ilmî ve akademik araştırma dergisi 30 [2012/2], s. 33-60 Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği Mustafa Salim GÜVEN* Özet Başlangıçta Ehl-i sünnet çizgisinde tasavvufî bir ekol olan Safevîlik, zamanla çizgi değişikliğine uğrayıp Şiîleşmiştir. Öyle ki temsilcileri tarîkat şeyhliğinden devlet şahlığına yürüyerek İran’ın yönetiminde etkin rol oynamışlardır. Osmanlı sûfîleri arasında Safevîler’i yakından tanıyan ve onlar hakkında fikir beyan edenlerden birisi de Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir. Hüdâyî, yaşadığı dönemin Ehl-i sünnet çizgisindeki önemli sûfîlerinden olup Celvetiyye tarîkatının şeyhidir ve Osmanlı pâdişâhları ile de yakın ilişkiler içerisinde bulunmuştur. Onun tarîkat silsilesinde Safevîler de yer alır. Bu açıdan Hüdâyî, Osmanlı sûfîlerinin Safevîler’e yaklaşımını gösteren güzel bir örnek olarak değerlendirilebilir. Safevîler’in Osmanlı Devleti ile karşılıklı ve uzun mücadeleleri sırasında Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin pâdişahlara Safevîler ile ilgili ilettiği bazı fikir ve görüşleri bulunmaktadır. Bu makalede Hüdâyî’nin Safevîler hakkındaki düşünceleri tarih bilgileri ışığında ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Azîz Mahmûd Hüdâyî, Safevîler, Sünnîlik-Şiîlik, Geylan, Din-devlet ilişkisi. Ottoman Sufis’ Approach towards Iranian Safawids: The Case of Aziz Mahmud Hudayi Abstract Safawism, which was originally a sufi school within Ahli sunnah, in time changed its line of thinking and converted to Shi’ism. So much so that, its earliest representatives worked their ways from the sheikhs of Sufi order up to the shahs of the state and played a crucial role in the government of Iran. Aziz Mahmud Hudayi was one of the Ottoman Sufis who knew the Safawids well and expressed his opinions about them. Hüdayi who was among the Ahli Sunnah Sufis of his time, was a sheikh of Jalwatiyya order. Moreover, he had close relationship with Ottoman sultans. There were Safawids within the chain of his Sufi order. In this respect, Hudayi can be regarded as a good example of the Ottoman Sufis’ approach towards the Safawids. During the long fights and battles between the Ottoman Empire and the Safawids, Aziz Mahmud Hudayi conveyed some of his opinions about the Safawids to the sultans of Ottoman Empire. In this article, Hüdayi’s opinions about Safawids are studied under the light of historical information. Key Words: Aziz Mahmud Hudayi, Safawids, Sunnism-Shi’ism, Gilan, Relationship between state and religion. * Yrd. Doç. Dr., Kahramanmaraş Sütçüimam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (musagu@mynet.com) Mustafa Salim GÜVEN A. Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Yaşadığı Dönem Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yaşadığı XVI. asır tarihe “Türk Asrı” olarak geçen XV. asırdan sonra Türkler’in bütün tarih boyunca yaşadıkları ikinci en iyi asır olarak değerlendirilebilir. Bu dönemi, bazı tarihçiler tasniflerinde her ne kadar Osmanlılar için duraklama evresinin başlangıcı kabul etseler bile, devletin aynı anda elinde tuttuğu en geniş sınırlara ulaştığı devir olarak da görmek mümkündür. Nitekim III. Murad tahttayken, 1590’da Kenday ile Tonganyika arasındaki Mombâsi şeyhi bile Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Öte yandan III. Murad’ın saltanatının sonuna doğru, Osmanlı devletinin Asya, Avrupa ve Afrika’da olmak üzere toplam toprak bütünlüğü, 19.902.191 km2’ye ulaşmıştır.1 Azîz Mahmûd Hüdâyî bir asra yaklaşan ömrü boyunca Kanûnî Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, I. Ahmet, I. Mustafa, II. Osman (Genç Osman) ve IV. Murad olmak üzere sekiz padişah devrini idrak etmiştir. Hüdâyî’nin yaşadığı devir bir yandan Osmanlı Devleti’nin yükselişinin zirve noktasını temsil ederken, diğer yandan gittikçe artan ve sosyal bünyeyi saran içtimaî âfetleri de içine alan bir dönemdir. Hatta Osmanlı tarihinde askerlerin isyan ederek padişahları II. Osman (1618-1622)’ı öldürmeleriyle sonuçlanan kötü olay da Hüdâyî’nin yaşadığı dönemde vuku bulmuştur.2 Farklı açılardan bakılacak olunursa Hüdâyî’nin yaşadığı devre saadet ve felâketlerin iç içe bulunduğu bir devirdir denilebilir.3 Sokullu’nun vefâtından sonra devlet ricâli arasında başlayan rekabet neticesinde Kafkasya’daki fütuhat yavaşlamış, sona ermek üzere olan İran savaşı lüzumsuz yere uzamıştır. Bu durum devletin büyük maddî kayıplar vermesine sebep olmuştur. Başlangıçta sadece saltanat ve sadâret müesseselerinde görülen bu bocalama, zamanla aşırı güvenin ve doygunluğun verdiği rehâvet neticesinde bütün devlet bünyesinde kendisini göstermeye başlamıştır. İsraf ve lüksün getirdiği doğal bir netice olarak devlet mâlî krize girmiştir. 1589 yılında yeniçerilere ve devlet memurlarına verilen akçenin ebad ve gramajı yüzde elli düşürülmüş, fakat sayısı arttırılmamıştır. Bunun üzerine Osmanlı tarihinde yeniçeriler ilk defa padişahtan kelle isteyerek ayaklanmışlardır. Bu olayda baş defterdar (Maliye Bakanı) Mah- 34 1 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1986, I, 307. 2 Yılmaz Öztuna, age, I, 326-334. 3 H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, İstanbul: Erkam Yay., 1982, s. 32. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği mud Efendi hayatını kaybetmiştir.4 Ocağın bozulmasını hızlandıracak başka uygulamalarla birlikte yeniçeriler, istekleri yerine getirilmeyince isyan etme yolsuzluğunu öğrenmişlerdir. Otuz sene sonra Osmanlı tarihinde askerlerin isyan ederek padişahları II. Osman (1618-1622)’ı öldürmeleriyle sonuçlanan kötü olay da Hüdâyî’nin yaşadığı dönemde vuku bulmuştur. 5 Bitmek bilmeyen dahilî ve haricî olumsuz olayların önlenmesi için sık sık sadrazam değişikliği yapılıyordu. Bu tedbir ise sathî kalmış, belki de olayların kötüye doğru seyrini arttırmıştı. Başkent İstanbul’a savaş meydanlarından önceden pek alışık olunmayan yenilgi haberleri gelir olmuştu. Devletin toprak sistemi zedelenmiş, tımarlar erbabına verilmeyip liyâkatsızların eline geçmişti. Böylece devlet, hem siyâsî, hem askerî hem de mâlî açıdan aldığı yaralarla yerinde saymaya ve arkasından da gerilemeye başlamıştı. Böyle bir ortamda gerek eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatlarıyla avam ve havâssı aydınlatan Hüdâyî, yaşadığı toplumda haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Arslanhâne (arena) ve eski Patrikhâne’nin bulunduğu İstanbul’un en güzel yerine “vâsi’ câmi-i şerîf, azîm medrese, zâviye-i azîme ve imâret-i âliye” inşâsı ile ilgili teşviki6 üzerine padişah I. Ahmed, Sultanahmet Camii’ni yaptırmıştır. Devletin ve milletin her türlü problemiyle ilgilenen Hüdâyî, aynı zamanda padişahlara da mektup yazarak onlara bir nevî mânevî müsteşarlık yapmıştır. Üsküdar’daki zâviyesini inşa ederek gönülleri Hakk aşkıyla doldurmuş, her kesimi kucaklayan hizmet ve himmetleriyle uzun ve bereketli bir ömür sürerek doksan yaşındayken 8 Safer 1038/1 Ekim 1628 Salı akşamı vefât etmiştir. 7 Hüdâyî, Devlet-i Aliyye’ye musallat edilmek istenen kara bulutları tasavvufun mânevî rüzgârıyla dağıtmaya çalışmış, padişahtan devlet adamlarına, esnaftan normal halka kadar her sınıftan insana kucağını açmış, nasihat ve tavsiyeleriyle onların yolunu aydınlatma gayreti içinde olmuştur. Hakk’ı ve hakîkati her vesileyle tebliğ etmiş, bunun için yeri geldiğinde cepheye koşmuş, yeri geldiğinde de kürsüye çıkıp vaaz vermiştir.8 Şerîatın icrası ve 4 Yılmaz Öztuna, age, I, 305; Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul: Damla Yay., 1978, II, 20. 5 Yılmaz Öztuna, age, I, 326-334. 6 Azîz Mahmûd Hüdâyî, Tezâkir, H. Kâmil Yılmaz’ın şahsi kütüphanesindeki Özbekler Tekkesi nüshası, vr. 157b-158a. 7 H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 71. 8 Hüdâyî, Tezâkir, vr. 7a, 26b, 148b, 157b. 35 Mustafa Salim GÜVEN sünnetin ihyâsı için hizmetini liyâkatla yürütmüştür. Elinin yetişmediği yerde de tekkesinde veya camisinde i’tikâfa çekilerek âlemin ıslâhı için duada bulunmuştur.9 Pâdişâhlara dînin icrası, kötülüklerin kaldırılması için yetkilileri harekete geçirecek emirler vermelerini ve suç işleyenleri şerîatın gerektirdiği şekilde cezalandırmalarını tavsiye eden mektuplar yazmıştır.10 Hüdâyî’nin yazdığı mektuplar, o devrin târihine ışık tutması, dindevlet ilişkilerini göstermesi ve sûfîlerin padişahlara olan haklı tesir ve nüfuzlarını belirtmesi açısından büyük önem taşıdığı gibi; bize, dine dayanan farklı görüşler hakkında da bilgiler vermektedir. Bunlardan birisi de Safevîlik’tir. B. Hüdâyî ve Safevîler 1. Hüdâyî’nin Safevîleri Tanıması Hüdâyî’nin Safevîler’i tanıması iki yönlüdür. Bunlardan biri tarîkat, diğeri de itikat ve buna bağlı olarak geliştirdikleri siyaset yönüyledir. Hüdâyî’nin Safevîler ile tarîkat bakımından ilk teması talebelik yıllarına dayanır. Hüdâyî Üftâde’ye intisab etmezden önce Halvetiyye tarîkatının şeyhi Nureddinzâde Muslihuddin Efendi (v. 981/1573)’nin11 sohbetlerine devam ediyordu. Muslihuddin Efendi’nin tarîkat silsilesi Sofyalı Bâlî (v. 960/1553) vasıtasıyla Ömer Halvetî (v. 800/1397) ve amcası Kerîmüddin Halvetî’ye ulaşmaktadır. Onlar da İbrahim Zâhid Gîlânî (v. 700/1300)’den tarîkat almıştır. İbrahim Zâhid Gîlânî’nin halîfelerinden biri de Safeviyye12 tarîkatının kurucusu Safiyüddîn Erdebîlî (v. 735/1334)’dir. Dolayısıyla Halvetiyye ve Safeviyye başlangıçta Sünnî birer tarîkat olup her ikisi de Zâhidiyye’nin koludur. 13 Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Safevîlikle tarîkat yönünden asıl irtibatı ise şöyledir: Hüdâyî’nin ve şeyhi Üftâde Efendi (v. 988/1580)’nin tarîkat silsilesi Safevîliğe uzak değildir. Hüdâyî şeyhi Üftâde’nin elinden Hacı Bayram tâcı giyerek onun halîfesi olmuştur. Üftâde’nin şeyhi 36 9 Hüdâyî, age, vr. 108a, 108b. 10Hüdâyî, age, vr. 7a. 11Muslihuddin Efendi hakkında bk. Bursalı M. Tahir, Osmanlı Müellifleri, sad. A. Fikri Yavuzİsmail Özen, İstanbul: Meral Yay., ts., I, 160; H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 43. 12Safeviyye merkez tekkeye atfen “Erdebîliyye” adıyla da anılır. Biz çalışmamızda daha çok Safeviyye ismini kullanacağız. 13H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkaklar, İstanbul 1994, s. 277. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği Hacı Bayram Velî (v. 833/1430) de tarîkatını “Somuncu Baba” lakabıyla bilinen Hamîdüddin Aksarâyî (v. 815/1412)’den almıştır. Hamîdüddin Aksarâyî’nin silsilesi ise hem Alâeddîn Ali Erdebîlî (Hoca Ali) tarîkiyle14 hem de onun oğlu Şeyh İbrahim Erdebîlî (v. 851/1447) vasıtasıyla15 Safiyüddîn Erdebîlî ve İbrahim Zâhid Gîlânî’ye ulaşır.16 Sonuç olarak tarîkat açısından bakılınca Hüdâyî’nin Safeviyyeyi ve kendi silsilesini bilmemesi mümkün değildir. Safeviyye onun hem talebelik yıllarında hem de intisab döneminde yakînen tanıma imkânı bulduğu tasavvuf ekollerinden birisidir. Dolayısıyla Hüdâyî’nin Safevîler’e yönelttiği eleştirileri basit görmemek ve bilgisizce yapılmış tenkitlerden saymamak gerektiği kanaatindeyiz. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Safevîler’e yönelik tavrında yalnız olmadığını, benzer düşüncelere sahip sûfîlerin bulunduğunu görmekteyiz. Safevîler’e yönelik kuşkuların ilk örneklerinden birisini Safeviyye’den bir kol sayılan Bayrâmiyye’nin17 kurucusu Hacı Bayrâm-ı Velî ortaya koymuş ve Safevîler’e mesafeli davranmıştır. Hacı Bayrâm-ı Velî, Hamîdüddîn Aksarâyî’den giydiği on iki terkli (dilimli) kırmızı tarîkat tâcını altı terkli beyaz çuhaya çevirmiştir. İlk zamanlar tâcın boyu namazda sütre vazifesi görecek uzunluktayken daha sonra kısaltılmıştır.18 Böylece Bayrâmiyye’nin Safeviyye ile ilgisinin olmadığı vurgulanmak istenmiştir. Akşemseddîn’e nisbet edilen Şemsiyye’de de tarîkat Sünnî bir çizgiye oturtulmak gayesiyle Nakşbendî silsilesine bağlanmıştır. Benzer durum, tarîkatlarını Şiîlik ve Safevîlik şaibesinden uzak tutmaya çalışan Melâmîler’de de görülür. Onlar da tarîkatlarını Nakşbendiyye ile Halvetiyye’yi birleştiren bir tarîkat olarak tanıtırlar. Melâmiyye ve Şemsîler’deki zikir uyumsuzluğu da bu tedbirli tutumdan kaynaklanır. 19 Şiîlik mevzuundaki ciddi hassasiyetine rağmen Azîz Mahmûd Hüdâyî heterodoks olduğuna dair ithamlardan nasibini almıştır. Zîrâ Hüdâyî’nin 14H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 153-154, 156, 165-166. 15Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul: Kitabevi Yay., 2006, II, 429-430. 16Harîrîzâde M. Kemaleddin, Tıbyânu vesâili’l-hakâyık fî beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi, no: 430-432, I, vr. 244, II, vr. 62; H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkaklar, s. 279-280. 17Harîrîzâde, age, I, vr. 172b vd. 18Akşemseddin, Risâletü’n-nûriyye, haz. Ali İhsan Yurt, Fatih Sultan Mehmed’in Hocası Akşemseddîn içinde, İstanbul 1972, s. 30. 19Fuat Bayramoğlu-Nihat Azamat, “Bayramiyye”, DİA, V, 269-272. 37 Mustafa Salim GÜVEN mektuplarını çok az inceleyen Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya, Beyazıd Devlet Kütüphanesi’ndeki Tezâkir nüshasından iktibas ettiği mektubu, Rumeli’ndeki Bedreddînîlerin bulunduğu bölgenin bunlardan temizlenmesi için Hüdâyî tarafından I. Ahmed’e verilen bir lâyiha olarak göstermiştir. Bu açıklamaların geçtiği 1924 yılında merhum Yaltkaya tarafından yayınlanan “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin” isimli eserde; Hüdâyî’nin “duacınız orada ‘Baba’ da oldum.”20 cümlesindeki “Baba” kelimesi, Alevî ve Bektâşîler’deki “Baba”lık unvanı olarak ele alınıp yanlış yorumlanmıştır.21 Merhum Abdulbaki Gölpınarlı da İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Celvetiyye” maddesi ile ilgili yazısında bu hatayı sürdürmüştür. Hüdâyî’nin Simavna taifesi arasında baba (tekke büyüğü) olduğunu ve merakla bunların arasına girdiğini kaydederek Yaltkaya’nın tezini benimsemiştir.22 Yunus Emre ile Mevlânâ’nın Alevî olduğunu savunmak ne kadar temelsiz ise, Hüdâyî’nin de Alevî-Bektâşî babası olduğu görüşünü ileri sürmek bir o kadar temelsizdir. Zorlama bir yorum ile elde edilmiş olan bu görüş, günümüzde medeniyet çizgimizin önemli simalarını Alevî veya Bektâşî gösterme gayretlerinin ilk tezahürlerinden sayılabilir. Çünkü Hüdâyî’nin Alevîlik ve Bektâşîlik ile irtibatını gösteren hiçbir bilgi ve belge mevcut değildir. Tam aksine Hüdâyî, heterodoks zümrelere karşıdır. Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde konu daha iyi anlaşılacak, Hüdâyî’nin mektuplarında bahsettiği Baba’nın Bektâşîlik ünvânı değil, bir yer ismi olduğu görülecektir. Hüdâyî kendi yaşadığı dönemde Safevîler’in i’tikadî fikirlerinin ne olduğunu ve sebep oldukları olayları bize anlatmaktadır. Bu açıdan Hüdâyî’nin Safevîler’i sadece tarîkat yönüyle değil, i’tikadî ve siyâsî yönleriyle de tanıdığı açıktır. Konuyu kavramak için Safeviyye tarîkatının nasıl siyâsî ve Şiî bir nitelik kazandığına kısaca bakmak gerekir. 2. Safevîler ve Geçirdikleri Değişim Safeviyye’nin ve Erdebil Tekkesi’nin kurucusu Şeyh Safiyüddîn Erdebîlî’dir. Şeyh Safiyüddîn İran’ın Geylan şehrinde İbrahim Zâhid Gîlânî’nin denetiminde Sünnî müteşerri bir çevrede seyr u sülûkunu tamamlamış, 22 yıl şeyhine hizmet etmiş, şeyhinin kızıyla evlenmiş, kayın pederinin 38 20Hüdâyî, Tezâkir, vr. 52a. 21Şerafettin Yaltkaya, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul 1924, s. 72-74. 22Abdulbaki Gölpınarlı, “Celvetiyye”, İA, İstanbul: MEB Yay., 1945, III, 69. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği vefâtından sonra da memleketi Erdebil’e yerleşerek orada ehl-i sünnet çizgisinde irşâd faaliyetlerine başlamıştır.23 Şeyh Safiyüddîn’in yaşadığı döneme de şahit olan Kazvînî (v. 740/1340’dan sonra), Nüzhetü’l-kulûb adlı eserinde hicrî sekizinci asırda Erdebil halkının çoğunluğunun amelde Şafiî mezhebine bağlı, tarîkatta da Şeyh Safiyüddîn’in müridleri olduğunu anlatır.24 Safiyüddîn Erdebîlî’ye nisbet edilen Makālât isimli bir eser vardır. İbn Bezzâz’ın25 Safvetü’s-safâ’nın dördüncü bölümünün büyük bir kısmı Şeyh Safiyüddîn’in Makālât’ından oluşmaktadır. Bu eseri inceleyen Sönmez Kutlu ve Nizamettin Parlak, Makālât ve Safvetü’s-safâ’nın eski tarihli nüshalarında görülen ama daha sonraki tarihlerde yazılmış nüshalarda görülmeyen bilgiler olduğunu belirtirler. İbn Bezzâz’ın kaydından hareketle Safevîler’in başlangıçta Sünnî olduklarını söylerler. Buna göre Şeyh Safiyüddîn’in Sahâbe mezhebinde olduğunu ve Râşid halîfelerin dördünü de sevdiğini, dördüne de dua ettiğini, azîmetle yaşadığını, müridlerinin de şeyhleriyle aynı yolu tuttuklarını ve hatta şeyhin oğlu Sadreddîn’in, annesine eliyle dokununca Şafiiyye’ye uyup abdest aldığını naklederler.26 Kaynaklardan öğrendiğimize göre Şeyh Safî güçlü mâneviyatı ile Erdebil’de tesirini hızla gösterdi. Kısa zamanda şöhret kazandı. Hizmetleri İlhanlı devlet büyüklerince saygınlıkla karşılandı. Şeyh Safiyüddîn’in vefâtından sonra yerine yoldan gelenler değil de hep soydan gelenler geçti. İlk kuşaklarda tarîkat hizmetleri açısından faydalı olan bu yöntemin daha sonra sakıncaları doğdu. Aileye kutsiyet atfedilmeye başlandı. Şeyh Safiyüddîn’in torunu olan Hoca Ali (v. 833/1429) döneminde tarîkatın faaliyet alanı kuzeyde Belh, güneyde Irak ve Suriye, doğuda Buhara ve batıda Anadolu içlerine kadar yayıldı. Hatta bu dönemlerde başta Moğollar’ın müslümanlaşması olmak üzere yaptıkları hizmetlerden dolayı Osmanlı 23Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 53; H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 160. 24Hamdullah Müstevfî el-Kazvînî, Nüzhetü’l-kulûb, tahk. Le Strange, Leyden-London 1915, s. 81. 25İbn Bezzâz Tevekkülî b. İsmail b. Hâc Muhammed el-Erdebîlî (v. 759/1358’den sonra): İbn Bezzâz, Şeyh Safiyüddin Erdebîlî’nin oğlu Şeyh Sadruddin’in mürididir. Şeyhinin isteği üzerine Safeviyye’nin kurucusu Şeyh Safiyüddin’in hayatını fikirlerini ve menâkıbını toplayan hacimli bir eser yazmıştır. İbn Bezzâz hakkında daha geniş bilgi için bak. Ethem Cebecioğlu, “İbn Bezzâz”, DİA, IXX, 378-379. 26İbn Bezzâz et-Tevekkülî, Safvetü’s-safâ, Ayasofya, no: 3099, vr. 200a’dan naklen Kutlu Sönmez-Nizâmettin Parlak, Makâlât - Şeyh Safi Buyruğu, İstanbul: Horasan Yay., 2008, s. 21. 39 Mustafa Salim GÜVEN padişahlarından taltif gördüler. Başkent Bursa’dan Erdebil tekkesine her yıl “çerağ akçesi” denilen hediyeler gönderildi. 27 Hoca Ali zamanına kadar Sünnî olan bu tarîkatta, bu dönemden itibaren Şiîlikle etkileşim başladı. Bunda Türklerin en büyük temsilcisi olduğunu düşünen ve bunu isbata çalışan Timur’un hazırladığı zeminin de etkisi vardır. Çünkü Timur kendisine saygı duyan mahallî küçük Türk emirliklerinin çoğalmasını istiyor, büyük Türk devletlerini de parçalıyordu. Nitekim Timur, Moskova’nın güçlenmesini engelleyen Altınordu devletini parçalayarak hanlıklara ayırmıştı. Böylece sıkışmış bir knezlik olan Moskova’ya, büyük devlet olma yolu açıldı. Timur Ankara savaşında Yıldırım’a karşı da yine bu taktiği uygulamış, Anadolu’da beyliklerin yeniden türemesine sebep olmuştu.28 Hoca Ali’nin Timur ile arası iyi idi. Timur ona her türlü sorumluluktan âzâde olarak Erdebil ve köylerini, yönetimiyle birlikte verdi. Diğer Türk devletleriyle problemi olanlar, resmî otoriteden kaçanlar, Şiî ve Bâtınî fırkalar yavaş yavaş buraya toplanmaya başladı. Erdebil’in sosyal dokusu zamanla değişip bozuldu.29 Hoca Ali, vasat müsait olmasına rağmen siyâdet ve emâret iddiasında bulunmadı. Seyh Safiyüddîn, Şeyh Sadreddin, Hoca Ali ve onun oğlu Şeyh İbrahim Sünnî idiler.30 Şeyh İbrahim (v. 851/1447)’in vefâtından sonra müridler onun yerine kardeşi Cafer’e tabi oldular. Cafer’i şeyh ilan edip Erdebil postuna oturttular. Ancak bir süre sonra Şeyh İbrahim’in oğlu Cüneyd (v. 864/1460), tarîkat reisliği arzuladığı için amcasından ayrılarak Şiî ve Rafizî fikirlerle ortaya çıktı.31 Böylece Safevî ailesine atfedilen kutsiyet ile Şiîlik birleşmiş oluyordu. Cüneyd’in, amcası Şeyh Cafer’e karşı yürüttüğü hareket ile birlikte Safevî ailesi iki gruba ayrılmış oldu. Safevîler, Şeyh Cafer ve müridlerine kadar hep siyah tâc giyip üstüne sarık sarıyorlardı. Ama bu kıyafetten dolayı isimlendirilmeleri yoktu. Halvetîler’de olduğu gibi tarîkat silsilesi aldıkları İbrahim Zâhid Gîlânî’ye taç giyme konusunda da uyuyorlardı. Ancak fiilî ve i’tikâdî ayrılıktan bir süre sonra şeklî ayrılıklar baş gösterdi. Şeyh Cüneyd (v. 864/1460)’den sonra oğlu Haydar, müridlerine siyah yeri- 40 27Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 53; H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 160. 28Nuri Ünlü, Anahatlarıyla İslam Tarihi, İstanbul: İFAV Yay., 1984, s. 211-213. 29Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 53; Mustafa Öz, Başlangıçtan Günümüze Mezhepler Tarihi, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2012, s. 231. 30Harîrîzâde, Tıbyân, II, 222; H. Kâmil Yılmaz, age, s. 161. 31H. Kâmil Yılmaz, age, 160-161; Mustafa Öz, age, s. 231. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği ne kırmızı tâc giydirerek sarık sardırmaya başladı. Buna, taraftarları zinde tutmak için ayrılık şeklî uygulamalarla pekiştirildi de denilebilir. Bu hadiseden sonra Şeyh Haydar’a tabi olanlara “Kızılbaş”32 adı verildi. Bir grup “Kızılbaş” adıyla tanımlanınca, diğer grup da “Karabaş” adıyla anılır oldu.33 Böylece üzerine sarık sararak giydikleri tâcın renginden dolayı Şiî Safevîler “Kızılbaş”, Sünnî Safevîler de “Karabaş” ismini almış oldular.34 Hoca Ali’nin torunu olan Şeyh Cüneyd’in Şiîliği benimsemesiyle Sünnîlik’ten uzaklaşan Safevîler, tam bir siyasî örgüt haline geldi.35 Şeyh Cüneyd Erdebil’de hükümran olan Karakoyunlular’a ve amcası Şeyh Cafer’e karşı ayaklandı. Başarılı olamayınca orada barınamayacağını anlayıp Anadolu’ya geçti. II. Murad onun taht peşinde olduğunu bildiğinden Osmanlı hakimiyetindeki topraklarda kalmasına müsade etmedi. Şeyh Cüneyd, merkezî otoriteyi temsil eden Osmanlılar ile problemi olan beylikleri yanına çekmeye çalıştı ise de Dulkadiroğulları’ndan küçük bir zümre hariç pek başarılı olamadı. Şeyh Cüneyd, Karamanoğlu İbrahim Bey ile dostluk kurup ondan yerleşecek yurt talep etmek amacıyla Konya’ya da geldi. Bir müddet Konya’daki Sadreddin Konevî zâviyesinde kaldı. Onun Konevî zâviyesinde kaldığı dönemde zâviyenin şeyhi, Zeyniyye Tarîkatı’nın kurucusu Zeyneddin Hafî (v. 838/1435)’nin halîfelerinden Abdullatif Makdisî (856/1452) idi. Şeyh Cüneyd ile Şeyh Makdisî çeşitli konularda sohbette bulunurlardı. Bir keresinde bu sohbet tartışmaya dönüşmüş, Şeyh Cüneyd ataların önemine 32Kızılbaş tabiri, İran’da Sâsânîler döneminde Zerdüşt dininin mülhidleri olarak tanınan ve Seneviyye veya Mazdakiyye diye anılan zümre ile İslam devrinde zuhur eden Bâtınîler’in giydikleri kırmızı taç ve elbiseden dolayı aldıkları isimdir. Sonradan Şia’nın İmâmiyye mezhebine mensub olan ve Safevî devletini kuran Erdebil sûfîlerinin başlarına giydikleri oniki dilimli kızıl taç ve sarıktan dolayı onlara verilen isim olmuştur. Bk. Abdülbaki Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA, VI, 789. 33Mahmûd Cemâleddin el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, haz. M. Serhan Tayşî, İstanbul: İFAV Yay., 1993, s. 327. 34Tasavvuf ve tarîkatlarda günahlardan korunmak, hayat tarzına dikkat etmeyi sağlamak, tanınmak, meşrep farkını belirtmek ve tarif amacıyla farklı renk ve dilimlerde taçlar kullanılır, sarıklar sarılır, cübbe ve hırkalar giyilirdi. Daha geniş bilgi için bk. Yahyâ b. Sâlih el-İstanbulî, Tarîkat Kıyâfetleri, haz. M. Serhan Tayşî-Mustafa Aşkar, İstanbul: Sûfi Kitap, 2006. Nitekim Halvetî -Şa’banî büyüklerinden olan Şeyh Ali Atvel (v. 1097/1686) Zâhidiyye, Halvetiyye ve Şa’baniyye geleneği üzere siyah taç giydiği için “Karabaş Velî” ismi ile meşhur olmuştur. Bk. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatcı, “Karabaş Velî”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 6, 2001, s. 37. 35Fehameddin Başar, “Safevîler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., 1992, IX, 538. 41 Mustafa Salim GÜVEN vurgu yapmış, kendi nesebinin Hz. Peygamber’e dayandığını belirterek dinin de ataya vâris olan evlatlardan alınması gerektiğini vurgulamıştır. Makdisî ise İslâm Dini’nin kaynağının Allah olduğunu, bu nedenle Hz. Peygamber’e Kur’ân indirildiğini, âyetlerin ashâbın icmâsı ile cem edilerek Mushaf haline getirildiğini, dört mezhebin de Kur’an’dan alındığını, evlattan alınmadığını söylemiştir. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd, “Kur’ân âyetleri nâzil olduğunda sen orada mıydın?” diyerek, ashabı Kur’ânı tağyirle itham ettiği gibi, âyetlerin Hz. Peygamber’e indirilişine bile şüphe katmış oluyordu. Bu sözler üzerine Makdisî de “Sen bu itikât ile kâfir oldun ve bu itikât ile sana uyanlar da kâfir olur.” diyerek Şeyh Cüneyd’in yanlış yolda olduğunu belirtmiştir. 36 Şeyh Abdullatif Makdisî, “Cüneyd’in muradı sûfîlik değil şeriatı tahrip ve emirliktir” hükmünü verince Şeyh Cüneyd Konya’da tutunamadı. Karamanoğlu İbrahim Bey onu yakalamak istedi ise de Şeyh Cüneyd kaçtı. Bundan sonra Varsak’a37 yerleşmeye çalıştı; fakat İbrahim Bey’in Varsak beylerine haber göndermesinden dolayı oraya da yerleşemedi. Daha sonra Suriye’nin kuzeyinde bir beylik kurmak için uğraştı ama Memlükler tarafından etkisiz hale getirildi. Bu sırada ona destek vermek için gelen Şeyh Bedreddin’in adamlarından da öldürülenler oldu. Arkasından Cüneyd Trabzon Pontus Rum devletini yıkıp orada bir beylik kurmayı düşündüyse de bu arzusunu da gerçekleştiremedi. En sonunda Uzun Hasan’ın kız kardeşiyle evlendi ve Akkoyunlu topraklarında rahat hareket etmeye başladı. 38 Şeyh Cüneyd’in ölümünden sonra yerine oğlu Şeyh Haydar (893/1488) geçti. O da Uzun Hasan’ın kızı ile evlenerek Akkoyunlular ile olan yakınlığını pekiştirmiş ve Şiî Safevîler’in gücünü arttırmıştı. Şeyh Haydar’ın yerine oğlu Ali geçmiş ancak dayıları olan Akkoyunlularla arası açılmış, bir çarpışmada öldürülmüştür. Şeyh Haydar’ın müridleri o sırada henüz küçük olan Şah İsmail’i kaçırarak saklamışlar ve onu hem Akkoyunlular’a hem de ehl-i sünnete karşı düşmanlık içerisinde yetiştirmişlerdir. Altı yaşından oniki yaşına kadar süren bu saklanma döneminde Şah İsmail’e iyi bir eğitim de verilmiştir. Şah İsmail on iki yaşına geldiğinde Akkoyunlu hükümdarı Sultan Rüstem ölünce saltanat kavgalarından yararlanarak 42 36Âşıkpaşazâde Derviş Ahmed, Tevârih-i Âl-i Osmân’dan Âşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332, s. 265; H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 162-163. 37Orta Asya’dan göçerek Mersin, İçel, Tarsus ve Silifke yöresine yerleşen Türk boyunun adıdır. XII-XVI. yüzyıllarda bu bölge, sakinlerinden hareketle Varsak yöresi olarak bilinmiştir. 38Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân, s. 266; H. Kâmil Yılmaz, age, s. 163. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği kendisini yönlendirenlerin telkiniyle meydana çıkmış, çeşitli Türk boy ve oymaklarını çevresinde toplayıp 1501 yılında Akkoyunlular’ı ortadan kaldırarak şeyhliği şahlığa dönüştürmüş ve böylece Safevî devletini kurmuştur (907/1502). Şah İsmail’in devletini güçlendirmek için çok ciddi kıyımlarda bulunduğu, Akkoyunlu hânedânına mensup olanları ve bir çok Sünnî ulemasını kılıçtan geçirdiği nakledilir. Safevîler üzerine çalışma yapan araştırmacıların belirttiğine göre merhametsiz ve farklı mezheplere karşı toleranssız olan Şah İsmail, çok mutaasıp bir Şiî idi. Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın lânetlenmesini emretti. Tebriz’i aldıktan sonra ezanın şeklini bile değiştirdi. Bu arada Erdebil’deki merkez tekkede bulunan Sünnî Safevîler tasfiye edildi ve buraya bağlı olan tarîkat mensupları da Şiîleştirildi. Ayrıca Şah İsmail’in II. Bayezid ve Yavuz Selim dönemlerinde Osmanlılarla ciddi mücadelesi oldu. Şah İsmail’den sonra da Safevîler’in Sünnîlere ve Osmanlı devletine karşı bakışı değişmedi. 39 3. Anadolu’da Safevîliğin İlk İzleri Anadolu’daki Türkmenler zamanla Safevîler’in ilgi alanına girdi. Zemin böyle bir ilgi için müsaitti. Malazgirt savaşının kazanılmasından itibaren Anadolu, Türkler’in yeni yerleşim yurdu haline gelmişti. Çeşitli boy ve oymaklar gruplar halinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göçüyorlardı. Günümüzdeki Alevîliğin temelini oluşturan bu zümrelerden bir kısmı İslamiyet’i kabulde samimi, ancak dini özümseme ve yaşama konusunda mağdur idiler. O devrin ulaşım ve haberleşme ile ilgili zorluklarından dolayı dini gerçek anlamıyla öğrenmekte mahrumiyet yaşıyorlardı. Sistemli bir din bilgileri ve eğitimleri yoktu. Gezgin dervişlerden öğrendikleri ile yetinmek zorunda kalıyorlardı. Anadolu Selçuklu Devleti de göçlerle belli bir Türk ve Türkmen nüfusuna ulaşan Anadolu’da yerleşik hayatın başlamasını istiyordu. Göçebelikten yerleşik hayata geçme sırasında meydana gelen sosyal, siyasî ve iktisâdî şartlar, özgürlüğüne düşkün bazı göçebe Türkmen oymaklarını rahatsız etti. Buna bir de devletin toprak düzenlemesi ve vergi alması eklendi. Türkmen toplulukları bu gibi uygulamalara alışık değillerdi. Doğa ile başbaşa yaşıyor, genelde hayvancılık, orman ürünleri veya deve katarcılığıyla uğraşıyorlardı. Anadolu’ya göçtükleri ilk 39Buraya kadar verilen bilgiler için bk. Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 53-59; Fehameddin Başar, Safevîler, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, IX, 537-556; H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 162-164; Öz, Başlangıçtan Günümüze Mezhepler Tarihi, s. 231-233; 757-768. 43 Mustafa Salim GÜVEN dönemlerde kârları da zararları da kendilerine aitti. Ancak zamanla onları sınırlayan ve kazançlarından vergi alan bir devlet gücünü hissettiler. Kanunların uygulanmasındaki yolsuzluklar da işin cabası oldu. Bu yeni gelişmelerin tümü en fazla göçebe Türkmenlere zarar veriyordu. Böyle bir ortamda kendini mağdur hisseden kesimler, Vefâiyye tarîkatından icazetli Baba İlyas ve onun halîfesi Baba İshak’ın etrafında toplanarak harekete geçtiler. Anadolu Selçuklular’ına karşı isyan ettiler. Babâî isyanı denilen bu isyan bastırıldı. Ancak bu isyan yaklaşmakta olan Moğal tehlikesi karşısında da Selçuklular’ın gücünü zayıflattı. Baba İlyas, Türk örf ve inaçları ile İslâmiyet’i yorumlayan bir tasavvufî neşveye sahipti. Türk boylarının Anadolu’ya göçleri sırasında İsmailî ve Batınî fikirlerle karşılaşmış olmaları ihtimalinden hareketle onları Şiî kabul etmek ve Babaîliği bir Şiî cereyan olarak görmek pek isabetli değildir.40 Zira daha sonra Babâî tarîkatına mensup Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad ve Duğlu (Ayranlı) Baba gibi Baba İlyas’ın müridlerinin Sultan Orhan ile beraber muhtelif savaşlara iştirak ettikleri görülür.41 Ayrıca yeniçeri ocağının manevî pîri sayılan Hacı Bektaş Velî de Babâî halîfelerindendir.42 Araştırmacılar Sünnî olan Osmanlı Devleti’nin teşekkülünde Babâî dervişlerinin aktif rol aldıklarını ortaya koymaktadır.43 Dolayısıyla Anadolu’daki Türkler, Müslüman oldukları andan itibaren ehl-i beyt muhabbetini kalplerinde taşımalarına rağmen, milâdî XV. yüzyıla kadar müfrit bir siyâsî Şia hareketinden uzaktırlar. Babâî isyanlarıyla birlikte zaman zaman merkezî otorite ile araları açılan bu Türkmen gruplar, daha sonraları Safevîler’in ilgi alanına girdi. Ankara savaşı (804/1402) öncesi Timur, Sivas ve Malatya gibi önemli bazı Anadolu şehirlerini istilâ etti. Buralarda bir çok insanı kılıçtan geçirdiği gibi bir çoğunu da esir aldı. Yanında getirdiği alim, vâiz ve nâsihlerin savaştan evvel yaptıkları telkinlerle bazı Türkmen gruplarını kendisine yakın tutmayı başardı. Yıldırım Bayezid’in savaşı kaybetmesiyle de Timur’un elinde ciddi bir Türkmen esir nüfus oluştu. Beraberinde İran’a götürdüğü bu Türkmenler, Hoca Ali’nin şefaati ile serbest bırakıldı. Bu Anado- 44 40Mustafa Öz, Başlangıçtan Günümüze Mezhepler Tarihi, s. 758-761. 41H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 146. 42M. Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarîkat Zümreleşmeleri Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1991, s. 42; H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 144. 43Ömer Lütfi Barkan, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, sayı: II, Ankara 1942, s. 179 vd. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği lu Türkmenler’i tabiî olarak Şeyh Ali’nin müridi haline geldiler. Böylece Safevîlerle öncekileri gölgede bırakacak ilk önemli temas sağlanmış oldu. Hürriyetine kavuşanların bir kısmı Erdebil’de kaldı. Kendilerine tahsis edilen mahalleye yerleştirildiler ve Anadolu’dan geldikleri için “Rumlu” adı ile anıldılar. İleriki dönemlerde Safevîliğin ve Kızılbaşlığın en kuvvetli kolu haline geldiler. Bir kısmı da Anadolu’daki memleketlerine dönüp Erdebil tekkesi için çalışmaya başladılar. Bunlar varlıklarını borçlu bulundukları şeyhleri uğrunda hayatlarını feda etmeye hazır insanlardı.44 Şeyh Cüneyd, böyle bir birikimin üzerine gelerek Anadolu’da hareket ediyordu. Öyle anlaşılıyor ki Şeyh Cüneyd, Şiîliği kendi emelleri için kullanılacak manevî bir güç olarak gördü. Yedi yıl aralarında dolaştığı Anadolu Türkmenlerinin yukarda belirttiğimiz sebeplerden dolayı din konusundaki yetersizliklerini ve Şiîliğe meyillerini veya Şiîleştirilebileceklerini keşfetti. Mezheb vasıtası ile onları maddî güç olarak yönlendirebileceğini anladı ve siyâsî hedeflerine ulaşabilmek için hararetli bir Şiî haline geldi. Ehl-i Beyt sevgisi ile dolu Türkmenler de onu ünlü bir şeyh ve bir seyyid olarak aralarına alıp bağırlarına bastılar. 45 Şeyh Cüneyd gibi Haydar ve Şah İsmail’in de Şiî ve Râfizî anlayışta ısrarcı olmalarının altında yatan amaç Suriye, Anadolu ve Azerbaycan’daki Şiîlerle Ege ve Trakya’daki Bedreddin Simavnavî46 mensuplarını yanlarına çekerek toplu bir güç ve hakimiyet oluşturmaktır. Osmanlı topraklarından ilgilerini hiç kesmemişler, Şeyh Cüneyd ile başlayan propaganda faaliyetlerini daha sonraki dönemlerde de sürdürmüşlerdir. Bundan dolayı Safevîler’de mezhebin bir inanç unsuru olmaktan öte, siyâsî bir hakimiyet aracı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Gelişen olaylar açısından bakıldığında Sünnî iken Şiî olmanın başka bir şekilde izahı pek mümkün görülmemektedir. Nitekim Âşıkpaşazâde, Şeyh Cüneyd’in kendisini Seyyid neseb kabul ettiğini ve “Ataya evlad evlâdır.” diyerek veraset peşinde 44Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 53. 45Mustafa Öz, Başlangıçtan Günümüze Mezhepler Tarihi, s. 762. 46Bedreddin Simavnavî de şer’î açıdan tartışmalı bazı fikirleri ile bilinen bir şeyhtir. Osmanlı Devletine karşı çıkardığı isyanlar sebebi ile idam edilmiştir. Medrese tahsilini bitirdikten sonra tasavvuf yoluna girmiş, Şeyhi Ahlatlı Hüseyin’in önerisi ile doğuya doğru seyahate çıkmış ve Tebriz’de Timur’un otağında İranlı alimlerle yaptığı tartışmalardaki başarısından dolayı Timur’un takdir ve taltifini kazanmıştır. Bu dönemde Timur’un en fazla değer verip hürmet gösterdiği alimlerden birisi de Erdebil Şeyhi Hoca Ali’dir. Şeyh Bedreddin’in bu seyahati sırasında Hoca Ali ile de tanışması muhtemeldir. Şeyh Bedreddin hakkında daha fazla bilgi için bak. Bilal Dindar, “Bedreddin Simâvî”, DİA, V, 331-334. 45 Mustafa Salim GÜVEN olduğunu, Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin halîfe olması gerektiğini, yaşadığı dönemde de halkın başına onun soyundan gelen birisi olarak kendisini layık gördüğünü nakleder.47 4. Hüdâyî’nin Safevîler Bağlamında Değindiği Konular a. Âdil Giray Han Azîz Mahmûd Hüdâyî yaşadığı dönemdeki Safevîler’i baştan beri anlattığımız tüm bu bilgilere sahip olarak değerlendiriyordu. Ayrıca Hüdâyî Safevîler’in icraatlarını da takip ediyordu. Nitekim Hüdâyî padişaha yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Hatta Âdil Giray Han Kızılbaş’a tutsak olduğunda ve şehid ettiklerinde ben duacınız kemâl-i tekayyüdümden ve teveccühümüzden ol inkisar eseriyle münkesir olup ‘Baba’da mevt mertebesinde marîz olup göçle ref ettik.” 48 Hüdâyî’nin ifadelerden Âdil Giray şehîd edildiği sırada Hüdâyî’nin Babaeski’de veya Dobruca’da Silistre civârında Babadağ’ında49 olduğunu, bu haberi duyduktan sonra da buradan ayrıldığını anlıyoruz. Kaynaklara baktığımızda bu hadisenin anahatlarıyla şöyle anlatıldığını görüyoruz: Kırım Hân’ı olan Âdil Giray Hân, 1579 yılında İranlılarla yapılan savaşlardan sonra kaldığı bölgede keşif gezisi yaparken Şamahı’da Piyâle Paşa ile beraber esir düşer. Safavîler onları Kazvin sarayına götürüp buradaki zindana atarlar (989/1581). Arkasından Âdil Giray Han’a Şiîlik teklif ederler. O, bir müddet durumu siyâsi manevra olarak kullandıktan sonra Şiîlik teklifini redder. Bu arada Şah’ın hem zevcesini hem de kız kardeşini kendisine âşık ederek iki kadını birbirine düşürür. Durumdan haberdar olan Şah, Kırım Hânını öldürtür. Âdil Giray’ın şehîd edildiği haberini, bilahere Kazvin Sarayı’nın zindanından kaçan esaret arkadaşı Piyâle Paşa vermiştir. Piyâle Paşa, kaçışında uzun ama direk Anadolu’ya geçmeye nazaran biraz daha güvenli olan Türkistan yolunu kullanarak İstanbul’a ulaşmıştır.50 46 47Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân, s. 265-267; H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, s. 162-163. 48Hüdâyî, Tezâkir, vr. 54a. 49Kâmûsu’l-a’lâm ve Enîsü’l-müsâmirîn’den Baba’nın Rumeli’ndeki Babaeski veya Babadağ olduğunu öğreniyoruz. Şemseddin Sâmi, Kâmûsü’l-a’lâm, İstanbul, 1306, II, 1178; Abdurrahman Hibrî, Enîsü’l-müsâmirîn, Süleymâniye Ktp., Reşid Efendi, no: 615, 37a, H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 50. 50Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, I, 286-287. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği b. Hüdâyî’nin Tebriz Seferi Âdil Giray Han’ın şehadeti Rumeli’nde duyulduktan sonra, bu haberden etkilenip hastalanan Hüdâyî’nin 1582 veya 1583 yıllarına Babaeski’den ayrıldığını söyleyebiliriz. Çünkü Hüdâyî’yi, 1585’de serdar yapılarak Özdemiroğlu Osman Paşa (992/1585)’nın yerine İran cephesine gönderilen Ferhad Paşa’yla birlikte, 1586 yılında Tebriz’de görüyoruz.51 Hüdâyî bâtıl saydığı fırkaların her türlüsüne ve Safevîler’e karşıdır. Sadece karşı olmakla kalmayıp bu fırkaların te’dîbi için padişahı teşvik etmiştir.52 Nitekim fikrî plandaki tutumunun samimiyetini, aksiyon halinde de göstermek için bizzat kendisi Safevîler’e karşı düzenlenen sefere iştirak etmiştir. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Ferhad Paşa (1002/1595) ile beraber İran Seferine iştirak ettiğini ve Tebriz’e kadar gittiğini mektuplarından öğreniyoruz. O bir mektubunda pâdişaha “Ferhad Paşa kulunuz Tebriz’e girdiği vaktin bilece bulunduk idi. Dahî gayrilerde nice haller olmuştur.”53 diyerek, İran’a gittiğini ve oradaki ahvâle vâkıf olduğunu anlatmaktadır. İran cephesinde başarılı mücâdeleler veren Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Tebriz’i alıp şehirde Osmanlı otoritesini kurmak için uğraşırken eceliyle vefât etmesi üzerine İran ahvâli iyiden iyiye bozuldu. Tebriz’i Safevîler istirdâd ettiler. Bunun üzerine Serdâr-ı Ekrem olan Ferhad Paşa 80.000 kişilik ordusuyla Tebriz’e girerek burasını Safevîler’den temizledi ve şehri de îmar etti. Ferhad Paşa’nın bu seferi III. Murad zamanında ve h. 992 yılı 15 Ramazan, m. 1586 yılı 30 Ağustos tarihine denk gelmektedir.54 Hüdâyî’nin katıldığını belirttiği Tebriz seferi de bu olsa gerektir. Hüdâyî bir başka mektubunda katıldığı bu sefere “Kızılbaş Seferi” ismini vermiş ve seferin kendisini bir eser yazmaya sevkettiğini belirtmiştir.55 Hüdâyî’nin burada kullandığı Kızılbaş tabirinin aşağılama amaçlı değil, tarif ve tanım amaçlı olması muhtemeldir. Çünkü Safevîler Şeyh Hamza’nın döneminden beri başlarına oniki dilimli kırmızı taç giyerek sarık sarıyorlar ve bu isim ile tanınıyorlardı.56 Ayrıca Hüdâyî kendisi de aynı silsileden ge51age, I, 295. 52Hüdâyî, Tezâkir, vr. 51a-55a. 53age, vr. 51a-55a. 54Yılmaz Öztuna, age, I, 295-296. 55Hüdâyî, Tezâkir, vr. 76a. 56Abdulbaki Gölpnarlı, “Kızılbaş”, İA, VI, 789. 47 Mustafa Salim GÜVEN len Hacı Bayram Velî’nin tâcını giymiştir. Kanaatimizce eleştirisi giydiklerine değil, uygulamalarına yöneliktir. Nitekim Hüdâyî’nin Vâkıât’ında belirttiğine göre “Üftâde ve Hacı Bayram Velî’nin tâcı, 12 terkli kızıl Erdebilî tâcı idi ve keçeden idi”57 Gölpınarlı da, “Savaşlarda heybetli görünmek için Hz. Ali’nin giydiği kızıl tâc, daha sonraları bu tâcı giyenlerin yanlış uygulamalarından dolayı Bayramiyye’de zamanla şeyh için beyaza, mürid için de kırmızı-beyaz karışımından elde edilen bal rengine tebdil olmuştur.” der.58 Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin geniş bir târih ve coğrafya bilgisine sahip olduğu söylenebilir. O’nun, tarihî ve coğrafî bilgilerin çoğunu bizzat ilgili yerleri gezerek, bir kısmını da kaynaklardan okuyarak ya da duyarak öğrendiği anlaşılıyor. Pâdişâhlara yazdığı mektuplar onun geniş bilgisinin ve genel kültürünün en açık şahididir. Hüdâyî bilgileriyle bir nevi fahrî müsteşarlık görevi yapmaya çalışmıştır. Özellikle Şiîleştirmek amacıyla İran’da Sünnîlere yapılan zulümlere karşı aldığı kesin tutum ve Balkanlar’daki ilhad hareketlerine engel olmaya çalışması, bizi böyle bir sonuca götürmektedir. c. İtikadî ve Siyâsî Meseleler Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Şiî Safevîlik hareketine ve bu hareketin düşünce sisteminin yayılmasına karşı olduğunu, Şiîler için genel olarak Kızılbaş tâbirini kullandığını belirtmiştik. Konu ile ilgili mektuplarından birinde “Saâdetlû ve mürüvvetlû padişahım, Zanâdıka ve Kızılbaş; her dâim başlarından gitmeye tâş.”59 diyerek gayet net ve veciz bir şekilde onlara beddua etmesi bu tutumunu gösteren örneklerden sâdece bir tanesidir. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin o günkü Şiîler’e ve onların temsilcisi konumundaki İran Safevî Devleti’ne karşı duruşunun, şartlanmışlıktan kaynaklanan bir antipatinin eseri olmadığını söylemek mümkümdür. Onun bu düşmanlığını doğuran asıl sebep, Safevîler’in Kafkasya, Güney Azerbeycan, Kuzey Azerbeycan ve Geylan’da yaptıkları zulümlerdir. Buralar genellikle Sünnî ve Şiî müslümanların birlikte yaşadıkları yerlerdi. Safevîler, gerek devlet politikası, gerekse ferdî düşünce olarak Şiîliği yayma politikası izliyorlardı. Bu politika anahatlarıyla iki şekilde yürütülüyordu. Birincisi dâîler yoluyla reklam, ikincisi baskı ve zulüm. Dâîlerini, Şiîliği güzel 48 57Hüdâyî, Vâkıât, Hacı Selimağa Ktp., Hüdâyî, no: 249, vr. 427b; Abdülbaki Gölpınarlı, “Bayramiye”, İA, II, 426. 58Abdulbaki Gölpınarlı, “Bayramiyye”, İA, II/ 426. 59Hüdâyî, Tezâkir, vr. 52b. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği göstermek için uzak memleketlere gönderirken;60 baskı ve zulmü ise daha çok kendi topraklarındaki Sünnîlere ve komşu devletlerin sınırlarındaki bilinçli halka karşı kullanıyorlardı. Bilinçli komşu halklar Safevîler’in asıl niyetini ve İran içinde Şiîleştirmek için ehl-i sünnete yaptıkları zulümleri bildiklerinden dolayı dâîlerin propagandalarından etkilenmiyorlardı. Ne garip tecellîdir ki, günümüzde olduğu gibi Hüdâyî döneminde de İran’ın komşularından çoğu Sünnî müslümanlardır. Bundan dolayı İran’ın savaş halinde olduğu yerler genellikle bu Müslüman Sünnî ülkeler olmuştur.61 Osmanlı’nın batıya sefere çıkmasını fırsat bilerek arkadan onlar da Anadolu’ya sefer düzenlemişlerdir. Tarihten gelen bu çatışmacı tutum,62 Hüdâyî’nin yaşadığı dönemde de devam etmiştir. Hüdâyî mektuplarında bu durumu ve Safevîler’in zulmünü sık sık dile getirir. Hüdâyî’nin mektuplarından birisi Geylan63 ile ilgilidir. O’nun belirttiğine göre Safevîler, halkı Sünnî olan Geylan ahâlisine zulüm yapıyorlardı. Onların Şiî olmasını istiyorlardı. Uzun süre devam eden Osmanlı İran Savaşları sırasında zulme maruz kalıp mağdur olan Geylan’dan bir grup İstanbul’a gelerek padişahtan istimdat ve istigâsede (yardım talebinde) bulunmuştu. Durumdan haberdâr olan Hüdâyî, Sünnî Geylan halkını Hz. Musa’ya tabî olan İsrailoğulları’na, onlara zulüm yapan Safevîleri de Firavun’a ve Firavun’a tabî olan Kıptîlere benzeterek tavsiyelerini bildiren bir mektubu padişah III. Murad’a gönderir ve konunun önemini şu cümlelerle belirtir: “Gîlan’ın Kızılbaş için tabî olması, benî İsrail’in ferâineye tabî 60E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtkâdî İslâm Mezhepleri, İstanbul: Selçuk Yay. 1986, s. 192. 61Buna, yakın tarihten 1980 yılında başlayıp 1988’de sona eren İran-Irak savaşı örnek olarak gösterilebilir. Bk. Şenel Özata, “İran”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., 1993, XIII, 188-190. 62İran İslam’la tanışmazdan önce Hz. Muhammed’in zuhur ettiği dönemde Sâsânîler tarafından yönetiliyordu. O tarihlerde Sâsânîler’in Hindistan ve Çin’den ziyade ehl-i kitap olan Bizanslılarla savaştığını görüyoruz. Kur’an’da buna işaret eden bir sure ve ayet bile vardır. bk. er-Rûm, 30/2-3. Ayrıca Sâsânîler’in kısa tarihi için bk. Büncher V. F., “Sâsânîler”, İA, X, 244248. Hindistan Müslümanların yönetimine geçtikten sonra ise İran’daki İslam devletleri yer yer kuzey Hindistan özbekleri ile savaş halinde olmuştur. Bk. Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 54. 63Geylan (Gîlân), Arapça’da Cîl veya Cîlan, Türkçe’de Geylan olarak bilinir. Gîlân İran’daki teleffuzudur. Osmanlıca’da da aynı telaffuz kullanılır. Hazar Denizi’nin güneybatı kıyısında Elbruz eteklerinde bir bölgedir. Gazneli Mahmud ve Selçuklular döneminden itibaren halkı Sünnî olan Gîlan (Geylan), sonraları eyaletlere bölündü, mahallî emirliklerce yönetilir hale geldi. Safevî hükümdarı I. Şah Abbas’ın emirlikleri ortadan kaldırmasıyla İran’a dahil oldu ve zorla şiîleştirildi. Tahsin Yazıcı, “Gîlân”, DİA, XIV, 68-69. Ayrıca bk. Türk Ansiklopedisi, XVII, 353. 49 Mustafa Salim GÜVEN ve reaya olması gibidir. Ol zanadıka kuvveti ve kudreti ve kesreti zamanında haber verirler idi, benî İsrail gibi. Sultan Murâd cemî-i murâdanı er göre. Rabbu’1-ibâd Mûsâsı Hârûn.”64 Aynı mektubun devamında Hüdâyî padişaha, Safevîler’in Geylanlılar’a musallat olmalarının dînî bir dayanağının bulunmadığını, evvelden onlara baskı yapmalarının altında, hâkim unsur olarak Geylan’ı yönetmek için kendilerince zaruret görmelerinin yattığını belirtir. Osmanlılara yenilmeleri sebebiyle icad ettikleri bu zaruretin yok olduğunu söyleyerek padişahın Geylan halkına yardım etmesini ister. Hüdâyî Safevîler’in şeriata uygun davranmadıklarını, buna mukabil Osmanlılar’ın şeriat üzere hareket etmesi gerektiğini bildirir. Bu sebeple padişahın Safevîler’e nasıl mukabelede bulunulması icap ettiğini şöyle dile getirir: “Gîlân halkı Sünnîlerdir. Sizler zındıklar ve kıbtîlersiniz. Evvel onlara taslîtiniz zarurî idi ve şer’î değildi. Şimdi zaruret ref olundu. Ol Sünnîlere zulüm ve teaddî ve tazyîk etmek istersiniz. Ve onlar bizden iânet isterler ise, muktezâyı Şer’î Şerîf üzerine biz onlara iânet ve iğâset ederiz. Etmemeğe kadir de değiliz.”65 Hüdâyî bu tavsiyelerden sonra Geylan’a yardım etmenin İran’ı Osmanlı Devleti’ne mûtî kılacağını ve Geylan halkının Osmanlı reayası olacağını ileri sürer. Bu durumu da şu şekilde anlatır: “Cümle Gîlân halkı reayanız olup hâlisân ve sâdıkan duacılarınız olur. Ve Kızılbaş da zebûn olup sizlere munkâd ve mûtî olurlar.”66 Hüdâyî’nin Geylan üzerinde durması, buranın Tasavvuf Tarihi bakımından öneminden kaynaklanıyor diyebiliriz. Çünkü Geylan, ehl-i sünnet çizgisindeki müteşerri tasavvuf anlayışının merkezlerinden biridir. Abdulkadir Geylânî (v. 562/1166), Abdulkerim el-Cîlî (v. 832/1428) ve İbrahim Zâhid Gîlânî (v. 700/1300) buraya nisbet edilen sûfîlerin başında gelir. Ayrıca İbrahim Zâhid Gîlânî’nin, Hüdâyî’nin silsilesinde yer aldığını daha önce belirtmiştik. Bu durumda Hüdâyî’nin bir sûfî olarak Geylan ile ilgilenmesi gayet normaldir. O, burada gelişen Sünnî tasavvuf çizgisinin korunmasını arzular. Hüdâyî, İran meselesine o kadar çok önem veriyordu ki bazı geceleri o taraftaki problemlerin halli ile ilgili rüyalar bile görürdü. O rüyalardan 50 64Hüdâyî, Tezâkir, vr. 52b. 65age, vr. 53a. 66age, vr. 53b. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği birisini Hüdâyî, padişaha şöyle anlatıyor: “Saâdetlû ve mürüvvetlû padişahım, bugün seherîce beyne’n-nevm ve’1-yakaza bir hitâb vârid oldu, 987’de düşman-ı taht fetholur deyû. Uyandım, Kazvin hatıra geldi.”67 987 tarihi aslında Hüdâyî’nin Bursa’da Üftâde hazretlerinin kontrolünde tasavvufî eğitimini tamamladığı tarihtir. Zâten bir yıl sonra da şeyhi vefât etmiştir (988/1580).68 Ancak rüyada bu tarihin verilmesi, İran fitnesinin, insan kalbindeki marazlara teşbih edilmesi gibi bir durumdan kaynaklanmış olabilir. Çünkü henüz Hüdâyî mezkûr tarihte padişahla tanışmamıştır. Ancak seyr u sülûkunu tamamlayarak nefis ve şeytan düşmanına karşı zafer kazandığı şeyhi Hz. Üftâde tarafından tasdik edilmiştir. Bu rüyanın anlatımında olayın cerayan yerinin Kazvin şeklinde yorumlanması, o sırada Safevî devletinin merkezi olan Kazvin’e padişahın sefer düzenlemesini teşvik için olsa gerektir. Nitekim padişah, daha sonra edindiği istihbarat bilgileri doğrultusunda, ulemânın da teklifini nazara alarak ordu ile Erzurum’da bulunan Ferhad Paşa’ya, Şah’ın Horasan’da olduğunu, Kazvin’in boş bulunduğunu belirtip ordu ile oraya girmesini emretti.69 Bu sırada İran Safevî Devleti, çevresindeki üç Sünnî-Hanefî Türk devletiyle mücâdele içindeydi. İran, doğu sınırında savaştığı Özbek Türkleri’ne yenilerek Horosan’ı ve kutsal Meşhed’i terketmişti. Güneyde de Afganistan sınırında yaptığı Şiîlik faaliyetlerinden ve oradaki ihtilaflı topraklardan dolayı Ekber Şah ile savaş halinde değillerse bile araları bozuktu. 70 Batı da Osmanlılarla savaşıyordu. Safevîler’in karşısındaki bu devletlerin hepsi de -Osmanlı başta olmak üzere- zamanın güçlü devletleriydi. Ferhad Paşa, asker uzun süreden beri İran cephesinde kaldığı için ülfete meyledebileceğini düşünerek kazanılan yerleri riske atmamak amacıyla padişahın Kazvin’e girme emrini yerine getirmedi. O ihtiyatlı davranmayı tercih ederken İran’ın bu sıkışık durumundan yararlanılamadı. Osmanlı Devlet’i adına büyük bir fırsat kaçmış oldu. Ancak Kazvin yerine Şâir Nizamî’nin memleketi olan Gence’ye önemli bir zorlukla karşılaşmadan girildi.71 67age, vr. 86a. 68H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, s. 49. 69Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, I, 297. 70Daha sonra Ekber Şah ile Safevîler’in araları düzelmiştir. Bk. Enver Konukçu, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., 1992, IX, 485; Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X, 54. 71Yılmaz Öztuna, age, I, 297-298. 51 Mustafa Salim GÜVEN Bu olaylar, rüyasına ve yorumuna dayanarak padişahı ilk önce Kazvin Seferine teşvik eden Hüdâyî’nin, teklif ve teşvikindeki isabetini gösteriyor. Ancak Ferhat Paşa’daki aşırı temkin ve tedbir duygusu sonuca gitmeyi engellemiştir. Hüdâyî mektuplarında yine eski İran şehirlerinden birisi olan Medâyin’in fethedildiğini, ancak bu fethin tam sayılabilmesi için Geylan meselesinin de halledilmesi gerektiğini bildiriyor. Hatta bu zaferin kazandıracağı psikolojik atmosferden yararlanarak bir çok düşmanın sindirilebileceğini ileri sürüyor.72 Diğer taraftan Hüdâyî’nin Avrupa devletleriyle ilgili yaptığı vurgu, İran’a yaptığı vurgudan daha azdır. Bu durum, Hüdâyî’nin İran’ı siyasî yönü ve itikâda vereceği zarar açısından Avrupa’dan daha tehlikeli görmesinden kaynaklanıyor olabilir. Çünkü İran Safevî Devlet’i İslam dinini bâtınî bir kisveye büründürerek hareket ediyordu. Safevîler’de ehl-i sünnet düşmanlığının Hz. Ali sevgisinin önüne geçtiğini görmek mümkündü. Batılı devletlerin dîni ise zâten farklıydı. Onların farklılığı her şeyiyle aşikâr olduğundan İslam i’tikadına zararlarını tesbit mümkün idi. Siyâsî ve maddî güç bakımından da o dönemde batı karşısında Osmanlı güçlüydü. Nitekim padişaha yazdığı bir mektubundan Hüdâyî’ye göre batıdaki devletlerin tehlikesinin Safevîler’den daha az olduğu açıkça anlaşılır: “Husûsen frenkle cidal farz olmuştur. Kızılbaş bed-maâş ile olan kıtal ve cidalin öşrü sarf olunsa küllî fetihler zuhur eder.”73 Bu cümlesi ile Hüdâyî, İran’ın doğuda çıkardığı problemlerle Osmanlılar’ın batıda ilerleyişini engellediğini belirtmiş oluyordu. İran’ın durumu Avrupa’dan farklıdır. Hüdâyî’nin, İran ile yapılan savaşlarda kazanılan veya kaybedilen toprakla pek ilgilenmediğini görüyoruz. O daha çok zulmün bitmesi, adaletin sağlanması, Sünnîlerin baskılardan kurtarılması ve akidedeki sapmaların düzeltilmesiyle ilgileniyor. Zaten Osmanlı Devlet’i açısından da halkı Müslüman olması yönüyle İran’ın maddî pek bir getirisi yoktur; aksine götürüsü çoktur. Gayr-i Müslimlerden alacağı cizyeyi buradan alamadığı gibi, İran’la meşgul olarak Avrupa’yı ihmal etmiş, orada kazanacağı zaferlerin getirisinden mahrum kalmış ve üstelik İran’ın imarı için masrafta bulunmuştur. 52 72Hüdâyî, Tezâkir, vr. 55a. 73age, vr. 90b. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği İslâm tarihinde gördüğümüz uç davranışlardan birisi Mehdîlik iddialarıdır ve bu iddialar genellikle Şiî ve Bâtınî düşünceden beslenir. Nitekim Hüdâyî, mehdiyim diyen birisinden bahseder, onu mehdî ve halîfe ilan edenlerin olduğunu söyler. Hüdâyî bir mektubunda bu olayı şöyle bir anlatır: “Mehdî görüp halîfesin deyû dâva eden kezzâb, ahz olunup katl olunup turâb-ı kadem-i mübârekenize gelmiş. Elhamdülillah, sümme Elhamdülillah. Feth-i âzîmdir ve nasr-ı azîzdir ve avn-ı âlîdir. Hamdler ve şükürler...”74 d. İran ile Yapılan İstanbul Muâhedesi Azîz Mahmûd Hüdâyî, Safevîler’i ve İran’ı bütün yönleriyle tanıyan birisi olduğu için yapılacak olan anlaşmada takip edilmesi gereken stratejiyi pâdişaha telkin ediyordu. Nitekim Hüdâyî Safevîler’le yapılan İstanbul muahedesinde, daha çok, Şiîlerin zulmünden Sünnîleri kurtarmaya yönelik olarak çalışmaktaydı. En çok da Sünnî Geylan halkının Şiî zulmünden kurtarılmasını istiyordu. Çünkü Geylanlılar bir kaç kez İstanbul’a kadar gelip padişahtan yardım beklentilerini belirtmişlerdi. Hüdâyî bu konuyu şöyle dile getirmektedir: “Ve hâlâ Gîlân sizlere gelip böyle istimdat ve istiğâse ettiklerine isğâ buyurup ve kabul edip riâyet ve nazar-ı inayet olmak gerektir.”75 Eğer İranlılar, Geylan meselesi bizim iç meselemizdir, siz aradan çekilin derlerse Hüdâyî, padişahın yapılan zulüm karşısında onları dinlememesini istiyordu. Onlara: “Gîlân halkı Sünnîlerdir. Sizler zındıklar ve kıbtîlersiniz. Ol Sünnîlere zulüm ve teaddî ve tazyîk etmek istersiniz.”76 şeklinde açıkça ihtarda bulunmasının lüzumuna işaret ediyordu. Arkasından da padişahın Geylan konusuna ağırlık vermesini teşvik için onu, “Sizler padişah-ı İslâm’sınız, melce-i âmm ve hâs ve cümle-i âlemsiniz; haremeyn padişahısınız.”77 sözleri ile taltif ediyordu. Bu sözler aynı zamanda padişah’ın İslam halîfesi olduğunu ve tüm mazlum ve mağdur müslümanlarla ilgili konularda konumunun hakkını vermesi gerektiğini belirtiyordu. Hüdâyî Pâdişâha yazdığı mektubun devamında da Geylân probleminin halli için ne kadar uğraşılırsa, İran’da Safevîler karşısında o oranda başarı elde edileceğini söylüyordu. 74age, vr. 102b. 75age, vr. 53a. 76age, vr. 53a. 77age,vr. 53a. 53 Mustafa Salim GÜVEN İran Cephesinde başarılı savaşlar vererek Dağıstan ve Çeçenistan dahil bütün Kafkasya’yı Kuzey Azerbeycan’ı ve Şirvan (Ermenistan)’ı fetheden Vezîr-i Azam Özdemiroğlu Osman Paşa vardı. Osman Paşa mezkûr yerlerin halkını Şiî zulmünden kurtardıktan sonra fitnenin asıl kaynağı olan İran’a yöneldi. Tebriz’i aldı. Ancak savaştan birkaç gün sonra şehirde henüz otoriteyi tam temin edemeden eceliyle vefât etti (992/1585). Bunun üzerine İran cephesi Vezîr-i Azam Ferhad Paşa’ya verildi. Ferhad Paşa78 Tebriz’i tekrar kuşatarak ikinci kez aldı (993/1586). Daha önce belittiğimiz gibi bu seferde Hüdâyî de bulunmuştur.79 Bu sırada diğer komşularıyla da savaş hâlinde olduğu için İran’ın büyük bir kısmını fethetme imkânı varken, Ferhad Paşa buna cesaret edemedi. Ordusu ile Erzurum’a çekildi. Toparlanmak ve zaman kazanmak isteyen Şah Abbas’ın, Veliahd ve Şehzadesi Hamza Mirza başkanlığında İstanbul’a gönderdiği heyetin barış teklifi kabul edildi. Ferhad Paşa da ordusunu Erzurum’da bırakarak barış görüşmelerine katılmak için İstanbul’a geldi. 997/1590 yılında İranlılar ile İstanbul Muahedesi imzalandı. Bu anlaşma sırasında tarihte ilk kez İran, Osmanlı’nın kendisinden üstün olduğunu kabul ediyordu. Şah İsmail’in Yavuz’a, Şah Tahmasb’ın Kanûnî’ye göstermediği tevâzûyu Şah Abbas, III. Murad’a gösteriyordu. Hemen hemen Osmanlı’nın bütün teklifleri kabul edildi. Hatta Geylan, Osmanlı’ya metbû sayılan i’tikadda Sünnî, amelde Şâfiî mezhebine bağlı merkezi Rest şehri olan Kârkiyâî hanedanlığına veriliyordu. Anlaşmanın maddeleri arasında siyâsî ve askerî konuların yanında dinî mevzular da vardı. Buna göre ilk halîfelere ve ashâb-ı kirâma şetmden, İran’daki Sünnîlere bed muâmeleden vazgeçilecekti. Bu anlaşmayı Hoca Sâdeddin Efendi (v. 1006/1599) kaleme almıştır.80 İstanbul anlaşması, ruhunda, ulemâyı ve meşâyıhı temsil eden iki manevî şahsiyetin ve mezhep farklılıklarının izlerini taşıması bakımından önemlidir. Ayrıca bu anlaşma Osmanlı’da din-devlet ilişkisinin boyutlarını ve aradaki uyumlu dayanışmayı göstermesi açısından da mühimdir. 54 78Ferhad Paşa iki kez sadrazam olmuştur. Birincisi III. Murad döneminde, 1585’de İran Seferi’ne çıkılacağı zaman. İkincisi de III. Mehmed döneminde 1595’de Almanya Seferi’ne giderken her iki sadaretinden de Kocasinan Paşa’nın entrikalarıyla azledilmiştir. Yine Sinan Paşa’nın sadareti zamanında idam edilmiştir. Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, I, 308. 79Yılmaz Öztuna, age, I, 283-296; Hüdâyî, Tezâkir, vr. 54a. 80Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, I, 297-300; Mücteba İlgürel, “III. Murad”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., 1992, X, 396. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği Anlaşmanın metni, âdeta Hüdâyî’nin bir kerameti gibi görülebilir. Zîrâ tâkib edilen siyâsetin neticesi, önceden padişaha hitaben söylediği “Cümle Gîlan halkı reayanız ve hâlisan duacılarınız olur. Kızılbaş da zebûn olup sizlere munkâd ve mûtî olurlar”81 sözünün bir nevi tahakkukudur. Hüdâyî Pâdişâh’a yazdığı bir mektubunda, İran’ın Vezir-i âzam Ferhad Paşa tarafından etkisiz hâle getirilerek anlaşmaya mecbur edilmesine seviniyor. İran’a boyun eğdiren Vezîr-i a’zam’ı övüyor. Bu başarısından dolayı Ferhad Paşa’nın manevî mertebesinin yükseldiğini, maddî makam bakımından da terfî ederek sadrazam olması gerektiğini ifâde ediyor ve şöyle diyor: “Vezîr-i a’zam kulunuzda sala ve sadâkat ve emânet ve adalet fehmolunur. Kızılbaş zındıklarını ıslâh ettikten sonra vezîr oldu. Vezîr olunca O’nu rüyada sadra oturmuş, Hz. Ebu Bekr’in yanında merbu’ gördüm.”82 Ancak Hüdâyî anlaşmaları ihlâl etme açısından İranlıları, Ruslardan daha güvenilmez olarak görüyordu. Onlara güvenilemeyeceğini, fırsat bulduklarında derhal anlaşmayı bozacaklarını belirtiyor. Şiî Safevî devletini ve Şah hanedanlığını domuza teşbih ederek, domuzun kuyruğunu kesmekle koyun olmaz diyor. İhtiyatı elden bırakmamayı tavsiye ediyor. Hüdâyî bu durumu şöyle dile getiriyor: “Saâdetlû padişahım, domuzun kuyruğunu kesmek ile koyun olmaz. Adâvet-i kadîme kulûbundan gitmez. Fırsat esirleridir. Sizler ile sulhleri zarurîdir. Zaruret ref olunsa Allah Teâlâ hıfz ve himâyet eyleye.”83 Bu sözleri ile Hüdâyî İranlılarla anlaşma yapılmış olsa bile bu anlaşmayı gizli veya aşikâr her an bozabileceklerini belirtiyor. Onların verdikleri sözden dönebileceklerini hesaba katarak teyakkuz ve temkin halinin korunmasını istiyor. Anlaşmaya güvenerek rahat ve rehavete dalınmaması gerektiğini söylüyor. Kanaatimizce Hüdâyî “Takiyye” ihtimâlini gözden uzak tutmuyor. Yaşanan tecrübelerden hareketle Hüdâyî’de oluşan bu temkin ve tedbir anlayışı, Safevî uygulamalarında ehl-i sünnet düşmanlığının yer yer Hz. Ali sevgisinin önüne geçmesinden kaynaklanabilir. Nitekim Hüdâyî’nin tahminleri aradan onbeş sene geçer geçmez daha sağlığında aynen zuhur ediyor. En kötü şartlarda Osmanlı padişahını üstün hükümdar tanıyarak anlaşma imzalayan şah, I. Ahmed’in tahta geçtiği sıralarda süpriz bir taarruzla anlaşmayı bozdu. 22 günde Tebriz’i düşürerek oradaki Osmanlı hakimiyetine son verdi (1011/1603). Hızla Güney Azerbeycan’ın 81Hüdâyî, Tezâkir, vr. 53b. 82age, vr. 55a. 83age, vr. 53b. 55 Mustafa Salim GÜVEN büyük kısmını işgal ederek bu Osmanlı eyâletini de fiilen ortadan kaldırdı. Aras nehrinin kuzeyine geçip Nahçivan eyâletini de işgal etti (26.10.1603). 6 ay 23 gün süren çetin bir muhasaradan sonra, başka bir Osmanlı eyâletinin merkezi olan Revan’ı, yani bu günkü Ermenistan’ı -ki o zaman tamamen Türk ülkesi idi- aldı (8.6.1604).84 Bu savaşlar aynı yerlerin İran tarafından işgali ve tekrar kurtarılması şeklinde uzun süre devam etmiştir. e. Safevî Kızılbaşlığının Fetvâ İle Önlenmesi Hüdâyî İran’a karşı savaştan daha etkili bir önlem alınmasını padişahtan ister. Yine bu etkili önlemin teklifi de bizzat Hüdâyî’den gelir. Savaş iki türlüdür. Birisi silahlarla yapılan sıcak savaş, diğeri de karşı tarafı psikolojik olarak yıkan soğuk savaş. Halkın düşman hakkında bilgilendirilmesi ve çevreye karşı tarafın olumsuz yönlerinin önceden duyurulması da soğuk savaştır. İşte Hüdâyî, İran Şia’sına ve onların temsilcisi durumunda olan Safevîler’e karşı soğuk savaş ilan edilmesini istiyor. Onun bu isteği İran Kızılbaşlar’ının kötülüğünü ve zulmünü anlatan bir fetva verilmesi ve bu fetvanın padişahın halîfelik sıfatını kullanarak bütün İslâm alemine duyurulmasıdır. Hüdâyî bu teklifini “Kızılbaş kıptîsine cevab şöyle verilsin ki ve fetvâ-yı şerîf de oluna” 85 cümleleriyle yapar. Bu fetvanın asıl maksadı ise İran’daki Sünnîlere yapılan zulümden dolayı Osmanlının orada yaşayan Sünnîleri koruma ve İran’a müdahele etme hakkının bulunduğunu ilan etmektir. İtibarlı İslâm alimlerinden alınacak bu fetva, icab ederse müslümanlığını iddia eden İranlıların yüzüne vurulacaktır.86 Çünkü Hüdâyî’ye göre onların Müslümanlıkla alakası yoktur. O Safevîler’i kasdederek, “Kızılbaş zındıktır” 87 der. “Kızılbaş zındıktır” sözü, bilen kimsenin kolay söyleyemeyeceği bir hüküm cümlesidir. Kolay söyleyen de zaten bilmiyordur. Böyle bir söz, sahibine göre değer kazanır. Hüdâyî Fıkıh ilmini bilmeyen birisi değildir. O devrindeki İslâmî ilimlerin zahirini tahsil etmiş fakih bir sûfîdir. Bursa’da kadılık yapmıştır. Bu nedenle onun verdiği bir hüküm önem arzeder. Şâz görüşleri olan sûfîler bir yana, zahir ulemasınca bir çok mu- 56 84Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, I, 320. 85Hüdâyî, Tezâkir, vr. 53a. 86age, vr. 53a. 87Hüdâyî, Tezâkir, vr. 55a. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği tedil sûfî bile zındıklıkla itham edilmiştir.88 Bu nedenle tasavvuf erbabı kimseler zahir ulemasınca verilen zındıklık hükmünü pek önemsemezler; hatta bunu sûfîliklerine şahitlik olarak algılarlar. Ancak sûfî bir âlim tarafından zındıklıkla itham edilmekten de son derece korkarlar. 89 İslam tarihinde Allah’ın varlığını kabul etmeyenler, iki tanrı benimseyenler, dünya nimetlerinin (mal, eş ve evlat vs.) ortak olduğunu ileri sürenler, Müslümanım dediği halde Peygamber’e küfredenler, müteşabih ayetleri yorumlayanlar, şeriatın açık hükmüne maksatlı muhalefet edenler, bazı İslam Filozofları, Bâtınîler ve Mu’tezile vs. gibi gruplar zındıklıkla itham edilmiştir. 90 Öte yandan Hüdâyî, İrandaki mazlum müslümanların kurtarılması için Safevîler aleyhine fetva verilmesini isterken, bu konuda lakayd kalınır ve oradaki Müslümanlara yardım edilmezse bu durumdan Allah Teâlâ’nın, Peygamber’imizin ve diğer bütün peygamberlerin hoşlanmayacağını belirtir.91 Sonuç Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin Safevîlere karşı yaklaşımını ele almaya çalıştığımız bu araştırma sonucunda şu hususların öne çıktığı söylenebilir: Safevîler ve Erdebil Tekkesi, Türk Tasavvuf Tarihi’nde önemli bir yer işgal eder. Onların Anadolu’da hem Sünnî ve müteşerrî, hem de Şiî ve Bâtınî tasavvufî düşünce ve tarîkatlara etkisi olmuştur. Başlangıçta Sünnî olan Safevîler, tasavvufun verdiği bir musamaha ve toleransa sahiptiler. Başta Türk boyları olmak üzere diğer Müslümanlara ve hatta gayr-i müslim Moğollar’a bile kapılarını açmışlardır. Bu nedenle Osmanlılar aradaki mesafeye bakmaksızın Bursa’dan Erdebil Tekkesi’ne yardım göndermişlerdir. Hüdâyî Safevîler’i iyi tanımaktadır; çünkü kendisinin bu tarîkat ile irtibatı mevcuttur. Hüdâyî’nin, şeyhi Üftâde, Hacı Bayrâm-ı Velî ve Hamîdüddin Aksarâyî tarikı ile Safevîler’e dayanan bir silsilesi vardır. Muhtemelen bundan olsa gerek, Tezâkir’de geçen “Baba” kelimesini, Alevî ve Bektâşîler’deki “Babalık” unvanı olarak ele alıp Hüdâyî’nin Rumeli’nde bir müddet Babalık yaptığını kaydeden müellifler bulunmaktadır. Yoruma dayanan bu yaklaşımın yanlış olduğu açıktır. 88Bekir Topaloğlu, “Zındık”, DİA, XIII, 559. 89Süleyman Uludağ, Tasvvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yay., 1991, s. 539. 90Zındıklıkla ilgili daha geniş bilgi için bak. Bekir Topaloğlu, agm, DİA, XIII, 558-561. 91age, vr. 52b-53a. 57 Mustafa Salim GÜVEN Medrese eğitimi ve tekke terbiyesi olan Hüdâyî, Tebriz seferine katılarak kışla tecrübesini de yaşamıştır. Önceden kendi tarîkat silsilesinden dolayı ilmen tanıdığı Safevîler’i, bu kez yerinde o günkü temsilcileri ve uygulamalarıyla bizzat görüp yaşayarak tanıma imkânı bulmuştur. Azîz Mahmûd Hüdâyî İran’ı ve Safevîler’i bilen ve takip eden bir sûfî olarak Osmanlılar ile Safevîler arasında cerayan eden hadiselerde pâdişahlara danışmanlık yapmıştır. Hatta İran ile 997/1590 yılında yapılan İstanbul Muahedesi’ne onun görüşleri de yansımıştır. Hüdâyî, yaşadığı devrin canlı tanıklarından biridir. İki Türk devleti arasında gelişen itikâdî, sosyal ve siyâsî süreçteki farklılıkların detaylarını öğrenmek açısından onun verdiği bilgiler önem taşımaktadır. Safevîler’de şeyhlikten şahlığa geçiş, aynı zamanda Sünnîlik’ten Şiîliğe dönüşüm ve değişimi de içinde barındıran bir süreçtir. Sünnî bir tarîkat iken mutaassıp Şiî olmanın, siyâsî nüfuz temininden başka bir şekilde izahı pek mümkün değildir. Aksi takdirde Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail’in Şiî düşüncede ısrarcı olmaları, o devrin şartlarında ülkelerinin dışında Suriye, Anadolu ve Azerbaycan’da Türkmenlerle, Ege ve Trakya’da da Şeyh Bedreddin mensuplarıyla ilgilenmelerinin anlaşılması güçtür. Hüdâyî’nin verdiği bilgilerden ve tarihî süreç içinde gelişen olaylardan haraketle Safevîler’de mezheb ve tarîkatın, bir inanç ve hayat tarzı olmaktan öte, siyâsî bir hakimiyet aracı olarak kullanıldığı daha net bir şekilde görülmekte, Safevî Devleti’nin siyâsî hakimiyetini tamamen Erdebil Tekkesi’ne borçlu olduğu açığa çıkmaktadır. 58 Safevîler Şiîleştikten sonra önceki hoşgörülerini kaybetmiş ve İran’daki Sünnî müslümanları da zorla Şiîleştirmeye başlamışlardır. Öyle ki Safevî Devleti’nin uygulamaları Azîz Mahmûd Hüdâyî gibi musamahalı birinin bile tepkisini çekmiş, duygulanıp hastalanmasına sebep olmuştur. Hüdâyî bu baskı ve zulmü müslümanca bir davranış olarak görmediğini belirtmiş, zulüm yapanları Firavun’a, zulme uğrayanları da Hz. Musa ve inananlarına benzetmiştir. Ayrıca Hüdâyî Safevîler’i icraat ve itikatlarındaki bazı yanlışlıklardan dolayı “zındık” olarak vasıflandırmıştır. Ehl-i sünnet inancına uygun müteşerri bir tarîkat erbâbı olan Hüdâyî, bu tutumu ile aynı zamanda Şiîlik hareketine karşı hararetli bir ehl-i sünnet müdâfii olduğunu da göstermektedir. Hüdâyî Safevîler’e karşı tepki gösterme ve mesafe koyma konusunda yalnız değildir. Zeyniyye Şeyhi Abdullatif Makdisî ve Hacı Bayram Velî gibi başka sûfîler de benzer tavrı sergilemişlerdir. Osmanlı Sûfîlerinin İran Safevîlerine Yaklaşımında Azîz Mahmûd Hüdâyî Örneği Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin geçmişte tasavvuf ve tarîkatların doğuşu ve gelişmesi bakımından önem arzeden İran’ı takip ettiği, özellikle de ehl-i sünnet tasavvufunun merkezlerinden biri sayılan Geylan’ın korunmasını padişahtan istediği anlaşılmaktadır. Zira Hüdâyî’nin verdiği bilgilere göre Şiîleştirme zulmünün yoğunlaştığı yerlerden biri halkı Sünnî olan Geylan’dır. Hüdâyî, Geylanlılar’ın korunması Safevîler’le yapılan anlaşmada sağlanmış olsa bile, “Takiyye” ihtimalini göz önünde tutarak padişaha, İranlılar’a güvenilmeyeceğini, beklenmedik bir zamanda problem çıkarabileceklerini belirtmiştir. Hüdâyî daha etkin bir çözüm için, İslam âlimlerinin bir araya gelip İran’ı ele almaları ve Safevîler’le ilgili bir fetvâ vermeleri gerektiği düşüncesindedir. Müslümanların halîfesi olan Osmanlı padişahının da bu fetvâyı “Âlem-i İslâm”a ilân ederek uygulamasını istemiştir. Safevîler başlarına taktıkları kırmızı taçtan dolayı “Kızılbaş” ünvânı ile anılmışlar, Hüdâyî de sûfîler için kullanılan kıyafete veya taca bağlı bu tanımlama anlayışına uymuştur. Kaynakça Abdurrahman Hibrî, Enisü’l-müsâmirîn, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, no: 615. Akşemseddin, Risâletü’n-nûriyye, haz. Ali İhsan Yurt, Fatih Sultan Mehmed’in Hocası Akşemseddîn içinde, İstanbul 1972. Âşıkpaşazâde Derviş Ahmed, Tevârih-i Âl-i Osmân’dan Âşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1332. Ayas, M. Rami, Türkiye’de İlk Tarîkat Zümreleşmeleri Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1991. Ayverdi, Sâmiha, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İstanbul: Damla Yay., 1978. Azîz Mahmûd Hüdâyî, Tezâkir-i Hüdâyî, Hacı Selimağa Ktp., no: 251; Süleymaniye Ktp., Fatih, no: 2572; Ayrıca H. Kâmil Yılmaz hususi kütüphanesindeki Özbekler Tekkesi nüshası. _____, Vâkıât, Hacı Selimağa Ktp., Hüdâyî, no: 249. Barkan, Ömer Lütfi, “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, sayı: 2, Ankara 1942. Başar, Fehâmeddin, “Safevîler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., X, 1992. Bilal Dindar, “Bedreddin Simâvî”, DİA, V, 331-334. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, sad. A. Fikri Yavuz-İsmail Özen, İstanbul: Meral Yay., 1972. Büncher, V. F., “Sâsânîler”, İA, X. Cebecioğlu, Ethem, “İbn Bezzâz”, DİA, IXX, 378-379. 59 Mustafa Salim GÜVEN Erdebîlî, Safiyüddin, Makâlât - Şeyh Safi Buyruğu, haz. Kutlu Sönmez-Parlak Nizâmettin, İstanbul 2008. Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul, 1314. Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İ’tikâdî İslâm Mezhepleri, İstanbul: Selçuk Yay., 1986. Fuat Bayramoğlu-Nihat Azamat, “Bayramiyye”, DİA, V. Gölpınarlı, Abdülbaki, “Bayramiye”, İA, II. _____, “Celvetiyye”, İA, III. _____, Abdülbaki, “Kızılbaş”, İA, VI. Harîrîzâde M. Kemaleddin, Tibyânu vesâili’l-hakâyık fî beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, no: 430-432. Hulvî, Mahmûd Cemâleddin, Lemezât-ı Hulviyye, haz. M. Serhan Tayşî, İstanbul: İFAV 1993. Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul: Kitabevi Yay., 2006. İlgürel, Mücteba, “III. Murad”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., X, 1992. İstanbulî, Yahyâ b. Sâlih, Tarîkat Kıyâfetleri, haz. M. Serhan Tayşî-Mustafa Aşkar, İstanbul: Sufî Kitap Yay., 2006. Komisyon, Türk Ansiklopedisi, XIIV. Konukçu, Enver, “Hindistan’daki Türk Devletleri”, Doğuştan günümüze Büyük İslam Tarihi IX, İstanbul: Çağ Yay., 1992. Kurnaz, Cemal-Mustafa Tatcı, “Karabaş Velî”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı VI, Mayıs 2001. Öz, Mustafa, Başlangıçtan Günümüze Mezhepler Tarihi, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2012. Özata, Şenel, “İran”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yay., XIII, 1993. Öztuna, Yılmaz, Osmanlı Devleti Tarihi, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1986. Sâmî, Şemseddin, Kâmûsu’l-A’lâm, İstanbul 1306. Tevekkülî, İbn Bezzâz, Safvetü’s-safâ, Ayasofya Ktp., no: 3099. Topaloğlu, Bekir, “Zındık”, DİA, XIII, 558-561. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yay., 1991. Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1945. _____, Osmanlı Tarihi, Ankara: Türk Tarihi Kurumu, III, 1977. Ünlü, Nuri, Anahatlarıyla İslam Tarihi, İstanbul, 1984. Yaltkaya, Şerâfettin, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul 1924. Yazıcı, Tahsin, “Gîlân”, DİA, XIV. _____, “Safevîler”, İA, X. Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul: Ensar Neşriyat, 1994. _____, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul: Erkam Yay., 1982. 60