütlenme çerçevesidir. Bu
nedenle anayasa, bir toplumun otobiyografisi (özgeçmişi) olarak da tanımlanır.
Bu öntanımlar ışığında, “Özgürlükçü, Eşitlikçi, Demokratik ve Sosyal Bir Anayasa
İçin Temel İlkeler” üzerine yap›lan çal›flmalar (Anayasa Raporu), şu üç soruya
yanıt arayışında somutlaşmaktadır: 1982 Anayasası neden yenilenmelidir? Yeni
anayasa için belirleyici temel ilkeler neler olmalıdır? Hazırlık sürecinde hangi yöntem
izlenmelidir?
I- NEDEN YEN‹ B‹R ANAYASA?
• Yaklaşık 20 yıldır yeni bir anayasa arayışı içerisinde olan Türkiye, aynı zamanda
önemli bir tarihsel dönemeçte bulunuyor. Çünkü Anayasasını olağan dönemde
yenilemek istiyor. Bununla, sahip olduğu anayasal birikimi yeni bir eşiğe taşımayı
amaçlıyor.
• Türkiye’nin yeni bir anayasaya artan gereksiniminin yanı sıra, Ekim 2008’de dünya
ölçeğinde patlak veren “mali kriz”in yıkıcı etkilerinin küresel boyutlara ulaşması,
neoliberal politikaların yanlışlığını (milyonların yaşamı pahasına da olsa), bir kez
daha çok acı bir biçimde kanıtlamış bulunuyor.
• Bu bakımdan; Uzmanlar Kurulunun Ekim 2007- Nisan 2008 tarihleri arasında sosyal ve eşitlikçi bir yaklaşımla-, hazırlamış olduğu, Anayasa Raporunun, neoliberal politikaları reddederek, buna seçenek oluşturma özelliğinin ne denli isabetli
olduğunu ortaya çıkarmış bulunuyor.
• 1982 Anayasası, demokratik olmayan ortam ve koşullarda ve yine demokratik
olmayan bir yöntemle hazırlandı, içeriğini ise çağdaş bir anayasanın temel
gereklerine yabancı hükümler damgalamaktadır. Böyle bir düzenlemenin neden
olduğu olumsuzlukların bedelini toplumumuz, özellikle çalışan ve emekçi kesimler
hala ödemeye devam etmektedir.
• Anayasayı hazırlama sürecine hakim olan otoriter zihniyet ve uygulama, Türkiye’nin
uluslararası toplum önündeki saygınlığına sürekli gölge düşürmektedir.
Bu nedenler, Anayasa Raporunda, Türkiye ve dünyadaki anayasal gelişmeler ışığında
ayrıntılı bir biçimde tartışıldı.
17
Anayasa Raporu
II- ANAYASA NELER‹ ‹ÇERMEL‹D‹R?
1982 Anayasası, 1987’den günümüze kadar sürekli denebilecek bir tarzda değişikliklere tabi tutuldu. Buna rağmen, yenileme gereksinimi devam ettiğine göre,” yeni”
olanın anlamını sistematik ve gerekçeli bir biçimde irdelemek gerekir.
Bu çerçevede içerik sorunu, üç açıdan ele alındı. Şöyle ki: yürürlükteki anayasaya
göre;
• Yeni anayasanın öngöreceği yeni kurallar neler olmalıdır?
• Yeni anayasa, hangi yeni kurumlara yer vermelidir?
• Yeni anayasanın mimarisi hangi fren ve denge mekanizmalarına dayanmalıdır?
Bu sorulara yanıt arayışı, raporun ekseni olarak etraflı bir irdelemeyi yansıtmaktadır.
Başka bir anlatımla, çalışmanın amacı ve en uzun bölümü içerik sorununa özgülenmiş
bulunuyor.
III- ANAYASA NASIL HAZIRLANMALIDIR?
1982 Anayasasını yenileme gereği yanında, bu ifllemin elden geldiğince hukuk
ve demokrasi kurallarına özen gösterilerek yapılması zorunluğu da gözden uzak
tutulmamalıdır.
Bu konudaki ikilem şudur:
1982 Anayasası demokratik olmayan bir yöntemle yapıldı; ne var ki, onun aşılması
da yine bu Anayasada belirlenmiş olan çerçeve içerisinde kotarılacağından,
yenileme yolunun elden geldiğince güçlü siyasal ve demokratik öğelerle takviye
edilmesi gerekmektedir.. Zira ancak demokratik takviye, yenilemenin hukuki kırılma
yaratmadan gerçekleşmesini sağlayabilir. Bunun için ise, parlamentodaki çoğunluk ve
muhalefetin müzakereci usuller izlemesi veya ortak çabaya girmesi yeterli olmayıp,
toplumsal muhalefetin katkısı gerekli olmaktadır. İşte bu noktada toplumun zinde
güçleri olarak nitelenebilecek, çalışan ve emekçi örgütlü kesimlerin katılımı ve katkısı,
yaşamsal bir öneme sahiptir.
Kurul, şu ortak tanımı, yöntemin belirlenmesinde yol gösterici olarak kullanmıştır:
Anayasa; toplumun örgütlü ve örgütsüz bütün kesimlerinin, sürecin her aşamasında
etkin katılımına olanak veren demokratik bir yöntemle hazırlanması gereken, ortak
beklenti ve özlemlerini en geniş biçimde karşılayan, gelecekteki siyasal ve sosyal
barışı sağlam temeller üzerine oturtmayı amaçlayan, olabilen en geniş uzlaşmanın
ürünü niteliği taşıyan, ilerleme ve gelişmelere açık bir belgedir.
Anayasanın, toplumun ortak kimliğini yansıtacağı inancından hareketle, demokratik
kitle örgütlerinin, toplumun en dinamik güçleri olarak bu sürece katkıda bulunmak
18
istemeleri doğaldır. Bu amaçla, 12 Eylül 2007’de basına açık bir toplantıyla başlatılan çalışma, demokratik kitle örgütü temsilcilerini ve uzmanları bir araya getirmiş
bulunuyor.
Ekim 2007-Nisan 2008 döneminde on üç ayrı toplantı yaparak, müzakereci ve
demokratik bir usul ile bu raporu hazırlayan uzmanlar kurulu, 9 Mayıs 2009 günlü
toplantı ile metni gözden geçirmiş bulunuyor. Bu bakımdan, Kurul’un çalışma
yöntemi ile yeni bir anayasa hazırlama yöntemi arasında paralellik kurulabilir: Rapor,
hiçbir üyenin görüşünü tam olarak yansıtmamaktadır; ama her üyenin ortak paydası
anlamına gelmektedir. Anayasanın da toplum için benzer bir anlamı vardır. Geniş
bir katılımla hazırlanacak olan Anayasa, onu yapanların iradesini aşması ölçüsünde
bütün toplum için ortak kimlik ve uzlaşma belgesi oluşturabilir.
Anayasa Raporu için giriflimde bulunan ve çalışmaları sürekli destekleyen DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi ile diğer DİSK yönetici ve üyelerine; Raporu, gönüllülük
ilkesi temelinde kolektif bir çalışma ile hazırlayan Bilim Kurulu üyelerine teşekkürü
borç bilirim.
Emeği geçen herkesin ortak dileği, bu çalışmanın, ülkemizin yeni anayasa arayışının
sonuca ulaşması için gerekli uzlaşma ortamının sağlanmasına bilgi temelinde katkıda
bulunmasıdır.
İbrahim Ö. Kaboğlu
Uzmanlar Kurulu adına
9 Mayıs 2009
19
Anayasa Raporu
20
“ÖZGÜRLÜKÇÜ, EŞİTLİKÇİ, DEMOKRATİK VE
SOSYAL BİR ANAYASA İÇİN TEMEL İLKELER”
(ANAYASA RAPORU)
I. NEDEN YENİ ANAYASA?
2009 Türkiye’si, 1982 Anayasası’nı yenilemelidir. Çünkü, olağanüstü sosyal, ekonomik
ve siyasal ortam ve koşullarda hazırlanan 1982 Anayasası’ndan bu yana, Dünya’da
kayda değer değişmeler ve gelişmeler yaşandı; anayasacılık hareketi evrim geçirdi;
Türkiye’nin kendisi de büyüdü ve birçok yönden kabuk değiştirdi (A).
Yeni Anayasa arayışında, öncelikle 1987’den bu yana gerçekleştirilen değişiklikler ışığında, 1982 Anayasası’ndan bugüne intikal edenin ne olduğu ortaya konmalıdır (B).
Yeni anayasa isteği kadar, yeni anayasadan ne anlaşılması gerektiği konusunun açıklığa kavuşturulması da önem taşımaktadır (C).
A) DEĞİŞİMİN SÜREKLİLİĞİ: DÜNYA-ANAYASA-TÜRKİYE
Değişen dünya dengeleri, anayasacılık anlayışını etkiledi. Türkiye de bu gelişme
süreci içerisinde yer almaktadır.
1) Tek kutuplu dünya yönelimine karşın Anayasal açılımlar
Dünya, 1980’li yıllara oranla birçok yönden değişti ve önemli dönüşümler geçirdi:
• Siyasal rejimler ve güç dengeleri bakımından; Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle, uluslararası ilişkilerde ABD belirleyici bir konum elde etti.
• Neo-liberalizmin yaygınlaşmasıyla, “iktisadî küreselleşme” dalgası, bütün siyasal
rejimleri ve anayasaları etkiler hale geldi.
• İnsan hakları, devletlerin adeta birer “yol haritası” olarak, “insanlığın ortak değerleri” haline geldi. Anayasaların yapımında “insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti” biçimindeki üçlü eksen belirleyici olmaya başladı.
• Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku devletlerinin rejim değiştirmesi, “insanlığın ortak
değerleri”ni kurumsal çerçevede güvenceleme yönündeki çalışmalara ivme kazandırmış; buna karşılık, “sosyal devlet” hedefi, önem ve güncelliğini yitirmemiştir.
• Çevresel yıkım ve küresel ısınma veya iklim değişikliği, sadece doğa bilimlerinin ilgi
alanı ile sınırlı kalmamış, hukukun ve anayasanın da giderek konusunu oluşturmaya başlamıştır.
21
Anayasa Raporu
• İktisadî ve/veya çevresel alanda tanık olunan küreselleşmeye ve insan haklarının
devlet-ötesi alanda düzenlenmesine rağmen, devlet içerisinde merkezî yapı
karşısında yerel yönetimlerin giderek güçlenmesi, son onyılların olgusudur. Özerk
topluluklar veya bölgeler şeklinde merkezi idare dışındaki “alan toplulukları”,
demokratik yönetimin ülke genelinde yaygınlaşmasının başlıca aracı olmuştur.
Belli coğrafî sınırlarda oluşturulan “alan toplulukları”, sadece demokratik katılım
birimi değil, aynı zamanda kentsel gelişimin, çevresel korumanın ve bölgesel
kalkınmanın itici güçleri olarak görülür. Öte yandan, merkezî yönetim dışındaki
özerk ve demokratik yapılanma ve kurumlar, “kültürel kimlik” taleplerine de belli
ölçüde yanıt verebilmektedir.
2) Üç düzeyli anayasal yapılanmaya doğru
Anayasacılık, XX. yüzyılın sonu ve XXI. yüzyılın başında üç düzeyli bir katmanlaşmaya
yönelmiştir:
a) Kıtalarda Anayasalaşma
Avrupa Konseyi (AK), Amerika Devletleri Örgütü (ADÖ) ve Afrika Birliği Örgütü
(ABÖ) adlar›yla XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan kıta ölçeğindeki
örgütlenmeler, devletlerin üstünde yeni bir anayasalaşma sürecinin yolunu
açtı. Bu hareketin itici gücü, insan haklarıdır. Ne var ki hareket insan hakları ile
sınırlı kalmamakta, iktisadî ve siyasal nitelikte kurumsallaşmalar da giderek güç
kazanmaktadır. Bu tür hareketlerin kıta ölçeğinde ortaya çıkardığı anayasal çerçeve,
özellikle Avrupa kıtasında devlet anayasalarının egemenlik yetkisinin bir kısmını bu
ulusal-üstü yapılanmaya geçirmesinin yolunu da açtı.
b) Devlet ‹çerisinde Zemin Genişlemesi
Devlet-ötesi alana doğru genişlemeye başlayan anayasalar, asimetrik bir şekilde
devletlerin merkez organları dışında, federal ve bölgeli devlet modellerinde (federe
devletler ve bölgeler dahil, alan topluluklarını da kapsamına alan hükümler dizisini
öngörmektedir. Merkezî iktidarlar ile çevre arasındaki yetki dağılımı, artık –yasama /
yürütme / yargı şeklindeki- yatay erkler ayrılığı olarak adlandırılan klasik erkler ayrılığı
kuramına yeni bir boyut eklemiş bulunuyor: dikey erkler ayrılığı. Böylece, merkezdeki
“yasama-yürütme-yargı” ile, federe veya bölge yönetimlerinde oluşturulan “yasamayürütme ve kimi zaman yargı” arasında yetki paylaşımı söz konusu olmaktadır.
c) Ulusal Anayasalarda Daralma
Gerek devlet-içi (alt-ulusal), gerekse devlet-ötesi (ulusal-üstü) anayasal gelişmeler, ulusal
anayasalarda alan daralması sonucunu doğurmuş; devlet anayasaları için “sandviç
anayasa” benzetmesi bile yapılmıştır. Yukarıya doğru egemenlik yetkisinin aktarımı
ve aşağıya doğru yetki paylaşımının ortaya çıkardığı, (ve yukarıya doğru çıkıldıkça
genişleyen) üç düzeyli anayasal yapı, devlet anayasalarını yeniden şekillendirmiş
bulunuyor.
Bu nedenle son yıllarda parlamentonun saygınlığını yeniden sağlamayı amaçlayan ve
pekiştiren anayasa değişiklikleri gerçekleştirilmektedir.
22
3) Türkiye’deki Gelişmeler
Türkiye, yeni anayasasını, dünyadaki ve özellikle Avrupa merkezli anayasacılık
hareketinde tanık olunan gelişmeler ışığında hazırlamalıdır.
Söz konusu gelişmeler ışığında düzenleme yapmaya elverişli anayasal alt yapı
ülkemizde mevcuttur. Kuruluşlarından beri Birleşmiş Milletler Örgütü’ne (BMÖ / BM)
ve Avrupa Konseyi’ne (AK) üye olan Türkiye, Avrupa’da Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı
(AGİT) içerisinde yer almakta, üyelik için kendisiyle müzakere yürütülen Avrupa Birliği
(AB) ile ilişkileri de anayasal yapıyı etkileyici bir eşiğe ulaşmış bulunmaktadır.
Aslında değinilen gelişmelerden bağımsız olarak, kendi özel konumu ve gelişme
dinamikleri de, Türkiye’yi 80’li yıllara göre ileri derecede farklılaştırmış bulunuyor.
Şöyle ki; 1982 Anayasası’nın metnine, 1980’lerin başında toplumumuzun içine
sürüklendiği olağanüstü ortam ve koşulların sürekli var olacağı zihniyeti sinmiş
bulunuyor. Bu nedenle, söz konusu Anayasa, 80’li yılların olağan Türkiye ortamına bile
uygun düşmeyen bir içeriğe sahipti. Dolayısıyla, 1982 Anayasası, gerek kendisinden
önce (70’li yıllarda, Yunanistan, Portekiz, İspanya), gerekse kendisinden sonra (90’lı
yıllarda, Sosyalizm sonrası Doğu Avrupa devletleri) Anayasalarından hem yapım tarzı
hem de içerik olarak köklü bir biçimde ayrılmaktadır. Oysa, Türkiye’nin anayasacılık
deneyim ve birikimi, adı geçen devletlerin çoğunun ilerisinde idi.
Toplumsal yapı ekseninde Türkiye’nin demografik (nüfus) haritası, büyüme ve
farklılaşma olarak son 25 yılda yeniden şekillenmiş, iktisadî yapı büyümüş, köykent dengesizliği kent lehine değişmiş; bunlara bağlı olarak, kentsel yaşam ağırlıklı
sosyal ve kültürel hayat da kabuk değiştirmiştir. Sözkonusu demografik değişim
ve sanayileşme süreci, çevresel, doğal, tarihsel ve kültürel ortak miras üzerinde de
olumsuz etkilerini beraberinde getirmiştir. “Ekonomik büyüme” çoğu zaman doğal ve
çevresel tahribatı haklılaştırıcı bir slogan olarak kullanılmıştır.
Özetle, değinilen sosyo-ekonomik zemin ülkemizde ve dünyada, anayasacılık hareketinde son 25-30 yılda tanık olunan gelişmeler ışığında, Anayasa’nın yenilenmesini
meşru ve haklı bir gereklilik olarak gündeme getirmektedir.
Bu gereklilik, 1982’de yapılan değişikliklere göz atmak suretiyle de doğrulanabilir.
B) 1982 ANAYASASI NE İDİ, NE OLDU?
1987’den başlayarak yirmi yıl boyunca geçirdiği değişiklikler, 1982 metnini “olağanüstü
ortam ve dönemler anayasası” olma özelliğinden belli ölçüde arındırdı. Fakat
Anayasa’nın ne kadar değiştiğini saptayabilmek ve 2009 itibariyle gelinen noktayı
değerlendirebilmek için, konuyu üç açıdan (aşamada) ele almak gerekir: 1982’nin
anayasal gelişmeler haritas›nda kendine özgü konumu (1), geçirdiği değişiklikler (2)
ve bunların yasalara yansımaları (3).
23
Anayasa Raporu
1) 1982 Anayasası’nın Kendine Özgü Konumu
1982 Anayasası’nın hukuk devletinde sapma yaratan düzenlemelerini ayıklama hedefinde
geçirdiği değişiklikler, “hukuk devletinin onarımı” şeklinde anlamlandırılabilir. Ama,
söz konusu değişiklikleri ve günümüzdeki anayasal arayışları yerli yerine oturtabilmek
için, 1982’nin konumunu, kaba çizgileriyle Osmanlı-Türkiye anayasal gelişmeleri
çerçevesinde belirlemekte yarar vardır:
1909 değişiklikleri, Kanun-ı Esasi’yi aşma amacını hedeflediği gibi, Osmanlı
anayasacılığını geride b›rakma iradesi de 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu
(TEK) damgalıyordu. 1924 TEK ise, 1921 metnini tamamlama ve onun
ilerisine geçme amacıyla kaleme alındı.
1961 Anayasası’na gelince; hukuk devletini kurmak suretiyle, gerek erkler
ayrılığı ve gerekse hak ve özgürlükler bakımından çağdaş anayasacılık
akımıyla özdeşleşmeyi hedeflediğinden, 1924’ün başlattığı anayasal rejimi
özgürlükçü ve eşitlikçi yeni bir eşiğe taşımış bulunuyordu.
1982 Anayasası ise, yapımına egemen olan anlayış ve geçirdiği değişiklikler
yönünden, öncekilerin ortak özelliklerinden ayrılmaktadır. Şöyle ki; geçmiş
döneme ve yak›n geçmiflte yaşanan güncel olaylara tepki özelliğinin en
ağır bastığı metin olarak 1982 Anayasası, 1876’dan beri tanık olunan
ilerlemeci anayasa çizgisinden derin bir sapmayı ifade eder. Yürürlüğe
girişinin üzerinden sadece 5 yıl geçtikten sonra değiştirilmeye başlanması
da, bunun kanıtıdır. Aslında 1982, yalnızca Türkiye anayasacılığında bir
kırılma noktası değil, yap›m döneminde de çağdaşlarının da hayli gerisine
düşen bir metindir.
1961 Anayasası; “hukuk devleti” deyimini ilk kez kullanan bir anayasa olarak erkler
ayrılığı yoluyla hak ve özgürlükler güvencesini de öngörerek, kurum ve kurallarıyla hukuk
devletini inşa etmeyi amaçlamıştır. Sistematik olarak; önce insan haklarını düzenlemiş,
sonra da bunları güvenceleme hedefinde devlet organlarını yapılandırmıştır. Hak ve
özgürlükler, sistematik olarak düzenlendikten başka, sadece korunması değil, aynı
zamanda ilerletilmesi için sosyal devlet anlayışı kabul edilmiştir. Öte yandan, dengeli
biçimde yapılandırılan üç devlet erki dışında, özerk ve uzman kuruluşlara verilen öneme
de işaret edilmelidir. Kurduğu fren ve denge mekanizması ile Anayasa, bir “özgürlük
belgesi” olarak nitelenmeyi hak etmiştir.
1982 Anayasası ise; özgürlük yerine otoriteye öncelik tanımak suretiyle, 1961’in
oluşturduğu kurumlar arası uyumu bozmuştur. Çağdaşları ile karşılaştırıldığında,
örneğin aynı dönemde hazırlanan Yunanistan, Portekiz ve İspanya anayasaları,
gerek yapım tarzı ve gerekse içerik bakımından, demokratik olmayan rejimlere tepki
olarak birer “uzlaşma belgesi” ortak özelliğini yansıtmaktaydı. 1982 ise, olağanüstü
askeri ara rejimin şekillendirdiği bir “vesayet belgesi” niteliğine bürünmüştür. İşte bu
nedenledir ki, 1982 Anayasası hukuk devletinden sapmayı ifade etmektedir.
Özetle: 1961 Anayasası, hukuk devletinin “kuruluş”una, 1982 Anayasası, hukuk
devletinden “sapma”ya, 1987 sonrası Anayasal değişiklikler ise, hukuk devletinin
“onarım”ına denk düşmektedir.
24
2) Anayasal-yasal onarımlar ve sınırları
Şu halde, anayasal ve yasal onarımın ana eksenleri nelerdir?
1987’de başlayan değişiklikler, hukuk devletinde 1980’de yol açılan tahribatı parça
parça giderme çabası, daha somut olarak da insan hakları ve demokrasi eksiğini tamamlama adımları olarak görülebilir. “1982 Anayasası’nda ne değişti, ne kadar?” sorusu, iki açıdan yanıtlanmalıdır: Nicelik ve nitelik.
Nicelik açısından; Şimdiye kadar 16 değişiklik, TBMM’ce “türev kurucu iktidar” sıfatıyla gerçekleştirildi: 1987, 1993, 1995, 1999 (2 kez), 2001 (2 kez), 2002, 2004 (2 kez),
2005, 2006, 2007 (3 kez), 2008. (Konuya ilişkin sayısal veriler, III. kısımda ayrıntılı
olarak değerlendirilecektir.)
Nitelik açısından ise; daha çok hak ve özgürlüklere ilişkin olarak yapılan bu değişiklikler, uyumlu bir bütün oluşturmaktan uzaktır. Anayasa’yı yasalar yoluyla uygulamaya geçirme konusunda TBMM’nin gündeme ilişkin öncelikleri ve Anayasa değişikliklerini uygulamaya koymada yasama organının çoğu zaman ihmalkâr davranması
nedeniyle, Anayasa değişikliklerinin etkisi, hak ve özgürlükler alanında normatif açılımın gerisinde kalmıştır.
Yirmi yıla yayılan anayasal değişiklikler dizisi, hukuk devletindeki geriye gidişi k›smen
telâfi etme çabası anlamına gelmektedir. Bu süre içinde gerek nicelik gerekse nitelik
olarak kayda değer değişiklikler yapılmasına karşın, yürürlükteki Anayasa’yı yenileme
arayışlarının hala devam ediyor olması da, 1982 Anayasası’nın hukuk devletinde
yarattığı kırılmanın çapını açıkça ortaya koymaktadır. Gerçekten, Türkiye’nin
anayasacılık tarihinde bu denli yoğun ve sürekli anayasal onarım sürecine ilk kez
rastlanmaktadır.
1987’de siyasal haklar üzerindeki katı ve yaygın yasakların aralanması ile açılan değişiklik yolu, 1990’lı ve 2000’li yıllarda da devam etti. 1995 değişikliğinde, kolektif
özgürlükler üzerindeki yasaklar seyreltildi.
Hak ve özgürlükler rejiminde sınırlama kaydından uzaklaşılarak, güvence ölçütlerinin
kabul edildiği bir dönüşümü ifade eden 2001 değişikliği, kişi özgürlüklerini iyileştirici
düzenlemeler üzerinde yoğunlaştı. 2004 Anayasa değişikliği ile, insan hakları alanında uluslararası açılım yönünde önemli bir adım atılmış oldu. Söz konusu değişikliklerde öne çıkanları, çok özet olarak hatırlayalım:
• 1995 değişiklikleri: Anayasa’nın ruhu olarak nitelenecek “kutsal devlet” kavramı,
Başlangıç kısmından çıkarıldı. Dernekler, sendikalar, siyasî partiler ve vakıflar
arasındaki ilişkiler bakımından öngörülen ortak hareket yasaklarına son verildi.
Ayrıca, söz konusu özgürlüklerin her birine ilişkin maddelerde iyileştirmeler yapıldı.
Seçme hakkının özneleri genişletildi. Böylece, 1982 Anayasası’nın “siyasetten
arındırılmış toplum” projesi esnetilmiş oldu. (Kaldı ki, 1982’yi hazırlayan Danışma
25
Anayasa Raporu
Meclisi’nin, siyasal partilere kapalı olduğu da anımsanmalı). Sendika hakkı
konusunda, kamu görevlilerini de kapsamına alacak şekilde açılım sağlandı. Ayrıca
kamu görevlilerine, -sınırlı koşullarla da olsa- toplu görüşme olanağı tanındı.
• 2001 değişiklikleri: Anayasa md. 13 ve 14’ün yeniden yazımıyla, önce genel
sınırlama kaydı çıkarıldı. Hak ve özgürlüklerde “genel sınırlandırma” rejiminden,
güvence ölçütlerinin ağır bastığı bir düzenlemeye geçildi. Hak ve özgürlüklerde
iyileştirmeler, daha çok kişi özgürlükleri ve güvenliği üzerinde yoğunlaştı. İdam
cezası -barış zamanıyla sınırlı kalmak kaydıyla- kaldırıldı.
Anayasa md. 13 ve 14’te öngörülen güvence ilkeleri ışığında, dernekler ve siyasal
parti özgürlüklerine ilişkin maddeler de gözden geçirildi.
Kurumsal anayasa hukuku düzleminde; Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) oluşumu
siyasiler lehine genişletildi; Kurul’un danışma niteliğindeki yetkisi ilk şekline göre
belirginlik kazandı.
• 2004 değişikliği, üç önemli yeniliği öngördü: Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin
(DGM) kaldırılması; ölüm cezasının tümüyle kaldırılması; insan haklarına ilişkin
uluslararası anlaşmalar-yasa çatışması durumunda, ilkine öncelik tanınması.
3) Anayasa’ya ve Avrupa’ya uyum yasaları
2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleriyle esas olarak, 1982 Anayasası’ndaki özgürlüklerin
kullanımı önündeki engellerin aşılması amaçlanmıştır. Fakat her ikisinin de daha
çok, Avrupa Birliği ağırlıklı dış dinamiklerin etkisi altında yapılmış olması nedeniyle,
yaşama geçirilme yönündeki siyasal irade eksikliği ve uyum yasalarında izlenen
yöntemle ilişkili yaratılan karmaşa, yeni anayasal hükümlerin olumlu etkisini
azaltmıştır. Sadece dış etkiye odaklanılmış olması, yapılan Anayasa değişikliklerinin
de, bu doğrultuda çıkarılan uyum yasalarının da olumlu yönlerinin kâğıt üzerinde
kalmasına neden olmuştur.
2002-2004 arasında “torba kanun” adı verilen tarzda yürürlüğe konulan 8 adet uyum
yasası, Anayasa’da yapılan iyileştirmeleri ancak asgarî ölçüde karşılayabilmiş ve bunlar tamamlanamamıştır. Dahası, “Avrupa’ya uyum” açısından kimi kısmî iyileştirmeler
sağlanmış olmasına rağmen, zaten “iç uyum”dan yoksun mevzuatı daha karmaşık
hale getirmiş ve çelişkili düzenlemeler yumağına dönüştürmüştür.
Öte yandan, yenilenen başlıca yasalar bile yeni sorunlar üretmeye devam etmiştir.
Türk Ceza Kanunu (TCK), Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) bunun tipik örneğidir.
Bu ve diğer yasaların, hak ve özgürlükleri koruyucu işlev yerine, onları tehdit edici
bir şekilde uygulanmasında, içerik zaafı yanında, yapım tarzında izlenen demokratik
olmayan usûllerin payı da göz ardı edilmemelidir.
Özgürlükçü bakış açısıyla yenilenen yasaya, -eksikliklerine ra¤men- Dernekler Kanunu
örnek gösterilebilir. Ne var ki, aynı ölçüde önemli olan Sendikalar Kanunu, Toplu İş
26
Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu, Toplantı
ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu ve Seçim Kanunu yenilenmemiştir. Oysa bunlar,
gerçekleştirilen anayasal reformları anlamlandıracak ve uygulamaya geçirecek temel
yasalardır. Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun (1961) ve Milletvekili Seçimi
Kanunu (1983), zaman zaman yapılan kısmi ve tikel değişiklikler dışında, Anayasa
değişikliklerden hiç etkilenmedi. Siyasi Partiler Kanunu (1983) açısından da, benzer
bir saptama geçerli. Yasaları Anayasa’ya uygun hale getirmek yerine, tam tersine
1995’te Anayasa md. 67/2’ye “temsilde adalet ve yönetimde istikrar” kaydı düşülerek,
Milletvekili Seçimi Kanunu’ndaki yüzde 10’luk genel baraja anayasal meşruiyet
kazandırılmaya çalışılmıştır.
Aslında, sadece son yıllarda yapılan Anayasa değişiklikleri değil, 1995 değişiklikleri
bile yasa yoluyla uygulamaya yansıtılabilmiş değildir. Örneğin, “Yurtdışında bulunan
Türk vatandaşlarının oy hakkını kullanabilmeleri amacıyla, kanun uygulanabilir
tedbirleri belirler.” (md. 67/2). Ne var ki Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), “türev
kurucu iktidar” olarak kendisine verdiği bu yükümlülüğü, ancak 13 yıl sonra üstelik
alelacele hazırlanan bir yasa ile yerine getirmiş bulunuyor (13.3.2008 tarih ve 5749
no.lu değişiklik kanunu).
C) “YENİ” ANAYASADAN NE ANLAŞILMALI?
Hazırlanan bir anayasa, içerdiği ilkeler, öngördüğü kurumlar ve denge mekanizmaları
bakımından, yürürlükteki metne göre özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal
açılımlar öngörüyorsa, “yeni”dir. İnsan haklarını korumaya elverişli yeni bir devlet
anlayışı için, öncelikle Anayasa’nın hangi toplumda ve hangi dönemde hazırlandığı
önem taşır. Sonra, yürürlükte bulunan Anayasa’da ne gibi tıkanma ve yetersizliklerin
bulunduğu, değer yargılarından uzak kalınarak olgusal açıdan iyi sergilenmelidir.
Nihayet, ilgili ülkenin siyasal sisteminin incelenmesi gerekir; çünkü, toplumsal
sorunlara anayasal çözüm, siyasal gerçeklerin bilinmesi ile mümkün olabilir.
Örneğin, önceki Anayasa’da 4 yıl olarak öngörülen yasama meclisi seçim dönemi
1982 Anayasası’nda 5 yıla çıkarıldığı halde, bu süreyi -tek partinin en yüksek sayısal
çoğunluğu elde ettiği 22. dönem dahil- hiçbir Meclis tamamlayamadı. Bu nedenle,
mevcut normu yenileme gerekçesi önem taşımaktadır.
İçerik üzerine yapılan yenilik analizleri, yönteme ilişkin yeni arayışları da göz ardı
ettirmemelidir. (Bkz. III. Bölüm)
Yeni anayasa, içerik bakımından şu üç düzlemde yenilikler yansıtmalıdır: Kurallar,
kurumlar ve denge mekanizmaları.
1) Hangi yeni kurallar?
Anayasal kurallar (normlar) bakımından yenilikler zinciri, düzenleme konuları ve kapsam
olarak üç ayrı alan göz önüne al›narak belirlenmelidir: İnsan ve yurttaş olarak kişiler
bakımından (özgürlük+hak+eşitlik); devlet organları bakımından (görev+yetki+sorumlul
27
Anayasa Raporu
uk); anayasanın yürürlükte olduğu yeryüzü parçası (ülke) bakımından tasarlanmalıdır.
(Bu üçüncü alan, çevre/doğayı, devlet ve insan topluluğuna karşı koruyucu önlemlerin anayasal düzeyde öngörülme eğilimine denk düşmelidir).
İnsan ve yurttaş olarak kişilere ilişkin düzenlemelerde, hak ve özgürlükleri insan
onuru temelinde ve bir bütün olarak tanımak ve anayasalaştırmak kadar, yeni
güvence ilkelerini, hak ve özgürlükleri koruyucu-ilerletici mekanizma ve kurumları
öngörmek de gerekir. Zira, hak ve özgürlükler, gerek genişleyen yelpazesi, gerekse
onları tehdit edici öğelerin artması sonucu, ne sadece klasik kurallarla, ne de yalnızca
var olan kurumlarla korunabilir. Hak ve özgürlükler çizelgesinin oluşturulmasında
yapılan bölümleme, günümüzde insan haklarının evrimci özelliği gözönüne alınarak
yapılmakta ve bu da kişi hakları ve siyasal haklar (I. kuşak); iktisadi, sosyal ve
kültürel haklar (‹kinci kuşak); çevre, barış ve gelişme hakları (Üçüncü kuşak) şeklinde
somutlaşmaktadır.
Normatif ilkeler, devlet organları bütününe olduğu kadar, ayrı ayrı her birinin görev-yetkileriyle ilgili olabilir. Örneğin, yasama meclisi üyelerinin statüsü ile “yasama
dokunulmazlığı”, yeni anayasal normlarla düzenlenmelidir. Aynı şekilde, Anayasa
Mahkemesi’ne (AYM) bireylerin doğrudan başvuru haklarının tanınması, yeni kuralları beraberinde getirir.
Kuşkusuz anayasaya konulan yeni normlar, yeni kurumları veya mevcutların yeniden
yapılanmasını gerekli kılar; öte yandan, yeni kurumlar da yeni kuralları beraberinde
getirebilir.
2) Hangi yeni kurumlar?
Devlet organlarının erkler ayrılığı ışığında yeniden ve dengeli bir şekilde yapılandırılması; sadece mevcut anayasal kurumlara ilişkin kuralların gözden geçirilmesini
değil, yeni birimlerin kurulmasını da gerekli kılar.
Bu bağlamda flu sorgulama yap›lmal›, yasama organına ilişkin yeni kurallar
konulurken, yapısal olarak da, TBMM’yi mevcut haliyle mi muhafaza etmeli, yoksa
Senato kurularak çift meclisli bir yapıya mı geçilmeli? Bu yöndeki sorgulama, yenilik
arayışını ifade eder. Benzer şekilde, yargı organı açısından; sadece bağımsızlık ve
tarafsızlık ilkelerine ilişkin düzenlemeyle mi yetinilmeli? Yoksa yeni Anayasa’da, “âdil
yargılanma hakkı”nın gerçekleşmesi ereğiyle yargı organlarında yeniden yapılanmaya
gidilmesi de gerekir mi? Yine, üç erkin yanı sıra, çağımızın 4. erki olarak da adlandırılan
uzman-özerk denetim birimleri (bağımsız idarî otoriteler), hangi ilkeler ve hangi
kurumsal yapılarla anayasal statüye kavuşturulacak?
Öte yandan; merkezî yapılanma karşısında, alan toplulukları olarak da adlandırılan
yerel yönetimlerin, anayasal düzenleme tarzı ne olacak? Yurttaşların yerel karar alma
sürecine katılımdaki rolü ne olacak? Devletin doğrudan eylem ve işlemleriyle veya
28
özel güçlerin faaliyetleriyle doğa/çevre üzerinde tahribata yol açmasını engellemek
amacıyla anayasal düzlemde öngörülecek yeni kurallar, kurumlar ve başvuru yolları
neler olacak?
İnsan hakları da kurumsal düzenlemeleri gerekli kılmaktadır. Bu açıdan, Birleşmiş
Milletler ve Avrupa Konseyi belgeleri ve ilkeleri ışığında insan haklarını korumak ve
ilerletmek amacıyla hangi anayasal kurumlar öngörülmelidir? Bu ve benzeri sorulara
gerekçeleriyle birlikte yanıt aranmalıdır.
3) Hangi Denge Mekanizmaları?
Anayasal denge mekanizmaları, ancak yeni kurallar ve kurumlar ekseninde tasarlanacak
“çağdaş bir devlet anlayışı”nı yansıtmaya yönelik olmalıdır:
• Devlet (siyasal ve idarî örgütlenme) ve yurttaşı (toplumsal mekân) birbirine yaklaştırıcı ve her iki kesimin ilişkilerini, yöneten-yönetilen ayrımını törpüleyecek bir
bağlama dönüştürecek düzenlemeler yapılması;
• Devlet organlarını, görev alanları bağlamında birbirini dengeleyici ve uyumlu işleyişini sağlamaya yönelik düzenlemelere yer verilmesi;
• Anayasa ile uluslararası örgütlere geçirilecek yetkilerin yanı sıra, yerel yönetimlere
tanınacak yetkiler bakımından, yetki paylaşımında denge ve denetleme mekanizmalarının öngörülmesi;
• Bu konularda Anayasa Mahkemesi’nin, “hakemlik” yapabilecek bir statü ile yeniden
yapılandırılması, gereği vardır.
• Hak ve özgürlükler de kendi içlerinde dengeli bir biçimde düzenlenmelidir.
• Devlet organlarının yetki ve görevleri ile yurttaşların hak ve özgürlükleri arasındaki
ilişki, devletin varlık nedeninin, bunları korumak ve haklardan yararlanılmasını sağlamak olduğu, hak ve özgürlüklerin devlete karşı korunması gerektiği anlayışıyla
düzenlenmelidir.
Yeni Anayasa yazımında, fren ve denge mekanizmaları, yeni anayasal ilkeler ve kurumlar derecesinde önemli olduğundan, bunları da etraflı bir biçimde tartışmak gerekir.
Bu şekilde, kurallar, kurumlar ve denge mekanizmaları yönünden yeni olması gereken
“özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal anayasa”nın yapım yöntemi de yeni
olmalıdır (Bkz. III. bölüm).
Öncelikle, “Yeni Anayasa İçerik Yönünden Nasıl Olmalıdır?” Sorusu Tart›fl›lmal›d›r.
29
Anayasa Raporu
II. NASIL BİR ANAYASA?
Yeni Anayasa, hangi temel ilkelere dayanmalıdır? Normlar, toplumun ortak temel
değerleri olarak neleri güvence altına almalıdır? Devlet organlarının işleyişine ilişkin
kurallar neler olmalıdır?
Bu amaçla ilkin, Anayasa’nın felsefi temelini oluşturan ilkeler ışığında hak ve
özgürlükler için ölçüt ve devlet organları için de çerçeve niteliğinde genel ilke ve
kurallar belirlenmelidir.
(A) Başlangıç ve genel esaslar, evrenselliği yansıtmalıdır.
(B) Sonra, hak ve özgürlüklerin genel rejimi, Türkiye’nin kazanımları ve uluslararası
ölçütler ışığında belirlenmeli; anayasal hak ve özgürlükler çizelgesi ise, hak ve
özgürlüklere evrimci ve bütüncü bakış açısıyla uyumlu bir sistematik çerçevede
düzenlenmelidir. İnsan hakları koruma mekanizmalarına da yer verilmelidir.
(C) Nihayet, bunları güvence altına alan bir siyasal yapı tasarlanmalıdır. Erkler ayrılığı,
bu yapının sacayağını oluşturmalıdır. Cumhuriyet’in kurumları, insan haklarının
güvencesi perspektifinde yapılandırılmalıdır.
A) BAŞLANGIÇ VE GENEL ESASLARDA EVRENSELLİK
• “Başlangıç” kısmı; elden geldiğince kısa ve özlü olmalı, insan haklarına aykırı
olmayan toplumsal farklılıkları kucaklayıcı, ortaya koyduğu hedefe yönlendirici
biçimde; “Biz, Anadolu uygarlıklarının mirasçısı ve Atatürk’ün gösterdiği çağdaş
uygarlık düzeyine ulaşma ereğiyle birleşmiş Türkiye Cumhuriyetinin kadın ve erkek
yurttaşları olarak, özünde insan onurunun bulunduğu hak ve özgürlüklere dayalı,
eşitlikçi ve barış halinde yaşayan bir toplumu kurmak ve bunu gelecek kuşaklara
emanet etmek amacıyla, bu Anayasa’yı hazırladık” gibi bir cümle ile başlamalıdır.
• Başlangıç, böylece, herhangi bir kişi, kurum ya da değere kutsallık atfetme ya da
meşruiyet kazandırma kaygısı taşımaktan uzak, yurttaşları geleceğe yönelik hedeflerde birleştirici ve bütünleştirici temennilerle sınırlı, Anayasa’ya “toplum sözleşmesi” ve ortak kimlik belgesi niteliğini kazandıracak bir içeriğe sahip olmalıdır.
• Başlangıç, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak dünya barışına katkı idealini de
yansıtmalıdır.
• Yeni anayasan›n “genel esaslar›” k›sm›nda Cumhuriyetin temel ilkeleri; “insan
hakları, demokrasi ve laiklik” ekseninde hukuk devleti ve sosyal devlet ile özdeş
tasarlanmalıdır.
• Egemenliğin kullanılmasına ilişkin düzenlemede, Türkiye’nin taraf olduğu insan
hakları sözleşmeleri ve bu alanda uluslararası kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
yükümlülükleri, iç dinamikleri ve coğrafi konumu da dikkate alınmalıdır. Egemenlik,
30
genel oyun görev değil, bir hak olduğu anlayışıyla ve yarı-doğrudan demokrasi
mekanizmalarına olanak tanıyacak şekilde kaleme alınmalıdır. Egemenlik anlayışı
bakımından, çağdaş anayasalarda saf anlamda millet egemenliği anlayışının terk
edilmiş olması ve giderek halk egemenliği-millet egemenliği anlayışını bağdaştırıcı
formüllerle yap›lan düzenlemeler ışığında, bizde de her iki anlayışı uzlaştırıcı
(Bir tür 1921 Anayasasının egemenlik anlayışının XXI. yüzyıla uygulanması) bir
düzenlemeye gidilmelidir. Bu bakımdan “ulusal egemenlik, onu temsilcileri ve
referandum yoluyla kullanan halka aittir.” şeklindeki 1958 Fransa Cumhuriyeti
Anayasası (md. 3/1) esin kaynağı olabilir.
• Egemenli¤in uluslararas› alana iliflkin yönü bak›m›ndan, yeni Anayasa’nın
milletlerarası antlaşmaların uygun bulunmasına ilişkin maddesine, ulus-üstü
örgütlere üyelik bakımından şu hüküm eklenmelidir: “Egemenliği kullanan
organların yetkilerinin devrini gerektiren uluslararası antlaşmalar ve bu antlaşmalarla
kurulan kurumların bağlayıcı işlemleri yasa ve yasaya eşdeğer diğer düzenlemelerin
üzerindedir.” Bunlara ek olarak, yasama yetkisinin devredilemeyeceğine ilişkin 1982
Anayasası hükmünün de aşılması gerekecektir.
• Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde, Anayasa’nın egemenliğe ilişkin
maddesine şu hükmün eklenmesi önerilebilir: “Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve
insan haklarına saygı temelinde uluslararası işbirliğini amaçlayan andlaşmalar ile
egemenliği kullanan organların yetkilerinin bir kısmı, andlaşmanın gerektirdiği ölçüde
devredilebilir. Bu tür andlaşmalar, ancak halk oylaması ile kabul edildikten sonra
onaylanır”. Bu şekilde hangi tür ulusüstü örgütler için egemenliğin kullanımının
devredilebileceği tanımlandığı gibi, bunların onaylanması aşamasında sadece
yasama meclislerindeki basit çoğunluğun kararı değil, halkın onayı aranacaktır. Bu
düzenlemede egemenliğin “sınırlanması” değil, “devri” kavramına yer verilmesi
de önemlidir; çünkü AB üyeliği, sadece bir egemenlik sınırlaması değil, bunun
çok ötesinde, egemenliğin bir kısmının devridir. (Ayrıca, Anayasa Mahkemesi,
bu tür antlaşmaları, onaylanma aşamasından önce öndenetim yöntemiyle
denetleyebilmelidir. (Bkz.: yargı kısmı).
• İnsan hakları alanında uluslararası hukuk ile ulusal hukuk arasında bir çatışma olduğunda, uluslararası hukukun üstünlüğü ve iç hukukta düzenleme yapılmaksızın
doğrudan uygulanabilirliği açıkça vurgulanmalıdır. Böylece, insan haklarına dayanan hukuk devleti, iç barışa katkısı yanında, yaygın devlet anlayışının gözden geçirilmesini sağlayan bir çatı olarak tasarlanabilir.
• Eşitlik ilkesi, fiili (maddi/gerçek) eşitlik esas alınarak düzenlenmelidir. Tarihsel süreç içinde eşitlik kavramı incelendiğinde, ilk tanımların biçimsel (şekli) eşitlik çerçevesinde yapıldığı, bunu fiili (maddi/gerçek) eşitlik tanımlarının izlediği görülmektedir. Biçimsel eşitlik anlayışının yetersizliği, “gruplar”a ilişkin olumsuzlukların giderilmesi ihtiyacının savunulmasına yol açmıştır. Şöyle ki, kadınlar ve engelliler veya
31
Anayasa Raporu
diğer bazı gruplar, grup olarak uzun yıllardır, daha radikal, grup temelli çözümler
gerektiren dezavantajlar yaşamaktadırlar. Bu nedenle bireyin cinsiyet veya benzeri
özelliklerini göz ardı eden bireysel bakış açısına karşılık, dezavantajlı grup temelli
bakış açısı, bu etmenlerin gözönünde bulundurulmasını ve söz konusu grupların
gerçek durumlarına ilişkin kararlar alınmasını talep etmektedir. Sonuçlarda veya
çıktılarda eşitliği amaçlayan bu tür eşitlik, “fiili eşitlik” olarak adlandırılmaktadır.
Fiili eşitliğin gerçekleştirilmesinde başvurulan yöntemlerden biri, olumlu (pozitif)
ayrımcılıktır.
Yeni Anayasa’da, kadınların gerçek eşitliğinin sağlanması için, “olumlu ayrımcılık”
ilkesi açıkça yazılmalıdır. Ayrımcı düzenleme ve uygulamalara yol açan “cinsel yönelim, cinsel kimlik, aile sorumlulukları, medenî durum, yaş, engelli olma” gibi yeni
nedenler de, ayrımcılık yasakları arasında sayılmalı ve Devlet, eşitliği bütün dezavantajlı gruplar için siyasal, sosyal ve iktisadi yönleri ile her alanda gerçekleştirmek
amacıyla özel ve olumlu önlemler almakla yükümlü kılınmalıdır. Bu maddeye, “hiçbir gelenek, görenek, din ve ideolojinin, hiç kimsenin aşağılanmasını ya da fiziksel
ve ruhsal bütünlüğüne zarar veren eylemlerin yapılmasını haklı göstermeyeceği”
ibaresi eklenmelidir.
• Genel esaslar kısmında, üzerinde egemenlik yetkisinin kullanıldığı Türkiye ülkesinde,
devlet işlem ve eylemlerinin olduğu kadar, insan ve kişi kaynaklı faaliyetlerin
-çevresel de¤erler bak›m›ndan- “sürdürülebilir gelişme” hedefinde düzenlenmesi
gereği vurgulanmalıdır.
B) HAK VE ÖZGÜRLÜKLER
Yeni Anayasa’da önce, hak ve özgürlüklerin hepsi için geçerli hukuki rejim oluşturmak
amacıyla, temel ilkeler belirlenmelidir. Sonra, başlıca hak ve özgürlükler, kuşaklara
göre yapılan bölümleme çerçevesinde düzenlenmelidir.
1) Genel ilkeler
• Anayasa’da hak ve özgürlük ilkeleri, “insan onuru” temelinde “özgürlük-hakeşitlik” üçlüsüyle belirlenmelidir. Aynı şekilde, hak ve özgürlüklerin evrimci
özelliği ışığında, günümüzde tanınan hak ve özgürlükler demeti içinde yer alan
farkl› kategoriler arasındaki ilişki de gözönüne alınmalıdır. Bunlar; insan haklarının
karşılıklı bağımlılığını, bölünemez bir bütün oluşturduğunu, kavrayıcı bir niteliğe
sahip olduğunu gösterir. Yine hak ve özgürlükler anayasada düzenlenirken, bunların
gereklilikleri hukuk-toplum diyalektiği ve etkileşimi bağlamında gözönüne alınmalı
ve geleceğe yönelik olarak, yeni hakları, açıkça tanınmış olanlara dâhil etme yolu
da açık tutulmalıdır. Türkiye’nin üyesi bulunduğu uluslararası örgütler çerçevesinde
hazırlanan ve yürürlüğe konulmuş olan insan hakları belgelerini onaylama sürecinin
hızlandırılması amacıyla, örneğin, imzalanmış olanların onaylanması açısından
azami bir süre kaydının Anayasa’ya eklenmesi önerilebilir.
32
• Hak ve özgürlükler düzenlenirken, sınırlamada bir kategoriden diğerine değişen
farklılaştırıcı kurallar (kademeli sınırlama ilkesi) gözönüne alınmalıdır. Zira, hak ve
özgürlüklerin sınırları, ilgili özgürlüklerin öznesine, konusuna ve kullanım alanına
göre değişir.
• Sınırlamada farklılaşmaya gidilirken, ilgili hak ve özgürlükleri hangi ilişki türünün
biçimlendirdiği dikkate alınmalıdır: Sadece yurttaş-devlet değil, yatay ilişkiler (kişigrup, kişi-kurum, kişi-çevre, kişi-iktisadî faaliyetler) düzleminde de, insan hakları
ihlâllerini önleme gereği benimsenmelidir.
• Anayasal nedene bağlılık ilkesinin çerçevesi, yeni Anayasa’da açıkça belirlenmelidir.
Her bir özgürlük için öngörülen “özel sınırlama nedenleri” dışında, yasanın başka
neden yaratamayacağı belirtilmelidir. İlke, şu şekilde yer alabilir: “Anayasa,
özgürlüğün sınırlama nedenlerini sayma yoluyla saptar; yasa ise, nedenleri
somutlaştırmaktan öteye geçemez”.
• Olağanüstü yönetim hallerine ilişkin düzenlemeler, hukuk devletinin vazgeçilmez
ilkeleri ve uluslararası standartlar ışığında yapılmalıdır. Olağanüstü durumlarda
hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına karşı mevcut güvence ölçütlerinin yanısıra
yargısal denetim ilkelerine açıkça yer verilmelidir. Yargısal denetimin etkililiğini
sağlayan araçlardan “yürütmeyi durdurma” yetkisi kayıtlanmamalıdır.
• İnsan haklarının güvenceleri konusunda, şu üç boyut (veya aşama) anayasaya
açıkça yansıtılmalıdır: Güvence ölçütleri, başvuru yolları ve insan haklarını koruyucu
kurumlar. Bu çerçevede, uluslararası koruma sistemlerine yollama yapılarak, bunların
sağladığı güvencenin altına inilemeyeceği belirtilmelidir.
Hak ve özgürlüklerin genel rejimi, 1982 Anayasası’nın ilk halinden bu yana önemli
ölçüde değişime uğramıştır. Örneğin, hak ve özgürlüklerin genel rejimini düzenleyen
13 ve 14. maddeler 2001’de yeniden yazılmış ve güvence yönünde pekiştirilmiştir.
Hak ve özgürlüklerin sınırlanması ve güvencelerini düzenleyen madde 13 ile, olağanüstü yönetim usûllerinde hak ve özgürlüklerin kullanılmasının durdurulmasını
düzenleyen madde 15’in, genel çizgileriyle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS)
ile uyumlu olduğu söylenebilir. Fakat Anayasa’nın hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını düzenleyen 14. maddesi, karşılığı olan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin
17. maddesinden farklılıklar içermektedir. Maddenin 2. fıkrası, Sözleşme ile uyumlu
iken birinci fıkrasına denk düşecek bir düzenleme Sözleşmede bulunmamaktadır. 1.
fıkrada korunan ilkeler, zaten Anayasa’nın değişmez olan 2. ve 3. maddelerinde yer
almaktadır, bu ilkelerin ayrıca kötüye kullanma yasağını düzenleyen 14. maddede yer
alması, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlanmasına kaynak oluşturmaktadır. Bu
nedenlerle, 14. maddenin birinci fıkrasındaki düzenlemeye benzer bir maddeye yer
verilmesine gerek bulunmamaktadır.
Onaylanan sözleşmelerin iç hukuktaki yeri ve değerine gelince; mevcut düzenleme,
konuya ilişkin çerçeveyi sağlamaktadır:
33
Anayasa Raporu
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler
içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır.”
Anayasa madde 90/son’a 2004’te eklenen bu cümle, onaylanan insan hakları
sözleşmeleri ile yasalar arasında farklı düzenlemeden kaynaklanan bir uyuşmazlık
çıkması durumunda, sözleşmelerin “kendiliğinden”, “doğrudan” ve “öncelikle”
uygulanmasını, anayasal bir zorunluluk olarak öngörmüştür. Onaylanmış olan
sözleşmelerin uygulanması için, ilke olarak, onları iç hukuka aktaran bir yasal
düzenlemenin ayrıca yapılması gerekmez. Kısacası, yaklaşım olarak korunması gereken
bu anayasal düzenlemeyle, “uluslararası” sözleşmeler, iç hukukumuz bakımından
yasa üstü bir nitelik kazanmıştır.
Öte yandan sözleşmeler, oluşturdukları denetim organlarının kararlarıyla somut
durumlara uygulandığı için, bu kararlar gözönüne alınmalıdır. İnsan hakları
sözleşmelerinin, hak ve özgürlükler yönünden “alt sınır” ya da “asgari çerçeve”
(ilerisine geçilebilecek, ama gerisine düşülemeyecek minimum standart) oluşturmaları
nedeniyle, uygulanırken sözleşme metinleriyle yetinilmemesi ve denetim organlarının
kararlarına aykırı biçimde yorumlanmaması gerekir.
2) Kişi özgürlükleri ve siyasal haklar
• Klasik kişi hak ve özgürlüklerinin korunması için, artık devletin sadece müdahale
etmemesi (hareketsizliği) yeterli gelmemektedir. Bu gerçekten hareketle, şu iki
etken gözönüne alınmalıdır: a) Bu hakların da, devletin ve kamu makamlarının
kendilerine düşen yükümlülüklerini yerine getirmesiyle gerçekleşebileceği; b) Yatay
(özel kişi ve gruplar arası) ilişkilerde de, bu hak ve özgürlüklerin öne sürülebilirliği
ve korunması gereği.
• Bu çerçevede düzenleme, üç alt başlıkta toplanmalıdır: a) Kişi özgürlükleri: yaşama
hakkı ekseninde kişinin maddi ve manevi alanını kapsayan bedensel ve düşünsel
özgürlükler; b) Toplu (kolektif) özgürlük ve haklar: gerek geçici gruplaşmalar
(toplantı ve gösteri), gerekse örgütlenme (dernek) özgürlükleri; c) Siyasal haklar:
klasik haklar (yurttaşlık, seçme, seçilme, siyasal partiler, vb.) yanında, bilgilenme
ve katılım hakları da güvence altına alınmalıdır.
a. Kişi Özgürlükleri
Yaşama hakkı, beden bütünlüğü, işkence ve kötü muamele yasağı: Yaşama hakkının
dokunulmazlığı ve beden bütünlüğü pekiştirilmelidir. Yaşama hakkını düzenleyen
Anayasa’nın 17. maddesi, yaşama hakkının yanı sıra; beden bütünlüğü; işkence,
eziyet, insan onuruna aykırı ceza ve muamele yasağını; kişinin maddi ve manevi
varlığının korunmasını bir arada düzenlemektedir. Bunlar, ayrı haklar olarak İnsan
34
Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararları doğrultusunda ve ‹nsan Haklar› Avrupa
Sözleflmesi (İHAS) ile uyumlu olarak düzenlenmelidir.
Silah ve zor (güç) kullanımı: ‹HAS ile uyum bakımından, yaşama hakkı yeniden ele
alınmalıdır. Yaşama hakkını düzenleyen 17. maddede belirtilen bazı sınırlı hallerde
silah kullanma yetkisinden de söz edilmektedir. İHAS’ta da benzer hüküm bulunmakla
birlikte, anayasal düzenlemenin İHAS’ın 2. maddesinden ayrıldığı noktalar vardır.
Üç bak›mdan: Birincisi, İHAS’ta sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin
verdiği emirlerin uygulanması hali, güç kullanmayı meşru kılan nedenlerden biri
olarak sayılmamaktadır. Sayılan haller, a) gayrımeşru şiddete karşı kişinin korunması,
b) başkalarının yaşamlarına yönelik doğrudan tehlike oluşturma nedeniyle verilmiş
hukuka uygun tutuklamayı yerine getirmek veya hukuka uygun olarak tutulmuş kişinin
kaçmasının önlenmesi ve c) ayaklanma veya isyanı hukuka uygun olarak bastırmaktan
ibarettir. İkincisi, İHAS’ta güç kullanımının ancak “mutlak olarak zorunlu” (absolutely
necessary) olduğunda mümkün olduğu belirtilmektedir. Bu ifade, güç kullanımının
ölçülü ve orantılı olmasını gerektirmektedir. Oysa 1982 Anayasası’nda, “kanunun
cevaz verdiği zorunlu durumlarda” silah kullanmaktan söz edilmektedir. Bu ifade
tarzı, bazı belirsizlikler yaratmaya elverişlidir. Şöyle ki, zorunluluğun tespiti kanuna
bırakılmış gibi bir anlama yol açmakta, kanun koyucuya takdir alanı tanınmış gibi
bir izlenim yaratabilmektedir. Son olarak, İHAS’ta silah değil, güç kullanmadan söz
edilir; bu ise daha geniş bir kavramdır. Zira İHAS sadece silah kullanma için sınırlama
getirmez, bütün güç kullanım türlerini kapsar ve -koşullar ne olursa olsun- orantılılık
esasını benimser.
Bedene müdahale: Anayasanın 17. maddesi, beden bütünlüğüne müdahale yasağı getirmekle birlikte bunun istisnalarını da belirtmektedir. Maddeye göre, “tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı hallerde” vücuda müdahale edilebilir. Bağlaç olarak (veya)
değil (ve) kullanıldığı için, bu ifadeden iki ayrı halden mi söz edildiği, yoksa tıbbi
zorunluluğun kanunda düzenlenmesinin mi öngörüldüğü çok açık değildir. Eğer iki
ayrı istisna olarak kabul edilirse, yasa koyucuya çok geniş bir takdir alanı bırakıldığı
söylenebilir. Bu durumda, müdahalenin kanunda belirtilmesi yeterli olacaktır, vücuda
müdahalenin herhangi sınırı yoktur. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir: Tıbbi zorunluluk, bilinci açık olmayanlar veya küçükler ya da akıl hastaları için hastanın kendi
rızası olmadan bedene müdahaleyi haklı kılmaktaysa da, bugün modern dünyada
kişinin özerkliğine verilen önem nedeniyle yukarıda belirtilen durumlarda olmayan
hastanın iradesi hilafına (müdahale edilmediği takdirde kendisine yönelik yaşamsal
tehlike doğacak olsa dahi), sadece tıbbi zorunluluk gerekçe gösterilerek müdahale
edilmesi kabul edilmemektedir. Bu nedenle, “tıbbi zorunluluğu”, sadece yetişkin olmayanlar ve yetişkin hastanın iradesinin belirlenemediği durumlar ve başkalarının
sağlığını tehlikeye sokan durumlarla sınırlamak gerekir.
Zorla Çalıştırma: Zorla çalıştırma ile ilgili düzenleme, artan ülke içi ve uluslararası
kadın, çocuk, engelli ve göçmen kaçakçılığı ve ticareti, ayr›ca bu grupların cinsel ve
35
Anayasa Raporu
ekonomik sömürüsü hususları ve bu konuyla ilgili BM, UNICEF, Uluslararası Çalışma
Örgütü (UÇÖ /ILO), Uluslararası Göç Örgütü (UGÖ) ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)
belgeleri gözönünde bulundurularak, “Zorla çalıştırma, zorunlu çalışma ve kölelik
yasağı” başlığı altında düzenlenmeli; bu maddede hiç kimsenin zorla veya mecburen
çalıştırılamayacağına, köle olarak tutulamayacağına, ekonomik veya cinsel sömürü
veya cinsel istismar amaçlarıyla mağdur edilemeyeceğine/ kullanılamayacağına,
angaryanın yasak olduğuna yer verilmelidir.
Kişi özgürlüğü ve güvenliği: Kişi özgürlüğü ve güvenliği ile ilgili olarak da, Anayasanın
19. maddesi, İHAS ve İHAM kararları doğrultusunda gözden geçirilmelidir. Özellikle,
gözaltı süreleri bakımından 2001 Anayasa değişikliği ile İHAM kararları doğrultusunda önemli gelişmeler olduysa da, olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde
gözaltı süresine hiçbir üst sınır getirilmemesi eleştirilebilir. Ayrıca, bu tür olağanüstü
durumlarda, gözaltı güvencelerine Anayasanın 15. maddesi çerçevesinde daha geniş
sınırlamalar getirilebilme ihtimalinin bulunması, gözaltı süresine üst sınır getirilmemesinin sakıncalarını artırabilir. Üst sınır getirilse dahi, şüpheliye yönelik minimum
güvenceler (işkence olasılığını bertaraf edebilmek için, şüphelinin tıbbi muayeneden
geçirilmesi gibi) korunmalıdır.
BM sözleşmeleri gözönünde bulundurularak, kişi özgürlüğü ve güvenliğini düzenleyen maddelere, insan ticareti ve zorla evlendirmenin yasak olduğu eklenmelidir.
Özel yaşam ve kişi özerkli¤i: Özel yaşam, sadece gizlilik ilkesiyle, bütünüyle koruma
altına alınamaz. Özel yaşam, aynı zamanda kişinin özerk alanının da korunmasını
içerir. Örneğin ismi, cinsel yaşamı ve cinsel tercihleri, kişisel gelişme hakkı, diğer
insanlarla sosyal ilişki kurma ve geliştirme hakkı, kendi bedeni ve yaşamı üzerindeki
kararları, belirtilen bu özerk alan içine girer. Anayasanın 20. maddesinde, “herkes özel
hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir” denilmekle
birlikte, maddenin devamında sadece özel yaşamın gizlilik boyutuyla ilgili düzenleme
yapılmıştır. Maddenin başlığı da, “özel yaşamın gizliliği”dir. Bu nedenle, madde sadece
özel yaşamın gizliliğini koruyor gibi algılanmaktadır. Oysa tam tersine, özel yaşamın
özerklik boyutu alenidir. Özel yaşam, sadece gizlilik boyutu ile yetinilmeksizin, kişinin
özerk alanı olarak da korunmalıdır. Özel yaşama ilişkin Anayasa maddesi, İHAS’ın 8.
maddesindeki düzenleme ve onun uygulamaya yansıma şekli temel alınarak yeniden
gözden geçirilmelidir.
Düşünce özgürlükleri ve ifadesi, demokratik toplumun vazgeçilmezi olarak
güvencelenmelidir. Düşünce özgürlüğü, insan haklarının sert çekirdeği güvencesinden
yararlandığı için, herhangi bir düzenlemeye tabi tutulmaksızın, sadece güvence
kaydı ile yetinilmelidir. Düşünce ve kanaatlerin dışavurumunda (ifade özgürlüğü)
ise, şiddete veya suça çağrı, ırkçı söylem, hoşgörüsüzlük (kin ve nefret söylemi),
hakaret ve sövme ya da özel yaşamı ve yargı tarafsızlığını ihlâl eden ifadeler koruma
alanı dışında tutulmalı, özgürlük genel bir ilke olarak alınmalıdır. Bu bağlamda yeni
36
anayasanın düşünce ve ifade edilmesi özgürlü¤üne ilişkin maddesinde, hakkın etkili
bir biçimde kullanılması ile bağdaşmayan sınırlama nedenlerine, özellikle “düşünce
suçu” yaratmaya yol açacak hükme yer verilmemelidir.
Düşünce özgürlüğünün uzantıları olan basın ve görsel-işitsel iletişim ve sanatsal yaratma özgürlüklerinin ilkelerine de bu kısımda yer verilmesi, yerinde olur.
Basın özgürlüğü: Haber alma, haber verme ve düşünce açıklama gibi yollarla kullanılan
basın özgürlüğü, Türkiye’de öteden beri çok büyük sorunlarla karşı karşıya kalan
bir özgürlüktür ve halen bu yöndeki uygulama sürmektedir. Gerçekten bugün de
basın ve yayın faaliyetleri; dağıtımın önlenmesi, yayının durdurulması gibi önleyici
tedbirler; zoralım, imha, kapatma, hukuk ve ceza davaları gibi sonraki tedbirler ya
da yaptırımlarla iyice kıskaca alınmış bulunmaktadır. Bu durum, Türkiye’de basın
özgürlüğünün ne denli sınırlanarak baskı altına alınmış bulunduğunu göstermektedir.
Bu gibi baskı önlemleri ve yaptırıma uğrayan sayısız gazete, dergi ve kitap vardır.
1982 Anayasası’nın 28. maddesi, özgürlük ilkesinin ardından 7 uzun fıkrayla bu
özgürlüğü öylesine sınırlamıştır ki, bunlar 1. fıkrayla bir çelişki yaratacak boyutlara
varmıştır. Örneğin 2004 yılında kabul edilen yeni Basın Kanunu’nda süreli ve
süresiz yayınların “toplatılması” hali kaldırılmış olmasına rağmen Anayasa’nın 28.
maddesinde muhafaza edilmektedir.
Bunun yanında, basında tekelleşme gibi, kendi içinden gelen fiili bir sınırlama daha
vardır. Bazı anayasalar, basın özgürlüğünü güvence altına alabilmek için bu sektördeki tekelleşmeyi önleyici düzenlemeler yapmışlardır. Bunlar, İspanya (md. 20), Macaristan (md. 61/4), Portekiz (md. 38) ve Yunanistan (md. 14/9) Anayasalarıdır. Yeni
anayasada da bu gibi önlemlerin yer alması, basın özgürlüğü ve özellikle halkın haber
alma özgürlüğü ve gerçekleri öğrenme hakkı çoğulculuk ilkesi ekseninde güvenceye
kavuşturacaktır.
Basın özgürlüğü,sadece milli savunmanın gizliliği, başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması, suça teşviki önlemek ve yargı görevinin yerine getirilmesini sağlamak,
savaş propagandası ve şiddet eylemlerini kışkırtma, insanlığa karşı suçlar, ayrımcılık,
düşmanlık ve ırkçı veya dinsel nefret duygularının kışkırtılması nedenleriyle sınırlanabilir.
Görsel ve işitsel iletişim özgürlüğü: Radyo ve televizyon araçlarıyla kullanılan bu özgürlük, ilk kez Anayasa md. 133’teki TRT tekelinin 1993’te yapılan değişlikle kaldırılması
ve bu alanın özel girişimcilere açılmasıyla anayasal bir güvenceye kavuştu.
Öte yandan md. 133’ün bugünkü durumuna göz atıldığı takdirde, bir Radyo-Televizyon
Üst Kurulu (RTÜK) kurularak, radyo ve televizyon yayınlarının düzenlenmesi ve
denetlenmesi yetki ve görevinin bu kurula verildiği görülmektedir. Anayasa, bu
kurulun yetkilerinin düzenlenmesini hiçbir sınır göstermeden kanuna bıraktığı için,
bu konuyla ilgili özgürlükler 3984 sayılı Kanun’da yer yer aşırı biçimde sınırlandırılmış
ve RTÜK’na verilen yetkiyle uyarı, açık şekilde özür dilenmesi, program yayınını
37
Anayasa Raporu
durdurma, idari para cezası verilmesi, yayın ilkelerinin ihlalinin tekrarı halinde ise
idari para cezalarının arttırılması yayın izninin bir yıla kadar geçici durdurulması
veya yayının süresiz durdurulması veya yayın lisansının iptali gibi, özgürlükler rejimi
(özellikle md. 13) bak›m›ndan anayasal sınırları aşan çok ağır yaptırımlara da yer
verilmiştir.
Görsel ve işitsel iletişim özgürlüğü, özerk ve yansız bir kurulun gözetiminde
kullanılmalıdır. Anayasa md. 133’te RTÜK’ün özerkliğe sahip olduğunun belirtilmiş
olmasına rağmen, bu maddede 2005 yılında yapılan değişiklikle eklenen hükme
göre, Kurul üyelerinin çoğunluğu, TBMM’deki çoğunluk partisinin güdümünde
belirlenmektedir. Hele son iki yasama döneminde 3984 sayılı yasada yapılan
değişikliklerle çoğunluğu tek başına elinde tutan siyasal partinin RTÜK’daki temsili
mutlak bir nitelik kazanmıştır. Önerimiz, Kurul’un yapısının tarafsızlık ve özerklik
ilkelerinin gerçekleşmesini sağlayacak biçimde değiştirilerek, siyasal partilerin
güçleriyle orantılı temsil edilmesinin sağlanması, üniversitelerden ve medyadan da
temsilciler alınmasıdır. Her halükârda, aday olma koşulları, yasa tarafından liyakat ve
uzmanlık esasına göre belirlenmelidir. Öte yandan, başbakan ve onun görevlendireceği
bakanlara tanınmış bulunan “Yayınların Men Edilmesi” yetkisi kaldırılmalıdır.
“Radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek, kullanılabilir frekansların ulusal
düzeyde adil dağılımına olanak vermek kaydıyla” düzenlenmelidir. Bu düzenleme, bu
alanda tekel oluşturmayı engelleyici olmalıdır.
Çoğulculuk, tarafsız yayın ve nesnellik ilkeleri Anayasa’da öngörülmeli, bunlara
ilişkin düzenleyici esaslar yasaya bırakılmalıdır. Düzenlemede, halkın gerçekleri
öğrenme hakkı ve doğru haber alması, farklı görüş ve düşüncelere özgürce ulaşması,
kamuoyunun serbestçe oluşumunu sağlayıcı önlemler belirleyici olmalıdır.
Bu özgürlükler ancak, insan onuruna ve haklarına karşı saygısızlık, savaş propagandası
ve şiddet eylemlerini kışkırtma, insanlığa karşı suçlar, ayrımcılık, düşmanlık ve ırkçı
veya dinsel nefret duygularının kışkırtılması nedenleriyle sınırlanabilir.
Sanatsal yaratma özgürlüğünde önde gelen sorun, Anayasa md. 27’de ve yürürlükteki
mevzuatta yer alan sınırlayıcı ve yasaklayıcı hükümlerden kaynaklanmaktadır.
Yürürlükteki mevzuatta, özellikle sinema, video, tiyatro ve müzik eserlerinin, idareye
geniş yetkiler tanıyan yasa hükümleri nedeniyle ağır bir biçimde sansüre tabi
tutulması ve engellenmesinde, anayasal düzenlemenin payı bulunmaktadır.
Anayasa’da sanat özgürlüğünün doğasıyla bağdaşmayan düzenleme biçimi ve
kayıtlanma nedenleri ayıklanmalıdır. Sanatsal yaratma özgürlüğü maddesi yeniden
yazılmalı ve Anayasa’da yer alan sınırlama ve kayıtlamaların yasalarla genişletilmesine
olanak vermeyen bir düzenleme öngörülmelidir.
Sinema filmlerinin gösterimi konusunda; Anayasa, mevzuatın “bir filmin gösteriminin
Cumhuriyetin Anayasada gösterilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milletiyle
38
bölünmez bütünlüğüne, genel ahlâka, genel sağlığa ve kamu düzenine aykırı
bulunması halinde hakim kararıyla, gecikmesinde sakınca olan hallerde de bakanlık
veya mülki idare âmirliklerince eser yasaklanır ve kanuni takibat açılır” yolunda
hükümler içermesine zemin yaratmaktadır. Yine, Değerlendirme ve Sınıflandırma
Kurulu’nu, ülke içinde yapılan veya ithal edilen sinema filmlerinin ticari dolaşıma
ve gösterime sunulmadan önce sansür yetkisi veren düzenlemeler de, kaynağını
Anayasa’dan almaktadır.
Sonuç olarak, sanat özgürlüğünün kullanılmasını çok zorlaştıran ve bu nedenle bizzat
Anayasada sınırlamanın sınırı olarak konmuş bulunan “temel hak ve hürriyetlerin
özüne dokunulmaması kuralı” ile “ölçülülük kuralı” gibi önemli kurallara aykırı sınırlamaların, yapılacak yeni anayasada yer almaması gerekir.
Sanatsal yaratma özgürlüğü sınırlanabilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, konunun iki farklı öğesi (ya da boyutu) arasında ayrım yapmak gerekir: ifade yönü ve
işletme yönü.
‹fade yönü: Her sanatsal faaliyette, bir dışavurum söz konusudur. Söz, yazı, resim,
şekil, gösteri, jest, mimik, vb. Bunlar, sanatsal ifade özgürlüğünden yararlanır.
Bireysel veya kolektif kullanım mümkündür. Bilindiği gibi İHAM da, şiir için “sanatsal
ifade özgürlüğü” deyimini kullanarak, sanatsal etkinlikleri, ifade özgürlüğüne tanınan
güvence alanına dâhil etmiştir. Bu açıdan, sanatsal ifade özgürlüğü, gerek sinema
ve tiyatro gibi, gerek sanatsal etkinlikte bulunanlar açısından ve gerekse hitap
edilen kitle bakımından kolektif özgürlük öğeleriyle birlikte öne çıkar. Bu nedenle
de “ifade özgürlüğünün toplu kullanımı”na ilişkin düzenleme öğeleri bunlar için de
öngörülebilir. Sınırlama nedenleri olarak, sadece ırkçı söylem, şiddet ve suça teşvik
benimsenebilir.
Konunun ikinci boyutu şudur: Sanatsal yaratma özgürlüklerinin bir kısmı, özellikle
sinema ve tiyatro gibi görsel sanatsal faaliyetler, yatırım-tesisler ve bunların işletilmesi
kapsamında bir tür alt yapı tesislerini de gerekli kılar. Bu nedenle, İHAS md. 10,
ifade özgürlüğü ilkesini vurguladıktan sonra, devletlerin “sinema işletmelerini bir
izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir” kaydını koymuştur. Bu kayıt, 1982
Anayasası’na, -farkına varmadan veya bilerek- “... sinema veya benzeri yollarla yapılan
yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir” kaydına dönüştürülmüştür.
(md. 26/I). [Bu fıkra, AKP tarafından 2007 y›l›nda hazırlatılan T. C. Anayasa Önerisi’ne
de aynen aktarılmış bulunuyor].
Oysa “işletme”ye getirilen kayıtlamanın “yayın” için kullanılması, sanat özgürlüğü
için tehdit oluşturduğu gibi, söz konusu etkinlik ortamına ilişkin düzenlemelerin
gevşek kalması sonucunu doğurabilmektedir. Bu nedenle, yeni Anayasa’da sanatsal
yaratma, düşünce özgürlüğü ve ifadesine ilişkin güvencelerden yararlandırılmalı; kayıtlama ise, İHAS’ta olduğu gibi sadece “işletme” açısından düşünülmelidir.
39
Anayasa Raporu
Vicdan, inanç ve din özgürlükleri: İnancı açıklamama özgürlüğü, insan haklarının sert
çekirdeğinin sağladığı güvenceden yararlanmalı, buna karşın ibadet ve âyin vb. dışa
vurumlar, düzenleme ve sınırlama konusu yapılmalıdır. Din değiştirme ve din dışı
kalma özgürlüğü de, Anayasa’da açıkça güvencelenmelidir.
Din, inanç ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen madde 24, 1982 Anayasası’nda herhangi
bir sınırlama nedenine yer vermemekte, hakların kötüye kullanılmasını düzenleyen 14.
maddeye gönderme ile yetinmektedir. Oysa, 24. maddenin son fıkrasında, zaten kötüye
kullanmayla ilgili bir düzenleme bulunmaktadır. Bu nedenle, yeni Anayasa’da, bir
başka maddeye gönderme yerine, 1961 Anayasası’nda ve İHAS’ta olduğu gibi, meşru
sınırlama nedenleri (kamu düzeni, genel sağlık, başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması) eklenmelidir. Lâiklik, özgürlüklerin güvencesi, devletin tarafsızlığı ve
inançlar ile inançsızlıkların devlet karşısında eşitliğidir. Lâikliğin, devletin hiçbir
dini resmi olarak tanımaması ve mali yardımda bulunmaması kadar, farklı dinsel
ve diğer inançlara (ateistler, agnostikler, septikler, pasifistler gibi) eşit mesafede
olmayı da gerektirdiği vurgulanmalıdır. Anayasa’da hem hak ve özgürlükler, hem de
Cumhuriyetin temel kurumları, lâikliğin bu özellikleri ışığında düzenlenmelidir.
Hak arama ve adil yargılanma hakkı tanınmalıdır: Hakların korunması ile ilgili hükümler
arasında yer alan hak arama özgürlüğüne, 2001 değişikliği ile sadece ad olarak âdil
yargılanma hakkı dâhil edilmiştir. Ancak, adil yargılanma hakkının öğeleri ile birlikte
ayrı bir madde olarak açıkça düzenlenmesi yararlı olacaktır. Öte yandan, hak arama
özgürlüğüne ilişkin maddeyi işlevsiz kılacak sınırlamalara yer verilmemelidir.
b. Toplu özgürlük ve haklar
Toplu özgürlük ve haklar ise, çoğulcu siyasal rejimin ve demokratik toplumun
vazgeçilmez öğeleri olduğu kabul edilerek düzenlenmelidir. Gerek örgütlü (dernek,
vakıf, sendika, vb.), gerekse geçici (toplantı ve gösteri) toplu özgürlükler, aynı
zamanda İHAM’ın tanımıyla, “ifade özgürlüğünün toplu kullanımı” anlamında
“serbestlik esas, sınırlama istisnadır” ilkesinden yararlanmalıdır. Düzenlenmesine
ilişkin kayıtlar, bu özgürlüklerin kullanımını zorlaştırıcı bir karaktere dönüşmemelidir.
Bu özgürlüklerin sınırlanmasında, “kamu düzeni”nin korunması ve “demokratik
toplum bakımından zorunluluk” ilkeleri belirleyici olmalıdır. Ölçülülük ilkesi, toplu
özgürlüklerin (özellikle gösteriler) kullanımı sırasında alınan önlemler açısından
taşıdığı önem ışığında ayrıca güvencelenmelidir. Toplu özgürlükler başlığı altında,
demokratik yurttaş girişimlerine ilişkin hükümlere yer verilmeli; dernek, vakıf vb.
şekillerde örgütlenmemiş olan platform vb. sivil toplum girişimleri birlikte güvence
altına alınmalıdır. Buradaki amaç, geçici toplulukların ötesine geçen, ama tüzel kişilik
sahibi olmayan kişi gruplarının anayasal statü ve güvenceye kavuşturulmasıdır.
Gerek örgütlü (dernek), gerekse geçici (toplantı-gösteri yürüyüşü) kolektif özgürlükler
için güvenceli bir düzenleme yap›lmas›n›n önemi, bir yandan düşünce-ifade
özgürlüğünün ayrıcalıklı aracı olmalarından, öte yandan da siyasal partiler, sendikalar
gibi dernek türevi olan örgütler için çerçeve oluşturmalarından kaynaklanır.
40
c. Siyasal Haklar
• Anayasal yurttaşlık tanınmalıdır: Anayasanın tüm yurttaşlarca sahiplenilmesini
sağlama ereğiyle, herhangi bir etnik aidiyeti referans almaksızın, yurttaşlık hakkı
tanınmalıdır. Böylece, Anayasa’nın sadece toplumsal sözleşme metni olarak değil,
aynı zamanda “ortak kimlik belgesi” olarak algılanması, anayasal yurtseverlik
bilincinin gelişimini de besleyebilir. Siyasal haklar bakımından, “Türkiye Cumhuriyeti
yurttaşlığı”, kapsayıcı ve farklılıklara olanak tanıyıcı kimlik olarak tasarlanmalıdır.
Anayasal yurttaşlığa açılımı kolaylaştırmada biri anayasal bağlam, diğeri dilsel
(linguistik) olmak üzere, iki olumlu özelliğimiz vurgulanmalıdır: Cumhuriyet anayasa
geleneği, hatta yürürlükteki anayasal bağlam, kapsayıcı yurttaşlık tanımına elverişli
bir hukuksal zemin oluşturmaktadır. Şöyle ki; ülkenin adı “Türkiye”, devletin adı
“Türkiye Cumhuriyeti” olduğuna ve hatta bu ad ve deyimler değişmez anayasal
hüküm olarak tescil edildiğine göre, kişiyi devlete bağlayan bağ açısından “Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşlığı” kavramının kullanılması, sadece bir olanak değil, anayasal
bir çelişkinin giderilmesi bakımından da bir gerekliliktir. Kullanılan sözcük açısından
ise; yurttaş veya vatandaş, Fransızca (citoyen) veya İngilizce’de (citizen) olduğu
gibi bir beldeye veya kente bağlılığı çağrıştıran indirgeyici bir kavram olmanın çok
ötesinde, Türkçe’de “ülke” ile özdeşleşen bir anlam yüklenmiştir: yurt-taş, vatan-daş.
Bu formül, birey-devlet ilişkisini somutlaştıran siyasal bağın belli bir etnik temele
göre değil, toprak temelinde ülkesellikle örtüşen, kapsayıcı bir anlamı yansıtır.
Böylece, kan bağına değil, toprak esasına göre kurulacak milliyet bağı, modern
yurttaşlık kavramına da denk düşecektir. Gönüllü ve eşit yurttaşlık, anayasal
sadakati ve iç barışı pekiştirici bir işlev de yüklenebilir. Özelliği gereği Anayasal
bir kavram olan yurttaşlık, aynı zamanda hak ve özgürlük özneleri yönünden ayrım
yapmama ve eşitleyici işlevle özdeşleşmektedir.
• Yabancıların hak ve özgürlüklerden yararlanmasında; yurttaş ve yabancı arasındaki
farklar, demokratik devletlerde giderek azalmaktadır. Karşılıklılık ilkesinin, bazı siyasal haklara yönelik istisnalar dışında, insan hakları alanında yabancılar açısından
sınırlamalara gerekçe oluşturamayacağı vurgulanmalıdır. Sosyal ve çevresel hakların da, artık yurttaşlık statüsü ile sınırlı anlaşılmadığı gözönüne alınmalıdır. Siyasal
haklar açısından ise, Türkiye’de yasal olarak ikamet eden yabancıları yurttaşlık statüsüne yaklaştırıcı olanaklara da yer verilebilir. Örneğin, yerel yönetim seçimlerinde, Türkiye’de ikamet etmesine izin verilen yabancılara da oy hakkının tanınması
gibi.
• Sığınma hakkı da, anayasal düzlemde güvence altına alınmalıdır. Siyasal görüşü nedeniyle ülkesinden ayrılmak zorunda kalan veya iadesi durumunda işkence ve kötü
muameleye maruz kalması muhtemel kişi ve gruplar, sınır dışı edilmemelidir.
• Seçme ve seçilme hakkı: Siyasal haklardan özellikle seçilme hakkı bakımından, kadın
erkek eşitliğinin hayata geçmesini sağlayacak nitelikte, kota uygulamasını içeren
olumlu (pozitif) ayrımcılığa yönelik bir düzenlemeye yer verilmelidir. Seçme hakkı
41
Anayasa Raporu
bakımından, uygulanacak seçim sisteminde temsilde adalet ilkesinin ön plana
çıkarılması sağlanmalıdır. Ayrıca, seçim çevrelerinden çıkacak milletvekili sayısı
belirlenirken nüfus değil, seçmen sayısı dikkate alınmalıdır. Bu çerçevede, küçük
iller ile büyük iller arasında, verilen oyların ağırlığı bakımından büyük illerdeki
seçmenlerin aleyhine ortaya çıkmakta olan aşırı eşitsizliği dengeleyecek bir
düzenleme Anayasada yer almalıdır. Halkın iradesini ülke genelinde temsili organa
yansıtmaya elverişli bir seçim yasas›na ilişkin temel ilkeler belirlenmelidir.
• Siyasi partiler: Siyasi partiler, demokratik siyasi yaşamın vazgeçilmez
unsurlarındandır. Bu nedenle, siyasi partilerin kapatılma koşulları güçleştirilmelidir.
Örneğin, kapatma dışındaki daha hafif yaptırımların kapsamı genişletilebilir (para
cezası, gelecek ilk seçimlere girmeme yaptırımı gibi) ve yaptırımlar bakımından
kademeli bir sistem uygulanabilir. Kapatma ise, en son çare olarak düşünülmelidir.
İHAM kararları doğrultusunda insan hakları veya demokrasiyi ortadan kaldırma
amacı güdülmedikçe veya şiddete çağrı niteliğinde eylemler içine girilmedikçe,
siyasi parti kapatma yoluna gidilmemelidir. Öte yandan, siyasi partilerin kendileri
de demokratik işleyiş ilkesine tabi olduğundan, bunun asgari gereği Anayasa’da
belirtilmelidir.
• Kamu hizmetine girme hakkı: Kamuya ilişkin iş duyurularında, işe alınmada, iş ilişkisinin devamında ve işe son vermede görevin gerektirdiği nitelikler ve biyolojik
nedenlerden başka hiçbir ayırım gözetilmemelidir. Dil, ırk, renk, cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, siyasî düşünce, inanç, medeni hal, aile yükümlülükleri, yaş,
engelli olma ve benzeri sebeplerle ayrım yasaklanmalıdır.
“Kişi hak ve özgürlükleri” başlığı altında, aşağıdaki liste asgari olarak alınabilir:
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
42
Yaşam hakkı
İnsanın maddi ve manevi bütünlüğü
İşkence ve eziyet yasağı
Zorla çalıştırma, zorunlu çalışma ve
kölelik yasağı
Özgürlük ve güvenlik hakkı
Düşünce özgürlüğü ve ifadesi
Basın özgürlüğü
Görsel-işitsel iletişim özgürlüğü
Sanatsal yaratma özgürlüğü
Vicdan, inanç ve din özgürlükleri
Özel yaşam hakkı
Kişisel bilgi ve verilerin korunması
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Evlenme ve aile kurma hakkı
Konut dokunulmazlığı
Haberleşme özgürlüğü
Seyahat özgürlüğü
Dernek özgürlüğü
Toplantı ve gösteri özgürlüğü
Demokratik yurttaş girişimleri
Dilekçe hakkı
Bilgi edinme ve katılım hakları
Hak arama ve âdil yargılanma hakkı
Oy, seçme ve seçilme hakları
Siyasal parti özgürlükleri
Kamu hizmetine girme hakkı
3) Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar (‹kinci kuşak haklar), II. Dünya Savaşı sonrası
Anayasalarında insan hakları olarak tanınıp güvencelendikleri halde, 1980’li yıllarda
başlayan ekonomik ve ticari küreselleşme sürecinde, “insan hakları”ndan olduğu
gerçeği, yeniden tartışılmaya ve hatta yadsınmaya başlanmıştır. Bu nedenle,
1993’te Viyana’da toplanan İnsan Hakları Dünya Konferansı’ndan beri her fırsatta
insan haklarının bölünmezliği ve bütünselliği, karşılıklı bağımlılığı ilkeleri yeniden
anımsatılmıştır. Kuşkusuz buradaki asıl amaç, ikinci ve üçüncü kuşak hakların
“insan haklarından” olduğunun vurgulanmasıdır.
• Kaldı ki, sosyal hakların birinci kuşak insan hakları belgelerinde bile bulunması,
bölünmezlik ilkesinin bir başka kanıtıdır. İHAS’ın yanı sıra, Kişisel ve Siyasal Haklar
Uluslararası Sözleşmesi (KSHUS), bunun en çok bilinen örnekleridir. Bunun nedenlerinden biri, kimi sosyal hakların, örneğin eğitim ve sendika haklarında olduğu
gibi, “çok boyutlu” ya da “kuşaklararası” nitelikte insan hakları özelliği taşımasıdır:
Devletin, hem kullanılmasına “engel olmama ve karışmama, hem de aynı zamanda olumlu ve somut önlemler alarak kullanılmasını fiilen sağlama” yükümlülükleri
vardır.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel hakların yeni Anayasadaki asgari çerçevesinin belirlenmesi için, öncelikle kimi ön saptamalar yapılması, insan haklarının bilinen temel
ilkelerinin anımsatılması önem taşımaktadır. Bu ilkelerin, gerek yaklaşım ve gerekse
içerik olarak ekonomik, sosyal ve kültürel hakların Anayasa düzeyinde ele alınıp
düzenlenmesinde gözönünde bulundurulması gerekmektedir.
a) Ortak ilkeler
• İlke olarak, toplumda sosyal ve kültürel haklar açısından “fırsat eşitliği”nin
yaratılması ereğinde, yeni anayasaya adeta bir “sosyal ve kültürel anayasa” niteliği
kazandırılmalıdır. Bu özellik, Türkiye’nin dışa açılmasının itici gücü olarak da
algılanmalı, “sosyal devlet” ilkesinin, ikinci kuşak hakların gerçekleşmesinde başlıca
siyasal araç olduğu unutulmamalıdır.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel hakların asgari anayasal çerçevesinin belirlenmesinde,
hukuksal yönden bağlayıcı nitelik taşıyan ve “uluslararası” olmasının ötesinde,
Türkiye’nin anayasal düzeni bakımından “ulusalüstü” nitelik kazandırılan insan
hakları sözleşmeleri gözönünde bulundurulmalıdır. Bu yükümlülük, salt sözleşmelerin
“sözel / pozitif” metinleriyle sınırlı olmayıp, yetkili koruma ve denetim organlarının
kararlarını da kapsar.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar konusunda, özellikle bu hakların kimileri
yönünden “geleneksel” olarak bilinen hak öznelerinin değiştiği ve genişlediği,
kimi yeni hak özneleri için de anayasal güvenceler öngörülmesi gerektiği
unutulmamalıdır.
43
Anayasa Raporu
Bu hakların asgari anayasal çerçevesinin belirlenmesinde gözönünde bulundurulması
hukuksal bir yükümlülük olan temel ilkeler, genelden özele doğru özetle
şunlardır:
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, insan haklarıdır: Ekonomik, sosyal ve kültürel
hakların “insan hakları”ndan olmasının, tartışmaya yer bırakmayan ilk kanıtı,
bazılarının evrensel ve bölgesel ölçeklerde kabul edilen insan hakları belge ve
sözleşmelerinde de tanınmış olmalarıdır.
Bu belgelerin başında, 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca “tüm
insanlar”a duyurulan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) gelmektedir. Bildirge
ekonomik, sosyal ve kültürel haklara da yer vermiştir. Evrensel Bildirge sonrasında
kabul edilen ve oluşturdukları koruma ve denetim sistemleriyle insan haklarını
“hukuksal” güvenceye alan “sözleşmeler” kabul edilmiştir. Evrensel ve bölgesel
ölçekli bu sözleşmeler arasında, temelde kişi hakları ile siyasal hakları güvencelemekle
birlikte, kimi ekonomik, sosyal ve kültürel haklara yer verenler olduğu gibi,
doğrudan ve yalnızca ekonomik, sosyal ve kültürel hakları hukuksal güvenceye
alanlar da bulunmaktadır. Birinci kümedeki sözleşmelerin iki önemli örneğini, BM’nin
1966’da kabul edilen ve 1976’da yürürlüğe giren “ikiz sözleşmeler”inden biri olan
Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Avrupa Konseyi’nin kabul ettiği
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi oluşturmaktadır. İkinci kümedeki sözleşmelerin iki
önemli örneği de, ikiz sözleşmelerin ikincisi olan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar
Uluslararası Sözleşmesi (ESKHUS) ile İHAS’ın sosyal haklar alanındaki boşluğunu
dolduran “ikizi”ni oluşturan ve 1961 yılında kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı dır
(ASŞ). Hemen belirtmek gerekir ki, Avrupa Konseyi 1996 yılında kabul ettiği Gözden
Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı (GG ASŞ) ile, 1961 ASŞ’nin yetersiz maddi içeriğini
zenginleştirerek, 31 sosyal hakkı hukuksal güvenceye almıştır.
Ekonomik, sosyal ve kültürel hakların insan haklarından olmasının bir başka
kanıtı daha vardır. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, tarihsel olarak ulusal
belgelere geçirilme sürecinde, kişisel ve siyasal haklardan sonra gelmesine karşın,
insan hakları alanındaki “uluslararasılaşma”nın ilk kez başladığı insan haklarıdır.
İnsan haklarının, “uluslararası” sözleşmelere girmesi ve böylece devletlerin iç işi
olmaktan çıkması, sosyal haklar alanında başlamıştır. Bu olgu, Uluslararası Çalışma
Örgütü’nün 1919’da kurulması ve sosyal haklara ilişkin sözleşmeler kabul etmesi ile
yaşıttır.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklarda, devletin olumlu edimde bulunma yükümlülüğü
vardır: Ekonomik, sosyal ve kültürel hakların belirleyici özelliği, devlet için
getirdiği “olumlu yükümlülük”te düğümlenir. Bu, anayasal ve yasal düzenlemeler
yaparak hakları tanımanın ötesinde, bütçeden kaynak ayırmayı gerektiren bir
yükümlülüktür.
Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, devletin kullanıcılara sadece engel olmaması
durumunda herkesin ve her kesimin kendiliğinden kullanabileceği haklar değildir.
44
Hak öznelerinin çoğunun ekonomik, sosyal ve kültürel haklardan uygulamada
yararlanabilmesi, ancak devletin olumlu edimde bulunması ve somut önlemler
alması ile gerçekleşebilir.
Ekonomik, sosyal ve kültürel hakların bu özelliği, çoğunun -aşağıda anlamı açıklanan“aşamalı” gerçekleştirilebilen haklar olmasıyla ilgilidir.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, sosyal devletin araçlarıdır: Devletin, adına uygun
“etkin ve işlevsel bir sosyal devlet” niteliği kazanması ve bu anayasal sıfatı taşıması,
ancak ekonomik, sosyal ve kültürel haklar konusunda yukarıda belirtilen ilkelere
uygun bir yaklaşım benimsemesi ve uygulama gerçekleştirmesi ile olanaklıdır.
Anayasaya iki sözcükle yazmak, hatta bunu Cumhuriyetin “değiştirilemez”
ilkelerinden biri düzeyine yükseltmek yetmez.
“Sosyal devlet” terimindeki “sosyal” ile “devlet” sözcüklerinin, birbirini bütünleyen
anlamları vardır. “Sosyal devlet” terimindeki “sosyal” amacı, “devlet” ise “aktör”ü
anlatır. Daha açık deyişle, “sosyal” hedef kitlelerin elverişsiz durumunun
düzeltilmesini, “devlet” ise bu sorumluluğu üstlenen aktörü anlatır. Devletin bu
temel sorumluluğunu savsaklaması, yerine getirmekten kaçınması ya da başka özel
veya gönüllü kuruluşlara devretmesi, sosyal devlet ilkesiyle bağdaşmaz.
Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olarak Anayasada yer alan “sosyal devlet”in,
iktisadî ve sosyal eşitsizlikleri düzeltmek, daha adaletli bir gelir bölüşümünü
sağlamak için kullanmak zorunda olduğu, “olmazsa olmaz” araçların başında
“ekonomik, sosyal ve kültürel haklar” olarak anılan, geniş anlamda sosyal haklar
gelir. Tüm sosyal hakların özünde, olmayan ya da çok bozuk olan “sosyal adalet”in
sağlanması vardır. Sosyal adalet, sosyal hakların ortak amacıdır. Sosyal adalet,
sosyal hakların kimilerinden değil, tümünden yararlanmadıkça sağlanamaz. Ne
devlet, sosyal haklarsız “sosyal devlet” olur, ne de sosyal devlet sosyal haklarsız
gerçekleştirilebilir.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel hakları gerçekleştirmenin temel araçlarından biri,
sendikal haklardır: Temel ve birincil sorumluluk devlete düşmekle birlikte, ekonomik,
sosyal ve kültürel hakları korumanın ve geliştirmenin önemli araçlarından biri de
sendikal haklardır. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar arasında bu anlamda özgül
bir önemi bulunan sendikal haklar, ekonomik, sosyal ve kültürel haklardan somut
olarak yararlanmanın ve onları uygulamada gerçekleştirmenin, hak öznelerine
eksiksiz tanınması gereken toplu araçlarıdır.– Sendika, toplu sözleşme ve grevi de
kapsayan toplu eylem hakları, yalnızca dar anlamda “çalışanlar”ın hakları değildir.
Çalışma yaşamına, emek piyasasına girmeye hazırlananlar ile emek piyasasının
dışında kalanlar ve/veya dışında bırakılanlar, kısacası işgücünün hak ve çıkarlarını
koruma ve geliştirme gereksinimi içinde olan tüm alt kesimleri sendikal hakları
kullanabilmelidir. Örneğin, emekliler, işsizler ve gençler de, ekonomik, sosyal ve
kültürel haklar alanında “emeğe bağlı hakları kullanan ya da kullanması söz konusu
olan hak özneleri” olarak kabul edilmelidir. Bunun dayanakları, uluslararası insan
45
Anayasa Raporu
hakları hukukunda vardır. Öncelikle, İHAS’ın örgütlenme hakkını “herkes”e tanımış
olması, bu dayanakların başında gelmektedir.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel hakları tanıyan çok sayıda insan hakları sözleşmesi
vardır: Anayasaya göre onaylayarak hukuksal yükümlülük üstlendiğimiz ekonomik,
sosyal ve kültürel haklara ilişkin sözleşmeler, dördüne yukarıda değinilen Birleşmiş
Milletler ve Avrupa Konseyi sözleşmeleridir. Bunlardan ikisi, ikinci kuşak insan
haklarını güvenceye almaktadır.
Ancak, hukuksal yükümlülük üstlendiğimiz sözleşmeler bunlardan ibaret değildir.
BM’nin sosyal haklar alanında “uzman kuruluşu” olan UÇÖ’nün sözleşmeleri de, ikinci
kuşak insan hakları sözleşmeleri olarak asgari anayasal çerçevenin belirlenmesinde
gözönünde bulundurulmalıdır. Bu sözleşmelerden ülkemizce onaylanan sekizi, UÇÖ
tarafından “temel insan hakları sözleşmeleri” olarak kabul edilmektedir.
Dolayısıyla, insan haklarının bölünmezliği ve bütünselliği ilkesinin gereği olarak,
insan hakları sözleşmeleri arasında da ayrım gözetilmemesi gerektiğinden, asgari
anayasal çerçevenin içerik olarak belirlenmesinde “sendikal haklar, zorla çalıştırma
yasağı, çocukların çalıştırılması yasağı ve ayrımcılık yasağı” konularına ilişkin UÇÖ
sözleşmelerinin de gözönünde bulundurulması, anayasal bir yükümlülüktür.
Yeni anayasada ikinci kuşak haklar listesi oluşturulurken, mevcut Anayasa md.
90’a eklenen “uluslararası sözleşmeyi esas alma” kaydı ışığında, listenin ucu açık
bırakılmalıdır.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, Anayasa’da ayrı ayrı, ama dengeli bir bütünlük
içinde düzenlenmelidir.
b) Sosyal haklar
Yeni Anayasada güvenceye alınması gereken sosyal haklar listesi, yukarıda değinilen
sözleşmeler temelinde belirlenmelidir. Özellikle, bu alandaki en yeni sözleşme olan ve
küreselleşme yıllarında belgelere yazılan yeni sosyal hakları da içeren Gözden Geçirilmiş
Avrupa Sosyal Şartı temel alınmalıdır. GG ASŞ’nin çekince koyduğumuz birkaç
maddesinde (md. 2/3; md. 4/1; md. 5 ve md. 6) tanınan sosyal hakların, onayladığımız
yukarıdaki sözleşmelerde, özellikle çekinceli 5 ve 6. maddelerdeki sendikal hakların
87 ve 98 sayılı UÇÖ sözleşmelerinde güvenceye alındığını, dolayısıyla bu çekincelerin
anayasal yükümlülükler yönünden bir etkisinin bulunmadığını unutmamak gerekir.
Öte yandan, bu hakların, aynı zamanda Lizbon Antlaşması’nda (Aralık 2007) hukuksal
bağlayıcılık taşıması açıkça öngörülen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda (THŞ) da
yer aldığını anımsatmakta yarar vardır.
Çalışma hakkı; aynı zamanda birçok sosyal hakkı kapsayan “insanca yaşama”yı gerçekleştirmek amacıyla güvenceye bağlanmalıdır. Bu hak, iş güvencesini içermeli; devletin, fiili eşitsizliği önleyici “olumlu” ve sürekli önlemler alma yükümlülüğü açıkça
belirtilmelidir.
46
Hakkın bileşenlerinden ücret, asgari ücret ve genel olarak çalışma koşullarının, herkes
için “insanca yaşama”yı gerçekleştirecek düzeyde olması öngörülmelidir.
Çalışma koşulları: Fiili eşitliğe, yaşlılara, engellilere ve çocuklara özgü düzenlemeler
yapılmalıdır.
Kadın ve erkekler arasında, işin niteliğinin ve biyolojik nedenlerin zorunlu kıldığı
haller dışında, iş duyurularından başlayarak, işe alınmada, çalışma koşullarında ve
işe son vermede, cinsiyete dayalı ayrımcılık ve ayrıca çalışanlar arasında medeni
hale, aile sorumluluklarına, cinsel yönelime, yaşa, düşünce ve inanca ve benzeri
sebeplere dayalı ayrımcılık yasaklanmalıdır. Devlete, işveren ve çalışan taraflarına fiili
eşitliğin gerçekleşmesi için gerekli bütün önlemleri alma yükümlülüğü getirilmelidir.
Devlete, aile ve iş yaşamının bağdaştırılmasını sağlayıcı önlemleri alma yükümlülüğü
getirilmelidir.
Hiç kimse, yaşına ve gücüne uygun olmayan işlerde çalıştırılmamalıdır.
Devlete, engellilerin çalışma hakkını diğerleriyle eşit bir şekilde sağlamak için, kamu
sektöründe engellilerin çalışmasını sağlayacak önlemleri ve olumlu eylem programları,
teşvikler ve diğer tedbirleri de içerebilecek uygun politika ve tedbirlerle engellilerin
özel sektörde çalıştırılmasını desteklemek için gerekli önlemleri alma yükümlülüğü
getirilmelidir.
Devlet, küçüklerin, yaşlarına uygun olmayan, güvenliklerine, sağlıklarına veya
fiziksel, ruhsal, ahlaki veya sosyal gelişimlerine zarar verme olasılığı bulunan veya
eğitimlerini engelleyebilecek her türlü işte çalıştırılmalarını yasaklamalı ve bu
tür işlerde çalıştırılmalarını engellemek için acil olan bütün önlemleri almalıdır.
Küçükler çalıştırılmaları uygun olan işlerde çalışma koşulları bakımından özel olarak
korunmalıdırlar.
Çalışanların, her türlü taciz, yıldırma ve şiddetten arınmış, sağlıklı, dengeli bir
atmosfer, ortam ve çevrede çalışma hakkı güvence altına alınmalıdır.
Sendikal haklar; hak özneleri ve içerik açılarından güvenceye alınmalıdır. Sendika,
toplu iş sözleşmeli toplu pazarlık ve grevi de kapsayan toplu eylem hakları, ilke olarak
tüm çalışanları kapsamalı, çalışanların “yasal ya da biçimsel” statüleri arasında ayrım
gözetilmeksizin anayasal güvenceye bağlanmalıdır. Hak özneleri kapsamında, “kamu
görevlileri”nin yanı sıra örneğin “gençler”, “emekliler” ve “işsizler” de bulunmalıdır.
Toplu iş sözleşmeli toplu pazarlık hakkı ile grevi de kapsayan toplu eylemler,
uluslararası sendikal haklar hukukunun yerleşik ilkelerine uygun olarak, “devlet adına
otorite işlevleri yerine getiren kamu görevlileri” dışında tüm hak özneleri için anayasal
güvenceye alınmalıdır. Grev hakkı, toplu iş sözleşmesi imzalama süreciyle sınırlı
tutulmamalı ve yalnızca, “kesintiye uğradığında halkın tümünün ya da bir bölümünün
yaşamını, sağlığını ve güvenliğini tehdit eden hizmetler”de sınırlandırılmalıdır.
Sosyal güvenlik hakkından somut olarak yararlanmayı sağlayacak her türlü
önlemin alınması, sosyal devletin vazgeçemeyeceği ve devredemeyeceği birincil
47
Anayasa Raporu
yükümlülüğüdür. Devlet, geliştireceği etkin ve temelde kamusal nitelikli bir yönetsel
örgütlenmeyle, sosyal güvenliğin gerek kişiler, (kad›nlar›n evdeki görünmeyen eme¤i),
gerekse içerik ve güvenceler yönünden kapsamını genişleten ve daha ileri düzeyde
gerçekleştiren önlemler almalıdır.
Sağlık hakkı: yaşam hakkının ayrılmaz parçası olarak, korunması ve geliştirilmesi
güvence altına alınmalıdır. Devlet, herkesin sağlıklı yaşama hakkının gerçekleşmesini,
eşit, erişilebilir sağlık hizmetlerinden yararlanmasını sağlar ve bunun için kamu sağlık
kuruluşlarını yaygın bir biçimde kurar ve geliştirir. Sağlık hizmetlerinin finansmanı
genel bütçeden sağlanmalıdır. Devlet, yoksulların, kadınların, çocukların, yaşlıların,
engellilerin, yüksek risk altında çalışanların ileri düzeyde sağlık hizmetinden
yararlanması için özel önlemler almalıdır.
İş sağlığı ve güvenliği: Devlet bütün çalışanların iş sa¤l›¤› ve güvenliği hizmetlerinden
yararlanması için gerekli örgütlenmeyi kurar ve kurdurur, ifl sağlığı ve güvenliği
hakkının kullanımını etkin bir biçimde izleyip denetler ve engelleyici tutumlara karşı
caydırıcı yaptırımlar öngörür.
Yeni sosyal haklardan; özellikle Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği çerçevesinde son
yıllarda kabul edilen insan hakları belgelerinde açıkça güvenceye alınmış olan,
yoksulluğa ve sosyal dışlanmaya karşı korunma hakkı, konut hakkı ve aile sorumlulukları
bulunan çalışanlar için fiili eşitlik hakkı anayasada açıkça tanınmalıdır.
Eşitlik ve ayrımcılık yasağının gereği olarak sosyal devlet, kendilerinden kaynaklanmayan
nedenlerle elverişsiz konumda bulunan bazı hak öznelerinin ekonomik, sosyal ve
kültürel haklardan fiili olarak yararlanmalarını sağlayıcı “olumlu” önlemler almakla
yükümlü kılınmalıdır. Bu haklardan yararlanma, doğrudan ya da dolaylı biçimde,
hiçbir yönden ayrım gözetmeksizin güvenceye bağlanmalıdır.
• Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, genellikle kabul edildiği ve çoğu zaman
da kaynak yetersizliği gerekçesiyle olumlu edimde bulunma yükümlülüğünden
kurtulmak amacıyla ileri sürüldüğü üzere, “aşamalı” olarak gerçekleştirilebilecek,
“derhal” ya da kısa bir sürede değil zaman içinde uygulamaya aktarılabilecek
nitelikte haklardır. Bu özellik, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası
Sözleşmesi’nde olduğu gibi, bazı sözleşmelerde açıkça belirtilmiştir. Sözleşmeye
göre, devletin sosyal haklar konusunda üstlendiği olumlu edimde bulunma
yükümlülüğü, hak özneleri için “aşamalı” ancak “eksiksiz biçimde”, yani tam olarak
yararlanmayı sağlama anlamı taşır.
Sözleşmenin denetim organı Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi
(ESKHK), bu yükümlülüğün anlam ve içeriğini, 14 Aralık 1990 tarihli ve 3
sayılı genel gözlem kararında şu şekilde açıklamıştır:
Sosyal hakları “aşamalı” olarak gerçekleştirme yükümlülüğü konusundaki
bu esneklik, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların, kişisel ve siyasal
haklar gibi “derhal” güvenceye alınamayacakları, daha doğrusu
eksiksiz yararlanmanın “hemen” ya da “kısa bir zaman kesiti içinde”
48
gerçekleştirilemeyeceği, özellikle gelişmekte olan devletlerin ekonomik
ve mali kaynak ve olanaklarının sınırlı olması gerçeğinin bir sonucudur.
Her devlet, bulunduğu ekonomik ve sosyal gelişme düzeyi ve sosyal
haklardan yararlanma konusunda uygulamadaki fiili durum çerçevesinde,
önceliklerini belirleyerek, aşamalı biçimde ve ama geriye gitmeksizin ve
götürmeksizin, sosyal hakları giderek daha ileri düzeyde gerçekleştirmek
ve hak öznelerinin nicel ve nitel olarak daha ileri düzeyde sosyal haklardan
yararlanmasını, sözleşmenin belirttiği gibi “eksiksiz” biçimde yararlanmasını
sağlamak amacıyla olumlu önlemler alma yükümlülüğü vardır. Daha açık
bir anlatımla, devletin hak öznelerinin sosyal haklardan “aşamalı” biçimde
yararlanmalarını sağlama yükümlülüğü, “kaynaklarının yeterli olmadığı”
gerekçesiyle “göstermelik” önlemlerle geçiştirilmesi, kâğıt üzerinde kalan
sosyal politikalar izlemesi anlamına gelmez. Böylesi bir yaklaşım, “sosyal
devlet” ilkesiyle de bağdaşmaz. Sosyal haklardan eylemli ve somut olarak
yararlanma konusunda ciddi, sürekli ve kesintisiz biçimde önceki durumdan
daha ileri bir düzeye ulaşılmasını sağlayan olumlu önlemler alınmasını
gerektirir. Komitenin anlatımıyla, bu yükümlülük somut “sonuçlar alma
yükümlülüğü”dür. Sözleşmenin bu kuralı, devletin, hak öznelerinin sosyal
haklardan eksiksiz biçimde yararlanmalarını sağlama konusundaki temel
amaca erişmesi için, olabildiğince hızlı ve etkili biçimde çaba göstermesini,
somut sonuçlar üreten önlemler almasını dayatmaktadır. Sosyal hakların
geliştirilmesini öngören stratejiler ve programlar hazırlanmasını
gerektirmektedir. Kaynakların yetersizliği kanıtlansa bile, sosyal haklardan
en geniş biçimde yararlanılmasını sağlama yükümlülüğü sürmektedir ve
bunların ne ölçüde gerçekleştiğinin yanı sıra gerçekleştirilemeyenlerin de
Komitece denetimi yapılır.
Eklemek gerekir ki, sosyal hakların tümü için “aşamalı gerçekleştirme” yükümlülüğü
yoktur. Özellikle, devletin ekonomik ve mali kaynak ayırmasını gerektirmeden
ve dolayısıyla malî anlamda “olumlu edimde” bulunma yükümlülüğünü yerine
getirmeden, hak öznelerince yararlanılması sağlanabilecek sosyal haklar da
bulunmaktadır. Bunun örneklerinden biri, sendikal haklardır. Devlet, insan hakları
sözleşmeleriyle uyumlu anayasal ve yasal düzenlemeler yaparak, sosyal haklardan
eksiksiz yararlanmanın toplu araçlarını oluşturan sendikal haklar alanındaki “olumlu
edimde bulunma” yükümlülüğünü yerine getirebilir ve getirmelidir. Yine, sosyal
haklardan “hiçbir yönden ayrım gözetilmeksizin” yararlanmayı gerçekleştirmenin ilk
adımı da, sendikal haklarda olduğu gibi öncelikle “yasal güvenceler”in sağlanması ve
“hak arama yolları”nın açılmasıdır.
Sonuç olarak; sosyal devlet, aralarında anlam ve içerik olarak çok büyük farklar bulunsa da, 1961 ve 1982 Anayasalarında, Cumhuriyetin değiştirilemez niteliklerinden
biri olarak yer almıştır. Yeni Anayasada da, 1961 Anayasasındaki temel yaklaşıma
uygun olarak yer almalıdır.
49
Anayasa Raporu
c) Ekonomik haklar
Mülkiyet hakkı ile çalışma ve sözleşme özgürlükleri, Anayasa’da güvencelenmesi
gereken başlıca ekonomik haklardır.
• Mülkiyet hakkı, 1789 Bildirgesi’nden bu yana geçirdiği evrim ışığında, her ne
kadar sosyal işlevi öne çıkan bir hak niteliği kazanmışsa da, iktisadi özelliği devam
etmektedir. İktisadi faaliyetlerin mülkiyet hakkı temelinde işlemesi, söz konusu
hakkın anlamını da genişletmiştir. Bu özelliği gözönüne alınarak, hem iktisadi, hem
de sosyal hak olarak düzenlenmesinde yarar vardır. Bu nedenle, yeni Anayasa’da
1982 Anayasası’nın değil, 1961 Anayasası’nın sistematiği benimsenmeli ve ikinci
kuşak haklar arasında düzenlenmelidir. (Mülkiyet hakkı, fikri entelektüel boyutunu
da kapsayacak biçimde güvenceye alınmalıdır).
• Devletleştirme işlemleri, kamu hizmetinin gerekleri ve kamu yararı çerçevesinde
düzenlenmelidir. Sosyal ve eşitlikçi anayasa gereğince, özellikle eğitim ve sağlık
gibi insan haklarından hukuken ve fiilen yararlanmaya ilişkin hizmetler ile devletin
büyük çaplı kamu hizmetleri, doğal, kültürel ve tarihsel ortak zenginlik ve malvarlığı
(ortak miras) özelleştirilemez.
• Özel girişimlerin çalışma ve sözleşme özgürlüklerinin düzenlenmesinde, sosyal
hakların (sınıfsal temelde) yanı sıra, aynı zamanda girişimcilerin para-mal-mülk
ile (örneğin, bankalar) ve ayrıca yeryüzü parçasıyla (çevre/doğa) ilişkileri de
gözönünde bulundurulmalıdır. Zira, bu özgürlüklerin kötüye kullanılması, gelecek
kuşaklar için de onarımı kolay olmayan, kalıcı nitelikte birtakım olumsuz sonuçlar
ve etkiler yaratabilir. Bu nedenle, özel girişimlerin düzenlenmesi, etkili bir denetim
ve yaptırım sistemine olanak tanıyacak normları kapsamına almalıdır.
• İktisadî faaliyetler alan›nda mevcut esneklik ve boşluklar, girişim özgürlüğünü
kötüye kullanmayı kolaylaştırıcı bir ortam hazırlamaktadır. Buna karşılık, düşünce
özgürlüğü ve ifadesine ilişkin düzenlemeler, gereğinden fazla katıdır. Bu nedenle,
düşünsel temelli özgürlükler ile girişim özgürlüklerinin sınırlama ve yaptırım rejimleri
arasındaki dengesizlik giderilmelidir. Şöyle ki, hukuk sistemimiz ve uygulamasında
genellikle düşünce ve örgütlenme özgürlükleri çerçevesinde kullanılan kültürel ve
siyasal haklar, ayrıntılı bir düzenlemeye ve ölçüsüz yaptırımlara tabi tutulduğu
halde, iktisadi faaliyetlerde hukuk kuralları ikini planda kalmaktadır. Bu nedenle,
siyasal haklar ve toplu özgürlükler üzerindeki katı tutum terk edilmeli, kültürel
haklar konusundaki ürkeklik aşılmalı; iktisadî sektörde ise, düzen ve denetim öne
çıkarılmalıdır.
d) Eğitim hakkı, bilim ve araştırma özgürlüğü
Açıklandığı üzere, sosyal haklar, ikinci kuşak haklar içinde oldukça yayılmacı ve
kaplayıcı bir konuma sahiptir. Bununla birlikte, birçok anayasada ve uluslararası insan
hakları metinlerinde, “kültürel” başlığı altında düzenlenen haklar yer almaktadır. Gerçi
50
“kültürel hak” deyimi, insan hakları kuramında genel bir kullanıma sahip değildir,
ancak pozitif hukukta sosyal haklara göre bazen belli belirsiz, çoğu zaman da açık
bir biçimde ayrışmaktadır. Eğitim hakkı ve öğrenim özgürlüğü ile bilim ve araştırma
özgürlüğü, bu çerçevede yer alır.
• Eğitim hakkı: Yeni Anayasa, herkesin “nitelikli eğitim alma hakkı”nı güvence altına
almalıdır. Bu hak, çocukların ve gençlerin etkin, özgür, katılımcı ve sorgulayıcı kişiler
olarak yetişmelerini sağlama, insan hakları ve demokrasi bilincini geliştirme ve
güçlendirme amacı taşımalıdır. Bunun için, ders programları insan haklarına uygun
bir içerikle düzenlenmeli; eğitim hakkı ise, tüm düzeylerde sosyal hak boyutuyla
da güvenceye alınmalıdır.
Bu amaca ulaşmak için, şu anayasal ilkeler belirleyici olmalıdır:
a) Herkes, eğitim hakkına sahiptir. b) Eğitim ve öğrenim, lâiklik ilkesi ve (çağdaş)
bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. c) Eğitim hakkına ilişkin
hukukî düzenleme, özel okullar ve devlet okulları arasında ikinciler aleyhine büyük
eşitsizliklerin doğmasını önleyici bir anlayışla yapılmalıdır.
• Anayasal düzenleme; devlet, öğretim kamu hizmetini her kademede sağlayacak
kurumları kurma ve bu hizmeti yürütme yükümlülüğü altında bulunduğu
gibi, bu kamu hizmetini yerine getirirken, kız çocuklar ile engelli ve yoksul
çocukların eğitimlerini destekleyecek özel önlemleri de yerine getirmekle yükümlü
tutulmalıdır.
İlk (temel) öğretim 12 yıl, mecburi ve ücretsiz olmalıdır. Ayrıca, yükseköğretim
dâhil, devlet okullarının bedelsiz öğretim hizmeti sunması, ilke olarak kabul
edilmelidir.
Avrupa Konseyi sözleşmelerinden “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”
onaylanmalı ve eğitim hakkının bu çerçevede düzenlenmesi öngörülmelidir.
• E¤itim hakk› konusunda Türkiye’de önem taşıyan bir sorun da, ilk ve orta
öğretimde zorunlu din dersleridir. Okullarda din dersleri konusu, 1948-49 öğretim
yılına kadar uzanmaktadır. İlk kez bu dönemde, ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında
ancak çocuğun velisinin isteğiyle katılması koşuluyla kabul edilen din dersleri,
kısa bir süre sonra velinin rızasının katılmama konusunda alınması biçimine
dönüştürülerek üstü kapalı mecburilik niteliğine kavuşturulmuştur. 1961 Anayasası
ise md. 19’da, “din eğitim ve öğrenimi ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin
de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır” demek suretiyle 1948’de kabul edilen
esasa dönmüş, fakat daha sonra 1982 Anayasası ile ilk ve orta öğretimde “zorunlu
din dersi” esası kabul edilmiştir. Her ne kadar Anayasa’da “din kültürü ve ahlâk
öğretimi” deyimi kullanılmış ise de, zaman içersinde uygulamanın gösterdiği gibi
amacın dinler hakkında genel bilgi vermekten ibaret olmadığı ve İslâm dininin,
hatta Sünni yorumunun aşılanması ve uygulanmasına yönelik olduğu görülmüştür.
Böyle bir uygulamaya zemin oluşturan bu düzenleme, öncelikle aynı maddede
51
Anayasa Raporu
yer alan “açıklamaya zorlanamama” şeklindeki yasakla çeliflti¤i gibi Anayasa’nın
2. maddesindeki “lâiklik ilkesi” ile de bağdaşmaz ve bu nedenle anayasaya aykırı
anayasa normu niteliği taşır. İHAM’ın Kjeldsen ve diğerleri v. Danimarka kararında
işaret edildiği üzere, “eğitimsel çoğulculuk ilkesi çocuğun ana-babasının dinsel ve felsefi
inançlarına saygısızlık sayılabilecek bir aşılama (endoctrinement) amacı güdülmesini
yasaklar”. Kararda, eğitimde dini ayırımcılığa yol açabilecek uygulamalara da
yer verilmemesi gereğine işaret edilmiştir. Öte yandan Anayasa Mahkemesi de,
1961 Anayasası döneminde Milli Nizam Partisi’nin lâikliğe aykırılık nedeniyle
kapatılmasına karar verirken, bu partinin “din dersini zorunlu ve yaygın hale getirme
isteği”ni de gözönünde bulundurarak, bunun Anayasanın lâiklik hükmüne aykırı
olduğu gerekçesine de dayanmıştır. Ayrıca İHAM, 9 Ekim 2007 günü vermiş olduğu
Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye kararında, Anayasa md. 24’te yer alan zorunlu
din dersini İHAS md. 9’a aykırı bulmuştur.
Yapılacak yeni anayasada, zorunlu din dersine yer verilmemeli; fakat din kültürü
ve ahlâk bilgisi dersine mutlaka yer verilecekse, bu durumda 1961 Anayasasının
konuya ilişkin düzenlemesi temel alınmalıdır. Dersin içeriği, dinler bilgisi ile sınırlı
olmalı; ancak kişinin kendi isteğine veya çocuğun kanuni temsilcisinin açık isteğine
bağlı olduğu kabul edilmelidir. Ayrıca, kural olarak yalnızca dersi almak isteyen
bireylerin taleplerinin işleme konması, anayasal hükme bağlanmalıdır.
• Bilim ve araştırma özgürlüğü: Bilim özgürlüğü, bilimsel araştırma ve bilimi
öğretme ve/veya yayma özgürlüğü olarak ifade edilir. Bu özgürlüklerin her ikisi
de, anayasalardaki öteki özgürlüklerden farklı özelliklere sahip olmakla birlikte,
düşünce özgürlüğü çerçevesinde ele alınabilir. Bu nedenle bunların düzenlenmesi,
diğer hak ve özgürlüklerden farklı yaklaşımı gerekli kılmaktadır. 1982 Anayasası’nın
27. maddesinin 2. fıkrasında, bilim (ve sanatı) yayma özgürlüğünün Anayasa’nın
1., 2. ve 3. maddelerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamayacağı
belirtilmiştir. Bu sınırlama, Ceza Kanunu hükümlerine de yansımış, bu hükümlerde
sözü edilen amacın suç sayılmasını sağlayan ifadeler kullanılmıştır. Bu yüzden
birçok bilim adamı ve sanatçı, eserinde “devletin ve ülkenin bölünmezliği aleyhine
propaganda yapma” suçunu işlediği gerekçesiyle ceza yaptırımına maruz bırakılmış,
diğerleri de bu duruma düşme kaygısıyla bu özgürlükleri kullanma olanağından
yoksun kalmıştır. Kuşkusuz, faşizm, ırkçılık, ayrımcılık, savaş kışkırtıcılığı, insanlığa
karşı suçlar ve suç işlemeye açıkça teşvik gibi hususlar anayasal koruma dışında
kalır; fakat hukukî anlamda, bu gibi suçların bilimsel ve sanatsal eserlerle işlenmesi
de kolay değildir.
• Türkiye’de bilim özgürlüğünün sınırlanmasının başka bir boyutu da, yüksek
öğretimin düzenlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten üniversiteler, 2547
sayılı Yükseköğretim Kanunu ile, bilim özgürlüğüne yabancı ağır bir ön ve son
denetim altına sokulmuştur. Her şeyden önce üniversiteler, kadro ve organlarının
oluşumu, çalışma düzeni ve malî kaynakları bakımından bir merkezi kuruluş olan
YÖK tarafından yapılan denetimler sonucunda idari özerkliğini yitirmiş; bu olgu,
üniversitelerde bilimsel bilginin araştırılması, üretilmesi, öğretilmesi ve yayılması
52
özgürlüğünü ciddi bir biçimde sınırlamıştır. Bu nedenle, üyeleri Üniversitelerarası
Kurul tarafından seçilen ve görevleri de sadece koordinasyondan ibaret olan bir
yapı oluşturulmalıdır. Ekleyelim ki, yönetim görevlerinde seçimleri dışlayan, rektör
ve dekanlara aşırı yetkiler tanıdığı halde, kurul şeklinde işleyiş ve karar alma
mekanizmalarını ikinci plâna atan üniversitelerin içyapıları da özerklik ilkesine ters
düşmektedir.
• Etkin ve işlevsel bir sosyal devleti yaşama geçirmenin “olmazsa olmaz” araçları olan
ekonomik, sosyal ve kültürel haklar, “insan hakları” olarak onaylanan sözleşmelerin
ve denetim organlarının kararlarının belirlediği asgari uluslararası çerçeveye uygun
biçimde güvenceye bağlanmalıdır. Bu yükümlülük, “doğrudan” ve “öncelikle”
uygulanmasını öngördüğü onaylanan sözleşmelere yasa üstü nitelik kazandıran
Anayasadan kaynaklanmaktadır.
Yeni Anayasada güvencelenmesi gereken asgari ekonomik, sosyal ve kültürel haklar
listesi, şu şekilde sıralanabilir:
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Mülkiyet hakkı
Özel girişim özgürlüğü
Çalışma-sözleşme özgürlüğü
Çalışma hakkı
Adil çalışma koşulları hakkı
İş sağlığı ve güvenliği hakkı
Adil ücret hakkı
Örgütlenme (sendika) hakkı
Toplu iş sözleşmesi hakkı
Grev ve toplu eylemler hakkı
Çocukların ve gençlerin korunması hakkı
Çalışan kadınların korunması hakkı
Mesleğe yöneltme hakkı
Mesleksel eğitim hakkı
Sağlık hakkı
Sosyal güvenlik hakkı
Sağlık ve sosyal yardım hakkı
Sosyal refah hizmetlerinden yararlanma hakkı
Bedensel ya da zihinsel engellilerin mesleksel eğitim ile mesleksel ve sosyal
yeniden uyum hakkı
Ailenin sosyal, hukuksal ve ekonomik korunma hakkı
Engelli hakları ve çocuk hakları
Ananın ve çocuğun sosyal ve ekonomik korunması hakkı
Çalışan göçmenlerin ve ailelerinin korunma ve yardım hakkı
Cinsiyet ayrımı gözetmeksizin istihdam ve meslek konusunda fırsat ve
ücret eşitliği hakkı
İşletmede bilgi alma ve danışılma hakkı
Çalışma koşullarının ve iş çevresinin belirlenmesi ve iyileştirilmesine
53
Anayasa Raporu
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
katılma hakkı
Yaşlı kişilerin sosyal korunma hakkı
İşten çıkarma durumunda korunma hakkı
İşverenin iflası durumunda çalışanların alacaklarının korunması hakkı
Onurlu çalışma hakkı (cinsel tacize ve saldırgan davranışlara karşı
korunma)
Aile sorumlulukları taşıyan çalışanların fırsat ve işlem eşitliği hakkı
Çalışan temsilcilerinin işletmede korunma hakkı
Toplu işten çıkarma yöntemlerinde bilgilenme ve danışılma hakkı
Yoksulluğa ve sosyal dışlanmaya karşı korunma hakkı
Konut hakkı
Eğitim hakkı
Bilim ve araştırma özgürlüğü
4) Çevre, barış ve gelişme Hakları (…)
• Geleneksel olarak, devlet örgütlenmesi ve insan haklarını düzenleme konusu yapan
Anayasalar, XX. yüzyılın 2. yarısında ve özellikle son çeyreğinde, egemenliğin
mekansal alanını, giderek çok yönlü olarak tasarlamaya başladı. Bunda, BM belgeleri
de etkili olmuştur. 1972 Stockholm Çevre ve Gelişme Bildirgesi, öncü belge olarak
nitelenebilir. Bu Bildirge’ye göre, “barış, gelişme ve çevrenin korunması birbirinden
ayrılmaz bir bütün oluşturur”. Haziran 1993 Viyana Bildirgesi ve Eylem Planı da,
hak ve özgürlüklerin bir bütün oluşturduğunu ve birbirinden ayrılmaz özelliğini
vurgulamaktadır.
• Yeni anayasada çevre, barış, gelişme ve insanlığın ortak miras›na saygı hakları,
ayrı bir bölümde “dayanışma hakları” veya “çevre, barış ve gelişme hakları” başlığı
altında düzenlenmeli; çevreyle ilgili haklar, yerleşme özgürlüğü de dâhil olmak
üzere, bu bölümde bir bütün olarak yer almalıdır.
• Bununla, anayasanın ülkesel kimliği öne çıkmaktadır. Anayasa, insan hakları
güvenceleri ve devlet yetkilerinin sınırlanması ile yetinmeksizin, her ikisi
için yaşam ve varlık ortamı olan “yeryüzü parçası”na ilişkin düzenlemeyi de
yansıtır. “Sürdürülebilir gelişme” ve “insan haklarının ülkesel boyutu”, anayasal
düzenlemenin kriterlerini ortaya koyar. Bu nedenle, devlet organizasyonu ile
insan hak ve özgürlükleri olmak üzere, iki ana konuya eklenen “ülkesel” öğelerin
tanınması ölçüsünde, Anayasa’nın “ülke-insan-devlet” sacayağı üzerine inşa edilen
bir metin olarak da nitelenebilir özelliği öne çıkar.
• Uygulanabilirlik koşulları yönünden ekonomik, sosyal ve kültürel haklar için yapılan
saptamalar ve belirlenen ortak ilkeler, büyük ölçüde çevre, barış, gelişme ve su
hakları için de geçerlidir. Yaşam için ortak temel oluşturan bu haklar, devlet ve
kamu makamları açısından olumlu edimde bulunma yükümlülüklerini içerir.
• Çevrenin nicel bir bütün olarak görülmesinin yanı sıra, bir o kadar da nitel bir
bütün olarak görülmesi önemlidir. Bu hedefte yeni bir anayasa hazırlayan ya da
54
anayasasında değişiklik yapan hiçbir devlet, çevre korumacılığını anayasasına dâhil
etmeyi ihmal etmemiştir.
• Çevre hakkı; özel ve ailevi yaşama saygı, yaşam hakkı ve diğer haklarla doğrudan
ilişkisi sonucu, kuşaklararası olma özelliği gözönüne alınarak düzenlenmelidir.
• Çevre hakkının İHAM tarafından 1994’te Lopez Ostra v. ‹spanya kararı ile tanınması
ve Öneryıldız v. Türkiye (2002 Daire, 2004 Büyük Daire) kararının İHAM’ın büyük
kararları dizisinde yer alması, yeni anayasal düzenleme açısından yol gösterici
olmalıdır.
Çevre hakkı 1982 Anayasası’nda düzenlenmiş olmakla birlikte, düzenlemenin yeri,
ilgili maddenin yazılış biçimi ve içeriği bakımından bu hakkın amacına uygun
değildir. Bu nedenle, yeni anayasada çevre hakkı, gerek diğer devlet anayasalarında
yer alan hükümler, gerekse çevre hakkına ilişkin uluslararası metinler ışığında
yeniden yazılmalıdır.
• İnsan onuruna yakışan sağlıklı, temiz ve dengeli bir çevrede yaşama ve çal›flma hakkı
herkese tanınmalı, aynı zamanda devlete ve bireylere çevreyi koruma ve geliştirme
görevi yüklenmeli; bu görev, yaptırım boyutunun eklenmesiyle pekiştirilmelidir.
Çevre hakkının ihlaline karşı etkili ve caydırıcı yaptırımlar öngören anayasal hükme
de yer verilmelidir.
• Çevreyle ilgili diğer haklar da, sürdürülebilir çevre merkezli yaklaşımla düzenlenmelidir.
• Ormanların korunması, “sürdürülebilir gelişme” ilkesi ışığında biyolojik çeşitlilik
(“flora ve fauna” öğeleriyle) boyutu göz ardı edilmeksizin yeniden düzenlenmelidir.
Ormanlarla ilgili olarak uygulanan “önce talan, sonra af” uygulaması yolu
kapatılmalı; bu çerçevede, öncelikle orman sınırı dışına çıkarmaya olanak veren
hüküm yeni anayasada yer almamalıdır.
• Bunların yanı sıra, anayasada kolektif hakların güçlendirilmesi ve halkın sandıktan
sandığa yönetime katılmasının dışında, bazı yarı doğrudan demokrasi araçlarının
tanınması ve yurttaş girişimlerinin güçlendirilmesi çevresel karar almaya katılım
yolunu da açacağından, çevrenin etkin bir biçimde korunmasına da katkı
yapacaktır.
• Çevresel haklar, kamu yararı niteliği ışığında, Anayasada toprak mülkiyeti ile
çalışma ve sözleşme özgürlüğü gibi maddeler için bir sınırlama nedeni olarak kabul
edilmelidir.
• Bu doğrultuda ilgili maddeye, “Devlet, bu konudaki görevlerini yerine getirirken,
dayanışma haklarını gözetmek zorundadır” gibi bir ibare eklenebilir.
• Biyolojik çeşitliliğin korunması ve peyzaj hakkı da, yeni baştan düzenlenecek bu
bölüme eklenmelidir.
55
Anayasa Raporu
• Yeni anayasada çevre hakkı farklı öğeleriyle düzenlenirken, Türkiye’nin onaylamakta
geciktiği çevre sözleşmelerinin gerekleri gözönüne alınmalıdır. Bu konuda, özellikle
“Çevre Alanında Bilgiye Erişim, Karar Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Ulaşma
Hakkına Dair Sözleflme (Aarhus Sözleşmesi)” temel alınmalıdır (yürürlük: 2001).
Öte yandan, Öneryıldız ve Demir/Baykara kararlarında İHAM’ın, Türkiye’nin henüz
onaylamadığı uluslararası antlaşma ve sözleşmelere de atıfta bulunduğunu dikkate
alarak, özellikle ülkemizin üyesi bulunduğu uluslararası örgütler nezdinde hazırlanan
belgeleri bir an önce onaylayarak iç hukuka dâhil etmesi gerekmektedir.
• Belirtelim ki, 1999’da Anayasasını bütünüyle değiştiren İsviçre, “çevre ve alan
düzenlemesi”ni (environnement et aménagement du terrritoire) ayrı bir başlık
altında, ayrıntılı şekilde düzenleme konusu yapmıştır (m. 73-80). Fransa ise, 1958
Anayasası’na 2005’te 10 maddelik “Çevre Şartı”nı eklemiştir.
• Gelişme hakkı: Bu hak, yeni anayasada açıkça düzenlenmelidir. Gelişme hakkı,
“herkesin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı” ifadesiyle, bireysel boyutuyla
1982 Anayasası’nda tanınmıştır. Bu tanım, yeni anayasada genişletilmelidir:
Herkesin, “kültürel, dinsel ve dilsel değerlere ve çeşitliliğe saygı gösterilmesini isteme
hakkı”, anayasaya yansıtılmalıdır.
Devlet içerisindeki farklı etnik topluluklara tanınan bir hak olarak gelişme hakkıyla,
onların dillerini, dinlerini ve kültürlerini ifade ve muhafaza edebilmeleri temelinde,
kültürel çoğulculuk ilkesine yer verilmiş olmaktadır. Bu yöndeki bir açılım, resmî dil
kaydının sorgulanması ile sonuçlanmayacağı gibi, din özgürlüğü de lâiklik güvencesi
altında çoğulculuk ilkesinden yararlanacaktır. Kültürel çoğulculuk ise, siyasal birlik
ve ülkesel bütünlük ilkesini zedelemeyecek biçimde Anayasa’ya yansıtılmalıdır.
Söz konusu açılımın yapılmasında, Avrupa Konseyi’nin iki belgesi çerçeve alınabilir:
“Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” ve “Bölgesel veya
Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”. Türkiye, Andora, Fransa, Monako ile birlikte, 47
üyeli Avrupa Konseyi üyeleri içerisinde ilk sözleşmeyi imzalamayan 4 ülkeden
biridir. Buna karşılık Türkiye, ikinci sözleşmeyi henüz imzalamamış bulunan 14
üye arasında yer almaktadır. Her iki belge, Türkiye tarafından zaman geçmeden
imzalanmalıdır. Bunun iki açıdan önemi belirtilebilir: Biri, bu belgeler onaylanmış
olmasa bile, Öneryıldız kararında olduğu gibi, Türkiye tarafından uyulmasının talep
edilme olasılığı çok yüksektir. Bu nedenle, gönüllü tanıma, Türkiye’nin saygınlığı
bakımından da önem taşımaktadır. Diğeri, bu belgeler Avrupa ölçeğinde uyulması
gereken standart oluşturduklarından, Türkiye’den daha fazlası istenmeyecektir.
• Barış hakkı: Yeni Anayasa’da açıkça düzenlenmelidir. Herkesin barış ve güvenlik
içinde yaşama hakkı, BM ve insan haklarına ilişkin uluslararası belgelerde mevcut
düzenlemeler ışığında anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda barış
hakkı, şiddet ve terörizme karşı korunmayı içerdiği gibi, herkesin insanlığa ve
barışa karşı suçlara ve ayrıca savaş suçlarına karşı çıkma hakkını da kapsamına alır.
Vicdani red hakk› da bu çerçevede düflünülmelidir.
56
• Ülke genelinde “sürdürülebilir gelişme”yi sağlamak amacıyla, yeni anayasada
planlama ilkesine de yer verilmelidir. Bu kavramın kurumsal çerçevesini DPT
oluşturmaktadır. (Bkz. “Yürütme” kısmı)
• İnsanlığın ortak mirasının korunması ve buna saygı hakkı, anayasaya açık biçimde
yazılmalı; Anadolu ve Rumeli Uygarl›klar›na mozaik oluşturan farklı din ve
kültürlere ait her tür eserin, ülkenin tarihsel birikimi ve zenginliği olduğu açıkça
öngörülmelidir.
• Temel ilkelerini böylece belirlenen çevre, barış ve gelişme hakları başlığı altında
düzenlenmesi gereken hak ve özgürlüklerin asgari listesi, şu şekilde sıralanabilir:
• Çevre hakkı
(Su hakkı ve çevre hakkının farklı
boyutları)
• Çevresel bilgilenme hakkı
• “ Katılım hakkı
• “ Başvuru hakkı
• Barış hakkı
• Gelişme hakkı
• Sürdürülebilir gelişme hakkı
• İnsanlığın ortak miras›na saygı
Düzenleme ilkeleri:
• Toprak mülkiyeti / yerleşme özgürlüğü
• Tarım topraklarının korunması
• Ormanların korunması
• Doğal kaynak ve varlıklar
• Kıyılar
• Planlama
Yeni Anayasanın hazırlanmasında, Türkiye’nin onayladığı insan haklarına ilişkin
sözleşmeler arasında ayrım gözetmeyen bir yaklaşım benimsenmelidir. Anayasa
değişikliklerinde ve uyum düzenlemelerinde olduğu gibi, insan hakları belgeleri
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nden ve denetim organları da İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi’nden ibaret görülmemeli; diğer sözleşmeler ve denetim organlarının
kararları, aynı ölçüde geçerli sayılmalı ve gözönüne alınmalıdır.
C) DEVLETİN YAPILANMA MEKANİZMALARI
Erkler ayrılığının ana hedefi insan haklarını güvencelemek olduğuna göre, gerek
kurumlar arası ve gerekse toplum-devlet arası denge arayışında iktidar, “buyurma”dan
çok, “paylaşım” ve hizmet anlayışına dayandırılmalı; erklerin birbirine bağımlılığı
değil, işbirliği ve karşılıklı fren/dengeleme ilkesi esas alınmalıdır. Devlet organları
bütününde, cinsiyetler arası eşitlik ilkesi gözetilmelidir.
Erkler ayrılığı, parlamenter rejim ve yargı bağımsızlığı eksenine dayandırılmalıdır.
1) Çift meclisli Yasama: Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu
• Türkiye, Osmanlı’dan günümüze, parlamenter rejim konusunda önemli bir yol
almış ve deneyim edinmiştir.
• Anayasa, parlamenter rejimi pekiştirici bir çerçeveye oturmalıdır. Bu da, hem
yapısal olarak, hem de yetkiler bakımından düşünülmelidir.
57
Anayasa Raporu
• TBMM, tarihsel misyonu ve çağdaş gelişmeler ışığında yeniden yapılandırılmalıdır.
Çift meclisli yasama, demokratikleştirilmeli ve temsilde cinsiyetler arası eşitlik
sağlanmalıdır.
Yeniden yapılandırmada, şu iki soru ve etken gözönüne alınmalıdır: TBMM’nin 1982
tarzı yapılanması ve işleyişinde ne gibi sorunlar ortaya çıkmıştır? Çağdaş anayasalar,
benzer sorunlara ne tür çözümler getirmiştir?
Mevcut yasamaya ilişkin başlıca sorunlar nelerdir?
• Yasama meclisi, özellikle mevcut haliyle 1982 Anayasası döneminde hükümet,
hatta daha çok başbakanın güdümünde çalışmaktadır. Bu durum, yasamanın varlık
nedenine ve işlevine gölge düşürmektedir.
• TBMM’nin işleyişi ve yasama faaliyeti, büyük ölçüde hükümetin inisyatifi ve iradesi
doğrultusunda cereyan etmektedir. Bu nedenle, TBMM yasa tasarıları üzerinde,
Parlamento’nun varlık nedeni doğrultusunda gerekli müzakereyi ve tartışmaları
yapamamaktadır. Bunun sonucu olarak, kabul edilen yasalar, nitelikten çok nicelik
yönüyle öne çıkmakta; “genel iradenin ifadesi” yerine, belli “siyasal akımların
iradesi”ni yansıtıcı bir özellik kazanmaktadır.
• Yasama organının oluşum tarzı, cinsiyetler arası eşit temsil esasına dayalı ve
yeterince demokratik değildir.
• Yasama meclisi üyeleri; dokunulmazlık, milletvekilliği sonrasına uzanan birtakım
ayrıcalıklar ve mali olanaklar nedeniyle, özel bir statüye sahiptirler.
• Yasama organı, böyle bir yapılanma tarzının da etkisiyle, yürütme üzerinde
parlamenter rejimin varlık nedenine uygun olarak denetim yetkisini
kullanamamaktadır.
TBMM’nin yapılanması: TBMM, 1961’de olduğu gibi, yine Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere, iki meclisli bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Senato neden kurulmalıdır? (Gerekçe)
Türkiye’de ikinci bir meclise duyulan gereksinimi, diğer ülkelerde tanık olunan genel
eğilimler ışığında ortaya koymakta yarar var. Çünkü, ulusal deneyim sınırlı kaldığı
için, çağdaş gelişmelerin dikkate alınması yol gösterici olabilir. Şu halde, önce,
karşılaştırmalı anayasa hukuku verilerine işaret etmekte yarar var:
1) Bikameralizm (çift meclislilik) lehine öne sürülen geleneksel nedenler, günümüzde
de geçerlili¤ini sürdürmektedir:
• Çifte inceleme sayesinde, daha nitelikli yasa yapımını sağlamak,
• İki meşruiyetin birbirini tamamlamasına olanak tanımak (federal meclislerin
durumunda olduğu gibi),
58
• Yasama iktidarının çoğulculuğunu sağlamak: Bunun için, ikinci meclisin
oluşum tarzı birincisine göre farklılaştırılmalı ve daha bağımsız bir yapı
tasarlanmalıdır.
2) İkinci meclisin kurulması yönünde yeni gerekçeler de öne sürülmektedir:
• Seçim sisteminin ve görev sürelerinin farklılaştırılması, Parlamento’nun temsili
özerkliğini güçlendirir; kaybettiği özgürlüğü, kısmen de olsa geri getirir.
• İkinci meclisteki görüşmelerin ve denetim yetkisinin farklı kurallarla belirlenmesi,
feshedilememesi, devletin “iç denetim” yollarını güçlendirmesinin yanı sıra,
yasama organının bağımsızlığını pekiştirir.
• 2. meclisin “yerel topluluklar” gibi adem-i merkeziyet kuruluşlarını temsil etmesi
ölçüsünde yasama organı, toplumsal ve kurumsal çeşitliliğin sözcüsü haline
gelir.
• Aslında, Dünya genelinde iki meclisli (bikameral) uygulamalar›n yaygınlaşmasına
tanık olmaktayız. Bunun bazı nedenlerine değinmekte yarar var: Bir kez, ikinci
meclis demokratikleşme ve hukuk devletini derinleştirme sürecinde yeri
doldurulmaz bir işlev görür; iki meclisliliğin sağladığı temsil farklılaşması,
parlamenter rejimin sahiplenilmesine olanak tanır; erkler ayrılığı ilkesinin modern
tarzı olarak kendini kabul ettirir. Buna göre, parlamentodaki siyasal çoğunluğun
ve hükümetin aynı siyasal parti ile örtüşmesi anlamında çoğunlukçu sistemin
ortaya çıkışı, ikinci bir meclisin varlığını meşru, hatta gerekli kılar. Böylece, farklı
seçim sistemine dayalı ikinci meclis, çoğunluğun ilk misyonunun hükümeti
desteklemek olduğu anlamındaki “çoğunlukçu sistemin tunç kanunu”nu
engeller. Sonra, iki meclislilik, mevzuat üretiminin iyileştirilmesi (nitelikli yasa)
işleviyle etkililik güvencesi olarak görülür. Nihayet, çağdaş siyaset felsefesi
araştırmaları ile bikameralizmin felsefi temelini geliştirmek için anayasacıların
çalışmaları arasında temsil ilkesi bakımından köprü kurmak da hedeflenir.
Birinci meclis, bireysel temsil esasına dayanır; ikinci meclis ise, insanın aidiyet
hissettiği topluluğu da temsil eder. Bu bakımdan, insanı bütünlüğünde temsil
etme işlevini de sağlar.
• ‹kinci meclis olarak senatoların oluşum şekli: Seçim, en yaygın biçimde uygulanan
bir ilkedir. İkinci meclisler, doğrudan ya da dolaylı oyla seçilirler. Dolaylı oy,
genellikle yerel meclis temsilcilerince ikinci meclis üyelerinin seçilmesi anlamına
gelmektedir. Bazı devletler, doğrudan ve dolaylı seçim karmasını öngören bir
sistem uygular. İspanya’da senatonun 208 üyesi doğrudan genel oyla, 51
üyesi ise 17 özerk topluluğun meclislerince seçilir. Belçika senatosunun 40
üyesi doğrudan genel oyla, 21’i bölge yönetimlerinin topluluk (federe devlet)
konseylerince seçilir; geriye kalan 10 üye ise, ilk iki gruptaki toplam 61 üye
tarafından belirlenir (kooptasyon usulü). Bazı senatolar ise, kısmen seçilmiş,
kısmen de atanmış üyelerden oluşur.
59
Anayasa Raporu
İkinci meclislerin üye sayıları, devletlere göre değişir. Senatör sayısı en fazla olan
üç devlet şunlardır: Fransa 321, İtalya 329, Birleşik Krallık 576. Sayı açısından,
üç kategori belirtilir:
• 50’den az 8 devlet (örneğin: Bolivya 27, Şili 47, Paraguay 45, Filipinler 24,
Uruguay 30);
• 50-109 arası, 26 devlet (örneğin, Almanya, Avusturya, İrlanda, Hollanda,
Belçika, gibi);
• 109’dan fazla 14 devlet (bunlardan 6’sı ise, 240-279 üye arasında. Örnek,
Hindistan, İspanya, Japonya, Tayland, Mısır, Fas).
• Senatoların görev süreleri, 4-6 yıl arasında değişmekte olup, kısmen yenilenebilir
özelliği, feshedilme imkansızlığı ve senato başkanlarının kendine özgü rolü,
devletin sürekliliği fikrine de uygun düşmektedir.
• Öte yandan, iki meclisli sistemin en belirgin işlevlerinden biri de, toplumun
farklı kesimlerinin temsiline olanak vermesi ve bu şekilde dengeli bir parlamenter
rejime ulaşılmasıdır. Temsil edilen başlıca üç öğe şunlardır:
1) Ulus devletin ülkesel (teritoryal) yapıları: Adem-i merkeziyet kuruluşları
olarak alansal toplulukları temsil işlevi, Fransa senatosunun anayasal özgül
durumunu oluşturur.
2) Meslekler, sosyal kategoriler veya “milletin zinde (dinamik) güçleri”: Fas senatosu
üyelerinin 2/5’i meslek odaları ve işçi temsilcilerince, diğerleri ise yerel
topluluklarca seçilir. İrlanda senatosu, üniversitelerce seçilen üyelere sahiptir.
Ayrıca, büyük kısmı yerel konseylerce seçilseler de, İrlanda senatörlerinin
hepsi mesleki aidiyet temelinde seçilirler.
• Senatoların yetkilerine gelince;
• Eşit yetkilere dayanan bikameralizm yaygın bir uygulamadır.
• Yasama dışı yetkiler ise, senatoların kurumsal istikrar özelliklerini yansıtır.
Bu çerçevede, senatolar öncelikle anayasa güvenceleridir. Zira, bir yandan,
anayasanın revizyonuna katılırlar ve değişiklik için çoğu zaman nitelikli
çoğunluk oyu aranmaktadır. Öte yandan, senatolar, anayasa yargıçlarının
bir kısmını belirleme veya anayasa mahkemesine dava açma gibi yetkilerle,
anayasaya uygunluk denetiminde rol oynayabiliyorlar. Devlet üst görevlilerinin
atanmasına katılarak, devlet kadrolarının istikrarının sağlanmasına da katkıda
bulunurlar.
• Senatolarca hükümet politikalarının denetimine ortak olma.
• Sonuç olarak; bikameralizm, yeni bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Çoğu zaman
zengin devletlerin lüksü olarak düşünülse de, gerçekte bikameralizm, olgunlaşmış
bir parlamenter demokrasinin vazgeçilmez koşuludur. Zira, yalnızca iki meclisli
yapı, çoğulcu toplumsal yapının farklı öğeleriyle temsiline olanak tanır. Bu
60
temsil misyonuyla, fakat aynı zamanda senatolara sıkça verilen yetkilerle, 2
meclislilik, anayasal kurumların istikrar ve meşruiyetini güvenceler. Hatta, 2
meclisi olmayan demokrasi, inşası henüz tamamlanmamış olan bir demokrasi
olarak nitelenir.
Türkiye’de senatonun olası pratik yarar ve katkıları:
1) Müzakereci demokrasi ve nitelikli yasa bakımından: Parti disiplini adına yasaları hızlı
ve eksik görüşmelerle alelacele ve bazen gece yarısı sonrası oylayan Millet Meclisi
yanında, Senato serinkanlı bir ortamda yeniden görüşme ve tartışma olanağı
getirir. Bu süreç, müzakereci demokrasi uygulamasını yansıtacağı gibi, oylanacak
yasa metninin içerik ve nitelik olarak olgunlaşmasına da katkıda bulunur.
2) Özgürlükler açısından: Senato süzgecinden geçen yasa, siyasal renginden elden
geldiğince uzaklaşmış olacağı için, genel, objektif ve kişisellik dışı özellikleri
nedeniyle, hem anayasaya uygunluk, hem de özgürlüklerin korunması bakımından
önem taşır.
Buna karfl›l›k Senato’nun kurulması, yasama çalışmalarını yavaşlatıcı bir etkiye yol
açabilir. Fakat aslolan, yasama organının işlevini (nicelikten çok, nitelik öğesini
gözeterek) yerine getirmesi olduğuna göre, geciktirici etki göreceli kalır. Kaldı ki,
yasama işlemleri için öngörülecek süre kaydı, yavaşlatıcı etkiyi azaltabilir.
Bir diğer itiraz da, devlet biçimi açısından yapılır ve üniter devlette ikinci meclis
gerek olmadığı belirtilir. Oysa, Federal ve bölgeli devletlerin yanı sıra, üniter
devletlerde de yaygın bir uygulamaya sahip olan çift meclislilik ile devlet biçimi
arasında doğrudan ilişki yoktur.
Karşılaştırmalı Anayasa Hukukunun bu verileri, Türkiye’de yeni anayasanın
Cumhuriyet Senatosu adında ikinci bir meclisi yeniden kurma gerekçesini de
oluşturmaktadır. Buna göre;
Millet Meclisi, 4 yılda bir seçilen 450 veya 500 milletvekilinden oluşur.
Cumhuriyet Senatosu ise, 6 yılda bir seçilen (ve karşılaştırmalı örnekler ışığında
belirlenen sayıda) üyeden oluşmalıdır. Her il’e en az bir senatör düşmeli; diğer
üyeler ise, yerel yönetimlerin yanı sıra, sivil toplumun ilgili kurum ve kuruluşlarınca
belirlenmelidir. Üyelerin üçte biri, her iki yılda bir yenilenebilir. Böylece, Senato
üyelerinin oluşumunda doğrudan ve dolaylı oy ilkesi geçerli olacaktır. Seçimlerde
alınan oylar doğrudan esas alınmak suretiyle (herhangi bir baraj uygulanmaksızın),
senatör dağılımı yapılması önerilebilir.
• Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’na, olabildiğince eşit yetkiler tanınmalı;
hükümetin kuruluşunda Millet Meclisi’nin güvenoyu yeterli olmalı, buna karşılık,
Senato’nun feshi mümkün olmamalıdır.
• Yasama organlarının oluşumunda, seçilme ve üyelik koşulları ile üyelerin statüsü
üzerine mevcut anayasal kurallara yenileri eklenmelidir.
61
Anayasa Raporu
• Milletvekili seçilme yaşı (için) 25 (uygundur); senatörlük için ise, 35’ten yukarı
olarak öngörülebilir. Böylece, Senato’ya hem uzman kişilerin, hem de yerel
yönetimlerde deneyim kazanmış kişilerin seçilmesi teşvik edilmiş olur.
Yasama sorumsuzluğu ve dokunulmazlığı: Her iki konu, ayrı ayrı düzenlenmelidir.
Çünkü, bunlar birbirinden farklı kavram ve kurumlardır. Kuşkusuz aslolan, yasama
sorumsuzluğudur. Zira, yasama sorumsuzluğu, düşünce, söz, ifade özgürlüğü ile
örtüşen ve parlamenter işlevin yerine getirilmesine yönelik bir düzenlemedir.
Dokunulmazlık ise, suç isnadı nedeniyle bedensel olarak yasama çalışmalar›ndan
alıkonulmayı engelleyici amaca yöneliktir. Birincisi fikri, diğeri ise fiziki koruma
sağlar. Ne var ki, fikrî dokunulmazlık sürekli, fiziki koruma ise geçicidir.
• Gerçi bir hukuk devletinde bütün yurttaşların düşünce özgürlüğünden ve kişi güvenliğinden yararlanması asıldır. O ölçüde, anayasal ve hukuksal alanda da yasama
meclisi üyelerini özel bir sıfat çerçevesinde koruma gereksinimi azalır. Öte yandan,
yasama sorumsuzluğu, düşünce ve ifadelere ilişkin olduğundan, bu özgürlüğün
koruma alanı dışında kalan küfür, şiddete çağrı, ırkçı söylem, dinsel hoşgörüsüzlük, “yasama çalışması” bahanesiyle korunamaz. Aynı şekilde, muhalif üyelere suç
isnadı nedeniyle fiziksel özgürlüğünden alıkonmayı engellemeyi amaçlayan dokunulmazlık, temsilcilere, suç işleme ayrıcalığı (ve bu yönde bir rahatlık) bahşetmemelidir. Bu nedenle, bedensel özgürlüğünden alıkonulmamak kaydıyla, temsilciler
de yargılanabilmelidir.
• Aksi halde, bu ayrıcalık, bugün olduğu gibi temsilcileri temsil edilenlerden uzaklaştırır ki, böyle bir eğilim, hukuk devleti ile bağdaşmaz. Zira, hukuk devleti, yönetici
ve yönetilenlerin hukuk önünde eşitliği ilkesine dayanır.
Temsilcilere tanınan malî olanaklar: 1982 Anayasası’nın “ödenek ve yolluklar” kenar
başlığını taşıyan maddesinin kaleme alınış tarzı, geçirdiği değişiklikler ve konuya
ilişkin yasal düzenlemeler ve AYM’nin buna yönelik içtihadı, konunun Anayasa’nın
en sorunlu düzenlemeleri arasında yer aldığını gösterir.
• Milletvekillerinin yolluk ve ödenekleri konusu, seçmenlerin de çok duyarlı oldukları
bir anayasal düzenlemedir.
• Bu nedenle, temsilcilerin mali olanaklarına ilişkin anayasal düzenleme hakkaniyetli
bir şekilde yapılmalıdır. Her yurttaşa düşen ulusal gelir payının (ortalama olarak)
çok düşük olduğu ülkemizde, temsilcilere yapılacak ödeme ile temsilcilerin gelir
ortalaması arasındaki farkın daha da büyümemesi, TBMM’nin saygınlığı açısından
olduğu kadar, demokratik rejime inanç bakımından da önem taşımaktadır. Bu nedenle, düzenlemenin makul ve ölçülü olması gerekir.
Örneğin, 1961 Anayasası madde 82’de olduğu gibi, milletvekillerinin ödeneğinin
hesabında “en yüksek devlet memurunun almakta olduğu miktar” yerine, “birinci
derecenin dördüncü kademesindeki memurun almakta olduğu miktar” esas alınma62
lıdır; “yolluk da ödenek miktarının yarısını aşamaz” hükmü getirilmelidir. Temel
ilke, diğer devlet görevlileri ile birlikte, mali ve sosyal haklar bakımından eşitlik
olmalı, seçilmiş olmaya dayalı ayrımcılık yapılmamalıdır.
• Sonuç olarak, parlamenterlerin ödenek ve yolluklarında sosyal ve eşitlikçi nitelikteki
anayasal çerçeve belirlenmeli ve böylece TBMM üyelerine tanınan ayrıcalıklar
konusunda yasama organına açık ve geniş bir takdir alanı bırakılmamalıdır. Mali
çekiciliğin azaltılması, siyasal ahlak ilkesinin gelişimine de katkıda bulunabilir.
TBMM’nin işleyişi: Günümüz parlamenter rejimlerinde işleyiş ve denetim, yasama
ve yürütme ayrılığından daha çok, iktidar ve muhalefet partisi ayrılığı çerçevesinde
işlediğinden; yasama komisyonları demokratik katılım esasına göre yeniden şekillendirilmeli, kadın-erkek eşitliği komisyonu kurulmalıdır.
Yeni Anayasada, değinilen olumsuzlukların giderilmesi için yeni kurallar ve kurumlar
kabul edilerek TBMM, temsili ama demokratik organ konumuna kavuşturulmalıdır.
Bu yapılırken, çağdaş anayasal eğilimler gözönüne alınmalı; ancak, ulusal deneyimin
payı göz ardı edilmemelidir.
• TBMM’de siyasal partilerin grup kurması için, 10 milletvekili yeterli olmalıdır.
• Toplantı yeter sayısı ve karar yeter sayısı bakımından; meclis, üye tamsayısının salt
çoğunluğu ile toplanmalı; Anayasada başkaca bir hüküm yoksa, toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar vermelidir.
• Yasama sürecini düzenleyen TBMM İçtüzüğü’nün, komisyonlarda adil temsil ve
Genel Kurul aşamasında demokratik tartışma ve uzlaşma ilkelerine dayanması gerektiği vurgulanmalıdır.
Yasama girişimi: Yasa yapımında girişim yetkisi, yasama ve yürütme ile sınırlı tutulmamalı; hükümetin yasa tasarısı ve TBMM üyelerinin yasa önerisi (teklifi) hazırlama yetkilerinin yanı sıra, -bazı Avrupa devletlerinde olduğu gibi- belli sayıda imza
toplayan yurttaş topluluklarına da girişim hakkı tanınmalıdır. Böylece; yasa teklifi,
yasa tasarısı ve halk girişimi olmak üzere, üç kaynaklı insiyatif, yasama faaliyetinin
demokratikleşmesine katkıda bulunabilir.
• Halk girişimi yoluyla meclis gündemine gelen yasa taslağının görüşülmesi sırasında, girişimde bulunan yurttaşlar adına bir temsilciye söz hakkı verilmelidir.
Kanun hükmünde kararnameler (KHK), 1961 Anayasası’nda 1971 değişikliği ile kabul edilen düzenlemeye uygun olarak, belirgin ifadelerle yazılmalı; bu arada, yetki
yasasının hangi yasayı değiştireceği de açıkça belirtilmelidir. Ancak, bu sayı sınırlı
tutulmalıdır (Örneğin, en fazla 3 yasa).
• KHK’lar, sadece olumlu edimi gerektiren ve hakları ilerletmek amacına yönelik düzenlemelerle sınırlı olmalıdır.
63
Anayasa Raporu
• Ayrıca, TBMM’ye sunulan KHK’lar için yasalaştırma süresi belirtilmeli ve bu sürenin
bitiminde yasalaşmaması halinde, kendiliğinden yürürlükten kalkma gibi bir yaptırım öngörülmelidir.
• Yetki kanunlarının (belli sürede sonuçlandırılması kaydıyla) Anayasa Mahkemesi’nin
ön denetimine tabi tutulması öngörülmelidir. Böylece, yetki kanununa dayanılarak
KHK’lar çıkarıldıktan sonra ortaya çıkabilecek “anayasaya uygunluk” sorunu, daha
baştan çözüme bağlanmış olacaktır.
TBMM’nin hükümeti denetleme yolları: Yasama organının yürütme organını
denetlemesi, parlamenter rejimin özünü oluşturur.
• Soru, genel görüşme, meclis soruşturması ve meclis araştırması, her iki meclisin
yetkisi kapsamındadır.
• Gensoru yetkisi ise, yalnızca Millet Meclisi’ne tanınabilir.
• Meclis soruşturmasına ilişkin istemler, TBMM’nin birleşik toplantısında görüşülerek
karara bağlanmalıdır.
• Başbakan ya da bakanlar hakkında, her meclisin üye tamsayısının en az onda birinin
vereceği ve soruşturma açılmasına ilişkin önergenin reddi halinde, önergeyi verenler
(Yargıtay Ceza Daireleri Başkanlarından oluşan Kurul tarafından incelenmek üzere)
Yargıtay Başkanlığı’na itiraz edebilirler.
• Öte yandan, önergenin kabulü üzerine, her meclisin başkanlığı, Yargıtay
Başsavcılığı’ndan hazırlık soruşturması yapılmasını isteyebilmelidir. Başsavcılığın
hazırlık soruşturması sonucunda vereceği, kamu davasının açılmasına ya da
açılmamasına ilişkin kararına karşı ilgilinin ya da belirli sayıdaki milletvekillerinin
yapacakları itirazların çözüm yeri, Yargıtay Ceza Daireleri Başkanlar Kurulu
olmalıdır. Bu Kurulun ya da itiraz edilmemesi durumunda Yargıtay Başsavcılığının
Yüce Divan’a sevk kararının yerine getirilmesi konusunda nihai kararı, TBMM Genel
Kurulu’nca verilmelidir.
TBMM üyeliğine ilişkin kurallar
• İstifa eden milletvekilinin TBMM üyeliğinin, istifasının geçerli olduğunun TBMM
Başkanlık Divanınca saptanması ile düşeceği; itiraz durumunda, itirazla ilgili konuda
kesin kararı TBMM Genel Kurulu’nun vereceği hükme bağlanmalıdır.
• Üyelikle bağdaşmayan işlerin kapsamı genişletilmelidir.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK), sürekli bir yapıya kavuşturulmalıdır. Türkiye’de seçim
hukuku en çok tartışma yaratan konular arasında yer almakta ve YSK, gerek genel,
gerekse yerel seçimlere ilişkin süreğen sorunların üstesinden gelme konusunda
zorlanmaktadır. YSK, sürekli görev yapan bir statüye kavuşturulması durumunda,
seçim hukukunun genel oy ilkesini güvencelemeye katkıda bulunabilir. Oluşumu da,
bu amaca göre tasarlanmalıdır. Yüksek Seçim Kurulu’na, seçimler sırasında cinsiyetler
arası eşit temsil ilkesini gözetme yetkisi de tanınmalıdır.
64
Halkoylamasını denetleme yetkisine sahip YSK, ayrıca, Cumhurbaşkanlığı seçimi
sürecinde görevli ve yetkili kılınmalıdır.
YSK’ya, itiraz yoluyla, AYM’ye başvurma yetkisi tanınmalıdır.
2) Yürütme
Türkiye’nin geleneksel olarak tercihi parlamenter rejim yönünde olduğuna göre,
yürütme organının yapılanma tarzı da bu bağlamda yeniden düzenlenmelidir. Bu
düzenleme, hem yürütme-yasama dengesini gözetecek biçimde, hem de yürütme
içinde yer alan organlar arasındaki ilişkiler açısından düşünülmelidir. “Kamu Yönetimi”
başlığı altında ele alınan yerel yönetimler ile özerk ve uzman kuruluşlar da, anayasal
düzeyde sistematik bir şekilde düzenlenmelidir. “Mali ve Ekonomik Hükümler”e de,
yürütme bölümünde yer verilmelidir.
a) Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu
• Cumhurbaşkanı: Osmanlı- Türkiye anayasal gelişmeleri, Cumhurbaşkanının
konumu ile parlamenter rejimin kuruluşu arasındaki paralelliği yansıtır. Fren ve
denge mekanizmalarını bu bağlama yerleştiren 1961 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı
makamını parlamenter rejimde tarafsız ve devletin tüzel kişiliğini temsil eden
sembolik yetkilerle sınırlı bir makam olarak öngördü. 1982 Anayasası ise,
parlamenter rejimin temel mekanizmalarını korumakla birlikte, Cumhurbaşkanına
tanıdığı yetkilerle parlamenter rejimin sınırlarını zorladı. 31.05.2007 tarih ve 5678
sayılı yapılan Anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanının TBMM yerine halk tarafından
seçilmesini öngörmekle, siyasal rejimin geleceğine yönelik sorunların ilk işaretlerini
vermeye başlamış bulunuyor. Bu anayasal yapı çerçevesinde, Cumhurbaşkanı halk
tarafından seçildikten sonra rejimin işleyişinde ciddi sıkıntılar doğabilir. Bu nedenle
yeni anayasada, siyasal rejim tercihi ile Cumhurbaşkanının konumu arasında paralel
bir düzenlemeye özen gösterilmelidir.
• Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri, parlamenter sistemle uyumluluk hedefinde
daraltılmalı; tarafsızlığını sağlayacak bir anayasal statü içinde, devletin başı
olması sıfatıyla, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve ulusun birliğini temsil sıfatından
doğan işlerle sınırlandırılmalıdır.
• Cumhurbaşkanının, halkın oyuyla seçilmesini öngören anayasal düzenlemeden
vazgeçilmelidir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, parlamenter
rejimin geçerli olduğu bazı ülkelerde görülen bir uygulama olmakla birlikte,
ülkemizde Cumhuriyet’in başından bu yana süregelen anayasal düzenleme ve
uygulama, Cumhurbaşkanlığı makamının gerekli kıldığı tarafsızlık statüsünün
TBMM tarafından seçim yoluyla sağlanmasını teyit etmiş bulunmaktadır.
• Cumhurbaşkanının seçimi, 30 gün içerisinde tamamlanmalı; toplantı yeter
sayısının belirlenmesinde, meclislerin üye tamsayısının salt çoğunluğu esas
65
Anayasa Raporu
alınmalıdır. Seçimin her iki Meclisin birleşik toplantısında yapılması önerilebilir.
Seçimin dört turda sonuçlanmaması durumunda, TBMM seçimleri kendiliğinden
yenilenmelidir. Görev süresi ne olursa olsun, bir kişi sadece bir kez Cumhurbaşkanı
seçilebilmelidir.
• Cumhurbaşkanının, istisnai nitelikteki tek başına yapacağı işlemler, anayasada
sayma yoluyla düzenlenmelidir. Cumhurbaşkanının görevi ile ilgili konularda
siyasi-hukuki ve cezai sorumsuzluk ilkesi korunarak, cezai sorumluluğu vatana
ihanet nedeniyle kayıtlanmalıdır. Vatana ihanet için, kanunilik kaydı aranmalıdır.
Cumhurbaşkanının görevi dışındaki hukuki-cezai sorumluluğu anayasada
düzenlenmeli, yargılama makamı ve prosedürü belirtilmelidir.
• Bakanlar Kurulu: Bakanlar, Meclis dışından ya da Meclis içinden cinsiyetler arası
eşit temsil ilkesi gözetilerek seçilmeli, ancak Meclis’ten seçilenlerin milletvekilliği
son bulmalı; Başbakan olan kişinin parti genel başkanlığı ise, otomatik olarak
düşmelidir. Bu tür yenilikler, yasamayı yürütmenin güdümünden çıkarma ve her
iki organı işbirliğine yönlendirmenin ötesinde, parti içi çekişmelerin ülke siyasetine
yansımasının önüne geçilmesine de katkıda bulunabilir.
• Hükümetin kurulması, düşürülmesine göre daha kolay olmalıdır (rasyonalize
parlamenter rejim).
• Başbakan ve bakanlar arasındaki ilişki, başbakanın âmir konumda olduğu
hiyerarşik bir ilişkiden çok, klasik parlamenter rejim çizgisine (eşitler arası birinci
konuma) çekilmelidir.
• İdarenin yargısal denetimi: İdarenin, olağan ya da olağanüstü dönemde,
istisnasız, her türlü işlem ve eylemi yargı denetimine bağlı olmalı; mevcut istisnalar
tümüyle kaldırılmalıdır. 1982 Anayasasında temel hak ve özgürlükler rejimi ile
temel hak ve özgürlükleri durdurmaya varan yetkilerle donatılan yürütme ve çok
halde yargı denetimini dışlayan olağanüstü hal rejimi arasındaki çelişki, yönetimde
olması gereken, yetki-sorumluluk-denetim üçlüsüne dayalı dengenin bozulmasına
neden olmuştur. Olağanüstü hal rejimi, yeniden düzenlenmeli ve daraltılmalıdır.
Olağanüstü dönemde yürütmenin artan yetkileri, yargı denetimiyle dengelenmelidir.
Bu bağlamda, idarenin tüm işlem ve eylemleri, olağanüstü hal ya da sıkıyönetim
makamlarınca tesis edilen yönetsel işlem ve eylemler, yargı denetimi kapsamına
alınmalıdır.
• Ulusal Savunma Danışma Kurulu ve Genelkurmay Başkanlığı: Milli Güvenlik Kurulu (MGK), yeni Anayasa’da sadece “Ulusal Savunma Danışma Kurulu” (USDK) biçiminde düzenlenmelidir. Böylece, danışma niteliğindeki görev ve yetkileri, “ulusal
savunma” ile kayıtlanmış olacaktır. USDK, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay
Başkanı, kuvvet temsilcileri ve kanunda açıkça belirlenecek olan ilgili bakanlardan
oluşmalıdır.
66
Mevcut Anayasa’ya göre, millî savunmanın sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin
yurt savunmasına hazırlanmasından TBMM’ye karşı Bakanlar Kurulu sorumludur.
Bakanlar Kurulu’nun sorumlu olması, ilgili bakanı (Milli Savunma Bakanını) Meclis’e
ve Bakanlar Kurulu’na karşı öncelikle sorumlu kılar. Bakanın sorumlu olması, aynı
zamanda yetkili olmasını da gerektirir. Bu nedenle, yeni anayasada, Genelkurmay
Başkanlığı, Millî Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu olmalıdır.
• Sosyal ve Ekonomik Konsey: Bakanlar Kurulunca kendisine sevk edilen ekonomik ve
sosyal nitelikli yasa tasarılarını, KHK’ları, ayrıca Bakanlar Kurulu kararlarını incelemek ve görüşlerini sunmak üzere Ekonomik ve Sosyal Konsey Kurulmalıdır. Konsey;
işçi, işveren, kamu görevlisi, esnaf, üretici vb. örgütlü kesimlerden orantılı ve cinsiyetler arası eşitlik ilkelerine uygun olarak oluşturulmalıdır. Konsey’e, ekonomik ve
sosyal konularda çalışmalar yapan kadın örgütü temsilcileri de katılabilmelidir. Bu
Konseye, kendisinden görüş istenen yasa tasarıları hakkında Meclis’e “görüş bildirme” hakkı tanınmalıdır.
• Sayıştay, genel ve katma bütçeli dairelerin gelir, gider ve malları yanında, alınan
malların amaca uygun olarak kullanılıp kullanılmadığı, kamu mallarının alımında
ve kullanımında yolsuzluk olup olmadığı, varsa ilgililerin sorumluluğunu sağlama
görevini yerine getirecek ve hükümetin müdahale edemeyeceği tarzda bağımsız ve
güvenceleri belirlenerek yeniden yapılandırılmalıdır.
b) Kamu yönetimi
Kamu yönetimi, merkeziyet ve adem-i merkeziyet ilkeleri doğrultusunda yeniden
yapılandırılmalı; uzman ve özerk birimler, anayasal statüye kavuşturulmalıdır. Mali
ve ekonomik hükümler de, anayasada belirginleştirilmelidir. Devlet tüzel kişiliği
dahil, tüm kamu tüzel kişilerinin organlarının oluşturulmasında cinsiyetler arası
eşitlik ilkesine saygı gösterilir.
aa) Merkezi idare
İdarenin yasallığı ve bütünlüğü anayasada yer almalıdır. İdarenin saydamlığı,
anayasal ilke olmalıdır. İstisnasız tüm idari işlemlerin gerekçeli olma zorunluluğu,
açıkça yer almalıdır. İdarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine bağlı olmalı,
yargı kısıntıları ve yürütmeyi durdurma konusundaki sınırlar kaldırılmalıdır. Kamu
görevlilerinin yargılanmasına yönelik engeller kaldırılmalıdır.
Kamu hizmetlerinde süreklilik ve görevde liyakat ilkeleri esas alınmalıdır.
Merkezî idare kuruluşları içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), anayasal düzlemde ayrıca üzerinde durulması gereken bir birimdir.
• Diyanet İşleri Başkanlığı, dinsel faaliyetlerin kanunlar çerçevesinde yürütülüp
yürütülmediğini izlemek ve denetlemek amacıyla oluşturulan ve tüm inançlara eşit
davranan bir kurum olarak örgütlenmelidir.
67
Anayasa Raporu
Bilindiği gibi, 3 Mart 1924 tarihli Kanun’la Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış ve
bu suretle artık yasama ve yürütme alanında dini makamların herhangi bir yetkisi
kalmadığından, “İslam dininin inançlara ve ibadetlere ilişkin hükümlerinin yerine
getirilmesi ve dini müesseselerin yönetilmesi için hükümet merkezinde bir Diyanet
İşleri Reisliği makamı kurulmuştur”. Aslında bu, geçici bir düzenlemeydi. Çünkü,
1924 Anayasası’ndaki “devletin dini, din-i islamdır” yolundaki hüküm ile, devlet
dinine ilişkin 16, 26 ve 28. maddeler, 1928 değişikliğiyle Anayasa’dan çıkarıldıktan
sonra, devletin artık idare alanında birtakım dini görevler yerine getirmesi
düşüncesi ve esası terk edilmiş ve böylece dini faaliyetler, kamu hizmeti niteliğini
kaybetmiştir. Bunu izleyen dönemde, devletin, dinlerle sadece kolluk bakımından,
yani dini faaliyetlerin kamu düzenini bozmasını önleme amacıyla ilgilenmesi
ilkesi kabul edilmiş ve DİB’in görevleri de bu çerçevede düzenlenmiştir. 1924
Anayasası’nın 1937’de değiştirilerek, laiklik ilkesinin Anayasa’ya dahil edilmesi de,
bu hususu güçlendiren bir olgu niteliğindedir.
DİB’in, 1982 Anayasası’na göre, genel idare içinde yer alması ve devletin bu
teşkilat eliyle dini birtakım faaliyetlerde bulunması, madde 2’deki laiklik ilkesiyle
bağdaştırılamaz. Öte yandan, 1965’te çıkarılan 657 sayılı DMK’da memur statüsünün
içinde “din hizmetleri sınıfı”nın kabul edilmesi, dini faaliyetleri bir kamu hizmeti
niteliğine büründürmüştür. Bu suretle, 1965’ten önce fahri olarak hizmet gören
imamlarla birlikte 25 bin olan personel, bu düzenleme sonrasında, günümüzde
105 bin’e yükselmiştir. Gelinen noktada DİB, en geniş kadrolu ve en büyük devlet
kuruluşu niteliğini kazanmıştır.
Anayasa madde 136’da, DİB’in, “milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç
edinerek” görevlerini yerine getirmesinin öngörülmesi, onun varlık nedeniyle hiçbir
biçimde bağdaştırılamaz. Ayrıca eklemek gerekir ki, 1979’da verdiği bir kararla
AYM, birçok maddesi iptal edilmiş bulunan DİB hakkındaki 633 sayılı kanunun
bir yıl içinde yeniden düzenlenmesini öngörmüş olmasına karşın, aradan geçen 30
yılda yasama organı bu görevini yerine getirmemiş bulunmaktadır.
Bu durum karşısında, devletin laik niteliğinin tutarlı bir biçimde korunabilmesi için,
ya Anayasa’da DİB’e yer verilmemesi, ya da Osmanlı Devleti’nin meşihat makamına
benzer şekilde fetva çıkarmak, din işlerinin kamu hizmeti gibi yürütülmesine ilişkin
düzenlemeler yapmak, hac işlerini yürütmek gibi görevlerinin kendisinden alınarak,
ilk kuruluş amacına, yani dini faaliyetlerin kamu düzenini bozmasını engellemeye
yönelik biçimde düzenlenmesi gerekir.
bb) Yerinden yönetimler
• Yerel yönetimler, katılımcı demokrasiyi geliştirici ve merkezî otoriteyi dengeleyici
bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bunu Türkiye, üniter devlet yapısı içerisinde kalarak,
tıpkı Fransa’da olduğu gibi adem-i merkeziyetçilik (l’Etat unitaire décentralisé)
ilkesi çerçevesinde başarabilir. Birden çok ili kapsamına alan yerinden yönetim
örgütlenmesi; bölgesel ölçekte kamu hizmetlerini hızlandırır, verimliliğini artırır;
çevre ve doğanın korunmasıyla, şehirciliğin geliştirilmesine katkıda bulunur;
68
yurttaşların karar alma mekanizmalarına katılımıyla demokrasinin ülke geneline
yaygınlaştırılmasında itici güç oluşturabilir; bölge ölçeğinde alınacak kararların
yerindeliğini güçlendirir.
• Tüm yerinden yönetim kuruluşlarının cinsiyetler arası eşit temsil ve katılım ilkesine
uygun olarak oluşturulması, anayasaya yansıtılmalıdır.
• Yerel yönetimlerin meclislerinin bütün toplantılarında, tartışmaların kamuya
açıklığı ilkesi öngörülmelidir.
• Bölge yönetiminin anlamı nedir ve neden bölge yönetimi? Bölge yönetimi,
devletin ülkesel ve siyasal bütünlüğü ilkesi ve yerel birimlerin yetkilerine saygı
çerçevesinde, bölgenin iktisadi, sosyal ve kültürel gelişimine ivme kazandırmak
amacıyla oluşturulan, demokratik bir adem-i merkeziyet birimidir.
Böyle bir yapılanma, ülkemizin yüzölçüm olarak çok büyük, coğrafi yapı olarak
çok çeşitli, tarihi olarak zengin bir mirasa sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu
bakımdan, Türkiye’nin, sayıları 2 ile 5 il arasında değişen idari birimleri kapsayacak
şekilde (kuşkusuz Ankara ve İstanbul’da bu sayı, 1 ile sınırlı kalabilir) 20-25 bölgeye
ayrılarak, yerinden yönetim birimlerini oluşturması, kamu hizmetlerinin verimliliği
ve halka yakın demokratik yönetimlerin kurulması baflta gelmek üzere, birçok
bakımdan yararlı olabilir.
Siyasal ve yönetsel karar düzeneğinin yaygınlaşması, idari yapının büyük ölçüde
demokratikleşmesi ve saydamlaşması, böyle bir gelişme ile sağlanabilir. Yetki ve
sorumluluklardaki paylaşım, bölge ölçeğinde kurul ve organların hızlı kararları
ile daha çabuk sonuca ulaşmasına olanak tanır. Halkta, kendine yakın yönetimi
sahiplenme bilinci gelişir. Bu da, büyük şehirlerdeki demografik yığılmayı
azaltabilir. Öte yandan, merkezi yönetimin ağır ve hantal işleyen yapısına karşı,
“her aşamada demokrasi” kuralı, “yakından daha iyi yönetilme”yi gerçekleştirebilir.
Bu şekilde, halkın doğrudan oyu ile kurulan yerel demokrasinin kendisi de katılımı
yaygınlaştırabilir. Yöre sakinlerini yerel işler üzerine bilgilendirme, onlara danışma;
halkın yönetimi etkileme yollarının açılması, merkezden yönetime katılmanın
güçlük ve sınırlarının yerel ölçekte aşılmasını sağlayabilir. Hak ve özgürlükler
açısından “yönetilenlerin hakları” (yönetimin saydamlığı, kararların gerekçeli
olması, bilgilenme hakkı vb.), ancak yurttaşlara yakın olan yönetim birimlerinde
geçerlik kazanabilir. Şehircilik açısından bölge merkezleri, üç metropol dışında
bölge ölçeğinde büyük çekim merkezlerinin oluşmasını sağlayabilir.
Son olarak, bölge yönetiminin, Avrupa Birliği ülkelerinin de ortak modeli olduğu,
hatta geleceğin Avrupa’sının 250 civarında bölgeden oluşan bir yapıyla tasarlandığı
da eklenmelidir.
Avrupa’da giderek gelişen bölge yönetimi modellerinden, ülkemizde genellikle
İspanya örnek gösterilse de, İtalya ve Fransa deneyimleri, üzerinde durulmaya değer
örneklerdir:
69
Anayasa Raporu
İtalya Anayasası’nın 5. maddesine göre, bir ve bölünmez olan Cumhuriyet, yerel
özerklikleri tanır ve özendirir. Anayasa’nın belirlediği kurallara göre, kendilerine
özgü statüleri, yetkileri ve işlevleri bulunan Komünler, province’ler, metropoller
ve bölgeler, özerk topluluklardır (md. 114). Bölgelerin yasama yetkileri, Anayasaca
devletin yasama yetkisine açıkça saklı tutulmamış alandır (md. 117). 20 Bölge’den
oluşan İtalya’da, başta Sicilya ve Sardunya gelmek üzere 5 Bölge’ye, diğerlerine
göre ayrıcalıklı bir statü tanınmıştır. Ekleyelim ki, devlet biçimi ve kamu yönetimi
bakımından, Türkiye’ye geleneksel olarak esin kaynağı olmuş olan Fransa’da 1982’de
uygulamaya konan bölge yönetimi, demokrasinin ve devletin décentralisée (adem-i
merkeziyetçi) yapısının vazgeçilmez bir aracı haline gelmiş bulunuyor.
cc) Mali ve iktisadi hükümler
• Anayasada, devlet gelir ve giderlerinde saydamlık, denetlenebilirlik ve hesap verme
ilkelerini geçerli kılmaya yönelik hükümler yer almalıdır.
• Devlet gelirlerinin belirlenmesinde adalet ilkesi, açıkça Anayasal hüküm haline getirilmelidir.
• Ekonomik anayasa kurallarına yer verilmelidir. Hükümetler kaynakları sorumsuzca
harcama, sınırsız iç ve dış borç alma girişimi veya yüksek düzeyde enflasyonist
uygulamalar ile ülkenin geleceğini ipotek altına alamamalıdır. Anayasada, bütçe
açıklarını önleyici; devlet gelir ve giderlerini yansıtan; para basımını, iç ve dış borç
alımını, transfer ödemelerini ve mali yardımları sınırlayıcı kurallar yer almalıdır.
• AB sürecindeki Türkiye, Birliğin ekonomik ve parasal anlaşmalarını da gözönünde bulundurmalıdır. Bu anlamda Maastricht Anlaşması ile üye ülkelere enflasyon
oranı ve cari açıkların kontrolü konusunda ciddi yükümlülükler getirilmiştir. Konuyu siyasi iktidarların inisyatifine bırakmak istemeyen AB ülkeleri, anayasalarına
bu yönde hükümler koymuşlardır. Özetle, iktisadi faaliyetler, siyasi iktidarın oy
kaygılarına bırakılamayacak kadar önemlidir.
• Hukuk devleti ilkesinin mali hukuk alan›nda yerini alabilmesi; yasama ve yürütmenin
işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olmasının yanı sıra, idarenin mali
sorumluluğu ile yasama-yürütme arası yetki devrinin sınırları ve esaslarının da
ayrıntılarıyla belirlenmesine bağlıdır.
• Bütçe açıklarının öngörülen milli gelir büyüklüğünün belli bir oranını aşmasına
engel olacak bir madde, anayasaya açıkça konulmalıdır. Bütçe kanunu, her sene
başında o seneye ilişkin bütçe açığını belirler ve Hazine’ye de, bu açığın bir sonucu
olarak borçlanma yetkisi verir. Yeni Anayasada açık hüküm olursa, saptanan
açık öngörüsü o seneye ilişkin milli gelir tahmininin bir oranını (örneğin, % 3)
aştığı takdirde, AYM Bütçe Kanunu’nu iptal eder. Öte yandan olumlu yükümlülük
gerektiren gruplar için bütçeden yeterli ödenek ayrılması esası kabul edilmelidir.
70
• Yeni anayasa, “Kesin Hesap Kanunu” kavramını açıkça düzenlemelidir. Kanunun
Meclis’e sunuluşu ve Kesin Hesap Kanunu’nun Bütçe Kanunu’ndan sapması,
yeni düzenlemelere ihtiyac› ortaya koymaktadır. Öteden beri, kamu maliyesi
uygulamasında fazla ciddiye alınmayan kesin hesap, AKP adına hazırlanan “Anayasa
Taslağı” ile neredeyse tamamen gündemden çıkarılmıştır. Düzenleme, kesin hesabı
daha da ciddiye almak bir yana, mevcut durumu bile gevşetmeye yönelik görünüm
taşıyor. Yeni anayasaya, günümüzde giderek önem kazanan hesap verme, saydamlık,
kamuoyu denetimine açıklık ilkeleri yansıtılmalıdır.
• Yasama organına ait “vergilendirme yetkisi”nin yerel yönetimlere kısmen devrine
ilişkin ilkeler ile toplam vergi gelirlerinin yerel yönetimlerle paylaşımına ilişkin mali
tevzin ilkelerine anayasada yer verilmelidir. Bu şekilde bir düzenleme, Türkiye’nin
de onaylamış olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın, “Yerel makamların
mali kaynaklarının en azından bir bölümü, oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu
sınırlar dahilinde belirleyebilecekleri yerel vergi ve harçlardan sağlanacaktır”
şeklindeki düzenlemesine de uygun olacaktır.
• Vergiye ilişkin düzenleme, yeni anayasada mali ve ekonomik hükümler arasında
sayılmalıdır. Devlet, adil bir vergi sistemi oluşturmalıdır.
• Devlete yüklenen iktisadi faaliyetler alanı, “kamu hizmeti gerekleri”ne göre
belirlenmelidir. Devletin ekonomik faaliyetler üzerindeki denetimi ile sosyal
devletin işlevsel kılınması arasındaki ilişki, anayasal düzlemde de gözönünde
bulundurulmalıdır. Şöyle ki; hukuk devleti, iktisadi faaliyetleri düzenleyen,
denetleyen ve gerektiğinde yaptırım uygulayan bir devlettir. Sosyal devlet ise,
güçsüzler lehine müdahale eden, bu yönde somut önlemler alan, mevcut engelleri
kaldıran, düzenleme yapan ve gerekli sistemi kuran devlettir. Bu nedenle yeni
Anayasa, devlete bir yandan iktisadi faaliyetleri denetleme yetkisi tanımalı ve öte
yandan, sosyal devleti işlevsel kılmak için olumlu yükümlülükler öngörmelidir.
c) Özerk-uzman ve bağımsız kuruluşlar
• Günümüzde “bağımsız idari otoriteler” (BİO) adı da verilen uzman-özerk nitelikli
düzenleyici ve denetleyici kurumlar, klasik devlet erkleri karşısında, bir tür “4.
erk” olarak nitelenir. Bunların varlık nedeni ve geliştiği sektörler, anayasal yapı
içerisinde kendilerine özgü bir statü ile düzenlenmesini gerekli kılmaktadır.
Dolayısıyla, değişik sektör ve uzmanlık alanlarında faaliyet gösteren düzenleme
ve denetim birimleri (veya BİO’lar), amaçları doğrultusunda gözden geçirilerek
yapılandırılmalı, siyasal ve idari hiyerarşinin dışında işleyişini sağlayacak şekilde
anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
• Genel olarak, BİO’lar konusunda yapılacak anayasal düzenlemede, şu iki ölçüt
gözönüne alınmalıdır:
1) BİO statüsündeki özerk ve uzman kuruluşlara yapılacak görevlendirmelerde,
adayların ilgili konulardaki uzmanlık ve liyakatine ilişkin ölçütler titizlikle
71
Anayasa Raporu
konulmalıdır. Bu birimler, siyasal iktidarların kendilerini kabullenmesi ve müdahale
eğiliminden kaçınması ölçüsünde, amaçları doğrultusunda işleyebilirler.
2) Öte yandan, adı geçen birimlerin işleyişi de hukuk kuralları çerçevesinde cereyan
edeceğinden, hem onlara tanınan yetkiler amaçları ile orantılı ve hem de kararları
üzerinde nihai olarak yargı denetimi geçerli olmalıdır.
• Özerk ve uzman kurumlar, genel ve belli sektörlere ilişkin olmak üzere, anayasal
ölçekte iki kategoride tanınmalı ve düzenlenmelidir:
• Genel yetkili özerk
oluşturulmalıdır.
ve
uzman
birim
olarak
Kamu
Denetçileri
Kurulu
İkinci kategoride ise, görev ve yetkileri belli uzmanlık ve faaliyet alan ve
konularında yoğunlaşan birimler yer almaktadır. Görsel ve İşitsel İletişim Yüksek
Kurulu, Yükseköğrenim ve Üst Kuruluşları, bu çerçevede düzenlenmelidir. Devlet
Planlama Örgütü, Kültür ve Sanat Yüksek Kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı da,
aynı kategoriye dâhil edilebilir.
Ayrıca, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin; iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda
ortaya çıkardığı duyarlı sektörlerin düzenli işleyişini sağlamak, ilgili hak ve
özgürlükleri güvencelemek amacıyla, yasa ile yeni uzman ve özerk birimlerin
oluşturulabileceği belirtilmelidir.
aa. Genel yetkili Kamu Denetçileri Kurulu (“ombudsperson”):
Kamu yönetiminde saydamlık sağlanması, insan hakları ihlallerinin, her türlü
savurganlığın ve yolsuzluğun önlenmesi amaçlarıyla; sivil ve askeri yönetim,
TBMM, Cumhurbaşkanlığı yönetimi dahil, tüm kurum ve kuruluşlarda denetim ve
soruşturma yetkileriyle donatılmış bağımsız bir kamu denetçisi atanmalı ya da
benzeri bir kuruluş kurulmalıdır. Bu kuruluş yıllık raporlarını, Cumhurbaşkanına,
TBMM’ye, hükümete sunmalı ve basın yoluyla kamuya duyurmalıdır. Ayrıca
soruşturma sonuçları ilgililere bildirilmeli, sorumlular hakkında suç duyurusu
yapılmalıdır. Bu kuruluşun kararı karşısında, hiç kimse dokunulmazlık kalkanı
arkasına saklanamamalıdır. Kurul, özellikle kamu makamlarından kaynaklanan hak
ve özgürlük ihlallerinin giderilmesi konusunda oynayacağı rolle, yargı organlarının
iş yükünün hafiflemesine de katkıda bulunabilir.
bb. İnsan hakları alanında
Kamu Denetçileri Kurulu’nun düzenleme şekline göre, insan hakları alanında özgül
bir birime yer verilmelidir. BM Genel Kurulu’nun 48/134 sayı ve 20.12.1993 tarihli
kararı da, üye devletlere, insan haklarını koruma ve ilerletme amacıyla etkinliklerde
bulunan ulusal kuruluşlar oluşturmalarını tavsiye etmektedir. Avrupa Konseyi’nce
de, üye ülkelere tavsiye edilen ve “Paris İlkeleri” olarak anılan karar, iki kategori
insan hakları birimi kurma seçeneğini tanır:
• Danışma kurulları;
72
• Kamu denetçisi (ombudsperson) biçiminde izleme, inceleme, duruma göre ilgili
makamları harekete geçirme, karar alma ve uygulamaya koyma yetkileri ile
donatılan güçlü insan hakları birimleri.
• İnsan hakları danışma kurulları, aynı adla veya komisyon, komite ya da enstitü
adıyla birçok devlette, özellikle insan haklarının ilerletilmesine katkıda bulunmak
amacıyla faaliyet göstermekte ve saygın bir konuma sahip bulunmaktadır. BM İnsan
Hakları Yüksek Komiserliği ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği ile işbirliği
içinde çalışan insan hakları ulusal kurumları, Avrupa ölçeğinde oluşturdukları Avrupa
grubuyla insan hakları etkinliklerinde giderek daha aktif bir rol üstlenmektedir.
Ülkemizde, 2001 yılında İnsan Hakları Danışma Kurulu’nu (İHDK) oluşturan 4643
sayılı yasanın gerekçesi, yukarıda anılan BMGK kararı ile AK tavsiye kararına
dayanmaktadır. Sadece iki yıl faaliyette bulunabilen ve 2005’te AKP Hükümeti
tarafından askıya alınan İHDK ve benzeri birimlerin anayasal statüye kavuşturulması,
insan haklarını, hükümetlerin politik aracı olmaktan kurtarabilir.
• İnsan hakları kamu denetçisi ise, izleme, inceleme, başvuruda bulunma ve icrai
nitelikte karar alma görevi ile donatılır. Sadece insan haklarının korunması amacına
özgülenen birimlere, İspanya ve Romanya Anayasalarında öngörülen “halkın avukatı”
tipik örnek olarak gösterilebilir. Benzeri kurum, Belçika ve Fransa’da arabulucu
“medyatör” (médiateur) adıyla faaliyette bulunur. Böyle bir birimin Anayasa ile
oluşturulması, danışma niteliğindeki bir birimin varlığı ile çatışmamaktadır. Zira,
her ikisinin görev alanı birbirinden ayrıdır. Böyle bir birimin varlığı ve gerekliliği,
genel yetkili kamu denetçisine göre tasarlanmalıdır.
cc. Belli alanlarda özerk ve uzman kuruluşlar
Günümüzde iktisadî sektörden, kurumsal çerçevede kullanılan kimi özgürlük
kategorilerine uzanan bir alanda, uzman ve özerk birimlerin yaygınlaşmasına tanık
olunur. Burada sadece, üç anayasal kuruluşa örnek olarak yer verilecektir.
• Üniversiteler Planlama Eşgüdüm Yüksek Bilim Kurulu (ÜPEYBK) ve Üniversitelerarası Kurul (ÜAK): Üniversitelere bilimsel özerklik yanında yönetsel ve malî
özerklik de tanınmalı, ÜPEYBK’in yapısı ve üyelerinin seçilme biçimi cinsiyetler arası
eşit temsil esasına uygun olarak demokratikleştirilmeli ve saydamlaştırılmalıdır.
ÜPEYBK’in görevleri; üniversitelerin geleceğini, bilimsel ve teknolojik gelişmeler
doğrultusunda ülke ihtiyaçlarını dikkate alarak planlamak; üniversitelere tahsis
edilen kaynakların kullanılmasını denetlemek; üniversiteler arasında eşgüdüm
(koordinasyon) sağlamak; öğretim üye yardımcılarını bilimsel yayın ve etkinliklerini
arttırıcı yönde özendirmekle sınırlı olmalıdır. Üniversitelerin yönetim ve karar
organlarıyla kurulları, cinsiyetler arası eşit temsil esasına uygun olarak bizzat
kendileri tarafından belirlenmeli; seçimler, öğrenci temsilcileri ile idari personel
temsilcilerini de kapsamına alacak şekilde elden geldiğince geniş bir seçmen
topluluğunun katılımıyla gerçekleştirilmelidir. Üniversiteler, ideolojik ve siyasal
73
Anayasa Raporu
amaçlarla yönetilen ya da akademik unvanların kişisel çıkar aracı olarak kullanıldığı
bir kurum olmak yerine; bilim, hizmet ve teknoloji üretiminde yarışan kamu tüzel
kişiliğine sahip kurumlar olarak, kendi içinde denetim mekanizmasını kuran ve
çalıştıran özerk yapılara dönüşmelidir.
Ayrıca, akademik ve bilimsel faaliyetleri üniversiteler arası ve üstü ölçekte düzenlemek ve eşgüdüm sağlamak amacıyla, “Üniversitelerarası Kurul” da, Anayasa’da
düzenlenmelidir.
• Devlet Planlama Teşkilatı da, özerk ve uzman bir birim olarak cinsiyetler arası
eşitlik ilkesi gözetilerek yapılanmalı ve plânlama faaliyetini merkezine yerleştirecek
biçimde yeniden düzenlenmelidir. Türkiye Cumhuriyeti, daha 1930’lu yıllarda
planlı ekonomi fikrini geliştirmiş ve 1933’te ilk sanayi Planı’nı yapmıştı. Plan, II.
Dünya Savaşı’nın başladığı 1938’e kadar yürütülmüş, sonrasında Türkiye savaş
ekonomisine geçince, düzenli bir kalkınma planı yapılıp uygulanamamıştır. 195060 yılları, plansız yönetim dönemi olmuş, Türkiye sosyal ve ekonomik bakımdan
sıkıntıya düşmüştür. Bu yılların deneyimi, 1960 askeri müdahalesinden sonra,
30 Eylül 1960’ta DPT’nin kurulmasına zemin hazırlamış, söz konusu kurum 1961
Anayasası’nda da düzenlenmiştir. Bu tarihten sonra 5’er yıllık uzun vadeli kalkınma
planları ve yıllık programlar yapılarak ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın
gerçekleştirilmesine çalışılmıştır. Şuna da işaret etmek gerekir ki, “büyüme ve
kalkınma” ile “gelişme” arasındaki fark da, bu dönemde kavranmıştır. Gerçekten,
“büyüme” özellikle gayri safi milli hasıla (GSMH) ile ilgili, daha çok ekonomik
büyümeyi ve artışı ifade eden bir kavramdır; oysa kalkınma ya da gelişme, ulusal
gelirin daha adaletli bölüşümüyle ilgilidir. İnsan hakları diliyle gelişme ise, “gelişme
hakkı” kavramı vesilesiyle de işaret edildiği üzere, bunun ötesinde sosyal, kültürel
gelişim ve ilerlemeyi de içinde barındıran, daha kapsayıcı bir anlam taşır. Planlı
kalkınma, her iki kavramı da kapsayan bir süreçtir. Kalkınma planı, kamu sektörü
için emredici, özel sektör için ise yol gösterici ve yönlendirici nitelik taşır. Özellikle,
özel sektöre bazı özendirici tedbirlerin uygulanmasıyla sosyal, kültürel ve ekonomik
gelişmenin yönlendirilmesine çalışılır. Günümüzde, 2005’te TBMM’de kabul edilen
9. Beş Yıllık Kalkınma Planının yürürlükte olmasına karşın, planlı ekonominin terk
edilmesi gerektiği yönünde yanlış eğilimler söz konusudur. Çözüm, tıpkı 1961
Anayasası’nda olduğu gibi, DPT’nin özerk ve uzman bir kurum olarak doğrudan
Anayasa’da düzenlenmesidir.
• Kamu Kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK): Bu kuruluşların üyelerinin,
özel bilgi ve beceri gerektiren, aynı zamanda sürekli, örgütlü, bilinçli bir işi ifade
eden meslek üyelerinden oluşması, mesleki alanda kamusal yetki kullanmalarının
temeli olarak görülmektedir. Organlarının üyeleri tarafından seçimle belirlenmesi,
demokratik işleyişe sahip olmaları nedeniyle, alanlarında merkezi siyasal otoriteyi
dengeleyici özellikleri ile kamu kurumu işlevleri birbirlerini tamamlamaktadır.
Anayasada, KKNMK’nın, faaliyet alanlarına ilişkin kuralların belirlenmesine ve
yürütmeye ilişkin kurullara katılımları öngörülmelidir. Uluslararası belgelerde de
74
meslekle ilgili hukuksal statülerin belirlenmesinde meslek odalarına rol verilmiştir.
Örneğin, Avrupa Birliği Parlamentosu ve Konseyi’nin, mesleki yeterliliklerin karşılıklı
tanınmasına ilişkin 2005/36/EC sayılı yönergesinde, meslek örgütlerinin mesleki
yeterlilikler için standartlar ve ölçütler belirlemek konusundaki süreçlere katılımları
tavsiye edilmiştir.
3) Yargı
Yeni Anayasa’da, yargı erki üzerine genel ilkeler koyma gereği kadar, mevcut yüksek
yargı organlarının yeniden yapılandırılması da önem taşımaktadır.
a) Genel ilkeler
• Yargı erki, kurumsal güvence ve bağımsız statü ile, tarafsız, hızlı ve adil yargıyı
gerçekleştirebilecek biçimde yeniden yapılandırılmalıdır.
• Yürütme-yargı ayrılığı ilkesini zedeleme riski bulunan ve yürütmenin yargı üzerinde
vesayetine neden olan kurallara yer verilmemelidir (örneğin, Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulunu’na [HSYK] yürütme üyelerinin katılımı, vs).
• Yargıçlar, idari yönden adalet bakanlığına bağlı olmamalıdırlar. Savcılar olabilir;
ancak bağlılık, savcılık güvencesini zedeleyici eşiğe gelmemelidir.
• Hukuk devleti ve adil yargılanma hakkının en önemli güvencelerinden olan yargı
bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin yalnızca kurumsal düzenleme ile yerleştirilmesi
söz konusu olamayacağından, sürekli mesleki eğitimin -özellikle insan hakları
temelinde- geliştirilmesine yönelik ilkeler de konulmalıdır.
• Yargıçlar ve savcılar bakımından disiplin soruşturması veya suç nedeniyle
soruşturma açılıp açılmamasına karar verme yetkisi Adalet Bakanı’ndan alınarak
bağımsız bir makama verilmeli, karara itiraz imkânı olmalıdır.
• Yargıçlık, önemli sorumlulukları da içerir. Bu nedenle yargıçların yargısal davranış
ilkelerine (bağımsızlık, tarafsızlık, dürüstlük, mesleğe yaraşırlık, ehliyet ve özen)
uygun olarak görev yapacakları hükme bağlanmalıdır.
• Yargıç ve savcıların göreve alınmalarında cinsiyetler arası eşit temsil esasına uygun
davranılmalıdır.
• Yargıç ve savcıların -yargısal davranış ilkelerine aykırı olmamak koşuluyladernek, vakıf ve sendikalar şeklinde örgütlenme haklarının olduğu Anayasada
vurgulanmalıdır.
• Yargının amacı, hukuku uygulamak ve adaleti gerçekleştirmektir. Hukuka uygunluk
ve adalete ulaşmanın aracı ise, bağımsız ve yansız yargıdır. Bir anayasanın çağdaş
hukuk devletini kurabilmesi, ancak bunun açık olarak öngörülmesi ve bunun
yaşama geçirilmesi ile olanaklıdır. Adil yargılanmanın gerçekleşmesi, büyük
oranda, yargının yansızlık ve bağımsızlık esasına göre kurumsallaşmasına; yargıda
75
Anayasa Raporu
etik değerlerin gelişimine, yargıda niteliğin (kalitenin) öne çıkarılmasına ve sürekli
eğitimin sağlanmasına bağlıdır.
• Adil yargılamanın bir başka unsuru, sav ve savunmanın etkinliğidir. Bu nedenle,
savunma güvencesinin yanı sıra, sav-savunma eşitliğine ilişkin ilkelere de yer
verilmelidir.
• Savcılara bağlı adlî polis örgütlenmesine gidilmeli, kanıtlara ulaşmada, sanıkların
bulunup yakalanmalarında ve sorgulanmalarında güvenilirlik sağlanmalıdır.
• Hukuk devletinin en yaşamsal öğesi olan, devlet organlarının her tür eylem ve
işlemlerinin yargı denetimine bağlı olması ilkesinin gereği yerine getirilmelidir.
Denetlenemez işlemler kategorisi ve belli süre denetim yasağı öngören düzenlemeler
gözden geçirilmelidir.
• Danıştay’ın imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerini inceleme yetkisi yeniden
getirilmelidir.
b) Yüksek yargıda sivil-askeri ayırımına yer vermeyen bir yeniden yapılanma
• Öncelikle, askeri yargı-sivil yargı ayrımının yeniden ele alınması gerekmektedir. Askeri
ceza veya askeri disiplin mahkemeleri uzmanlık mahkemeleri olarak korunabilirse de,
yüksek yargıda sivil ve askeri yargı ayrımı kaldırılmalıdır. Anayasa’da, Askeri Yüksek
İdare Mahkemesi’ne ve Askeri Yargıtay’a yer verilmemelidir. Yüksek mahkemeler,
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi’nden ibaret
olmalıdır. Yargıtay’ın bir dairesi, askeri mahkeme kararlarının temyiz mercii olarak
görevlendirilerek uzmanlık konusu olan bu tür davalara bakmakla yetkilendirilebilir.
Askeri mahkemelerde sivillerin de yargılanmasına izin veren herhangi bir hüküm
Anayasada yer almamalıdır.
• Komutanlık ile ilişkileri “mahkemelerin bağımsızlığına, hakimlik güvencesine ve
“askerlik hizmetlerinin gereklerine” göre düzenlenen askeri yargının yargı alanı
sadece askeri suçlar ve disiplin suçlarıyla sınırlı olmalıdır. 1982 Anayasası’nda,
“İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür” denilmesine karşın, idarî yargı
alanında olması gereken bütünlük, sivil ve askeri idarî mahkemeler arasında
bölüştürülmüştür. Böylece, idarenin bütünlüğü ilkesine koşut, idari yargıda
bütünlük ilkesi zedelenmiştir.
c) Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden yapılanması
• Yeni anayasada, Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu, 1961
Anayasası’nda olduğu gibi, ayrı ayrı oluşturulmalıdır.
• 1982 Anayasası düzenine göre, yargıç ve savcı adaylığına atanma usulünün
uygulamada Adalet Bakanlığı bünyesinde yürütülmesi, yargıçlar hakkındaki
denetim, soruşturma ve incelemenin Adalet Bakanlığı’na bağlı adalet müfettişleri
tarafından yapılması, soruşturma izninin Adalet Bakanı tarafından verilmesi sonucu
adil yargılanma güvencelerinden mahrum bir usul izlenerek (suçlayan makam olan
Adalet Bakanının ve ona bağlı müsteşarın karar organı içinde bulunması, çelişmeli
76
bir usulle delillerin tartışılmaması, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarının
gizli olması gibi) HSYK tarafından disiplin müeyyidelerinin verilmesi ve bunlara
karşı yargı yolunun kapalı olması, disiplin cezası gerektiren fiillerin muğlak olması,
hakimler ve savcıların idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığı’na bağlı olmaları
ile Kurulun ayrı bir örgütü, özerk bütçesi, binası ve sekreteryasının bulunmaması,
Türkiye’deki mahkemelerin bağısızlığı üzerinde kuşku yaratabilecek niteliktedir.
• Yapısı bakımından en çok tartışılan konu, HSYK içinde Adalet Bakanı ve Adalet
Bakanlığı müsteşarının bulunmasıdır. Yürütme organının üyelerinin HSYK içinde yer
alması, yürütmenin yargının alanına müdahalesi olarak görülmektedir. Dolayısıyla
yeni Anayasada bu tür bir yapılanmaya yer verilmemelidir. Hakimler Yüksek Kurulu
kendi başkanını kendi içinden seçmelidir. Adalet Bakanlığı ile yargı arasındaki
işbirliğini sağlamak açısından Adalet Bakanının veya Adalet Bakanlığı müsteşarının
soruşturma ve disiplin süreçleri hariç diğer konularda Hakimler Yüksek Kuruluna
oy hakkı olmaksızın katılmasına izin verilebilir. Savcılar Yüksek Kurulu’na Adalet
Bakanı başkanlık yapabilir. Ancak, savcılara yönelik disiplin süreçlerine Adalet
Bakanı katılmamalıdır.
• Avrupa Konseyi’ne üye bazı devletlerde, yargıçları atayan kurulların üyelerinin
veya yüksek mahkeme üyelerinin yasama organı tarafından seçilmesi, demokratik
meşruiyet bakımından benimsenen bir yöntemse de, bu yöntem mahkemeleri
siyasi etkiye açık hale getirdiği ve erkler ayrılığını zedelediği için hukuk devleti
bakımından riskleri de beraberinde getirmekte ve arzu edilen bir yöntem olarak
görülmemektedir (örn. bkz. Avrupa Yargıçları Danışma Konseyi 1 no’lu Görüş). Bu
nedenle Hakimler Yüksek Kurulunun, ilke olarak yargının (Yargıtay ve Danıştay)
kendi içinden seçeceği yargıç üyelerden oluşması benimsenmeli, Üniversitelerarası
Kurul tarafından seçilecek ve öğretim üyeliği dışında başka görev yapmayan 1 üye,
yargıçların meslek örgütü tarafından belirlenecek 1 üye ve Türkiye Barolar Birliği
tarafından seçilecek 1 üyeye Kurul’da yer verilmelidir. Karma yapılı Kurul’un üye
sayısı, elden geldiğince yüksek tutulmalıdır. Savcılar Yüksek Kurulunun da, benzer
bir biçimde yargının kendi içinden seçeceği savcı üyelerden oluşması benimsenmeli,
Üniversitelerarası Kurul tarafından seçilecek ve öğretim üyeliği dışında başka görev
yapmayan 1 üye ile savcıların meslek örgütü tarafından belirlenecek 1 üyeye
Kurul’da yer verilmelidir. Fakat Savcılar Yüksek Kurulunda, Adalet Bakanının veya
Adalet Bakanlığı Müsteşarının da yer alması mümkündür.
• Kurulların ayrı bir bütçesi, sekreteryas› ve binası olmalıdır. Gündemlerini kendileri
belirlemelidir.
• Bu kurulların yapısı kadar önemli olan diğer bir konu, yargıçların ve savcıların
atanması, yükselmeleri, disiplin müeyyideleri bakımından nesnel kuralların
ve yeterli güvencelerin sağlanmasıdır. Anayasada, yargıçların ve savcıların
seçiminde, atanmasında, yükseltilmesinde yasada belirlenecek niteliklere bağlı
önceden ilan edilmiş nesnel ölçütlerin esas alınacağı belirtilmelidir. Kadın erkek
77
Anayasa Raporu
eşitliğinin sağlanması bakımından eşit niteliklere sahip iki aday arasında cinsiyet
bakımından daha az temsil edilene öncelik verilmelidir. Yargıç veya savcı hakkında
meslekten ihraca kadar varan disiplin müeyyidelerine neden olan fiillerin yasada
somutlaştırılarak belirlenmesi de, nesnelliğin sağlanması bakımından diğer bir
güvencedir.
• Hakim ve savcı adaylarının belirlenmesinde, yetki tek bir organa bırakılmamalı;
Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu temsilcilerinin ağırlıkta olduğu,
öğretim üyeleri ve Adalet Bakanlığı temsilcilerinin de katıldığı (bir sınavdan diğerine
değişen) karma nitelikli jüriler tarafından belirleme yapılmalıdır.
• Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu, teftiş elemanları ve sekreteryası
ile Adalet Bakanlığı’nın dışında, bağımsız bir yapıda, mahkemelerin bağımsızlığı
esaslarına uygun bir konuma getirilmelidir. Yargıç ve savcıların özellikle yükselmeleri
konusunda etkili olan müfettiş denetimleri, Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar
Yüksek Kuruluna bağlı olarak görev yapan müfettişler tarafından yapılmalıdır.
• Yargıçlar ve savcılar bakımından disiplin soruşturması veya bir suç nedeniyle
soruşturma açılıp açılmamasına karar verme yetkisi, Adalet Bakanında olmamalı,
bağımsız bir makama verilmeli ve bu karara karşı itiraz imkânı bulunmalıdır.
• Kurullar önündeki disiplin sürecinde uygulanan usul bakımından, yargıç ve savcının
adil yargılanma hakkı korunmalıdır.
• Hakimler Yüksek Kurulunun ve Savcılar Yüksek Kurulunun kararları gerekçeli
olmalıdır. Gerekçeli kararlara ulaşılabilmelidir. Kararlara karşı yargı yolu öngörülmeli,
bunlara karşı ilk derece mahkemesi olarak Danıştay’da dava açılabilmelidir.
d) Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması
• Kuruluşu: Anayasa Mahkemesi, anayasa yargısı Avrupa modeline uygun olarak ve
kendi deneyimlerimiz ışığında tamamen yenilenmelidir. 21 üyeden oluşacak olan
AYM Genel Kurul, iki kurul, Yüce Divan ve Siyasi Partiler Dairesi ile kurulmalıdır.
Ayrıca, kurullar ve daire, kendi içlerinde üçer kişilik birer “ön inceleme” komisyonu
oluşturmalıdırlar.
• Üyelerin belirlenmesi: AYM’ye üye seçiminde, yeniden karma sisteme geçilmelidir.
AYM üyeleri, kuruluş yasasında belirtilecek nesnel nitelikler esas alınarak, önceden
ilan edilme şartıyla AYM’ye seçilme koşullarını taşıyanlar arasından TBMM 4 (Senato
2, Millet Meclisi 2), üye tamsayısının 2/3 çoğunluğu ile; Yargıtay 5, Danıştay 4,
Sayıştay 2 üyeyi, kendi genel kurullarınca kendi içlerinden üye tamsayılarının salt
çoğunluğu ile; Cumhurbaşkanı bir üyeyi en az 15 yıl kamuda hizmeti olan ya da
15 yıl avukatlık yapan ve 40 yaşını dolduran üst düzey kamu yöneticileri ya da
avukatlar arasından doğrudan; Üniversitelerarası Kurul 5 üyeyi, yükseköğrenim
kurumlarından, insan ve toplum bilimleri alanlarında görev yapan ve en az 15
yıl öğretim üyeliği olanlar arasından üye tamsayısının salt çoğunluğu ile; AYM,
Mahkemede en az 15 yıl hizmeti olan ve 40 yaşını doldurmuş olan raportörler
78
arasından, 1 üyeyi üye tamsayısının salt çoğunluğu ve gizli oyla seçmelidir. Anayasa
Mahkemesi üyelerinin en az 16’sı hukukçulardan oluşmalıdır.
TBMM tarafından AYM üyeliğine seçilecek adayları TBMM’de grubu bulunan siyasi
partilerin eşit temsil ilkesine göre Senato ve Millet Meclisi üyeleri arasından
oluşturulacak karma komisyonca belirlenmelidir. TBMM, AYM üyelerini bu
komisyonca gösterilecek (seçilecek aday say›sının 3 katı kadar) adaylar arasından
seçmelidir. Söz konusu seçimler Cumhurbaşkanı, TBMM, yüksek yargı organları,
Sayıştay ve YÖK tarafından, doğrudan yapılmalıdır. Asıl-yedek üye ayrımı
kaldırılmalı, yargıçların görev süreleri 12 yılla sınırlandırılmalı, dört yılda bir üyelerin
1/3’ü yenilenmelidir. Kurullar ve daire, kendi başkanlarını kendi içlerinden üye
tamsayılarının salt çoğunluğu ve gizli oyla seçmelidir. AYM üyeliğinde boşalacak
kadrolar, 6 ay öncesinden Resmi Gazete’de ilan edilmelidir.
• Yeniden yapılanma: AYM’nin şu şekilde yapılandırılması önerilebilir:
Genel Kurul, 21 üye ile kurulmalı, toplantı yeter sayısı 1 başkan ve 18 üye olmalıdır.
Üyelerin özürleri nedeniyle tamamlanamayan kurul ya da daireler, öteki daire
veya kurul üyeleri arasından kıdem esasına göre tamamlanmalıdır. Görevleri:
Anayasa değişikliklerini ve uluslararası andlaşma ve sözleşmelere ilişkin başvuruları
Anayasaya uygunluk açısından; Yüce Divan ve siyasî partiler Dairesi kararlarına
karşı yapılan başvuruları temyizen incelemelidir. Genel Kurul, kurullar ve daire
üyelerini seçmelidir.
1 Nolu Kurul, 7 üyeyle kurulmalı, yasa, yasa hükmünde kararname ve Meclis
İçtüzüğünün Anayasaya uygunluk denetimini iptal davası ve itiraz yoluyla
yapmalıdır.
2 nolu Kurul, 7 üyeyle kurulmalı; kişilerin anayasa şikâyeti çerçevesinde doğrudan
yapacakları başvurularla ilgili işlere bakmalıdır.
Yüce Divan, hukuk ve ceza yargısı ve idari yargıda çalışmış 9 üyeyle kurulmalı,
Anayasada sayılı kişileri görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla
yargılamalıdır.
Siyasi partiler Dairesi (SPD), 7 üyeyle kurulmalı, kendi içinden seçilecek 3 kişilik bir
komisyon oluşturmalı, siyasî partilerin malî denetimini yapmalı; siyasî partilerin
kapatılmasına, yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına, TBMM üyeliğinin
düşmesine ve seçimlerin geri bırakılmasına ilişkin davalara bakmalıdır. Siyasi
partilerin kapatılmasına üye tamsayısının 3/5 çoğunlukla karar verilmelidir.
AYM, “temelli kapatılma” yerine, dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, ilgili
siyasi partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına
veya seçimlere girmesinin süreli engellenmesine ya da para cezasına karar
verebilmelidir.
• Çalışma ve yargılama usulleri: AYM, Anayasaya uygunluk denetimi ve bireysel
başvurularla (anayasa şikâyeti) ilgili işler dışındaki konularda ikili kademelenme
79
Anayasa Raporu
esasına göre halka açık olarak çalışmalıdır. Yasama dokunulmazlığının kaldırılması
ya da milletvekilliğinin düşmesine ilişkin itirazlar, siyasi partiler dairesinde 3 kişilik
ilk inceleme komisyonunda incelenerek karara bağlanmalı, komisyon kararlarına
karşı SPD’ne başvuru yolu açık olmalıdır.
• İptal davası: AYM’ye iptal davası için başvurabilecek kişi ve kurumlar arttırılmalıdır.
Bu arada Danıştay Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da iptal davası
açabilmelidir. TBMM’de grubu bulunan siyasi partilere de AYM’de iptal davası açma
olanağı tanınmalı ve dava süresi uzatılmalıdır. Organ davası, 1961 Anayasası’nda
olduğu gibi, tekrar getirilmelidir. Ayrıca, BİO’lara ve kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşlarına, kendilerini ilgilendiren konularda “mahkeme” gibi AYM’de
dava açma olanağı yeniden sağlanmalıdır.
• İtiraz yolu: Yargıçların anayasaya aykırılık iddialarını “ciddi” bulmasından ne
anlaşılması gerektiğine yönelik bir ölçüt saptanmalıdır. Ayrıca, mahkemelere, 1961
Anayasasında öngörüldüğü şekilde, etkisi dava ile sınırlı olmak kaydıyla anayasal
denetim yetkisi verilmelidir.
• On yılık süre sorunu: Anayasadaki, işin esasına girilerek verilen ret kararına
ilişkin kurala karşı on yıl içinde yeniden başvuru yapılamayacağına ilişkin süre
kısaltılmalıdır.
• Bireysel başvuru (Anayasa şikayeti): Kişiler, anayasaca tan›nan temel hak ve
özgürlükleri ihlal eden kesin nitelikli, idari ve her tür yargı kararlarına karşı
yönetsel ve yargısal başvuru yollarını tükettikten sonra AYM’ye bireysel başvuru
yapabilmelidirler.
• Öndenetim: Parlamento üyelerinin ödenek ve yolluklarını düzenleyen ve kendilerine
ayrıcalık tanıyan ve telafisi güç zararların doğmasına yol açabilecek yasalara karşı
Cumhurbaşkanı, anamuhalefet partisi, Yargıtay C. Savcısı ve Danıştay Savcısına,
AYM’ce öndenetim yapılmasını isteyebilme yetkisi tanınmalıdır. Uluslararası
sözleflmeler de, andlaşmalar da, onay öncesinde AYM’nin öndenetimine bağlı
kılınabilir. KHK yetki kanunlar› için de benzer denetim yolu tan›nmal›d›r.
• Uluslararası sözleşmelere uygunluk denetimi: AYM’ye, Anayasaya uygunluk
denetimi yapmanın yanı sıra, usulüne göre yürürlüğe konulmuş olan ve hak ve
özgürlükleri güvence altına alan uluslararası sözleşmelere uygunluk denetimi
yapma yetkisi de verilmelidir. Bu yetki, Anayasa değişikliklerini de kapsamalıdır.
• Anayasa Mahkemesi kararları: AYM’de kurullar ve daireler, salt çoğunlukla
karar vermeli; ancak, anayasa değişikliklerinde iptale ve siyasî parti davalarında
kapatılmaya karar verilebilmesi için, 3/5 çoğunluğun aranmasına ilişkin Anayasa
hükmü saklı tutulmalıdır.
• Yürürlüğü durdurma: AYM, iptali istenen kuralın yürürlüğünün devamı halinde,
Anayasaya açıkça aykırı görünmesi ve giderilmesi olanaksız zararların söz konusu
80
olması durumlarında, yürürlüğün durdurulması kararı verebilmelidir. AYM’ye bu
yetki Anayasayla verilmelidir. Aksi halde, Anayasadan kaynaklanmayan bir yetkinin
kullanılmasından söz edilebilir.
• İhmal yoluyla Anayasaya aykırılık: AYM’ye, yasamanın eylemsizliği, ihmal, geç
kural koyma vb. sorun yaratan durumlarda, Anayasaya aykırılık durumunu saptamak ve durumu yasama organına bildirmek suretiyle, Anayasaya aykırılığın giderilmesine çalışmak görevi de verilmelidir. Ancak bu durumda, yürürlüğü durdurma
kararı ile esasa ilişkin karar arasındaki süre için de makul bir sınır öngörülmelidir.
• Yasa boşluğu sorunu: Anayasa, AYM’nin iptal kararıyla yasa boşluğu oluşması ve
bu boşluğun AYM’nin iptal hükmünün yürürlüğe girmesi için tanıdığı süre içinde
TBMM’nce doldurulmaması durumunda, sorunun çözümü için yürütmeye, AYM’nin
iptal kararındaki esaslar doğrultusunda KHK çıkarabilmek yetkisi tanınabilir.
• Bekçilik ve hakemlik işlevi: AYM, bireyin haklarının koruyucusu olmanın yanı sıra,
devlet organları arası hakemlik işleviyle de donatılmalıdır. Devletin üst organları
arasında, özellikle yürütmenin sorumsuz başı Cumhurbaşkanı ile yürütmenin sorumlu başı başbakan, yasama ile yürütme, ayrıca bölge yönetiminin benimsenmesi
durumunda merkez-çevre arası çıkabilecek uyuşmazlıkların giderilmesinde, -birçok
Avrupa ülkesinde olduğu gibi- AYM görevlendirilmelidir.
• AYM tarafından verilen karar tarihi ile gerekçesini yayım tarihi arasındaki gecikmeyi önleyici ve mümkün olduğunca karar ve gerekçenin eş zamanlılığını sağlayıcı ilke
konulmalıdır. Zira, görev-yetki-sorumluluk bağı, diğer tüm devlet organları gibi,
AYM açısından da geçerlidir.
81
Anayasa Raporu
III. YENİ ANAYASA İÇİN HANGİ YÖNTEM?
Kopma dönemlerinde yeni anayasa yapım tarzı, oluşan güç dengelerine göre belirlenir.
Hazırlanan anayasanın verili güç dengeleri, uzlaşma ilkelerine ve demokratik usullere
özen göstermeleri ölçüsünde uzun ömürlü olur. Olağan dönemlerde anayasaların
hangi yöntemle yenileneceği sorusu, hazırlanacak metnin içeriği ile doğru orantılıdır.
Bu bakımdan, “demokratik-eşitlikçi-özgürlükçü” anayasa nasıl olmalıdır? sorusuna
verilen yanıt, yöntem konusunda da yeterli ipuçları sağlamış bulunuyor. Önce kendi
deneyimimizi hatırladıktan (A) sonra, çağdaş anayasalardan örnekler doğrultusunda
(B), yeni anayasanın hangi yönteml sorusuna yanıt aranacaktır (C).
A) OSMANLI-TÜRKİYE ANAYASAL BELGELERİNİN YAPIM YÖNTEMLERİ
Bizde anayasacılık hareketi, Batı anayasacılığına göre 100 yıllık bir gecikmeyle
başladı. İlk Anayasa olarak 1876 Kanun-ı Esasi’den 1982 Anayasası’na kadar 5 ayrı
anayasa hazırlanmış ise de; her birinde kısmî ya da önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bu nedenle, gelişme süreci, sadece anayasa metinlerinin değil, aynı zamanda her
birinde yapılan değişikliklerin yönlerinin saptanmasıyla anlaşılabilir. İnceleme, 3
dönemde yapılabilir:
1) Osmanlı dönemi (1876-1909)
• “1876 Kanun-ı Esâsî”: Meşrutiyet öncesi, birçok Anayasa taslağı ortaya çıktı.
Mithat Paşa’nın “Kanun-ı Cedîd” başlıklı taslağı, güçlü bir Padişahlık makamı
öngörüyordu. Meşrutiyet hazırlıklarının Mithat Paşa’ya mal olmasını istemeyen
Padişah ise, Sait Paşa’ya Fransa Anayasalarını (1814, 1830, 1875) çevirtti ve
Anayasa’yı hazırlamakla görevli resmî bir komisyon kurdurdu: “Cemiyet-i Mahsusa”.
Doğrudan Padişah’ın atadığı toplam 28 üyeden oluşan Komisyon’da 2 asker, 16 sivil
bürokrat (3’ü Hıristiyan), 10 ulema yer aldı. Komisyon, mevcut taslaklar ve yabancı
Anayasalardan (Belçika, Polonya, Prusya) da yararlanarak, asıl Anayasa tasarısını
hazırladı. Sadrazam Mithat Paşa Başkanlığındaki Heyet-i Vükelâ’dan geçen metin,
Padişah’ın “ferman”ıyla kabul ve ilân edildi (23.12.1876) [anayasa yapımına ilişkin
monokratik usûllerden “ferman-anayasa”].
• 1909 “Kanun-ı Esâsî tâdîli”: 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Meclis-i
Umûmî’ce kabul edilen bir yasa ile (8.8.1909) 1876 KE’de “tâdîl” gerçekleştirildi.
Nicelik açısından birçok md’de değişiklik yapıldı: 21 madde değiştirildi, 1 madde
yürürlükten kaldırıldı, 3 yeni madde eklendi. Ancak, nitelik itibariyle bu bir Anayasal
revizyon olup; köklü bir dönüşümü yansıtır (tam anlamıyla meşrutî monarşiye
geçiş). Değişiklik, Padişah’ın onayıyla yürürlüğe girdi. (Anayasa yapımına ilişkin
monokratik usûller ekseninde “mîsak/pakt-anayasa”].
Söz konusu değişikliğe ilişkin “Hey’et-i Âyân Kararnamesi”nin gerekçesinde de ifade
edildiği üzere, her iki Hey’et tarafından ayrı ayrı 2/3’lük çoğunlukla karar alınmakla,
82
1876 KE’nin değişiklik yöntemini saptayan hükümdeki (md. 116) çoğunluk kuralına
ve diğer prosedürel koşullara uyulmuş olduğu gözlenmektedir. Ancak, asıl dikkati
çeken nokta, değişiklik sırasında Padişah’ın onayından da geçen Hey’et-i Âyan
Kararnâmesi’nde, tâdîl’in amacı olarak “hâkimiyet-i millîyenin teeyyüdü” ilkesinin
yer almasıdır. Böylece, normatif olarak KE’ye yansımasa da, “millî egemenlik” ilkesi
Osmanlı-Türkiye Anayasa Hukuku tarihinde ilk kez kullanılmıştır.
2) Cumhuriyet dönemi (1921-1924)
• “1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”: 23.4.1920’de ilk kez toplanan Büyük Millet
Meclisi (BMM), “selâhiyet-i fevkalâdeyi hâiz” bir Meclis olarak Anayasa’da değişiklik
ya da yeni bir Anayasa yapma yetkilerini kendisinde görüyordu. Heyet-i Vükelâ
üyelerinin seçim usûlüne ilişkin Yasa (2.5.1920), Anayasa niteliğinde sayıldığından,
özel bir çoğunlukla kabul edildi. “Hukuk-ı Esasiye Encümeni”nin hazırladığı,
“BMM’nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevadd-ı Kanuniye” tasarısı, BMM’de reddedildi
(22.8.1920). Gerek bu açıdan süren hukuk boşluğu, gerekse mevcut KE’nin
sorunlara çözüm getiremeyeceğini düşünen İcra Vekilleri Heyeti’nce hazırlanan
“Teşkilât-ı Esasiye Kanunu Lâyihası” başlıklı metin, yeni Anayasa’ya giden ilk
somut adımdır. 18.9.1920’de BMM Genel Kurulu’na sunulan metin, “Anayasa
Tasarısı” başlığını taşısa da, içerik bakımından hükûmet programını andırıyordu
(ki, sonraları “Halkçılık Programı” olarak anıldı). BMM Genel Kurulu’nda tartışılan
metin, her iki şubeden seçilen 3’er kişiden oluşan “Encümen-i Mahsus” adlı özel ve
geçici komisyona gönderildi. Komisyon raporunu hazırladı ve BMM’de görüşmeler
başladı (18.11.1920). Encümen, programın ilk 4 md.sini “BMM Beyannamesi” adıyla
yayımladı.
Yürürlükteki KE, Anayasa değişikliğine ilişkin olarak, her iki Meclis’in (Mebûsân+Âyan)
ayrı ayrı üye tamsayısının 2/3’ünü ve Padişah onayını öngörüyordu (md. 116). Tek
meclisli BMM’nin 2/3’ü uygulaması, değişikliği olanaksızlaştırırdı. Ayrıca, BMM ilk
günden kendisini bir KM olarak gördüğünden, yeni bir Anayasa’nın yapım usûlünü
de bağımsız olarak kendi belirleyebilirdi. Bu teorik ve pratik gerekçelerle, 1921’in
görüşme ve kabulünde özel yetersayı aranmadı. Anayasa’nın tümü, son oylamada
iş’ârî oyla (işaretle) kabul edildi.
• 1923: Cumhuriyet’in ilânı, biçimsel açıdan Anayasa değişikliği, içeriksel anlamda
köklü rejim değişikliğidir.
• “1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”: 1920 Meclisinden farklı olarak, II. TBMM
kurucu meclis sıfatıyla seçilmiş değildi. 1923’te Cumhuriyet’in ilânından sonra,
yeni bir Anayasa’ya gereksinim arttı. “Kanun-ı Esâsî Encümeni”, anayasa tasarısı
hazırlanması konusunda herhangi bir öneri olmaksızın, 1875 Fransa ve 1921
Polonya Anayasası’ndan esinlenerek kendiliğinden bir tasarı hazırlayıp TBMM
Genel Kurulu’na sundu. 1921 TEK’teki 1923 değişikliği adi yasalar gibi görüşülüp
kabul edilmiş, sonraki değişiklikler için de özel kurallar konmamıştı. 1924 TEK’in
83
Anayasa Raporu
görüşülmesine başlanırken, tek bir usûl kuralı kabul edildi. TBMM, Anayasa’nın
kabulü için, toplantı yetersayısı olan salt çoğunluğun 2/3’ünün olumlu oyunu gerekli
ve yeterli saydı; ayrıca, kural yalnızca Anayasa’nın tümü için değil, maddeler için
de uygulandı. Üye tamsayısının 2/3’ünün gerekliliği yönündeki öneri ise reddedildi.
Görüşmeler sonunda, 1924 TEK yeni Anayasa olarak kabul edildi.
• 1945: 1924 TEK tamamen güncel dile çevrilerek, Anayasa’nın dilinin anlaşılabilmesi
amaçlanmıştır.
• 1952: DP döneminde eski metin, eski adıyla tekrar yürürlüğe konmuştur.
3) Çok partili dönem (1961-1982)
• 1961 Anayasası: 27 Mayıs 1960 askerî darbesi ile yönetime el koyan ve başlangıçta
38 kişiden oluşan Millî Birlik Komitesi (MBK), ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucu,
sivil yönetime bir an önce geçmek isteyen ılımlılarla, askerî yönetimin devamından
yana olan aşırılar olmak üzere ikiye bölündü. İlk tasfiye, “14’ler” adıyla bilinen
grubun 13 Kasım 1960’ta MBK’den uzaklaştırılmasıyla sona erdi. Bu girişimin
ertesinde, 147 üniversite profesörü görevlerinden uzaklaştırıldı. (Söz konusu kişiler
ancak 1962’de çıkarılan bir yasa ile görevlerine dönebildiler).
Milli Güvenlik Konseyi’nce (MGK) kabul edilen 157 No.lu Kanun’la, Kurucu Meclis’e
(KC), yeni Anayasa ve yeni Seçim Kanunu’nu hazırlama görevi verilmiştir. MBK, 10
öğretim üyesinden (İstanbul Üniversitesi’nden 7, Ankara Üniversitesi’nden 3) oluşan
bir Anayasa Komisyonu kurarak, Anayasa Tasarısı’nı hazırlamakla görevlendirmiştir.
Komisyon, 1947 İtalyan ve 1949 Federal Alman (Bonn) Anayasalarından da
esinlenerek hazırladığı toplam 191 maddelik Anayasa Tasarısı’nı MBK’ya sunmuştur.
Bu süreçte, AÜSBF, birçok sivil toplum örgütleri ve basın-yayın organları da alternatif
taslaklar hazırlamıştır. Kabul edilen Anayasa, sunulduğu halkoyunda kabul edilerek
yürürlüğe girmiştir.
MBK’ye gelince; yeni TBMM seçimleri sonucu, hukuken varlığını yitirdi. Ancak,
21 üye, 1961 Anayasası md. 70 uyarınca Cumhuriyet Senatosu’na “tabiî senatör”
sıfatıyla katıldı. (38 üyeden 14’ü ihraç edildi, İrfan Baştuğ öldü, Cemal Madanoğlu
istifa etti). Başkan Cemal Gürsel ise, Cumhurbaşkanlığına seçildi.
• 1971-1973 Anayasa değişiklikleri: 1971 askerî muhtırası sonrasında -özellikle 1971
yılında- gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri, siyasîlerin deyimiyle “halka bol gelen
anayasa”nın daraltılması ile sonuçlanmış, temel hak ve özgürlükler açısından bir
geriye gidiş gözlenmiştir. Bu yönüyle, 1961 ve 1982 arasında bir tür köprü işlevi
görmüştür.
• 1982 Anayasası: 12 Eylül 1980 askerî darbesi ile yönetime el koyan MGK, siyasal
yaşamı dondurmuş, siyasal partileri feshetmiş, ayrıca tüm sosyal ve hatta sportif
etkinlikleri, banka faaliyetlerini dahi durdurmuştur. MGK’ce yürürlüğe konan 2324
84
No.lu Kanun’la: MGK’nın bildiri ve kararlarındaki hükümler ya da kabul edilecek
kanunların, 1961 Anayasası’na uymayanlarının “Anayasa değişikliği olarak ve
yürürlükteki kanunlara uymayanları da kanun değişikliği olarak” yürürlüğe gireceği
öngörülmek suretiyle, 1961 anayasal düzeninin artık hukuken tanınmadığı ilan
edilmiştir, Ayrıca, 2485 No.lu Kanun’la, -1961’den farklı olarak- yalnızca yeni
Anayasa’yı ve referandum kanununu ve Seçim Kanununu değil, ayrıca Siyasî Partiler
Kanunu’nu hazırlama (md. 2/b) görevi de verilmiştir.
Kurucu Meclis’in sivil kanadını oluşturan Danışma Meclisi (DM), 23 Ekim 1981’de
ilk toplantısını yapmış, çalışma düzenine ilişkin İçtüzüğü kabul ettikten sonra,
kendi üyeleri arasından, sürekli komisyonların yanı sıra; yine kendi içinden, 15
kişiden oluşan bir Anayasa Komisyonu seçmiştir. DM, anayasa hazırlıklarını karara
bağladığı ve MKG’ye teslim ettiği metin (17 Temmuz 1982), MGK’nın metne son
şeklini vermesi sonrası halkoyuna sunularak kabul edilmiştir.
MGK’nın hukuksal varlığı yeni TBMM seçimleriyle sona ermiştir. Ancak, 4 Kuvvet
Komutanı üye, Anayasa gereği, 6 yıllık süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi;
Kenan Evren ise, Cumhurbaşkanı olmuştur.
1982 Anayasası’nda yapılan değişiklikler: 1982 Anayasası, birçok kez değiştirilmiştir.
Şimdiye kadar yapılanlar, TBMM’ce türev kurucu iktidar sıfatıyla gerçekleştirilmiştir:
1987, 1993, 1995, 1999 (2 kez), 2001 (2 kez), 2002, 2004 (2 kez), 2005, 2006, 2007 (2
kez). İki husus dikkat çeker: ilki, 1999-2007 arası 8 yıllık zaman dilimine, 11 değişikliğin
sığdırılmasıdır. İkincisi ise, 2004 öncesi ve sonrası değişikliklerin konularındaki
farklılaşmadır. Kapsam bakımından; bir kısmı yalnızca bir ya da birkaç maddelik
değişiklikler olmasına karşın (örneğin, 1999 değişiklikleri), bazıları ise geniş çaplı
revizyon niteliğindedir (1995 ve 2001). Konu bakımından ise; tamamen ihtiyaçlara
yönelik ve tüm toplum üyelerini ilgilendiren değişikliklerin yanı sıra (2001, tipik
örnektir), yalnızca bir siyasal partinin geleceği ya da bir şahsın iktidara gelişine kapı
açmak amacıyla sınırlı, pragmatik değişikliklere rastlamak da mümkündür (2002).
Özellikle kurucu meclis yöntemiyle yapılan iki anayasanın (1961 ve 1982) yapım
süreçlerini, karşılaştırmalı bir tabloda somut olarak görmekte yarar var.
85
Anayasa Raporu
Tablo 1: 1961 ve 1982 Anayasalarının Yapım Süreçlerinin Karşılaştırılması
86
KARŞILAŞTIRILAN
ÖZELLİKLER
1961 ANAYASASI
1982 ANAYASASI
Dayandığı siyasal olay
27 Mayıs 1960 askerî darbesi
12 Eylül 1980 askerî darbesi
Anayasa yapıcı organın
niteliği
KM’nin yapısı (sivil + asker)
KM’nin görev kapsamı
Kurucu meclis
MBK + TM
Anayasa + Ref. Kanunu + Seçim
Kanunu
Kurucu meclis
MGK + DM
Anayasa + Ref. Kanunu + SPK +
Seçim K.
Askerî kanat
Üye sayısı
Anayasa sonrası rolü
Milli Birlik Komitesi
38 (daha sonra: -14)
CS’de “tabiî senatör”lük
kontenjanı
Millî Güvenlik Konseyi
5
“Cumhurbaşkanlığı Konseyi”
üyeliği (6 yıl)
Sivil Kanat
Üye sayısı
Üye saptanma yöntemi
Siyasal partilerin rolü
Meslek kuruluşlarının rolü
Üyelik yaş sınırı
Aranan minimum eğitim
düzeyi
Temsilciler Meclisi
Atama + dolaylı seçim (özel
Seçim Kanunu)
DP dışında tüm parti(li)lere açık
Meslek kuruluşları var
25 yaş
İlkokul (tarım + esnaf) / lise
(diğerleri)
Danışma Meclisi
160
MGK ataması: 140 dolaylı + 40
doğrudan
Parti(li)lere yasak
Örgütsüz
30 yaş
Minimum koşul: yüksek
öğrenim mezuniyeti
Sivil kanadın çekirdeği:
uzmanlık komisyonu
Üye sayısı
Üye saptanma yöntemi
Anayasa Komisyonu
10 (7 İstanbul + 3 Ankara)
MBK’ce doğrudan atanma
Anayasa Komisyonu
15
DM’ce kendi içinden seçim
Anlaşmazlıkta çözüm
Nihaî kararı verme yetkisi
Tutanakların açıklığı
Karma komisyon kurulur
Anlaşmazlıkta TM üstün
Tutanaklar açık
Çatışma öngörülmez
MGK kesin kararı verir
Tutanaklar gizli
Yapım için önceden belirlenen Belirtilmiş (27.5.1961)
süre
Süre belirsiz
Yapım sürecinde kamuoyunun Aktif; tartışma serbest
rolü
Pasif; tartışma kısıtlı ve tek
yanlı
Kurucu referandum
Uyulması zorunlu
Plebisiter ref. (metin + kişi
oylama)
Sınırlı ve güdümlü
Yaptırım var
Katılım: % 91.27 - kabul: %
91.87
Hukuksal belirsizlik ( = askerî
rejimin devamı)
Kabul kararı sonrası halkın rolü
Halkoylamasının bağlayıcılığı
Halkoylamasının hukuksal
niteliği
Tartışma ve eleştiri serbestisi
Katılım serbestisi
Katılma ve kabul oranları
Halkoyunda red olasılığında
çözüm
Kurucu referandum
Uyulması zorunlu
Referandum (yalnızca metnin
oylanması)
Nispeten serbest
Yaptırım söz konusu değil
Katılım: % 81.05 - kabul: %
61.74
Yeni Any. için yeni KM seçimi
Yeni Devlet Başkanı’nı
saptama yöntemi
Yeni seçilen TBMM belirleyecek Anayasa’nın oylanmasıyla
birlikte kabul
Yeni yasaların yapımı
Az sayıda rutin yasa
Bütün temel yasalar
B) OLAĞAN DÖNEMDE ANAYASA YENİLEME ÖRNEKLERİ
Anayasalar, toplumsal evrim sürecine göre değişir: Hem anayasa toplumu biçimlendirir,
hem de toplum anayasayı. İsviçre ve Finlandiya gibi, bize göre ilerlemiş olan ve
Türkiye’ye göre daha uzun anayasal deneyime sahip ülkelerde bile sürekli anayasal
değişimlere tanık olunur; hatta rejim yenilenmediği halde, anayasalar yenilenir.
Ülkemizde de, yeni anayasa ya da değişiklik olağan karşılanmalıdır.
Eğer Batı anayasacılığı geleneğini izleyerek bir toplumsal mutabakat belgesi yaratmak
istiyorsak, “nasıl” sorusuna, sınırlarımızın ötesine de bakarak yanıt aranmalı.
Polonya’nın, üzerinde 5 yıl çalışarak 1997’de yürürlüğe koyduğu yeni anayasa ile
Güney Afrika’nın 1990’ların başında başlayıp 1996’da tamamladığı uzlaşma anayasası
da belirtilebilir. Daha uzun zaman dilimine yayılan İsviçre ve Finlandiya örnekleri,
bize en azından olağan dönemde bir anayasanın yapım yönteminin ne olmaması
gerektiğini göstermeye yeterlidir:
1) Finlandiya
1919 Anayasası ile yönetilen Finlandiya, Parlamento, Cumhurbaşkanı ve hükümetin
yetkileri arasında denge sağlamak ve Parlamento’nun konumunu güçlendirmek
amacıyla, 1990’da Anayasa değişikliği çalışmalarına başladı. Aslında anayasal
tartışmalar ve uzman gruplar tarafından yapılan çalışmalar, 30 yıldır sürüyordu.
Parlamenterlerden oluşan Komite’nin 18 ayda hazırladığı proje, Hükümetin
Parlamento’ya 1998’de sunduğu önerinin de temelini oluşturdu. Bu süreçte, siyasal
partiler arası ideolojik çatışmayı azaltan temel bir siyasal kültür değişikliğine tanık
olundu. Parlamento, Finlandiya’nın yeni Anayasa’sını hemen hemen oybirliği ile
kabul etti: 2’ye karşı 175 oy. Anayasa, 1 Mart 2000’de yürürlüğe girdi...
2) İsviçre
İsviçre’de, 1848’den bu yana Federal Anayasa iki kez tümden değişti: 29 Mayıs 1874
ve 18 Nisan 1999. Buna karşılık, yine bütünüyle değişikliği hedefleyen Federal Meclis
tasarısı 1872’de, halk girişimi 1930’lu yıllarda, halk tarafından reddedildi. 1848 Federal
Anayasası 3 kez değiştirildi, 9 değişiklik girişimi reddedildi. 1874 Anayasası, 147 kısmi
değişikliğe uğradı; 1999 Anayasası 9 kez değiştirildi; 6 kez Federal Meclis tasarısı ve 3
kez halk girişimi sonucu. 1848’den bu yana toplam 359 Anayasa değiştirme tasarısı,
halkın ve kantonların onayına sunuldu.
İsviçre Anayasa hukuku öğretisinde revizyon, iki açıdan tanımlanır: Değişikliğin
anayasal hükümler bütününe veya büyük çoğunluğuna ilişkin olması, “nicelik”
ölçütüdür. Değişiklik anayasanın temellerine ve yapısal ilkelerine ilişkin ise, “nitelik”
olarak toptan değişiklik söz konusu. Toptan değişiklik, halk veya Federal Meclis
tarafından önerilebilir.
Halk girişiminde, 4 aşamadan geçilir: Anayasayı tümden değiştirmeye yönelik “halkın
girişimi”, en az 100.000 yurttaş tarafından başlatılabilir. Bu durumda Federal Meclis,
87
Anayasa Raporu
sadece değişiklik konusunda “ön halk oylama-sı”nı düzenlemek mecburiyetinde.
Oylamaya katılan seçmenlerin çoğunluğunun evet demesi durumunda, 3. aşama,
revizyon üzerinde birlikte çalışacak “Meclislerin yenilenmesi” (Milli Konsey ve Devletler
Konseyi). Halk girişiminin önerdiği metin genel ifadelerle formüle edilmiş ise, yeni
seçilen meclisler tarafından somutlaştırılarak, halk yeniden oy vermeye çağrılır (“onay
referandumu”). Seçmenlerin ve kantonların salt çoğunluğunca (en az 13 kanton) kabul
edilen metin, kesinleşmiş olur.
18 Nisan 1999 tarihli halkoyu ile kabul edilen İsviçre Anayasası, 197 maddelik ayrıntılı
ve uzun bir metindir. Temel ve siyasal haklar ile toplumsal amaçların yanı sıra,
çevre ve alan düzenlemesinden, iktisat, lojman, iş, sosyal güvenlik ve sağlığa değin
birçok ayrıntılı hükme yer veren Anayasa’da, maliye rejimine 10 md. özgülenmiş
bulunuyor. Kısaca, Konfederasyon Anayasası, adı konmuş olmasa da, “insan-ülkedevlet” sacayağına dayanıyor...
C) YENİ ANAYASA İÇİN, YENİ KURUCU MECLİS VE DEMOKRATİK
YÖNTEM
Görüldüğü üzere, olağan dönemde anayasanın yenilenmesi, uzun soluklu ve zorlu
bir süreçtir. Bu zorluk, Türkiye’deki gibi anayasacılık geleneğinin ve demokratik
kültürün yerleşmediği ülkelerde daha da artmaktadır. Bir Anayasa Meclisi güçlüğün
aşılmasında kayda değer bir işlev görebilir.
Yeni anayasanın neden yeni bir meclis tarafından hazırlanması gerektiğini ortaya
koyabilmek için, öncelikle yenilenmek istenen 1982’de yapılanlar ve bunların ne
ölçüde uygulamaya konduğunu belirlemekte yarar var.
1) 1982 Anayasası’nda değişiklikler ve yenileme girişimleri
1982 Anayasası, hukuk devletinden sapmayı ifade etmektedir. 1987’de başlayan hukuk
devletini onarıma yönelik değişiklikler ve son girişimler, yakın geçmişin değinilen
deneyim ve belirsizlikleri ışığında anlamlandırılmalıdır.
1987’de başlayıp 20 yıldır devam eden anayasal değişiklikler dizisi, hukuk devletindeki
geriye gidişi telafi çabası anlamına gelmektedir. Bu süre içinde gerek nicelik gerekse
nitelik olarak kayda değer değişiklikler yapılmasına karşın, anayasayı aşma arayışlarının
hala devam ediyor olması da, 1982’nin yarattığı sapmanın derinliğini açıkça ortaya
koymaktadır. Gerçekten Türkiye’nin anayasacılık tarihinde bu denli yoğun ve sürekli
anayasal onarım sürecine ilk kez rastlanmaktadır.
Ne var ki, hukuk devleti yolunda anayasal onarım süreci, 2004’te durmuştur. Özellikle
son iki yılda yapılan değişiklikler ise, çoğunluk partisi AKP’nin ve tabanının beklentileri
doğrultusunda kotarılan müdahaleler olup, mevcut Anayasa’yı aşma çabası şöyle
dursun, daha da çelişkili hale getirmektedir. Bu açıdan 1982 Anayasası’nın geçirdiği
değişikliklerin kronolojik bir tablosunu vermek, 1982’nin uyumlu bir bütün olmaktan
ne denli uzaklaştığını anlatmak için yeterlidir.
88
Tablo 2: 1982 Anayasası’nda Yapılan Değişikliklerin Genel Görünümü
DEĞİŞİKLİKLERİN KAPSAMI
SIRA
K.N.
K.T
1
3361
17.5.1987
67, 75, 175,
2
3913
8.7.1993
133
3
4121
23.7.1995
Başl, 33, 53, 67, 68, 69, 75, 84, 85, 93, 127,
135, 149, 171
4
4388
18.6.1999
143
5
4446
13.8.1999
47, 125, 155
6
4709
3.10.2001
Başl, 13, 14, 19, 20, 21, 22, 23, 26, 28, 31, 33,
34, 36, 38, 40, 41, 46, 49, 51, 55, 65, 66, 67, 69, EG1, EG2
74, 87, 89, 94, 100, 118, 149, G 15
7
4720
21.11.2001 86
8
4777
27.12.2002 76, 78
9
5170
7.5.2004
10, 15, 17, 30, 38, 87, 90, 131, 160
10
5370
21.6.2005
133
11
5428
29.10.2005 130, 160, 161, 162, 163
12
5551
13.10.2006 76
13
5659
10.5.2007
14
5678
31.5.2007
15
5697
16.10.2007
16
5735
09.02.2008 10, 42*
TOPLAM
SAYI
Değiştirme
Ekleme
İlga
G4
52
EG 3
143
G 17
77, 79, 96, 101, 102
G 18, G 19
81
6
3
* Bu maddeler, AYM’rir 5.5.2008 tarihli karar›yla iptal edilmifltir.
89
Anayasa Raporu
Tablo 3: Hangi Madde, Kaç Kez Değiştirildi?
Başlangıç
(2)
10 (2)
13
14
15
17
19
20
21
22
23
26
28
30
31
33 (2)
34
36
38 (2)
40
41
42
46
47
49
51
52
53
55
65
66
67 (3)
68
69 (2)
74
75 (2)
76 (2)
77
78
79
84
85
86
87 (2)
89
90
93
94
96
100
101
102
118
125
127
130
161
131
162
133 (2)
163
135
171
143 (2)
175
149 (2)
Geçici 4
155
160 (2) Geçici 15
Anayasa’nın 175. maddesine göre, değişiklik her zaman mümkün olmakla birlikte,
sadece Anayasa’da yer alan usul kurallarına uyulmasının başlı başına yeterli
olmadığı, 2008 Anayasa değişikliğinin yarattığı krizle teyid edilmiştir. Bu nedenle,
bundan sonraki Anayasal revizyonlarda, md. 175’in aradığı “usul”e ilişkin kurallara
olduğu kadar, partiler arası “uzlaşma” gereğine de uyulması gerekir. Dahası, konunun
basın-yayın organlarında ve toplumun değişik kesimlerinde tartışılmasına olanak
tanıyacak bir saydamlık söz konusu olmalıdır. Tartışma, hazırlık çalışmasına katılım
anlamına geldiğinden, yürürlüğe konacak metnin etkili uygulanması açısından da
vazgeçilmezdir.
2) Kurulu Meclis’in (TBMM) asli görevi: Yasa yoluyla demokratikleşme
23. dönem yasama seçimleri sonrası gündeme gelen Anayasayı yenileme girişimi,
uzun soluklu bir çalışmayı gerekli kılar. Bu nedenle, yeni anayasa arayışı sürerken,
yasa yoluyla, demokrasi ve insan haklarının önündeki engellerin ayıklanması,
demokratikleşme sürecinin bir gereğidir.
Öncelikler sıralaması: 22 Temmuz seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tıkanıklık, demokratikleşme sancısı ve insan hakları sorunsalı gölgesinde yapıldı. Bağımsız
adaylar furyası ve Meclis’e giren bağımsız aday sayısı, % 10’luk baraj nedeniyle demokratikleşme sancısının tipik bir göstergesi oldu. TCK 301. madde sendromu ekseninde ifade özgürlüğü sorunsalı da, insan haklarının temellendirilememiş olmasının
yansımasıdır. Bu sorunlar ile AB’nin, 23. dönem TBMM’sinden beklentileri arasında
belirgin bir örtüşme olduğu da bilinmektedir. TBMM’nin yasama takvimini bu önceliklerin belirlemesi gerekirken, yeni Meclis henüz göreve başlamadan ortaya atılan “sivil anayasa” söylemi gündemi hayli meşgul etti, ama bu konuda somut bir ilerleme
de sağlanamadı. Kuşkusuz anayasal arayış haklı ve meşru olmakla birlikte, öncelikler
sorununun çözüme bağlanması da, gündem sıralamasına ilişkin olup, yöntemi aşan
önemde bir konudur. Daha açık bir ifadeyle, bugüne kadar yapılan anayasa değişikliklerinin uygulamaya sadece kısmen yansımış olması ya da hiç yansımamış olmasının
başlıca nedeni, Yasama (ve Yürütme) organlarının ihmallerinden kaynaklanmaktadır.
Bu bakımdan, anayasal arayışlar, hangi kapsamda olursa olsun, mevcut Anayasal düzende anayasa-altı düzenleme ve uygulamalarla kaydedilebilecek demokratikleşme
90
yönünde atılabilecek adımlara ve insan hakları alanındaki ilerlemeye gölge
düşürmemelidir. Bu nedenle, TBMM’nin öncelikli gündemi, belli başlı yasaları yeniden
ele alarak düzeltmek olmalıdır.
Öncelik ve ivedilik taşıyan yasalar: Yakın zamanda Anayasa’nın dernekler, sendikalar, siyasal partiler ve seçimler ile ilgili birçok maddesi gözden geçirildi. Fakat yenilikler, yeterli olmadığı gibi uygulamaya da yansıtılmadı. Neden? Şöyle ki, Anayasa’yı
uygulama aracı yasalardır. Bu çerçevede TBMM’ye düşen, yürürlükteki yasaları yeni
Anayasal düzenlemelere ve onaylanan insan hakları sözleşmelerine uyumlu kılmak ya
da yeni bir yasa çıkarmaktı. Hatta Anayasa’da bu yönde açık bir emir yer almasa da,
yeni ve mevcut hükmü uygulanabilir kılmak için, yasayıcı yasa çıkarır; adı üstünde,
varlık nedeni budur.
Acaba bu gereklilikler, 20 yıllık Anayasal değişikliklerde ne ölçüde karşılık buldu?
1995 Anayasa değişikliği, tipik bir dönüm noktası: “yeni bir Anayasa” vaadini
de içeren söylemler, 1991 yasama seçimlerini damgalamıştı. Hatta partiler,
seçim kampanyalarını 1982 ile hesaplaşma üzerine kurmuştu. Yeni TBMM, bu
heyecana karşın, kısmî bir Anayasa değişikliğini, ancak yasama dönemi biterken
gerçekleştirebildi (1995). Değişikliğin uygulamaya yansıması ise, çoğu zaman ilgili
yasaların çıkarılmasına bırakıldı. Örneğin, “Yurtdışında bulunan Türk vatandaşlarının
oy hakkını kullanabilmeleri amacıyla, kanun uygulanabilir tedbirleri belirler.” (m.
67/2). Fakat TBMM, kendine verdiği görevi dahi yapamadan seçime gitti. Söz konusu
yasa, aradan 13 yıl geçtikten sonra, 2008 Mart’ta ancak çıkarılmış bulunuyor.
1999’da seçilen 21. dönem Parlamentosu, gerçekleştirdiği 2001 değişikliklerini
uygulamaya yönelik “uyum yasaları” çıkardı. 22. dönemde AKP, bunları belli bir
aşamaya getirdi. Ne var ki, bunlar genellikle çeşitli kanunlarda değişiklikler içeren
“torba kanun” adı verilen usulle gerçekleştirildiğinden, genel olarak birtakım
iyileştirmeler sağlandı; fakat, zaten uyumlu olmayan mevzuat daha da çelişkili ve
darmadağın hale geldi.
Ancak, 22. dönem TBMM’sinin asıl eksiği, Anayasa’nın m. 13 (sınırlandırma ve
güvence) ve 14 (kötüye kullanım yasağı) gibi yenilenen veya değiştirilen diğer
maddelerini yasalara yansıtmamasıydı. Söz konusu yasalar yelpazesi, doğrudan hak
ve özgürlüklerin kullanılmasının yanı sıra, çalışma yaşamıyla da yakından ilişkilidir.
Sonuncusuna örnek olarak, sendikal haklarda uyumsuz kurallar, uyum sağlanan
kurallardan daha çok: İşçi sendikalarına üyeliğin ve üyelikten çekilme bildiriminin
noterce tasdik koşuluna bağlı tutulmasından, toplu iş sözleşmesi-toplu iş görüşmesi
ayrımına kadar. Yasa koyucu uyum sağlayıcı gerekli düzenlemeyi yapmadığı için,
kamu görevlileri kullandıkları toplu sözleşme haklarını Avrupa kapılarında tescil
ettirirken, İHAM “yasa koyucunun neden olduğu kanundaki boşluğun... bir toplu iş
sözleşmesinin iptali için başlı başına kabul edilemez” olduğunu saptadı. Böylece,
yasama ihmalini, yasamanın kusurundan doğan boşluğu vurgulamış oldu. [Demir ve
91
Anayasa Raporu
Baykara-Türkiye, Daire K.T. : 21.11.2006; Büyük Daire K.T.: 12.11.2008]. İHAM ayrıca,
kamu görevlilerinin grev ve barışçı toplum eylem haklarıyla ilgili yürürlükteki genel
yasak ve yaptırımların da İHAS ile bağdaşmadığını karara bağladı (Affaire Demir et
Baykara c. Turquie, Requête No 34503/97, Arrêt, 21 novembre 2006; Affaire Demir
et Baykara c. Turquie, Requête No 34503/97, Arrêt, Grande Chambre, 12 novembre
2008; Affaire Karaçay c. Turquie, Requête no 6615/03), Arrêt, 27 mars 2007; Affaire
Satılmış et autres c. Turquie, Requête no 74611/01, 26876/02 et 27628/02), Arrêt,
17 juillet 2007; Affaire Enerji Yapı-Yol-Sen c. Turquie, Requête no 68959/01, Arrêt,
21 avril 2009).
Yurttaş-siyaset ilişkisini düzenleyen seçimler ve siyasal partiler alanına da
dokunulmadı: Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun (1961) ve Milletvekili
Seçimi Kanunu (1983), birkaç ufak teknik rötuş dışında Anayasal değişikliklerden
hiç etkilenmedi. Siyasal Partiler Kanunu (1983) açısından da, benzer saptama
yapılabilir. Hatta tam tersine, 1995’te Anayasa md. 67/2’ye “temsilde adalet ve
yönetimde istikrar” kaydı düşülerek, Milletvekili Seçimi Kanunu’ndaki % 10’luk
genel baraja Anayasal meşruiyet kazandırılmaya çalışıldı. Bu formül (“yasaya uygun
Anayasa” anlayışı) bile, barajı Anayasa’ya uygun kılmaya yetmedi.
Ayrıca, yeni baştan yazılan bazı yasaları elden geçirme gereği de hatırlanmalıdır.
Düşünce özgürlüğü bakımından örneğin TCK, 301. Madde sendromu ötesinde yeniden
elden geçirilmeye muhtaçtır.
Ayrıca, öncelik sıralamasının önemiyle, yasamanın meşruluğu arasında da bağlantı
kurulabilir. Şöyle ki, TBMM, Anayasa değişikliği yapmadığı için değil, daha çok önceki
Anayasal değişiklikleri yasalara yansıtmakta ihmalkâr davranmış olması nedeniyle
sorgulanmalıdır.
Kısacası, 23. yasama meclisi, önceliği yasama çalışmalarına vermelidir.
3)Yenileme için Kurucu Meclis oluşturulmalıdır
AKP, 22 Temmuz seçimlerinin ertesinde Anayasa’yı yenileme girişimini “sivil anayasa”
adı altında gündeme getirdiğine göre, bunun anlamı nedir? Biraz geçmişe gitmekte
yarar var.
a)“Sivil anayasa” söyleminin dünü ve bugünü
1982 Anayasası’nı değiştirerek ya da yenileyerek aşma yönündeki çaba ve çalışmalar,
siyasal ve sivil olmak üzere, 2 düzlemde kendini göstermiştir. Bu yöndeki eğilimler,
1990 yılında somutlaşmaya başlamıştır ve 1991 seçimlerine, yeni anayasa arayışı
damgasını vurmuştur. Aslında 1991 seçimleri, Türkiye’de yeni anayasa arayışında
sivil ve siyasal inisiyatifin hem birbirinden ayrıştığı, hem de iç içe geçtiği ilk ve son
seçim dönemi olmuştur.
1991 yasama seçimleri kampanyasına, siyasal partilerin yeni bir demokratik
anayasa söylemi damgasını vurmuştur. Söz konusu anayasal talepler o kadar yoğun
92
olmuştur ki, seçilecek Meclis’in Anayasa’yı yenileme yetkisine sahip olduğu görüşü
bile öne sürülmüştür.
Nitekim, 1991-1992 yıllarında TÜSİAD tarafından “Anayasa Taslağı Çalışma Grubu”
adı ile oluşturulan Kurul’un saptamasına göre, 20 Ekim 1991 seçimlerine katılan siyasi
partilerin tümü ve koalisyon hükümeti yeni bir anayasa oluşturulması fikri etrafında
birleşmişlerdir. Bu çerçevede, 1991 genel seçimleriyle oluşan TBMM’nin resmen ve
açıkça “Kurucu Meclis” sıfatıyla seçilmiş ve görevlendirilmiş olmadığını ve olağan bir
yasama meclisi olduğunu belirleyen Çalışma Gurubu; belli başlı siyasi partilerin yeni
bir anayasa vaadiyle katıldığı genel seçimler sonucu oluşan bu parlamentonun yeni
bir Anayasa hazırlamak konusunda “genel oy” desteğine sahip olduğu görüşündedir.
Bu konudaki inanç ve fikir birliği nedeniyle, yeni bir anayasa için ön hazırlıkların bir
“yetki sorunu” doğmasına meydan bırakmayacağı ifade edilmiştir. İşte bu nedenlerle
“olağan bir yasama meclisinin yeni bir anayasa yapmaya yetkili olduğunu gösterir
kesin kanıt”ın Türkiye’nin kendi anayasa tarihinden getirilebileceği belirtilmiştir.
Çalışma Grubuna göre; 1991 genel seçimlerinden sonra oluşan TBMM bir “Kurucu
Meclis” sıfatıyla seçilmiş olmadığı halde, yeni bir anayasa yapmaya yetkili bir “asli
kurucu organ” yetkisi kullanabilir. Şu var ki, “Kurucu Meclis” sıfatıyla oluşmamış bir
yasama meclisinin hazırlayacağı anayasa metninin, asli kurucu iktidarın asıl sahibi
olan milletin onayına sunulması da zorunludur.
Öte yandan, Mülkiyeliler Birliği’nden kadın örgütlerine, TÜSİAD’dan Hak-İş’e
kadar uzanan sivil toplum ve meslek örgütleri yelpazesi tarafından gerçekleştirilen
toplantılar ve anayasa taslak çalışmaları, yeni bir anayasa arayışının sivil ayağını
oluşturmaktaydı. 1990-1991 yılında başlayan bu çalışmalar, yeniden 90’lı yılların
sonunda gündeme gelmiştir. TOBB (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası-TOBB-2000) ve
TBB tarafından hazırlatılan (Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi-2001) anayasa
taslakları, örnek olarak belirtilebilir.
Siyasal düzlemde Anayasa’nın yenilenmesi hedefinde 1991 seçimlerinde somutlaşan
irade, 19. Dönem Yasama Meclisi’nce dikkate alınarak, TBMM Başkanlığı tarafından
Anayasa’nın yenilenmesi yolunda çalışmalar da başlatılmıştır. (Siyasal partiler ve
sivil toplum örgütlerinin (STÖ) önerileri, TBMM Başkanlığı’nca 3 ciltte yayımlandı).
Fakat bu çalışmalar, ancak yasama döneminin sonuna doğru 1995’te gerçekleştirilen
Anayasa değişikliği ile kısmen uygulamaya geçebildi.
Son yasama seçimleri vesilesiyle gündeme gelen Anayasay› yenileme tart›flmalar›na
gelince; 22 Temmuz 2007 seçimleri, belli ölçüde Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin
sorunların gölgesinde yürütülmüş, ancak yeni ve demokratik bir anayasa söylem
ve arayışı ne AKP’nin, ne de diğer partilerin seçim kampanyaları yoluyla halkın
gündemine taşınmıştır. Seçim tamamlandıktan sonra, AKP sivil anayasa söylemini
ortaya atmıştır.
Sivil anayasa” söylemi etrafında yoğunlaşan tartışma ortamında ve çok geçmeden,
daha doğrusu 2007 sona ermeden AKP, Anayasa taslağını askıya aldı veya “çekmeceye
attı” ve bir daha gündeme getirmedi.
93
Anayasa Raporu
Bundan bağımsız olarak daha genel saptamalar yapmak amaca uygun düşer.
Öncelikle, Anayasaya evrensel ilkelerin yansıtılması, belli bir toplumsal mutabakat
temelinde söz konusu olmalıdır. Mutabakat yokluğu, anayasanın toplumsal uzlaşma
belgesi olarak ortaya çıkışını olanaksız kılacağı gibi, uygulanması aşamasında da
ciddi sorunlar yaratacaktır. Söz konusu amaca ulaşmak açısından, şu noktalara vurgu
yapılabilir:
• İlk nokta, konunun seçim kampanyasında tartışılıp tartışılmadığıdır. Bu, eksik
kalan öğedir.
• İkincisi, TBMM’de temsil edilen ve edilmeyen partiler arasında diyalogun ve
saydam iletişimin bulunup bulunmadığı konusudur ki, bu da gerçekleşmemiştir.
• Üçüncü öğe, ilgili bütün tarafların en azından tartışmaya katılmalarına olanak
sağlayacak bir ortamın oluşturulmasıdır. Bu konuda somut ad›mlar at›lmad›¤› gibi,
iki y›l öncesine göre, tart›flma zemini daralm›fl bulunuyor.
• Ancak flu söylenebilir: son iki y›lda anayasal aray›fl sürecinde yap›lan usul
hatalar›, en az›ndan yöntem bak›m›ndan neyin yap›lmamas› gerekti¤ini ortaya
koymufl bulunuyor. Hatta, o dönemde AKP’nin giriflimini kay›ts›z koflulsuz olarak
destekleyen kimi anayasac›lar ve medya mensuplar›, bugün konuya daha ihtiyatla
yaklaflmakta; AKP’nin anayasa yap›m›na tek bafl›na giriflmemesi gerekti¤ini
söyleyebiliyorlar. Bu da, yap›lan hatalardan ders ç›kar›ld›¤› fleklinde yorumlanabilir
ve bir ilerleme olarak kaydedilebilir.
Kısacası, siyasal aktörler (ve kısmen anayasal kurumlar) düzleminde, 7 yasama
seçiminin yapıldığı 1982 Anayasası döneminde, siyasal iradenin yeni bir demokratik
anayasa arayışı, sadece 1991 seçimlerinde açık ve yaygın biçimde gündeme gelmiştir.
2007 seçimleri dahil, diğer 6 seçimde “anayasa eksenli seçim kampanyası”na tanık
olunmamıştır. Buna karşılık, sivil toplum düzleminde yer alan (dernekler, sendikalar,
vakıflar, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları gibi) örgütlerin yeni anayasa
arayışı, 15 yıllık zaman dilimine yayılmakta, daha sürekli ve kararlı çalışma ve iradeyi
ifade etmektedir.
Bu açıdan, Anayasayı yenileme girişimleri üzerine, biri konunun özü (hedef), diğeri ise
kullanılan dil bakımından şu belirlemeler yapılabilir: 2007 seçimleri sonrası gündeme
getirilen anayasal arayış tarzı, bir tür “anayasa fetişizmi”ni çağrıştırmıyor değildi.
Toplumun karşı karşıya bulunduğu siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlar
bütünü, sadece 1982 Anayasası’ndan kaynaklanıyormuş, dolayısıyla yeni bir anayasa
ile hemen aşılacakmış izlenimi yaratıldı. Oysa, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu
sorunlar açısından tek sorumlu olarak 1982’yi görmek, yakın geçmişin siyasal
olaylarının ötesinde, günümüz siyasal gerilimlerini de göz ardı etmek anlamına gelir.
Bu nedenle, anayasa kültürünün ve hukuk devleti bilincinin, daha somut ifadeyle
kurallara uymanın ortak iyilik gereği olduğu inancının yerleşmediği toplumumuzda,
şu ikilemi aşma güçlüğü ortada: Yürürlükteki anayasal düzen yeterince etkili
kılınamadığı halde, bir yenisinin ivedi olarak kullanılması gereken bir reçete olarak
görülmesi.
94
Öte yandan, anayasanın yenilenmesi ereğinde yapılan girişimin özelliği ile, hedeflenen
anayasa arasında ayrım yapılmalı ve “sivil” kavramı bu bağlamda anlamlandırılmalıdır.
Girişim anlamında sivil anayasa, sivil toplum düzleminde yürütülen çalışmalara
denk düşer. Eğer içerik olarak bir anlam yüklenilmek istenirse, bunu “sivil” değil,
demokratik, insan haklarına dayanan ya da özgürlükçü gibi, çağdaş bir anayasanın
eksen kavramları ile ifadelendirmek daha doğru olur. Unutmamak gerekir ki, anayasa,
doğası gereği siyasal bir belge olup, hazırlanması da siyasal bir süreci ifade eder.
“Sivil anayasa” deyince, hemen akla şu geliyor: Sivil olmayan Anayasa ne demektir?
Anayasaları sivil olan ve olmayan olarak sınıflandırıp anlamlandırmak kolay değil.
Çünkü Anayasa Hukukunda, anayasalar sivil olan-olmayan yerine, yapım tarzının ne
denli demokratik olduğuna, asli kurucu iktidarın ya da türev kurucu iktidarın nasıl
oluştuğuna ve hukuk devleti ilkelerini yansıtıp yansıtmadığına göre değerlendirilir.
Bu bakımdan “sivil anayasa” deyimini Türkiye koşullarında anlamlandırmalıyız.
“Sivil” sıfatı, anayasalardan çok, hakları niteler (“civil rights”: medenî haklar, kişi
özgürlükleri). Yeni anayasa için mutlaka bir sıfat kullanmak gerekirse, bunu “çağdaş
anayasa” olarak nitelemek daha yerinde olur. Zira, çağdaşlık nitelemesi, anayasa
hukukunun 21. yüzyıl başı itibariyle sahip olduğu kazanımların tümünü (demokratik,
eşitlikçi, sosyal, insan onurunu eksen alan, hukukun üstünlüğüne dayanan vs.)
yansıtan kapsayıcı bir çerçevedir.
Halkın (sivilin) taleplerini ya da daha hukuki bir deyimle bütün yurttaşların
beklentilerini yansıtan bir metin dediğimiz zaman, özellikle Avrupa ve Amerika’da
kullanılan bir deyime gönderme yapmak gerekir: “Anayasal yurtseverlik”. Nitelik
olarak “toplumsal mutabakat” deniyor, toplum üyelerinin beklentilerinin “ortak
uzlaşma belgesi” olması düşünülen anayasaya yansıtılması isteniyor. Burada, iki
nokta dikkate alınmalıdır: yurttaşların anayasa metninde kendilerini görebilmesi,
“elden geldiğince kucaklayıcı kurallar”ın konmasıyla mümkündür. Kuralların hazırlık
aşamasına katılım ise, sahiplenme ve benimseme duygusunu pekiştirir.
Bu bakımdan, “anayasal yurtseverlik” ve “anayasal yurttaşlık” bağlamında, hukuk
devleti hedefi, yurttafl eksenine dayanmal›d›r. Yurttaşlar şöyle diyebilmelidirler:
“Bu anayasa, benim haklarımı güvence altına alan bir metindir”. Anayasal kurumlar
bütünü, bu amaca uygun olarak düzenlenmelidir. Bunun için, anayasanın yapılış
sürecine elden geldiğince geniş kesimlerin ilgi ve bilgisini de katmak önemli. Hedef,
sivil bir anayasa ise, o zaman, sürece sivilleri, yani yurttaşları katmak durumundayız.
Ama burada şu ikinci ayrım karşımıza çıkıyor: acaba bu işi bürokratlar ya da siyasal
şahsiyetler mi kotaracak, yoksa uzmanların, parlamentoya giremeyen siyasal grupların,
sivil toplum örgütlerinin, meslek örgütlerinin, ilgili kurumların katkısı da sağlanacak
mı? Örneğin, mevcut birçok kurumun yapısı gözden geçirilmek durumunda. Acaba
bu kurumların üyelerine şu soru sorulacak mı? “Siz, kendi deneyimlerinize göre, bu
kurumun nasıl düzenlenmesini istersiniz?” diye. Kısacası, içerik yanında, yöntem
konusu üzerinde de ciddiyetle durmak gerekir.
95
Anayasa Raporu
“Türkiye ilk kez sivil anayasa sahibi olacak” söylemi de test edilmeli. “Sivil
anayasa” deyiminin yapım süreci açısından Anayasa Hukukunda geçerli varsayılması
durumunda, 61 ve 82’nin yapım tarzları tartışılabilir. Buna karşılık, 1921 ve 1924
Anayasalarının içerik bakımından günümüz anayasacılığının değerlerine uygunluğu
tartışılabilir olmakla birlikte, sivil olmadıkları söylenemez. Hatta, 1923’te Atatürk`ün
el yazısıyla hazırladığı Anayasa taslağında, hak ve özgürlük özneleri (sahipleri)
bakımından “Türkiyeliler” deyimini kullandığı gözönüne alındığında, 1924’te oylanan
metnin, Atatürk’ün kendi önerilerinin bile gerisine düştüğü söylenebilir. Bu ayrışma,
belki izlenen yöntemin demokratikliğinden kaynaklanmıştır. Kendimizi sivil modasına
kaptırıp, anayasal tarihi de örtbas edemeyiz. Bu açıdan şu düzeltme yapılmalı: Evet sivil
söylemi, 61 ve 82 deneyimleri gözönüne alınınca, askeri olmayan anlamında, askerin
gücünü azaltmak ve bazı konularda tamamen kaldırmak anlamında vurgulanabilir
belki. Ama anayasal deneyimleri ışığında, “çağdaş anayasa” söylemini öne çıkarmak,
Türkiye’nin çok yönlü sorunlarını kucaklayıcı bir metnin yazılabilmesi açısından daha
anlamlı.
Ayrıca, Anayasa’yı yenileme insiyatifini kullanırken, son seçimlerdeki % 47’lik oy
oranını gösteren AKP’nin “ilk sivil anayasa” söylemine karşılık; 1924’e demokratik
açıdan, “Atatürk’ün belirlediği üyelerden oluşan Meclis” eleştirisi getirilmektedir.
23. dönem TBMM’si ne kadar demokratik? TBMM’ye giren her üç partiye mensup
üyeler, liderlerince belirlenmiş olduğuna göre, fark nerede? Nicelik olarak, tek
kişi yerine 3 farklı kişi tarafından belirlenmiş oluyor. 83 yılda kaydedilen aşama
yalnızca bu kadarla mı sınırlı kalmalıydı? Niteliğe gelince; üç siyasal parti liderinin
Atatürk’ten daha iyi belirleme yaptıkları söylenebilir mi?
Sonuç olarak; Anayasa’yı yenileme konusunda ortaya çıkan iradeler düzleminde,
sivil irade siyasal iradeye göre daha yoğun ve sürekli olmuştur. Yaşanan deneyimler
ışığında başarısızlık, iki nedenle açıklanabilir:
• Siyasal irade ve sivil iradenin buluşarak çağdaş bir anayasa için yeterli bir ulusal
dinamiği yaratamamış olması;
• Siyasal iradenin, Anayasa’yı yenileme görevini yeni bir kurucu meclise verme
yerine, bizzat üstlenmesi.
b) Yeni bir meclis ve yeni bir yöntem gerekli...
Çoğunluk partisi olarak AKP’nin kamuoyuna yansıyan girişimi, 1982 Anayasası
sistematiğinin korunarak, değişmez hükümler dışındaki maddelerinin bütünüyle
revizyona tabi tutulması anlamına gelmektedir. Bunun da 175. madde çerçevesinde
gerçekleştirilmesine engel bulunmamaktadır. Fakat, burada maddi anlamda en ciddi
sorun, değişmez hükümlerle diğer maddeler arasındaki doğrudan bağlantıdır. Daha
somut bir deyişle, değiştirildiği takdirde ilk üç maddenin içeriğini zedeleyecek veya
dolaylı yoldan özünü boşaltacak düzenlemelerdir. Bu konunun sınırlarının saptanması,
son derece zordur. İşte bu zorluk, izlenecek yol ve yöntem konusunu, Anayasa’da
değişiklik yapma çalışmasından daha hassas bir noktaya taşımaktadır. Belirtelim
96
ki, 22 Temmuz seçimleri sonrası TBMM’de temsil edilen siyasal partiler arasında,
mevcut Anayasa’da kapsamlı değişiklikler bir yana, sınırlı bir değişiklik için bile
gerekli diyalog ve uzlaşma ortamı ortaya çıkmamıştır. Bilindiği gibi, üzerinde gerekli
müzakere yapılmadan ve uzlaşma sağlanmadan kotarılan anayasa değişiklikleri, ciddi
anayasal ve siyasal sıkıntılara neden olmuştur.
Oysa bizlerin hedefi, Anayasa’yı yeniden gözden geçirmek (kapsamlı bir revizyon)
değil, tamamen yenilemek olduğuna göre, şu soruya yanıt aramak durumundayız:
Devlet veya rejim bakımından bir kırılma söz konusu olmadığına göre, mevcut rejim içerisinde yeni bir anayasa yapımında hangi yöntem kullanılmalıdır? Çağdaş bir
anayasa için en demokratik olanı, halkla başlamak ve halkla tamamlamaktır.
Bunu yapmak için, TBMM’nin görevine devam etmesi gereği vurgulanmalıdır. Zira,
yukarıda belirtildiği üzere, sadece uzlaşma zorluğundan değil, ama aynı zamanda
TBMM’nin yasama görevini askıya almasının mümkün olmaması nedeniyle, görevine
devam etmelidir. Büyük ve merkezî bir devlet olan Türkiye’nin sorunlarının da yoğun
ve karmaşık olduğu göz önüne alınarak, TBMM’nin olağan yasama görevine kesintisiz
devamının yerindeliği ve hatta gerekliliği vurgulanabilir. Süreci aşama aşama sıralamak gerekirse;
• Mevcut kurulu meclisin (TBMM) olağan işleyişine devam etmesi kaydıyla, sırf
anayasa yapmak için halk tarafından, tüm kesimlerin adaletli ve orantılı biçimde
temsil edildiği, 100-150 kişilik, cinsiyetler arası eşit temsile dayalı, tarafsız
bir meclis seçilmeli; bu kişilerin sonraki yaşamlarında siyaset yoluyla elde edilen
makamlara aday olma haklarından vazgeçmeleri istenmelidir.
• Ayrıca, 1961’de (Cumhuriyet Senatosu’na tabii senatör olma) ve 1982’de
(Cumhurbaşkanlığı Konseyi’ne üyelik) olduğu gibi, Anayasa’nın hazırlanması
sırasında işlev gören şahıslara ayrıcalık/dokunulmazlık tanıyan, bunlar için
onursal kurumlar yaratan ayrıcalıklara kesinlikle yer verilmemelidir.
• Temsili meclis, partiler üstü bir özelliğe sahip olmalıdır. Unutulmamalıdır ki,
1961 Anayasası, içerik olarak çağın gereklerini en ideal biçimde yansıtmayı
hedefleyen bir metin olduğu halde, yapım sürecine DP’nin dahil edilmemiş
olması, uygulanması sırasında başlıca zaaf olarak hep kendini hissettirmiştir.
• Yukarıdaki üç önlem, anayasa çalışması yapacak olan üyeleri lider sultasından
uzaklaştıracağı gibi, daha özgür bir tartışma ve uzlaşma ortamını yaratmaya da
katkıda bulunabilir.
• Anayasa taslağı, Kurucu Meclisin hazırlık çalışmaları sırasında toplumun katkı
sunabilecek örgütlü ya da örgütsüz bütün kesimlerine açık olmalı, konunun enine
boyuna tartışılmasına olanak tanınmalıdır. Bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan
raporlar ve taslak metin çalışmalarından da yararlanılması gerekir.
• Temsili Kurucu Meclis’ce kabul edilen metin, kurulu meclis (TBMM) tarafından
da oylama yoluyla teyid edildikten sonra, son sözü söylemek üzere halkoyuna
97
Anayasa Raporu
sunulmalı; ancak red varsayımında halka tanınan seçenek de önceden
belirlenmelidir.
• Kurucu Meclis mekanizmasının işletilebilmesi için, Anayasa değişikliği yoluyla md.
175’e bir hüküm eklenmesi, en makul hukuksal yetkilendirme şekli olacaktır.
Bu konuda parlamentoda uzlaşma sağlanması çok önemli. Çünkü Anayasa’nın 175.
maddesi sonuna kadar kullanılsa da, 1982 Anayasası tümden yenileme işlemine
kapalıdır.
Yenileme sürecinde ilk üç madde alanına girilebilmesi için 4. madde engelinin aşılması
gerekir ki; bu da TBMM’de ortaya çıkacak consensüs (oydaflma) yanında geniş bir
toplumsal mutabakatı gerekli kılmaktadır. Başka bir söyleyişle, pozitif hukuk kuralları
çerçevesinde kalındığı sürece 1982 Anayasası metni yenileme yoluna kapalıdır. Bu
ancak politik ve demokratik açılımla sağlanabilir. Bu da siyasal aktörlerin ve toplumsal
kesimlerin çok geniş bir mutabakatı ve katılımı ile mümkün olabilir ancak.
4) Nicelik / yürürlük / değiştirilme ilkeleri
a) Nicelik-nitelik dengesi: kısa ve özlü anayasa mümkün mü?
Siyasal çevrelerde, öteden beri kısa ve özet anayasa özlemi dile getirilerek, bunun
ideal olduğu varsayımı yaygındır. Bunda da, genellikle iki referans kullanılır: biri yerli
(1924 TEK), diğeri deniz ötesi (1787 ABD Anayasası). Bu eğilimde şu iki değişken göz
ardı edilir:
1924, XX. yüzyılın ilk yarısında yazılmış bir anayasadır. Eğer nicelik, Anayasa’nın
tek ölçüsü kabul edilseydi, en ideali 1921 olurdu. Oysa, II. Dünya Savaşı sonrası
anayasacılık kuşağı, kısa ve özet anayasa geleneğini geride bırakmıştır. Şöyle ki;
özgürlükler alanı, sosyal ve kültürel hakları da kapsamına almıştır. Bunları karşılamak
için, devletin görev ve yetki alanı genişlediğinden, sosyal devletin gerekleri de
anayasalara yansıtılmak zorunda kalınmıştır. Yine, liberal anayasalara egemen olan
birey-devlet ikilisine, ülke öğesi de bir sacayağı olarak eklenmiştir. Anayasa Mahkemesi
gibi, hukuk devletinin temel mekanizmaları da hacim genişlemesi yaratmıştır. Devlet
biçimlerindeki farklılaşma da, bunlara özgü kuralların konulmasını gerektirmiş
bulunuyor. Öte yandan, yeni anayasalar arasında yer alan İsviçre Anayasası 197
maddeden, Portekiz Anayasası 300 maddeden oluşur.
ABD örneğine gelince; günümüzde yürürlükte olan ilk yazılı anayasa sayılan bir metin
olduğu, genellikle göz ardı edilir. Bu nedenle, birçok kez değişikliğe tabi tutulmuş
ve hacim olarak büyümüştür. Fakat daha önemlisi, devlet biçiminin doğal sonucu
olarak, asl›nda her federe devletin sahip oldu¤u anayasa yanı sıra, federal devlet
anayasasının (50+1) varlığıdır. Öte yandan, yeni bir metin olarak İsviçre Anayasası
uzun bir metindir.
Ancak belirleyici bu iki değişken, ne anayasanın alt düzey normların düzenleme alanına
giren konuları içermesine, ne de anayasanın konusunu oluşturan alanlarda da çok
98
fazla ayrıntıya inilmesine dayanak teşkil etmelidir. İlke olarak Anayasa, yurttaşların
“hak ve özgürlük”lerini “insan onuru” temelinde, kamu makamlarının “yetki, görev ve
sorumluluk”larını ortak yarar hedefinde yansıtan nesnel düzenlemeleri içermelidir.
Özetle, artık özlü ve kısa Anayasa dönemi, ulusal-üstü gelişmeleri ve ulus-altı anayasal
eğilimlerin çok katmanlı anayasalaşma sürecini ortaya çıkarmış olmasına karşılık,
geride kalmıştır. Türkiye’de demokratik geleneklerin tam anlamıyla yerleşmemiş ve
içselleştirilmemiş olduğu gerçeği de gözönüne alındığında, bazı siyasal ve anayasal
konuları Anayasa’da açıkça ve kimi zaman ayrıntılı bir şekilde düzenleme ihtiyacının
kaçınılmaz olduğu kabul edilmelidir. (Cumhurbaşkanı seçiminde 367 çoğunluğu
tartışmaları, bunun tipik bir örneğidir).
Öte yandan, yeni Anayasa ile Türkiye toplumunun değinilen iç çelişkilerini aşması
amaçlanıyor ise de, yeni anayasa aslında bunun ötesinde bir misyonu da üstlenmelidir.
Bu da, bir yandan küreselleşme ve yerelleşme yönündeki eğilimler arasındaki dengeyi,
(ülkenin sahip olduğu doğal ve tarihî değerleri korumak kaydıyla) demokrasi yoluyla
sağlamaktan başkası olmasa gerek. Bunun için, yeni kurallara ihtiyaç vardır. Böyle bir
anayasal düzenleme, diğer ülkeler için de bir esin kaynağı oluşturabilir.
b) Anayasa’nın yürürlüğü, değiştirilmesi ve korunması
• Geçici hükümler, Anayasa’nın kuracağı yeni kurumlara ilişkin yasaların ivedilikle
çıkarılmasına yönelik emredici anayasa hükümleriyle sınırlı olmalıdır.
• Anayasa’nın değiştirilmesine yönelik yöntem, önceki olumsuzluklar da dikkate alınarak özenle oluşturulmalı, karmaşık usul kurallarından kaçınılmalıdır. Bu konuda,
yurttaşlara da girişim hakkı tanınmalıdır.
• Anayasa’nın özünün korunmasına yönelik değişmezlik konusu, Cumhuriyet ve
onun temel ilkeleriyle sınırlı olarak tasarlanmalı; değişmezlik öngören hükmün değiştirilme yolu da açıkça kapatılmalıdır.
99
Anayasa Raporu
100
SONUÇ
Anayasanın olağan dönemde yenilenmesi, olağanüstü dönemlere göre daha zor ve
herhangi bir mazeret kabul etmeyen bir süreçtir. Bu nedenle, aceleye getirilmeksizin,
gündem oluflturma ya da de¤ifltirme gibi siyasal kayg›lar tafl›maks›z›n serinkanlı
biçimde ve olabildiğince demokratik yöntemler gözetilerek gerçekleştirilmelidir. Son
on yılda, anayasasını tümden değiştirme yoluyla yenileyen İsviçre ve Finlandiya,
bunun çağdaş örnekleri olarak yukarıda gösterildi.
Türkiye, anayasa sorununu sürekli gündemde tutarak “boşa zaman kaybetme” yerine,
hazırlık sürecine asgari bir “zaman harcama” yoluyla, yeni anayasa hedefine ulaşabilir.
Ancak anayasanın da, bütün sorunları derhal çözebilecek sihirli bir metin olmadığını,
uygulamaya aktarılmasının birçok etkene bağlı olduğunu asla unutmamak gerekir.
Ne var ki, eğer yenileme yönteminde mutabakat sağlanırsa, anayasayı yapım süreci
Türkiye’nin sorunlarını tartışarak çözme kültürüne de katkıda bulunabilir. Hatta,
anayasal yenileme süreci, rejimin temel ilkeleri üzerinde consensus (oydaşma)
oluşturma fırsatını da yaratabilir. Böylelikle üzerinde uzlaşılacak ilkeler ekseninde
ortaya çıkacak yeni anayasa metnini, bütün toplumun sahiplenme olasılığı artacaktır.
Böylece Anayasa, hem yüzyıllık Cumhuriyetin yol haritasını oluşturacak, hem de XXI.
yüzyıl Türkiyesinin uluslararası topluma dönük aynası olma işlevini görebilecektir.
Anayasayı yenilemek, çokboyutlu bir sorun olarak yeni kurallar, yeni kurumlar ve yeni
denge mekanizmaları koymak ve oluşturmak anlamına geldiğine göre, bunu yeni bir
yöntemle yapmak gerekir. Anayasa’yı yenileme arayışına katkıda bulunmak amacıyla
gerçeklefltirilen “Özgürlükçü, Eşitlikçi, Demokratik ve Sosyal Bir Anayasa İçin Temel
İlkeler” çal›flmas›, ülkemizin Osmanlı’dan bu yana oluşturduğu birikimin ürünü
olarak kendi anayasal kazanımları ile çağdaş anayasal gelişmeler arasında “sentez”
çabasını yansıtmaktadır. Bu şekilde, Türkiye toplumunun günümüzde karşı karşıya
bulunduğu ve gelecekte karşılaşması muhtemel sorunları karşılayacak anayasal çözüm
önerilerini de içermektedir. Bu bağlamda, “insan haklarını hukuk devleti güvencesine
kavuşturma” ereği, anayasal temel ilkeleri belirleyen bir yaklaşım olmuştur.
Bu amaçla, ilk bölümde Anayasa’yı “yenileme gerekçesi” ortaya konulmuş; ikinci
bölümde, çağdaş bir anayasanın dayanması gereken kurallar, kurumlar ve denge
mekanizmalar› üzerinde derinleşilmiştir. “Anayasanın genel ilkeleri”, “insan hakları”
ve “devletin yapılanma tarzı” şeklinde üç ana başlıkta belirlenen anayasal çerçeve
için yeni kurallar, yeni kurumlar ve yeni denge mekanizmalarının neler olabileceği
şeklindeki sorulara yanıt aranmıştır. Üçüncü bölüm ise, “yeni anayasayı yapım
süreci”ne özgülenerek, bu görevi yeni bir kurucu meclisin üstlenmesi ve bu süreçte
Kurucu Meclis’in oluşturulmasından hazırlanan metnin halkoyunca kabul edilmesine
kadar bütün aşamalarda demokratik sürecin izlenmesi gerektiği konusunda uzlaşma
101
Anayasa Raporu
sağlanmıştır. Çünkü, anayasa içerik olarak ihtiyaçlara yanıt verecek bir metin olsa
da, yapım sürecindeki yanlışlar, onu etkili bir uygulamadan ve bütün yurttaşların
sahiplenebileceği ortak kimlik belgesi olma özelliğinden alıkoyar.
Sonuç olarak “Özgürlükçü, Eşitlikçi, Demokratik ve Sosyal Bir Anayasa İçin Temel
İlkeler” çal›flmas›; bir yandan, felsefi temeli ayrımsız üç kuşaklı insan hakları olan,
Cumhuriyetin kurumlarını birbirinin olmazsa olmaz koşulu olan demokrasi eksenine
oturtacak, yöneten-yönetilen ikilemini en aza indirecek; öte yandan, kuracağı denge
mekanizmalarıyla hem bir uzlaşma, hem de özgürlük ve sosyal eşitlik belgesi niteliği
taşıyacak bir anayasa yapım hedefine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
102
UZMANLAR KURULU ÜYELERİNİN
KISA ÖZGEÇMİŞLERİ
Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU (1950):
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku ö¤retim üyesidir. Fransa’nın
değişik Üniversitelerinde, “Professeur invité” statüsü ile düzenli olarak ders, konferans
ve seminerler vermektedir. İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanlığı (19982001), TBB İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Kurucu Başkanlığı (20012005) ve Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı (2001-2005) görevlerini
yürütmüştür. TBB nezdinde hazırlanan ve 2001’de sonuçlanan “Türkiye Cumhuriyeti
Anayasa Önerisi”ni hazırlayan Kurul’da yer almıştır. Uluslararası Anayasa Hukuku
Derneği Yürütme Kurulu Üyesi olan Kaboğlu, BirGün gazetesi yazarıdır. Türkiye
Yazarlar Birliği 2006 İfade Özgürlüğü ödülü sahibidir.
İHDK Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu nedeniyle, 5 yıllık hapis cezası istemi
ile Prof. B. Oran’la birlikte yargılanmış; 29.04.’08 tarihinde, Yargıtay Ceza Genel
Kurulu kararıyla beraati onanmıştır.
Başlıca yapıtları: Kolektif Özgürlükler, Çevre Hakkı, Anayasa ve Toplum, Özgürlükler
Hukuku, Anayasa Hukuku Dersleri (Genel Esaslar), Anayasa Yargısı; editörlüğünü
yaptığı başlıca eserler: Bağımsız İdari otoriteler, Lâiklik ve Demokrasi, Kopenhag
Kriterleri, Azınlık Hakları.
Prof. Dr. Yılmaz ALİEFENDİOĞLU:
1930 doğumlu, evli, iki çocuklu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1962), Türkiye
Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) mezunu. 1965 yılında Ordu’dan ayrılarak,
Danıştay Yardımcısı (Tetkik Hakimi) olarak Danıştay’a katıldı. Danıştay’da yardımcı
(Tetkik Hakimi), Başyardımcı, Danıştay Üyesi görevlerinde bulundu. 1979 yılında T.
C. Senatosu tarafından Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliğine seçildi. 1993 yılında
Anayasa Mahkemesi tarafından Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanlığına seçildi. 1995
yılında, Anayasa Mahkemesi’nden emekli oldu. Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’ndeki
görevleri sırasında, Hukuk Doktoru ve mali Hukuk Doçenti unvanlarını kazandı.
Emeklilik sonrası Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1996-1999 yılları arasında;
Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1997-2008 yılları arasında, Anayasa Hukuku,
Anayasa Yargısı, İdare Hukuku, İdari Yargı, Devlet Teorisi konularında lisans ve
yüksek lisans dersleri verdi. Halen Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek
lisans, TODAİE’de Anayasa Hukuku konusunda yüksek lisans dersleri vermektedir.
Bu arada Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki çalışmaları sırasında Anayasa
Hukuku dalında Profesör unvanını kazanmıştır.
Yayınları: Türk Vergi Sisteminde Verginin kaynakta kesilmesi (1976, 250 sayfa); Türk
Anayasa Mahkemesi ve Anayasa Yargısı (1996, 450 sayfa); Türk Anayasa Yargısı
(1997, 270 sayfa); 100’ü aşkın makale.
103
Anayasa Raporu
Prof. Dr. A. Ülkü AZRAK
Öğrenim: 1955 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 1965 İstanbul Üniversitesinde
“pekiyi” dereceyle Hukuk Doktoru unvanı kazanılması.
Akademik Meslek: 1958 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku
kürsüsüne asistan olarak atanma, 1965- 1967 Berlin Hür Üniversitesinde ve Federal
Almanya İdare Mahkemesi’nde doçentlik çalışmaları, 1971 İst. Üniversitesi Hukuk
Fakültesinde doçentliğe atanma, 1973-74 Almanya’nın Speyer kentindeki İdari
Bilimler Yüksek Okulu’nda konuk öğretim üyeliği, 1979 İst. Üniversitesi Siyasal
bilimler Fakültesi kurucu öğretim üyeliği, 1982 Profesörlüğe yükseltilme, 1988 İ.Ü.SBF. Yönetim Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanlığı, 1994 İ.Ü. – Sosyal Bilimler Enstitüsü
Müdürlüğüne 3 yıl için atanma, 1995 İ. Ü. – SBF Dekanlığına atanma, 1997 İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürlüğüne 2. kez atanma, 1998 İ.Ü.- SBF. Kamu Yönetimi
Bölüm Başkanlığı, 1999 Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Ana Bilim
Dalı Başkanlığına atanma.
Üniversite dışı resmi görevler: 2001 – 2005 YÖK üyeliği, 2002’ten beri Tarihi Kentler
Birliği Danışma Kurulu üyeliği, 2001 – 2003 Türkiye Barolar Birliği – İnsan Hakları
Danışma Kurulu üyeliği.
Üniversite dışı özel kuruluşlardaki (sivil toplum kuruluşları) üyelik: 1994-1999 Türkiye
Turing ve otomobil Kurumu Başkan vekilliği, 1996’dan beri Türk-Alman Kültür Derneği
Başkanlığı, 2003’ten beri Alman- Türk Kamu Hukuku Platformu üyeliği.
Prof. Dr. İoanna KUÇURADİ:
4 Ekim 1936da, İstanbul’da doğdu. 1954te Zapyon Kız Lisesini, 1959da İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 1965te doktora derecesini aldı. 1965-1968
arasında Erzurum Atatürk Üniversitesinde görev yaptı. 1970te Doçent, 1978de de
Profesör oldu.
1968de Hacettepe Üniversitesine atandı. 1969 yılında kurulan Felsefe Bölümünün
kuruluşundan Ekim 2003e kadar Başkanlığını yürüttü. 1997de kurulan İnsan Hakları
ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezinin Mart 2005’e kadar Müdürlüğünü
yaptı. 1998 den beri de bir UNESCO Felsefe Kürsüsünün sahibidir.
2006 yılında Maltepe Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne atanan
Ioanna Kuçuradi, bu Üniversitenin İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezinin
Müdürlüğünü yapmaktadır.
Aldığı ödüller: Goethe Madalyası (1996), Girit Üniversitesinden Onursal Felsefe
Doktorası (1996), Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü (1996), Hacettepe
Üniversitesi Bilimde Başarı Ödülü (1994-1995 ve 1995-1996 Akademik Yılları), Mimoza
Dergisinin 75 Cumhuriyet Kadını Ödülü (1998), Ricardo Palma Üniversitesiden Onursal
Felsefe Doktorası (2000), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 1999 Yılı Basın Özgürlüğü
Ödülü (2000), Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı Büyük Liyakat Haçı (2001),
Havana Onursal Hemşehriliği (2002), UNESCO İnsan Hakları Eğitimi Ödülü, Onursal
Mansiyon (2002), Mustafa N. Parlar Bilim Ödülü (2003), UNESCO Aristoteles Madalyası
104
(2003), Diyarbakır Tabip Odasının Barış, Dostluk ve Demokrasi Ödülü (2004), Seküler
Humanizm Konseyi’nin Planeter Humanist Filozof Ödülü (2005) v.d.
Üye olduğu kuruluşlardan bazıları: Türkiye Felsefe Kurumu (1979’dan beri Başkan),
Fédération Internationale des Sociétés de Philosophie (1983’ten beri Yönetim Kurulu
Üyesi, 1988-1998 yıllarında Genel Sekreter, Ağustos 1998-Ağustos 2003 Başkan, Ağustos
2003’ten beri bir önceki Başkan), Afro-Asian Philosophy Association (Asya için Başkan
Yardımcısı), Greek Philosophical Society (Ömür Boyu Üye), Institut international
de philosophie (Paris), Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, International
Academy of Humanism (New York), Centre de Recherches Interdisciplinaires en
Bioéthique (Onursal Komite Üyesi, Brüksel), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (Kurucu Üye
ve Etik Komitesi Başkanı), İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi (Başkan, 1998Mart 2005), International Children’s Center (Danışma Kurulu Üyesi, Ankara) v.d.
Prof. Dr. Mesut GÜLMEZ
1943 yılında doğdu. 1966’da İ. Ü. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1971’de, Fransa’da
Yönetim Bilimi alanında doktora öğrenimini tamamladı. 1981’de Sosyal Siyaset dalında
doçent, 1988’de Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri dalında profesör oldu.
1973-2008 arasında çalıştığı TODAİE’de; “Türkiye’de Çalışma İlişkileri”, “Uluslararası
Çalışma İlişkileri”, “Avrupa Birliği’nde Sosyal Politika”, “İnsan Hakları ve Demokrasi
Eğitimi”, “İnsan Haklarının Uluslararası Korunması” derslerini okuttu. 1990-1997 yılları
arasında, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Müdürü olarak görev yaptı.
1992-2003 arasında, A. Ü. SBF’de “Uluslararası Sosyal Politika” ve A. Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nün ÇEEİ doktora programında da, “İnsan Hakları Belgelerinde Sendikal Hak
ve Özgürlükler” derslerini verdi. 2008-2009 akademik döneminde, bu doktora dersine
yeniden başladı.
Çeşitli ansiklopedi, dergi ve gazetelerde çok sayıda inceleme, makale ve yazıları
yayımlanmştır. Kitaplarından kimileri şunlardır: Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936
Öncesi [1983, 1991]), Sendikal Hakların Uluslararası Kuralları ve Türkiye (1988);
Memurlar ve Sendikal Haklar (1990); Dünyada Memurlar ve Sendikal Haklar (1996),
Uluslararası Sosyal Politika (2000, 2008), İnsan Hakları ve Demokrasi Eğitimi:
Egemenlik İnsanındır (2001), Kamu Görevlileri Sendika ve Toplu Görüşme Hukuku
(2002); Avrupa Birliğinde Sosyal Politika (2003), Birleşmiş Milletler Sisteminde İnsan
Haklarının Korunması (2004), Sendikal Haklarda Uluslararası Hukuka ve Avrupa
Birliğine Uyum Sorunu (2005), Avrupa Birliği ve Sosyal Politika (2008), İnsan Hakları
ve Avrupa Birliği Hukukunda Ayrımcılığın Kaldırılması (2009).
Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Profesörüdür. 1983’te
İtalyan Lisesi’nden, 1987’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.
2007’ye kadar Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tam zamanlı öğretim üyesi
olarak çalıştı, aynı zamanda Yeditepe, İstanbul Bilgi ve Kadir Has Üniversitelerinde
yarı zamanlı öğretim üyesi olarak ders verdi. ABD’de konuk öğretim üyesi, İtalya ve
105
Anayasa Raporu
İngiltere’de araştırmacı olarak bulundu. İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi’nde
yürütme kurulu üyeliği (1999-2001), İstanbul İl İnsan Hakları Kurulu üyeliği (20042007), Kadıköy İlçe İnsan Hakları Kurulu üyeliği (2004-2005) yapan İnceoğlu
Uluslararası Anayasa Hukuku Derneği üyesidir.
Kitapları: Ölme Hakkı, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında Adil Yargılanma
Hakkı, Adil Yargılanma Hakkı ve Yargı Etiği, Yargıcın Davranış İlkeleri . Yazarlığını
paylaştığı kitaplar: Dikkat Haklarımız, Çoğulculuk, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
ve Adil Yargılanma İlkesi Işığında Hukuk Devleti ve Yargı Reformu, Encyclopedia of
World Constitutions. Editörlüğünü paylaştığı eserler: İnsan Hakları Kararlar Derlemesi,
Deprem ve Hukuk. Ayrıca İnceoğlu’nun çok sayıda makale ve tebliği çeşitli dergi ve
kitaplarda yayımlanmıştır.
Doç. Dr. SEVTAP YOKUŞ
1966 yılında doğdu. 1987- 1997 yılları arasında lisans öğrenimini tamamlamış
bulunduğu Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim elemanı olarak çalıştı.
1995 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölümü doktora
programını tamamladı. 1997 yılında Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa
Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak göreve başladı. 2004 yılında
Anayasa Hukuku alanında doçentlik unvanını aldı. Halen Kocaeli Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ndeki görevini sürdürmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
Türkiye’de Olağanüstü Hal Rejimine Etkisi ve Hak ve Özgürlüklerin Kötüye Kullanımı
başlıklı iki kitabı ile çeşitli dergilerde yayımlanmış İnsan Hakları ve Anayasa Hukuku
alanlarındaki makaleleri bulunmaktadır.
Doç. Dr. Kadriye BAKIRCI:
İTÜ İşletme Fakültesi Hukuk Anabilim Dalı’nda İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Doçenti
olan Kadriye Bakırcı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. 1992-1993
yılında Londra Üniversitesi, The Institute of Advanced Legal Studies’de; 1995-1996
ve 2000-2001 yıllarında Londra Üniversitesi, The London School of Economics and
Political Science’ın Hukuk Departmanı’nda, 2005-2006 ve 2007 yıllarında Cambridge
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, Uluslararası İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku, Avrupa
İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku, İş Sağlığı ve Güvenliği Hukuku, Çalışan Kadın, Çocuk
ve Gençlerin İnsan Hakları, Feminist Hukuk Teorisi ve Metodolojisi alanlarında
çalışmalar yapmıştır.
“Kamu İktisadi Teşebbüslerinde Sözleşmeli Personel”, “İş Hukuku Açısından İşyerinde
Cinsel Taciz”, “Dünya’da ve Türkiye’de Evde Çalışma”, “Uluslararası Bölgesel ve Türk
İş Hukuku’nda Çocuk ve Genç İşçilerin Haklarının Korunması” başlıklı dört kitabı
bulunan Bakırcı’nın, çalışma hukukuna ilişkin ulusal ve uluslararası çeşitli bildirileri
ve makaleleri mevcuttur ve çeşitli ulusal ve uluslararası hukuk dergilerinde hakemlik
yapmaktadır. 2003 yılında Başbakanlık Kamu Personel Reformu Kanun Taslağı’nı
hazırlayan Bilim Kurulu üyesi olan Bakırcı, 2003-2005 yıllarında Londra Üniversitesi, The
106
Institute of Advanced Legal Studies’de, 2006’dan bu yana Cambridge Üniversitesi’nde
dersler vermektedır.
“Kazete” adlı kadın dergisinde bir süre köşe yazarlığı yapmış olan Bakırcı, ulusal ve
uluslararası çeşitli mesleki örgütlerin ve sivil toplum kuruluşlarının üyesidir.
Yrd. Doç. Dr. Abdullah SEZER:
29.07.1972’de doğan SEZER, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden
mezun oldu. Lisans öğrenimi süresince, kamuoyu araştırma kuruluşları ve sivil
toplum örgütlerince yürütülen siyasal ve sosyo-ekonomik içerikli araştırmalarda,
alan koordinatörü olarak part-time görev üstlendi. Master Tezi, “Türk ve Amerikan
Yüksek Mahkeme Kararlarında Din-Vicdan Özgürlüğü ve Din-Devlet İlişkisi [LâisizmSekülerizm]”; Kamu Hukuku Doktora Tezi ise, “1982 Anayasası Ekseninde Türev Kurucu
İktidarın Sınırları ve Yargısal Denetimi” konusundadır. Marmara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı’nda Yrd. Doç. olarak görev yapan SEZER,
İstanbul İl İnsan Hakları Kurulu Üyesi olup, özellikle Kurumsal Anayasa Hukuku’na
ilişkin çalışmaları bulunmaktadır.
Avukat Dr. Tuncer ÖZYAVUZ:
1972 Çorum doğumlu evli iki çocuk babası. 1989 yılında Pendik Lisesi’ni, 1995
yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesini, 2005 yılında Anadolu Üniversitesi
İşletme Fakültesi İşletme bölümünü bitirdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde “Özgürlüklerin Sınırlanmasında Yasallık İlkesi” adlı tezle 1998 yılında
yüksek lisans; “Siyasetin Finansmanı” adlı tezle 2007 yılında doktora eğitimini
bitirerek anayasa hukuku uzmanı oldu. 1996- 1999 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalıştı.
1999-2002 yılları arasında İktisat Bankası, Esbank ve İşbankası’nda avukat olarak
çalıştı. 2002 yılından beri de Pendik’te İstanbul Barosu’na bağlı serbest avukat olarak
çalışıyor. 2006 yılında Bahçeşehir Üniversitesi “Siyaset Okulu” sertifika programını
tamamladı. Yaklaşık 10 yıldır, İstanbul Anadolu yakasında yayımlanan Sonsöz adlı
bir yerel gazetede “Kral Çıplak” adlı köşede makale yazmakta,. özel dershanelerde
ve üniversitede anayasa hukuku dersleri vermekte, 2004 yılından beri de İstanbul
Barosu Pendik Temsilciliği görevini sürdürmektedir. 2009 yerel seçimlerinde İstanbul
Büyükşehir Belediyesi meclis üyesi seçildi.
Avukat Fikret İLKİZ:
1950 doğumlu evli iki çocuk sahibi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu.
İstanbul Barosuna kayıtlı avukat. 1992-2003 İstanbul Barosu Dergi Yayın Kurulu
üyesi. İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi (SEM) Kurucu ve Yürütme Kurulu Üyesi ve
SEM “AİHS ve Bireysel Başvuru” Bölüm Başkanı (1996-2002), Türkiye Barolar Birliği
İnsan Hakları Araştırma Uygulama Merkezi Yürütme Kurulu Üyesi (2002-2005), Basın
Konseyi Hukuk Danışmanlığı ve Genel Sekreter Vekilliği (1992- 1996), Basın Konseyi
ile Dayanışma Vakfı Kurucu Üyesi, Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi, İnsan Hakları
107
Anayasa Raporu
Kurumu Vakfı kurucu üyesi, Cumhuriyet Gazetesi Avukatı ve Hukuk Danışmanı (19822004), Cumhuriyet Gazetesi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü (1997-2002), NTV/CNBC-e
Hukuk Danışmanı, Türk Ceza Hukuku Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, Güncel Hukuk
Dergisi Genel Yayın Koordinatörü, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim
üyesi, Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi, Bilgi Üniversitesi Hukuk
ve İletişim Fakültesi öğretim üyesi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Hukuk Danışmanı,
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Onursal Üyesi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 1998 Basın
Özgürlüğü Ödülü sahibi.
Avukat Necdet Okcan:
1960 doğumlu evli iki çocuk sahibi, İstanbul Hukuk Fakültesi Mezunu. İstanbul
Barosuna kayıtlı avukat. DİSK Hukuk Dairesi Müdürü, Başbakanlık İnsan Hakları
Danışma Kurulu üyesi (2001-2005), İstanbul Barosu İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku
Komisyonu Yürütme Kurulu Başkan Yardımcısı, İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi
(SEM) Değerlendirme Kurulu Üyesi, İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi (SEM) Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Hukuku Bölümü Öğretim Görevlisi, Legal İş Hukuku ve Sosyal
Güvenlik Hukuku Dergisi Yayın Kurulu Üyesi, İnsan Sağlığı ve Eğitim Vakfı (İNSEV)
Kurucu Üyesi – Denetim Kurulu Üyesi, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi
108
Download